Sosyalist Mezopotamya YENİ BİR AYDINLANMA İÇİN
Sosyalist Mezopotamya YENİ BİR AYDINLANMA İÇİN
Mart 2010 l Sayı: 27 l 4 YTL l www.mesop.net
İKİ AYLIK TEORİK POLİTİK DERGİ
Mart 2010 l Sayı: 27 l 4 TL l www.mesop.net
l
İKİ AYLIK TEORİK POLİTİK DERGİ
l
l
l
✍ Ferhat BARAN
‘Çözüm’de varılan yer
U
lus, toplumların gelişim diyalektiğinde uğranılması zorunlu tarihsel bir kategoridir. Her insani aidiyet gibi ulus aidiyeti de kıvamında, özgürce ve dolu dolu yaşanmadan, insanlığın uzak geleceği olarak öngörülen ulussuzluğa, yani ulusal sınırların silineceği dünya ortamına geçilemez. Bu aidiyeti kıvamında yaşayabilmek ise, ulusun iktidarlaşma seviyesiyle doğru orantılıdır. Nasıl ki, toplumbilimin öngördüğü sınıfsız topluma, ilkin ezilen sınıfın iktidarından; aile kurumunun ortadan kalkmasına, ilkin çekirdek aile gibi sıkı bir kurumlaşmadan; devletsiz topluma, ilkin bıktırıcı hiyerarşisiyle devletleşme basamağından geçilecekse, ulusal sınırların ortadan kalkacağı dünyaya da ulusal iktidarlardan geçilecektir. Dünyada ulus devletler halen tüm azametleriyle yaşıyorlarken, hiçbir ideoloji adına Kürtlere “devletleşmenin günahları” anlatılamaz. Devlet denilen mekanizmanın olanca çıplaklığıyla açığa çıkmış insan doğasına aykırı özelliklerine rağmen, daha ileri değerler adına bugün Kürtlere devletleşmenin zararlarını anlatmaya kalkışmak, genel bir doğruyu Kürtlere zehir olarak yedirmekten başka bir anlama gelmez. Tek Arap ulusundan 22 devlet varlığını sürdürüyorken “ümmetçilik” adına, dünyada ulus devletler hala güçlenme peşindeyken “komün kültürü” adına Kürtleri günümüzde “devletsizliğin güzellikleri”ne ikna etmeye kalkışmak, sömürgecilerin mevcut uygulamalarına katkı yapmaktan başka bir şeye yaramaz.
İsmail Beşikçi ve üniversite ✍ Sibel ÖZBUDUN
Niçin federasyon? ✍ Aziz Mahmut AK
Aleviler kendilerini nasıl hissediyorlarsa öyledirler ✍ Metin AKTAŞ
Dersim’e dair ön çalışmalar ✍ Hasan FIRAT
Tüzük sorunu ya da örgütte özgürlük ve disiplin ilişkisi
Komünistler birleşebilir mi?
✍ S. ÇİFTYÜREK
✍ H. KAŞIKKIRMAZ
Sosyalist Mezopotamya YENİ BİR AYDINLANMA İÇİN
Mart 2010 l Sayı: 27 l 4 YTL l www.mesop.net
İKİ AYLIK TEORİK POLİTİK DERGİ
l
l
Gün Yayıncılık Tic. Ltd. Şti Adına Sahibi Halil İbrahim KUMRAL Yönetim Yeri ve Yazışma Adresi İnönü Mah. Babil Sok. No:27/3 80230 Harbiye / İstanbul Sorumlu Yazıişleri Müdürü Ferit Yıldırım Yönetim Yeri ve Yazışma Adresi İnönü Mah. Babil Sok. No:27/3 80230 Harbiye / İstanbul Sosyalist Mezopotamya Yönetim Yeri ve Yazışma Adresi İnönü Mah. Babil Sok. No:27/3 80230 Harbiye / İstanbul
İÇİNDEKİLER EDİTÖRDEN Ezilenler taraf olunca...
1
Yayın Türü Yaygın Süreli Dağıtım
‘Çözüm’de varılan yer Ferhat BARAN
3
Telefon/Faks (0212) 291 46 38
İsmail Beşikçi ve üniversite Sibel ÖZBUDUN
9
Niçin federasyon? Aziz Mahmut AK
14
Aleviler kendilerini nasıl hissediyorlarsa öyledirler Metin AKTAŞ
19
e-mail newrozgazetesi@gmail.com Baskı Özdemir Matbaacılık 0 212 577 54 92 Davutpaşa Cad. 4. Güven Sanayii sitesi C Blok No: 242 Topkapı-İSTANBUL Diyarbakır İrtibat Bürosu Tel: 0 412 223 73 37 Kurtismail Paşa 5. Sok. Fırat Apt. Kat:3/13 Ofis/DİYARBAKIR Gaziantep İrtibat Bürosu Tel/Faks: 0 342 220 59 94 Atatürk Bul. Bina No: 49 N. Akınal Apt. B Blok Kat: 6 D: 6 Şahinbey / Gaziantep İzmir İrtibat Bürosu newrozgazetesiizmir@gmail.com 847 Sok. No: 14/101 Konak/İZMİR
Tüzük sorunu ya da örgütte özgürlük ve disiplin ilişkisi S. ÇİFTYÜREK 23 Zalimler yenilmeye mahkumdur! Temel DEMİRER
32
Dersim’e dair ön çalışmalar Hasan FIRAT
42
Devlet içi çatışmaları nasıl değerlendirmeliyiz? T. ATMACA
46
Romana Serhildana Mala ELÎYÊ ÛNIS Lokman POLAT
53
Analar ve tanrıçalar dönemi ve gizlenen bir tarih Aydın DİNÇOĞUL
56
Komünistler birleşebilir mi? Hurşit KAŞIKKIRMAZ
63
‘Demokrasiye son, yaşasın savaş!’ mı? Abdullah DERELİ
66
Editörden
B
Ezilenler taraf olunca...
aşbakan Erdoğan “Küresel ekonomik kriz bizi teğet geçecek” derken, besbelli ki paniği önlemeye yönelik siyaset yapıyordu.Ancak bu açıklamadaki rahatlıkta, son otuz yıldır karnından konuşmaya alışmış, itaatkar toplum yapısının da rolü olmalı.Türk burjuva egemenlik sisteminin tüm potansiyel kriz alanlarına ağlarını ördüğü sosyal ortamda “denetim dışı çıkışlar” beklentisinde olmamanın getirdiği bu rahatlığı, hükümetin neo-liberal politika ve yasaları peş peşe yaşama geçirmesindeki patavatsızlığında da görmek mümkün.
değişik siyasal icraatlar uzun süre etkili olabiliyor.Artık mızrak çuvala sığmıyor; krizin sarsıcı etkileri, devletin olabildiğince aşağı çekerek açıkladığı işsizlik rakamlarına kadar yansıyor.
Ve Tekel işçileri örneğinde olduğu gibi, küresel krizin etkileri ilkin,Türkiye ortalamasına göre yaşam standartları ‘iyi’ sayılan kesimlerin feryadıyla duyulmaya başlandı. Bu feryat direnişe dönüştü; dalga dalga emek cephesinin tümüne uyarıcı etki yaptı. Uyarı, ümüğü sıkılanları “taraf” haline getiriyor. Bu demek oluyor ki krizi asıl bundan sonra yaşayacağız. Çünkü taraf olmak, mağdurların canlanması ve dolayısıyla sermayenin saldırısının ağır bir sancı yani bir kriz biçiminde açığa çıkması anlamına geliyor.
Öyle ya; bir olayın veya bir arızi durumun krize dönüşmesi için, buna maruz kalan zeminin canlı olması gerekiyor. Çünkü kriz; tek başına bir tarafın yarattığı ani bir arızanın değil, canlı zeminin bu ani gelişmeye verdiği tepkinin adıdır. Bu, toplum yaşamında da, canlıların vücut sağlığı alanında da böyledir. Uygar yaşam standartlarını tatmamış, yoksulluğu bir kader olarak algılamış ve daha da kötüsü bu durumun ahirette getirisi olacağına inandırılmış bir toplumun ekonomik kriz neresini vursun ki!? “Acı patlıcanı kırağı çalmaz” misali… Veya sinirleri önemli oranda alınmış bir insan, şoke edici bir gelişme karşısında niye sinir krizleri geçirsin ki!?
Taraf olma bilinci, taraf olmayı başarabilmek, menzildeki başarıya giden yolun yarısından fazlasıdır. Çünkü mağdurlar taraf olmaya başladıktan sonra, ezenlerin ideolojik egemenlikleri ciddi yara alır; yalan dolanla, uyuşturucu etkisi yapan argümanlarla oyalama kanalları bir bir kapanır.Yalanın perdesi yırtılır, karşılıklı çıkarlara dayalı kapışma daha dobra bir hal alır.Ve tarafsız olarak ya da egemenlerin siyasal manipülasyon alanlarında kalarak başbakanların vicdanına göz dikip sadaka tarzı ‘hak kazanmak’tansa, taraf olarak yenilmek daha anlamlıdır. Çünkü taraf olarak uğranılmış bir yenilginin yengiye dönüştürülecek bir geleceği vardır, ama egemenlerin vicdanından medet umar hale gelmenin hiçbir garantisi ve geleceği yoktur. Hele de “hükümetin sendikaları” gibi acayipliklerin yaşandığı Türkiye’de ezilen sınıf kimliğiyle taraf olmayı başarabilmek çok daha önemlidir.
Başbakan’ın “teğet”li düzenek kurgusunda ve dünyaya böbürlenerek yaptığı “Türkiye ekonomisi” açıklamalarında, bu toplum gerçeğinden haberdar oluşunun önemli payı var.Yoksa, başta Yunanistan olmak üzere Avrupa’da emek cephesi ayakta ise, bu onların yaşam standartlarının Türkiye’deki çalışanların standartlarının altına düştüğü anlamına gelmiyor. Fark şurada: Onlar iyi yaşam standartlarını tattılar, bu yüzden bu standartlardan her düşüş onlarda bir kriz sebebidir; bizimkiler ise ezici çoğunlukla o standartları hiç görmediler bile. Ancak, karşısında suçu yüklemeye yelteneceği ciddi bir muhalefet bile yokken tamamen kapitalizmin yapısal özelliklerinden kaynaklı gelişen küresel kriz, bu kez öyle derinden geliyor ki, ne yalanlar, ne teskin etmeye yönelik telkinler, ne de dikkatleri dağıtmaya yönelik Sosyalist
1
Türkiye’de sistemin ağları tüm potansiyel kriz alanlarını sarmış durumdadır ve bu alanlarda taraf oluşumunu engelleme işlevi görmektedir. Dikkatlerden kaçmamıştır; rejimin ‘tehlike’ algısına konu olan ve kırmızı çizgilerle kuşatılmış üç potansiyel kriz alanının (3K: Komünizm, Kürt, Kızılbaş) hangisinde taraf olma durumu yaşanıyorsa orada gizlenemez bir kriz patlak veriyor. Mezopotamya
Bundan böyle saflar biraz daha netleşecek. Ne sendiAKP’nin sonradan “Milli Birlik kacılar artık patronlarla işProjesi”ne dönüşen “Kürt Açılımı” çiler arasında bir “aracı” giKürt tarafının yokluğu üzerine kur- bi kalabilecek, ne de siyagulanmıştı; ancak Kürtler taraf olma sette sağın ideolojik egebaşarısını gösterince önce oyalama- menliği eskisi kadar boğucu ya, ardından Kürt siyasal şahsiyetle- hükmünü sürdürebilecek. rinin tutuklanmasına dönüştü.Taraf Sistemin ağlarıyla örülü ve olma durumu, hükümetin asıl niyeti- sınıfla ilişkili tüm sıfat ve nin Kürt örgütlerinin tasfiyesi oldustatüler sola doğru bir itğunu açığa çıkarmaya yetti. Bu yönekiyle yerinden sarsılacak… lim kriz üretti.Tasfiye planı şimdilik
olan bizler, şimdi daha fazla çoğalma/büyüme potansiyeline sahibiz.Yeter ki Kürdistanlı sosyalistlerin birliğine odaklanmış mücadelemizi gevşetmeyelim ve yeter ki bugünkü kucaklayıcı özelliğimizi koruyabilelim. Ve tam da bu dönemde, başta halk kitleleri olmak üzere tüm muhataplarımıza kendi politikalarımızı daha anlaşılır aktarmamız; yaşamın somutluğuyla bağdaşık kılmamız gerekiyor. Deyim yerindeyse kendi politik açılımımızı yapmamız gerekiyor. Bu amaçla, “21.yy’da Özgürlük ve Sosyalizm Manifestosu”nda sistematize edilmiş geleceğe ilişkin görüşlerimizin sürekli güncellenmesi gerekiyor. MESOP Yürütme Kurulu’nun son toplantısından bu yönde çıkan tavsiye kararı üzerine, elinizdeki sayıda bu çabanın ilk adımı olarak “federasyon” konusunda güncellenmiş bir makaleyi yayınlıyoruz. Makale aslında TEVKURD dergisinde yayınlanmak üzere yazıldı. Ancak hem konunun önem ve hassasiyeti, hem de Sosyalist Mezopotamya okurlarının bir kısmının TEVKURD dergisini okumayabileceği ihtimalinden hareketle, “Niçin federasyon?” başlıklı makaleyi elinizdeki sayıda yayınlama gereği duyduk.
Kürt tarafının daha fazla mağduriyetiyle sürse de, aslında Kürtler taraf kalarak özgürlüğü yakınlaştırıyor... Yine Aleviler, ancak ezilen mezhep olarak taraf olmaya başladıklarında hakları konuşulmaya başlandı. Dersimli Aleviler aynı zamanda ulusal (Kürt) kimlikleriyle taraf olunca da, halkın ciddi bir kesiminin uzun yıllar inandırıldığı ve Dersim Katliamı’ndan Mustafa Kemal’i muaf tutan tarihi yalanın perdesi yırtıldı. Ezilen ulus ve ezilen mezhebin ardından, ezilen sınıf olarak işçi sınıfı da yeniden taraf olmaya başlıyor. Daha doğrusu krizden kaynaklı dev saldırı dalgası sınıfı kendi sınıf kimliğiyle taraf olmaya itiyor.Ve Tekel işçilerinin Ankara eyleminde görüldüğü gibi, işçi sınıfının taraf olma konumu, hem belki de yarısı AKP’ye oy vermiş işçilerin bu partinin emek düşmanı yüzünü çıplak biçimde görmesine yaradı, hem de siyaset alanında herkesi bir adım sola çekti. Mekanik olmayan toplumsal süreçlerde zaman zaman karşılaşılan sürpriz gelişmeler ihtimalini şimdilik devre dışı bırakarak, sosyolojik bir donanımla yakın geleceğe bir projeksiyon tutabiliriz.Toplumsal gelişmelerin seyri gösteriyor ki, bundan böyle saflar biraz daha netleşecek. Ne sendikacılar artık patronlarla işçiler arasında bir “aracı” gibi kalabilecek, ne de siyasette sağın ideolojik egemenliği eskisi kadar boğucu hükmünü sürdürebilecek. Sistemin ağlarıyla örülü ve sınıfla ilişkili tüm sıfat ve statüler sola doğru bir itkiyle yerinden sarsılacak… Nitekim burjuva ideologları da yaklaşan ‘tehlike’yi görmüş olmalılar ki, son günlerde bunun manipülatif tedbirlerini almaya başladılar bile. Bu aralar bazı tv kanalları “İslamiyet ve Sol” adlı programlarda fikir adamlarını tartıştırıyor; İslamiyet’in aslında sola ne kadar açık ve yakın olduğunu ispatlamaya çalışıyorlar! Amaç, yeni sol dalgayı ilahiyat karışımlı düşünsel barajlarla karşılayıp, oracıkta boğmaktır!..
***
Yine gecikmeli olarak okurlarımızın eline ulaşan bir sayı hazırladık. Bu gecikmeye bazı yazarlarımızın makalelerini geç ulaştırması neden oldu. Derginin bu sayısı için gelen ilk yazı ile son yazı arasında neredeyse bir aylık mesafe oluştu.Yazarlarımızın bu gecikmesinde, çoğununun aynı zamanda haftalık Newroz Gazetesi’ne yazıyor olmalarının getirdiği yazı yükünün yanı sıra, gazete makalelerinde kendi görüşlerini önemli oranda ifade etmiş olmalarının getirdiği rehavetin de etkili olduğunu tahmin ediyoruz. Her iki yayın için hedeflenen farklı formatlar rayına oturdukça bu durumun aşılacağına inanıyoruz. Doğrusu geç geldi, ama tam geldi!..Yazarlarımız seçtikleri konulara ilişkin o kadar doyurucu yazdılar ki, dergideki sıralamayı yapmada çok zorlandık dersek abartmış olmayız. Buna rağmen dergideki sırasını beğenmeyen her yazarımızı şimdiden haklı kabul ediyoruz. ***
Bu sayıyı yayına hazırladığımız sırada, bir yandan da 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, 16 Mart Halepçe Katliamı anma etkinlikleri ve 21 Mart Newroz Bayramı’na ilişkin hazırlıklar sürüyordu. Şimdiden Newroz’unuzu kutluyoruz.
***
Kürdistan dünyadan bağımsız olmadığına göre, küresel krizin etkileri ve bunun siyasette yol açması kuvvetle muhtemel sonuçların Kürt halkını da etkilememesi düşünülemez. Kürt siyasetinde sosyalist/komünist taraf olma bilincini ve çabasını sürdürmekte Sosyalist
Gelecek sayıda buluşmak dileğiyle...
2
Aziz Mahmut AK Mezopotamya
Ferhat Baran
‘Çözüm’de varılan yer
H
ükümet, Kürt sorununu çözmek amacıyla ortaya attığı “Demokratik Açılım”dan bu yana geçen sekiz aylık süre zarfında adından söz ettirecek somut ve ciddi bir yaklaşım oluşturamadı. Hatta izlenen politikalara bakılırsa aksi bir gelişmeden söz etmek mümkün. Hem de, “sorunu çözmek yerine daha da karmaşık hale getirdi” denilebilecek kadar... İktidar olduktan sonra “Kürt realitesini tanıyoruz” diyerek “çözüm” adına spesifik politikalarla cinayet şebekelerini harekete geçiren Demirel gibi Erdoğan da “Demokratik Açılım” parolasıyla, Kürt hareketinin tasfiyesi için “uzun” ve “derin” bir çalışmanın eseri olan çok özel politikaların icracısı oldu. Ayrıntıya girmeden, “Demokratik Açılım” söz konusu olduğunda birbiriyle çelişiyormuş gibi duran, adeta “bu ne turşu, bu ne perhiz” dedirten ve bu nedenle de kimi çevrelerde kafa karışıklığına sebep olan bu politikaların görünürdeki yansımaları üzerinde kısaca durmakta fayda var. Mesela, Kandil ve Maxmûr’dan gelenlerin ciddi bir sorgulama yapılmadan serbest bırakılmaları... Geleneksel yaklaşımı aşan ve “Demokratik Açılım” politikasına itibar kazandıran bir örnek... Şimdilerde bu konu, yine “Demokratik Açılım” politikaları çerçevesinde tutuklanıp cezaevine konulan H. Dicle’nin
Sosyalist
“savcılar ayarlandı” açıklamasından sonra, İçişleri Bakanı B. Atalay’ın düşürülmesi için CHP’nin verdiği gensoru önergesine gerekçe olmasına rağmen, TC’nin son 30 yıllık tarihinde yaşanan bir ilktir. Ve kitleler nezdinde “galiba birşeyler olacak” izlenimi yaratmış önemli bir örnektir. Bu olayda açık bir şekilde gördük ki burjuvazi, politikanın ihtiyaçları ve rejimin çıkarları sözkonusu olduğunda, “kutsallık” mertebesine yükselttiği ve boyun eğmemizi emrettiği kendi hukukunu ayaklar altına almakta zerre kadar tereddüt etmemektedir. Yeter ki düzenden kopan ve hızla uzaklaşıp kurtuluşu bir başka yerde arayan kitleler, bir nebze olsa dahi bu rejimin “yaşanabilir bir ortam” oluşturabileceğine inanmaya devam etsinler!.. Ve aynı politik ve huhuksal zihniyetle devlet, bir yandan PKK’li olduklarını beyan edenleri sorgulamadan özgür kılarken ve kitlelelerin zihnini esir alabilecek bir “çözüm” doğrultusunda olumlu mesajlar vermeye çalışırken, diğer yandan burjuva hukuk çerçevesinde demokratik bir mücadele yürüten kurum ve kuruluşlara karşı saldırıya geçmekten geri kalmadı. Kararları kesin olan Anayasa Mahkemesi, çok kısa bir süre içinde DTP’yi kapattı ve genel başkanı dahil olmak üzere bu partiye mensup birçok in-
3
sanı politikadan men etti. “Yüce” sıfatını taşıyan bu mahkeme o kadar çok politikanın ihtiyaçlarına göre hareket etti ve o kadar çok “basit” bir kararın altına oybirliğiyle imza attı ki, siyaseten yasakladığı kimi insanların DTP’ye üye olup olmadıklarını bile araştırma zahmetine katlanmadı. Belki de kararın önceden verilmiş olması, “Yüce Mahkeme”yi bu zahmetten alıkoydu. Kürt milletvekillerinin öldürülmesini açıkça ve basın yoluyla teşvik ve tahrik eden bir basın mensubunu suçsuz ilan eden bir başka ‘yüce yargı organı’ Yargıtay’ın kararı orta yerde dururken farklı bir sonuç beklemek abes olurdu. Çünkü burjuvazinin politik ihtiyaçları bunu gerektiriyordu. Rejim, “siyaset” ve “çıplak zor” yoluyla çözemeyecegi bir problemi “hukuk yoluyla”, dünya siyasetinin “normal” sayabileceği bir anlayışla çözsün diye Anayasa Mahkemesi’nin önüne koydu. Batasuna’nın İspanyol mahkemeleri tarafından kapatılmış olması bu nedenle sık sık hatırlatıldı. Anayasa Mahkemesi “sözkonusu vatansa, gerisi teferruattır” sözüne uygun olarak “sözkonusu Kürtler ise hukuk teferruattır” dercesine kendi görevini yaptı ve bu nedenle yaptığı işin bırakalım evrensel burjuva hukukuna, kendi hukusal prosedürüne uyup uymadığını bile uzun boylu düşünmedi. Böylece, hem Kürtler karşısında
Mezopotamya
devletin “tek yumruk” olduğunu kanıtlamak hem de derinlerde süren pazarlık çıtasını düşürmek adına çok net bir mesaj vermiş oldu. Yargı organları, politik hukuk vasıtasıyla Ulusal Hareketi “düzenin sınırları dışında çözüm yoktur”a ikna etmek için militanca mücadele ederken; çıplak zora düşen ise, “KCK Operasyonu”yla ilişkilendirerek kimi DTP yöneticilerinin yanı sıra seçilmiş belediye başkanlarını “esir muamelesi” yaparak gözaltına almak ve ardından sudan gerekçelerle tutuklatmak oldu. “Biz PKK’liyiz ve barışa katkı sunmak için geldik” diyenlerin sorgulanmadan serbest bırakıldığı bir zamanda, seçilmiş şahısların “PKK işbirlikçisi” diye suçlanarak tutuklanmaları ancak “Demokratik Açılım” bakışıyla Türk hukuk sisteminde anlamlı olabilir. Bu operasyonla hükümet, gerek Kandil ve Maxmûr’dan gelenleri “barış” adına sahiplenen halkı, gerekse kendisini desteklemede ağırdan alan, “ne İsa’ya ne Musa’ya” yaranamayan DTP’yi adeta cezalandırdı. Dahası, İsrail’le diplomatik ilişkileri bozma pahasına çocuklara karşı tavrını malzeme yapabilen hükümet, emsali görülmemiş bir zulmü Kürt çocuklara yaşatmaktan geri kalmadı. Ve şimdiden sayıları binlerle ifade edilen Kürt çocuklarını “polisi taşlamak” gerekçesiyle tutuklayıp, göz göre göre Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne aykırı bir şekilde cezaevlerine doldurmanın, ağır cezalara çarptırmanın İsrail’i geride bırakmak olacağına aldırmadan... O halde, eğer Maxmûr ve Kandil’den gelenlerin tabi tutulduğu işlem “Demokratik Açılım” politikasını ifade eden somut bir yaklaşım ise ve geriye kalan her şey geleneksel politikaları yansıtıyorsa, cevaplamamız gereken temel soru şudur: Devlet, “Demokratik Açılım”dan ya da burjuva aydınların formüle ettiği ve statükoyu korumayı amaçlayan biçimiyle “Demokratik Çözüm”den vaz mı geçti? Bu soruya verilecek “evet” cevabı, yeniden geçmişe dönüşü yani tavizsiz şiddet politikasını içerir, “hayır” cevabı ise cari politikayı içermekle birlikte asla şiddetten muaf olduğu anlamına gelmez.
Sosyalist
Yargı organları, politik hukuk vasıtasıyla Ulusal Hareketi “düzenin sınırları dışında çözüm yoktur”a ikna etmek için mücadele ederken; çıplak zora düşen ise, kimi DTP yöneticilerinin yanı sıra seçilmiş belediye başkanlarını “esir muamelesi” yaparak gözaltına almak ve ardından tutuklatmak oldu. Kürt sorunu algısının değişmesi Yukarıdaki soruya aranacak yanıtın anlamlı va anlaşılır olması için sonraya bırakmakta fayda var. Daha önce “Demokratik Açılım”ın ardından Türkiye’de oluşan yeni Kürt sorunu algısını ve yönelimleri irdelemek gerekir. Bu yapılmadan yukarıdaki soruya verilecek yanıt eksik kalacaktır. Çünkü “Kürt sorunu” algısı, Türkiye’de, devletin ve ona karşı mücadele eden Kürt hareketinin siyasal tavrını ifade etmenin yanı sıra aynı zamanda ve esas olarak topluma enjekte edilen ve günlük hayata yön veren ideolojik bir kavramdır da. “Terörist”, “hain” veya “bölücü” sıfatlarla türdeş bir kavram olarak tanımlandı. Bu ideolojik kavramı kullanarak devlet, ne yazık ki büyük bir insan kütlesinin düşünce dünyasını değiştirmenin ötesinde tarihsel ve kültürel yapısını da deforme ederek yeni bir şekle sokmaya çalıştı. Bu anlamda “Demokratik Açılım” ya da “demokratik çözüm” siyaseti Kürtler açısından henüz ortaya somut bir “şey” koyamamış da olsa, Türkiye’deki geleneksel zihniyetin sorgulanmasını başlatmış oldu. Kürt hareketini düzene entegre etmeyi amaçlayan AKP Hükümeti riskleri de göze alarak bir ilke imza attı; Kemalist ve milliyetçi çevrelerin tepkisine aldırmadan bir 10 Kasım günü tartışmak üzere sorunu Meclis gündemine taşıdı ve bu girişimiyle “tartışılmaz gerçekler”in “gerçekliğinin tartışılır” hale gelmesinde gayri ihtiyari bir rol oynadı. Defalarca kanıtlanmış bir gerçek bir kez daha cereyan etti: Verili koşulları tahlil ederek kontrol edeceğiniz bir eylemde bulunabilirsiniz, fakat eylem gerçekleştiği andan itibaren istediğiniz gibi yönlendire-
4
meyeceğiniz yeni bir “durum”u yaratmış olursunuz. Hükümetin kontrollü girişimi, her yönüyle kontrol edemediği bir sürecin önünü açtı. Elbette ki bu sonucu kestirememişti, fakat O.Öymen o unutulmaz konuşmasını yaptığı andan itibaren sistemin köşe taşlarının yerinden oynamasına da engel olamadı. Bu konuşmayla birlikte, CHP’nin Dersimlilerden azade kılınmasından öte tarihsel öneme sahip gelişmeler yaşandı: Birincisi ve açık olanı, 13 Aralık’taki geniş katılımlı mitinge kadar Dersim Katliamı bütün yönleriyle tartışıldı ve bu tartışma, Tokat’taki saldırı gündemi değiştirinceye kadar aralıksız devam etti. Zaten bilinen ama geniş kitlelerden gizlenen, elverişli bir ortam olmadığı için gündeme getirilemeyen tarihsel bir hakikat, bu vesileyle bütün yönleriyle ve yeni bilgiler veren belgeler eşliğinde deşifre edildi. Dersim Katliamı’nı devletin bakış açısıyla algılayanlar bu gerçekler ışığında yeniden düşünmeye ve devletin vazettiği doğruları sorgulamaya başladılar. İkinci gelişme ise, katliamın hemen ardından Kemalist rejimin Dersim’de tesis edilmesi için uydurulan ve birçok insanın da inandığı “M. Kemal’in katliamdan haberi yoktu” yalanının açığa çıkması oldu. Kemalizm’le sansürsüz hesaplaşmak için bir türlü ortam bulamayan liberal aydınlar, bu imkandan sonuna kadar yararlandılar ve mevcut düzeni hem simgeleyen hem de ayakta tutan Kemalist ideolojiyle görülmesi gereken hesaplarını Dersim Katliamı üzerinden gördüler. Kimi Dersimliler, bildikleri ama sadece bulundukları pozisyonlarını meşrulaştırmak için itiraf edemedikleri bu tarihsel gerçekle yüz yüze gelmenin sıkıntısını yaşadılar. Küllenmiş acıların yeniden yaşanmasına da sebep olan bu yüzleşme, zihinleri derinlemesine kuşatan ve sadece acılar karşısında dayanma gücü veren “gerçeği inkar” psikolojisini tuzla buz etti ve M.Kemal algısını yeniden şekillendirdi. Kabul etmek gerekir ki, düne göre bugün, tarihsel Dersim coğrafyasındaki “Türkiye solu” olarak tabir edilen sosyalist ve komünist hareket daha çok Dersimlidir ve sürecin giderek derinleşeceği, yeni bir
Mezopotamya
siyasal algıya dönüşeceği neredeyse kesindir. Türkiye kamuoyu nasıl Dersim’de işlenen katliamın gerçek fotoğrafını gördükçe hakikati geç öğrenmenin ve kendi devleti tarafından aldatılmış olmanın utancıyla sarsıldıysa, kimi Dersimliler de doğru bildikleri gerçek yalanların Türkiye aydınları tarafından ortaya konulmasıyla bilincinde oldukları gerçekleri kabul etmek yerine zihinlerinin derinliklerinde gizlemiş olmanın utancıyla sarsıldılar. Hoş bir tesadüf olarak tam da bu ortamda yaygın izlenme imkanı bulan Ç. Demirel’in “Dersim 38”i ile Ö.Fındak’ın “Kırmızı Kalem-Qelema Sure” belgeselleri adeta tarihi yeniden yazdılar. Bu belgesel filmler, Dersim’de yaşananları gerçekleştiren zihniyetin insanlık değerleriyle bağdaşmayan nemenem bir şey olduğunu kanıtlamak için fazla söze gerek bırakmadılar. Yazılan ve söylenenlerin üstüne bu belgesel filmler gelip oturunca, denilebilir ki, kamuoyunu resmi ideoloji doğrultusunda yönlendiren zihinsel işaret ve simgeler giderek aksi yönde rol oynamaya başladı. Bu gerçekler ışığında medyada yapılan tartışmalar neticesinde, egemen zihniyetin tanımlamış olduğu ve geniş kitlelere benimsettiği Kürt sorunu algısı önemli ölçüde değişti. Başbakan’ın sanatçılarla yaptığı toplantıda H.Peker’in tutuklanan belediye başkanlarıyla “Demokratik Açılım” politikası arasındaki çelişkiye işaret etmesi önemli bir zihin değişikliğinin yaşanmakta olduğuna işarettir. Kuşku yok ki Türkiye toplumunun önemli bir kesiti geleneksel tanımın siyasi etkisi altında hareket etmeye devam ediyor, fakat “Demokratik Açılım” söyleminin iktidar partisi AKP tarafından dile getirilmesi “çözüm” sözkonusu olduğunda faydacı bir amaç taşısa da, hitap ettiği ve etkilediği muhafazakar kesimlerin algısının değişmesinde önemli bir rol oynadı. Kısacası, sadece gündeme gelmesi ve telaffuz edilmesiyle “Demokratik Açılım” ya da “demokratik çözüm”, en gerici düşüncelere sahip çevrelerde bile yeni bir “Kürt sorunu” algısının oluşmasına neden oldu. Görünen o ki bu yeni al-
Sosyalist
Türkiye toplumunun önemli bir kesiti geleneksel tanımın etkisi altında hareket etmeye devam ediyor, fakat “Demokratik Açılım” söylemi “çözüm” sözkonusu olduğunda faydacı bir amaç taşısa da, AKP’nin hitap ettiği ve etkilediği muhafazakar kesimlerin algısının değişmesinde önemli bir rol oynadı. gı, Türkiye’deki en gerici ve ırkçı siyasal akımları da etkileyecektir; bu siyasal parti ve çevreler, eğer seçim yoluyla halktan oy almayı amaçlayacaklar ise, yani politika yapma tarzlarını değiştirmezler ise, örneğin MHP Genel Başkanı D. Bahçeli gibi “50 yılı daha dağda geçirmek” için taktik değişikliğe gitmezler ise, oluşan yeni algıya göre bir politika izlemek durumundadırlar. Öyleyse şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Sadece bu yanıyla ele alındığında dahi, “Demokratik Açılım” söylemi olumlu bir işlev görmüştür ve Kürt sorunu algısının Türkiye’deki boyutunu önemli ölçüde değiştirmiştir; hiç değilse Kürt sorunu ile “terör” arasındaki eşit işaretini kaldırmıştır. Fakat “Demokratik Açılım” artık “demokratik çözüm”de ifadesini bulan kültürel boyutuyla realitesi kabul edilen Kürt sorununu ve diğer etnik ve dinsel azınlıkları düzene entegre etmeyi amaçlayan yeni bir ideolojik kavramdır. Eğer bu haliyle algılanmaz ya da “Demokratik Açılım”da olduğu gibi “çabaya bağlı olmadan gerçekleşecek kesin çözüm” şeklinde sunulursa yeniden hayal kırıklığı kaçınılmaz olur. Bu kavramın ezilenlerden yana anlamlandırılması ve ifade ettiği gerçek çözümle ilişkilendirilmesi mümkündür, ama bu her şeyden önce ona verilen şimdiki anlamı deşifre etmeyi ve pratik mücadeleyle yeniden şekillendirmeyi gerektirir. ‘Demokratik çözüm’den anlaşılan Kurulu düzenin ve kapitalist burjuva sistemin devamı için kendisini yoğun bir çalışmaya vakfeden “sağ” ve “sol” liberal aydınlar, “Demokratik Açılım”a zemin oluşturmak amacıyla “demokratik çözüm” kavramını burjuvazinin çıkar-
5
larını ifade eden bir içerikle yeniden kurgulamaya başlamış görünüyorlar. Diğer konularda olduğu gibi “demokratik çözüm” konusunda da Türkiye’deki algı sadece Türkiye’ye özgüdür; ve ideolojik olarak dünyayla entegre liberaller tarafından şekillendirilse bile “biz bize benzeriz” gerçeği değişmiyor. Uzun yıllardır süren ve son zamanlarda Kürt siyasetinin genel çoğunluğunu etkilemeyi başaran bu girişim, AKP Hükümeti’nin “Demokratik Açılım” politikasıyla hız kazanmış durumda. Siyasal ve ideolojik duruşundan her gün biraz daha uzaklaşan Kürt siyasetinin ekseriyeti, bir yandan çözümden vazgeçti diye AKP’yi eleştirirken, diğer yandan AKP’nin değirmenine su taşımak dışında yapacak bir şeyi kalmayan liberal aydınlar vasıtasıyla her gün biraz daha sisteme entegre olmaktadır. Tarihin garip bir tecellisi olarak “politik çıkarlar” ile “toplumsal ve sınıfsal çıkarlar” arasındaki paradokssal uyumunun cenneti olan Türkiye gibi tipik bir ülkede, siyasal yapılanma ve toplumsal dayanaktan yoksun liberalizm AKP’yi; ciddi bir toplumsal desteğe sahip olan, ancak dünya gerçekliğiyle uyumlu bir ideolojiden yoksun AKP ise liberal düşünceyi benimsemiş görünüyor. AKP, zaman zaman kendisini ANAP dönemiyle kıyaslar, ancak bunda gerçeklik payı sadece seçmen sözkonusu olduğunda geçerlidir. İdeoloji sözkonusu olduğunda, muhafazakar inançlara sahip olmakla birlikte Özal, Erdoğan’a göre liberal düşünce akımına çok daha yakındı. Liberaller, AKP gibi muhafazakar bir patiden “liberal demokrat” bir parti yaratmanın peşindeler; umutsuz bir çabayla onu bu yönde teşvik etmeye çalışıyorlar. Güçsüz olmalarından ileri gelen politik hırs, onları adeta iyimser körler haline getiriyor. Bu zoraki evlilik ne kadar sürer bilinmez, fakat verili koşullarda AKP’ye sarılmak dışında başka çaresi olmayan liberaller, rejimin, mevcut sorunları hazmederek çözüm üretmesi ve bu yolla kayba uğramadan dünya ile bütünleşmesi, kendi bölgesinde lider pozisyonuna yükselmesi için büyük bir çaba harcıyorlar. Burjuvazinin evrensel çıkarlarıyla uyumlu olan bu düşünce akı-
Mezopotamya
mı, kendi amaçlarının gerçekleşmesi için en büyük engel olarak ordu eksenli devlet yapılanmasını görmektedir ve bu nedenle AKP’den “uzlaşma” değil “tasfiye” beklemektedir. Ancak AKP Hükümeti, daha çok temsil ettiği sınıf ve tabakaların çıkarlarını düşündüğü ve iktidar mücadelesinde “demokratikleşme”yi önüne çıkan engelleri aşmak için tehdit sopası olarak kullanmayı tercih ettiğinden, muhafazakar talepleri kabul edip tesettüre girmeye hazır liberaller kadar aceleci ve cesur değil. Örneğin, “çözüm” için gerekirse şeytanla görüşmek gerektiğini savunan liberallerin aksine Hükümet, seçim yoluyla Meclis’e girmeye hak kazanmış DTP milletvekilleriyle görüşmek için bile uzun yıllar düşünmek zorunda kaldı. Nihayetinde bir görüşme gerçekleşti ama bu Başbakan ile DTP arasında değil, AKP Genel Başkanı R.T. Erdoğan ile DTP Genel Başkanı A.Türk arasında gerçekleşti. Bundan da anlaşılacağı gibi liberallerin hayal ettiği kadar AKP Hükümeti “demokrat” olamaz ve liberal düşünce açısından sorun olmayan çözüm biçimlerini politikasının amacı haline getiremez. Liberallerin koşulsuz desteğinden oldukça memnun görünen AKP Hükümeti, sorun Türkiye’nin karşı karşıya olduğu diğer problemlerin yanı sıra Kürt sorununa çözüm bulmaya gelip dayandığında, kapitalist sistemin genel çıkarları doğrultusunda bir çözüm sunan liberallerin aksine devletin “esnemiş geleneksel çözüm” anlayışına daha yakındır. Tabi buna bir de AKP’nin siyasal ve dayandığı kesimlerin ekonomik çıkarlarını eklemek lazım... AKP Hükümeti aracılığıyla lanse edilmeye çalışılan çözümün, “milli birlik ve beraberlik projesi” beyanı dışında, somut olarak neler içerdiğini bilmiyoruz; ve derinlerde nasıl cereyan ettiğiyle ilgili yüzeye çıkmış herhangi bir belirti yok. Bu nedenle, bilmediğimiz, daha doğrusu içeriğini bilmediğimiz ama rivayetinden haberdar olduğumuz bu “çözüm”ü geçiyoruz. Burada üzerinde durmak istediğimiz, devletin AKP vasıtasıyla ileri sürdüğü çözümü aştığına inandığımız, reji-
Sosyalist
Liberallerin koşulsuz desteğinden oldukça memnun görünen AKP Hükümeti, sorun Kürt sorununa çözüm bulmaya gelip dayandığında, kapitalist sistemin genel çıkarları doğrultusunda bir çözüm sunan liberallerin aksine devletin “esnemiş geleneksel çözüm” anlayışına daha yakındır. min genel çıkarları adına hareket eden liberallerden gelen çözümdür. Liberal kesimin önerdiği çözüme baktığımızda, sınıf olarak burjuvazinin neden hakim güç olduğunu, ezilen halk yığınlarının ise neden ezilmeye devam ettiğini daha net anlamış oluruz. Fiili egemenlik ilişkisinin sadece zor içeren kurumlar vasıtasıyla rasyonel kılınamayacağının bilincinde olan burjuvazi, evvela, kitleleri ideolojik hegemonya altına almaya çalışır. Bunu gerçekleştirmek ve kitleleri gönüllü boyun eğmeye ikna etmek genellikle burjuva aydınlara düşer. Burjuva egemenliğinin şifresini, çıplak zorun hükmünden ziyade bu gönüllü boyun eğişte aramak lazım. Liberal aydınların oluşturmaya çalıştığı “demokratik çözüm” kavramı, bugüne kadar işe yarayan ama artık hiçbir hükmü kalmayan geleneksel egemenlik araçlarının yerine, daha çok düzenin yararını gözeten ama bu arada da Kürtleri ihmal etmeyen“gönüllü boyun eğiş”i geçirmeyi amaçlar. Bir zamanların olmayan “Kürt”leri “84”ten sonra yavaş yavaş tarih sahnesine çıkmaya başladılar, ama sorun asla Kürt sorunu değildi(!) Özal’ın son yıllarında adı konuldu ve Demirel de bunu kabul etti, fakat çözüm anlayışı aynı kaldı. Günümüz koşullarında ise liberal aydınlar, hem sorunu gerçeğe yakın tanımlıyorlar hem de eski yöntemlerle çözülemeyeceğini söylüyorlar. Fakat yeni yöntem olarak ileri sürdükleri “demokratik çözüm” ise, Kürt sorununun çözümünü, mevcut siyasal düzenin sınırları içinde “bireysel kültürel haklar”ın tanınmasında aramaktadır. Bir başka ifadeyle “demokratik çözüm”, Kürtlerin taleplerinden hareket etmez, TC’nin mevcut ceberrut ve ırkçı yapısından hareket eder ve
6
onu demokratikleştirmeyi önerir. Kabaca özetlersek, liberal anlayış, sorunu bir kimlik sorunu olarak tanımlar ve “Anayasal Vatandaşlık” çerçevesinde etnik ve kültürel çeşitliliğin kabulünü, yerinden yönetimin güçlendirilmesini ve parlamentoya demokratik katılımı önerir. PKK’nin zor yoluyla tasfiyesini değil, demokratik yapılanma vasıtasıyla politik bir unsur olarak sisteme dahil edilmesini ister. Kabul etmek gerekir ki Kürt siyasetinin ekseriyeti tarafından bu “çözçüm” zaten kabul edilmiş durumdadır. Zor olan devletin ikna edilmesidir!? Galiba bunun bilincinde olan liberal aydınlar, Kürtleri ikna etmekten çok, demokratikleşme önündeki en büyük engel olan resmi ve gayri-resmi Kemalist örgütlenmeyi AKP üzerinden ikna etmeye çalışmaktadırlar. Yanlış eylem, haklı talebin inkarı olabilir mi? Liberal aydınlar tarafından önerilen çözümün hiç de demokratik olmadığını biliyoruz. Tepeden inmeci ve hak sahiplerini hesaba katmayan bir çözüm anlayışı... Zaten onların amacı da kelimenin gerçek anlamıyla demokratik bir çözüm bulmak değil; yıllardır çarpışan ve bu nedenle yorgun düşen güçleri kendi çözümlerini kabul etmeye ikna ederek siyasal egemenlik kurmaya çalışmaktır. Bu nedenle daha baştan, sistemi hedef alan ve ayrılmayı içeren çözüm önerilerini değil, mevcut düzenin sınırları içindeki çözüm biçimlerini “demokratik” olarak değerlendimektedirler. Peşin hüküm şudur: Eğer bu işin sonunda barış ve demokrasi varsa birlikte çalışalım, değilse varın düzenle ne işiniz varsa görün!.. Barıştan kastedilen PKK’nin silahsızlandırılması, demokrasiden kastedilen ise rejimin Kürt kimliğini kabul etmesi ve Kürtlerin de bağımsızlık sevdasından, ayrı bir ulus ve ülke iddiasından vazgeçmesidir. Liberal zihniyette, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkına neden destek verilemeyeceğinin ilginç argümanlarından biri de PKK’nin başvurduğu yöntemdir. Onlara göre, Tokat’ta meydana gelen ve bizim de asla tasvip etmediğimiz türden saldırılar, bir halkın geleceği-
Mezopotamya
nin belirlenmesinde başat rol oynayabiliyor. Ya da daha ilginç bir gerekçe, basında sıkça yer verilen töresel geleneklerdir. Örneğin, eğer bir halkın üyelerinden biri töre gereği kızını öldürüyor ya da namus cinayeti işliyorsa, bu halkın tümü, bir başka devlet tarafından yönetilmeyi hak ediyor demektir(!) Yani ‘Beyaz Adam’ın yüzyıllar boyu Afrika ve Amerika’da işlediği cinayetlere ve sömürgeci talanlara dayanak yaptığı “medeniyet” gerekçesi... Ya da şimdi ABD’nin dünyayı kasıp kavuran saldırılarına gerekçe yaptığı “yönetenin iyi yönetememesi”... Sadece örnek olması açısından, Prof. M. Altan’ın şu sözlerini aktarmakta fayda var: “Geçenlerde Diyarbakır’da bir toplantı sonunda biri çıkıp ‘Burası Kürdistan, biz Kürt halkıyız. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı vardır’ dedi. Ben de ‘Peki kadınlara nasıl muamele edeceksiniz?’ diye sordum. Benim meselem yönetenin kim olacağı değil, kimin nasıl yöneteceği.” (Taraf, 25 Aralık 2009) Elbette ki bu sadece bir gerekçe ve sadece Kürtler sözkonusu olduğu için geçerli. Eğer daha objektif gerçekler değil de Altan’ın standartları geçerli olsaydı, kendisini yönetme hakkına sahip hiçbir halk kalmazdı. Çünkü dünyanın ‘en ileri’ ülkelerinde bile bu türden çağdışı olaylar yaşanabiliyor. Mesela Avustralya’da bir babanın kendi kızını yıllarca hapsetmesi ve eşi olarak kullanması gibi… Ya da Türkiye’de ileri derecede ‘medeni’ bir aileye mensup bir gencin bir başka genç bayanın kafasını kesmesi gibi... Bu örnekleri çoğaltmak mümkün ama bunlardan dolayı hiç kimse Avusturyalılar ya da Türkler kendi kaderini tayin edemiyor demiyor. Eğer “kadınlara nasıl muamele edeceksiniz” sözüyle anlatılmak istenen “töre” değil de siyasal düzey ise, evvela ortadan kaybolması gerekenin TC olduğu çok nettir. Çünkü bu devlet, liberallerin söylediği gibi, bırakalım Kürtleri ve diğer azınlıkları, yeryüzünde kendi halkına eziyet eden ve neredeyse bu amaçla kurulmuş ender devletlerden biridir. Dahası, siyasal standartlar sözkonusu olduğunda, bü-
Sosyalist
Eğer objektif gerçekler değil de Altan’ın standartları geçerli olsaydı, kendisini yönetme hakkına sahip hiçbir halk kalmazdı. Çünkü dünyanın ‘en ileri’ ülkelerinde bile bu türden çağdışı olaylar yaşanabiliyor. Mesela Avustralya’da bir babanın kendi kızını yıllarca hapsetmesi ve eşi olarak kullanması gibi… tün dünya halklarının bir an önce kendi devletlerinden kurtulmaları gerekirdi. Çünkü bütün devletler birer zulüm makinası gibi çalışmaktadırlar ve hiç de kendi halklarını yönetmeye layık değildirler. Bu şartlar altında bizim önerimiz, istisnasız bütün halkların, evvela kendi devletlerinden kurtulmanın yollarını bulmaları ve sonra da din, dil, ırk ayrımının yapılmadığı, gerçekten kardeşçe yaşayabilecekleri bir düzen kurmalarıdır. Türkiye’de konuşulması gereken de budur. Demokratik çözümden anlaşılması gereken birtakım kültürel haklardan ibaret çözümün kendisi değil, eşit haklara sahip halkların sorunun çözümünde tercih etmeleri gereken bir yöntemdir. Ne yazık ki bunun bir hayli uzağındayız. Çözüm süreçlerinde hep olumlu görüşler ileri sürülmez, bazen çözüm adına kurulu düzeni kurtarmak için en köhne düşünceler bile dile getirilebilir. Kullanılan yanlış yöntemin haklı bir davaya yaklaşımı değiştireceği gibi... Ya da Ulusların Kaderini Tayin Hakkı’nın “eşini döven”lere tanınmayacağı gibi... Demokratik açılımın sonu mu? Şimdi, başlarken sorduğunuz soruya dönebiliriz. Devletin ya da onun icracı gücü olan AKP Hükümeti’nin zora dayalı eylemlerine bakarak “Demokratik Açılım” siyasetinden vazgeçtiğini iddia edenler olabilir. Bu, “Demokratik Açılım” siyasetinden ne anladığımıza bağlı. Eğer biz, bu ideolojik söylemin “demokratik çözüm” formunu bir çözüm olarak görüyorsak, sorun yok, “Demokratik Açılım” ve “demokratik çözüm” süreci devam ediyor. Yok, eğer bu “çözümü” çözüm olarak görmüyorsak, doğrudur, devlet çözümden vazgeçmiş durumdadır. Daha doğru bir tabir-
7
le, devlet, bizim anladığımız anlamda bir çözümü değil başlatmayı, hiçbir zaman düşünmedi bile. AKP’nin “Demokratik Açılım”dan vazgeçtiği görüşü, yanlış beklentilerin ürünüdür. Bu politika Türkiye’nin ihtiyaçlarına göre belirlenmiştir ve yürürlükte kalması için burada belirtemeyeceğimiz bir hayli sebep vardır. Ayrıca, AKP Hükümeti’nin iktidar süresiyle geçerli bir politika olarak algılamak da yanlıştır. Unutmamak gerekir ki Öcalan Türkiye’ye teslim edildiğinde, MHP’nin de içinde bulunduğu milliyetçi ve Kürt sorununa geleneksel yaklaşan koalisyon hükümetlerinden biri iktidardaydı. DTP’nin kapatılması sürecinde A.Türk’ün aktardığı şu sözleri ciddiye almak gerekir: “Geçen gün enteresandır, Onur Öymen’le bir yolculuk yaptık, uçakta. Geldi dedi: ‘Ahmet Bey, bu AK Parti samimi değildir, bu işi çözemez.’ ‘Siz ne düşünüyorsunuz? dedim. Dedi ki ‘Biz çözebiliriz.’ (...) Dedi ki ‘Silahları bırakıp gelsin çözsün’...” (Taraf, 24 Aralık 2009) Çözüm sürecinde nerede olduğumuzu daha iyi anlamak için 17 Ocak 2010 tarihli Radikal İki’de yer alan makalesinde “Öncelikle hemen çıplak hale gelen bir gerçeği tespit edelim: Kürt meselesi artık çözüm sürecinde” diyen A.Tuğluk’un tıkanmanın ya da anlaşmazlığın nerede yattığını tespit eden şu sözlerini aktarmakta fayda var. Diyor ki Tuğluk: “… ‘Önce silahları bırakın, sonra yasal düzenlemeleri yapalım’ diyen devlet ipin bir ucunda, ‘önce yasal güvenceler verin, sonra silahları barakalım’ diyen Kürtler diğer ucunda durunca, AKP ve BDP’nin dillerine dikkat etmeleri gerekiyor.” Burada dikkat edilmesi gereken sihirli kelimeler “devlet” ile “Kürtler”dir, dillerine dikkat etmeleri gerekenler ise bu kelimelerin içinde yer alan BDP ile AKP’dir. CHP veya MHP’yi de bunlara eklersek yanlış yapmış olmayız. “Kürtler”den kasıt PKK’dir, devlet ise zaten yeterince açık bir kavramdır. Anlaşılan o ki anlaşmazlık konusu çözümün içeriği değil, çözüme giderken izlenecek yöntemdir. Bu da gelip güven sorununa ve garantörlere dayınıyor. Bu konularda güven verici gelişme
Mezopotamya
sağlanırsa “çözüm”ün önünde hiçbir engel kalmayacaktır. Güven verici önemli adımlardan biri, bugünlerde yeniden yazılacağı beyan edilen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’dir. Bu belge, Cumhurbaşkanı A.Gül’ün de belirtmiş olduğu gibi, açıktan yapılamayacak ya da söylenemeyecek şeylerin yer aldığı ve devletin gerçek yol haritasını belirleyen Anayasa’dan da önemli bir belgedir. EMASYA protokolü iptal edildi ve onun yerine Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı geçirilerek yeniden düzenlendi, ama Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin gerekli olduğu ve ortadan kaldırılmayacağı bizzat Cumhurbaşkanı tarafından beyan edildi. Kürtlerin ve Alevilerin bu belgede düşman olarak tanımlandığını biliyoruz artık. Hazırlanacak yeni bel-
Sosyalist
gede “düşman” statüsünde gösterilen bu kesimlerin yeniden nasıl tanımlanacağı önem taşımaktadır. Kürt sorununun çözümü bu belgede yer alma biçimine bağlıdır ve buradaki tanımı değiştirilirse, yasal düzenlemeler yapılmadan önce güven sorununun aşılmasında önemli bir adım atılmış olacaktır. Ve bu andan itibaren, CHP de en az AKP kadar “Demokratik Açılım”ın savunucusu olacaktır. Oysa biz sosyalistler açısından sorun tam da burada başlamaktadır. Çözüm olarak sunulan şey aslında kapitalist düzenin tahkim edilmesine ve TC’nin kendi bölgesinde emperyalist sistemin yürütücü gücü olarak hareket etmesine imkan verecektir. PKK, ‘90’dan itibaren ideolojik silahlarından ve Öcalan’ın yakalanmasından itiba-
8
ren ise siyasal silahlarından arındırılmış, sunulacak düzen içi çözümlere hazır hale getirilmiştir. Legal alanda faaliyet gösteren BDP, Türkiye partisi iddiasıyla ortaya çıkmakla şu mesajı vermiştir: Artık devlet Kürtleri değil, Kürtlerin kendileri Kürtleri düzene entegre etmek ve mevcut devletin Kürtlerin de devleti olduğuna inandırmak için çalışacaklardır. Kürtlerin kimi haklar elde etmesi elbetteki ilerleme anlamına gelecektir, fakat emekçi sınıflar açısından gerçek bir ilerleme anlamına gelmeyecektir. Emekçilerden yana ve halkların eşitliği temelinde bir çözümün gerçekleşmesi, emekçi güçlerin devreye girmesine ve kendi bayraklarıyla siyasal mücadelede yer almasına bağlıdır.
Mezopotamya
Sibel Özbudun
İ s m a i l B eş i k ç i v e ü n i v e r s i t e
“Kendi yolumda yürümeliyim…”[1]
İ
smail Beşikçi’nin bağrında biçimlendiği toplum bilimleri ortamı, ana hatlarıyla, hızlı bir toplumsal değişimin bağrında geliştiğinin bilincinde, bu nedenle de toplumsal değişim odaklı, uygulamaya yönelik sosyal bilimlerin toplumun biçimlenişinde yapıcı bir rol üstlenebileceği konusunda alabildiğine iyimser ve sınırlı da olsa radikal görüşlere açıktır… Buna karşılık, gerek doğrudan ABD sosyolojisi etkisindeki, modernleşme paradigmasını va’zeden, yapısal-işlevselci metodolojiden kalkınan, kalkınma odaklı ana akım sosyal bilimler, gerekse YÖNTİP kanalında gelişen, büyük ölçüde akademi-dışı “muhalif” konumlu olanlar, büyük ölçüde etnik-kördürler. Türk sosyal bilimleri, 1940 öncesinin “monolitik, korporat, homojen” toplum tahayyülünü kısmen -“monolitizm” ve “korporatizm” söylemleri itibariyle- aşabilmiş, ama “homojenlik” tahayyülünü terk edebilmiş değildir. Bunda hiç kuşkusuz ki, etnisiteye ilişkin konuları kamusal söylemden dışlayan baskıcı uygulamaların payı büyüktür. Ancak entelektüel yaşama damgasını vuran “modernleşme/kalkınma” ve “bağımlılık” kuramlarının ulus-devleti sorunsallaştırmadığı ya da sınırlı ölçüde sorunsallaştırdığı da bir vakı’adır.
Sosyalist
Bruinessen (2005), bu durumu şöyle dile getirir: “Sonraki bölgesel kalkınma projelerine bir giriş olarak Köyişleri Bakanlığı ülkedeki tüm köylerin sosyo-ekonomik koşullarına değgin ayrıntılı bir sörvey çalışması yaptırdı. Köy Envanter Etüdleri adını alan bu sörveyde, yalnızca toprak mülkiyeti ve tarımda makineleşmenin derecesi üzerine değil, aynı zamanda etnik bileşim üzerine bilgiler yer alıyordu. Etnisite konusu fazlasıyla hassas olduğu için bu sörveyin sonuçları kamuya açıklanmadı, ama bilimciler yine de ona erişebildiler ve kamusal tartışmalarda dolaylı bir etkisi oldu. 1920’lerden bu yana ilk yasal sosyalist parti, Türkiye İşçi Partisi (TİP), 1965 seçimlerinde kayda değer bir başarı göstermiş, yalnızca sınaî merkezlerden değil, şaşırtıcı bir biçimde Kürt bölgelerinden de milletvekillikleri kazanmıştı. TİP ve onun izinden solcu öğrenci hareketi Kürt sorununu ya da o zamanki adlandırılışıyla ‘Doğu sorunu’nu keşfetti. ‘Kürt’ ve ‘Kürdistan’ terimleri o zaman tabuydu, Kürt milliyetçileri bile kamu önünde bu terimleri kullanmaktan kaçınırlardı. Kürtlere ve Kürt ‘ayrılıkçılığı’na aşikâr bir göndermeden kaçınmak üzere nötr bir terim olan ‘Doğu’ kullanılmaktaydı. Kürtlere, bölgede
9
yaşayan Türkleri, Arapları ve Suriye Hıristiyanlarını kapsayan bir terim olan ‘Doğulu’ deniliyordu. TİP ve diğer sol hareketler Kürt sorununu birincil olarak baskı ve sömürüye bağlı bir bölgesel azgelişmişlik sorunu olarak görmekteydi. Hükümetin baskılardaki rolünü ve Türk burjuvazisinin Doğu’yu bir çeşit iç sömürge olarak sömürdüğünü kabul ediyor, fakat önceki Kemalist kuşaklar gibi Kürt ağa ve şeyhlerini en kötü tahakkümcüler ve ilerlemenin önündeki engeller olarak teşhis ediyorlardı. Ağa ve şeyhlerin başını çektiği Kürt milliyetçiliğine şiddetle karşıydılar. Ne ki TİP, tedricen ‘Doğu sorunu’nun aynı zamanda bir ulusal sorun olduğunu kabule yanaştı. 1970 kongresinde Parti, Doğu’nun, Türklerden farklı bir halk olan Kürtlerce iskan edildiğini ve azgelişmişliğinin salt kapitalizmin eşitsiz gelişiminin doğal bir sonucu olmadığını, en azından kısmen kasıtlı hükümet politikalarının sonucu olduğunu belirten bir kararı benimsedi. Bu karar 1971 askeri müdahalesinin hemen ardından partinin kapatılmasına yol açacaktır.” Burada bir saptama yapmakta yarar var; Türk sosyal bilimcilerinin Türkiye’nin etnik çeşitliliğini ve ülkenin doğu/güneydoğusundaki hatırı sayılır Kürt varlığını “es geçme-
Mezopotamya
leri” farklı rasyonellere dayanmaktadır. “Kürt sorunu” karşısında 1960’lı yılların Türk entelijensiyasında üç farklı tutum izlemek mümkündür. 1.) “Kürt” diye bir kendiliğin mevcut olmadığı, Kürtlerin Türklerin kimliklerini yitirmiş bir kolu olduğu vb. yolundaki, üniversite çevrelerinde (sonradan büyük bölümü MHP davalarında yargılanacak) sağcı, aşırı sağcı hocalarca savunulan reddiyeci tutum. Başlıca temsilciliğini Reha Oğuz Türkkan, Orhan Türkdoğan, Abdülhaluk Çay gibi isimler yapmaktadır. 2.) Kürt (ve diğer etnik kimliklerin) varlığını kabul etmekle birlikte, bunu “ulus-devlet”in türdeşliği açısından sorunlu gören, bu sorunun “Doğu”nun planlı ve karma bir ekonomik program çerçevesinde ve sosyal önlemlerle kalkındırılması yoluyla çözümlenebileceğini savunan, ana akım sosyal bilimcilerin çoğunun paylaştığı asimilasyonist görüş.[2] 3.) Kürtlerin farklı bir etnik kimlik olduğunu, bu hâlleriyle tahakküm ve sömürünün hedefi olduklarını ve bu durumun “ulusal sorun”a dahil olduğunu kabul etmekle birlikte, çözümü ağa ve mütegallibeyi tasfiye edecek sosyalizan/sosyalist bir programda gören sosyalistler. Bu üçüncü grubun akademia içerisindeki tek temsilcisi olması, dahası uzun yıllar boyunca sol kamuoyu ve entelijensiyasında “Kürt Sorunu” konusunda bir duyarlılık yaratmak için çabalayan tek isim olması, -hele ki bu uğurda yaşamının 17 yılını cezaevinde geçirdiği düşünüldüğünde- İsmail Beşikçi’ye eşsiz bir konum kazandırmaktadır. “KÜRTLER VARDIR!” DİYEBİLMEK… Ana akım sosyal bilimlerin Kürtlerden mümkün olduğunca sakındığı, karşılaştığında ise eveleyip gevelediği bir ortamda[3] “Kürtler vardır, Onlar Türklerden ayrı bir halktır, ‘Doğu sorunu’ bir geri kalmışlık sorunu değildir, Kürtlerin yaşadığı bölge devlet tarafından bilinçli politikalar sonucunda geri bıraktırılmıştır!” diyebilmek, gerçekten de 1960’ların “özgürlükçü” ortamında dahi cesaret isteyen bir iştir. Aslına bakılırsa, Türk üniversite-
Sosyalist
Ana akım sosyal bilimlerin Kürtlerden mümkün olduğunca sakındığı, karşılaştığında ise eveleyip gevelediği bir ortamda “Kürtler vardır, onlar Türklerden ayrı bir halktır!” diyebilmek, gerçekten de 1960’ların “özgürlükçü” ortamında dahi cesaret isteyen bir iştir. lerinin katmerlenmiş otosansür ortamında Beşikçi’nin yaptığı, durmadan sorular soran çocuğun saflığını yitirmemektir. Çorum İskilip doğumlu “Sarı Hoca”, Kürt Sorunu’nun ilk bilincine varışını şöyle hikâye eder Göçebe Alikan Aşireti’nde: “İlk defa 1961 yılında, yaz aylarında, ‘tahsil için staj’ döneminde Kürtlerle karşılaştım. Elazığ, Keban, Karakoçan, Palu, Maden ilçeleri… Köylülerle ancak tercüman aracılığıyla konuşabilen kaymakamlar… Fakat üniversitede Kürtlerin varlığı inkâr ediliyordu, Kürtçe diye bir dilin olmadığı söyleniyordu. Kürtlerin aslının Türk, Kürtçe’nin aslının da Türkçe olduğu, Kürtçe’nin Türkçe’nin bir şivesi olduğu söyleniyordu. Hâlbuki ben Elazığ’da çeşitli ilçelerde, böyle bir toplumsal ve kültürel olguyla karşılaşmıştım. Farklı bir dil, farklı bir kültür… Somut gerçeklerle üniversitenin ve basının tutumları birbirleriyle çelişiyordu, bu bende önemli bir kuşkunun doğmasına ve gelişmesine neden oldu. Bu konuda, daha sonra daha etraflı incelemeler yapma gereğini duydum. (…) Örneğin bana sık sık, ‘Bu çok tehlikeli bir konu, bu konuyla uğraşma…’ denirdi. Bu uyarıların etkisiz kalmadığı anlaşılıyor.” (Beşikçi 1992a [1969]: 23). SBF mezunu, “kaymakam adayı” İsmail Beşikçi, bu sorularla girer “öğretim üyeleri Komünizmle Mücadele Derneği ve İktidar Partisinin il örgütüyle iyi ilişkiler kuran, hatta bu örgütlerde görev alan” (Beşikçi 1992b [1969]: 220) Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne (1964). Doktora Tezi “Kışı Silvan Ovasında, Yazı Nemrut ve Süphan Yaylalarında Geçiren Bir Göçebe Aşiretin Sosyal Organizasyonu”, Mart
10
1967’de Prof. İbrahim Yasa, Prof. Mübeccel Kıray ve Prof. Fehmi Yavuz’dan oluşan jüri tarafından kabul edilir. [Bu tez, iki yıl sonra, 1969’da Doğu’da Değişim ve Yapısal Sorunlar (Göçebe Alikan Aşireti) başlığıyla yayınlanacaktır.] “Sol Kemalist” olarak tanımlanacak temel mantığı nedeniyle Beşikçi’nin (1992a [1969]: 20) hakkında sonradan “bugün bu doktora tezindeki düşüncelere hiç katılmadığımı vurgulama gereğini duyuyorum” diyeceği tez çalışması, göçer bir Kürt aşireti içerisinde, “katılımcı gözlem” tekniğiyle yapılan bir çalışma olması açısından Türkiye’de bir ilktir ve uzun süre “tek” olmayı sürdürecektir. Ne ki, Alikan çalışması, hemen tümüyle döneminin ana akım sosyal bilim kavrayışının, bir başka deyişle zeitgeist’ın içerisine yerleşir. Beşikçi’nin (1992a [1969]: 34) çalışmasının kuramsal çerçevesini çizdiği sayfalarda “Araştırmada Etnik bir Sorun Ele Alınmamıştır” başlığını atma ihtiyacı hissetmesinin, “bu incelemenin Kürt meselesi, Kürtlerin tarihi, Kürtçe, ‘Türkmenlerin Kürtleşmesi’ olayı gibi konularla uzak yakın hiçbir ilgisi yoktur” vurgusunu yapmasının ola ki tezin reddedilmemesi kaygısıyla bir ilintisi vardır. Ancak “modernleşmeci, kalkınmacı” mantık ve Beşikçi’nin toplumsal yaşamın biçimlendirilmesinde sosyal bilimlere biçtiği olumlu rol, yapıtın bütününe damgasını vurmuştur. Bruinessen’in (2005) de vurguladığı üzere, Alikan Aşireti’nin tümüne sinen fikir, tarihsel bir kategori olarak göçerliğin varlık koşullarını yitirdiği ve yerleşik yaşama geçip toplumun geri kalanıyla bütünleşmesinin, hem ülke kalkınması, hem de göçerlerin lehine olacağıdır. Sosyal bilimler bu süreci olabildiğince sancısız kılacak verileri sağlayabilirler. “Uzun vadede düşündüğümüz zaman bu durum, sosyal organizasyonun çözülüp aşiretin yeni bir düzene doğru gitmesine, yani yavaş yavaş toprağa yerleşmesine sebep olmaktadır. Bu ise siyasal iktidarın, güdülen siyasetin formüle edilmesi sırasında tercih edeceği sosyal politika hedefleri ile ilgilidir.
Mezopotamya
Fakat şu konu üzerinde ehemmiyetle durulmalıdır ki, siyasal iktidarın siyasal tercihleri ve sosyal politika hedefleri ne merkezde olursa olsun, göçebeler hakkında alınacak kararlarda kesin olarak onun fizik ve toplumsal ekolojisi, nüfusunun kompozisyonu, ekonomisinin bünyesi, kültürel değerleri ve karakter yapıları gibi insan faktörleri hiç şüphesiz göz önünde bulundurulmalıdır. O hâlde göçebe sosyal organizasyonunun yeni durumlara uyabilmesi veya uyamaması, yeni bir düzene geçişi, siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik bakımdan Türkiye ile bütünleşmesi, her şeyden önce Doğu Anadolu toplumsal yapısının Türkiye ile bütünleşmesi ile iktidarların siyasal tercihleri ve sosyal politika hedefleri ile yakından ilgilidir.” (Beşikçi 1992a [1969]: 27778) Bir başka deyişle, Alikan Aşireti, Beşikçi’nin “ana akım sosyal bilimler”e en yakın yapıtıydı. Yine de buradaki bulgularının (“sol Kemalist”) Forum dergisinde yayınlanması, şimşeklerin Beşikçi üzerinde toplanmasına yol açacaktır. Üstelik yalnızca “milliyetçi-mukaddesatçı” çevrelerden değil; “Cumhuriyet Halk Partisi çevresinden tepkiler geldi. Basından tepkiler geldi. (…) Olumsuz tepkiler. Yani, bu adam ne yazıyor? Ne demek istiyor? Kürt diyor, Kürtçe var mı? Bu adam ne demek istiyor? Ne yazıyor böyle? Nereden uyduruyor bunları? Öyle tepkiler geldi.” (Malmisanıj 2009: 20-21) Beşikçi’nin (sonradan “resmî ideoloji” olarak adlandırıp son derece sert bir mücadele yürüteceği görüngüden) kopuş süreci, köy sosyolojisi derslerine girdiği Ziraat Fakültesi’nden öğrencisi olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu Yüksek Tahsil Talebe Derneği Başkanı bir gencin teşvikiyle, Doğu Mitingleri’ni izlemesiyle başlar (1967, sonbahar): “(…) Örneğin Behice Boran’la, Mehmet Ali Aybar’la o mitinglerde karşılaştım. Onlar konuşuyorlardı. Tarık Ziya Ekinci, Behice Boran, Mehmet Ali Aybar mitingde konuşmuşlardı. Mitinglerden sonra, mitingleri analiz eden yazılar yazdım.
Sosyalist
Beşikçi’nin (sonradan “resmî ideoloji” olarak adlandırıp son derece sert bir mücadele yürüteceği görüngüden) kopuş süreci, köy sosyolojisi derslerine girdiği Ziraat Fakültesi’nden öğrencisi olan bir gencin teşvikiyle, Doğu Mitingleri’ni izlemesiyle başlar (1967, sonbahar)... Bunlar da Forum dergisinde yayınlandı. Aynı zamanda bir de teksir biçiminde yayınlandı. Daha geniş bir teksir, Doğu Mitinglerinin Analizi diye. Örneğin yüz adet çoğaltıyorsun, arkadaşlarına dağıtıyorsun. (…) İşte bu süreç, benim devletle çelişkilerimin başlangıcı oldu. Yani Doğu Mitinglerinin Analizi, bu konuyla ilgili yazılar, benim mitinglere katılmış olmam, onunla ilgili yazılar filan yazmam artık üniversitede bana karşı bir muhalefetin gelişmesine sebep oldu. İdari soruşturmalar açıldı hakkımda. İşte mitinglere katılıyorsun. Ne amaçla katıldın? Niye katıldın? Ne anlamı var senin için? (…) O arada derslerimde de zaman zaman ‘Doğu Sorunu’, ‘Kürt’, ‘Kürtçe’ gibi kavramlar geçiyor ve bu derslerde, öğrenciler not tutuyor. Özellikle Fen-Edebiyat Fakültesi’nde öğrenciler not tutuyorlar. İşte MHP’li öğrenciler, bu ‘Kürt’, ‘Kürtçe’, ‘Doğu Sorunu’, ‘İşçi Partisi’ gibi kavramlardan dolayı beni şikâyet etmişler. (…) O zaman Orhan Türkdoğan da asistandı, ama kıdemli bir asistandı. O benim hakkımda ihbarda bulunmuş, idari soruşturma bu ihbar üzerine açılmıştı.” (Malmisanıj 2009: 23-24) Soruşturmalar iki yıl boyunca peşini bırakmayacak, önce FenEdebiyat Fakültesi’nde verdiği dersler engellenecekti. Öte yandan, 1968-69 öğrenci ayaklanmaları sürecinde, aralarında sonradan Nurhak dağlarında Sinan Cemgil ile birlikte öldürülecek olan Kadir Manga’nın da bulunduğu devrimci öğrencilerin sık sık odasına uğraması, iyice damgalanmasına yol açtı: “Yani benim hakkımda öğrencileri kışkırtmak, öğrencilerin zihinlerine zehir dökmek falan… İşte bu idari soruşturmalar sonunda benim görevime son verildi.” (Malmi-
11
sanıj 2009: 28) Danıştay’dan yürütmeyi durdurma kararı aldırmasına karşın, rektörlük, “üniversitenin özerk olmadığı” gerekçesiyle bu kararı uygulamaya koymayınca, Beşikçi bunun üzerine sosyoloji asistanlığı kadrosu için Ankara SBF’ye başvuracaktı. Bu süre içerisinde, Atatürk Üniversitesi yönetimi ve “ülkücü” hocalarının Beşikçi’ye duydukları öfkeyi daha da yükselten Doğu Anadolu’nun Düzeni İstanbul’da yayınlandı (1969). Bu kitap, Doğu Mitinglerinin Analizi’ndeki temel fikirleri sahiplenmektedir: Bölgenin “geri kalmışlığı”nın sorumlusu, egemen olan feodal ilişkilerdi; ne ki Doğu Anadolu’da feodalite, Türkiye’de rejim tarafından desteklenmekte ve yeniden üretilmekteydi. Kemalist antifeodal söylem, tersi yönde uygulamalar nedeniyle havada kalmaya mahkûmdu.[4] Yine de Doğu Anadolu’nun Düzeni, İsmail Beşikçi’nin, Alikan Aşireti’ne damgasını vuran yapısal-işlevselci yaklaşımdan koparak Marksizm’e (ama, Bruinessen’in (2005) deyişiyle “tarihsel maddeciliğin en deterministçe yorumuna”) en yakın durduğu yapıtıdır. 1960’lı yılların henüz son derece sınırlı olan basılı kaynaklarının ve kişisel gözlemlerin yanı sıra gazete haberlerinden, roman ve anılardan bolca beslenen yapıt, Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni’nden esinle, “Doğu”nun üretim tarzı ve ilişkileri açısından ayrıntılı bir analizini sunmaktadır. O günlerin sosyalist entelijensiyasının gözde tartışma konusu, Türkiye’nin üretim tarzı (feodal mi, Asya-tipi mi, yarıfeodal mi, kapitalist mi?) sorununa Doğu Anadolu açısından bir müdahale anlamını taşıyan yapıt, yine de bölgeyi, Ortadoğu tarihsel-siyasal bağlamına yerleştirmekle (Beşikçi 1992b [1969]: 40) ve Kürtlerin Türklerden farklı bir etnik grup oluşturduğunu ve kendilerine özgü, ayrı bir “uluslaşma” süreci izlediklerini vurgulamakla, dönemin Marksist literatürü içerisinde de ayrıksı bir konuma sahiptir. Dahası Doğu Anadolu’nun Düzeni, “etnisite”nin üretim tarz ve ilişkileri sorunsalından ayrı bir tarzda ele alınması gerektiğini öne sürmektedir: “Araştırmanın öteki önemli
Mezopotamya
amacı da, Türkiye’deki etnik farklılaşmayı gün ışığına çıkartıp, mülkiyet ve üretim ilişkileri açısından bu farklılaşmanın gelişim doğrultusunu saptamaktır. Bugün ‘Doğu Sorunu’nu yalnız ekonomik açıdan ‘ilerilik’ ve ‘gerilik’ sorunu olarak ele almak yanlış bir tutumdur. ‘Doğu Sorunu’nun aynı zamanda etnik bir sorun olduğunu artık gözden uzak tutmamak gerekir. Çünkü ‘geri kalmışlık’ ve ‘yoksulluk’ sadece Doğu Anadolu’nun değil, tüm Türkiye’nin sorunudur. (…) Fakat bugün Türkiye’de Doğu Anadolu ölçüsünde bir Orta Anadolu, bir Batı Anadolu sorunu yoktur. (…) Bunun içindir ki, Doğu sorununun etnik bir sorun olduğu asla gözden uzak tutulmamalıdır.” (Beşikçi 1992b [1969]: 34) Öte yandan, Doğu Anadolu’nun Düzeni, nihaî olarak bir “üretim tarzı/ilişkileri tahlili olmasına karşın, zengin toplumsal ve kültürel gözlemler içermektedir. Her ne kadar İslâm çözümlemeleri “din üretim güçleri ve üretim ilişkilerine göre belirlenen bir üstyapı kurumu olup, her dinsel görüş belirli bir ekonomik aşamanın sonucudur” (Beşikçi 1992b [1969]: 350) tarzı indirgemeci teşhislerden ve nihaî olarak Kemalist bir laiklik anlayışından malûl ise de, aşiret yapısı üzerine gözlemleri günümüz sosyoloji/antropoloji öğrencileri için hâlen değer taşır. Kitabın düzen güçleri tarafından yayınlanır yayınlanmaz lanetlenmesine yol açan yönü ise, Cumhuriyet devletinin Kürtler ve Kürt kültürü konusunda yürüttüğü asimilasyonist politikaları, baskıcı uygulamaları (Kürt dili üzerinde sürdürülen yasaklar, Bölge Yatılı İlkokulları gibi asimilasyoncu uygulamalar, Kürtlere yönelik komandojandarma zulmü vb.) açıkça eleştirerek mahkûm etmesidir. Dahası, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu (Beşikçi 1992b [1969]: 585-89), Münci Kapanî (Beşikçi 1992b [1969]: 58991) gibi “Atatürkçü” profesörlerin, Doğan Avcıoğlu (Beşikçi 1992b [1969]: 591) gibi sol Kemalist ideologların, Uğur Mumcu, Abdi İpekçi gibi “sol aydınların” asimilasyonist tutumlarını açığa çıkartır. “İpinin çekilmesi”nin esas nedeni de
Sosyalist
Bugün “Kürtler” denildiğinde akla gelen 2-3 isimden biridir İsmail Beşikçi. Rahlei tedrisinden geçmeyen Kürt yurtseveri, Kürt sorunuyla ilgili olup da onun yazdıklarına gönderme yapmayan bir tek kitap, makale yoktur. Kitapları, onlarca dile çevrilip onlarca ülkede basılmıştır. budur… Doğu Anadolu’nun Düzeni’nin ilk baskısı, bir yıl içerisinde tükenecektir. Kitabın ikinci baskısı, 12 Mart (1971) askeri darbesinin arifesinde, 1970 yılında yapılır. Bu, aynı zamanda “Sarı Hoca”nın Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne geçme sürecidir. SBF’ye geçişi, Beşikçi’yi Erzurum Atatürk Üniversitesi’ndeki “cadı kazanı”ndan kurtarmaz. 12 Mart darbesi onu SBF’deki görevi başında yakalayacaktır.[5] Bu arada, Atatürk Üniversitesi Rektörü Kemal Bıyıkoğlu, Fen-Edebiyat, Ziraat, Tıp Fakülteleri dekanlarıyla profesörler, asistanlar, öğrencilerden toplanmış 60’a yakın imzalı bir ihbar dilekçesini Erzurum Sıkıyönetim Komutanlığı’na teslim etmiştir bile (Malmisanıj, 2009: 34). Beşikçi, 12 Mart darbesinin hemen ardından, SBF’de gözaltına alınıp Diyarbakır’a sevk edilir. Hakkında “komünizm ve bölücülük propagandası” suçlamasıyla dava açılmıştır. “1972’nin kışında da, bu rektör ve dekanlar ile birkaç asistan ve birkaç da öğrenci huzurda dinlenmek için Diyarbakır’a getirildi.” (Malmisanıj, 2009: 36) Komünizm ve “Kürtçülük” propagandasından aldığı 13 yıl 7 günlük mahkûmiyet, “Sarı Hoca”nın üniversite yaşamının da sonu olacaktır. “Şeytan” Cennet’ten ebediyen kovulmuştur... PEKİ YA ÜNİVERSİTELER? Sonrası? Sonrası biliniyor. Hoca 1971-1999 arasındaki 28 yılın 17 yılını cezaevinde geçirdi. Gerek “içeride”yken, gerekse dışarıda olduğu kısa “devre araları”nda, akıllara durgunluk veren bir direnç ve ısrarla, soru sormayı ve “Anne bak kral çıplak!” diye haykırmayı, TC savcıları ise her seferinde hakkında
12
dava açmayı sürdürdü… Ta ki… Ta ki kişisel mektuplarını bile “suç” sayan Türk ceza sistemi “pes” edip, TCK’da yapılan bir değişiklikle, hakkındaki 100 yıllık mahkûmiyetle onu tahliye edene dek… Bugün “Kürtler” denildiğinde akla gelen 2-3 isimden biridir İsmail Beşikçi. Rahle-i tedrisinden geçmeyen Kürt yurtseveri, Kürt sorunuyla ilgili olup da onun yazdıklarına gönderme yapmayan bir tek kitap, makale yoktur. Kitapları, onlarca dile çevrilip onlarca ülkede basılmıştır. Peki, bir başka soru: Beşikçi’yi ihbar eden, onu “suçlu” bulan bilirkişi raporlarını kaleme alan, Alikan Aşireti’ni, Doğu Anadolu’nun Düzeni’ni okuyan öğrencilerine soruşturma açtıran, yargılama ve cezaevi süreçlerinde ondan bir dayanışma mektubunu esirgeyen, adına konulan ambargoyu sorgusuz uygulayan akademisyenleri kim tanır? Onlar ne yapmışlardır hayatlarında, ömür boyu silemeyecekleri “muhbir” damgası yemekten başka?[6] İsmail Beşikçi’nin (ya da ondan önce Behice Boran’ın, Pertev Naili Boratav’ın, Niyazi Berkes’in, ondan sonra 1402 sayılı yasayla görevine son verilen yüzlerce öğretim üyesinin) üniversiteden uzaklaştırılması, atılanlara hiçbir şey yitirtmedi. Bir kısmı yurtdışındaki üniversitelerde kürsü sahibi oldu; her biri, kendi alanlarında faaliyetlerini sürdürdü; çoğu kamuoyunda tanınmış, saygın isimler olarak devam ettiler yaşamlarına. Peki ya üniversiteler? Türkiye üniversitelerinin “tahammülsüz” kurumlar olduğu söylenir. Bu, bağlamına göre değişir oysa. Örneğin bugüne dek intihal nedeniyle hemen hiçbir akademisyen cezalandırılmış değildir.[7] Kayırmacılık, ihbarcılık, skolastisizm (dinsel ya da laik), ticari çıkar sağlama, hatta fazla “abartmamak” kaydıyla cinsel taciz de akademik camiada pek sorunsallaştırılan “ihlâller” sayılmaz. Buna karşılık, yüzlerce bilim insanı, “Düşünce ve İfade Özgürlüğü”nü “olmazsa olmaz” sayması gereken Akademia’nın eğer ihbar ya da bilirkişi raporlarıyla suç ortaklığı yapmadıysa- kayıtsız bakışları altında, “düşünce ve
Mezopotamya
görüşlerini ifade ettikleri” gerekçesiyle üniversiteden uzaklaştırılmıştır. Ve her seferinde, biraz daha boğucu bir mekân hâline gelmiştir üniversiteler. Emir-komuta zinciri içerisinde yönetilen; silik/sinik bir atmosferde, “gözlerimi kaparım/vazifemi yaparım”cı zihniyetin geri kalan her şeyi bastırdığı; akademik çalışmaların Genelkurmay’dan gelen talimatlar doğrultusunda yönlendirildiği; kendi dışında akıp giden hayata karşı kör/sağır; bilimin piyasaya tahvil edildiği ya da tarikatlara-cemaatlere teslim olmuş… “(…) Nelerin araştırılması gerektiğini, nelere karşı çıkılması gerektiğini resmi ideoloji belirler. Böyle bir resmi ideoloji kurumuyla sosyal bilim mümkün değildir. Sosyal bilim ancak böyle bir kurumun, emir veren, direktif veren bir kurumun eleştirilmesiyle başlar. Bu eleştirinin yapılabilmesi için de bu kurumun bilincine varmak gerekir. Kanımca Türkiye’de üniversite, özellikle de sosyal bilimler bu kurumun bilincinde değildir.” (Beşikçi 2009: 208) diyor İsmail Beşikçi, Türkiye’de üniversiteler ve sosyal bilim(ler) hakkında… Yanlış olduğunu kim iddia edebilir ki? N OT LA R [1] Hallac-ı Mansur. [2] Örneğin, İbrahim Yasa (1958), TODAİE’de 1958-59 öğretim yılı için hazırladığı ders notlarında, Türkiye’de 1955 nüfus sayımına göre Kürtçe konuşan 1.514.000 kişi olduğunu belirttikten sonra, şu bilgileri veriyor: “Memleketimizde Zazaca, Kıradaşça (?), Lurca olmak üzere çeşitli Kürt şiveleri konuşulmakta ve bunları konuşanlardan bir kısmı aynı zamanda Türkçe de bilmektedir. Memleketimizde konuşulan diğer diller ve bunları konuşan kimselerin sayıları da şöyledir: 58.000 kişi Rumca, 13.000 Ermenice, 105.000 Arapça, 40.000 Yahudice (İspanyol dahil), 17.000 Gürcüce, 26.000 Çerkesçe, 23.000 Lazca, 74.000 Bulgar ve Romence, 13.000 Hırvatça (Boşnakça dahil) ve az miktarda da Abazca ve Batı dillerini konuşan tâli dil grupları vardır. Bu duruma göre memleketimizdeki vatandaşların toparlak bir hesapla yüzde 90’ı Türkçe konuştuğu hâlde yüzde 10
Sosyalist
gibi oldukça kalabalık bir grup Türkçeden başka dillerde konuşmaktadır ve bu millî birliğin temini bakımından hâlli gereken büyük bir mesele olarak karşımızda durmaktadır. (abç)” [3] Örneğin Eserpek (1979: 20) Erzurum’un Alvar (Pasinler) ve Tüysüz (Çat) köylerinde gerçekleştirdiği araştırmada, araştırma alanındaki diğer “kültürel gruplar”ı şu terimlerle tanımlıyor: “1. Dünya Savaşı Sonrasında Revan’dan gelenler, Karadeniz’den gelenler, Erzurumluların ‘Kürt’ dediği sosyal kesim: Yerli halktan farklı bir dil konuşan bir etnik grup kendi içerisinde de farklılıklar göstermekte ve geliş yerleri ve konuştukları dialektlere göre ayrılmaktadır. Bu etnik gruptan olanlar daha çok Tekman, Hınıs, Çat ve Karayazı ilçelerinin bazı köylerinde yoğunlaşmakla beraber, çalışma ve evlilik gibi nedenlerle diğer ilçe ve köylerde de dağınık olarak bulunmaktadırlar.” [4] Beşikçi (1970: 224) bu görüşlerini H.Ü. Nüfus Etütleri Enstitüsü ile Sosyal Bilimler Derneği’nin ortaklaşa düzenlediği bir sempozyumda şu sözlerle dile getirmiştir: “Günümüze kadar Doğu Anadolu’daki geri kalma olayının açıklanması iki sebebe dayandırılarak yapılıyordu: Bunlardan biri Doğu Anadolu’nun siyasi iktidarlar tarafından ihmal edilmesi, öteki ise bölgenin ekonomik ve toplumsal yapısında, hâlâ ağalık, şeyhlik-seyitlik, aşiret reisliği gibi, ortaçağ kalıntısı kurumların mevcut olmasıdır. (…) Aslında Doğu Anadolu’nun geri kalmasını açıklamaya çalışan bu ifadeler geri kalmanın nedenleri değil, sadece görüntüleridir. Bu bakımdan bizzat kendileri sosyo-ekonomik bakımından açıklanması gereken temel yapısal olgulardır. Başka bir deyişle söylenenler Doğu Anadolu’nun geri kalmasının nedenleri değil, Doğu Anadolu’ya karşı yürütülen belirli ekonomik, toplumsal ve kültürel politikaların bir sonucudur. O hâlde ağalık, şeyhlik-seyitlik, aşiret reisliği gibi ortaçağa has kurumların mevcut olması Doğu’nun geri kalmasının nedenleri değildir. Bu kurumların hâlâ ayakta kalması siyasal iktidarlar tarafından yürütülen ekonomik, toplumsal ve kültürel politikaların bir sonucudur.” [5] Beşikçi (1992b [1969]: 25-26), 12 Mart rejiminin ilk günlerinde sık sık tekrarlanan SBF baskınlarından birinde tanık olduklarını şöyle anlatıyor: “Yine böyle bir günde, Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu, öğleden sonra kordon altına altına alındı. 19 Mayıs’dan, yani İsrail Konsolosu’nun kaçırılmasından birkaç gün sonraydı. Fakültenin her tarafına askerler, polisler doluştu. Odalarda arama yapıyorlardı. Kütüphaneler kurcalanıyordu. Öğretim üyeleri odala-
13
rındaydı, koridorlardaydı. Bir kısmı gülüşerek, bir kısmı endişe ve hayret içinde olanı biteni izlemeye çalışıyordu. İşte böyle bir ortamda, saniyelerle ölçülebilecek bir zamanda çok çarpıcı bir olay yaşadım: Hocalardan biri büyük bir endişeyle odasına girdi. Kitaplığına yöneldi. Koridordaydım. Kapı aralık kalmıştı. Bu telaşı gayrı ihtiyarî izledim. Hoca kitapları kurcaladı ve bir kitap çıkardı. Bunun, “Doğu Anadolu’nun Düzeni: Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller” kitabının ikinci baskısı olduğunu hemen anladım. (…) Hoca kitabın kapağını ve öndeki birkaç sayfayı yırttı. Kitabı, kitaplığın alt tarafındaki bir yere, kapalı bölmenin içine attı. Yırttığı kısımları da, tekrar yırtarak, buruşturarak küçük küçük parçalar hâline getirerek çöp kutusuna attı.” [6] İnanmayan, Atatürk Üniversitesi’nde “kıdemli asistan”ken meslektaşı İsmail Beşikçi’yi ihbar eden, şimdinin “anlı-şanlı” profesörü Orhan Türkdoğan için Türkçe Vikipedi’de hazırlanan gösterişli maddenin sonuna bir okurun eklediği yoruma bakabilir: “bu adam hakkında yazılanların hepsi saçmalık. Sosyolog değil bu ihbarcı... [“http://tr.wikipedia.org/ wiki/Orhan_TyüzdeC3yüzdeBCrkdoyüzdeC4yüzde9Fan”adresinden alındı. (Erişim tarihi: 17 Şubat 2010)] [7] Dahası intihal yaptığı sabit öğretim üyelerinin akademik yükselmesi sürdürülürken, intihal suçlamasında bulunanlara soruşturma açılmaktadır (bkz: http://www.tumgazeteler.com/?a=2625558). YARARLANILAN KAYNAKLAR -Beşikçi, İsmail (1970). “Araştırılacak Konu ve Sorunlar”. Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü ve Türk Sosyal Bilimler Derneği Seminerinde Sunulan Bildiriler (2325 Şubat 1970). Ankara: Hacettepe Üniversitesi Yayınları D-11. -(1992a [1969]). Doğu’da Değişim ve Yapısal Sorunlar (Göçebe Alikan Aşireti). Ankara: Yurt Kitap-Yayın. -(1992b [1969]). Doğu Anadolu’nun Düzeni, Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller. Ankara: Yurt Kitap-Yayın. -(2009). “Türkiye’de Sosyal Bilimler Mümkün müdür?” Toplum ve Kuram, Lêkolîn û Xebatên Kurdî. Kitap dizisi, sayı 1, Mayıs 2009, Toplum ve Kuram Yayınları. -Bruinessen, Martin van (2005). “Ismail Beşikçi: Turkish sociologist, critic of Kemalism, and kurdologis”,The Journal of Kurdish Studies, vol. V. -Malmîsanıj (2009). Bu Kürtleri Nereden Çıkardın İsmail Beşikçi? İstanbul: Vate Yayınevi.
Mezopotamya
Aziz Mahmut AK
Niçin federasyon?*
K
ürt halkının en büyük talihsizliklerinden biri de, kendisini sömürgeleştirmiş rejimlerin ve bu rejimlerin egemen hale getirdiği halkların toplumsal gelecek tasarımları bakımından kendisinden daha geride olmalarıdır. Televizyon kanalları Diyarbakır diye sadece Çarşiya Şewitî, köy diye en geri kalmış köylerimizden görüntüleri Türk izleyiciye yansıtmaya devam ededursun, bugünkü halleriyle ne egemen devletlerin ne de egemen halkların geleceğe dair sosyal tasarımları, Kürtlerin geniş politize kesimlerinin tasarımlarından daha ileri veya daha insani değildir. Gandhi’nin, sömürgecilik sistemine karşı mücadele ettiği ama saygı duyduğunu söylemekten çekinmediği bir İngiliz burjuva kültürüyle muhatap değiliz yani. Baksanıza; Kürt sorununun çözümünde egemen devletleri aşmanın zorlukları bir yana, egemen halkın/halkların bu kaçınılmaz çözüme nasıl ‘ikna’ edileceği sorunu daha çok önem kazanmaya başladı. Biraz da bu nedenle olacak ki, konjonktürün Kürt sorununun çözümü için elverişli hale geldiği, Türk Devleti’nin de ‘baş belası’ bu sorundan kurtulmak için çırpındığı bugünlerde bile, sorunun barışçıl çözümü için gerekli olan fedakar-
Sosyalist
lık, taviz, empati, sabır, olgunluk vb. insani hasletlerin neredeyse tamamı Kürtlerden beklenmektedir. Bu beklentinin esası, rejimin üstünlüğü elde tutarak olabildiğince ucuz çözümlere ulaşma hevesidir. Kullanılmaya son derece elverişli hale gelmiş olan halkın geniş kesimlerinin ırkçılıkla yoğrulmuş geriliği ise, kendileri için hem layıkıyla adım atmamanın bir mazereti hem de mağdur durumdaki Kürtler üzerinde bir tehdit unsuru olmaktadır. Çok garip! Dünyada ender rastlanabilecek telkinlerle haşır neşir oluyoruz. İnsanlık kültürünün yakaladığı düzeyin bir harikası olan “empati” kavramı da Türk elitlerinin elinde rezil olacak gibi görünüyor! İnsanlık bu kavramı, zalimin mazlumu, yönetenin yönetileni, varsılın yoksulu, gaddarın mağduru, güçlünün zayıfı bir parça anlaması için üretmişti. Ama Türkiye’de şimdi bu kavram baş aşağı edilerek tersinden işletilmeye çalışılıyor. Kürt örgütlü güçlerinin tasfiyesini ‘açılım’ adlı yöneliminin esası haline getiren Türk iktidarı, mağdur Kürt halkının siyasal güçlerinden, Türk siyasal kuruluşlarının durumuna empati yapmasını istiyor. Yani CHP ve MHP gibi şoven partiler başta olmak üzere, çözüm süreçlerine takoz olan kesimlerin statüko-
14
yu muhafaza etmeye yönelik feveranlarını anlamamızı(!) istiyor. Sadece iktidar mı? Kendilerini barış havarileri ve/veya aydın olarak gören kesimlerden de benzer telkinler yükseliyor. Onlar da, rejimin talim-terbiyesi marifetiyle ırkçılık ve linç kültürüyle büyütülmüş sosyal kesimlerin statükoda gösterdikleri dirence, yol açabilecekleri korkunçluğa işaret ederek, mazlumun zalime empati yapmasını istiyorlar. Kürtlerin en masum taleplerini bile tırpanlamalarını, aksi takdirde bu işin olamayacağını söylüyorlar. Peki, diyelim ki iş başa düştü; empatiyi de biz yaptık. Bu, Kürtler için ne anlama gelir? Veya sorunun çözüm sürecinde bu empatinin pratikteki karşılığı ne olacak? Bizden, ırkçı zihniyetle biçimlenmiş yeminli Kürt düşmanlarına empati yapmamız istendiğine göre, bu durumda bizim devletten ciddi hiçbir adım atmasını istemememiz gerekecek. Bu, reel davranma kaygısıyla çıtayı en alt limite düşürdüğümüz ulusal taleplerimizden bile vazgeçmemiz anlamına gelecek. Çünkü, bırakalım 38 ve öncesi isyanları, 60’lı yıllarla birlikte yeniden hız kazanan ve son 25 yıllık savaşla doruğunu yakalayan müca-
Mezopotamya
delenin muhataplarımızı getirdiği en iyi nokta dahi, “Kürt yoktur” yalanından kısmen vazgeçmekten öteye gidememiştir. Bir Türk klasiğine dönüşmüş olan “milli birlik ve bütünlük” aşırı vurgusunun ardından gelen “Müziğinizi serbest ettik, Kürtçe konuşanı da artık tutuklamıyoruz, daha ne istiyorsunuz!” yaklaşımı, muhataplarımızın Kürt sorununa yaklaşımının ortalama seviyesini yansıtmaktadır. Kürt/Kürdistan sorununda özgürlükçü prensiplerini pek sulandırmamış bir avuç Türk sosyalisti ile tutarlı demokratını dışında tutarsak, bu ortalama seviyeye sağından soluna, mümininden liberaline tüm kesimleri sığdırmak mümkündür. Diğer toplumsal meselelerde birbirlerinin ‘kozmik oda’larına baskınlar düzenleyecek kadar farklılaşanlar, sıra Kürt sorununa gelince benzer refleksler gösteriyorlar, benzer davranıyorlar. Mesele Kürtler olunca, ne çenedeki keçi sakal yüzleri aydınlatıyor, ne başlardaki takke ve türban beyinlere merhamet iletiyor, ne kravatlının ‘muasır medeniyet’ ülküsü diriliyor, ne havaya kalkan sol yumrukların enerjisi bir parça ezilen ulusa akıyor, ne de yeşile aşık çevrecinin aşkı kalıyor… Taşıdıkları sıfat ve argümanları farklı olsa da, Kürt sorunu deyince akıllarına ilk gelen, “bu belayı başımıza dış güçler sardı“ oluyor. Çözüm aklı olarak da “bastırma” ve “kandırma” önerileri ilk sıralardan inmiyor. “Bastırmak”tan umudu keserek, “birkaç ‘kırıntı’yla kandırma” çizgisine kayanlara bile ‘çoğunluk’ iyi gözle bakmıyor. O halde bu empati işini fazla abartmamamız, taleplerimizde insanlığın ulusal sorunun çözümünde yakaladığı genel geçer standartları esas almamız lazım. Bu standartlar, Fransız Devrimi’yle kapitalizmin ulus-devlet süreçlerini başlatmasından bu yana yaşanan tarihsel deneylerden damıtılmış standartlardır. Bağımsızlık, federalizm, konfederalizm, bölgesel özerklik (otonomi) olarak açığa çıkan bu çözüm biçimlerinden bizim realitemize en uygun düşenini tercih edip, -deyim yerindeyse- fazla sulandırmadan savunmamız gerekiyor.
Sosyalist
Kürt sorunu deyince akıllarına ilk gelen, “bu belayı başımıza dış güçler sardı“ oluyor. Çözüm aklı olarak da “bastırma” ve “kandırma” önerileri ilk sıralardan inmiyor. “Bastırmak”tan umudu keserek, “birkaç ‘kırıntı’yla kandırma” çizgisine kayanlara bile ‘çoğunluk’ iyi gözle bakmıyor. Güncelde boğulmamak gerek Ülkelerin özgün koşullarına göre uygulamada kısmi farklılıklar taşıması doğal olan bu standartlardan biri öne çıkarılıp talep edilirken, bu standarda erişimin yol haritasında uğranılması zorunlu kavşakların varlığı, çoğu zaman bir amaç bulanıklığına ve zihinsel dağınıklığa yol açabilmektedir. Bu noktada, iktidarı ikna etme adına, yol haritasında adımlanması gereken kavşakların her birini nihai amaç gibi göstererek teorize etmek doğru bir yaklaşım değildir. Uzaklığını bir açmazımız haline getirmememiz gereken gerçek çözüm adresini (standardı) saklamaksızın, yol haritasında ilk erişilebilir çözümleri realize etmek en doğrusudur. Yani dönemsel politik hedeflerde boğularak, büyük özgürlük hayalimizi hapsetmemeliyiz. Kaldı ki, stratejik çözüm önerimiz ve beklentilerimiz, Türkiye hariç günümüz dünya ölçülerinde bir hayal değil, ulaşılabilir/gerçekçi beklentilerdir. Ne demek istediğimizi biraz daha açalım. Örneğin, kapsamlı çözümü “eşit iki cumhuriyetli federasyon”da görüyorsak; buna ulaşacak yolda Kürt kimliğinin anayasada yer alması, anadilde eğitim, kültürel özerklik vb. adımların atılmasının doğruluğu konusunda hiç tereddüt göstermemeliyiz. Ancak, bu dönemsel adımların her birinde asıl çözüm hedefimizi dillendirmekten de vazgeçmemeliyiz. Güneyli Kürt siyasetçilerin Güney Kürdistan’ın mevcut durumu için dile getirdikleri “şimdilik bu kadarına erişebildik” söylemi, hem günümüz bölge realitesini dikkate alan politikalarına onaylarını, hem de bağımsızlık rüyasını görmeye devam edeceklerini göstermektedir. Ulusun geleceğini kurmaya yönelik politi-
15
kada bu tarz, doğru bir tarzdır. Rüyalarımıza ambargo koyan egemenlerin bile, şekilsiz gelecek senaryolarıyla kendilerini ikna etmeye çalışan politik yaklaşımlardansa, bu tarzı daha saygın bulacakları söylenebilir. Kavramın doluluk oranı Ulusal meselelerin çözümünde dünyada genel geçer çözüm şablonları yoktur. Ayrıca, çözüm biçimlerine ad yapılmış kavramların içeriğini, yani doluluk oranını da ülkelerin özgün koşulları ve ezilen ulusların pazarlık güçleri belirlemektedir. Günümüzde “bağımsız” olarak tanıdığımız birçok ulus, emperyalist devletlere ekonomik bağımlılıklarından dolayı, bazı federe cumhuriyetler kadar özgür olamayabilmekte; tanınmış haklar bakımından bazı “federe bölge”ler de, “bölgesel özerklik” statüsüne sahip kimi yerlerden daha geride olabilmektedir. Öte yandan, aynı yönetsel kavramların farklı ülkelerdeki farklı uygulama biçimlerine de tanık olmaktayız. Örneğin; eyaletlere dayalı ABD’deki federal sistem, yerele dair içerdiği haklar bakımından eski Sovyetler Birliği federalizmine çok uzak. Yıkılışının ardından çok şey söyleyerek bir kazma da biz vurmaya çalıştık ama ulusal özgürlükler ve diğer yerel haklar bakımından SSCB’nin tarihsel hakkını teslim etmek lazım. Sistemin yıkılışını hazırlayan çok neden vardı, ancak bu nedenler arasında ulusal haksızlıklar sözü edilecek kadar yoktu, ya da illa söz konusu edilecekse en son sıralarda gelmekteydi. Dahası, yarı feodalizm koşullarında uluslaşma süreçlerini bile tamamlayamamış Kafkas halklarına Ekim Devrimi’nin tanıdığı “federe cumhuriyet” hakkı lüks bulunmuş, “ulusçuluğu teşvik ediyor” diye tersinden eleştirilere maruz kalmıştı. Bundandır ki, reel sosyalizmin yıkılışının ardından peş peşe ulusal bağımsızlıklarını ilan eden 15 ulusun devletleşme zeminleri her şeyiyle zaten hazırdı. Devlet tecrübesi konusunda pek sıkıntı yaşamadılar. Ayrıldılar diye savaşlara, katliamlara da maruz kalmadılar. Bu farka inanmamaya kendilerini şartlandır-
Mezopotamya
mış veya Amerikan demokrasisinin üstünlüğüne inanmış olanlar, bir an için, ABD’de -birkaçının değil- yalnızca bir eyaletin bugün bağımsızlığını ilan ettiğini varsaysınlar. Hiç şansı yok; kan gövdeyi götürür! Teksas’ta daha rüşeym halindeki bir örgütlenmeye bile tahammül edilmedi; öncülük edenlerden dördü kısa zamanda federal polisçe yargısız infaz edildi. Dolayısıyla aynı kavramın farklı uygulamalarının yaşandığı günümüz dünyasında, muhatap iktidarla çözüm biçimi konusunda bir kavram üzerinde anlaşmaktan daha önemli olan şey, anlaşmanın ulusal özgürlüğü sağlayacak haklar açısından doluluk oranıdır. Keza aynı kavramların kısmen farklı sorunların çözümünde, farklı uygulama sahalarında kullanıldığını da görmekteyiz. Örneğin; merkezi iktidarın yükünü hafifletmek için “yerele bir kısım yetkilerin aktarımı” amacıyla kurulmuş ve ulusdevletin kendi ulusundan idari bölgeler oluşturarak kurduğu federasyon ile farklı ulusların varlığı üzerinde inşa edilen federasyonun tek benzerliği, yetki paylaşımıdır. Ancak birinde (örneğin Almanya’da) bu paylaşım aynı ulusun mensupları arasındaki idari paylaşım iken; bir diğerinde (örneğin eski SSCB, eski Yugoslavya veya günümüz İsviçre’sinde) ise farklı ulusal toplulukların iktidarı paylaşmasının bir biçimi olarak uygulanmaktadır. Yani merkezi iktidar ilkinde kendi soydaşıyla, ikincisinde ise farklı uluslarla/halklarla yetkiyi paylaşmaktadır. Çözümü belirleyen özgünlükler Söz konusu çözüm biçimlerinden hangisinin seçenek olarak öne çıkacağını, sorunu yaşayan ülkenin özgün koşulları belirlemektedir. Bu özgünlüğü belirleyen faktörler ise; ezilen veya sömürge ulusun tarihsel kurumlaşma ve iktidarlaşma seviyesi, coğrafi konum, demografik yapı, ezen ulusla tarihsel bağlar ve küresel ya da bölgesel konjonktürdür. Özellikle son bir asırdır hep Kürtlerin aleyhine işletildiği için “tarihsel bağlar”ın pek bir önemi
Sosyalist
İktidarı ikna etme adına, yol haritasında adımlanması gereken kavşakların her birini nihai amaç gibi göstererek teorize etmek doğru bir yaklaşım değildir. Gerçek çözüm adresini (standardı) saklamaksızın, yol haritasında ilk erişilebilir çözümleri realize etmek en doğrusudur. kalmadı. Evet, bu bağlar güçlü olarak var, ama artık çok sorunlu. Türk yetkililerin halen revaçtaki “kız alıp kız vermişiz” söylemini, hem bir kandırma yönteminde kullanıldığı için hem de bir cinsiyeti “mal” gibi yansıttığı için dikkate alacak halimiz yok. Dahası, asırlarca yan yana hatta bir arada yaşamış halklardan kesin üstünlüğü ele geçirenin, yeri geldiğinde ırkçı şeflerin bir işaretiyle nasıl birer canavara dönüşüp komşularını boğazladığına tarih defalarca tanıklık ettiği için, resmi statü taleplerinde bu bağlar çoğu zaman önemli olmaktan çıkıyor. Bu bağlar, ulusal olarak ezen-ezilen ilişkisine dayalı mevcut içeriğine neşter vurulup “eşitlik” ve “kardeşlik” kültürüyle donatılabilirse ancak ilerletici olabilir. Bu hevesi Kürtler yıllardır sloganlaştırdılar. Ancak bu konuda asıl müdahaleci olması gereken iktidarın, “kardeşliği” bile mevcut ezen-ezilen ilişkisi üzerine tesis etmeye çalıştığına, yani “sahtekar kardeş” rolüne soyunduğuna tanık olmaktayız. Bu nedenle “tarihsel bağlar” şimdilik bir kenarda dursun. Günahları ve sevaplarıyla bu bağlar başlı başına bir başka yazı konusu olabilir deyip, geçelim. “Konjonktür” faktörüne ise, önemi ve neredeyse tüm faktörlere etkisi dolayısıyla, diğer faktörlere yayılmış biçimde değineceğiz. Dolayısıyla bu özgünlük faktörlerinden esas olarak, “tarihsel kurumlaşma seviyesi”, “coğrafi konum” ve “demografik yapı” üzerinde duracağız. 19.yy sonları ile 20.yy başlarında daha uluslaşma aşamasında ulusal birliği parçalanmış, komşu dört devletin ilhak edip statüsünü sıfırlayarak sömürge hale getirdiği Kürdistan sorununun çözümüne bu
16
özgünlükler çerçevesinde yaklaştığımızda, çok kısa olarak şunlar söylenebilir. Tarihsel kurumlaşma seviyesi Ulus, toplumların gelişim diyalektiğinde uğranılması zorunlu tarihsel bir kategoridir. Her insani aidiyet gibi ulus aidiyeti de kıvamında, özgürce ve dolu dolu yaşanmadan, insanlığın uzak geleceği olarak öngörülen ulussuzluğa, yani ulusal sınırların silineceği dünya ortamına geçilemez. Bu aidiyeti kıvamında yaşayabilmek ise, ulusun iktidarlaşma seviyesiyle doğru orantılıdır. Nasıl ki, toplumbilimin öngördüğü sınıfsız topluma, ilkin ezilen sınıfın iktidarından; aile kurumunun ortadan kalkmasına, ilkin çekirdek aile gibi sıkı bir kurumlaşmadan; devletsiz topluma, ilkin bıktırıcı hiyerarşisiyle devletleşme basamağından geçilecekse, ulusal sınırların ortadan kalkacağı dünyaya da ulusal iktidarlardan geçilecektir. Yani ulus ötesi kurumlaşmaya varmak için, önce bir ulusal iktidarı layıkıyla yaşamak gerekiyor. Dünyada ulus devletler halen tüm azametleriyle yaşıyorlarken, hiçbir ideoloji adına Kürtlere “devletleşmenin günahları” anlatılamaz. Devlet denilen mekanizmanın olanca çıplaklığıyla açığa çıkmış insan doğasına aykırı özelliklerine rağmen, daha ileri değerler adına bugün Kürtlere devletleşmenin zararlarını anlatmaya kalkışmak, genel bir doğruyu Kürtlere zehir olarak yedirmekten başka bir anlama gelmez. Bu türden telkinler, yastaki Kürt evine gidip “Gözünüz aydın!” demeye benzer. Tek Arap ulusundan 22 devlet varlığını sürdürüyorken “ümmetçilik” adına, dünyada ulus devletler hala güçlenme peşindeyken “komün kültürü” adına Kürtleri günümüzde “devletsizliğin güzellikleri”ne ikna etmeye kalkışmak, sömürgecilerin mevcut uygulamalarına katkı yapmaktan başka bir şeye yaramaz. 40 milyonu bulan nüfus oranıyla dünyada kendi devletini kuramamış tek halk, ulusal özgürlüğü için mücadeleye devam etmek zorunda kalan birkaç halktan biri olan Kürtler, söz konusu iktidarlaşmaya parça parça ulaşma gerçeğiyle yüz yü-
Mezopotamya
ze kalmış durumdalar. Statüyü sıfırlayan her egemen ülkenin koşullarının farklı oluşunun yanı sıra ‘İngiliz-Fransız yapımı’ aradaki sınırlar, yakın amaç ortaklığını ve birlikte mücadeleyi engellediği gibi, “Birleşik Kürdistan” amacını da uzun vadeli bir amaç haline getirmektedir. Şayet “bağımsızlık” seçeneğini öne çıkarabilecek yepyeni bir konjonktür oluşmazsa, ülkemizin mevcut parçalı halinden dolayı her parçanın ayrı iktidarlaşma/devletleşme mücadeleleri sürecektir. Mücadelede doğal mecra budur. Ve bu mecradaki yakın stratejik hedef, farklı biçimleriyle birlik iktidarlarıdır. “Birleşik Kürdistan” hedefi ise, şimdilik her parçadaki Kürtlerin uzun vadeli büyük hedefi olmaya devam edecektir. 1946’da kurulan ve kısa süre içinde yıkılan Mahabad Kürt Cumhuriyeti ile ABD’nin Irak işgalinin yarattığı ortamda adım adım kurularak bugüne gelen Federe Kürt Hükümeti, asırlık bir sürecin iki kurumlaşma adımı olarak belirmektedir. Bu iki adım hariç, asrı aşkın sürecin neredeyse tamamı, bir yandan uluslaşma ama ağırlıklı yanıyla da ulusal dokuda tahribat sürecidir. Diğer üç parçada ama özellikle de Kuzey Kürdistan’da gerçekleştirilen bu tahribat, sıradan bazı çözüm adımlarıyla giderilecek cinsten değildir. Türk Devleti’nin derin ve yaygın asimilasyon politikasının, yıkım düzeyindeki şiddet uygulamalarının, dönem dönem hız verdiği göç ettirmelerin yaratığı tahribatın boyutu, uzunca bir süre -moda deyimle- “pozitif ayrımcılık” düzeyinde bir tamiratı gerektirmektedir. Aksi takdirde eşitlik adına verilecek haklar bile yanıltıcı “mutlak eşitlik” olmaktan öteye gidemeyecek; güncel olanda ulusları eşitlesek bile, tarihsel olanda ‘eski egemen ulus’ hep “daha eşit” olarak kalacaktır. Gerçekliğimize dair bu kısa izahattan sonra, gündemimizin esası olan Kuzey Kürdistan sorununa ilişkin çözüm önerimizi seslendirmeye başlayarak devam edebiliriz… Elbette tarihteki bütün haksızlıkları geri alma ve hesap sorma şansımız yoktur. Çok uzak geçmişleri hesap sorma konusu yapmanın çözümle-
Sosyalist
Söz konusu olan bir ulusal sorunsa ve bugün bu sorunu çözmek hala mümkünse, besbelli ki bu çözüm, ulusumuzu diğer uluslarla eşitleme çabası olarak şekillenecektir. Dolayısıyla bu eşitlemeyi sağlayacak, dahası yüzeysel eşitlik düzeyinden de kurtaracak çözüm önerilerine sahip olmak zorundayız. yici bir yanı olmadığı gibi, ciddi bir yararı da yok zaten. Ancak söz konusu olan bir ulusal sorunsa ve bugün bu sorunu çözmek hala mümkünse, besbelli ki bu çözüm, ulusumuzu diğer uluslarla eşitleme çabası olarak şekillenecektir. Dolayısıyla bu eşitlemeyi sağlayacak, dahası yüzeysel eşitlik düzeyinden de kurtaracak çözüm önerilerine sahip olmak zorundayız. Yaşadığı asırlık tahribatın hızla onarım ihtiyacı da dikkate alındığında, Kürt ulusunu Türk ulusuyla eşitleme kapasitesine sahip iki çözüm görünmektedir: Bağımsızlık veya iki cumhuriyetli federasyon. Bu çözümü bugün istiyoruz. Bugünkü bölgesel konjonktür ise bağımsızlığı gerçekleşebilir bir çözüm olmaktan uzaklaştırmaktadır. Dolayısıyla ulusları eşitlemede yine fonksiyonel bir çözüm olan “iki cumhuriyetli federasyon” öne çıkmaktadır. Federasyon seçeneğini tercih etmede konjonktüre yüklediğimiz rol abartılı gibi görünebilir. Ancak federasyonlaşmanın doğasında bu vardır. Federal devlet seçeneğine iki nedenle gidilir. Ya birlikte sömürgeci egemenliğe son veren halkların ortak sosyalist gelecek kurgusunun bir mekanizması olarak gönüllülük temelinde yapılanır; ya da bağımsızlık için yeterli güce sahip olamamaktan kaynaklı olarak, bağımsızlığın getireceği haklara en yakın statü diye tercih edilir. İkinci gidiş zemininde zorunluluğun rolü gönüllülükten fazladır. Ve açıktır ki, günümüz Türkiye’sinde bir sosyalist devrim gündemde olmadığına göre, federasyon savunumuzu şimdilik daha çok ikinci zemin biçimlendirmektedir. Peki, federasyonu öne çıkarmamızı gerektiren sadece acil kurumlaşma ihtiyacının yakıcılığı ve kon-
17
jonktür müdür? Hayır. Bu çözüm önerisini realist kılan başka etkenler de var. Onlara da bakalım. Coğrafi konum Ezen ülkenin ezilen ülkeye göre coğrafi konumu, çözüm önerilerini geliştirmede, daha doğrusu bu önerilerin doğru bir mantığa oturtulmasında ciddi bir role sahiptir. Söz gelimi; deniz aşırı sömürgelerde federasyon temelli çözüm önerileri geliştiremezsiniz. Ya da böylesi bir hedefin, sömürgeci ülke halkıyla aradaki uzak mesafeden dolayı gerçekleşme şansı son derece zayıftır. Bundan dolayıdır ki, aradaki ihtilafın sömürge ülkenin lehine çözümlenmesi durumunda, şayet egemen ülke iktidarı her şeye rağmen ilişkiyi koparmak istemiyorsa, bağımsız hale gelen ülkeyle ‘yeni sömürgecilik’ metotları çerçevesinde ekonomik ilişkilere girer. Beyhude bir çaba olarak federasyon tarzı önerilerle kendini yormaz. Fransız, İngiliz ve İspanyol sömürgeciliğinin, halen belli düzeylerde hükümranlık altında tuttukları komşu halklar için bağımsızlığın dışında çözümler üretirken, bağımsızlıklarını er veya geç tanıdıkları eski deniz aşırı sömürgeleriyle daha çok ekonomik sömürü üzerinden ilişkilenmelerinin esas sebebi coğrafi konumdur. Başka bir deyimle, mesafenin güç ilişkileri üzerindeki artırıcı veya zayıflatıcı etkisidir. Galler, İrlanda, Katalanya, Korsika sorunu gibi etnik sorunların halen tam çözülemeyişinin altında önemli oranda bu etki yatmaktadır. Kürtlerin dört egemeni de bitişik komşularıdır. Egemen devletlerin, bölgesel güç denkleminin emperyalist aktörleriyle uzlaşmacı ilişkilere hep açık olmaları, Kürtlerin konjonktürden istifade etmelerini çoğu zaman engellemektedir. Buna bir de asırlık ezilmişliğin getirdiği güçsüzlük ve egemen devletlerin erki sürdürmelerinde güçlerini aşmayan bir mesafede olmaları da eklenince, Kürt halkının bağımsızlık önerisini gerçekçi göreceği günler -haliyle- bölgesel yeni güç denklemlerine, bazı alt üst oluşlara kalıyor. Kürtler için bağımsızlık seçeneğini realist kılacak çok temel bir ihtimal daha var ki, yakın vade-
Mezopotamya
de karşımıza çıkması beklenmeyen bu ihtimal, devreye girdiğinde, bağımsızlığın gerekli olup olmadığını tartıştıracak ölçüde bir etkiye sahiptir. Nedir o? Kuzey parçamızdaki çözümü konuşuyoruz, tasavvuru da şimdilik burayla sınırlandıralım: Türk halkının demokratik veya sosyalist bir kültüre erişip Kürtlerin ayrılma hakkını içselleştirmesi. Böyle bir durumda güç ilişkileri temelinde değil, gönüllülük temelinde bir federasyonun gündeme gelme ihtimali yüksektir. Yakın komşuluk, bölge konjonktürü, egemen devletle karşılıklı güç ilişkileri bileşkesinin ulusal sorunda gerçekçi politik hedefler adına bizi getirdiği nokta, eşit haklara sahip iki cumhuriyetli bir federasyondur. Demografik yapı Tarih önümüze Monako, Nauru, Tuvalu, San Marino, Lihtenştayn, Marshall Adaları, Maldivler ve son olarak Karadağ gibi, bazıları bir köyümüz, bazıları bir ilçemiz, bazıları da bir ilimiz nüfusuna sahip bağımsız devletler çıkardıktan sonra, bu faktördeki “nüfusun büyüklüğü” yani “insan sayısı” kısmı artık anlamsız hale gelmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla bizim daha çok “nüfus yoğunluğu”, “nüfusun dağılımı” ve/veya bulunduğu alanlarda diğer etnik topluluklara göre “nüfusun oranı” üzerinde durmamız lazım. Kürdistan’ın kuzeydeki parçasında Kürtler, 80 yıldır devredeki göç ettirme uygulamalarına rağmen kendi toprakları üzerinde halen kesin çoğunluk durumundalar. Dolayısıyla kendi toprakları üzerinde bir iktidarlaşma talebi için gerekli olan “nüfus yoğunluğu” açısından bir sorun yoktur. Sınır illerindeki asimilasyonun büyüklüğü, ulusa sahipleniş ve siyasal yönelimler bakımından Kürt kitlesinden uzak bir nüfus ortaya çıkarmışsa da, güçler konumlanmasında Türk Devleti’yle bir dengenin yakalanması durumunda bu yapının Kürt nüfus lehine değişeceği düşünülebilir. Ama bundan daha ciddi bir gerçeğimiz var ki, üzerinde her Kürt siyasetçisinin çok he-
Sosyalist
İktidarlaşma projemiz “eşit iki cumhuriyetli federasyon” üzerine kuruluyken; günümüz toplumsal ilerleme trendi, bu hedefe ani bir toplumsal alt üst oluşla ulaşma ihtimalini nispeten zayıflatmış durumdadır. Stratejik hedefe güncel kazanım birikimleriyle ulaşma pratiği, şimdilik daha gerçekçi görünüyor. sap yapmasına değer; istatistikler Kürdistan’daki Kürt nüfustan daha fazlasının Türkiye illerine dağılmış durumda olduğunu gösteriyor. Daha önemlisi, son 20 yılda az çok politize olmuş kesimlerin savaş nedeniyle göç ettikleri ve Türkiye’deki Kürt nüfusun Kürdistan’daki Kürt nüfusa göre artmasında bu son göç dalgasının çok etkili olduğu düşünüldüğünde, bu acı gerçeğin her hesap içinde önemli bir yere konulmasının gerekliliği tartışmasız hale geliyor. Nüfus tablomuz bu. Ve batı illerinde yuva kurmuş, iş-güç sahibi olmuş Kürt nüfusu “ulusal dava” uğruna Kürdistan topraklarına geri getirtmeye çalışmak sosyoloji açısından gerçekçi olmayacağına göre, o nüfusu orada kalıcı kabul ederek bir hesap yapmak zorundayız. Bu nüfusa yaşamın gerçeklerini zorlayan yapay önermelerde bulunmanın bir yararı yok. Çünkü, bırakalım Adana’da yaşayan sıradan Kürdü, Avrupa’ya kaçan ‘öncü’ siyaset kadrolarını bile doğdukları topraklara bir türlü geri getirtemedik. Geliştireceğimiz stratejik çözüm önerisi Türkiye’deki Kürt nüfusu dikkate almak zorundadır. Hem artık kaçınılmaz hale gelen çözümün nimetlerinden yararlandırma, hem de olası çözümün Kürdistan topraklarıyla sınırlı bir uygulamaya sahip olması durumunda bu büyük nüfusun asimilasyon çarkında öğütülmesine rıza göstermeme hassasiyeti, bu dikkati zorunlu hale getiriyor. Bu tablo dolayısıyla “Kürdistan’a federe iktidar, Türkiye’deki Kürtlere azınlık statüsü” tasarımı daha gerçekçi hale gelmektedir. “Kürt Federe Yönetimi’ni sürekli
18
gözeterek hareket eden Türkiye’deki Kürt azınlık” kurgusu, çok da uzak olmayan bir vadede ulaşılabilir bir stratejik kurgu olarak hesaplanabilir. İki eşit federe iktidarın ortaklaşa şekillendireceği federasyon, Türkiye’deki Kürt ve diğer azınlıklar kadar, Kürdistan’daki Türk, Arap, Süryani vb. azınlıkların etnik haklarının da ciddi bir güvencesi olacaktır. Çözüme kapıyı aralamak Ulusal iktidarlaşma projemizin ana hatları “eşit iki cumhuriyetli federasyon” üzerine kuruluyken; günümüz toplumsal ilerleme trendi, bu hedefe bir sıçramayla ya da ani bir toplumsal alt üst oluşla ulaşma ihtimalini nispeten zayıflatmış durumdadır. Stratejik toplumsal kurguya adım adım güncel kazanım birikimleriyle ulaşma pratiği, şimdilik daha gerçekçi görünüyor. Buna, stratejik hedef kulvarında acil talepleri başa alan mücadele etaplarıyla sonuca ulaşma da diyebiliriz. Dolayısıyla, Kürt siyaset kadroları üzerinde sopanın kalkmasını sağlayıcı, Kürt halkının asimilasyon çarkında erimesini az veya çok önleyici girişimlerde bulunmak, bu türden girişimleri desteklemek gerekiyor. Bu tarz mücadeleleri küçümseme gibi dar yaklaşımların Kürt halkına bir yararı yok. Güncel talepler mücadelesine küçümseyici yaklaşımların, “hayalleriyle baş başa yaşayan” ve kitlelerin günlük yaşamından kopuk dar kadro örgütlenmesini ortaya çıkarma tehlikesi de vardır ki, bu tarzın söylemde stratejik hedefe yakınlığının pratik bir karşılığı da yoktur. Bugün için, 26 yıllık savaşın yaralarını sarmaya ve Türkiye’nin demokratikleşmesine yönelik adımların yanı sıra, Kürt kimliğinin anayasada yer alması, anadilde eğitim hakkı, Kürt kültürünün kurumsal kimlik kazanması, Kürt basın-yayın alanının özgürleştirilmesi, yerel yönetimlere bir kısım yetki aktarımı gibi hedefler uğruna mücadelede elde edeceğimiz kazanımlar, esas çözümün kapısını aralayabilir. (*) Bu makale TEVKURD dergisinin 4. sayısında da yayınlanmıştır.
Mezopotamya
Metin Aktafl
Aleviler kendilerini nasıl hissediyorlarsa öyledirler
“
Alevilik İslam’ın Neresinde?” başlıklı yazım Newroz Gazetesi’nde ve internet sitelerinde yayınlandıktan sonra, Alevilerin İslam dışı olduğunu savunan Alevi çevrelerinden yoğun eleştiriler, tepkiler aldım. Bu eleştirilerin tümüne yanıt vermek isterdim, ama eleştirilerin çoğu eleştirinin ötesinde yalan-dolan ve hakaret içerdiği için cevap vermeye değer görmedim. Çünkü kem söz sahibine zarar verir. Erdoğan Yalgın’ın “Kimse kızmasın, Alevilik İslam’ın dışındadır” başlıklı yazısı, Alevilerin İslam’ın dışında ayrı bir din olduğunu savunan kesimlerin bana yaptıkları bütün eleştirileri içerisinde taşıdığı ve cevap vermeye değer bir eleştirel ahlaka sahip olduğu için bu yazıya yanıt vermeyi uygun buldum. Öncelikle şunu vurgulamak istiyorum: İnançlar hayatı, dünyayı ve evreni yorumlama yöntemleridir. Ben, “Aleviler İslam’ın Neresinde” başlıklı yazımda hayatı, dünyayı, evreni yorumlama yöntemi olan dini, dinsel mezhepleri sorgulamadım, yargılamadım. Bu benim işim değil. Söz konusu makalemin amacı da, “Dinsel yöntemler doğru mu? Hayatı, dünyayı, evreni dinsel yöntemlerle yorumlayarak sorunlara çözüm bulmak mümkün mü,
Sosyalist
değil m?” sorularına yanıt bulmak değildi. Ben, bir toplumun kendisini nasıl gördüğünü anlattım. Bana göre, bir toplum kendini nasıl görüyorsa öyledir; elimize dini terazi alıp onları tartma hakkımız yok. Çünkü bir kere elimize terazi aldık mı, bu iş zıvanadan çıkar. Size küçük bir örnek vereyim. Geçen günlerde muhafazakar bir Sünni Kürt tanıdıkla karşılaştım. Bu tanıdık Kürdün amcasının oğlu benim iyi bir dostum. Ondan dostumu sordum. Kızgın bir şekilde “S..tir et o dinsizi!” diye bağırdı. Amcası oğlu için neden böyle konuştuğunu sordum. “O Müslüman değil!” dedi. Nedenini sordum, çünkü bu dostumun inanan bir insan olduğunu biliyordum. Bana, “Üç cumadır namaza gelmiyor. Üç cuma namaza gelmeyen bir insan dinden çıkar” dedi. İşte, insan eline din ölçme aletini aldı mı, bırakınız başka inançlardan insanları, üç cuma namazına gitmeyen amcasının oğlunu bile zındık, inançsız sayacak kadar ileri gider. Bu yüzden oldum olası ellerinde kişilerin inançlarını belirleyen, inanç derecesini ölçen aletler bulunduran insanları sevmem, samimi bulmam. Yüzyıllarca Alevileri İslam dışı bulan ve sofu görünen insanların
19
çoğunun ellerinde böyle ‘inanç ölçme terazileri’ vardı. Eskide sağcıların, ırkçıların, muhafazakarların ellerinden düşürmediği bu din ölçme terazisini şimdi bir kısım solcular da eline aldı. Alevi toplumunu İslam dini dışında gören insanların en büyük yanılgısı, sağcıların yüzyıllardır ellerinden düşürmedikleri din terazisini kendi ellerine almaları sonucu oluştu. Bu kesimler, kendilerini Müslüman gören Alevilerin yanıldığını, sağlıklı düşünemediklerini, aslında kendilerinin onların yerine daha sağlıklı düşündüklerini, çünkü ellerinde kişinin dini derecesini ölçen terazilerin bulunduğunu söyleyerek, kendilerini Müslüman gören Aleviler adına karar verme yetkisini kendilerinde görüyorlar. Hatta kendilerini o kadar Alevi sever görüyorlar ki, kendilerini Müslüman gören Alevilere olmadık hakaretler yapma hakkını kendilerinde buluyorlar. Yüzlerce yıl Alevileri “rafazi”, “sapkın”, “zındık” olarak adlandırıp öldüren, katliamlardan geçiren iktidarların bu uygulamalarını Alevilerin doğru bulduğunu söyleyecek kadar ileri gider bu çevreler. Bakınız, Erdoğan Yalgın, Gomanweb sitesinde yayınlanan “Kimse kızmasın, Alevilik İslam dışındadır” başlıklı yazısında ne diyor:
Mezopotamya
“Aktaş yazısının hemen başında şöyle bir gerçeğin altını çiziyor ve diyor ki: ‘Osmanlı’dan bu yana siyasal iktidarlar, sağ, muhafazakar, ırkçı düşüncelere sahip insanlar Aleviligi İslam’ın bir mezhebi olarak görmüyorlar. Aleviligi “sapkın”, “zındık”, “rafazi” gibi kelimelerle adlandırarak toplumdan dışlamaya çalışıyorlardı...’ Peki ama soru şu olmalı: Bunlar kendilerince haksız mıydılar? Ellerinde Allah’ın yazılı kelamı Kuran ve peygamberleri Hz. Muhammed tarafından ilan edilmiş ve dinleri olan İslamiyet’i kabullenmiş bir Müslüman topluluğu oluşturmuşlar. Kendi dışındakilere karşı cihad etmiş ve nüfuzlarını arttırmışlar. Bugün dünya nüfusunun yaklaşık bir buçuk milyarı Müslüman. Bu Müslümanların uyması gereken temel kurallar bugün üç aşagı beş yukarı bir uyum içinde yürümekteyken, Kürdistan ve Anadolu’da yaklaşık 20-25 milyon nüfusa sahip bir topluluk çıkıp, 1-1.5 milyar Müslüman’a Müslümanlık dersi vermeye kalkıyor. Bu olacak bir iş mi Allah aşkına? 1400 yıllık bir İslami gelenek yaşanmaktayken, kendilerine Kızılbaş-Alevi denen bir topluluk kalkıp; Kuran’ın eksik ya da fazla olduğunu, Hz. Ali’nin Tanrı olup ama halifeliğinin elinden alındığını, Kırklar Meclisi’nden dem vurup, gerçek Müslüman’ın kendileri olduğunu savunurlar. İmanın, İslam’ın şartlarını bilmeden ve uymadan, namazın, orucun, haccın, caminin olmadığını iddia ederek gerçek Müslüman’ın kendileri olduğunu savunurlar. Daha neler de neler..! Ondan sonra da kalkıp, ‘efendim neden bize zındık, sapkın, rafazi vs. derler’ diye veryansın ederler. E peki! Ne yapsınlar, ya ne desinler?” “Peki ne yapsınlar, ya ne desinler?” diye sorduktan sonra, yüzlerce yıl Alevileri “sapkın”, “rafazi”, “zındık” olarak adlandırıp katleden, hakir gören, küçümseyen çevrelerin haklı olduklarını ispatlamaya kalkıyor Erdoğan Yalgın. Bu gerçekten acı verici! Yüzlerce yıl Alevileri böyle adlandıran çevreler bile artık doğru yapmadıklarını anlamaya başladıkları halde, Alevilerin içerisinde, Alevilere “rafazi”, “zındık”, “sapkın” diyen çevrelerin
Sosyalist
Yazarın, Alevi kanında parmağı olan Tuğgeneral Ziya Yergök gibi onlarca ırkçının Aleviler hakkında söyledikleri ipe sapa gelmez yalanları Alevilerin Müslüman olmadığını ispatlamak için kanıt olarak göstermeye kalkması kanımı dondurdu! Biz nasıl oldu da bu noktaya geldik!? haklı olduklarını ispatlamaya kalkan insanların olmasını anlamakta güçlük çekiyorum. Bu insanlar yüzlerce yıl Alevilere yönelik “sapkın”, “rafazi”, “zındık” gibi adlandırmaları bir ödül olarak görebilirler, bu beni pek ilgilendirmez, ama bu insanların tüm Aleviler adına konuşarak bu adlandırmalardan dolayı Alevilerin sevindiklerini söylemeleri üzüntü verici. Alevi ritüellerine inanan hiçbir Alevi bunu kabul etmez, bu ithamları kendisine yapılmış büyük bir hakaret olarak görür. Makale yazarının, Alevi kanında parmağı olan Tuğgeneral Ziya Yergök gibi onlarca gericinin, ırkçının Aleviler hakkında söyledikleri ipe sapa gelmez iftira ve yalanları Alevilerin Müslüman olmadığını ispatlamak için kanıt olarak göstermeye kalkması kanımı dondurdu! Biz nasıl oldu da bu noktaya geldik? Nasıl oldu da Alevi halkının katliamlarında rol almış insanların iftiralarına inanmaya başladık? Aleviliği, iktidar çevrelerinin, yüzyıllarca Alevi halkının varlığını kabul etmemiş, onlara düşman gözüyle bakmış insanların bakışıyla değerlendiremeyiz. Çünkü herkes biliyor ki Ortadoğu’da yaşayan Arap, Fars ve Türk iktidar çevreleri dini hep kendilerine bir yayılma aracı olarak görüp kullandılar. Hiçbir zaman dine objektif bakmadılar. Bırakınız Alevileri, Osmanlı’dan bu yana bu ülkedeki siyasal iktidarlar, fanatik sağcılar, ırkçılar, İslam’ın yarısına yakın bir kitlede etkili olan Şia mezhebini, hatta bir Sünni mezhebi olan Suudi kaynaklı Vahabi mezhebini bile İslam görmediler, hala da görmüyorlar. Bugün devletin resmi din anlayışını savunan kurum olan Diyanet’e göre İslam dininde dört tane hak mezhebi var; bunlar
20
Hanifi, Maliki, Şafii ve Hanbeli mezhepleridir. Diyanet İşleri Başkanlığı bu dört mezhep dışındaki mezhepleri İslami mezhep olarak görmez. Nasıl ki yüzyıllarca Aleviler İslam dışı görüldüyse, sözünü ettiğim başka İslami mezhepler de İslam dışı görüldü. Yine bırakınız İslam dini içerisindeki bütün mezhepler arasında bütünlüğü, devletin meşru gördüğü bu dört mezhep bile düşünsel bir birlik içerisinde değil. Aralarında çok derin ayrılıklar var. Size küçük bir örnek vereyim. Örneğin; Hanifi mezhebinde, namaz kılmayan bir insan dövülür. Şafii, Maliki ve Hanbeli mezheplerinde ise namaz kılmayan aynı şahıs öldürülür. Bu olaya Hanifi mezhebi gözüyle baktığımızda, Şafii, Maliki ve Hanbeli mezhepleri namaz kılmayan bir insanı öldürdükleri için katil olup cehenneme gideceklerdir. Aynı olaya Şafii, Maliki ve Hanbeli mezhepleri gözüyle baktığımızda ise, namaz kılmaması sebebiyle ölümü hak etmiş bir insanı öldürmedikleri için Hanefi mezhebindeki insanlar cehenneme gideceklerdir. Bu iki dinsel anlayışa göre, aynı fiili yapan farklı İslami mezheplerden insanlar birinde cennete, diğerinde cehenneme gidecek. Peki, hangisi doğru? Buna kim karar verecek? Şimdi bir başka Müslüman Alevi mezhebinden insan çıkıp, Kuran’da zorlama olmadığını, Kuran’ın hiçbir ayetinde namaz kılmayan öldürülecek ya da dövülecek diye bir ayetin olmadığını, insanın namaz kılıp kılmamada özgür olduğunu söylerse, bu dört hak mezhebine göre sapkın, zındık, rafazi olacaktır. Peki bu doğru mudur? Kuran’ın bu dört mezhep dışında yorumu olamaz mı? En önemlisi de, bir insanın yaşamına son verme konusunda bile birbiriyle böylesine farklı düşünen insanların tümü Müslüman oluyor da, “Kuran’da zorlama yoktur, isteyen namaz kılar, istemeyen kılmaz. Namaz kılmadığı için bir insan ne dövülür ne de öldürülür. Namaz kılmayan bir insanı döven ya da öldüren insanlar suçludur” diyen insan neden Müslüman değil? Aleviliğin İslam’ın dışında ayrı bir din olduğunu savunan insanlara soruyorum: “Kuran’da namaz kılmayan
Mezopotamya
insan dövülür, öldürülür diye bir ayet yoktur” diyen Alevi mezhebinden insan neden İslam olmuyor? Peki, hiç araştırdınız mı; Kuran’da namaz kılmayan insan dövülür, öldürülür diye bir ayet var mı? Artık şu gerçeği görelim: İslam dininde her mezhep bir din olmaya ve kendini İslam dininin bütünü olarak görmeye başladı. Bir mezhep dine dönüştüğünde doğal olarak kendi dışındakileri din dışı görmeye başlar. Bugün yaşadığımız da budur. Bugün mezheplerin ritüellerinin çoğunun kaynağı Kuran’dan çok tartışmalı hadis ve sünnetlere dayanır. İslam dininde birbirini inkar eden, birbiriyle çelişen o kadar çok hadis var ki!.. Söylediklerimin daha iyi anlaşılması için size bir örnek daha vereyim. Örneğin; Hanifi mezhebinde, bir insan çürük dişini doldurmaya kalkarsa onun abdesti bozulur. Dolgu yerinde durdukça ömür boyu kıldığı bütün namazlar geçersiz sayılır, cehennemde yanar(!) Hatta dolgulu dişle mezara konulursa, sorgusuz sualsiz cehenneme gideceği söylenir. Aynı şey başka Sünni mezheplerinde farklı yorumlanır. Örneğin; Şafii mezhebindensen dişinin çürüğünü doldurabilirsin. Bundan dolayı namazın geçersiz olmaz, cehenneme gitmezsin(!) Şafii mezhebinden biri çürük dişine dolgu yapmışsa, Hanifi mezhebine göre o insan cehennemliktir, kıldığı namazlar geçersizdir. *** Sonuç olarak bugün her mezhep bir dine dönüşmüştür. Bir mezhebin ritüellerine göre diğer mezhepleri değerlendirmeye, haklı veya haksız olduğuna karar vermeye kalktığımızda Erdoğan Yalgın gibi yanlış sonuçlara ulaşırız. Bir başka örnek vereyim. Örneğin; bugün İslam dininde etkin olan Sünni mezheplerindeki insanlar türban sorununa ayırdıkları zamanın onda biri kadarını insanlar arasındaki sosyal, ekonomik adaletsizliğin düzeltilmesine ayırsalar kötü mü olur!? İslam dinine inanan her insan, insanlar arasındaki sosyal ve ekonomik adaletsizliği onaylamak zorunda mı? Örneğin; bir Müslüman, Kuran’daki “insanın ihtiyacından faz-
Sosyalist
Osmanlı’nın Dersim’e yaptığı istilaların nedenini inançsal farklılığa bağlamak yanılgıdır. Osmanlı istilası inançsal nedenlerle yapılıyormuş gibi görünse de, istilanın arkasındaki asıl neden ekonomik istila ve yağmadır. Eğer böyle olmasaydı Osmanlı, Sünni mezhebinden insanların yaşadıkları ülkeleri istila etmezdi. lasına sahip olması haramdır” ayetinden yola çıkarak, insanlar arasında siyasal ve ekonomik eşitlik, adalet isterse, bu insan neden Müslüman olmasın!? Geçmişten bu yana İslam dinine inanan toplumlar içerisinde ekonomik ve sosyal adaleti, eşitliği savunmuş bir damar vardır. Toplumlardaki ekonomik, sosyal adaletsizlikleri ve eşitsizlikleri onaylayan güçlü bir damarın varlığından yola çıkarak, sosyal ve ekonomik adaleti, eşitliği savunan damarın varlığını inkar mı edeceğiz? Yazarın Alevilerin Sünni İslam’ın ritüellerini kabul etmedikleri için Müslüman olmadıklarını söylemesi üzerinde fazla durmayacağım. Çünkü yazarın da eleştirdiği “Aleviler İslam’ın Neresinde?” başlıklı yazımda bu konuyu, yani İslam dininin sadece bu dinin bir mezhebinin ritüelleri olmadığını, İslam dininin İslam dini içerisinden doğmuş bütün mezheplerin, tarikatların felsefi düşüncelerinin tümünün adı olduğunu, İslam dinini İslam dininin bir mezhebinin ritüellerine indirgemenin onu daralttığını, mezheplerin barış içerisinde bir arada yaşama koşullarını yok ettiğini yazmıştım. Ama yine de şunu açıklamakta yarar görüyorum: Bir süre önce Diyanet İşleri Başkanı’nın “cem evlerinin ibadet yeri sayılamayacağı, İslam’ın ibadet yerinin cami olduğu” yönündeki sözlerine karşı Başbakan Erdoğan, “İslam’ın ilk ibadet yeri cami değil, mescittir. Cami sonradan yaratıldı” sözleri Sünni camiada ve resmi ideolojide yapılmış önemli bir tarihi itiraftır. İslam’ın başlangıcında cami yoktu, mescit vardı. Namaz yoktu, sala vardı. Dolayısıyla Hz. Ali ne camiye gitmiş, ne de namaz kılarken öldürülmüştür. İlk yazımda da vurgu-
21
ladığım gibi mescit cami yapılmış, sala da namaz. Ve herkes bunu kabul etmiş. Hepsi bu! Şimdi bu gerçekler ortaya çıkmaya başladı, daha doğrusu gerçekler hep orada duruyordu da biz onu yeni yeni anlamaya, öğrenmeye başladık. Üzerinde durmaya değer gördüğüm ikinci nokta şu: “Gerek Dersim’de (Kürdistan’da) ve gerekse diğer yerlerde yaşayan Kızılbaş Alevilerin tümünün ‘Müslümanım ve İmam-ı Cafer Sadık Mezhebindenim’ dediği gerçeği yansıtmamaktadır. Özelde Dersimliler ve genelde Kızılbaşların Kuran’la tanışmalarının öyküsü son 120 yıllık bir serüvendir. Özellikle de İttihat ve Terraki Kurmaylarının Kuran’ı el altından Dersim’e soktukları bilinmektedir. Yine Osmanlı’nın son çeyreğinde, Dersim’e düzenledikleri seferlerin altında da Dersimlilerin Müslüman olmayışları gerçeği yatmaktadır. Bu konu, tüm Osmanlı ve genç cumhuriyetin, bölge ve topluluklarıyla (Dersim, Kızılbaş Aleviler) alakalı resmi raporlarında mevcuttur.” (agy) Osmanlı’nın Dersim’e yaptığı istilaların nedenini inançsal farklılığa bağlamak yanılgıdır. Osmanlı istilası inançsal nedenlerle yapılıyormuş gibi görünse de, istilanın arkasındaki asıl neden ekonomik istila ve yağmadır. Eğer böyle olmasaydı Osmanlı, Sünni mezhebinden insanların yaşadıkları ülkeleri istila etmezdi. Osmanlı istilasını inançsal sebeplere bağlamak sağlıklı bir analiz değil. Şimdilik tartışmamızın konusu bu olmadığı için bu konuyu geçiyorum. Dersim’de yaşayan Alevilerin Kuran’la yani İslam’la tanışmasının 120 yıllık bir geçmişi olduğunu söylemek doğru değildir. Alevilerin İslam dışı olduğunu söyleyen kesimlerin en önemli yanılgılarından biri bu konu olduğu için bu konunun üzerinde durmakta yarar var. Bu insanlara önereceğim kaynaklardan biri “Evliya Çelebi’nin Seyahatnameleri”dir. Evliya Çelebi, 1514 Çaldıran Savaşı’na kadar Anadolu’nun doğu kısmında ağırlıklı olarak İslam’ın Şia ve Alevi mezhebinden insanların yaşadığını anlatır. O yıllarda bu bölgeler İran
Mezopotamya
Şia devletine bağlı olduğu için bu bölgelerdeki yönetim bu güçlerin elindedir. Bu bölgelerdeki inançsal değişimler Çaldıran Savaşı’ndan sonra başlamış ve yüzlerce yıl süren katliam ve asimilasyon sonucu Sünni mezhepler insanlara kabul ettirilmiştir. Evliya Çelebi seyahatnamesinde özellikle Dersim’in Çemişgezek Sancağı’ndan, Palo’dan, Harput’tan uzun uzun söz eder. Bu yıllarda Çemişgezek Sancağı’nda bir Alevi yönetici olduğunu anlatır Evliya Çelebi. Bu nedenle, Alevilerin İslam’la ilişkilerini 120 yıllık bir zamana bağlamak yanılgıdır. Ancak Alevilik ve İslam dini hakkında bilgi sahibi olmayan bir insan bunu söyleyebilir. Çünkü Alevilik İslam dininde mezheplerin oluşmasıyla birlikte doğmuştur. Farklı sosyal sınıflardan oluşmuş İslam dinine inanan insanlar arasında sınıf savaşları sürmüştür. Sınıflar varlıklarını tarikatlar, mezhepler halinde örgütlenerek göstermişlerdir. Tarikatlar ve mezhepler görünüşte inançsal bir karakter taşısalar da oluşumlarının arkasında sınıfsal-siyasal bir gaye vardır. Bu yazıda Alevi mezhebinin oluşumunu uzun uzun anlatmak mümkün değil, ama düşüncelerimi şöyle özetleyebilirim: İslam dini içerisinde üst sınıflarla alt sınıflar arasında süren savaş, bazen büyümüş, bazen küçülmüş ama hep sürmüştür. ***
Sosyalist
İmamı Cafer-i Sadık’ın büyük oğlu olan İsmail’in ardılları tarafından kurulan İsmailiye mezhebi, İslam toplumlarında toplumun alt sınıflarının çıkarlarını savunan bir mezhepti. Bu mezhep 150 yıl kadar Mısır’ı yönetti. İsmailiye mezhebinden dailer Yemen’de, Suriye’de, İran’ın bir kısmında uzun yıllar iktidarda kaldı. Irak’ta İsmailiye mezhebinin bir kolu olan Karmatiler 150 yıl Emevi ve Abbasi hanedanlarına karşı savaştı. Zaman içerisinde İslam toplumlarında kazananlar üst sınıfları temsil eden mezhepler oldu. İsmailiye mezhebinden insanlar korkunç katliamlarla yok edildi. Yüzyıllarca İslam toplumlarında İsmailiye avı sürdü. Buna rağmen İsmailiye mezhebini yok edemediler. Bugün İslam’ın olduğu her yerde değişik adlarla da adlandırılsalar İsmailiye mezhebinden Müslümanlar vardır. Anadolu Aleviliğini kuran, Asya’yı ve Ortadoğu’yu kasıp kavuran Moğol istilalarından kaçıp Anadolu’ya sığınanlar İsmailiye daileridir. Aleviliğin kurucusu Hacı Bektaşi Veli de, Moğol istilasına uğrayan İsmailiye mezhebinin merkezlerinden olan Alamut Kalesi’nden kaçıp Anadolu’ya sığınan bir İsmailiye daisidir. Hacı Bektaşi Veli’nin önderliğinde bir araya gelen İsmailiye dailerinin kurduğu Alevi mezhebi, İsmailiye mezhebinin bir koludur.
22
Aleviliği köklerinden koparmak, hatta Aleviliğin kurucularını bile Alevi saymamak gibi bir düşünceyi ciddiye almak mümkün değil. Ancak bütün inançlarda olduğu gibi zamanla eskiyen, ihtiyaçlara cevap veremeyen inançları yenilemek doğru bir davranıştır. Nasıl ki Sünni mezheplerden bazı kesimlerde İslam’da içtihadın (yorumun) bittiği, dört mezhebin kuruluşundan sonra yorum yapılamayacağı gibi bir anlayış varsa, Alevi kesimin içerisinde de Aleviliğin yoruma kapandığını, Alevilikte reformun yapılamayacağını savunan kesimler vardır. Bugün bu kesimler kapitalizmin kötülüklerinden korktukları için kendilerini içe kapatarak, Alevilerin yenilenmesini, değişmesini, inançlarında reform yapmasını engellemeye çalışmaktadırlar. İnançlar da canlı organizmalar gibidir; doğarlar, büyürler, gelişirler, yaşlanırlar ve ölürler. Hiçbir şey bu yasayı yok edemez. İnançların daha uzun süre yaşaması isteniyorsa, zamanın eskittiği, kullanılmaz kıldığı kısımları mutlaka yenilenmeli, yeni yaşam tarzına uygun hale getirilmelidir. Bunu yapmadığınız zaman, fotoğraflara bakmanın, fotoğrafı evine asmanın günah olduğuna inanan ama evinin her odasında bir televizyon, bilgisayar, duvarlarında boy boy fotoğraflar asılı duran bir inananın durumuna düşersiniz.
Mezopotamya
S. Çiftyürek
Tüzük sorunu ya da örgütte özgürlük v e d is i pl i n i l iş k is i
“Disiplinden, başkalarının karşısında nasıl hareket edilmesi gerektiğini, emirleri ya da kendisine verilen bir işi yerine getirmelerini değil, başkalarının kendisinin ne yaptığını bildiklerinin farkında olmadığı zaman nasıl hareket etmesi gerektiğinin bilincinde olmasını anlıyoruz.” (Anton S. Makarenko)
“
20. yüzyıl komünist örgütlenmesinin öne çıkan bir diğer özelliği; süreç içinde az ya da çok tüm komünist partilerde merkezler tanrı, genel sekreterler peygamber katına çıkarıldı. Bunu başka faktörlerle birlikte esas olarak katı merkeziyetçi yapılanma üretti… 20. yüzyıl komünist örgütlenmesinde disiplin ile özgürlük dengesi, disiplin içerisinde özgürlük üzerine kurulmuştu. Her şey insan ve insanın özgürlüğü için yapılmıştı, ama parti ve sosyalist rejimlerdeki katı disiplinin sınırları içerisinde özgürlük yaşam alanı bulamayıp süreçte boğuldu. Dahası özgürlüğü boğan disiplinin kendisi de oksijensiz kaldığından kendiliğinden çöktü. Gerçekten de çelik disiplinle örülmüş parti ve sosyalist devletlerde, dev ordu ve istihbarat ağlarına rağmen rejimler kendiliğinden yıkıldılar. Yıkılmada başka faktörlerle birlikte örgüt dokusunda dışsal olan disiplinin de rolü vardır. Benzer bir gelişme, örgüt işleyişinin bugün de vazgeçilmez ilkesi olan demokratik merkeziyetçi işleyişte yaşandı. Demokrasi ile merkeziyetçilik dengesi hep merkeziyetçilik esas alınarak kurulduğun-
Sosyalist
dan, demokrasi yaşam alanı oluşturmakta zorlandı ve örgüt dokusu içerisinde sürekli küçüldü. 20. yüzyıl komünist hareketi, özellikle de Lenin’in partisi başlangıçta dünyanın en demokratik örgütüydü. Komünist partiler ‘bürokratikleşeceğim, merkezi tanrı katına çıkartacağım, halkın yerine partinin iktidarını kuracağım…’ diyerek yola çıkmadılar ama süreçte böyle oldular! Neden? … Kürdistan komünist hareketi, dünya komünist hareketini Leninist örgüt başta olmak üzere 20. yüzyıl komünist örgüt teorisini yaratıcı katkı ile yeniden üretmeye çağırır. ….Merkezin despotluğu kadar yerelin derebeyliğine karşı da bariyer olabilecek, gövdede güçlü komünist bir örgütlenme; dahası örgütün örgüt yaratıcılarını (yani kendi örgütleyicilerini) örgütleyip esir alamayacağı, kendini sürekli aşan bir örgüt!” (21.yy’da Özgürlük ve Sosyalizm Manifestosu, sy:39-40, Gün Yayıncılık) Giriş Yazının içeriği ile bağlantısı nedeniyle üzerinde yorum yapacağım iki ayrı alıntıyı yukarıya aldım. “21.yy’da Özgürlük ve Sosyalizm
23
Manifesto”sundan ise alıntıyı bilinçli olarak uzun aldım. Zira tüzük tartışmasının, başka bir ifadeyle tüzüğün bürüneceği içeriğin bu uzun alıntı ile doğrudan ilişkisi var. En azından ben yukarıdaki uzun alıntının tüzüksel olarak nasıl bir içerik kazanacağının arayışı içerisindeyim. Bu nedenle söz konusu alıntıyı uzun aldım. MESOP sürecinde örgüt/örgütlenme sorunlarını derinlikli olarak tartıştık, (elbette daha da tartışacağız, tartışmalıyız) fakat örgütlenmenin doğrudan tüzük uyarlamasını ele almadık. Başka bir ifadeyle, tartışmanın tüzük üzerinden bürüneceği içerik ve biçimi ele almadık. Şimdi artık doğrudan tüzüğün kendisine odaklanmış bir yazılı tartışmayı, sunulacak tüzük taslağı/taslakları üzerinden de geliştirerek sonuçlandırmalıyız. Tüzük sorununda neleri tartışmamız gerekir? Öncelikle bunlara ilişkin birkaç ön kayıt düşmekte yarar var. 1-Program esas olarak örgütün yakın ve uzun vadeli siyasal hedeflerini içerirken, tüzük örgütün iç işleyişini, tutacağı yolu ve uygulayacağı hükümleri konu alır. Dolayı-
Mezopotamya
sıyla program ile kıyaslandığında tüzük, dış ekonomik ve siyasal koşullara karşı daha direngen bir yapıdadır. Dünyanın hatta sadece ülkenin ekonomik ve siyasi koşullarında yaşanan kısmi değişiklikler bile programın en azından kısmen değişmesine neden olabilir. Ama tüzük öyle değildir, yani her program değişikliği beraberinde tüzük değişikliğini getirmez, getirmeyebilir. Ancak dünya ve ülkenin sosyoekonomik koşullarında ciddi değişikliklerin özellikle emek rejimi başta olmak üzere ekonomik-sosyal hayata yansımaları ve elbette örgüt içi gelişmeler nedeniyle tüzük değişikliği gündeme gelebilir. Tüzük ekonomik ve siyasal gelişmelerden etkilenmez demiyorum, programa oranla koşullarda daha köklü değişiklikleri gerektirir. Dolayısıyla tüzük değişikliği daha çok örgüt yapısındaki değişme, gelişme, genişleme ya da daralma, yasal ya da yasa dışı konum, muhalefet ya da iktidar olma konumundaki değişikliklere göre gündeme gelebilir. 2-Demek ki program sorununda olduğu gibi tüzük sorununda da 20. yüzyılın gölgesinden kurtulmamız gerekiyor. Ama öyle ki geçmişgelecek arasında kopuş ile sürekliliği bütünlüklü yaşayarak bunu gerçekleştirmeliyiz. 20. yy tüzük yapısından alacağımız var ama bire bir tekrar edemeyiz, etmemeliyiz. Burada sorun, gerçekleştirdiğimiz teorik, ideolojik yeniden üretimin örgüt ve parti işleyişinde nasıl bir tüzüksel içerik kazanacağıdır? “Canım ne var, örgüt nihayet araçtır, fazla büyütmemek lazım” denilemez. Denilirse bu sığ bir yaklaşım olur. Örgüt/parti araçtır ama öyle ki amacı etkilemenin ötesinde çoğu yerde amacı ters yüz edebilen bir araç olmuştur. 3-Tüzük sorunu üzerine yazı hazırlığı sırasında bir dizi yasal ve yasa dışı partinin tüzüğüne ulaştık, irdeledik. Gördük ki kâğıt üzerinde birçoğu güzel şeyler yazmış durumda; ama pratiğe gelince durumun hiç de iç açıcı olmadığı bilinir. Örgüt içi demokrasi, özgürlük ve parti üyesinin görevlerinin yanı sıra hakları da bolca yazılır, fakat iş uygulamaya gelince tüzük yani iş-
Sosyalist
Dünyanın hatta sadece ülkenin ekonomik ve siyasi koşullarında yaşanan kısmi değişiklikler bile programın en azından kısmen değişmesine neden olabilir. Ama tüzük öyle değildir, yani her program değişikliği beraberinde tüzük değişikliğini getirmez, getirmeyebilir. leyiş ve disiplin mağdurlarına her partide bolca rastlanır. Tartışmamız gereken, bu yazıda da tartışacağımız sorunlardan biri, tüzük yapısının demokratik olmasının yanı sıra, kadroların, kadro yapısının demokratik zihniyeti içselleştirmiş olmalarıdır. 4-Kürdistan’da Marksizm zeminindeki farklılıkları içeren komünist hareketin birliğini, başka bir ifadeyle ideolojik çerçeve olarak ulusal ve sınıfsal kurtuluşu bütünlüklü savunan komünist/sosyalist iddiadaki her Kürdistanlının yer alacağı bir parti hedefliyoruz. Ulusal özgürlük ve sosyalizmin bütünlüklü savunusu zeminindeki farklılıklarımız üzerinden birlik arıyorsak -ki arıyoruz-, o halde hedeflediğimiz parti tüzüğü aynıların değil farklılıkları olan komünistlerin yer alacağı bir parti tüzüğü olacaktır, olmalıdır. Ama belirttiğimiz gibi bu farklılıkların sınırı, komünistlerin farklı yorum ya da eğilimleri ile sınırlı olmalıdır. 5-Nihayet tüzük üzerinden, parti yapısında en zor olan sorun, yani özgürlük ile disiplin, demokrasi ile merkeziyetçilik sorununun bütünlüklü ele alınmasının da ötesinde bu dengenin 21.yy’da nasıl kurulacağı gibi zorlu bir görevimiz var. Özgürlük ile disiplin kavramları, anlam ve fiil (davranış) olarak birbirlerinin alanlarına müdahale eden, biri için alan genişlerken diğeri için aynı oranda alan daralan düşman ikiz kardeşler gibidirler. Dolayısıyla parti (örgüt) işleyişinde hem özgürlük hem de disiplinden vazgeçemeyiz. Özgürlük ve disiplin yerine özgürlük ve sorumluluk ya da özgürlük içerisinde disiplin dediğimizde ise, bu kez bunun gereklerini yerine getirecek ideolojik ve kültürel
24
olarak güçlü bir kadro yapısını gerektirir. Kürdistan ve genel olarak Ortadoğu gibi her tarafın barut ve kan kokusu ile yüklü olduğu bir coğrafyada, özgürlük içerisinde disiplinin zemini ne oranda vardır? Tüzük sorununda tartışmamız gereken bir diğer temel sorun budur. Bu ön kayıtlara ilişkin şimdi kendi yaklaşımlarımızı ana hatlarıyla belirtebiliriz. Özgürlük ile disiplinin sorunlu ilişkisi ve tüzük Sorunu daha bütünlüklü verebilmek için, tüzük sorunu ile bağlantılı bazı kavramları okuyucuya tanıtmakta yarar vardır. Belli başlı bu kavramlar şunlardır: Disiplin, yasa, özgürlük, sorumluluk, zorunluluk vb. Disiplin: Fransızca kökenli bir kavramdır. 1-Bir topluluğun, yasalarına ve düzenle ilgili yazılı veya yazısız kurallarına titizlik ve özenle uyması durumu, sıkı düzen, zapturapt. Askeri disiplin, parti disiplini vb. 2-Kişilerin içinde yaşadıkları topluluğun genel düşünce ve davranışlarına uymasını sağlamak amacıyla alınan önlemlerin bütünü. 3-Öğretim konusu olan veya olabilecek bilgilerin bütünü; bilim dalı. Mühendislik disiplini, modernist disiplin, felsefi akımlardan birinin büründüğü disiplin vb. 4-Sansür, aforoz vb. yaptırımlarla kilise görevlileri üzerindeki kontrol. Yasa: 1-Olayların gidişinde olağan dışına yer vermeyen, değişmezlik ve mecburiyet gösteren kural. Doğa yasaları vb. 2-Kanun. 3Çok sayıda deney ve gözlemden sonra aynı şartlarda aynı sonuçları verdiği kesin olarak belirlenen durum. 4-Toplumsal hayat içinde kendiliğinden oluşan ve uyulması toplum için yaşamın bir mecburiyeti olan toplum davranışlarının tümü. Zorunlu: 1-Kesin olarak ihtiyaç duyulan, zaruri, mecburi. 2-Doğal olarak kaçınılması imkânsız olan. Zorunluluk: 1-Olması gerekme, olduğundan başka olmama durumu, mecburiyet, zaruret. 2-Olayların iç ve özlerindeki düzenlilik, yasaya bağlılık ve yapı gereği, belli şartlar altında ortaya çıkması kaçınılmaz olan şey. 3-İnsanın, doğanın ve toplumun nesnel yasalarına bağımlı olması durumu.
Mezopotamya
Sorumlu: Üstüne aldığı veya yaptığı işlerden dolayı hesap vermek zorunda olan, sorumluluk taşıyan kimse. Mesul. Sorumluluk: Kişinin kendi davranışlarını veya kendi yetki alanına giren herhangi bir olayın sonuçlarını üstlenmesi, mesuliyet. Liberty: Özgürlük, istiklal, serbesti. Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme ya da davranma, herhangi bir koşula bağlı olmama durumu; hürriyet, her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi istencine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu; baskı yönetiminden uzak kalma; yasalarca verilen ayrıcalıklar, dokunulmazlık ya da haklar. Free: 1-Hür, özgür, başkasının kölesi olmayan, siyasal bir güç için bir yetki vb. tarafından denetlenmeyen, engellenmeyen. 2-Serbest, herhangi bir kısıtlamaya, zorlanmaya, koşula bağlı olmayan. 3-Serbest, açık. 4-Azade Özgür istenç: İnsanın kendi istencinin buyruklarına göre seçimde bulunup eyleyebilmesini, böylelikle de tüm sonuçlarıyla birlikte seçimleri ile eylemlerinden ahlaken sorumlu olması gerektiğini dile getiren felsefe kavramı. Özgür istenç tasarımı insanın kendi istencinin buyruklarına göre seçimde ve eylemde bulanabileceğini savlarken, belirlenimcilik olup biten her şeyin daha önceden belirlenmiş olduğunu, özgür istenç diye bir şeyin söz konusu olmayacağını savunur. Bir yandan disiplin, yasa, zorunlu, sorumlu, diğer yandan liberty, free, özgür istenç gibi tüzükle doğrudan ya da dolaylı ilişkili bu kavramlar esasta iki kavramın farklı açılımlarını ya da vurgularını içermektedirler. Bu ikili, özgürlük ile disiplin kavramlarıdır. Özgürlük ile disiplin, var oldukları her kurumda düşman ikiz kardeş gibi ayrılmaz ikiliyi oluştururlar. Değişen koşullarda bu iki kavramın anlam ve ilişkisi değişecek ama varlıklarını koruyacaklardır. Köklü değişim ise, ancak özel mülkiyet ile birlikte sınıflı toplumun ortadan kaldırıldığı, insanlığın mülkiyetin esaretinden kurtulduğu toplum koşullarında disiplin ile özgürlüğün hem içeriği hem de ilişkisi temelden farklılaşa-
Sosyalist
Parti işleyişinde olduğu gibi devlet işleyişinde de bu iki kavramdan vazgeçilmez. Öyle ki özgürlük ve disiplin ya da belirli bir farklılıkla özgürlük ile sorumluluk parti işleyişinin temel yapı taşlarını oluştururlar. Disiplin, devlet var oldukça devlet ve toplum yapısının vazgeçilmez bir öğesi olarak kalacaktır. caktır. Disiplinin özgürlük ile ilişkisi irdelenirken, öncelikle disiplinin ve konumuz itibariyle işçi disiplinin nereden kaynaklandığının üzerinde de durmalıyız, duracağız. Parti/örgüt işleyişinde olduğu gibi devlet işleyişinde de bu iki kavramdan vazgeçilmez. Öyle ki özgürlük ve disiplin ya da belirli bir farklılıkla özgürlük ile sorumluluk parti işleyişinin temel yapı taşlarını oluştururlar. Bu iki temel işleyişten disiplin, devlet var oldukça devlet ve toplum yapısının vazgeçilmez bir öğesi olarak kalacaktır. Devlet var oldukça disiplin de var olmak zorunda, hatta devletin yasal, anayasal hükmü olarak var olmak zorundadır. Ama burada bir diğer temel sorun, az ya da çok özgürlüğe yaşam alanı tanımayan bir disiplinin de kalıcı olamayacağıdır. Tarih farklı örnekler üzerinde kanıtlamıştır ki, özgürlükten yoksun disiplin hatta “çelik disiplin” er geç yıkılmışlardır. Ne kadar güçlü ordulara, istihbarat teşkilatlarına ve çelik disiplinli parti yapısına dayanırsa dayansınlar, özgürlükten yoksun ise yıkılmaktan kurtulamazlar. Hatta SSCB örneğinde olduğu gibi, kimilerinde dışarıdan ve de içeriden sözü edilir bir müdahale ya da bir karşı direniş olmadan bir nevi kendiliğinden yıkıldı. Daha önce gerek Kürt Solu “Devlet Dosyası”nda, gerekse örgütlenme konulu diğer yazılarımda bu sorunu ayrıntılı ele almıştım. Tekrara girmeden şu kadarını belirtmekle yetineceğim: Özgürlükten yoksun kalan güçlü, disiplinli devlet, oksijenden yoksun kalan insan misali kendiliğinden yıkılır. Bunun bizi de doğrudan ilgilendiren en çarpıcı örneği 1990 yılında yıkılan SSCB oldu. Düşünebiliyor musunuz; 22 milyon insanının hayatı pahasına Alman
25
faşizmini ülkesinden çıkarmakla kalmayıp, Berlin’deki inine kadar kovalayarak yıkılışında belirleyici rol oynayan Sovyet halkı ve o günün zayıf Kızıl Ordusu! Buna karşılık, 1990 yılında dev yapıdaki devlet (ordu, istihbarat) ve partiyi, bir tankın başına 10-15 kişi ile çıkan Yeltsin şarlatanı mı yıktı? Hayır! Özgürlükten yoksun kalan çelik disiplin (Kızıl Ordu, KGB ve Parti) kendiliğinden çürüyüp yıkılmıştı. Başka bir ifadeyle parti ve devlette özgürlüğü kuşatıp neredeyse tümüyle yok eden çelik disiplin, oksijensiz kalınca kendiliğinden yıkılmıştı. Disiplin ile sorumluluğun birbirine yakın içerikleri olmakla birlikte aynı şeyler değillerdir. Dışsal olan disipline karşılık sorumluluk, daha çok içsel, içselleştirilmiş öz disiplin olarak bizi devletsiz toplumlardaki öz sorumluluğa götürür. “Sosyalist devletlerde disiplin mi, yoksa sorumluluk mu hâkim kılınmalıydı?” sorusu çok tartışıldı, tartışılıyor. Olması gereken, devletten devletsizliğe adım adım evirilmesi gereken sosyalist devletlerde, dışsal çelik disiplinden öz disiplin olarak sorumluluğa geçiş de toplumda adım adım geliştirilmeliydi. Devletin devletsiz topluma doğru erimesiyle paralel olarak dışsal disiplinden içselleştirilmiş disiplin olarak sorumluluğa geçiş gerçekleştirilmeliydi. Ancak SSCB ve diğer sosyalist ülkelerde yaşanan bunun tersineydi. Öyle ki başta SSCB olmak üzere, iç ve esas dış düşman olarak emperyalist kapitalist kuşatma altında olmaları nedeniyle, sosyalist devletler kuruldukları andan itibaren zayıflayacaklarına tersine güçlendiler, güçlendirildiler. Denilebilir ki parti ve devlette dışsal olan çelik disiplin yerini içsel disiplin olarak sorumluluğa bırakmadı. Bırakamazdı, zira devletten devletsizliğe doğru evirilme bir trend olarak gelişmedi. 20.yy boyunca partilerde -elbette konumuz itibariyle komünist partilerde- dışsallaşan ve giderek yabancılaşan disiplin, başka bir ifadeyle partideki özgürlük alanını daraltması nedeniyle oksijensiz kalan ve kendisinin de yıkılmasına yol açan disiplin kavrayışı nereden geliyordu? Aynı dışsal disiplin ve
Mezopotamya
katı merkeziyetçilik süreçte neden parti ve devlette herkesi kuşatan bir bürokrasi üretti? 21.yy komünist hareketi gerek parti işleyişindeki disiplin ile özgürlük, demokrasi ile merkeziyetçilik alanında, gerekse sosyalizm yöneliminde, 20.yy komünist hareketini aynen tekrarlayarak bir sonuç alamaz. Öncelikle bunun bilincinde davranabilmeliyiz. Komünist hareket, parti işleyişinde dışsallaşmış ve parti üyesi ile kadroyu partisine ve kendisine yabancılaştıran dışsal disiplini aşmak zorundadır. 20.yy’dan farklı olarak bunu aşacak nesnel ve öznel koşullar da oluştu, oluşuyor. Nedir bu değişen, gelişen lehte koşullar? Birincisi; sermayenin emek rejiminde yaşanan gelişmelerdir. Özetle Fordist emek rejiminden esnek (yalın) emek rejimine geçiş hamleleri bu değişimin başında gelmektedir. Sermaye, montaj hattına dayalı ve üretim çavuşlarının kırbaçlı gözetleyiciliği altında yani sermayenin katı dışsal disiplini altındaki çalışmaya dayalı Fordist emek rejimini aşmaya çalışıyor, bu yönde önemli adımlar da atıyor. Fordist emek rejimi yerine, adına genel olarak esnek emek rejimi denilen ve bir ürünün baştan sona üretilmesi sorumluluğunu üstlenen az sayıdaki işçinin (kalite çemberinin) sorumluluğu altında gerçekleştirmeye dayanan ve de tepelerinde elektronik gözetleyiciler dışında artık “haydi çalışın!” diye bağıran canlı üretim çavuşlarının olmadığı emek rejimi hedefleniyor. Hedeflemenin de ötesinde esnek emek rejimi AB, Japonya ve ABD başta olmak üzere üretimde somut olarak geliştiriliyor. Kalite çemberleri de denilen esnek emek rejimi ile disiplin en azından biçimsel olarak dışsallıktan çıkarılmaya, yani manifaktür benzeri içsel bir unsur haline getirilmeye çalışılıyor. Çalışılıyor ama biçimselliği aşan bir ilerlemeyi gerçekleştiremiyor! Sermayenin katı disiplini yine var ama örtük olarak! Çünkü kalite çemberinde yer verilen işçiye “çalış” diyen üretim çavuşu yok ama gün veya hafta sonu geldiğinde, önceden miktarı belirlenmiş ürünün üretilip üretilemediğinin hesabı sorulur! Öyle ki
Sosyalist
21.Yüzyıl’ın komünist hareketi, gerek parti işleyişindeki disiplin ile özgürlük, demokrasi ile merkeziyetçilik alanında, gerekse sosyalizm yöneliminde, 20.Yüzyıl’ın komünist hareketini aynen tekrarlayarak bir sonuç alamaz. Öncelikle bunun bilincinde davranabilmeliyiz. ön planlamada söz konusu kalite çemberinde bir günde, bir haftada, bir ayda hatta bir yılda ne kadar üretileceği belirlenmiş durumda. Demek ki sermayenin esnek emek rejiminde disiplin görünürde içselleşmiş olarak görünür ama özünde katı dışsal disiplin devam eder, ediyor. Sermayenin nasıl ki ulus devleti aşmada gelip dayandığı kendi sınırları (kendi ayak bağları) varsa, aynı şekilde sermayenin Fordist emek rejimini, dolayısıyla üretimde katı dışsal disiplini aşmasının da bir sınırı vardır. Zaten başka faktörlerle birlikte bu sınırlarına dayanmış olmasından dolayıdır ki, küresel sermaye üretimi Batı’dan (kuzeyden) Doğu’ya (Güneye/Asya’ya) kaydırmaktadır. Kapitalist üretim rejimi AB, ABD ve Japonya’da Fordist emek rejiminden çıkış ile Postfordist olarak da adlandırılan esnek (yalın) emek rejimine geçiş arasında sıkışıp kalmışken, bunalımını genelde Güney özelde Asya üzerinden çözmek istiyor. Bu ayrı bir tartışma konusu. Biçimsel ve sınırlı da olsa sermaye bile üretimde dışsal disiplini aşmak isterken, komünist hareket, parti işleyişinde, 20.yy Fordist emek rejiminin bir ürünü olan dışsal disiplini aynen sürdürebilir mi? 20.yy’ın üç temel olgusu olarak emek rejiminde (üretimde), orduda ve partide disiplin birbirinin benzeriydi. Emek rejimi, ordu örgütlenmesi ve parti örgütlenmesinde disiplin esas “çelik disiplin” olarak tanımlandı. Lenin hariç tutulursa RSDİP yöneticileri, Mao dâhil ÇKP yöneticileri ve Che, Castro dâhil Latin Amerikalı devrimcilerin, komünistlerin kıyafetleri askeri renk ve düzenekte olması, dolayısıyla disiplin denilince akla ordunun gelmesi de tesadüf değildir. Yine
26
her üçünde de örgütlenme kitlesel karakterdeydi. Dikkat edilirse, üretim rejimindeki esneklikle paralel olarak nasıl ki üretimde işçinin kalifiye/uzmanlık yönü öne çıkarılarak sayı azaltılıyorsa, orduda da profesyonelleşme/ uzmanlaşma ile paralel sayısal daralma yaşanıyor. Bu gelişmenin parti ve siyaset üzerindeki etkisi nedir, ne olacaktır? Ayrıca tartışılması gerekir. Kısacası Stalin ve Mao’nun askeri kıyafet içerisinde parti ve sosyalist devleti yönetmelerini o günün şartlarında anlıyoruz, ama bugün gerek onların bu yönünü gerekse dışsallaşmış disiplinlerini aynen tekrarlamayı da kesinlikle doğru bulmuyoruz. Kapitalizmin yüzü geçmişe, komünizmin yüzü ise geleceğe dönükse, sermayenin biçimsel olarak da olsa aşmaya çalıştığı şeyi komünist hareket özünde aşmak zorundadır. Bunun zemini 20.yy’a oranla güçlenmiştir. İkincisi; 21.yy komünistleri, 20.yy komünist hareketinden farklı ve ileri olarak, kapitalist emek rejimindeki gelişmenin yanı sıra kuantum fiziğindeki olasılıkçı yaklaşımın siyaset diline tercüme edilmesini de arkalamış bulunmaktadır. Kuantum fiziğinin siyaset felsefesine tercüme edilmesinin, komünist hareketin ideoloji ve örgütlenme ufkunun genişlemesinde ciddi katkıları olmuştur, olacaktır, yeter ki değerlendirebilelim. Üçüncüsü; 20.yy’ın zengin komünist örgüt ve mücadelesini, zengin bir sosyalist iktidar (devlet) pratiğini ve yıkılışını da neden-sonuç ilişkisi içerisinde arkalamış bir 21.yy komünist hareketi var. 20.yy’ın Ekim Devrimi başta olmak üzere dünyayı sarsan sosyalist devrimleri, başlangıç yıllarında emperyalistlerin, kapitalistlerin ve rejimlerinin rüyalarına giren sosyalist iktidar ve devletleri, gerek adlı gerekse adsız kahramanları olarak göğe akın eden kadrolarıyla vardıkları yer: Herkesi ve her şeyi kuşatan bürokrasi, katı merkeziyetçilik ve elbette yıkım! 21.yy komünist hareketi ve bu arada Kürdistan komünist hareketi yürünen yolu aynen tekrarlamamalıdır. Ama nasıl? Sermaye, kapitalistler bile tasarım yani beyin gücüne dayalı eme-
Mezopotamya
ğin artık salt dışsal disiplinle çalıştırılamayacağı gerçeğinden hareket ediyorlarsa, komünistler parti işleyişinde artık sadece dışsal disipline dayanan tüzük hükümleri ile kadro ve üyelerini çalıştıramaz! Tüzük, öncelikle bu boyut dikkate alınarak şekillendirilmelidir. Ülkesinin işgal altında bulunduğu, Kürtlerin ayrı bir halk olduğu gerçeğinin bile rejimce resmen kabul görmediği, daha devletleşmemiş ama kapitalizme özgü sınıf ve çelişkilerin şekillendiği gerçeğimiz var. Ve son yüz yıldır barut kokusu ile yüklü siyasetin hâkim olduğu Kürdistan’da, Ortadoğu’da, disiplin ile özgürlük, özellikle de içselleştirilmiş disiplin olarak sorumluluk ile özgürlüğe parti tüzüğünde yer vereceğiz, ama uyumlu bir ilişki içerisinde nasıl yer vereceğiz? Tüzükte bu iki kavramın dengesi nasıl kurulacak? Örneğin, tüzükte “parti; işçi, emekçi, kadın, genç ve entelektüel saflardan gelen özgür ve sorumlu komünistlerden oluşur” mu diyeceğiz? Kürdistan’da, hatta Türkiye ve Ortadoğu’da, sermayenin katı disiplini altında işçi oğlu işçi kuşağının halen işçiler arasında belirleyici nicelikte oluşmadığı biliniyor. Başka bir ifadeyle, sermayenin yıllar alan katı disiplini altında çalışmanın bir disiplin öğesi olmaktan çıkıp bir alışkanlık hatta kültürel bir alışkanlığa dönüştüğü işçi kuşağından yoksun olduğumuz gerçeği dikkate alındığında, tüzükte disiplin kavramı yerine içselleşmiş disiplin olarak sorumluluk ya da öz disipline yer verebilir miyiz? Bir üye veya bir kadro çıkıp “madem ben özgürüm, partinin şu kararını ya da görevini yerine getiririm ama şunları yerine getirmem” derse ne yapılacak? Kim kime ve neye dayanarak görevlerini yerine getirmede yaptırım uygulayacak? Bunların tüzükte netleşmesi gerekecek. Partide örgütsel işleyişin özünü belirleyecek olan disiplin ile özgürlük denklemi yerine sorumluluk ile özgürlüğe yer verebilir miyiz? Tüzüğü bu içerikle şekillendirebilir miyiz? Özgürlük ile disiplinin ama içselleştirilmiş disiplin olarak sorumluluğun, tüzükte ve önemlisi partinin canlı pratik yaşamında birbirini tamamlamasını, besleme-
Sosyalist
20.Yüzyıl’ın devrimci-komünist hareketi de, katı disiplinli -öyle ki ordu disiplini ile örgütlenen- sermayeye karşı mücadele ederken sermayenin çelik disiplininden çok şeyi almış, almak zorunda kalmıştı. Lenin’in “disiplini Almanlardan öğrenin” sözü bunun en özlü dile getirilişidir. sini ve içerik katmasını somutlaştırmamız gerekiyor. Peki ama nasıl? Başka bir ifade ile parti işleyişinde, disiplinin özgürlüğün sınırlarını belirlemesi, ona içerik katması yerine özgürlüğün disipline (sorumluluğa )içerik katıp şekillendirmesini gerçekleştirmek zorundayız. Ama nasıl bir tüzüksel biçimleniş ile ve nasıl bir kadro yapısıyla? Bunu tartışmalıyız. 21.yy başında komünist parti tüzüğünün bu yaklaşımı eksen alarak şekillenmesi gerekir. Peki ama Ortadoğu ve Kürdistan coğrafyasının mevcut sosyolojisinde ve mevcut insan kaynakları üzerinde bunu başarabilir miyiz? Başarmak zorundayız demek önemlidir ama yeterli değildir. 20.yy’da disiplin ve özgürlük ilişkisinin tüzükteki yer alışı ve pratiği “disiplin içerisinde özgürlük” şeklindeydi. 21.yy’da bu ilişki yerine “özgürlük içerisinde disiplin” yani disiplinin içeriğini ve sınırlarını özgürlüğün belirlediği bir dokuyu, bir işleyişi partide hâkim kılmak istiyoruz. Başarabilir miyiz? Biliyoruz, yaşadık, 20.yy komünist partilerinde disiplin özgürlük ilişkisi, disiplin merkez (eksen) alınarak kurulmuştu. Partide her şeyin sürükleyicisi işçi sınıfının “çelik disiplini” idi. Parti programı ve tüzüğü, işçi sınıfına, emekçilere, ezilen ve sömürge halklara özgürlük uğruna mücadeleyi tarif ediyordu, dahası elde edilmesi gereken hedeflerinin başına konulmuştu. Ancak devrim öncesi partide ve devrim sonrası parti ile devlette özgürlüğe ancak “çelik disiplin”in sınırları içerisinde yer verilmişti ki oksijensiz kalıp yıkılan da yine o çelik disiplinin kendisi olmuştu! İşte 21.yy’da disiplin içinde özgürlük yaklaşımı ve pratiğini aşmak zorundayız derken bunu kastediyoruz.
27
İşçi sınıfı ‘çelik disiplin’i nereden alır? Gelelim can alıcı sorun olarak, işçi sınıfının ‘çelik disiplin’i sorununa. Sorun genel olarak disiplin değil de özel olarak işçi sınıfı, elbette modern sanayinin işçi sınıfı disiplini olunca, bunun kaynağı sermayenin kendisidir. Modern işçi sınıfı disiplini sermayeden alır. Bunu Markx ve Lenin üzerinden irdeleyeceğiz. 20.yy devrimci-komünist hareketi de, katı disiplinli -öyle ki ordu disiplini ile örgütlenen- sermayeye karşı mücadele ederken sermayenin çelik disiplininden çok şeyi almış, almak zorunda kalmıştı. Lenin’in “disiplini Almanlardan öğrenin” sözü bunun en özlü dile getirilişidir. “Emek Partisi disiplinli bir partidir. Disiplin, partinin işçilere ve işçi hareketine dayanması ve sınıfın bir örgütü olmasından, onun emek karakterinden ve üyelerin gönüllü katılımından kaynaklanır. Bu disiplin ihlal edilemez”(Emek Partisi Tüzüğü, Madde:41). Benzer içerikli maddeler farklı kelimelerle tüm emek, işçi ve komünist ön takılı partilerin tüzüğünde yer alır. Biliniyordu, burada da görülüyor ki komünist partilerde disiplinin kaynağı işçi, işçi hareketidir. Peki, işçi/işçiler disiplini nereden alır? Yanıtlanması gereken kilit soru budur. 20.yy’da ve halen de “proleter disiplin”, “çelik disiplin” üzerine makaleler, kitaplar yazıldı, yazılıyor. Kısacası proleter disiplin, komünist ve işçi partilerinde tüzüksel işleyişin temelidir. Partinin işçilere ve ücretli emek gücüne dayanması ile yapısındaki disiplinli işleyiş arasında doğrudan bir ilişki vardır, en azından bu ilişki kurulmaya çalışılır. Komünist, devrimci partiler işçi sınıfının çelik disiplini ile örgütlenmek zorundaydılar. Bu zorunluluk bugün de özünde varlığını koruyor. Çelik disiplin olmadan çelik disiplinli sermaye ve onun düzenini yıkamazlar. Kürdistan gibi işgal altındaki bir ülkede bu kural daha da geçerlidir. Tartışılması gereken sorumluluk ya da disiplinin gerekli olup olmadığı değil, bunun tüzükte ve dolayısıyla parti hayatında nasıl yer alacağıdır. Tartışılması gereken “disiplin içerisinde özgürlük” yeri-
Mezopotamya
ne “özgürlük içerisinde disiplin”in tüzükte nasıl içerik kazanacağıdır. İşçi sınıfı disiplinin esas kaynağının ne olduğu üzerine Marx şunları söylüyor: “Ne zaman ki sermayenin katı disiplini, kuşaklar boyu etkisini sürdürerek, genel çalışkanlık ve üretkenliği yeni kuşakların ortak karakteri haline getirir; ne zaman ki sermayenin sınırsız zenginlik hırsıyla sürekli kamçıladığı emeğin üretici güçleri, bir yandan genel zenginliğin toplumun bütünü tarafından sahiplik ve muhafazasının çok daha az emek süresini gerektireceği, bir yandan da çalışan toplumun kendi genişleyen yeniden-üretim sürecine, sürekli daha geniş alanlarda gerçekleşen yeniden-üretimine bilimsel olarak hâkim olabileceği aşamaya varırlar; dolayısıyla nesnelere yaptırabileceği şeyleri insanın kendi emeği ile yapma zorunluluğu sona erer; o zaman sermayenin tarihi misyonu da tamamlanmış olur.” (K. Marx, Grundrisse, sy:421, Birikim Yay.) Okuyucunun dikkatini Marx’ın, “genel çalışkanlık”, “sermayenin katı disiplini”, işçi sınıfının “üretkenliği yeni kuşakların ortak karakteri haline getirir”, “genel zenginliğin” toplumun tümü tarafından “sahip”lenilmesi gibi vurgularına çekmek istiyorum. Marx sermayenin tarihi misyonu ne zaman sona erer sorununu irdelerken birbiriyle bağlantılı birden fazla gelişmeyi sıralar. Bunlardan biri olarak da, işçi oğlu işçi yani kuşaklar boyu işçiler, “sermayenin katı disiplini” altında çalışmakla artık çalışma işçiler için bir disiplin unsuru olmaktan çıkarak yeni işçi kuşaklarının “ortak karakteri haline gelir” der. Bu durumda işçiler için çalışma artık iktisadi aklın bir gereği olan disiplin unsuru olmaktan çıkarak kültürel alışkanlık özelliğini kazanır. Elbette bu merhaleye ulaşmak beraberinde teknolojinin, yani nesnelleşmiş emeğin emek rejimi içerisindeki oranının büyümesi, yani insanın kendi eliyle yaptığı işleri “nesnelere yaptırma”sının belirleyici hale gelmesi; daha açık bir ifadeyle canlı emek yerine makinelere/robotlara dayalı otomasyonun üretimde bugünkünden çok daha ileri bir düzeye taşınması; dolayı-
Sosyalist
Demek ki işçi sınıfının çelik disiplininin kaynağı sermayenin kendisidir. Demek ki hem dinin hem de kapitalizmin kutsadığı çalışma, elbette iktisadi amaçlı çalışma kutsal değildir. Demek ki komünizmin nihai hedeflerinden biri, insan zamanının iktisadi çalışmadan özgürleştirilmesidir. sıyla hem işçinin çalışma saatlerinin kısalıp zamanının iktisadi çalışmadan büyük oranda özgürleştiği hem de çalışmanın yeni kuşakların ortak karakteri haline geldiği; işçinin de bildiğimiz işçi olmaktan çıktığı ve bunların toplamından, sermayenin tarihi misyonunun da sona erdiği/erdirildiği evrede işçi sınıfının da, komünist örgütlenmenin de çelik disiplini tümüyle aşılarak yerini sorumluluğa bırakır, bırakacaktır. Esas sorunumuza gelince; komünist parti disiplini nereden alıyor? Yanıt genel olarak belli: “Partinin işçilere ve işçi hareketine dayanması ve sınıfın bir örgütü olmasından, onun emek karakterinden!” Peki, işçi sınıfı çelik disiplini nereden alıyor? Sermayeden! Demek ki ne çalışmayı ne de disiplini, hele de işçi sınıfının çelik disiplinini kutsamamak gerekiyor! Disiplin olmadan olmaz, ama kutsamamak ve dışsal disiplini aşmayı hedeflemek kaydıyla gereklidir. Zaten 20.yy katı disiplinli komünist partileri bile, görev ve sorumlulukların yerine getirilmesinde, disiplin kadar gönüllülüğe de dayanırlar. Çünkü komünist hareketin dokusu esasen program ve tüzüğün gönüllü kabulüne dayanan “yoldaşlık” hukuku üzerinde inşa edilir. Marx, 150 yıl önce komünizmin nesnel ve tarihsel zeminine ilişkin öngörüsünü dile getirir ve bu öngörü bugün esas itibariyle AB, ABD ve Japonya’da büyük oranda gerçekleşmiş durumda. Belirttiğimiz alanlarda sermayenin katı disiplini altında kuşaklar boyu çalışan işçi sınıfında, çalışmanın giderek bir dışsal disiplin unsuru olmaktan çıktığını görmekteyiz. Bu sorunlar üzerinde “Kapitalizmin Tarihsel Fiziksel Sınırları” adlı kitapta ayrıntılı durmuştum. Burada oku-
28
yucunun dikkatini sadece proleter çelik disiplinin kaynağının sermaye olduğuna çekmek istedim. Demek ki işçi sınıfının çelik disiplininin kaynağı sermayenin kendisidir. Demek ki hem dinin hem de kapitalizmin kutsadığı çalışma, elbette iktisadi amaçlı çalışma kutsal değildir. Demek ki komünizmin nihai hedeflerinden biri, insan zamanının iktisadi çalışmadan özgürleştirilmesidir. 1917 Ekim Devrimi ile iktidara gelen Rusya Komünist Partisi’nin, daha iktidarının ilk yıllarında çalışma ve ekonomi alanında yüzleştiği temel sorunlardan biri de işçilerde çalışma disiplininin olmamasıydı. Üstelik devlet artık işçilerin devleti ama işçiler her fırsatta kendi sosyalist iktidarlarında işten kaytarırlar! Neden? Çünkü Rusya’nın o günkü koşullarında belli başlı kentlerinde ciddi bir işçi sınıfı var ama bu işçi sınıfı sermayenin katı disiplini altında şekillenmiş “işçi oğlu işçi” kuşağı değildir. Sosyalist devlet kurulmuş ve herkese iş güvencesi verilmiş, dahası devlet işçilerin kurduğu kendi devletleri! Ancak işçiler için çalışma, “ortak karakter” yani disiplin öğesi olmanın çok ötesinde kültürel bir alışkanlık haline gelmediği için, işçiler, üretimde dışsal disiplin olarak “Haydi çalışın!” diye denetleyen üretim çavuşları olmadan çalışmıyor, fırsatını bulunca kaytarıyor. İşte tam da bu koşullarda sosyalist devletin başkanı olarak Lenin, “disiplini Almanlardan öğrenin”, öğrenmeliyiz der! Ne demek bu? Lenin, Almanlar derken kastettiği, Almanların başını çektiği Batı Avrupa’nın kapitalist sanayileşmede Fordist emek rejimi ile üretimde gerçekleştirdiği katı çalışma disiplinidir. Başka bir ifadeyle Alman sermayesinin üretim sürecinde işçilere uygulattığı dışsal katı çalışma disiplinidir. Lenin ne iktisadi çalışmayı ne de disiplini kutsamış değil, ancak sosyalist iktidarın ilk yıllarında başka alternatif bulamadığından Almanya’da uygulanan Fordist emek rejimindeki katı disiplini “öğrenin” diye salık vermek zorunda kalır. Komünistler için gerek aptallaştırıcı iktisadi çalışma, gerekse de onun katı disiplini kutsal değil. Ko-
Mezopotamya
münistlerin, sermayenin iktisadi çalışmayı araç olmaktan çıkartıp amaç haline getirerek kutsallaştırmasını ve “aklı iktisadi akla, iktisadi aklı da akıl dışılığa vardırarak, genelde insanı, özelde ücretli emek gücünü çalışmanın kölesi haline getirme”sine (21.yy’da Özgürlük ve Sosyalizm Manifestosu, sy:15) karşı temelden bir itirazları hep oldu, olacaktır da. Komünist hareket kapitalizmi aşmayı hedefliyorsa, elbette onun insanı aptallaştırıcı çalışma disiplini olarak dışsallaşmış disiplinini de aşmayı hedeflemelidir. Ayrıca artık disiplini “Almanlardan öğrenin” demeye gerek kalmadı, çünkü artık dünyanın her yerinde kapitalizm derinlemesine gelişti, gelişiyor. Yine aynı yere geliyoruz: Komünistler elbette 21.yy komünistleri- parti örgütlenmesinde, somutta da tüzüğün biçimlenmesinde dışsal disiplin yerine içselleştirilmiş ve daha güçlü disiplini ifade eden “sorumluluk” ya da eş anlamlı olarak “özgürlük içerisinde disiplin”i kullanmalıdırlar. Geleceği temsil eden komünist hareket sermayeden daha ileri olacaksa, bunun örgütlenmesini de başarmak zorundadır. 21.yy’da komünistler için, parti üye ve kadroları için disiplin; gerek parti yönetimi, gerekse yoldaşları “kendisinin ne yaptığını bildiklerinin farkında olmadığı zaman nasıl hareket etmesi gerektiğinin bilinci” ile davranabilmek olarak algılayıp hayata geçirmektir. Üretim sürecinde canlı ya da elektronik gözetleyici olmadan sorumlulukla çalışmaktır. Parti faaliyetinde seni her an gözetip denetleyen yönetici olmadan sorumluluk bilinciyle görevlerini yerine getirmektir disiplin. Sabah erkenden tıpkı bir ekmek kapısı uğruna kalkıp işe gitme zorunluluğu misali ama bu dışsal zorunluluk olmadan, sorumluluk bilinciyle sabah kalkıp halkın özgürlüğü, işçi sınıfının kurtuluşu ve bu amaçla partinin güçlendirilmesi için çalışmaya koyulmaktır! Nihayet disiplin; tek başına yolda giderken, inandığı Allah’tan başka kimse kendisini görmediği halde yoldaki taşları, “kadınlar süt sağmaya giderken ayakları taşlara çarpmasın” diye temizleyen amcam Hadi’nin öz sorumluluğu ya da inancı ile
Sosyalist
Söylemek ile uygulamak arasında belli bir mesafe vardır, bu mesafeyi tümüyle kaldıramayız ama önemsizleştirecek kadar daraltabiliriz. Bunun üzerinde düşünüp tartışarak tüzüğü şekillendirmeye koyulursak yol alabiliriz. O zaman belki tüzüğü uygulamak için ayrıca kurul ve kurallara gerek de kalmayabilir. davranabilmektir. Ancak o zaman disiplini dışsal disiplin olmaktan çıkarıp içselleştirilmiş disiplin olarak özgürlük içerisinde disiplin haline getirebiliriz. Söylemek ile uygulamak arasında her zaman belli bir mesafe vardır, bu mesafeyi tümüyle kaldıramayız ama önemsizleştirecek kadar daraltabiliriz. Bunun üzerinde hepimiz düşünüp tartışarak tüzüğü şekillendirmeye koyulursak yol alabiliriz. O zaman belki tüzüğü uygulamak için ayrıca kurul ve kurallara gerek de kalmayabilir. Özgürlük içerisinde disiplin, 21.yy komünist hareketi için kaçınılmaz bir zorunluluk halini almıştır, sorun bunun tüzükte nasıl bir formülasyonla ifade edileceğidir. Bizim kültürel ve sosyal, ekonomik koşullarımızda nasıl bir içerik kazanacağıdır. Örneğin, bir üye bir kadro “ben özgürsem herhangi bir parti organında yer almak istemiyorum, eylem birliğine uymayı da bir zorunluluk olarak görmüyorum” derse ne diyecek parti ve tüzük? “Partide, program ve tüzük zemininde eylem birliği esastır. Kararların uygulanmasına katılmak gönüllülük esasına dayanır. Ancak karara katılmayanlar karşı eylem örgütleyemezler. Bu maddede belirtilen hak, parti kurullarında görevli üyeler tarafından örgütsel görevlerin yerine getirilmesini engelleyecek biçimde kullanılmaz. Ayrıca karara katılmayanlar karşı eylem örgütleyemezler” mi diyeceğiz? (ÖDP Tüzüğü, sy:61-62) Bu yaklaşımın tüzükte yer alması, besbelli ki birden fazla grup ve çevrenin yer aldığı ÖDP’de uzlaşmanın ürünüdür. Çünkü hem “Partide, program ve tüzük zemininde eylem birliği esastır” diyeceksin hem de ”kararların uygulanmasına katılmak gönüllülük esasına
29
dayanır” demek kendi içerisinde çelişkilidir ve “karara katılmayanlar karşı eylem örgütleyemezler” demek de bu çelişkiyi ortadan kaldırmaz. Partide gönüllülük kişinin esasen program ve tüzüğü kabul edip etmemesidir. Partinin bu iki temel belgesini kabul edip uğruna mücadele etmeyi hedefledikten sonra parti tüzüğü gereği eylem birliğine uyması gerekir, yoksa parti, parti olmaktan çıkar. Kısacası partide tam bir iç demokrasi temelinde eylemin karar aşaması şekillendikten sonra, yani eylem demokratik işleyiş temelinde herkesin katılımıyla şekillendikten sonra, eylem birliğine uyup uymamak gönüllülüğe bırakılamaz. Program, tüzük dahil her sorun üzerinde tartışmada tam bir özgürlük, ama eylem aşamasında ise sorumluluk gereği eylem birliğine uygun pratik davranış! Tüzük bu perspektifle şekillenmelidir. Tüzük, demokrasi ve merkeziyetçilik Tüzüğü tartışırken üzerinde yoğunlukla durmamız gereken bir sorun da parti içi demokrasi ile merkeziyetçiliktir. Öncelikle belirtelim; partide yukarıdan aşağıya katı merkeziyetçilik, bir yanıyla katı disiplin demektir. Demokrasi nasıl ki özgürlüğü çağrıştırırsa merkeziyetçilik de disiplini çağrıştırır ya da içerir. Bir partide iç demokrasi ne kadar güçlü ise üye ve kadronun özgürlük alanı da o oranda geniş demektir. Demokrasi kavramı, partide tabanın, yerelin bütün temel sorunlarda sürece dinamik katılımını içerir. Öyle ki, ister tekil bir üye/kadro olsun, ister daha geniş parti gücünü temsil ediyor olsun, muhalefetin iktidar karşısında özgürce görüş, öneri ve eleştiri haklarını içerir. Muhalefetin, yayınlar başta olmak üzere partinin tüm iletişim araçlarında iktidar kadar özgürce görüşlerini partililere yayabilme hakkını içerir. Demokrasi denilince, partide merkezin tanrı, sekreterin (başkanın) ise peygamber katına çıkışını bariyerleyen dinamik ve demokratik bir işleyiş algılanır, algılamalıyız. Bunlar bir komünist partinin her koşul altında olmazsa olmaz işleyişinin ana hatlarıdır. Ülkenin, partinin iç ve dış ko-
Mezopotamya
şulları terazinin ağırlık kefesinde belli bir farklılık payı ile bazen demokrasiye, bazen de merkeziyetçiliğe ağırlık vermeyi gerektirebilir. Kadroların, parti ideologlarının görüş ve zihniyetleri kadar içerisinde bulunulan şartların da partide demokrasi ile merkeziyetçilik terazisinde hangisine ağırlık verileceğinde önemli payı olmuştur, bugün de olacaktır. Katı uygulanan faşist bir rejimde ya da günümüz İran İslam Cumhuriyeti rejiminde yaşandığı gibi, yakalanan her rejim muhalifinin sokak ortasında ipe çekildiği koşullarda mücadele eden bir parti ile kısmi burjuva demokratik siyasetin hâkim olduğu ülke koşullarında mücadele eden bir partide demokrasi ile merkeziyetçilik dengeleri farklı ağırlıkta şekillenecektir. Ancak bu farklılık asla bir nitelik farklılığına, yani birine ağırlık vereyim derken diğerini tümüyle sıfırlayan bir noktaya götürülemez. Kısacası; koşulların dayatması ile merkeziyetçiliğe belli bir ağırlık verilmesi demek, merkezin ideolojik, politik ve örgütsel alanda tanrı katına çıkarılmasını asla beraberinde getirmez, getirmemelidir. Rusya’nın değişen koşullarında Lenin’in, partide demokrasi ile merkeziyetçilik dengelerinde bazen birine bazen de diğerine nasıl ağırlık verdiğine baktığımızda da bunu somut görebiliriz. 1900’lü yılların başında iki temel nedenle Lenin partide katı merkeziyetçi işleyişi savunur. Birincisi; Çarlık Rusya’sının ağır baskı koşulları altında yasadışı örgütlenip mücadeleyi sürdürme zorunluluğu nedeniyle her açıdan partide merkezileşmiş bir sevk ve idareyi savunur. İkincisi; Rusya çapında dağınık ve zengin yerel komünist örgüt, grup, çevrenin ayrı ayrı faaliyetlerinin yarattığı bir dizi sorun nedeniyle yukarıdan aşağıya katı olarak merkezileşmiş parti işleyişini savunur. Başta bu iki temel sorun olmak üzere Lenin 1904 yılında yazdığı “Bir Adım İleri İki Adım Geri” adlı eserinde yukarıdan aşağıya (tepeden tabana) doğru örgütlenmeyi yani katı merkeziyetçiliği savunur. Örneğin: “Oysa oportünistlerin örgüt sorunları karşısındaki tavrı daha birinci madde üzerindeki tartışmalarda belli olmuştu; dağınık ve sıkı sı-
Sosyalist
İran’da olduğu gibi, yakalanan her rejim muhalifinin sokak ortasında ipe çekildiği koşullarda mücadele eden bir parti ile kısmi burjuva demokratik siyasetin hâkim olduğu ülke koşullarında mücadele eden bir partide demokrasi ile merkeziyetçilik dengeleri farklı ağırlıkta şekillenecektir. kıya kaynaşmamış bir Parti örgütünü savunmaları, Parti Kongresinden ve onun görevlendirdiği Kurullardan başlayarak Partiyi yukarıdan aşağı örgütleme fikrine (bu ‘bürokratik fikre’) düşmanlıkları, her profesöre, her lise öğrencisine ‘her grevciye’ kendisini bir parti üyesi olarak ilan etme olanağını verecek şekilde, Partiyi tabandan yukarıya doğru örgütleme eğilimi; bir Parti üyesinin parti tarafından tanınmış bir örgüte bağlı olmasını öngören ‘şekilciliğe’ düşmanlıkları; …merkeziyetçiliğe karşı özerkliği savunmayı; bütün bunlar yeni Iskra’da bugünlerde bol bol çiçeklenmekte ve başlangıçta yapılan hatayı tam olarak açığa kavuşturmaktadır.” (Lenin, Bir Adım İleri İki Adım Geri adlı eserinin önsüzünden sy: 9) Lenin yine aynı eserinde; “Oportünist sosyal demokrasinin örgütlenme ilkesi tabandan yukarıya doğru örgütlenme yolunu izler ve bu yüzden de, mümkün olan her yerde, mümkün olduğunca (aşırı bir gayretkeşlikle) anarşizm ölçüsüne varan bir özerklik ve ‘demokrasi’yi savunur. Devrimci sosyal-demokrasi zirveden tabana örgütlenme yolunu izler ve parçalarla ilişkide merkezin yetki ve gücünün genişletilmesinden yanadır.” (Lenin, a.g.e, sy:250, Temel Yay.) Yukarıda da belirttiğim gibi, 1903-1904 yıllarında, birincisi yasadışı muhalif parti olma koşulları, ikincisi dağınık komünist hareketin (sosyal demokrasinin) toparlanıp merkezileştirilmesi gerekliliği nedeniyle, Lenin merkezileşmeyi, merkezin yetkilerinin genişletilmesini savunur. Ayrıca yukarıdaki alıntılara benzer alıntılara aynı eserde sıkça rastlamak mümkündür. 1917 Ekim Devrimi ile parti iktidara gelir, yani koşullarda köklü bir değişim olur. Ancak partinin ik-
30
tidarı üzerinden daha üç yıl gibi kısa bir zaman geçmiştir. Halen katı merkeziyetçiliği gerektiren iç savaş Rusya ve eski sömürgelerinde devam ediyor. Yanı sıra genç sosyalist cumhuriyet üzerinde emperyalist kuşatma sürüyor. Bu koşullar altında bile Lenin partide ve hatta tüm Sovyet cumhuriyetlerinde her şeyi zapt-u rapt altına alan güçlü merkeziyetçilikten yaka silker, eleştirir. Lenin, 1920 Nisan-Mayıs aylarında yazdığı “Sol Radikalizm Komünizmin Bir Çocuk Hastalığı” adlı eserinde bakın bu kez neyi eleştirir: “Her yıl kongresini toplayan parti 19 kişiden oluşan ve kongrede seçilen Merkez Komitesi tarafından yönetilir. Moskova’daki günlük çalışma, Örgütlenme Bürosu ve Politik Büro diye bilinen ve beş Merkez Komitesi üyesinden oluşan ve Merkez Komitesi Plenumlarında seçilen daha da dar kurullar tarafından yürütülür. İşte size tam bir ‘oligarşi’. Parti Merkez Komitesinin yönlendirici talimatları olmadan, Cumhuriyetimizin hiçbir devlet kurumunda hiçbir önemli siyasal ya da örgütsel sorun karara bağlanamaz.” (Lenin, Sol Radikalizm, sy:42) Lenin’den iki ayrı döneme ait farklı eserlerinden aktardığımız farklı değerlendirmelerden her biri kendi şartları içerisinde doğrudur. Birinci dönemde demokrasi ile merkeziyetçilik dengesi, merkeziyetçilik esas alınarak kurulmuştu. Partinin iktidara geldiği ikinci dönemde ise tersine demokrasi esas alınarak denge kurulmak isteniyor. Çarlık Rusya’sının ağır koşulları geride kalmış, parti yasadışı konumdan yasal konumun da çok ötesine geçerek iktidara gelmiştir. Yasadışı muhalefet partisinde katı merkeziyetçilik ile dışsal disiplin belirleyici iken, iktidar olmuş partide demokrasi öne çıkar, en azından Lenin öne çıkarır. Ayrıca belirtmek gerekir ki, yasadışı koşullar nedeniyle merkeziyetçiliğe ağırlık vermek demek, partide iç demokrasinin ortadan kaldırılması demek değildir. Buradan kalkarak Lenin’in partisinde devrim öncesinde iç demokrasi yoktu demek de yanlış olur. Tersine ağır yasadışı koşullar altında bile Lenin partide muhalefetin varlığını
Mezopotamya
ve iç tartışma özgürlüğünün varlığını demokratik zeminde korumaya özen gösterir. Lenin, başta Trocky olmak üzere muhalifleriyle ideolojik, politik tartışmalarıyla ünlüdür. Trocky’i en ağır olarak eleştirir ama aynı Lenin kendi yerine sadık takipçisi Stalin’i değil, en tartışmalı olduğu Trocky’i genel sekreterliğe önermekten de geri durmaz. Ama kongrede parti Stalin’i seçer, o ayrı bir konu. *** Tekrar somuta dönelim. Türkiye’deki mevcut yasal partilerin tüzükleri irdelendiğinde, tümünün ortak bir özelliği olarak genel başkana olağanüstü yetkilerin verildiği görülür. Yasal partilerin tüzüklerinde partinin hiyerarşik yapısı şöyle sıralanır: Genel kongre, genel başkanlık, parti meclisi (genel yönetim kurulu), merkez yürütme kurulu ve merkez disiplin kurulu… Dikkat edilirse tüzük hiyerarşisinde genel başkan, genel kongreden sonra partinin en yetkili merciidir. Yine örneğin olağanüstü kongrenin toplanmasında genel başkana tek başına, 40, 50 hatta 80 kişiden oluşan parti meclisi ile eşit yetkiler verilmiştir. Bu ne biçim parti içi demokrasidir? Bir genel başkan, kongreden sonra partide tek yetkili yasama mercii olan parti meclisi ile eşit yetkilere sahiptir! Partinin olağanüstü kongre toplamasında bunu daha çıplak görmek mümkündür. Olağanüstü kongre toplamada genel başkan ile parti meclisi ve bir önceki kongreye katılan delegelerin 1/5’nin iradesi eşitlenmiştir! Örneğin, 800 delege ile toplanmış bir kongrenin 1/5’i 160 delege demektir. Genel başkan ile 160 ya da daha fazla veya daha az sayıda olsun kongre delegelerinin 1/5’nin iradesi neden eşitlenir? Her şey bir yana, genel başkana verilmiş bu olağanüstü yetkiler, genel başkan etrafında belli bir dalkavuk ekibin oluşmasına, kişiliksiz bağımlılıklara,
Sosyalist
Özgün bir diğer sorunu olarak; Kürdistan’da komünist iddiaya sahip herkesi saflarında birleştirecek olan bir komünist partiyi hedeflerken, Marksizm zeminindeki zengin farklılıkları örgütün dinamizmi haline getirecek iç mekanizmaları geliştirebilmeliyiz. her zaman daha güçlü ve daha sağlamcı taraftan olmaya bakan zayıf ve kararsız unsurların genel başkan etrafında bürokrasi oluşturmasına yol açabilir. İlginçtir; kimi sosyalist, devrimci yasal partilerde, hem parti işleyişinde doğrudan demokrasinin işletilmesi, yani seçenlerin seçtikleri yöneticilerini her an geri çağırmaları (görevden alabilmeleri) tüzüksel hak olarak tanınır, hem de genel başkanı peygamberlik mertebesine çıkaran tüzüksel yetkiler verilir. Genel başkana bu tür yetkilerin verilmesi TC rejiminin siyasi partiler yasası gereğidir. Yeri gelmişken belirteyim; üzerinde kafa yormamız gereken bir sorun olarak tüzükte seçenlerin seçtiklerini her an geri çağırmalarına işlerlik kazandırılabilinirse, kalıcı koltuklar sorunu da kendiliğinden çözülmüş olur. O zaman tüzüğe, genel başkan ya da il başkanlarına ilişkin üst üste iki ya da üç defadan fazla seçilemezler hükmünü koymaya da gerek kalmayacaktır. Sonuç olarak; taban demokrasisini, hatta daha ilerisi olarak doğrudan demokrasiyi parti işleyişinde egemen kılmak mı istiyoruz; parti bürokrasisinin oluşumunu engellemek mi istiyoruz; ideolojik, politik ve örgütsel gücü partinin sadece merkezinde değil de partinin tüm gövdesine yaymak mı istiyoruz? O halde: Merkezin tanrı, genel başkanın peygamber olmasını engelleyecek tüzüksel tedbirler geliştirmeliyiz. Gerek genel başkan, il başkan-
31
lığı gibi parti yöneticiliğini, gerekse de devlet yöneticiliğini gerçekte halka, emeğe, topluma gönüllü adanmış bir hizmetle özdeşleştirmeliyiz. Yöneticiliği maddi çekicilikten soyutlayacak tedbirleri parti tüzüğünde ve anayasada şekillendirmeliyiz. Partide ve devlette yöneticiliğin siyasi güç ve maddi kazanç merkezi haline gelmesini engelleyecek tüzüksel/anayasal tedbirleri almalıyız. Yerelin/tabanın başta ekonomik-sosyal alan olmak üzere ideolojik, politik ve örgütsel alanlarda kendilerini sürekli yeniden üretebilen bir zeminde olmaları sağlanabilmelidir. Özgün bir diğer sorunu olarak; Kürdistan’da komünist iddiaya sahip herkesi saflarında birleştirecek olan bir komünist partiyi hedeflerken, Marksizm zeminindeki zengin farklılıkları örgütün dinamizmi haline getirecek iç mekanizmaları geliştirebilmeliyiz. Kısacası, partide muazzam bir özgürlük alanını gerektiren ideolojik-teorik yeniden üretim ile muazzam bir sorumluluk (disiplin, elbette içselleştirilmiş disiplin) alanını gerektiren eylem birliğinin uyumunu tüzük üzerinden sağlayabilmeliyiz. Çünkü hedeflediğimiz geniş parti birliği, öncelikle özgürlüğü gerektiren zengin ideolojik, felsefi üretim ile sorumluluğu gerektiren eylem birliğinin uyumlu ilişkisi üzerinden ancak gerçekleşebilir. Partide Marksizm zeminindeki zengin ideolojik farklılıkları kucaklayacak ve komünist farklılığı eylemlilik içerisinde dinamik olarak bir arada tutacak olan bir tüzük arayışımız var. Bu da ancak zengin ideolojik-teorik eğilimleri parti içerisinde ayrı örgütsel yapıya yani örgüt içinde örgüte dönüştürmeden, her açıdan yeniden üretime sürekli ve dinamik katkı sunabilmelerine imkan sağlayan bir tüzüksel işleyişle mümkündür. Hedef budur!
Mezopotamya
Temel Demirer
Zalimler yenilmeye mahkûmdur! [*]
H
er şeyin, her yerde; yerkürenin yedi iklim dört coğrafyasında müthiş hızlandığı bir kesitte; sürdürülemez kapitalizm ile burjuva iktidarları alt üst oluyorken; Türkiye de, Kürdistan da bundan bağışık değil; hızlanan tarihin tam orta yerinde topraklarımız… Kar altındaki coğrafyamız, Ankara’nın orta yerindeki direngen Tek-el, Antep’teki ‘Çemen Tekstil’ ve İstanbul’daki ‘İtfaiye’ işçileriyle, İzmir’deki ‘Kent A.Ş.’ direnişçileriyle ve dağlarındaki yok edilemeyen umutla dim dik ayakta… Topraklarımızda yeniden, bir kez daha “Ekmek ve Özgürlük” mücadelesinin sloganları yükseliyor… Onlarla “genel grev”de omuz omuzaydım; onların selamını getirdim sizlere; hepinizi aydınlık bir geleceğe olan inançları ve onu yaratmak mücadelesini sürdüren alt edilemez iradeleriyle kucaklıyorlar… Hiç kimsenin kuşkusu olmasın; kriz içinde debelenen sürdürülemez kapitalist vahşete karşı verilen bu kavga, daha da büyüyecek… SÜRDÜRÜLEMEZ KAPİTALİZMİN KRİZİ: SÜRÜYOR, BÜYÜYOR! Sürdürülemez kapitalizm temellerinden sarsılıyor; üçüncü büyük
Sosyalist
bunalımını yaşıyor… Ulaştığı yıkıcılık kapasitesiyle insan(lık)ın topyekûn imhasına denk düşen “küreselleşme” alt başlıklı sürdürülemez kapitalizm, George Soros’un “Kurallarına göre oynamakla kuralları koymayı birbirinden ayırmalıyız”[2] dediği riyakârlıkta somutlanırken; kapitalizm “küreselleşme” dediğinin “nihayeti”yle de yüz yüzedir… Oysa her şey ne güzeldi! Kredi maliyetleri neredeyse sıfırlanmış; varlık fiyatları astronomik boyutlara ulaşmış; ihtiyati fonlar, türev varlıklar, repolar, türev varlıklardan gene türevlendirilmiş yeni varlıklar... Köpük köpük balonlar yaratılmıştı. Finans piyasalarının “dâhi” beyinleri “sanayi-sonrası ileri hizmet toplumunun” inşasını geçekleştirmişlerdi. Öyle ki, dünya mal piyasalarında her 1 dolarlık sanayi üretimi, eşanlı olarak 25-30 dolarlık bir finansal işlemi yaratır hâle gelmişti. 2006 yılında ABD ekonomisinin yıllık ulusal geliri 12.5 trilyon dolar olarak hesaplanmaktaydı. Buna karşın, aynı sene “türevlendirilmiş” finansal varlıkların değerleri küresel piyasalarda 1200 trilyon dolar (yani ABD ulusal gelirinin 100 misli!) olarak ölçülmekteydi. Küresel finans ekonomisinin 2000’li yılları büyük bir coşkuyla
32
“Son kötü günleri yaşıyoruz belki Güzel günleri de yaşarız belki Kekre bir şey var bu havada Geçmişle gelecek arasında Acıyla sevinç arasında...” [1]
geçmekteydi. Dahası, ulus devletler artık piyasaların düzenlenmesi görevlerinden uzaklaştırılmış ve sermayenin gereklerine göre “yönetişimci/hakem devlet” yalanlarıyla yeniden biçimlendirilmişti. Bunun da ötesinde işçi sınıfının ideolojisi itibarsızlaştırılmış ve üniversitelerden ve akademik çevrelerden uzaklaştırılmıştı. Kısaca “tarihin sonu”na ulaşılmış idi! Küresel kriz tam da bu sırada patlak verdi. Reel dünyadan kopartılmış sahte değerler sisteminin iflası 2007 yazında başladı; 2008 sonuna gelindiğinde geride 40 trilyon dolara yakın “toksik” değersiz finansal kâğıt ve 50 milyon yeni işsiz bırakarak...[3] Kapitalizm artık bir “devri saadet”in sonunda! Bu noktada Uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanı Dominique Strauss-Kahn, yeni bir resesyon tehlikesine dikkat çekti; dünyada yeniden ekonomik darboğaz görülebileceği uyarısında bulundu; “çift dipli kriz modelinin (double-dip recession) ciddi bir risk olduğu”na dikkat çekti. Evet, kapitalist dünya ekonomisinde, ama özellikle gelişmiş ülkelerde, uzun bir süre için “Yeni Normal”in, tarihsel ortalamaların altında bir büyüme hızı, yüksek işsizlik
Mezopotamya
oranları olacağı anlaşılıyor. Ekonomist Heizo Takenaka iki dipli “W” tipi bir resesyon olasılığının güçlü olduğunu vurgularken, Roubini, toparlanmanın “V” değil “U” tipi olduğunu söylüyor. Michael J. Elliot’un şirketinin, 52 ülkede 1200 CEO’yu kapsayan anketinin sonuçları da iyimser değildi.[4] Kimi aklı evellerin “Bitti-BitiyorBitecek” dediği kriz, “sosyal” özellikler kazanarak büyüyor ve sürüyor! Yaşanan kriz; üçüncü büyük bunalımdır; “Uzun Dalga”nın sonudur! Marksist “Uzun Dalga” yaklaşımının ana önermelerine göre: I) Kapitalizmde kâr oranlarının düşme eğilimi 20-30 senelik uzun bir dönemde açığa çıkar. II) Uzun durgunluk evresinde karşı eğilimler (başta devlet müdahaleleri olmak üzere) ana eğilime (kâr oranının düşme eğilimi) tâbi olurlar.[5] III) Uzun durgunluk evresinde çevrimsel, konjonktürel krizler daha sık, derin ve uzun olur. IV) Kapitalizmi krize, uzun durgunluk evresine sokan dinamikler sisteme içseldir, ancak yeni bir uzun canlanma evresine geçiş dışsal etkenlerce (“sistem şokları”) belirlenir. V) Krizden çıkışın ve yeni bir genişleme evresinin önkoşulu sermayenin değersizleşmesi ve yıkımıdır. Evet, olan tam da budur (yıkıma eşitlenmiş) bir topyekûn değersizleşme… İşte birkaç veri: Dünya Ekonomik Forumu’nun yayımladığı rapora göre, 2009 yılında sadece Kuzey Amerika, Japonya ve Batı Avrupa’da 12 milyon kişi işini kaybetti. Dünyada ise 27 milyon kişi işsizler ordusuna katıldı… Alman ekonomisinin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez görülmemiş bir çöküntü yaşadığı ve 2009 yılında yüzde 5 oranında küçüldüğü açıklandı… Deutsche Bank Yönetim Kurulu Başkanı Ackerman’a göre de, “Kimi sektörlerde daralmanın yüzde 40’lara ulaşması” söz konusu! Joseph Stiglitz’in, “Ağır bir resesyona sürükleyecek” diye nitelediği “Yunanistan ekonomisini kur-
Sosyalist
Emperyalist-kapitalizm içeride gericileşip,“öteki” ilan ettiklerine karşı ırkçılığa ve topyekûn saldırganlık silahına sarılıyor… Örneğin “Yüzyıl önce Avrupa’da Musevilere reva görülen konum, bugün Müslüman göçmenlere uygulanıyor”ken, aşırı sağcılık giderek yoğunlaşıyor/yoğunlaştırılıyor… tarma yolları arıyor”ken; “Borç batağına saplanan Yunanistan’ın zor durumda…”[6] olduğu yolunda haberlerle yoğunlaşıyor. Obama’nın, “İnsanlar işlerini kaybetmiş durumda. Acı çekiyorlar. Yardımımıza ihtiyaçları var. İstihdam konusu, 2010’da en çok odaklanacağımız konu bu olmalı” dediği ABD’de, geneldeki işsizlik oranları aşağılara çekilemezken, eyaletlerden de kötü haberler geliyor. 2009 Aralık ayı itibariyle 43 eyalette işsizlik oranları artarken, 600 bin, genelde de 6 milyon Amerikalının iş bulma umudunu kaybettiği belirtiliyor…[7] IMF, 2010 Ocak ayında yayınladığı çalışmasında, ABD ekonomisinde 2009 yılındaki yüzde 2.5 oranındaki daralmadan sonra 2010 ve 2011 yıllarındaki büyüme hızlarını sırasıyla yüzde 2.7 ve yüzde 2.4 olarak tahmin ediyor. Ancak, ABD’nin üretimdeki bu performansının bir bedeli de bulunuyor. IMF ve ABD Bütçe Dairesi verilerine göre, kriz öncesinde yüzde 2.2 seviyesinde bulunan bütçe açığı/GSYİH oranı 2009 yılında yüzde 9.9’a kadar yükselmiş durumda! Yine kriz öncesinde GSYİH’nin yüzde 42’si düzeyindeki kamu net borçları da 2009’da yüzde 53’e fırlamış. Bütçe açığının 2010 yılında bir zirve yaparak yaklaşık 1.6 trilyon dolara ulaşması bekleniyor. Bundan sonra ise atılacak adımlarla açığın 2014 yılında 700 milyar dolar seviyelerine gerileyeceği ve sonradan ekonomik dengelerle birlikte tekrar artacağı tahmin ediliyor. 20112020 kümülatif bütçe açığı tahmini ise 8.5 trilyon dolar civarında bulunuyor. ABD kamu borcunun 2009 yılındaki 7.5 trilyon dolardan 2020 yılında 18.5 trilyon dolara yüksel-
33
mesi bekleniyor. Ki bunlar da kriz içinde sınıf mücadelesinin yoğunlaşarak, yaygınlaşması anlamına geliyor… “Büyük krizler bu yüzden işçi sınıfını büyük bir kararın eşiğine getirir. İşçi sınıfı ya krizin yükünü üstlenecektir ya da krizi kapitalizmin devrilmesiyle kendi lehine aşacaktır. Başka bir şekilde söyleyecek olursak, büyük krizler toplumun bütünü için bir karar anıdır. Kapitalistler açısından krizin aşılması mutlaka işçi sınıfının mevzilerini geriletmeyi gerektirir...”[8] Söz konusu “geriletme gereği” de emperyalist-kapitalizmin daha da saldırganlaşmasını olmazsa olmaz kılar… SALDIRGANLAŞAN İMPARATORLUK Emperyalist-kapitalizm içeride gericileşip, “öteki” ilan ettiklerine karşı ırkçılığa ve topyekûn saldırganlık silahına sarılıyor… Örneğin “Yüzyıl önce Avrupa’da Musevilere reva görülen konum, bugün Müslüman göçmenlere uygulanıyor”ken[9] aşırı sağcılık giderek yoğunlaşıyor/yoğunlaştırılıyor… Söz konusu tabloda Rami G. Huri, “Göreve başladığında büyük umutlar uyandıran ABD Başkanı bir yılda hiçbir somut başarı kaydetmedi”[10] derken; Ergin Yıldızoğlu da ekliyor: “… ‘Obamania’ bir yılda bitti…” Örneğin ABD Başkanı’nın Guantanamo esir kampını kapatmak için verdiği süre sona erdi. Beyaz Saray, “çok tehlikeli” oldukları gerekçesiyle 47 esiri yargılanmadan tutma kararında ısrar etti… Bu arada Obama’ya layık görülen “Nobel Barış Ödülü”nün heba olduğu kanısı giderek yaygınlaşıyor. Quinnipiac Üniversitesi’nin anketine göre Amerikalıların yüzde 66’sı Obama’nın bunu hak etmediğine inanıyor... Ayrıca Obama, Pentagon’un uluslararası operasyonları için kesenin ağzını açtı… ABD Başkanı, Afganistan’a yeni asker göndermek için 33, Irak, Afganistan ve Pakistan operasyonlarını sürdürmek için 159, Pakistan ekonomisine destek için 1.3 milyar dolarlık ödenek istedi.
Mezopotamya
Toplam 3.83 trilyon dolarlık harcama öngören 2011 mali bütçesini Kongre’ye sunan ve bazı harcama kalemlerini üç yıl için “dondurma”yı öneren ABD Başkanı Barack Obama, savunma harcamalarında 708 milyar dolarlık “rekor düzeyde” bütçe talep etti. 1.66 trilyon dolarlık açık öngörüsü ile yeni bir dünya rekorunu daha elde eden tasarıda, Pentagon”un taban bütçesinin de yüzde 3.4 arttırılarak 549 milyar dolara çıkarılması öngörüldü. Evet, Obama savaş ısrarından geri adım atmıyor! Bu konuda da Bob Herbert, “Afganistan ve Irak’ta kesinlikle zorunlu olmayan iki savaşı rahatça başlatan ABD, kaybedildiğini bildiği Vietnam’a da asker yollamaya devam etmişti”;[11] Mj Akbar, “Obama’nın yıkıcı bir ideolojiye önerdiği meşruiyet ‘Afpak’ coğrafyasının ötesine yayılacak bir yıkım yaratacak”[12] diyorlarken; “ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon), 25 yıllık aynı anda iki cephede savaşa hazır olma askeri stratejisini, çeşitli bölgelerde farklı tarzlarda savaşa hazır olacak tarzdaki ‘Her Yerde Teröre Karşı Savaş’la değiştirerek yeniden yapılanmaya gidiyor…” “Barışçı” diye sunulan Barack Obama başkanlık görevine başlar başlamaz Afganistan’a daha çok kaynak ayırmak istediğini dile getirdi ve ülkeye 21 bin ilave ABD askeri gönderirken;[13] NATO Genel Sekreteri Jaap De Hoop Scheffer de, “NATO güçleri, Afganistan’da başarısız olursa terörizm bütün dünyaya yayılır” açıklamasını yaptı… Ancak Obama ve NATO saldırganlığı Afganistan’da “çözüm” değil, olamayacak da! Gerçekten de Ahmed Mufik Zeydan’ın, ABD saldırısına beklenmedik yerlerde patlama gerçekleştirerek yanıt veren Taliban bu savaşı kazanabilir. ABD’nin kayıpları giderek artıyor[14] dediği çerçevede David Davis açık açık, “Afganistan Vietnam’a benzemek üzere!”[15] diyor… Bunlara ek olarak Afganistan yetmezmiş gibi Yemen’e de “cephe” açılıyor... “ABD’nin Afganistan ve Pakistan’dan sonra Yemen’deki Kaide’ye
Sosyalist
Ayrıca ABD, “olası İran saldırılarını önlemek gerekçe”sine sarılarak, Körfez bölgesindeki müttefiklerine silah satışlarını hızlandırıyor. ABD İran kaynaklı füze “tehdid”i gerekçesiyle Basra’ya denizden füze savunma sistemi yerleştirip, bu ülke açıklarına avcı füzeleri donanımlı Aegis tipi savaş gemilerini sevk etti. karşı gizli bir üçüncü cephe açtığı iddia edildi. ABD’nin Kaide’yle savaşması için Yemen’e 70 milyon dolar verdiği ve Yemen güçlerinin eğitilmeleri için subaylar gönderdiği belirtiliyor…” diyen Fevaz El Acemi ekliyor: “Yemen ikinci Pakistan’a dönüşebilir.”[16] Evet “Sana’yı ziyaret eden Amerikan Senatosu İç Güvenlik Komitesi Başkanı Joseph Lieberman, Yemen’deki bir Amerikalı yetkiliye dayanarak ‘Irak dünün savaşıydı, Afganistan bugünün savaşı. Eğer önceden harekete geçilmezse Yemen yarının savaşı olacak’ diyor.” Ya “2003’teki ABD işgali olan 30 yıllık savaşlardan sonra radyasyon ve toksik çöplüğüne dönen; topraklarında zehir saptanan kuzeyden güneye uzanan 42 yerde kanser ve anormal doğum oranları yükselen” Irak mı?” Orada da bir şey değişmedi; direniş sürüyor! Ve nihayet İran! Örneğin, ABD Merkez Kuvvetler Komutanı General David Petraeus, İran’ın nükleer tesislerine yönelik planlar geliştirdiklerini ve İran’ın “kesinlikle bombalanabileceğini” söyledi. CNN’e konuşan Petraeus, İran’ın nükleer tesislerinin sıkı korunduğu hatırlatılınca, “Valla kesinlikle bombalanabilirler” dedi… Ayrıca ABD, “olası İran saldırılarını önlemek gerekçe”sine sarılarak, Körfez bölgesindeki müttefiklerine silah satışlarını hızlandırıyor… ABD İran kaynaklı füze “tehdid”i gerekçesiyle Basra’ya denizden füze savunma sistemi yerleştirip, bu ülke açıklarına avcı füzeleri donanımlı Aegis tipi savaş gemilerini sevk etti… Bunlara ek olarak ABD saldırganlığının Kolombiya’ya yeni askeri üsler açması, Haiti’yi “insani yar-
34
dım” adı altında işgal etmesi ve Honduras’daki askeri darbe de, ABD emperyalizminin Latin Amerika’ya müdahalesinden bağımsız düşünülemez… ‘NEO-OSMANLI’ AKP İLE ABD Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, oradan da Kafkasya ve öteki coğrafyalara uzanan saldırganlık emperyalistler ve işbirlikçileri eliyle yürütülüyor! Bu noktada ABD’nin Ortadoğu ve Kafkasya politikalarında, “NeoOsmanlı”cı AKP bir koçbaşı işlevi üstlenmeye çabalıyor! Örneğin, “Önemli bir diplomatik arabulucu hâline gelen Türkiye, Ermenistan’la ilişkileri normalleştirir ve Kürt milliyetçiliğiyle uzlaşma zemini bulabilirse, önünde çok iyi bir asır uzanacak. Bu sorunları çözmüş bir Türkiye, Obama yönetimi için mükemmel bir ortak olur”[17] diyen Stephen Kinzer’in saptamalarına “model ortaklık” konsepti çerçevesinde bakmak gerekir… Bilindiği üzere “Model ortaklık, 11 Eylül’den sonra ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Türkiye için seçtiği ‘model ülke’nin yerine geliştirilen bir kavram. Türkiye’nin Müslüman ülkelere model oluşturması yaklaşımı çok tartışma yaratmış ve kabul görmemişti. Onun yerine geliştirilen ‘model ortaklık’ kavramı tuttu.”[18] Bu kapsamda ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü Mike Hammer, Obama’nın Türkiye’yi önemli stratejik ortak olarak gördüğünü belirtip, “Bu stratejik ortaklığı daha fazla derinleştirmek çıkarımıza” diyor… O hâlde saptanması gereken ilk şey, AKP’li “Neo-Osmanlı”cı yönelimlerin de ABD patentli ve icazetli olduğudur! “Türkiye’nin Ortadoğu’daki ağırlığı giderek artıyor”ken;[19] İlyas Harfuş’un deyişiyle, “Türk dış politikasının Osmanlı köklerini canlandırdığı veya İslâmi eğilime kapıldığı söyleniyor. Fakat ortadaki tek somut gerçek şu: Ankara bölgesel ittifaklarını siyasi ve ekonomik çıkarları doğrultusunda yeniden tanımlıyor.”[20] Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, 8 Aralık 2009 günü Si-
Mezopotamya
yaset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı’nın Washington’da düzenlediği ‘Türk Siyasetinin İlkeleri’ konulu konferansta “Asıl eksen değiştiren Avrupa. Türkiye küresel barış çabasında. Eksen nerede? Eksen Ankara’da” vurgusu kapsamında “Türkiye’nin Yeni Osmanlıcı-İslâmcı kimliği ile ana jeopolitik ekseni, diğer eksenlerde tali hareketler olsa bile, doğal olarak Güney ekseni yani Ortadoğu olmaktadır.”[21] “ABD’nin AB’ye ilgisi azalırken Türkiye’nin de dış politikada Osmanlı’nın son dönemini hatırlatır şekilde Avrupa’dan çok komşularına ağırlık verir gibi görünmesi insanı geçmişe götürüyor. Bölgede yeni bir düzenin doğması yerine eski dengeler canlanabilir.”[22] İyi de Türkiye Batı’dan kopuyor mu? Yüzünü Doğu’ya mı çevirdi? Bu soruyu ‘The Economist’in, “Türkiye’nin Batı’dan uzaklaştığı falan yok”;[23] Morton Abramowitz ile Henri Barkey’in, “Türkiye’nin Batı’dan uzaklaştığı korkusu abartılı”[24] diye yanıtladığının altını çizerek ekleyelim: “Türkiye Batı’dan kopmuyor. Yüzünü Doğu’ya çevirmiyor. Tam tersine daha çok Batıcı oluyor. Çünkü başta ABD ve İngiltere olmak üzere tümüyle Batı, Türkiye’nin yeni bir rol üstlenmesini, Ortadoğu’da etkin bir aktör olmasını ve kendi suflesiyle iş görmesini istiyor. Türkiye’den beklenen Batı politikalarının sıkı takipçisi ve uygulayıcısı olmasıdır…”[25] Neo-liberal AKP’de, ABD için bunu yapmaya çabalıyor! TÜRK(İYE) SİYASETİ AKP, bunları yapmaya çabalayadursun; yerküredeki tüm kriz eğilimleri ve gerçeği de bire bir coğrafyamıza yansıyor; iç dinamiğin çelişkilerini daha sert pozisyonlarda, çatışma eksenlerinde konumlandırıyor… Örneğin “iç siyaset”te olanları “Cadı Kazanı ve Cadı Avı” olarak niteleyen Murat Yetkin ekliyor: “Ne zaman cadı kazanı kaynatılıp cadı avı başlatılmışsa, gördüğümüz, iş başındakilerin bir yönetme sıkıntısı içinde olduğu ve bunun topluma yansıdığıdır.” Gerçekten de “egemen koalisyon”un çatırdadığı gidişatta eski
Sosyalist
Yoksulların, kadınların, Alevilerin, Kürtlerin, ötekileştirilenlerin emekçilerle neoliberalizmle mücadele programını esas alan bir birleşik devrimci alternatifte buluşması, neo-liberal dayatmanın ileri mevzisi AKP karşısında şimdi öngörülemeyecek ölçüde güçlü bir muhalefet odağı oluşturabilir. Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, “devletin hasta olduğu” vurgusuyla, “Devlette kurumlar arasında güvensizlik varsa, şüpheler varsa o devlet sorunludur. Ben asker olarak emniyetin istihbaratına güvenmiyorsam, çünkü bana istihbarat getirecek kurum benim hakkımda istihbarat topluyor. Bunlar gerçek vakalar. Adalet Bakanlığı İçişleri Bakanlığı’na, MİT Emniyet’e, Emniyet MİT’e güvenmiyor. O zaman bu devlette hastalık var” diyor… Söz konusu gerilimle iç içe geçen “Ergenekon/darbe” tartışmaları bizi; Olli Rehn’in ifadesiyle, “Türkiye’deki demokratikleşme çabalarının kilidinin Ergenekon” olduğu kolaycılığına savurmamalıdır! Çünkü coğrafyamızda demokrasi, verili egemenliğin tüm türevlerinden kurtulmaktan başka anlam taşımaz; “egemen koalisyon”un dağılması, çatırdamasıyla da Türkiye’ye demokrasi gelmez; demokratikleşmez… Aslında olan net: “Türkiye, sarsıntılar içinde hızla bir uçurumun kenarına sürükleniyor. İlk bakışta neredeyse anlaşılmaz gibi görünen genel tablo, aslında bir dizi temel çelişkinin iç içe geçmesinin ürünü. Ülke, bir süredir üç büyük savaşın etkisi altında kıvranıyor: Bütün bölgeyi saran emperyalist sürekli savaş, Kürt sorunundan doğan savaş ve burjuvazinin politik iç savaşı.”[26] Hayır! Türkiye demokratikleşmiyor; E. Fuat Keyman’ın ifadesiyle, “Türkiye iyice muhafazakârlaşıyor”! “Yaldızlı açılım lafziyatı”nın pratiği baskıların katmerlenmesidir! Örneğin, Muhammed Nureddin’in “Kıbrıs’a 35 yıldır barış getiremeyen Türkiye’nin, derin tarihsel unsurlar barındıran Ermenistan sorununu çözme girişimi ilerleme sağlamayabilir”[27] dediği; ya da Av-
35
rasya Kamuoyu Araştırmaları Merkezi’nin yaptığı araştırmaya göre Alevilerin yüzde 89’unun AKP’nin “Alevi açılımının” samimi olmadığını düşündüğü; veya Kürt Meselesi’ne bağıntılı “AKP Açılımı”nın, Ergenekon yaygaralarının kocaman bir “hiç” olduğu üzere… ‘Türkiye’yi Anlama Kılavuzu2010’ çalışmasına göre, halkın yüzde 75’i gelecekten kaygılı; seçmenlerin umutsuz; halkın yüzde 49’unun partilerden umutsuz olduğu; vatandaşların yüzde 26’sının “Bu sorunlar sürer gider”; halkın yüzde 65’inin “Ülke kötüye gidiyor” dediği güzergâhta coğrafyamızda ekonomi-politik bir kilitlenme yaşanıyor; topraklarımız kilidi açacak anahtarını arıyor… Evet; “Sermaye merkezileştikçe, oligarşik yapılar, bürokrasi, yeni teknolojiler geliştikçe izleme ve kontrol yöntemlerinin de geliştiğini, terörizme karşı savaş döneminde ülkelerin adeta birer ‘Panopticon’a (herkesin bir merkezden her an izlendiği tutukevi projesi) dönüştüğünü biliyoruz,”;[28] Türkiye’de de olan bu! Bu noktada işçilerin, yoksulların, ezilenlerin, kadınların, Alevilerin, Kürtlerin, ötekileştirilenlerin emekçilerle neo-liberalizmle mücadele programını esas alan bir birleşik devrimci alternatifte buluşması, neo-liberal dayatmanın ileri mevzisi AKP karşısında şimdi öngörülemeyecek ölçüde güçlü bir muhalefet odağı oluşturabilir. Tek çıkış yolu halkın, yoksulun, emekçinin, kadının, gencin siyasete girerek, çürümüş partilere karşı kendi seçeneğini yaratmasıdır… TÜRK(İYE) EKONOMİSİ Bu mümkündür; ekonomik koşullar ve siyasal gereksinimler de bunu imkân dahilinde kılmaktadır… Kolay mı? Dünyayı sarsan krizin Türkiye’yi teğet geçmediğini vurgulayan İsmail Çoban, “Bunun farklı olduğunu” söylerken; Salim Tanıl’ın ifadesiyle, “İçinden geçmekte olduğumuz kriz, doğrudan doğruya dünya ekonomisinin yaşadığı derin krizin Türkiye topraklarındaki ifadesidir… “Dünya kriziyle Türkiye krizi arasındaki temel bir uyumsuzluk,
Mezopotamya
Türkiye’deki ekonomik krizin özgül karakterinin en dikkat çekici yanını ortaya koyuyor… “Türkiye bir finansal çöküş yaşamaksızın ağır bir üretim krizine girmiştir…”[29] Bu da krize “sosyal” karakter kazandırıp, Tekel işçilerinin direnişindeki üzere “toplumsal” sonuçları kaçınılmaz kılmıştır! Krizin “sosyal” karakter kazanması, rotasını “toplumsal” sonuçlara kırması anlamı taşır ki, bu da kilit önemdedir… Vatandaşların pek çok mal ve hizmet için devlete akıl almaz tutarlarda vergiler ödemek zorunda bırakıldığı Türkiye’nin[30] 2010 yılında, büyük kısmını işçi ve memurun ödediği gelir vergisinden 43 milyar TL hedeflenirken, kurumlar vergisinden de 20 milyar TL bekleniyor. Bunlarla birlikte sadece akaryakıt ve doğal gaz kullanımından beklenen ÖTV ise 30 milyar TL’dir! Günlük kullanımda vatandaşlar, pek çok mal ve hizmet için çok yüksek tutarlarda vergi ödüyor. Dolaylı vergilerin yüksekliği, günlük yaşama olumsuz etkilerinin yanı sıra vergideki adaletsizliği de artırıyor. Mevcut uygulamada çok kazananlar genellikle az, az kazananlar da çok vergi ödemek zorunda kalıyor. Örneğin 3.65 liraya satılan bir litre benzinin 2.45 TL’si, 3 TL’lik konuşmanın 1 TL’si, 7 TL’lik sigaranın 5.47 TL’si vergiye gidiyor. Söz konusu tablonun adaletsizliğiyle, hayatın etkilenmesi kaçınılmazdır! Bunlara eklenmesi gereken bir diğer kalem de Türkiye’nin dış açığının 25 milyar dolar çıkması beklentisidir. Ayrıca yine 2010’da özel sektörün 41 milyar dolar, kamunun 13 milyar dolar anapara ve faizini ödemesi gerekiyor. Ya da 2010 yılında Türkiye, toplam 79 milyar dolar ödemekle mükellef… Sıkıntı tam da burada! Diyelim ki “3 milyar doları birleşme ve satın alınma, 4 milyar dolarlık özelleştirme - haydi, 4 milyar dolarlık da yatırım olsun! Toplam giriş 11 milyar dolar ediyor! Kalan açık 69 milyar dolardır!” Ayrıca 2000 yılında, milli gelirin (GSMH’nin) yüzde 8’ine ulaşmış bulunan merkezi yönetim büt-
Sosyalist
Türkiye’nin bir yıl içinde elde ettiği toplam gelirin yüzde 5’ini en yoksul 14 milyon insan paylaşıyorken; en zengin 14 milyon insan toplam gelirden yüzde 47 pay alıyor. Nüfusun 42 milyonu bir yılda elde edilen gelirin yüzde 31’i ile yaşarken, nüfusun geri kalan 28 milyonu yüzde 69’uyla yaşıyor. çe açığı, 2009’da yeniden yüzde 6’yı geçmiştir. Bunlara eklenmesi kaçınılmaz başka artılar da var: Türkiye’nin bir yıl içinde elde ettiği toplam gelirin yüzde 5’ini en yoksul 14 milyon insan paylaşıyorken; en zengin 14 milyon insan toplam gelirden yüzde 47 pay alıyor ve nüfusun 42 milyonu bir yılda elde edilen gelirin yüzde 31’i ile yaşarken, nüfusun geri kalan 28 milyonu yüzde 69’uyla yaşıyor. TÜİK verilerine göre, en üst gelir grubundaki yüzde 20’lik grup, toplam gelirin yüzde 46.7’sini alırken; kapitalist sistemin paçasından adaletsizlik ve eşitsizlik akıyor! Örneğin, Abdüllatif Şener, “Gerçek işsizliğin yüzde 30’un üzerinde olduğunu, 13 milyon insanın yoksulluk sınırının altında yaşadığı”nı söylüyor! AKP “DEDİKLERİ”! Tam da bu tabloda “Kriz teğet geçti” diyor AKP (ve Erdoğan); “Hayır” diyenlere de celalleniyor! Hem de ne celallenme; AKP (ve Erdoğan) kendine “Hayır” diyenleri “Darbecilik”le/ “Ergenokonculuk”la “suçlayıp”/ “terbiye etmeye”/ “ıslaha” gayret ediyor! AKP (ve Erdoğan)’dan “demokrasi” bekleyenlerin kafası karıştıkça karışırken; Necmiye Alpay gibi, “Kişisel olarak, AKP’nin üzerinde ‘F tipi’ bir vesayetin (baskının değil, vesayetin) varlığından emin değilim. Ama yokluğundan da emin değilim. Başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere yöneticileri ne kadar karizmatik olurlarsa olsunlar, biat kültüründen uzaklıklarına kefil olunabilir gibi gelmiyor bana, tıpkı o kültüre bağlılıklarına da kefil olunamayacağı gibi. Oysa her iki yönde de kesin hükümlerle konuşan yazarlar var ve benim bu konudaki
36
itirazım bu kesin hükümlülüğedir” türünden “ebelep-gübelep” laf salatalarıyla gerçeğe “es” geçmeye özel önem veriyorlar! Oysa Salih El Kallab’ın, “ABD’nin kararıyla olmasa da teşvikiyle ortaya çıktığı da gözardı edilemez”[31] vurgusuyla betimlenen AKP, neo-liberalizmin seçeneğidir; demokratlığı da olanaksızdır! Bu bağlamda, “AKP’ye şüpheci yaklaşmalı” diyen Mısırlı sosyolog Dr. Saadettin İbrahim hiç de haksız değildir; ayrıca da Kai Strittmatter’in deyişiyle, “Eleştiriye tahammülü olmayan, popülizme başvuran ve partisini tek başına yöneten Tayip Erdoğan 4. Murat’ı andırmaktadır.”[32] Evet, Fethullah Gülen vaftizli AKP (ve Erdoğan), yalan, manipülasyon ve takiyyedir! Örneğin liberal Cengiz Aktar bile, “AKP bizi aldatmadı, ama nefesleri bu kadarmış” derken; Yıldırım Türker de ekliyor: “AKP’li takiyyeciler, demokrat taklidi yapıyorlardı.” Liberallerin en İslâmcı muhafazakârı, İslâmcı muhafazakârların en liberali AKP (ve Erdoğan) ne özgürlükçü ne de demokrattır! AKP (ve Erdoğan) ceberut bir zorbalıktır! Örnek mi? Çoook! Lafı uzatmadan diyeceğimizi diyelim: “Anadolu Kaplanları” denen yeni zenginlerin siyasi temsilcisi AKP, Kemalistlerin (ve bürokrasinin) anti-demokratik uygulamalarının halkta yarattığı bezginlikten de yararlanarak, halkın en güvendiği kurumların başında gelen TSK’yi köşeye sıkıştırmaya başladı. AKP ordunun açıklarını bulup ortaya çıkardıkça, yalnızca ordu ile pazarlık gücünü güçlendirmektedir. Çünkü AKP bir sistem partisidir ve sistemin en güçlü koruma gücünü saf dışı etmesi beklenmemelidir. Liberaller, askeri vesayet rejiminin sona erdirilmesinden söz ediyorlar. Ve bunun için başta Kürtler olmak üzere, Müslümanlar, Aleviler ve solcuların AKP ile ittifak yapmalarını istiyorlar. Silahlı güçler (ordu ve polis) esas olarak sistemi korumak için vardırlar. Sistemin düşmanları dış düşmandan çok, iç düşmandır. Ordunun iç düşmana karşı geliştirdiği
Mezopotamya
savaş planları liberalleri hayretler içinde bırakmaktadır. O kozmik odalarda Kürtlere ve sosyalistlere karşı hazırlanmış çok ayrıntılı savaş planları vardır ama AKP o planları açıklamaz. Çünkü AKP esas olarak o egemenlerin cephesindendir. AKP’nin o cepheden olduğunu anlamak için bir iki örnek yeter. Birinci örnek 1 Mayıs İstanbul, ikinci örnek Tekel işçileri, üçüncü örnek ise BDP’ye yapılan operasyonlar. İşçilere 1 Mayıs’ta ve Ankara’da yapılanların, Kürtlere yapılan operasyonların diğer hükümetler zamanında yapılanlarla farkı var mı? Liberallere sormak gerekir: Siz 1 Mayıs’ta o tazyikli suları, o gaz bombalarını yiyen işçilerin yerinde olsanız AKP ile ittifak yapar mısınız? Siz kış günü Ankara’da suya dökülseniz, iki ay soğukta ekmeğiniz için direnseniz, Başbakan size başkalarının hakkını çalıyormuşsunuz gibi davranıp, “Ben kimseye yetim hakkı yedirmem” dese, AKP ile yine de ittifak yapmayı savunur musunuz? Bunun için AKP ile ittifak yapmaya değil, bunun gerçekleşmesi için mücadele etmeye gerek var. Çünkü AKP de “o” cephede ve bizim yanımızda değil, karşımızda. Bu ülkede askeri vesayet kalkacaksa, bu ülkeye barış gelecekse, bu ülkede demokratik haklar genişleyecekse, bu yalnızca Türk ve Kürt halklarının mücadelesi ile olacaktır… “DERİN (DENİLEN) DEVLET”E KARŞI “MÜCADELE” (Mİ?) AKP, “Derin (denilen) Devlet”e karşı “mücadele” mi veriyor? “Kozmik Oda”ya bile girildi mi? Öncelikle “Derin (denilen) Devlet” eksenli meseleler, “raison d’état”sıyla AKP’yi de içerir ve bir burjuva partisi olarak da aşar… Ya “demokrasi”, “demokratikleşme” mi? Örneğin “Kozmik Oda”ya bir devlet görevlisinin değil, halkın girmesi demokrasiyi getirir! Başka türlüsü “demokrasi” değil, egemenler arası pazarlıktır; asla ötesi değil… “Mesela” mı diyorsunuz? Emniyet, istihbarat, hatta yargı, “Balyoz”/ “Ergenekon” vb. operasyonlarından sürekli bilgi sızdırırken,
Sosyalist
Ulaşılan koordinatlarda bir kez daha kanıtlandığı üzere, “Kürtlerin yanı sıra ilerici, demokrat, sosyalist çevrelerde büyük umut yaratan ‘açılım’ süreci, bugün derin bir kriz içinde. Bunun nedenini anlayabilmek için ‘açılım’ adıyla anılan sürecin kendisinin doğasını doğru kavramak gerekiyor...” “Kozmik Oda”dan tek bir bilginin sızmamasına ne dersiniz? İyi de “Bir devir kapanıyor. Diriliğini iç düşman üreterek ve bunlara karşı yılmadan savaşmaktan alan bir devlet düzeninden çıkışın sancıları, karmaşası yaşanıyor.” “Silahlı Kuvvetler siyasal parti olma niteliğini yitirdikçe, ‘istismar etme’, ‘etkileme ve yönlendirme’, ‘rahatsız etme’ kapasitelerini kaybettikçe, Türkiye toplumu da demokratikleşme yolunda ilerleyecektir” diyen Ahmet İnsel’in (ve benzerlerinin) maruzatlarına gelince; demokrasi ve demokratikleşme bu denli “tedrici” ve “düzen içi” değildir, olamaz ve AKP “etkinliği” kapsamında da ele alınmamalıdır… Yeri geldi anımsatalım: “Ergenekon söylemi çerçevesinde, ‘militarizme karşı demokrasi mücadelesi’ soylu kisvesi altında, otoriter siyasetlere nasıl mazeret bulunduğu”[33] unutulmamalı; yani “Ergenekon söylemi çerçevesinde, otoriter bir siyaset anlayışı ve uygulamasına mazeret bulunuyor… Bakın, işçi, emekçinin hak arama eylemleri bile gelip, provokasyona dayandı. Ankara Valisi, Tekel işçilerine karşı uygulanan, insanlık dışı sindirme önlemlerini, ‘provokasyon’ mazeretine sığınarak savuşturma yoluna gitti. Tüm otoriter rejimler, sistemler ve iktidarlar, kendilerine karşı çıkan herkesi, her şeyi, ihanet, hıyanet, provokasyon olarak kestirip atarlar. Hep birileri, ihanet içindedir, olmayanlar ‘gaflet ve delalet’ içinde kötü emelli birilerine alet oluyorlardır, bu nedenle her tür yöntemle sindirilmeyi, susturulmayı hak ederler. Bu uğurda kesilen parmaklar acımaz! Bakın, Kürt meselesi de aynı çerçeveye oturmadı mı? Reşadiye olayında, parmaklar Ergenekon’u
37
gösterdi. Olmadı, ‘Derin devlet’e karşı, ‘derin PKK’ provokasyonundan bahsedildi. Oysa, durum gayet net; iktidarın Kürt açılımına aklı yatmayanlar, kendi bulundukları yerden tepki gösteriyor...”[34] Tüm bu ve benzerleri, “demokrasi”/ “demokratikleşme” adına kabul edilebilir mi? Ederseniz; “Taraf”çılar sizi “demokrat”; yok eğer etmezseniz “darbeci/ Ergenekon”cu ilan ederler… Aslı sorulursa bu, hep kendine yontmak isteyen nalıncı keseri mantık(sızlığ)ıdır; tıpkı AKP’nin bir “kapana” dönüştürdüğü “Kürt Açılımı”; yok pardon “Milli Birlik Projesi” gibi… AKP “KAPANI” = “MİLLİ BİRLİK PROJESİ” AKP ile liberallerin ve de AB’nin[35] zırvalarına değinmeden önce, açık açık belirtelim: “Bugün Kürtler ve Kürdistan, Ortadoğu’nun ortasında bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış olarak varlık mücadelesi, yaşam mücadelesi vermektedir. Herkes için doğal olan haklar, insanın insan olmaktan dolayı sahip olduğu haklar Kürtler için yasaktır”[36] diyen İsmail Beşikçi’nin ifadesi “Kürt Sorunu”nun da ne demek olduğunun en net izahıdır… Ulaşılan koordinatlarda bir kez daha kanıtlandığı üzere, “Kürtlerin yanı sıra ilerici, demokrat, sosyalist çevrelerde büyük umut yaratan ‘açılım’ süreci, bugün derin bir kriz içinde. Bunun nedenini anlayabilmek için ‘açılım’ adıyla anılan sürecin kendisinin doğasını doğru kavramak gerekiyor. AKP hükümetinin TSK desteğiyle yürütülen ‘açılım’ politikası, esas olarak Türkiye Kürtlerine değil Irak Kürtlerine, daha yalın biçimde söyleyecek olursak Barzani yönetimine bir açılımdır. Türkiye burjuvazisi ve devleti, ABD’nin himmetiyle, Barzani politikasını değiştirdi, onun yönettiği bölgeyi ekonomik, politik ve askeri olarak himayesine almaya yöneldi. Türkiye’de ‘açılım’ diye anılan süreç, bu yeni yönelişin türevidir. Amacı, Kürt savaşının bu yeni ilişki önünde bir engel olarak yükselmesini önlemek... Daha açık şekilde söylenecek olursa, ‘açılım’ın Türkiye içindeki ayağının amacı, Kürt sorununu değil Kürt hareketini çöz-
Mezopotamya
mektir. Bunun için de bir dizi yöntemle, Türkiye’nin Kürtleri AKP saflarına, AKP olmazsa Barzani saflarına kazandırılmak isteniyor. ‘Açılım’ sürecinin bugün içine girdiği krizin kilometre taşlarını incelemeye yerimiz yok. Ama sonuç şu: ‘Açılım’, Kürt halkı Barzanicileşmeyi reddettiği için krize girdi.”[37] “Misak-ı Millici” AKP’nin ABD patentli “kapanı” Kürt muhalefet ve itirazını tasfiye ederek, ehlileştirip, düzen içileştirme girişimidir… Mustafa Erdoğan’ın da ifadesiyle, “Aslında AKP, Kürt açılımıyla, Kürtleri AKP’lileştirmeyi kastediyor. Kürtlere bazı rahatlamalar sağlayıp onları AKP kanalıyla sisteme entegre etmeye çalışıyor.” Zaten AKP’nin ne yapmak istediği de çok net ve açıktır; “çözüm” adına çözümsüzlüktür! İyi de bunları yapan AKP, neden “demokrat” ilan edilsin ki? Bu nedenle BDP Grup Başkanı Nuri Yaman, partisinin belediye başkanlarına yönelik gözaltı ve tutuklama kararlarının “demokratik açılım”ın koordinatörü İçişleri Bakanı Beşir Atalay tarafından verildiğini belirterek, “Atalay kelepçe koordinatörüdür… Bir elde kelepçe, diğer elde açılım olmaz” diyor. İçişleri Bakanı’nın açıklamalarıyla hükümetin açılımda “yeniden gaza bastığı” yorumları yapıldığına işaret eden Yaman, “Hükümet gaza o kadar çok basmış ki, Emniyet’in elinde gaz bombası kalmamış” diye konuştu. Ayrıca “AKP’nin askeri vesayetle mücadelesinin inandırıcı olmadığı”nı belirten BDP Grup Başkanı Nuri Yaman, AKP hükümetinin Kürt açılımının inandırıcılığını kaybettiğini belirterek, “Açılım adı altındaki açmazlarının geldiği nokta şu olmuştur: Kürt açılımı kelepçeye, Roman açılımı sürgüne, Alevi açılımı da oyalamaya dönüşmüştür… Hükümetin Kürt açılımı, umut pompalamaktan öteye gitmedi” dedi. Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi (CTP) üyelerinin, Abdullah Öcalan’ın hükümlü bulunduğu İmralı Adası’ndaki Yüksek Güvenlikli F Tipi Cezaevi’ndeki iki günlük incelemeden olumlu gözlemle ayrıldığının belirtildiği; AİHM’in, nüfus cüzdanlarında alfabesinde olmayan q,w,x harflerinin kullanılmasına
Sosyalist
Bu nedenle bir övünç vesilesi olarak Türkiye’nin nüfusunun yüzde 99’unun Müslüman olduğu söylenir. Oysa sadece yüzyıl kadar önce, Osmanlı’nın son döneminde bugünkü Türkiye’yi oluşturan topraklar üzerinde yaşayanların yaklaşık yüzde 20’si Müslüman değildi... izin vermeyen Türkiye’yi haklı bulduğu güzergâhta AB balonu da patlarken, ya liberaller mi? Onlar bir rüyadan uyanmanın mahmurluğuyla, “enseyi karartmama” eğilimleri arasında salınıp duruyorlar! Zaten liberallerden bundan başka ne beklenebilir ki? MİLLİYETÇİLİK BELASI Ya “milliyetçilik” veya “ulusal solculuk” mu? Namık Kemal Zeybek’in, “Türk milliyetçiliği ‘ezen’ olamaz... ‘Baskıcı’ olamaz... ‘Zorlayıcı’ olamaz...” palavrasını bir kenara bırakıp, gerçekçi ve dürüst olursak: Tarihe kaydedilen Ermeni soykırımı, ardından Kürtlere dönük katliamlar, sonra mübadeleler, onu izleyen Trakya olayları, Varlık Vergisi faciası, 6-7 Eylül olayları gayrimüslim azınlıkların ülkeyi terk etmesine yol açmıştır. 1950’de, 1975’te ve 2000’de İstanbul’daki ve Türkiye’deki azınlık nüfusları bu iddianın doğruluğunu gösteren somut kanıtlardır. Bu nedenle bir övünç vesilesi olarak Türkiye’nin nüfusunun yüzde 99’unun Müslüman olduğu söylenir. Oysa yüzyıl kadar önce, Osmanlı’nın son döneminde bugünkü Türkiye’yi oluşturan topraklar üzerinde yaşayanların yaklaşık yüzde 20’si Müslüman değildi. Bir imparatorluk olan Osmanlı’da Hıristiyan nüfus her zaman ciddi oranlardaydı ve Rumeli’deki topraklarını kaybettikçe azaldı; ancak sadece Rumeli değil Anadolu da din ve milliyet bakımından çoğulcu bir yaşama sahipti. Doğu Anadolu ve Çukurova’da Ermeniler, İstanbul, Ege ve Karadeniz’de Rumlar, Güneydoğu’da Asuri, Nasturi ve Süryaniler Hıristiyan nüfusu oluşturan başlıca topluluklardı. Ayrıca etnik olarak Türk, dini inanç olarak ise Orto-
38
doks Hıristiyan olan “Karaman Türkleri” de Niğde-Konya civarında yaşıyordu. Çeşitli şehirlere dağılmış Yahudiler de dikkate alındığında Anadolu’da yaşayan her beş kişiden biri Müslüman değildi. Nüfusun bu bileşimi siyasi temsil kurumlarına da yansırken, örneğin 1908 Aralık ayında toplanan Meclis-i Mebusan’daki 26 Rum, 14 Ermeni, 10 Slav ve 4 Yahudi mebus yaklaşık beşte biri oluşturuyordu. Ancak 1970’lere gelindiğinde her beş kişiden biri yok olmuş, bu toprakları terk etmiş ve Müslümanlar yüzde 80’den yüzde 99’a gelmişlerdi. Bu bir başarı mı gerçekten? Yoksa düşünmeye, sorgulamaya ve tarihimizle yüzleşmeye davet eden bir durum mu? Eski Osmanlı toprakları olan Mısır ve Suriye’de bugün hâlâ nüfusun yüzde 10’dan fazlası Müslüman değil. Oralarda da bir modernleşme ve uluslaşma süreci yaşandı ve Arap milli kimliğine dayanan devletler kuruldu. Onlar yüzde 99 hâline gelmeyi beceremediler mi? Yoksa bizim yaptığımızda bir sorun mu var? Bu etnik temizlikte sadece ideolojik veya milli güvenliğe bağlı nedenler yoktu. En az bunun kadar, belki bundan da önemlisi gayrimüslimlerin servetlerinin yağmalanmasıydı; yani sermaye transferi, sermayenin Türkleştirilmesiydi. Böylece Türk ulus-devletinin inşası için ekonomik kaynak yaratılırken, kapitalist gelişmeyi sağlayacak sermaye de millileştirilmiş oluyordu. İşte böylesi bir süreçte yüzde 99 olduk! Her beş kişiden birini yok ettik! Bu süreç esasen dinsel temelde yürüdüğü için Müslüman olan Kürtler Anadolu’dan sürülmekten kurtuldular. Zaten başka bir ülkeye gönderilemeyecek kadar çoktular ve bir zaman sonra da “Dağ Türkleri” oldukları ilan edilerek, asimilasyona tabi tutulacaklardı. Dinleri farklı olsa bu temizlikten kurtulmaları herhâlde mümkün olmazdı. Şimdi sıra Romanlara mı geldi, bilmiyoruz ama Manisa’nın kasabaları arasında dolaştırılan Romanlara bakıp da, “Bizde ırkçılık yoktur, nereden çıktı bu öfke, bu nefret” diye, eğer ikiyüzlülüğün değilse cehaletin ürünü olan laflar artık tahammül edilir gibi değil…[38]
Mezopotamya
Tam bu noktada sözü Erkan Goloğlu’na bırakmak yerinde olacak: “Ermenileri 1915’de yok etmek aslında iyi bir şey değildi ama... 1917’de Karadeniz sahillerinden Rumları göçürmeyi kim isterdi ama... 1924’de her iki tarafın mübadillerinin ağlayarak ayrıldığını biliyoruz ama... 1938’de Dersim mağaralarında Kürt Alevileri boğmak kötüydü ama... Daha sayayım mı? 6-7 Eylül, Çorum, Maraş, Sivas ve her biri için itinayla cilalanmış ‘ama’lar mı sıralayayım? İçimizdeki faşizmi, kurduğunuz cümlenin ilk kısmı değil, ‘ama’ları anlatır.”[39] Bunlar böyleyken; “Galiba ilk yapmamız gereken hepimizin neredeyse genetik kodlarına işlemiş durumdaki ırkçılığın varlığını inkârdan vazgeçmek” diyen İsmet Berkan ne yapılması gerektiğinin altını çizerken; Nuray Mert de ekliyor: “Dilim döndüğünce anlatmaya çalışıyorum; tarihle yüzleşmek, hesaplaşmak zor iştir! Dahası, kendiyle yüzleşmeye girişemeyen tarihle yüzleşmeye kalkışmamalıdır…”[40] AZINLIK(LAR)IN HÂLİ Türkiye’de egemen milliyetçiliğin doğrudan tehditlerine maruz bırakılan azınlık(lar)ın hâli, maalesef ağır bir trajedide somutlanır… Fener Rum Patriği Bartholomeos, CBS televizyonunda tartışma yaratan “çarmıha gerildim” sözlerinden sonra, yıllardır süren temkinli üslubunu bir kenara bırakarak, “Oksijenimiz kalmıyor. Patrikhane tükeniyor” derken, işte birkaç örnek: Avrasya Kamuoyu Araştırmaları Merkezi’nin yaptığı araştırmaya göre, Türkiye’de yaşayan gayrimüslimlerin yüzde 66.6’sı kendilerine fiili ayrımcılık yapıldığını ve yüzde 77’si gayrimüslim olduğu için güvenlik endişesi yaşadığını ifade ediyor… Türkiye’de Yahudi komşu istemeyenlerin oranı yüzde 42’dir… İsrail’deki Türkiye Musevileri Toplumu’nun başkanı Eyal Peretz, 2009’da Türkiye’den İsrail’e göç edenlerin sayısının 10 kat arttığını söyledi…
Sosyalist
Bir ulus devlet projesi olarak Kemalizm’in öncüllerini burjuva dünya görüşü oluştururken; XIX. yüzyıl Alman Romantizmi ve onun akıl ötesi ulusçu kaynakları da, XIX. yüzyıl materyalist düşüncesi de, Kantçı sayılabilecek bir aydınlanma arayışı da, faşizan/totaliter rejim özellikleri de Kemalizm ile iç içedir. KEMALİZM Milliyetçiliğin veya “ulusal solculuk”un bu denli güçlü olmasının ya da Kürtler ile azınlık(lar)ın hâlinin giderek ağırlaşmasının ardındaki asli dinamiklerden birisi “ulus devlet” kurucusu Kemalist resmi ideolojidir... “Küçük kızım Ada, İstiklal Marşı’na ‘Atatürk’ün şarkısı’ diyor, 29 Ekim’e ‘Atatürk tatili’, TC bayrağına ise ‘Atatürk bayrağı’…” der ulaştığı boyutlarda Kemalizm’in ne anlam taşıdığını anlatmak için İzmir Ekonomi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden Gökçen Karanfil… Gerçekten de bir “din” olarak Kemalizm budur; çünkü oluşumu itibariyle Kemalizm bir ulus devlet kurma aracı/ resmi ideolojisidir; ulus devletçi bir pragmatizmdir… Örneğin “Atatürk dini, Milli Mücadele yıllarında siyaseten kullandı. ‘Kanun-i Esasi’miz Kur’an’dır... Allah’ın emirlerine uymadığımız için geri kaldık’ dedi.” “Meclis’i öyle bir İslâmi gösterişle açtı ki, Atatürk’e göre çok muhafazakâr olan Karabekir ‘bu kadarı fazla’ dedi. Bunu, ahaliyi kazanmak için yaptı.” “Milli Mücadele’den sonra ise laiklik yolunda ilerledi. ‘Biz gökten indiği zannedilen kitaplara göre değil, hayatın gerçeğine göre politika yapıyoruz’ dedi…”[41] Ayrıca Kemalizm ulus devleti kurmak ve kurulmuş devleti tahkim adına kendi “raison d’état”ı dışında her şeyin mevcudiyetini yok saymış; farklılıkların da ulus devlet içinde eritilmesini zorunlu görmüştür. Örneğin “Büyük Taarruz’a hazırlanırken, ‘Türkiyeliler’ diye konuşan Mustafa Kemal, İzmir’i aldıktan sonra beyanatına, ‘büyük ve asil Türk milleti’ diye başladı.”[42]
39
Lozan’ın yeni kurulan Türk Devleti için önemini İnönü şu cümlelerinde ete kemiğe büründürüyor: “Mütecanis (türdeş), yeknesak (tek düzenli) bir vatan. Dışarıya karşı olağandışı kayıtlarından ve hükümet içinde hükümet demek olan iç ayrıcalıklardan arınmış bir durum…”[43] Bunlarla birlikte Kemalizm’in 1930’larda karşısına çıkan totaliter/faşizan rejimlerden doğrudan doğruya etkilendiği kesindir. Bir ulus devlet projesi olarak Kemalizm’in öncüllerini burjuva dünya görüşü oluştururken; XIX. yüzyıl Alman Romantizmi, onun akıl ötesi bir dünya tasavvuru ve ulusçu kaynakları da, XIX. yüzyıl materyalist düşüncesi de, Kantçı sayılabilecek bir aydınlanma arayışı da, aşırı devlet merkezli faşizan/totaliter rejim özellikleri de Kemalizm ile iç içedir… “Bütün darbeler ‘ulu önder Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak’, ‘onun hedef gösterdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak’ ve ‘Atatürk’ün tarif ettiği türden bir demokrasiyi yeniden tesis etmek amacıyla’ gerçekleştirildi. Böylece, adı ister ‘ihtilal’, ister ‘muhtıra’, ister ‘balans ayarı’, ister ‘e-darbe’ olsun hepsi de gayri meşru olan bu müdahaleler, güya partiler ve ideolojiler üstü bir referansa dayanarak yapılmış gibi sunularak, toplum gözünde meşrulaştırıldılar. Dolayısıyla darbecilerin, kendilerine tertemiz ve güçlü bir dayanak sağlayan Atatürkçülüğü biraz daha kutsallaştırması, biraz daha tabulaştırmaları gayet mantıklıdır…”[44] TÜRK(İYE) İNSAN(SIZLIK)I Nihayet “resmi ideoloji”nin biçimlendirdiği “Türk(iye) İnsan(sızlık)ı”na gelince… Çocuklarının yüzde 20’si depresyonda olan Türkiye’deki yoksulluk ve işsizlik talih oyunlarına ilgiyi iyice arttırırken; krizin etkili olduğu 2007-2008 yıllarında Türkiye insanı Milli Piyango, İddaa, Spor Toto, Şans Topu, Sayısal Loto, On Numara, Hemen Kazan ve at yarışlarına 11.3 milyar lira yatırdı. Milli Piyango, Sayısal Loto, İddaa, Spor Toto ve at yarışlarının 2007’de 5.2 milyar lira olan toplam hasılatı yüzde
Mezopotamya
19.03 artışla 2008’de 6.2 milyar liraya çıktı... Bu işin bir yanı. Ötekine gelince, o da şöyle: “Kaçırılan, satılan, organları çalınan çocuklar; tecavüze uğrayan, fuhuşa zorlanan çocuklar! Ve elbette şiddete maruz kalan, şikayet etme cesaretini gösterip kayda alınanın yanında eziyete katlanan, karakolda şikayetini geri almaya zorlandığı için durumu istatistiklere yansımayan kadınlar. Çığ gibi artıyor!”[45] Yani Türk(iye) toplumunda “Şiddet kültürünün kaynakları gürül gürül... Aileden, sokaktan, okuldan, askerlikten, işyerinden... Çağlıyor!”[46] Bunların bir kaçınılmazı olarak -Sabancı Üniversitesi ve TÜBİTAK’ın katılımıyla düzenlenen araştırma Türkiye’de artan eğilimi ortaya koydu: “Türk insanı dindarlaşıyor…” Araştırmadaki deneklerin yarısı bilimin “yararlı” olduğunu düşünmekle birlikte, deneklerin beşte biri bilimin yarardan çok zarar verdiğini ifade ediyor. ‘Türkiye’de Dindarlık’ araştırmasının bulguları gerçekten de çok çarpıcı; çünkü Türkiye’de yaşayanların yüzde 80’i “Tüm dini gruplar eşit haklara sahip olmalı” dese de iş pratiğe gelince durum değişiyor. Yüzde 54’lük bir kesim farklı dinden olanların görüşlerini anlatan kitap yayımlamasının engellenmesini istiyor! Tüm bunlarla birlikte Sosyoloji Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Birsen Gökçe, “Toplumdaki kutuplaşmaların çatışmaya dönüştüğünü”, Sosyolog Hakan Yavuz da yaşanan toplumsal çözülmenin çatışmayı da beraberinde getirdiğini belirterek, “Türkiye’de kanunsuzluk, anarşi ve toplumsal bağların zayıflaması anlamına gelen anomi dönemi yaşanıyor” dedi... Söz konusu “anomi dönemi”nde öne çıkan önemli bir toplumsal figür de “linç”tir! Hatırlanacağı üzere 6 Nisan 2005 günü Trabzon’da hapishanelerdeki kötü koşullara dikkat çekmek için bildiri dağıtanlara saldırılmasıyla linç meselesi gündemimize girdi. Aslında bu tarihten önce de linç vakalarına rastlanıyordu ama bu hadiseden sonra linç teşebbüs-
Sosyalist
Türkiye giderek lincin normalleştiği, hatta bir norma, bir idare tekniğine dönüştüğü bir toplum hâline geliyor. Medyanın ve devletlûların bu linç girişimleri konusundaki tavrı şöyle: Milliyetçi halkımızın damarına basılmamalıdır! Yoksa, Cerrah’ın veciz ifadesiyle “vatandaşın güzel tepkisi” devreye girer! leri daha dikkati çeker oldu. Ocak 2010’un ilk haftasında da Erdirne, Erzincan, Mersin ve Selendi ilçesindeki linç olayları ile sarsıldık. Türkiye giderek lincin normalleştiği, hatta bir norma, bir idare tekniğine dönüştüğü bir toplum hâline geliyor. Medyanın ve devletlûların bu linç girişimleri konusundaki tavrı aşağı yukarı şöyle: Milliyetçi halkımızın damarına basılmamalıdır! Bu milletin özüne yabancı, “bu topraklar”ın değerlerine kayıtsız “yabanlar” milletimizi kışkırtmamalıdır, “provokasyon” yapmamalıdır, yoksa... Celalettin Cerrah’ın veciz ifadesiyle “vatandaşın güzel tepkisi” devreye girer! İnsan hayatına kast edenleri milletimiz, güzel vatandaşımız olarak kodlayıp varlıklarını dahi “provokasyon” olarak gördüklerine aba altından sopa gösteren bu dili tanıyoruz![47] Bu dil “devlet”e aittir… Arundhati Roy’un, “Havada faşizmin kokusu var” diye anlattığı linççi “devlet dili”ni öne çıkaran kesitten geçen Türkiye, geleceğini biçimlendiren bugünde nasıl bir yarın sorusunun yanıtını aramaktayken; Tek-el işçilerinin mücadelesi aranan yanıtın nüvesidir… ARANAN YANITIN NÜVESİ: TEK-EL İŞÇİLERİNİN MÜCADELESİ “Nasıl bir gelecek?” sorusuna verilecek yanıtın nüvelerini oluşturan Tek-el işçilerinin savaşımı, yolumuzu ve yönümüzü tayin etmede kilit önemdedir… Çünkü Tek-el işçileri, gasp edilmek istenen haklarını savunmak için direnişe geçtiler, mücadele ediyorlar… Türk-İş ile Sakarya Caddesi arasındaki Tekel direnişi, gerçek bir yaşam sahnesine dönüşmüş durumdayken; vatandaşlığı “çifte”
40
olan yani 2006 yılında Kraliçe II. Elizabeth ve vârislerine bağlılık yemini ederek Britanya vatandaşı olan Mehmet Şimşek’e,[48] yani bugünkü Maliye Bakanı’na göre de, “Tekel işçilerine hükümet merhamet etti”, merhametten maraz doğdu! Bakalım, Tekel işçilerinin günlerce süren bu direnmesi mi yaman, yoksa Başbakan ile Maliye Bakanı’nın söyledikleri mi? Kısacası, el mi yaman, bey mi yaman? Göreceğiz... Görecekler… Tek-el işçileri, 4-C’yi “makyajlayan” önerileri kabul etmedi; çünkü “4-C’li ne işçi ne kamu emekçisidir”! Hayır; işçiler dayatmalara boyun eğmeyecekler… Hatırlayalım ki, 2001 krizi sonrası Kemal Derviş-IMF işbirliğinde gerçekleştirilen azgın özelleştirme planını, parmak ısırtan bir saldırganlıkla gerçekleştiren, neo-liberal AKP iktidarı oldu. Bu, sayılarla da sabit. AKP’nin iktidara geldiği 2002 sonunda KİT’lerin ürettiği katma değer milli gelirin yüzde 5’i iken, 2009 sonunda yüzde 1.5’e düşecek kadar KİT eritildi, özelleştirilerek... Aynı dönemde 384 bin olan KİT çalışan sayısı, özelleştirmelerle yaşanan daralma sonucu 202 bine indi. Özelleştirme, AKP’nin şehvetle icra ettiği bir uygulama. Sadece özelleştirme değil, sağlık, eğitim gibi sosyal hizmetleri de kamudan alıp özele devretmek, ticarileştirmek, merkezden belediyeye kadar kamusal hizmetleri taşeronlara devretmek, bunu yaparken sendikaları devreden çıkarmak, onları işlevsizleştirmek, esnek istihdamın bütün biçimleri ile emeği en ucuza mal etmek... Bütün bunları yaparken, yandaş, cemaat mensubu bir sermayedar kitlesine yontmak, onları palazlandırmak... Bu zihniyetteki bir iktidarın, geleceğe emsal olacak hak bilirliğe yanaşması kolay olmayacaktır. Zalim zulmünden vazgeçmeyecektir... [49] Söz konusu yanıt; özelleştirmeci kapitalist talana karşıdır! Söz konusu yanıt; Tekel işçilerinin eyleminin amacını aştığını, bunun hak arayışı değil, hükümete karşı aleni bir kampanyaya dönüştüğünü ve eylemin yasal olmadığını vurgulayan Başbakan Erdoğan’ın, “Kullanılıyorsunuz, evlerini-
Mezopotamya
ze dönün. Bu sürece 2010’un Şubat ayı sonuna kadar sabredip, sonra yasal adım neyse atacağız… Bizi Tekel işçisi iktidar yapmadı. Bizi millet iktidar yaptı” haykırışına karşıdır! Çünkü Mustafa Kemal Coşkun’un da çok haklı biçimde ifade ettiği üzere, “Bugün Tekel işçileri 24 Ocak kararlarıyla yaygın bir biçimde uygulamaya sokulan özelleştirme politikaları nedeniyle kaybettikleri haklarını geri istiyorlar. Dolayısıyla 30 yıl önce alınan kararlara doğrudan doğruya muhalefet ediyor, direniş gösteriyorlar. Gecikmiş de olsa bu direniş genişler, giderek tüm işçi ve emekçileri kapsarsa emeğe yönelik baskıcı politikaların çöpe atılmaması için hiçbir neden yok. Çünkü Tekel işçilerinin sorunu aslında tüm işçi ve emekçilerin sorunudur.” Nihayet Tekel işçilerinin direnişi, bundan sonra günlük hayatın pratiği içerisinde nasıl şekillenirse şekillensin, Türkiye emek ve demokrasi tarihinde ayırt edici bir dönüm noktası olarak anılacaktır.[50] Evet, Tek-el işçilerinin eylemleri AKP’nin neo-liberal iktidarını sarsıyor, öğretiyor, yol açıyor... Görünen o ki, Tek-el işçilerinden sonra öteki işçi eylemleri 2010’a damgasını vurup, kapitalizmle çatışmaya girecek… Tek-el işçilerinin haklı direnişi, sınıfsal örgütlü gücün bir siyasal iktidarı nasıl etkileyebildiğini gösterdi. İşte mücadele bu ve bunun ötesidir! N OT LA R [*] 7 Şubat 2010 tarihinde Almanya Demokratik Haklar Federasyonu’nun Bremen’de düzenlediği toplantıda yapılan konuşma… 11 Şubat 2010 tarihinde Atina Politeknik Üniversitesi’nde Anadolu Halkları GEFİRA Kültür Merkezi’nin düzenlediği “Demokratik Alçım mı? Emperyalizmin Türk Devletini Yeniden Yapılandırması mı?” başlıklı panelde yapılan konuşma… [1] Cemal Süreya. [2] George Soros, aktaran: A. Dorfman, Blake’nin Terapisi, çev: Esin Sungur, Agora Yay. 2004, s.1. [3] Erinç Yeldan, “Kapitalizmin İki Yüzü”, Cumhuriyet, 27 Ocak 2010, s.13. [4] Ergin Yıldızoğlu, “Davos ve ‘Yeni Normal’…”, Cumhuriyet, 1 Şubat 2010, s.12. [5] Kapitalizmde kâr oranının düşme eğilimi şu iki temel nedenden kaynaklan-
Sosyalist
maktadır: I) sermayenin organik bileşimindeki (yani değişmez sermayenin değişir sermayeye oranı) artışın artı-değer oranındaki artıştan hızlı olması; II) üretken olmayan emeğin üretken emeğe oranındaki değişim… [6] Yorgo Kırbaki, “Yunanistan Tefeci Faiziyle Dış Borç Aldı, Ülke Ayağa Kalktı”, Radikal, 27 Ocak 2010, s.7. [7] “Umutsuz Sayılar”, Milliyet, 18 Ocak 2010, s.12. [8] Salim Tanıl, “Dünya Ekonomisinde Kriz ve Türkiye Kapitalizmi”, Devrimci Marksizm, No:10-11, Kış 2009/ 2010, s.79. [9] Melda Yeğenoğlu, “Avrupa’da Yeni Irkçılık”, Radikal İki, 24 Ocak 2010, s.8. [10] Rami G. Huri, “Obama’nın Değişimi Süslü Laflardan İbaret”, The Daily Star, 20 Ocak 2010. [11] Bob Herbert, “Vietnam’dan Ders Almadık”, The New York Times, 7 Temmuz 2009. [12] Mj Akbar, “ABD’nin Ilımlı Taliban’ı…”, The Times of India, 12 Nisan 2009. [13] “Taliban’a Karşı Kanlı Savaş Yeni Başladı”, Financial Times, 2 Temmuz 2009. [14] Ahmed Mufik Zeydan, “Afganistan Bir İmparatorluğu Daha Yutacak Gibi Görünüyor”, Mısriyyun, 8 Temmuz 2009. [15] David Davis, “Afganistan İçin Zaman Daralıyor”, The Independent, 1 Mayıs 2009. [16] Fevaz El Acemi, “Yemen ikinci Pakistan’a Dönüşebilir”, Şark, 29 Aralık 2009. [17] Stephen Kinzer, “Türkiye ABD İçin İdeal Müttefik”, The Guardian, 6 Nisan 2009. [18] Ferai Tınç, “Model Ortaklık”, Hürriyet, 18 Aralık 2009, s.24. [19] Fehmi Hüveydi, “Mısır Liderliği Kaybediyor”, Sebil, 23 Aralık 2009. [20] İlyas Harfuş, “Türkiye’nin Değişimi Çıkarlarıyla Uyumlu”, Hayat, 19 Ekim 2009. [21] Nejat Eslen, “Jeopolitikte ve Kimlikte Eksen Kayması”, Radikal, 12 Kasım 2009, s.15. [22] Mary Dejevsky, “Türkiye’nin Oyun Alanı Genişledi”, The Independent, 20 Ekim 2009. [23] “Türkiye’nin Batı’dan Uzaklaştığı İddiası Temelsiz”, The Economist, 3 Aralık 2009. [24] Morton Abramowitz-Henri Barkey, “Batı, Türkiye İçin Eskisi Kadar Önemli”, National Interest, 7 Aralık 2009. [25] Güray Öz, “Batıcılar Batı’dan Kopamaz”, Cumhuriyet, 4 Kasım 2009, s.6. [26] Sungur Savran, “Hayati Bir Dönemeç”, Radikal İki, 17 Ocak 2010, s.6. [27] Muhammed Nureddin, “Tarih Türkiye’yi Zorluyor”, Şark, 26 Nisan 2009. [28] Ergin Yıldızoğlu, “Demokratikleşme Tartışmalarına Bir Katkı”, Cumhuriyet, 20 Ocak 2010, s.4. [29] Salim Tanıl, “Dünya Ekonomisinde Kriz ve Türkiye Kapitalizmi”, Devrimci
41
Marksizm, No:10-11, Kış 2009/ 2010, s.67. [30] Vergi sistemi içinde dolaylı vergiler; katma değer vergisi (KDV), özel tüketim vergisi (ÖTV), özel işletim vergisi (ÖİV) çok büyük bir yer kaplar. [31] Salih El Kallab, “AKP, Amerika’nın Ilımlılık Modeli”, Rey, 19 Ocak 2010. [32] Kai Strittmatter, “Erdoğan 4. Murat’a Benzedi”, Süddeutsche Zeitung, 5 Mart 2009. [33] Nuray Mert, “Ergenekon Gölgesinde Demokratikleşme (2)”, Radikal, 24 Aralık 2009, s.10. [34] Nuray Mert, “Ergenekon Gölgesinde ‘Demokratikleşme’ (1)”, Radikal, 22 Aralık 2009, s.10. [35] “Bask ulusu için Batı Avrupa’da hak yoktur.” (Julen Arzuaga, “Bask Örneği: Batıda Olmayan Haklar”, Hukuk ve Toplum, No:29/6, Kış 2010, s.25.) [36] İsmail Beşikçi, “Ulusların Kendi Geleceğini Tayin Hakkı ve Kürtler”, Hukuk ve Toplum, No:29/6, Kış 2010, s.5. [37] Sungur Savran, “Hayati Bir Dönemeç”, Radikal İki, 17 Ocak 2010, s.6. [38] Seyfi Öngider, “Her Beş Kişiden Birine Ne Oldu?”, Radikal İki, 24 Ocak 2010, s.4. [39] Erkan Goloğlu, “… ‘Ama’ Faşizmi”, Radikal, 9 Ocak 2010, s.2. [40] Nuray Mert, “Tarihle Yüzleşmenin Dayanılmaz Ağırlığı”, Radikal, 26 Kasım 2009, s.12. [41] Taha Akyol, “Şeriatı Övdü, Dini Kullandı”, Taraf, 18 Kasım 2009, s.14. [42] Taha Akyol, “Atatürk Askerî Metotlara Alışkındı”, Taraf, 16 Kasım 2009, s.11. [43] Turgut Özakman, CumhuriyetTürk Mucizesi, Bilgi Yayınevi, 2009, s.328. [44] Ayşe Hür, “Totem, Tabu ve ‘Mustafa’ Filmi”, Taraf, 20 Aralık 2009, s.12. [45] Avni Özgürel, “Şiddet... Şiddet!”, Radikal, 14 Ekim 2009, s.15. [46] Ali Güzel, “Şaşılacak Bir Şey Yok: Şiddet!”, Radikal, 26 Kasım 2009, s.17. [47] Kaya Akyıldız, “Linç ve Sol”, Radikal İki, 10 Ocak 2010, s.5. [48] “Ben, Mehmet Şimşek, samimiyetle ve doğrulukla deklare ederim ki İngiliz vatandaşı olduğumda Majesteleri Kraliçe II. Elizabeth’e ve vârislerine bağlı kalıp yolunda ilerleyeceğim...” diyordu Mehmet Şimşek 2006’da İngiliz vatandaşı olmadan hemen önce. Eğer, kendisine özel bir uygulama yapılmamışsa, vatandaşlık töreni çerçevesinde bir de ‘taahhüt’te bulunuyordu: Birleşik Krallığa bağlılığımı sunarım ve hak ve özgürlüklerine saygı duyacağım, demokratik değerlerini savunacağım.” (“Hem Majestelerine, Hem Atatürk İlkelerine Bağlı Bakan”, Radikal, 9 Ekim 2007, s.6.) [49] Mustafa Sönmez, “Zalimin Zulmü Varsa Mazlumun Grevi Var...”, Cumhuriyet, 1 Şubat 2010, s.12. [50] Erinç Yeldan, “TEKEL İşçisinin Öğrettikleri”, Cumhuriyet, 3 Şubat 2010, s.13.
Mezopotamya
Hasan F›rat
Dersim’e dair ö n ça lı şma la r
“
Bazen Allah söyletir” denilen bir lakırdı vardır. Onur Öymen’in geçtiğimiz 10 Kasım günü TBMM’de, ismi tarihe “açılım oturumu” olarak geçen, hakikatte ise bir kifayet arz etmeyen toplantıda yaptığı konuşma da bu türden bir konuşmaydı. Statükoyu savunmaya çalışırken acı geçmişin itirafları ağzından dökülüverdi. Dersim ve Kürt isyanlarıyla alakalı olarak geçmişte devletin katliamcı ve pogromcu icraatlarını tekrarlayan, dünü teyit üzerinden bugün de yapılması gerekenin 1920-1922 Koçgiri,1925 Şeyh Said, nihayet 1936-38 Dersim katliamlarını örnek göstererek, referansın oralarda aranması gerektiğini ifade etti. Bu olay, yığınca tartışma, yüzlerce gazete makalesi, yine yüzlerce akademik-yarı akademik tartışma ve toplantıya konu oldu. “Su gider, kum kalır” doğrulanmasında olduğu gibi, tartışmaların, makalelerin hatta akademik faaliyetlerin epeyce kısmının insan hafızasının unutkanlığının gadrine uğrayacağı, bir diğer hayat oyunu. Öymen’in geçmişin referansı üzerinden Dersim Katliamı vurgusu, Dersimlilerden beklenmesi çok doğal, ama genel kamuoyu açısın-
Sosyalist
da ise umulmadık bir reaksiyoner söz, davranış, eylemlilik geliştirdi. Toplantı yaptığımız bu tarih ile lakırdının ağızdan çıktığı zaman arasında 67 gün geçti. Dolayısıyla şimdi daha sakin, daha objektif, geleceğe köprü kurmak açısında yararlı, hedefe varmada kolaylaştırıcı perspektifler sunmak mümkün. Bu “zalim ve zulümkar geçmiş” referans alınsın hatırlatması vesilesiyle, faaliyetlerimiz mutlaka amaç teması üzerinde gelişmeli. Yani bu toplantılar yapılabilirlik hesapları üzerinden hedefler belirlemeli, altından kalkabileceği projelere kendini bağlamalı. Ve yukarıdaki bağlam ışığında Dersim tartışması, tarihi, sosyolojik, hukuki, siyasi ve kültürel ekseni ile Dersim coğrafyasında yeniden bir Dersim yaratılması, yeniden bir Dersim üretim güç ve ilişkilerinin var edilmesi amaçlı olmalı. Ki bu bölüm ekonomik faaliyetler, sürdürülebilir geçim araç-gereçleri, ekolojik ve tarihsel doku ile doğal dokunun uyum dengesi içinde düşünülmek durumunda. Mesela insansızlaştırmanın menüsü yapılmak istenen barajlara kesin tavır alınmalı, bunun için en üst düzeyde en radikal duruşlar sergilenmeli.
42
Dersim için yeniden üretim güçleri /ilişkileri yaratılmasında kolektif bir güç, imece bir dayanışma, olmazsa olmaz bir gereklilik, haniyse mutlak bir doğrudur. Bu alanla ilgili “ben” çıkarlardan azade edilmiş niyet ve faaliyetler, başlangıç için gelecekte nasıl bir yol izleneceğinin ipuçlarını verir. Yine bu alan, hamasi, havanda su dövmek yerine, hayatın örülmesine dair şu girişim somutluğunda hayat bulmalı. Yani kavgada büyük taşa sarılmak değil, harekete geçireceğimiz, fırlatma yetisine sahip olduğumuz taşa gideceğiz. Peki tartışmayı nasıl, hangi yöntemlerle yapmalı, ne/neler yaparsak hayata, tarihe bir not düşme becerisi gösteririz? Onur Öymen’in “Kürt kalkışmalarına geçmişte yapılanlar referans alınsın” nasihati Cumhuriyet rejiminin ideolojisidir. Ve bu dolayımla tarihsel, sosyal, kültürel, siyasal ve hukuki meselelere nasıl bakacağımızla alakalı yeni ipuçları sunmak, tartışmaları olagelen alışkanlıklar dışına taşırmak gereği çok açık. Egemen Cumhuriyet sisteminin dayattığı maddi, hegemonik baskılama olsun, ideolojinin bize yanılsamalı ve kasti tezahürü olsun
Mezopotamya
mutlaka kırılmalı; bu manada bize içeriden olsun, dışarıdan olsun dayatılan her türden ezber, sistem tembelliği, yine Kızılbaş Kürtlerin duyarlı ve zayıf karnı olan “şeriat” tehdidine karşı bize yutturulmak istenen “muasır medeniyet” yanılsamasına karşı kat be kat uyanık olunmalı. Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür Tarihte yapılmıştı, bu tartışma vesilesiyle bir kez daha geniş bir kesim tarafında yapıldı/yapılıyor, ve/veya yapılmaya çalışılıyor. Geçmiş tarih geleceğin referansı ve çocuğudur; yaşanan anın nasıl resmedildiği, nasıl yazıldığı tek başına bir olgu ve olaydır. Örneğin, M. Kemal’in Samsun yolculuğunu, azgın Karadeniz sularında kırık dökük, bir gemi bile olmayan, takaya yakın feribotla başlatırsanız, resmedeceğiniz tarih başkadır; Osmanlı Devlet-i Aliye’nin en iyi donanımlı gemisiyle başlatırsanız bambaşka bir tarih yazılımı karşınıza çıkar. Bilinir, tarih yazıcılığı çok eskidir. Vakanüvis tarih anlatımı ile, objektif tarihin tarih edilmesi arasında niteliksel farklar var. Tarih yazıcılığı “Yaz kızım Afet!” denilmeyecek kadar ciddi bir iştir. “Yaz kızım Afet!” tarih yazılışının bize tezahürü yıkımdır. Esas olarak kuşaklar buldukları yaşanmışlığın tarih bilgilerine yansımasına göre şu veya bu fikrin sahibi olurlar. O fikirlerden tüm zamanların bileşkesinde ideoloji oluşur. Konumuza gelelim. 1936-38’in Dersim’i konusunda yukarıda zikredildiği gibi “Yaz kızım Afet!” tarzı kirli ve kasıtlı bilgi sistemin kulvarında hayat bulunca, farklı bir Dersim kimliği ile karşılaşırız. Denilecek ki madem yağma, talan yapılıyordu, genç, çiçeği burnunda TC Devleti bundan farklı ne yapabilirdi? Bilgi, tarih yazılım bilgisi, Dersim gerçekçiliği nedir, daha da başka neleri vardı sorularını sormaz; sorulara ezber bozan, şeytani cevaplar aranmazsa, karşımıza çıkacak olan Onur Öymen’lik farikalardır. Teslim edelim; Onur Öymen bilebildiğimizden farklı bir şey söylemedi. TC 1936-38’de Dersim’de
Sosyalist
Yeni bir tarih yazımı gerekiyordu. Dersim soykırımını ancak yeni ideolojik saldırganlıkla dengelemek gerekecekti. M. Kemal’in Bektaşilik masalının altında bu ihtiyaç vardı. Ne ki M. Kemal’in Bektaşiliği yetmeyecekti. Bunu Dersimlinin eşkıyalığı, talancılığı, kanun tanımazlığı tamamlayacaktı! yaptığını 1920-22 Koçgiri’de, 1925’te Palu’da, Muş’ta, Varto’da, Diyarbekir’de Şeyh Sait isyanında yapmıştı. 1920’lerin kadrolarının esas örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’nın daha 1890-1900-1910, nihayet 1914-1917 yıllarında Ermeni meselesini nasıl çözdüğünü biliyoruz. İttihat-Terakki kadroları 1915’te Ermeni soykırımı için Der-Zor yollarındaydı. Nam-ı diğer Sakallı Nurettin, ‘miralay’dan ‘mirliva’lığa -ki Harp Akademisi çıkışlı olmamasına rağmen- staj geçişini 1915’te DerZor çöllerine ölüme sürüklenen Ermenilerin soykırımı yollarında yaptı. Bu İttihatçı kadro, Koçgiri halk isyanının akabinde yaşanan Koçgiri vahşetinin planlayıcısıdır. Tabii talancı ve yağmacı Topal Osman’ı unutmamak kaydıyla... Sakallı Nurettin’in damadı Abdullah Alpdoğan ise kurmay general sıfatıyla dersim katliamının müfettişi, sömürgeci valisi, uygulayıcısıdır. Yani bizatihi devlettir. Burada kayda almamız gereken, ister 1920 öncesindekiler, ister 1920 sonrası Cumhuriyet’i kuranlar olsun faşistti/değildi darlığından çıkmamız şart. Yani Dersim katliamında/soykırımında sorumluluk ve suçluluk karinesini faşist olmakta aramak tarihsel indirgemeciliktir, bizi doğru yere götürmez. Konumuz açısından değerlendirmeler, yapılacak analizler bunların dışında başka saiklerde aranmalı. Ulus-devlet oluşumunda “Türkleştirme” ve Osmanlı Devleti’nden Türk Devleti’ne evirilmenin kendilerince çözüm reçetesi bu oldu. Ermeni soykırımını yapan Osmanlı anlayışı ile Cumhuriyet Türkiye’sinin devlet bakışı arasındaki fark “esasta değil, mizaçta” denilecek kadar incedir. Uluslaşmanın şafağında görevi-
43
ni ifa etmeyenler ağır zulümler yaşadılar. Ermeni ulusçuluğu desteksiz kaldı, önemli oranda ihanet yaşadı. Ermeni ulusunu desteklemek varken, Ermeni ulusçuluğuna paralel kendi ulusçuluğunu geliştirmenin ve pek tabii ki ulusların kaderlerini tayın hakkını/iradesini kullanmak varken, yanlış ittifaklara oynamanın, bencillikte diretmenin, “biz” olamamanın sonuçları yaşandı. Uluslaşmanın şafağında belki de tüm tarihlerinin en iyi zamanlarını yaşamayı becerememek böyle tecelli edince, tarih affetmedi/affetmiyor. Dersim; öncesinde yaşanan Kürt isyanlarının en sonu ve maalesef bir sağlamasıdır. Nihayet emperyalist sistem, başta İngiliz, Fransız emperyalistleri, 1. İttihatçı kadro boşluğunu 2. İttihatçı kadroculardan devşiren yeni TC ile en başından beri ittifak ve ilişki içindeydi. Yeni bir tarih yazımı gerekiyordu. Dersim soykırımını ancak yeni ideolojik saldırganlıkla dengelemek gerekecekti. M. Kemal’in Bektaşilik masalının altında bu ihtiyaç vardı. Ne ki M. Kemal’in Bektaşiliği yetmeyecekti. Bunu Dersimlinin eşkıyalığı, talancılığı, kanun tanımazlığı tamamlayacaktı! Nihayet bu politika 70 yıldır başarıyla uygulanıyordu. Ancak mızrağın artık çuvala sığmadığını gördüğümüz, yaşadığımız yıllardayız. Cumhuriyet rejimi şimdilik hiç değilse çelikten örülmüş ideolojik hegemonyasında gedik vermeye başladı. Yeni bir durumdur, bize düşen ise gediği derinleştirmek, bundan faydalanmaktır. Bugün ihtiyacımız nedir/nelerdir? Sosyolojik olarak Dersim insanında bir travma yaşanması normal karşılanabilir, bu var. 90 yıllık Cumhuriyet rejimi, geniş manada tüm toplum sathında “ötekiler” kategorisinde değerlendirdiği millet, etnik grup, ulusal ve dini azınlıklar üzerinde kurduğu siyasi-ekonomik diktatörlük yanında, altından kolay kalkılamayacak ideolojik hegemonya da kurdu. Örneğin, bu Cumhuriyet kendi rejimini siyasal İslama karşı Alevilerle sigortaladı. Toplum-
Mezopotamya
sal hareketliliklere, hak alma mücadelelerine karşı Sünni İslam ve ağır milliyetçilik kullanıldı. Bu ideolojik hegemonyanın üzerimizde, beyinlerimizde büyük tahribatları var. Aşmak zorundayız. Bu tartışma vesilesiyle “Dersim 1936-38”i herkes meşrebince değerlendiriyor. Yukarıda zikredildiği üzere “M. Kemal’in Bektaşiliği” hikayesi yerli yerine oturmak durumunda. Özellikle Dersim coğrafyası hem Osmanlı Devleti’nde hem de onun devamcısı TC’de din/inançlar bazında ayrışan bir tarihsellik yaşadı. Alevi inançlarının Sünniliğe mesafesini düşündüğümüzde, yine geçmiş Alevi kıyımları/katliamları hep tazeliğini koruyorken; Dersimliler için “muasır medeniyet” aranıp bulunacaktı, ama o ayağına geldi! Cumhuriyetçi kadrolar Dersim’de, Dersimi özellikli yerlerde bunu iyi değerlendirdiler, iyi kullandılar. Avantaj ve geleceğin kurulmasında kendilerince fayda hanesine yazılması gereken “muasır medeniyet”le toplam bir kültür, tarih, sosyolojinin inkar ve imhası üzerinde çalıştılar. Önemli oranda da başarılı oldular. Bu tartışma dolayısıyla bile öne çıkanlara bakalım. Alevi inançlıların Horasan Türkleri olduğu, ortada etnisite ve/veya inanç ayrılığı olmadığı, ama ihmal edilmişliğin olduğu söylenmektedir. Osmanlı’nın aymazlığı, daha çok da “devlet yöneticileri” öne sürülerek Osmanlı’nın bile masumiyeti masalları anlatılmaktadır. En nihayet, son kalkışmanın gayesiz, geleceksiz, Seyit Rıza’dan tutun en alt birimdeki mavzer savaşçısına kadar çapulcu, talancı, yağmacı olduğu yalanlarını dinlemekteyiz. Bu o kadar ki, Dersim kalkışmasını bilmem ne köprüsünde, hangi karakolda, sadece kadınlarakızlara taciz-tecavüzle alakalandıran insanlarımız var. Pek tabii ki her erkek savaşında olduğu üzere egemenlerin psikolojik çökertme amaçlı başvurduğu bu ahlaksızlık çok yaşanmıştır. Peki, asıl yaşanan nedir? Söylenenlerde gerçek payı var mı? Karşı ideolojik saldırganlık olayı insanların en hassas yerinden başlatınca, yaşamında, barkında, halkından kopmuş topluma/Dersimliye de, en iyi pozisyonda yazı-
Sosyalist
Üretim güçlerini geliştiremeyen, “ben” çıkar merkezciliğinden sıyrılıp “biz”leşmeyen, dar aşiret çıkarlarını, küçük feodal imtiyazlarını aşındırıp uluslaşma, çoğalma, o çoğalma ışığında örgün, iç mekanizması sağlamlığında kendini üretemeyen ulusların yaşam savaşında fazla alternatifleri olmuyor. lan reçeteye uymak, iç savunma mekanizmasının sosyo-psikoz varyantlarını devreye koymak kalıyor. “En has Müslüman biziz, halismuhlis Türk biziz” deniliyor. Bu ideolojinin barbarlık düzeyindeki hegemonyasıdır. Şimdi değiştirmenin zamanıdır. Evet, kapitalist toplum öncesi her toplum gibi Dersim coğrafyasında da talan ve yağma yapılmıştır. Osmanlı’nın egemenliğindeki her yer kadar, belki daha az. Edirne’den, İstanbul’dan Giresun’a kadar bütün Osmanlı yerleşim yerlerinde Haramidere, Kırk Haramiler, Yol Geçen Hanları isimleri vardır. Koçgiri ayaklanmasında katliamın yanı sıra Topal Osman, Sakallı Nurettin gani gani yağma, talan yapmışlardır. Ki kapitalist sistemde 4 koyun, 5 inek talanına tenezzül bile edilmiyor. Şimdi “muasır medeniyet” kravatlılarının lacivert takımlar giyerek programladıkları talan, yağma, kent doğası katliamları yaşanıyor. Ama karşı tarafın yağmacılığı, talancılığı, Dersim için söylenen yağma, talan için geçerli akçe olmaz. Kabul edeceğiz ki, üretim güçlerini geliştirmeyen/geliştiremeyen, “ben” çıkar merkezciliğinden sıyrılıp “biz”leşmeyen, dar aşiret çıkarlarını, küçük feodal imtiyazlarını aşındırıp uluslaşma, çoğalma, o çoğalma ışığında örgün, iç mekanizması sağlamlığında kendini üretemeyen toplumların, milliyetlerin, ulusların yaşam savaşında maalesef fazla alternatifleri olmuyor. Önce kendimize karşı eleştirel olacağız. “Düşman komşulardan bize vakit, imkan, fırsat mı kaldı” popülizmine ihtiyaç duymaksızın eleştiri oklarını önce kendimize çevireceğiz. Bütün bunlara rağmen Dersim denilen bir coğrafyada hayatlarını ikame eden bir toplum vardı, var, var olacak da.
44
Dersim, toplamında nedir? Dersim Sancağı nedir? Dersim Sancağı’nın bayrağı var mı, Dersim dağlarında dalgalanıyor mu? Meşhur Hozat toplantısı nedir, neden Hozat’ta toplantı yapıldı, Hozat toplantısında Dersim’in ve Kürdistan’ın talepleri meşru, yasal, re’sen yazıldı mı? Koçgiri yerleşim birimi Dersim değil mi? Koçgiri kalkışması, Alişer, Zere, Haydar-Alişan Bey, Nuri Dersimi, Seyit Rızalar hangi organizasyon içindeler? Nihayet Koçgiri’den koparılmış Dersim-38 artık Dersim olmaz. 3638 Dersim kalkışması, yenilgiye uğrayan 1920-22 Koçgiri ayaklanmalarının devamıdır. Daha da fazlası; 1917 Ekim Sosyalist Devrimi bu bölgede Erzingan, Erzurum şuralarını yarattı. Bileşenlerinin ekseriyeti Kızılbaş Dersimliler, soykırımdan arta kalan Ermenilerdi ki onların çoğunluğu Taşnakyan örgütlenmesi içindeler. İngiliz, Fransız emperyalizmin desteğinde önce Erzingan, Erzurum şuraları dağıtıldı; Erzingan, Erzurum şuralarının desteğinden yoksunlaşan Koçgiri ve Dersim ayaklanmaları bu toz bulutu içinde yenilgiye uğradı. Şimdi arabesk anlatımıyla “1919 Mayıs’ında Karadeniz’in azgın sularında yol alan kırık dökük taka!” ile Osmanlı’nın en donanımlı gemisi mukayesesini yapmak farz oldu. Yola çıkan/çıkarılan neydi? Masalımsı kırık dökük taka mı ve/veya Osmanlı’nın en donanımlı savaş gemisi mi? Özellikle Karadeniz’deki “mayınlı iklimi” temizleyip, ismine Türk Kurtuluş Savaşı denilen ve 3 yıl süren savaş neden en çok Kürdistan topraklarında cereyan etti? Tarihi bu kışkırtma içinde ele almak bilim haysiyetinin gereği değil midir? Bir kere daha Öymen’in lakırdısı ile nerelerden feyiz aldığı, dersine nice sadık talebe olarak vazife ifa ettiği, yukarıdaki kışkırtmayla beraber düşünülmek durumunda. Halkların hakları, ulusların hakları meşru, insani, vicdani, yasaldır. Dersim haklarını kullandı, yenildi. Yenilgilerinde düşmanlarının gücü, tankı, topu, bombası bir realitedir. Ama yenilgiyi sadece buraya bağlamak doğru tarih olmaz. Tarihi yaşanmışlık “kötülerini at, iyiler ha-
Mezopotamya
nene yazılsın” denemeyecek kadar somuttur. Koçgiri ayaklanması, olması gereken zamanda, gerekli vakitte Dersim kuvvetlerini, Kürdistan kuvvetlerini göremedi. Doğal koşullar, diğer nedenler ne olursa olsun, Koçgiri yalnız kaldı. 1925 Şeyh Sait isyanında Varto Lolan aşiretinin 4 ya da 5 ileri geleni Şeyh’in yanı başında idam edildiler. Dersim 1936-38’de Varto aşiretleri yok, Dersimli aşiretlerin çoğu yok. Neden? Bugün tarihin yeniden yazılması zamanıdır. Kendi sevaplarımızı bağıralım, bundan coşku, kıvanç duymak isteyenler duysun. Ama hatalarımızı, eksiklerimizi bağırmaktan, günahlarımızın sere serpe ortaya dökülmesinde korkmayalım. Dersim tarihini ayakları üzerinde oturtma diye bir görevimiz var. Halen yaşayan bir dil olan “Dımıli” dilini geliştirme ihtiyacı çok açık. Dımıli dili ile Avesta arasında bağ nedir, ne değildir, üzerinde çalışmamız gereken bir ders olmalı. Artık bol diyebileceğimiz bir Dersim neşriyatı var. Tarihsel, kültürel, sosyolojik çalışmaları kolektif süzgeçten geçirmek dünden daha fazla kolay. İlgili çalışmaları yapan arkadaşları desteklemeli, dostane eleştirilerden de korkmamalıyız. Örneğin, Turabi Saltık arkadaşımızın yazdıkları var. Özellikle “Proto Dersim” üzerinde durmak istiyorum. Turabi Saltık’ın kaynaklarını 30’lu yaşlarda okudum, bilirim. Bugün okursam, dostum Turabi’nin vardığı sonuca varır mıyım, bilmiyorum. Ama bir bildiğim de var. Okuduğum yıllarda Sezar olsun, Cleopatra olsun, onları etimolojik olarak bölüp çıkarmayı düşünmediğim gibi, bölüp çıkarma, ekleme bilgim de yok. Turabi Saltık “Proto Dersim”i yazdı. Katılırız ya da karşı çıkarız,
Sosyalist
Ne mutlu ki hayat sömürgeci zihniyetle, zalimlerle dalgasını geçiyor. Farklı sınıf, farklı bileşenlerden olmaktan kaynaklanan nedenselliklerden dolayı yaşamın tek ve rutin bir gidişatı yok. Sömürgeci zihniyete rağmen Dersim insanı, “olsun” denilen kalıbın dışına çıktı... orada kalsın. Bundan böyle Dersim tarihi, kültürü, sosyolojisi çalışan her arkadaşımız, her akademisyen “Proto Dersim”i dikkate almak durumunda. Yazılanlar bizim açımızdan ilk, ilginç, ha denince ne kabule ne de redde uygun. Biz şüphelerimizi devam ettireceğiz. Turabi Saltık’ın da biliyorum ki soruları, şüpheleri var. Soruları, şüpheleri derinleştirecek, geleceğin muştulu mecralarında kürek çekeceğiz. Sömürgeci zihniyet ve ideolojik hegemonyası baskı altına aldığı ulusları iğdiş ediyor, hadımlaştırıyor. Kendisi olmak dışında bir tür şizofren kişilik geliştiriyor. Bu kişilik kendisinin değil, sömürgeci zihniyetin tasında su içiyor. Baskı altındaki bütün halklar ufak nüanslarla süreci sömürgeci zihniyetin tasavvuru üzerinden yaşıyor. Sömürgeci zihniyetin yarattığı/yaratmaya çalıştığı tunç el mantığı, maalesef Dersim bölgesinde de genel toplum üzerinde oldukça etkili. Aşılmak durumunda. Tarihsel köklerinde var; dayanışma, dostluk, imece yaşam tarzının egemen olduğu geçmiş, bugün için referans olacak kadar değerli bir hazinedir. Ne mutlu ki hayat sömürgeci zihniyetle, zalimlerle dalgasını geçiyor. Farklı sınıf, farklı bileşenlerden olmaktan kaynaklanan nedenselliklerden dolayı yaşamın tek ve
45
rutin bir gidişatı yok. Sömürgeci zihniyete rağmen Dersim insanı, “olsun” denilen kalıbın dışına çıktı. Bunun için mücadele etti/ediyor. Bunlar artılarımız. Yeter mi? Mesela “muasır medeniyet”e körü körüne bağlılık, Kızılbaş inançlardan dolayı Sünni İslam’a, diğer şer-i hükümlere karşı duruş mesafesi hesabıyla bir “put” dönüşümlü laiklik tuzağına düşmüşlük… Ekonomik güçsüzlüklerden dolayı kendisi olamamak... Daha da sayacağımız yığınla nedenden sorunlu olarak Dersimi insanımız da sömürgeci zihniyetin teorisi, ideolojisi şablonu içindedir. En başat rahatsızlık, kendisine, geçmişine, coğrafyasına karşı yabancılaşması olarak görülüyor. Üzerinde çalışmamız gereken bir ciddi sorunumuzdur. Geleceğin, bin yıllar geleceğin ütopyasında bize biçilen ve/veya biçilmek istenen kefenleri yırtma görevimiz var. Yazılanlar sadece ön etüt sınırlaması içinde kaleme alındı. Daha somut, adlandırılmış pratik önermelerle kat edeceğimiz bir yolumuz var. Kısaca 5 maddede bir çalışma adlandırmasıyla, içeriği doldurulmak şartıyla tartışmayı önümüzdeki sürece taşırmak istiyorum. Nasıl yapacağız? Hangi araçlarla yapacağız? 1-Kolektif bir tarih çalışması/ tarih atölyesi 2-Kolektif kültür çalışması/ kültür atölyesi 3-Kolektif sosyolojik çalışmalar 4-Ekonomi birimleri çalışmaları 5-Siyasi, hukuki çalışmalar/ hukuk komisyonları Bu toplantılar vesilesiyle nasıl bir örgütlenme, ilişkilerimiz, sorumluluklarımız ve temsiliyetin kendisi de önümüze koyacağımız meseleler kadar önem arz eder.
Mezopotamya
T. ATMACA
D e v le t i ç i ç a tış m a la r ı na sı l d e ğe r l e n d i r m e li y iz ?
U
mut ve umutsuzluğun birbiri peşi sıra geldiği, umudu yeşertirken ve onu yaşarken umutsuzluğun aniden hortladığı bizden başka toplum herhalde yeryüzünde yoktur. Öyle ki toplumsal süreç, her şey iyi gidiyor gözükürken, adeta sürpriz bir gelişmeyle olumsuzlanabiliyor. Geleceğe yönelik olumlu beklentileri olumsuzlayanın ne olduğu, anın şaşkınlığı içinde pek doğru anlaşılmadan, bir anda ortalık kimilerinin (akademisyen ve siyasilerin) özgün(!) önerileriyle toz duman oluyor. Bir bakmışsınız, içsel olgular tamamıyla göz ardı edilmiş, toplumsal paranoyaya dönüşen akıldışlıkla çözüm yolları üretme yarışı başlamıştır. Tabii bu süreçte dışsal nedenler de abartılı bir nesnellik(!) olarak ön plana çıkarılmıştır. Bütün bunların sonucu, durumun nesnel tespitini olanaklı kılan birikimlerin sığlığı yerine, mistikleştirilmiş bir halkın akıl dışılıkları doldurularak mevcut sorunlar açıklanmaya çalışılıyor. Sorunun tarihle ilişkilendirilmesi de genellikle soyut, abartılmış olgular yığını üzerine oturtulmuş, “biz bize benzeriz” mantığıyla geçiştiriliyor. Tabii ki böyle olunca, tarih tümüyle bugünün ve geleceğin bir tuzağı olarak çıkar karşımıza. Geleceğe ilişkin umut, tarihin kahramanları ve başarılarından beslenir. Umutsuzluk bugünün
Sosyalist
içinde saklı olarak kalır. Doğal olarak böylesi bir akıl dışılık ve şaşkınlık ortamında tarihin nesnel oluş süreçlerine ilişkin hiçbir alan bırakılmaz. Bütün bunlar devlet sınırlılığı içerisinde gerçekleşir. Ve sonuçta ulusun ömrü, devletin varlığına kodlanır. İşte, umutsuzluğun en fazla boy verdiği böylesi anlar, ulusun, toplumun geleceğinin devletin geleceğine bağlandığı anlardır. Yani devlet “kutsal ve ebedi!” olarak zihinlere öylesine yerleşmiştir ki; yaşanılan sorunları devlet sınırlılığı dışına taşıyarak çözmek, hem engellenir hem de korku yaratır. Bu aynı zamanda yönetenleri ve geleceğe ilişkin projesi olanları saran bir korkudur. Sistemden beslendiği kadar soyut, popülist tarih-toplum anlayışının ürettiği bir tepkidir de. Devletin ‘kutsal ve ebedi’ geleceğini, yaşanılan olayların şaşkınlığıyla karanlık gören zihniyet, onun bu olumsuz koşullarda içeriği şiddetle yoğrulmuş bir egemenlik üretmesini kaçınılmaz görür. Yaşanılanın gerçekliği(!) yanılsaması, başka önerilere kuşkuyla bakılmasına, hatta baskıyla engellenmesine yol açar. Kendi meşruiyetlerini bu anlayış içinde kuranlar, meşruiyetlerini pekiştirmek için ellerindeki tüm olanakları kullanırlar. Dönüşemeyen, değişemeyen, tıkalı bir toplumsallığın psikolojik ve yasal sı-
46
nırları da böylece oluşturulur. Bilindiği gibi tarihsel oluş süreçleri bir zorunluluk olarak devleti ortaya çıkardı. Ama ilerleyen süreçte bu organize güç artık çoğu süreçlerde bir araç olmaktan çıkmış, amaç haline gelmiştir. Amaç haline gelen bu olgu, devlet, özel mülkiyeti kurmaya yönelik eylemlerde de, sosyalist ilişkileri kurmaya yönelik eylemlerde de, yani iradeyi nesnelleştirmeye yönelik tüm çabalarda abartılı ve gerekli olarak kendini ortaya koymuştur. Bugün gelinen süreçte ise, toplumların tarihlerini devletle özdeş gören, ulusu da bir zorlamayla bunun içine yerleştiren zihniyetin vardığı yer, dünyada yaşanan değişimle birlikte evrensel dinamiklerin de zorlamasıyla çözülmeye doğru hızla evrilmektedir. Toplumsal sorunlar, tüm baskı ve şiddet çabalarına karşın fışkırır gibi boy vermektedir. Tarihsel bir dönemece gelindiğinin bilincinden uzak, sorunları el yordamıyla çözmeye çalışan mevcut irade, kendini tüm toplum olarak gören anlayış, çözüm için de eskiye sarılmakta ısrar etmektedir. Tüm bu çıkışsızlık ve umutsuzluk ortamında ise soyut, duygusal bir ulusçuluk palazlanmakta, toplumsal tehlike olarak boy vermektedir. Toplumda gelişme ve dinamikleri “devletin bekası” için sınırlayan devlet, kendi kanallarının dışında
Mezopotamya
siyasi, kültürel ve ekonomik kanalların akmasını engelleyerek, ebedi kılmaya çalıştığı kendisinin sonunu daha da yakınlaştırdığı gibi, tarihten gelen bir sürü soruna yenilerinin eklenmesine de yol açmaktadır. Evet, bu yazı çerçevesinde mevcut devletin bugün geldiği nokta itibariyle nasıl sıkıştığını, bu sıkışıklığın bir değişimi zorladığını, yaşanan siyasal çekişmelerin de bunun sonucu olduğunu izah etmeye çalışacağız. Devam edecek olursak; tarihsel ve sınıfsal bir olgu olan devlet, her zaman tartışma konusu olmuş ve her ideolojik ve politik çizginin en temel kavramlarından biri olmuştur. Devlet nedir, nasıl ortaya çıktı? Tarihsel, toplumsal ve ekonomik temelleri nelerdir? Devletin geleceği ve daha bir dizi soru tartışılmış ve tartışılmaya devam edilmektedir Daha önce de yazdık. TC’nin kendisi, emperyalizme karşı mücadele içinde değil, kendisi de emperyalist hayaller peşinde koşan, bu hayaller nedeniyle I. Paylaşım Savaşı’na katılan Osmanlı Devleti’nin devamıdır. Emperyalizme karşı mücadele denilen özünde Yunan ve Ermeni karşıtlığı ve savaşı sonrasında kurulan bir devlet… Osmanlı’nın devamı olarak mevcut devleti kuran kadro, Teşkilat-ı Mahsusa’nın kadrolarıdır. Teşkilat-ı Mahsusa, Osmanlı İmparatorluğu’nu İslami ve Turanî temeller üzerinde koruma ve Doğu’ya taşıma çizgisinin vurucu örgütüdür. Ancak I. Paylaşım Savaşı’nda bu çizgi başarısızlığa uğrayınca, dahası devlet çözülüp dağılma süreci içine girince, devleti toparlama ve koruma telaşına girdi… Bu telaş sonrasında ise Osmanlı’nın devamı olan TC oluşturuldu. Bu bağlamda bir kez daha belirtmek gerekirse; TC, Osmanlı’dan bir kopuş değildir. Dünyanın her yerinde uluslar devleti yaratırken, bu coğrafyada tersinden devlet ulusu yaratmıştır. Ya da diyebiliriz ki, devlet eliyle ulus yaratma projesi, aslında bir İttihat Terakki projesidir. Bu projenin özü, geriye kalan Osmanlı topraklarını bir “vatan” haline getirmek, bu vatanı yabancı unsurlardan temizlemek ve saf bir Türk ulusunu yaratmaktır… Bu projenin ilk uygu-
Sosyalist
Dünyanın her yerinde uluslar devleti yaratırken, bu coğrafyada tersinden devlet ulusu yaratmıştır. Devlet eliyle ulus yaratma projesi, aslında bir İttihat Terakki projesidir. Bu projenin özü, geriye kalan Osmanlı topraklarını bir “vatan” haline getirmek ve ‘saf’ bir Türk ulusunu yaratmaktır… laması Ermeni tehciri ve soykırımıdır. Bu soykırım hareketi, savaş, askeri tedbirler ile açıklansa da, bunun gerçekle bir ilgisi yoktur. İttihat Terakki’nin çıkardığı bir “göç” yasası var; bu yasada Türk olmayan unsurların değişik alanlara dağıtılması, hiçbir alanda nüfusun yüzde onunu geçmemeleri gerektiği öngörülmektedir. I. Paylaşım Savaşı bu projenin uygulanması için çok uygun koşullar sunmuş, bu koşullar bahane edilerek Ermeni tehciri gerçekleştirilmiş ve bu tehcir tam anlamıyla bir kırıma dönüştürülmüştür. Savaşta Osmanlı devletinin yenilgiye uğraması, imzalanan Mudanya Mütarekesi ve bunun sonucu büyük toprak kaybına uğraması, mütareke ile oluşan sınırların Osmanlı Meclisi tarafından “Misak-ı Milli” olarak tanımlanması; Doğu’da Ermenilere, Batı’da Yunanlılara karşı oluşturulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, bu cemiyetlerde Osmanlı bürokratlarının ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın ağılıklı varlığı Türk devletinin/ulusunun ve TC’nin de kaderini koşullayan etkenler olmuştur. “Milli Mücadele” denilen ya da kimi Türkiyeli sosyalist hareketler de dahil “emperyalizme karşı mücadele” dedikleri, özünde güney cephesinde Yunanlılara karşı verilen kısa bir savaştan sonra Mudanya Mütarekesi ile çizilen sınırlara denk gelen alanlarda Osmanlı’nın devamı bir devlet kurulmuştur. Bugün çokça sözü edilen ve kimi sosyalist yapıların bile sorgulamaktan imtina ettiği “Misak-ı Milli” olarak adlandırılan sınırlar, aslında Mudanya Mütarekesi’nin belirlediği sınırlardır. O günkü koşullarda bundan ötesine güçlerinin yetmediğini bilmektedirler. Bu sınırlar üzerinde bir ulus devlet kurmak, bir vatan ve
47
ulus yaratmak eski İttihatçıların, Teşkilat-ı Mahsusa kadrolarının, Osmanlı paşalarının, yani TC kurucularının milli programı ve değişmez stratejileridir. Anılan sınırlar üzerinde “vatanı ve milletiyle bölünmez bir bütün” olan bir ulus devlet, tek bir dil, tek bir vatan, tek bir ulus yaratmak, bu sınırlar içinde kalan halkların, ulusların, ulusal ve etnik grupların inkârı, imhası ve kırımından başka bir anlama gelmiyordu/gelmemiştir. Dolayısıyla diğer halkların, ulusların ve etnik toplulukların inkârı, imhası ve kırımı, TC’nin bir varoluş, bir kuruluş ve varlığını sürdürme özelliği olmuştur. Kuşkusuz bu, normal bir uluslaşma ve ulus devlet haline gelme durumu değil, hastalıklı ve hep sorunlu bir durumdur Doğu Devleti meselesi Nedir doğu devleti? Aslında devlet doğu devletidir. Medeniyetin ilk uç verdiği alanlar olarak, Mezopotamya, Hint, Çin, Mısır aynı zamanda denilebilir ki devletin mucididir de. Mezopotamya’da devlet varken Avrupa’da belki de kabile federasyonu bile yoktu. Batıda var olmuş tek istikrarlı devlet olarak Roma İmparatorluğu da doğunun devletinin yansımasından başka bir şey değildir. Ve unutulmaması gereken bir başka gerçek de insanlığın kahir ekseriyetinin Avrupa değil Hint, Çin ve Doğu Akdeniz çevresinde yaşadığıdır. Dolayısıyla insanlığın en az kısmının hem de tarihen daha sonradan gelmek üzere yaşadıklarını toplumsal evriminin tipik ifadesi olarak değerlendirmek, dünyayı Avrupa sanmakla mümkündür ve öyle de olmuştur. Böyle bir kabul olduğu için de doğunun devleti batı kategorisi içerisinde incelenmeye çalışılmıştır. Hâlbuki Asya’nın bir ucundan Roma’ya kadar uzanan alanda kurulan devletler büyük benzerlikler gösterirken, Roma’nın Cermenler tarafından istilasıyla Avrupa’da bir başka devletler ve toplumlar tarihi başlar. Hatta bu Cermen istilasına rağmen Roma’nın doğusu Bizans olarak geleneksel yapıyı sürdürür ve Türkler tarafından Osmanlılık olarak devralınıp Türkiye Cumhuriyeti’ne devredilir. Dolayısıyla insanlık tarihinin bu kaba değerlen-
Mezopotamya
dirmesi bile, doğunun toplumsal ve siyasal yapısının değil, batınınkinin genel olandan bir sapmayı oluşturduğunu söylememenin daha doğru olacağını gösteriyor. Elbette böyle bir durumda bilinen toplumsal evrim şemalarında da bir karışıklık ortaya çıkıyor; özellikle de feodalite konusunda. Bu da, bu yazının kapsamı içine alamayacağımız, başlı başına ayrı bir tartışma konusu. Batıda ortaya çıkan bu sapmada, tarihe daha geç bir zamanda giren kuzeyli Cermenlerin etkisi olduğu hemen hemen kesindir. Devlet tanımayan gelenekleriyle güneyi istila eden ve günün var olan merkezi devletini parçalayan bu ‘ilkeller’ zapt ettikleri yerde eski yapı tarafından fethedilseler de kendi yapılarına uygun yeni bir sınıflı yapının ortaya çıkmasına neden olmuşlardır. Ortaya çıkan yapıda parçalılığın olmasının, geleneksel ilkel toplumların kabileler olarak otoriteye teslim olmama özelliğinde yattığı söylenebilir. Benzer tutumu Osmanlı egemenliğinde Kürtlerde ve Yörüklerde izlemekteyiz. Egemen olamadıkları durumda otoriteden uzak alanlarda (dağ başlarında) kendi otoritelerini sürdürmeye devam etmişlerdir. Cermen istilasının bir benzeri de Moğol istilasıdır. Moğollar Anadolu’ya girişleriyle Osmanlı’yı silip süpürmüş ve çekildiklerinde geride batıya benzeyen beylikler bırakmışlardır. İlginçtir, Türklerin ve Moğolların kurdukları devletlerin ömrü kuranınkiyle sınırlıdır. Devlet evlatlar arasında bir mülk gibi pay edilir ve bir müddet sonra da tüm büyüklüklerine rağmen silinir giderler. Bunu aşabilen Anadolu’ya yerleşen Türkler olmuştur. Perslerin ve Arapların merkezi devletlerinin askerliğini yapmış olan Selçuklular ve Osmanlılar geldikleri kökene ait gelenekten koparak, farklı bir geleneği benimsemişlerdir. Yani ünlü “Türklerin devlet kurucu oldukları” tezi hiç de gerçekçi değildir. Türkler aslında, o dönemlerde ilkel bir toplum olarak devlet kurucu değil, devlet batırandır. Kısa sürede batırmadıkları Selçuklu ve Osmanlı’dır. Bunlar da farklı kategoriden devletlerdir. Daha önce kurdukları devletler ise kabileler federasyonunun bir üst safhasını henüz ifade eder
Sosyalist
Batı Avrupa insanı siyasal erki belirleme konusunda haklar elde etme peşinde koşarken, Afrika’dan Orta Avrupa’ya kadar at koşturan bu engellenemez güç, kulları üzerinde dehşetengiz egemenlik yaratıyor ve Hitler’in 500 yıl sonra keşfedeceği “küçük insana büyük bir canavarın dişi olma” duygusunu veriyordu. görünmektedir. Doğunun istikrar kazanmış, kurumlaşmış devlet yapılarına göre kurumsuz, geleneksiz yapılardır ve dağılmaları da bünyelerinin bu özelliği dolayısıyla kolay olmuştur. Gelenek kazanmış devlet ise neredeyse kendisini zapt edeni de yutacak kadar istikrar sahibidir. Burada (asimile edilmede) fetihlerin, ilkelliğin hangi safhasından geldiğinin esaslı bir rol oynadığı düşünülebilir. Zapt ettiği toplumdaki hiçbir gelenekle kendi bağlantı noktasını göremeyecek kadar ayrı bir gelenek içinde olanın var olan yapıya teslim olması imkânsız gibi görünmektedir. Örneğin, Timur Bağdat’a girdiğinde şehri yerle bir ederken kütüphaneleri de yakar. İşte bu “vahşiyi” var olan mekanizmanın yutabilmesi olanaklı değildir. Ama Osman Bey bir dağ başında kendisine karargâh kurmak yerine aşiretiyle birlikte gider Söğüt’e yerleşir. Yerleştiğinde de Bizans’ın geleneksel ilişkilerinin içindeki yerini almış olur. Gelecek artık belirlenmiştir. Arap ve Fars geleneği Söğüt’te yeniden şekillenen bir Bizans olarak uç vermektedir. Evet, tam da İbni Haldun’un dediği gibi; devletler de bir insan gibi doğuyor, gelişiyor ve yaşlanıp ölüyorlar! Tarihe geç giren önde duruyor, erken giren yaşlanıp ölüyor. Yukarıda anlattıklarımız asli ve öncelikli olarak doğuda ortaya çıkmış özelliklerdir. Devletin ve dolayısıyla doğu devletinin en temel karakteristiğini güçlü bir merkezi yapı ve doğrudan üreticilerin merkezle olan ilişkilenme biçimi oluşturur. Antik ve orta çağlarda doğu hep bir fetihler ülkesidir. Güçlü ordular dolanır bu bölgede ve iri iri imparatorluklar kurulur. İstila orduları girdikleri yerleri talan eder, doğrudan kendine bağlar. Bu farklılığı ilk görenlerden Machiavelli do-
48
ğu toplumu ile batı toplumu arasındaki farkı Osmanlı ile kıyaslama yaparak şöyle anlatır: “Osmanlı’yı yenemezsiniz. Ama bir kere yenebilirseniz tüm ülkesini fethedebilirsiniz. Batıyı yenersiniz, ama fethedemezsiniz.” Anlattığı, Osmanlı’nın tüm diğer doğu devletleri gibi merkezi olarak çok güçlü olduğu, buna mukabil yerel güç adına pek bir şeyin bu1unmadığı ve Osmanlı ordusunun yenilmesinin her şeyin bitmesi anlamına geleceği; buna mukabil, batıda pek güçlü merkezi yapıların bulunmadığı, yerel güçlerin bulunduğu ve bir merkeze ait bir orduyu yenseniz bile yerel güçlerin sizi uğraştırmaya devam edeceğidir. Osmanlı’da sultanın icazetini alma ihtiyacında olduğu Tanrı’dan başka kimse yokken, batının kralı diğerleriyle en iyi ittifakları kurabilen feodal bey oluyordu. Batıda çeşitli değişimler yaşanırken, tersinden doğuda aynı dönemde Moğol istilalarının ardından dağılıp batıdakini bir ölçüde andırır beyliklere bölünmüş olan Osmanlı yeniden toparlanmış, Bizans’ı ele geçirerek Abbasi ve Pers imparatorluklarının derslerini onunla birleştirmişti. Attığı her adımda merkezi güçlendiriyor, yerel güçleri izleri kalmamacasına temizliyordu. Fatih, Anadolu’da tek bir Türk Bey’i bırakmazken, bu süreçte Kürtlere eli pek yetişmedi. Bu süreçte kurulan nizamda bir devlet/padişah vardı, bir de kulları. Adları koca koca “bey” diye geçenler bir reayadan daha fazla bir öneme sahip değillerdi. Padişah emrettiğinde kendi kellesini sepete koyup İstanbul’a göndermeyi yükümlülüğü olarak bilirdi. Bey olan bunu böyle bilince, biçare köylü nasıl başka bilebilirdi ki? Batı Avrupa insanı birey haline gelip siyasal erki belirleme konusunda haklar elde etme peşinde koşarken, Afrika’dan Orta Avrupa’ya kadar at koşturan bu engellenemez güç, kulları üzerinde de daha bir dehşetengiz egemenlik yaratıyor ve Hitler’in 500 yıl sonra keşfedeceği “küçük insana büyük bir canavarın dişi olma” duygusunu da veriyordu. Sonuçta her şey devlet idi. Her şey devlet içindi. Ancak devlet için var olunabilirdi.
Mezopotamya
Türkiye Cumhuriyeti yeni bir devlet mi? Yukarıda kısaca çizmeye çalıştığımız tablo içerisinde yüzlerce yıl süren bu şekillenme, cumhuriyetin tüm “modernizmine” karşın şaşırtıcı bir biçimde ta günümüze kadar devletin ve toplumun temel kavranışı olmaya devam etmiştir. Kuşkusuz bu bir tesadüf değil. Bilinçli bir yeniden üretimin eseridir. Dünyadaki gelişmelere bağlı olarak savaş teknikleri de değişmeye başlamıştı. Bu değişimle birlikte Osmanlı, büyük ordularının artık Avrupa ortalarına ulaşması bir yana, sınırlarını dahi koruyamaz ve giderek toprak kaybeder duruma geldiğini gördüğünde gözünü batıya çevirmek ihtiyacını duymuştu. İkinci Mahmut’tan beri batılıların hep bir şeyleri alınıp duruldu ve sonunda “Türk mü olsak Osmanlı mı?” tartışmaları arasında imparatorluk bitti. Osmanlılık yerine Türkler kendilerine nihayetinde Kürtleri de ketem pereye getirip bir devlet kurdular. Sözde yeni kurulmaya çalışılan, özünde Osmanlı’nın devamı olan ve ondan bir kopuş göstermeyen devlet, her şeyiyle çağdaş görünen temeller üzerinde kuruluyordu. Ama kurma biçimleri model alınana göre tam terstendi. Çünkü Batı’nın özgürleşen, özgürleşmek isteyen insanları kendi iradeleriyle kurdukları ilişkiler içerisinde merkezlerin oluşumuna katılmışken, yeni rejim daha ilk günden itibaren Osmanlı’nın kendi merkezi gücünün dışında güç bırakmama geleneğini hemen hayata geçiriyordu. Öyle ki, kuruluş sürecinde yerel güçlerle uzlaşma, yeterli güç toplanıncaya kadar sürdürülecek olan anlık bir taktikti. Nihayetinde cumhuriyetin kuruluşu, özgür bireylerin örgütleri ve iradeleriyle vatandaş olma süreci değil, padişahın kullarına cumhuriyetin, kulluğun yeni bir türü olarak vatandaşlık vermesi oldu. Bu anlamda Osmanlı sultanının kullarıyla olan ilişkisiyle cumhuriyet devletinin vatandaşlarıyla olan ilişkisi arasında hemen hiçbir farklılık olmadı. Olamazdı. Hemen tüm kadrosu sultanın kulları olan subaylardan oluşan bir fikir çevresi ve örgütlenmenin başka türlü dav-
Sosyalist
Hıristiyanlık mevcut kurumları çözmek ve kendini irade yapmak için çabalarken, Müslümanlık başından itibaren tüm değerleriyle toplum tarafından içselleştirilmiştir. Öyle ki, öneren ve gerçekleştiren, devletleri konumlandıran, gelişme süreçlerine kendi damgasını vuran bir etki dinamiği olmuştur. ranmasını beklemek abesle iştigal olurdu. Çağdaşlık adına Batı’nın medeni, ticari, adli ne kadar hukuku ve kurumları varsa alındı ve aralarına “küçük” ilaveler yapıldı. Yapılan ilavelerin tümünde hâkim olan ‘kutsal ve ebedi devlet’ perspektifi idi. Bütün bunların üzerine bir de uyduruk ve ırkçı resmi Türk tarihi yaratıldı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna yönelik tartışma konularının en önemlisi, cumhuriyetin Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olup olmadığı sorusudur. Bu noktaya bağlı olarak yaşanan dönüşümün bir devrim hareketi olup olmadığı tartışılmaktadır. Bir görüşe göre Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin devamıdır ve Türk ulus-devleti, batılılaşma süreci sonucunda ortaya çıkmış bir rejim değişikliğidir. Yani devleti yöneten grup içerisindeki çatışmadan galip çıkan Kemalistlerin eskisinden çok farklı bir yapı oluşturmadığı varsayılmaktadır. İkinci bir görüşe göre, Türk Devleti’nin kuruluşu Osmanlı toplumundan radikal bir kopuştur, çünkü Türkiye’de kurulan devlet “yenidir”. Bu anlamda bir devrim hareketi yaşanmıştır ve bunun sonucunda laik ve modern bir ulusdevlet ortaya çıkmıştır. Hemen belirtmek gerekir ki ben birinci görüşü savunuyorum. Yani TC yeni bir devlet değil, Osmanlı’nın devamıdır. Çünkü “1923, resmi söylemin ısrarla iddia ettiğinin aksine, imparatorluktan bir kopuş değildi. Türklüğün 1923’teki ‘yeniden doğuş’ söylemi, ideolojik bir zorlamaydı; ve hiçbir zaman, kitlelerin bilincinde kök salmış bir efsane niteliği de kazanmayacaktı. Aslında Cumhuriyet, kayda değer hiçbir yenilik ve özgünlük içermiyordu. Toplum-devlet ilişkisinde hiçbir değişiklik söz konusu değildi. Yegâ-
49
ne ‘yenilik’ devletin halk yığınları üzerindeki denetim ve gözetiminin güvence altına alınmasıydı…” (F.Başkaya, Yediyüz, Say:13) Ya da “Cumhuriyet rejimi de Osmanlı devlet anlayışının yeni bir görüntü altında, ‘ulus–devlet’ temeli üzerindeki devamından başka bir şey değildi.” (age, s:16) Durum böyle olunca da kimilerinin iddia ettiği gibi TC yeni bir devlet değildi. Aslında Osmanlı devlet geleneğinin devamı niteliğindeydi. Ya da diyebiliriz ki, Selçuklu’dan devralınan Osmanlı devlet geleneği TC’ye devredilmiştir. Bu devlet geleneği ise öz itibariyle İslam devlet geleneğidir. Bir belirleme yapmak gerekirse; Hıristiyanlık mevcut kurumları çözmek ve kendini irade yapmak için çabalarken, Müslümanlık başından itibaren tüm değerleriyle toplum tarafından içselleştirilmiştir. Öyle ki, öneren ve gerçekleştiren, devletleri konumlandıran, gelişme süreçlerine kendi damgasını vuran bir etki dinamiği olmuştur. Müslümanlığa bu olanağı veren, toplumun üretim nesnelliğini ve organik bütünlüğünü kurmamış oluşuydu. Yani Hıristiyanlığın Roma’nın yıkılışından sonra bulduğu boşluktan çok daha fazlasını, Müslümanlık ortaya çıktığı coğrafyada ve yaygınlaştığı ülkelerde bulmuştu. Evet, toplumsal ilişkilerin en basitinden en karmaşığına kadar müdahale etme, yapma amacını hiç yitirmeyen Müslümanlık, toplumların kaderini belirleyen bir olgu haline dönüştü. Ve günümüze kadar gelen bir etki dinamiği oldu. “İslam şeriatına olan bağlılık, devletin örgütlenmesine, kurumların nicelik ve niteliğine etki etmiştir. Bu etki sonuçta kurumları da aşarak tüm topluma yansımıştır.” (Vecih Kevserani, aktaran E.Mehmet Özsoy, Türk Devlet Geleneğini Üreten Süreçlerin Evrimi, say:32) Burada bir parantez açmak gerekirse; İslam devlet geleneği derken bunu bir şeriat olarak algılamamak gerekiyor. Ya da Selçuklu ve onun devamı olan Osmanlı’nın şeriatla yönetildikleri anlamı çıkarılmamalı. Söylenmek istenen, “Uygulanan, ‘şeriat’ olmaktan çok, kanun ve eylemlerin şer’iliğinin tescili ile doğrudan üretici-devlet ilişkilerine
Mezopotamya
meşruiyet sağlanmasıdır.” (Mete Kaynar, Devletin Ülkesi ve Milleti, Say:32) Devam edecek olursak, İslam devlet geleneğinde devletin mülke ilişkin talepleri salt toprakta somutlanmıyordu. Toplumsal alanda zenginlikler nerede varsa devlet orada iradesini karşı konulmaz biçimde dayatıyordu. Böylece her yöntemi deneyerek tüm zenginliklerin kendine akmasını sağlıyordu. Bunu yapabilmek için ise Selçuklu pratiğinden ders alarak, gereksinim duyduğu ordu ve bürokrasiyi devreye sokuyordu/sokuyor. Çünkü ordu ve bürokrasi, genel mülk üzerinde merkezkaç istekler taşıyan unsurların engellenmesi için zorunlu kurumlardır. Ya da denilebilinir ki, Osmanlı ve onun devamcısı TC, İslam devlet deneyimini derinleştirmek, zenginlik kaynağı alanların denetlenmesini bu yolla sağlama almak, merkezi yapıları besleyen kurumların düzeyinin yükseltilmesiyle olabilirdi. Yani daha merkezi olabilmek için üretim alanlarının denetlenmesi gerekiyordu. Bu bağlamda merkeziyetçiliği sağlama doğrultusunda büyüyen ordu ve bürokrasiyi beslemek için de her seferinde devletin mülke ilişkin yaklaşımının daha da somutlanması, tüm zenginliklerin devlete akma yollarının açılması gerekiyordu. Bugün de mevcut ordusu ile her fırsatta övünen, toprakların büyük çoğunluğunun mülkiyetinin devletin olduğu bir olguyla karşı karşıyayız. Yaşananları nasıl okumalıyız? Avrupa’da Aydınlanma çağı ile gelişip serpilen, bir ölçüde bu çağı getiren burjuva sınıfı da özgür, devletten bağımsız yapısı ile bu coğrafyada oluşmamıştır. Osmanlı’da var olan hanedanlık, ordu ve bürokrasi diyebileceğimiz saray çevresidir. Fakat hiçbiri hanedanlığa göre özgür ve bağımsız değildir, üstelik bütün sınıfsal yapı, dönemine göre de olsa sultana bağlı olup, iki dudak arasından çıkacak fermanla her an bütün iktidarını kaybedecek kadar bağımlıdır. Din veya onu temsilen ulema ise, oldum olası devlet iktidarının içinde, devlete bağımlı bir yapıdadır. Osmanlı’nın son dönemlerinden başlaya-
Sosyalist
Her şey devlet eliyle yapıldığı için, en küçük bir krizin bile devlet düşmanlığı olarak karşılanması mantığı da burada yatmaktadır.Yani ‘devlet yaparsa doğrudur’ anlayışı. Bu anlayış bugüne kadar süregelmiştir. Ama bugün hem dünyadaki hem de bu coğrafyadaki gelişmeler artık bunun böyle olamayacağını göstermektedir. rak bütün cumhuriyet tarihi boyunca Batı türü burjuva bizzat devletin bilinçli çabalarıyla oluşturulmuştur. Yani burjuvazi kendi ayakları üzerinde şekillenmemiştir. Böyle olunca da devlette kendi dinamikleriyle söz sahibi olamamıştır. Sonuç olarak ordu ve bürokrasi devlette tek iktidar merkezi olarak kalmıştır. Osmanlı’nın devamı olan ve eski hanedanlığın yerini alan devlet, sivil-askeri bürokratik yapı, devleti temsilen hala varlığını korumaktadır. Devlet güdümünde geliştirilen burjuvazi ve onun kurumları ise devlete bağımlı birer organ gibidirler. Altı çizilmesi gereken önemli bir nokta ise, var olan yapısı ile toplumsal gruplar ve sınıfsal yapılar, Osmanlı’da olduğu gibi cumhuriyette de bağımsız değildir ve neredeyse hemen hepsi devlet teşviki ile veya devlet eliyle geliştirilmişlerdir. Batıda var olan özgür toplumsal gruplar ve onların iktidar alanları bu taraflarda tarihi gelişmeler sonucu oluşmamıştır. Bunun en önemli sebebi, bu coğrafyada her yeniliğin ve gelişmenin devlet eliyle yapılmış olmasında yatmaktadır. Zaten devletin her probleme demokrasi düşmanları ya da laiklik karşıtları temel tezi ile yaklaşması da bundan olsa gerektir. Her şey devlet eliyle yapıldığı için, en küçük bir krizin bile devlet düşmanlığı olarak karşılanması mantığı da burada yatmaktadır. Yani ‘devlet yaparsa doğrudur’ anlayışı. Bu anlayış bugüne kadar süre gelmiştir. Ama bugün gerek dünyadaki gelişmeler, gerek bu coğrafyadaki gelişmeler artık bunun böyle olamayacağını göstermektedir. Bugün devlet düzeyinde yaşananları da bu bağlamda okumak gerekmektedir. Birincisi; dünyada yaşanan gelişmelerle birlikte ABD’nin Avras-
50
ya’ya hâkim olma stratejisi çerçevesinde Türkiye’ye biçtiği bir rol var. Ancak bu rolü yerine getirebilmesi için mevcut statükocu yapılanmada bir değişimi gerçekleştirmesi gerekiyor. İkincisi; bugüne kadar devletin bilinçli çabaları ile oluşturulan ve bunun sonucu olarak devletin nüfuz alanı içinde tutulmaya çalışılan burjuvaziye karşın bir süredir kendi dinamikleri üzerinde gelişen ve uluslar arası sermaye ile ilişkilerini geliştiren (ister ‘yeşil sermaye’ ister ‘Anadolu sermayesi’ denilsin) ve gelişen, artık bir biçimde devlette söz sahibi olmak isteyen bir burjuvazi mevcut. Bu burjuvazi ise mevcut statükocu yapılanmanın değişmesini istiyor. Üçüncüsü; uluslar arası sermaye ya da ABD yalnızca Avrasya nedeniyle Türkiye’ye bir rol vermiş değil. Daha da önemlisi uluslar arası sermaye Türkiye’yi G20’ye alarak, aslında emperyalizmin merkezine yerleştirmiştir. (Kuşkusuz bu bağlamda Türkiye’nin bugün hala tartışma konusu olan “emperyalizme bağımlılık ve geri kalmışlık” tespitlerini tartışmak gerekiyor. Deyim uygunsa emperyalizmin tam da merkezinde, yönetiminde yer alan Türkiye’nin bu durumunu geri kalmışlık vb. ile açıklamak bana pek gerçekçi gelmiyor. Ama bu başlı başına bir yazı konusu.) Bu bağlamda da mevcut statükocu devletin değişmesi gerekiyor. İşte bugün devlet nezdinde yaşanan çatışma ve gelişmeleri, bu ve benzeri sorunlar çerçevesinde değerlendirmek gerekiyor. Neyi nasıl tartışacağız? Hatırlanacaktır. Bir süre önce gündemin en can alıcı tartışması laik-anti laik tartışmasıydı. Bu tartışma daha çok mevcut hükümette bulunan AKP üzerinden yürütülüyordu. Gerekçe AKP’nin şeriat getireceği üzerine kuruluyordu. Hemen belirtmek gerekir ki, her ne kadar AKP İslami gelenekten gelen bir siyasal yapılanma olsa da, bugün durduğu yer itibariyle muhafazakâr ve liberal bir oluşumdur. Ve şeriat diye bir derdi yoktur. Ama bir dönem Türkiye sosyalist hareketi-
Mezopotamya
nin büyükçe bir kısmı da dahil olmak üzere bir kesim, topluma bu paranoyayı yayıyordu. Hala zaman zaman bu yapılıyor. Kimse de çıkıp kendine şu soruyu sormuyor: Gerçekten cumhuriyet dedikleri laik miydi? Oysa TC hiçbir zaman laik olmadı. Neden olmadığını açıklamak gerekirse: Bu coğrafyada din ve ulema hiçbir zaman devletten ayrı bir kurum olmadığı gibi, devletten bağımsız bir örgütlenmesi de olmamıştır. Nizam’ül Mülk’ten bu yana da devletin yedeğinde, içinde ve hizmetindedir. Yapılan savaşlarda devletle beraber ya galip ya da mağluptur. Dolayısıyla ayrı bir varlık olarak esamesi okunmaz. Tarihin hiçbir döneminde de devletle karşı karşıya gelmemiştir. Ya da diyebiliriz ki laiklik, en kaba tabiriyle “din ve devlet işlerinin ayrılması” diye tanımlanırken, diğer yandan devlet camiler açmış, o camilere devletin memuru olan din görevlileri atanmış, dönem dönem yurttaşlarını Hacca götürmek için organizasyonlar düzenlemiş, hatta kesilen kurbanların derilerini yine sadece kendi yetkilendirdiği kurumlara toplatmıştır. Son süreçte de görüldüğü gibi laiklik bir yana, devlet bunun tam aksine, iç çekişmelerde bile maske olarak kullanmıştır. Yine bu coğrafyada din, oldum olası toplumsal işleyişte başat bir rol oynamamıştır. Toplumsal olaylarda, siyasi, askeri ve ekonomik gelişmelerde, devletin bekası neyi gerektirmiş ise din ona uyarlanmıştır Yani görüldüğü üzere aslında bu coğrafyada iddia edildiğinin aksine, Osmanlı’nın devamı olan TC kurulduğu günden itibaren laik olmamıştır. Bu bağlamda da laik-anti laik çatışması ya da bunun gündemde tutulması bir gerçeği yansıtmamaktadır. Bu özünde mevcut statükocu devletin kendi bariyerlerini sağlama alma manevralarının ya da ordu ve sivil bürokrasinin kendi dokunulmazlıklarını korumanın bir örtüsüdür. Evet, yukarıda ABD’nin Avrasya’ya hâkim olma stratejisi çerçevesinde Türkiye’ye biçtiği rolden bahsettik. Bu rol gereği Türkiye’nin başta komşuları ile ilişkilerini düzene sokması, kendi iç problemlerini bir biçimde çözmesi gerekiyor.
Sosyalist
Türkiye devrimci-sosyalist hareketinin büyük çoğunluğu uzun süredir iktidar perspektifini kaybetmiştir.Ya da diyebiliriz ki iktidar perspektifi yoktur. Hal böyle olunca da yaşananlar karşısında ya sessizliğini sürdürmekte ya da “şeriat gelecek” diyerek Ergenekonculara sahip çıkmaktadır. Ama mevcut statükocu devletle bu mümkün değil. Mümkün olmadığı için bir biçimde devlet yeniden dizayn edilmeli. İşte bugün yapılmaya çalışılan tam da bu. Devletin yeniden dizayn edilmesi. Bugüne kadar asker-sivil bürokrasi tarafından yönetilen devletin artık bu şekilde yürümesi mümkün değil. CHP ve benzerlerinin ya da kimi Türkiyeli sosyalist hareketlerin “AKP kendi kadrolarını yerleştiriyor” dedikleri tam da bu. Mevcut devletin yeniden küresel sermayenin ihtiyaçlarına göre dizayn edilmesi. Diğer taraftan -yukarıda da değindik- ilk kez bu coğrafyada bir süredir kendi dinamikleri üzerinden gelişen bir burjuvaziden bahsedebiliriz. Buna kimileri ‘yeşil sermaye’, kimileri ‘Anadolu sermayesi’ diyor. Artık bu burjuvazi devlette söz sahibi olmak istiyor. Ve bu burjuvazi kendini MÜSİAD’la temsil diyor. Diğer bir çatışma ise tam da burada, yani kendi dinamikleri üzerinde gelişen ve bir süredir AKP’yle iktidarın nimetlerinden faydalanan MÜSİAD ile bugüne kadar devletin korumacılığında gelişen, varlığını sürdürmeye çalışan ve kendisini TÜSİAD’da ifade eden burjuvazi arasındaki kapışma. Bu kapışmaya uluslar arası sermayenin çıkarlarını da eklemek gerekiyor. Bu kapışma aynı zamanda devlete hâkim olma, ya da söz hakkı elde etme kapışması. Bu durum da devletin yeniden dizayn edilmesini gerekli kılıyor. Bir diğer nokta, belirttik, uluslar arası sermaye gerek Ortadoğu ve gerekse Avrasya üzerindeki planlarını hayata geçirmek için Türkiye üzerinden bir geçiş sağlamaya çalışıyor. Bunun için de Türkiye’de mevcut statükocu devletin değişmesi, uluslar arası sermayenin yeni
51
planlarına göre şekillenmesi gerekiyor. Salt bu değil. Türkiye artık sıradan bir ülke statüsünde değil. Çünkü o artık uluslar arası sermayenin yönetim kademesi diyebileceğimiz G20’nin de bir üyesi. Hem de öyle gözlemci falan değil. Asli üyesi. Bu durum da diğerleri gibi mevcut statükocu devletin değişmesini gerekli kılıyor. Ve sonuncusu; biliniyor, Türkiye aynı zamanda emperyalizmin silahlı gücü NATO’nun da üyesi. NATO’nun yeni stratejisinde artık ulusal ordulara yer yok. Hepsi NATO ordusu bünyesinde toplanacak. Bunun için geçtiğimiz yıl NATO İç Anadolu’da bulunan bir üssünü kapatarak Yunanistan’a taşıdı. Türkiye ve Yunanistan’a ise “Aranızdaki sorunları çözün. Üssün yönetimi 6 ay birinizde, 6 ay diğerinizde olacak” direktifini verdi. Mevcut devletin asıl sahibi olan ve her zaman gücüyle övünen TSK için ise bu ayrı bir sorun oluşturuyor. İşte bütün bunlar ve daha başka nedenlerden ötürü bir süredir devlet içinde ciddi çatışmalar yaşanmaktadır/yaşanıyor. Bu çatışmaların kendini su yüzüne vurduğu en önemli noktalar ise Ergenekon operasyonları, darbe planları ve HSYK etrafında yaşanan çatışmalardır. Çünkü bu alanlarda yaşanan çatışma, bugüne kadar devletin asıl sahibi olarak kendisini gören ve oradan nemalanan ordu ve sivil bürokrasinin artık işlerin eskisi gibi yürümeyeceğini görmesiyle ilintilidir. Solun handikapı Türkiye devrimci ve sosyalist hareketinin büyük çoğunluğu uzun süredir iktidar perspektifini kaybetmiştir. Ya da diyebiliriz ki iktidar perspektifi yoktur. Hal böyle olunca da yaşananlar karşısında ya sessizliğini sürdürmekte ya da büyük çoğunluğunun yaptığı gibi “şeriat gelecek” diyerek Ergenekonculara sahip çıkmaktadır. İlginçtir, Ergenekon operasyonları konusunda Kürt ulusal demokratik hareketi de aynı sessizliği sürdürmektedir. Oysa asıl Ergenekon operasyonları ve darbe planları konusunda daha da ileriye gidilmesi için mücadele etmesi gerekenin başta Kürt ulusal demokratik hareketi ve Türkiyeli sosyalistler
Mezopotamya
olması gerekmez mi? Ama durum hiç de öyle değil. Sanki 12 Mart’ları, 12 Eylül’leri yaşayan Türkiye sosyalist hareketi ve daha öncekileri saymasak bile son 30 yıldır Kürdistan’da olanları yaşayan ulusal demokratik hareket değilmiş gibi!.. Peki, neden böyle? Türkiye sosyalist hareketi açısından meseleye bakacak olursak. Türkiye sosyalist hareketinin büyük çoğunluğu özünde Kemalist’tir. Ve bir yanılsama yaşamaktadır. O da TC’nin yeni bir devlet olduğu ve laik olduğu yanılsamasıdır. Oysa yukarıda bir biçimde izah etmeye çalıştık; TC yeni bir devlet değildir. Osmanlı’nın devamıdır. Ve ondan köklü bir kopuş gerçekleştirmemiştir. Hiçbir zaman gerçek anlamda laik olmamıştır. Türkiye sosyalist hareketinin büyük çoğunluğu Kemalizm’in etkisinden kurtulamadığından devleti kutsamakta, kutsadığı devlete dokunan herkesi ise düşman ilan etmektedir. Devleti kutsama kimi parti ve örgütlerin programlarına dahi girmiştir. Programlarına baktığımızda hemen hemen hepsi iktidara gelince “sosyalist devleti kuracağız” demektedir. Yani hiçbiri devleti sorgulamamaktadır. Ne bugün var olanı, ne de yarın kuracaklarını iddia ettikleri devleti. Tam bir kutsama söz konusudur. Ve yine Kemalizm’den beslendiği için,
Sosyalist
AKP’nin her yaptığına “şeriat geliyor” diyerek düşünmeden karşı durmaktadır. Bu yüzden de Ergenekon operasyonları ve darbe girişimleri karşısında Ergenekoncuları ve darbecileri desteklemektedir. Yani Türkiye sosyalist hareketinin büyükçe kısmının tavrı: “Eğer Ergenekoncu ve darbecilere karşı olursam bu AKP’nin ekmeğine yağ sürer.” Kendi bağımsız tavrını da koyamadığı için doğal olarak Ergenekoncuları ve darbeleri destekliyor, destekler pozisyona düşüyor. Bir diğer handikap ise, yukarıda uzun uzun izah etmeye çalıştık. Aslında mevcut devlet geleneği İslami devlet geleneğidir. Şimdi bu İslami devlet geleneği bir biçimde yine izah etmeye çalıştığımız nedenlerden dolayı çatırdıyor, yeniden şekilleniyor. İşin özüne bakılırsa, asıl mevcut devlete dört elle sarılması gerekenin İslami gelenekten gelen parti olarak AKP olması gerekiyor. Oysa AKP’nin böyle bir derdi yok. Tam tersine, kendisine sosyalistim hatta komünistim diyen kimi Türkiyeli hareketler devlete dört elle sarılıyor. Ve TKP gibi cumhuriyetin değerlerine sahip çıkmak gerektiğini, ya da HKP gibi ikinci ‘kuvayı milliye’ savaşını başlatacaklarını söylüyorlar. Bu bile Türkiye sosyalist hareketinin büyük kesiminin mevcut devleti ne kadar kutsadığı-
52
nı ya da mevcut devletle bir derdi olmadığını göstermeye yetiyor. Ulusal demokratik harekete gelince, aslında onu ayrı bir yazı konusu yapmak gerekiyor. Çünkü o mevcut devlete ilişkin bir şey söylemezken, dünyada sayılı devletsiz halklardan biri olan halkımız için devletin gerekli olmadığını, devletin halkımız için kötü bir şey olduğunu dillendiriyor. Sonuç olarak; bugün birçok nedenden ötürü mevcut statükocu devlet yeniden şekilleniyor, şekillendirilmeye çalışılıyor. Doğal olarak iktidar partisi AKP de iktidar olanakları ve uluslar arası sermayenin de desteğini arkasına alarak bu süreci kendi çıkarları doğrultusunda sürdürüyor. Eğer yeniden şekillendirilmeye çalışılan devletin daha “demokratik” muhtevaya kavuşması isteniyorsa -ki bu önemli-, başta Kürdistan komünist hareketi, ulusal demokratik hareket, Türkiye devrimci ve sosyalist hareketi, emek hareketi ve Alevi hareketi ile bu coğrafyada yaşayan tüm azınlıklar (Ermeniler, Araplar, Romanlar vb.) bu sürece müdahale etmeliler. Bu ancak yeni bir cephe açarak mümkündür. Açılacak bu yeni cephe, başta Ergenekon operasyonları ve darbe planlarının üzerine sonuna kadar gidilmesi için mücadele etmelidir.
Mezopotamya
Lokman Polat
Romana Serhildana Mala ELÎYÊ ÛNIS
M
in li ser gelek romanên kurdî nivîsên danasîn, analîz û nirxandinê nivîsî û gelekên wan nivîsan di kovarên kurdî de derketin. Ji bo ku nivîs di kovarên cure cure de derketin, dibe ku hinek kovar nekevin destê xwendevanan, bi taybetî jî kovarên ku li Ewropayê derketin, nakevin destê xwendevanên li welêt. Loma jî, min wan nivîsên xwe yên li ser romanan civand ser hev û wek pirtûk amade kir. Di herdu pirtûkên min yên li ser “Danasîna Romanên Kurdî” de ji her romannivîserekî kurd danasîna romanekî wî heye. Min piştî ku pirtûka xwe ya yekem a li ser romanên kurdî ji bo çapê amade kir, hinek romanên kurdî yên din jî derketin û ketin destê min. Divê min danasîna van romanan jî binivîsana. Min li ser gelekan nivîsî. Lê, vêca nivîs zêde bûn, nedibû ku ez hemûyan di yek pirtûkek de biweşînim. Ji bo wê min pirtûkek din wek berdewama pirtûka yekem amade kir û min van nivîsan di vê pirtûkê de bi cih kir. Navê pirtûka min a yekem ya li ser romanên kurdî, “Bîst Romanên Kurdî” ye. Piştî vê pirtûkê jî min bi navê “50 Romanên Kurdî” pirtûkek din nivîsî û ji bo çapê amade kir. Ev pirtûk dê di dawiya sala 2010-an de were çapkirin û bikeve destê xwendevanên kurd. Dema ez li ser berhema nivîskarekî dinivîsim, li şexsîyeta wî nivîs-
Sosyalist
karî qet mêze nakim. Nivîskar kî ye? Wî di jîyana xwe de çi kiriye? Çi tiştên baş û xirab pêk anîye? Dîtin û ramanên wê yên îdeolojîk û polîtîk çi ne? Ez li ser van aliyên nivîskarekî nasekinim û ev tiştên wan min întrese û eleqeder nake. Ji bo min a girîng berhem bi xwe ye. Berhema kîjan nivîskarî dibe bila bibe, heger bi kurdî be û roman be, min li ser nivîsîye û ji niha pê ve jî ez ê binivîsim. Di vê nivîsa xwe ya danasînê de jî, ez ê pirtûka Mahmûd Baksî “Serhildana Mala Eliyê Ûnis” bidim danasînê. Ev pirtûk berhema rehmetî Mahmûd Baksî ya dawîn e. Pirtûk di nav weşanên “Welat” de li Stenbolê derketiye. Pirtûk 109 rûpel e û ji 19 beşên kurt pêk hatiye. Romannivîser Mehmed Uzun ji bo vê pirtûkê pêşgotinek nivîsiye. Di amadekirina vê pirtûkê de keda nivîskarê jîr ê ciwan Salihê Kevirbirî gelek çêbûye. Mehmed Uzun di pêşgotina xwe de gelek tişt gotiye. Pêwîst nake ez wan dubare bikim. Ez vê pirtûkê li gor teorî û pîvanên romanê nanirxînim. Ez ê naveroka pirtûkê û bûyerên ku tê de hatine vegotin, bi kurtî pêşkêşê xwendevanan bikim. *** Serhildanên kurdan, hinek jê mehelî -lokal- bin jî di dîroka kurdan de ciheke girîng digrin. Li gor arşîvên dewleta dagirker a tirk, kur-
53
dan 29 car li dijê komara Tirkiyê serhildan pêk anîne. Bi min divê roman û vegotinên van serîhildanan bi kurdî bêne nivîsîn. Heger ji bo her serhildanek romaneke kurdî bê nivîsîn, dike 29 romanên kurdî. Ev jî ji bo edebiyata kurdî dibe dewlemendîyek. Di wan serhildanên kurdan de gelek mêr, mêrxas û egîdên kurd bi navûdeng bûn. Mêrxasîya wan egîdan di stran, kilam û çîrokên kurdî de hatine afirandin. Dengbêjan li ser wan kilam gotiye, çîrokbêjan li ser wan çîrok gotiye. Lê, ev gotin bi hawakî edebiyata devkî hatiye pêkanîn, bi şêweya edebiyata nivîskî nehatine afirandin. Divê ew derbasê ser kaxiz bibin û bên nivîsîn. Jiyan, serpêhatî û têkoşîna gelek mêrxasên kurd bi serê xwe dibin mijara romanê. Xalid Begê Cibrî, Îhsan Nurî Paşa, Yadîn Paşa, Kor Huseyîn Paşa, Keremê Qol Axasî, Hecî Musa Beg, Amê Faro, Seyidxanê Mala Seydo, Şêx Seîd û Şêx Elî Rîza Efendî, Alîşêr, Nurî Dêrsimî, Seyid Riza û bi dehan, bi sedan kurdên din, jiyan û têkoşîna wan dikare bibe mijara romanê. Mehmed Uzun baş kir ku romana Bedirxanîyan û ya Memduh Selîm Begê nivîsî. Min -Lokman Polatbaş kir ku romana katibê Şêx Seîdê nemir, têkoşer û fîlozofê kurd Fehmîyê Bîlal nivîsî. Mahmûd Baksî jî baş kir ku beriya biçe ser heqîya
Mezopotamya
xwe romana serhildana Elîyê Ûnis nivîsî. *** Niha em bên ser naveroka vegotina “Serhildana Mala Eliyê Ûnis”. Wek tê zanîn, serhildana mala Eliyê Ûnis li herêma Xerzan pêk hatibû. Di destpêka pirtûkê de taswîra herêma Xerzan tê kirin. Pirtûk bi kilama “Ferman e, ferman e, keko li me ferman e” dest pê dike. Ev kilam, kilamekî gelek xweş û bi dilêş e. Li gundekî Xerzan, jinek gundî ku navê wê Sebroya Etikê ye, serê sibê radibe û diçe ber tenûrê. Li wir du zarokên biçûk li ber tenûrê dibîne. Herdu zarok ji sar û sermayê qufilîne û birçî ne. Sebro xeberê dide mala axayê gund. Axa û gundî tên zarokan li ber tenûrê dibînin. Ew nan didin wan. Paşê axa emir dide ku porê wan biqusînin -spî di porên wan de heye- û serê wan bişon. Herdu zarok, yek keç e û yek kur e. Ev herdu zarok kî ne? Jiku hatine vî gundî? Di beşa yekem a vegotina pirtûkê de ev meraq heye. Ev meraq xwendevanan dikşîne nav pirtûkê û ji bo vê meraqê xwendevan xwendina xwe didomîne û dest bi xwendina beşa duyem dike. Axa, anku axayê gundê Sibhiyê li wan herdu zarokan nav datîne. Ew navê kurik Evdo û navê keçikê Emîne datîne. Gelo ev herdu zarok çiyê hev in? Kes nizane. Herdu zarok di gund de, sal bi sal mezin dibin, lê ew jî bi bîr naynin ku jiku hatine vî gundî? Diya wan û bavê wan kî ne? Nayê bîra wan. Paşê zarok jî -ku êdî bûne xort û keça ciwan- çîroka xwe ji bîr dikin û bi gund re dibin yek. *** Ev pirtûk, wek ku min di destpêka vê nivîsêde got, ji 19 beşên kurt pêk hatiye. Ev beşên kurt, bi taybetî jî hinek beş li gor pîvana romanan û şêweyên edebî gelek qels in. Di beşa duyem de behsa fermana dewletê, ku dixwazin mintîqê -herêmêvala bikin û gundîyan ji gundên wan derxin der, dike. Qaymeqam û qumandarê dewletê diçin gundê Tahar Axayê Badkîyan û ji wan bac -vergîdixwazin. Gundî jî qebûl dikin û bac didin wan. Lê, dewlet dixwaze provokasyonek çê bike. Qumandarê leşkeran, anku Yuzbaşî dest davêje
Sosyalist
Rojek mifreza leşkerên dewleta tirk tên gundê mala Eliyê Ûnis û ji wan re dibêjin ku:“Divê bac bidin û xortên xwe bişînin leşkerîyê.” Piştê ku mifreza leşkeran ji gund derdikevin ku biçin Hezo’yê, di rê de peyayên mala Eliyê Ûnis davêjin pêşiya wan, çek û sîlehên wan ji wan distînin û wan bê çek berdidin. bûka Axa. Bûk hawar dike, gundî tên hawarîya wê û hinek karmendên dewletê dikujin. Ev beş hemû li ser hev di rûpeleke û nîv de hatiye vegotin. Di beşa sêyem de lehengê serhildanê Evdirehmanê Elîyê Ûnis derdikeve holê. Ew di dîwana xwe de runiştiye. Mirov û gundîyên wî di hizûra wî de runiştine. Bûyera gundê Tahar Axa pê hesiyane. Ew pê zane ku derdê dewletê Tahar Axa nîn e. Hedefa dewletê mala Eliyê Ûnis in. Rojek mifreza leşkerên dewleta tirk tên gundê mala Eliyê Ûnis û ji wan re dibêjin ku: “Divê bac bidin û xortên xwe bişînin leşkerîyê.” Piştê ku mifreza leşkeran ji gund derdikevin ku biçin Hezo’yê, di rê de peyayên mala Eliyê Ûnis davêjin pêşiya wan, çek û sîlehên wan ji wan distînin û wan bê çek berdidin. Piştê vê bûyerê eşîra mala Eliyê Ûnis xwe ji bo şer amade dikin. Di beşa çaran de behsa leşkerên ordiya tirk dibe, leşkerên artêşa tirk cemse bi cemseyan tên, li Sason û Xerzan bi cih dibin û xwe ji bo şer amade dikin. Di beşa pêncan de, hinek axaler dikevin nabeyna mala Eliyê Ûnis û dewletê. Ew dixwazin wan li hevûdu bînin. Lê, baweriya Evdirahmanê Eliyê Ûnis bi dewletê tune. Nivîskarê pirtûkê Mahmûd Baksî bi gotinên ji devê Evdirahmanê Eliyê Ûnis, rewş, qarakter û haletê ruhîyeta tirkan û dewleta wan gelek rast û bi balkêşî taswîr dike. Ew weha dibêje: “Lawo ger ez taştê bim hûn jî şîv in, nebêjin ku ’îro karê romê ketiye ba me û gava ku Mala Eliyê Ûnis ji holê rabe axatiya herêmê wê bikeve destê me û emê bibin axayên kurdan.’ Pişta xwe bidin dûpişk û maran lê pişta xwe nedin Roma Reş. Ji ber ku ew ji dîroka Osmaniyan heta îro kifş bûye û diyar e tu car bextê
54
tirko ne bext e. Gava ku qels dibin, ji wan pîstir, tirsonektir û newêrektir xelk tuneye. Lê gava xurt dibin, ji wan zalimtir û xwînmijtir tu gel tuneye. Tu car wan şer bi destên xwe qezenç nekiriye. Tim û tim fitne û hîle xistine nav gelên din, ew berdane hev û piştre ew yek bi yek di nava xwe de mihandine. Ji bo vê yekê em divê yekîtiya xwe çêkin û li dijî wan şer bikin.” (Rûpel: 39) Nivîskar Mahmûd Baksî di vê beşê de bal dikşîne ser di nav eşîrên kurdan de tunebûna ruhê neteweyî û nakokî û dijberiyên nav wan. Li gor ku nivîskar agahdarî dide xwendevanan, mala Eliyê Ûnis malbatekî serhildêr in. Bav û kalên wan jî li hemberê dewletê serî hildane. Di beşa şeşan de ev tişt tên qalkirin. Balkêşêyekê vê pirtûkê ev e ku; vegotinên edebî û zargotinî tê de hene. Di piraniya beşên pirtûkê de, yan di destpêka beşê de yan jî di nav beşê de kilam hene. Stran û kilamên gelêrî ne, zargotinî ne, gelek xweş in û bi manedar in. Beşa heftan jî bi kilamek dest pê dike. Ev kilam kilama li ser mala Eliyê Ûnis e. Helbet ev kilamana kilamên ku nivîskar bi xwe afirandiye nîn in. Ji pêşgotina nivîskar diyar dibe ku kilam kilamên dengbêj Mirado, Salihê Qubînê û Zahîro ne. Di beşa heftan de serhildan dest pê dike. Dengê top û metralyozan erd û ezman dihejînin. Guleyên topan gund, dehl û devîyan dişewitînin. Şerekî bêhempa dest pê dike. Leşkerên tirk herderî dişewitînin û talan dikin. Lê, şer her diçe xurt dibe, geş dibe. Mala Eliyê Ûnis di berxwede didin. Leşkerên komara kemalîst darbeyên giran dixwin. Leşkerên tirk rê û dirbên mintîqê nizanin û dikevin kemînên çekdarên kurd û têne kuştin. Mistefa Kemal û hevalê wî Îsmet Înunî dinêrin ku nikarin bi çova zorê çekdarên kurd têk bibin, taktîk digehurînin. Bi eşîrên kurdan re têkilî datînin û bi piştgiriya eşîrên kurdan, çekdarên eşîran dikevin pêşiya asker û cendirmên tirk, (wek cerdevanên îroyîn) yanî bi leşkerên tirkan re alîkarî dikin û êrişê ser çekdarên mala Eliyê Ûnis dikin. Bi vê şêweyê kurd bi kurd didin kuştin, didin qirkirin. Mala Cemîlê Çeto, eşîra Remanîyan, eşîra Badikîyan, eşîra mala Silê Çirî, Pencînarî, hemû bi zilamên xwe ên eşîrî ve davêjin
Mezopotamya
ser çekdarên mala Eliyê Ûnis. Êdî ji kîjan alî çiqas bêne kuştin, ji bo dewleta dagirker a tirk kar e. Lewra herdu alî jî kurd in, kurd têne kuştin. Di beşa heştan de, geşbûna şer heye. Dema heft çekdarên mala Eliyê Ûnis diçin gundekî, di rê de tên girtin. Di nav leşkerên tirk de kurdekî xaîn heye ku navê wî Hesenê Genco ye. Ew çekdarên mala Eliyê Ûnis nas dike û ji leşkeran re dibêje: “Wan bigrin û bikujin.” Ji wan heft kesan yek xilas dibe û diçe xeberê dide hevalên xwe yên çekdar. Di nabeyna çekdarên kurd û leşkerên tirk de şereke giran derdikeve, du mifreze asker têne kuştin. Çekdarên kurd heşt asker jî dîl -êsîrdigrin. Paşê, çekdar heşt askeran serbest berdidin, azad dikin, lê qumandarê askerên tirk heşt askeran dide ber gulan û wan dikuje. Ev jî xuya dike ku fermandarê tirk çiqas xedar e, zalime, hove. Leşkerên tirkan dema çekdarên kurd birîndar digrin, di cîde serê wan jê dikin. Jin jî ji bo ku zindî nekevin destên askerên tirk, xwe ji ser zinar û çiyan de, ji ser pirê davêjin xwarê û xwe dikujin. Rindîxan ji wan jinên kurd jineke ku xwe ji ser pirê davêje xwarê. Ew beriya ku xwe bavêje, dibêje: “Ez rind im Rindîxan im Keça Mîrê Xerzan im Jina şêrê çiyan im Ez namûsa wî naxim Destê rovî û çeqalan” (Rûpel: 55) Di beşa nehan de, generalê ordiya -artêşa- tirk Cemal Madanoglu heye. Ev general li Tirkiyê gelekî hatibû naskirin. Ew generalekî çep û humanîst bû. Ew di dema serhildana mala Eliyê Ûnis de, li Sasonê -serheng, fermandar - Yuzbaşî bûye. Wî nexwestiye ku xwîn bê rêtin. Xwestiye di nav serhildêrên çekdar û dewletê de navberî bike, aşîtî pêk bîne. Wî bi serokê serhildanê re hevûdu dîtin pêk anîye. Wan peyman çêkirine. Lê, generalekî ku nû hatiye mintîqê vî tiştî qebûl nekirîye, gotiye: “Ez bi wan re tu peyman çênakim û ez ê koka wan rakim.” Di beşa dehan de nivîskar behsa şerê cîhanê ê yekemîn, avakirina komara tirk a kemalîst, serhildana Şêx Seîdê nemir û xaîntiya hinek eşîran û îxaneta Cemîlê Çeto dike. Wek gelek beşên din, ev beş jî dide xuyakirin ku, nivîskar Mahmûd Baksî, şêweya nivîsa xwe ne li gor teknîk û
Sosyalist
Beşa nozdeh, ku beşa dawîn e, behsa panzdeh sal piştê dema serhildanê tê kirin. Di ser serhildanê de panzdeh sal derbas bûye. Dem dema Îsmet Înunî ye. Nivîskar Mahmûd Baksî ji bo Îsmet Înunî dibêje: “Îsmet Înunî bi eslê xwe kurde lê qesabê qewmê xwe ye.” forma romanê, li gor şêweya pexşan û vegotinê behsa bûyeran kiriye. Ji berhemên bi vî şêweyî re roman na, lê bi tirkî “anlatî” anku qalkirin, behskirin, vegotin dibêjin. Ji xwe ev pirtûk bi temanî dişibe berhemên “vaqanivîs”eran. Lê li ser berga wê hatiye nivîsîn ku romane. Di beşa yazdeh de behsa Cemîl Begê ku midûrê nehiyê ye, dike. Cemîl Beg bi eslê xwe kurd e, karmendê dewleta tirk e. Mirovekî dijminê gelê xwe ye. Birakuj e. Bi fen û fûtan gelek tişt tîne serê kurdan. Di beşa duwanzdan de behsa hevkariya eşîrên kurd û berxwedana kela Hezo’yê dike. Di beşa sêzdan de, şikestina serhildana mala Eliyê Ûnis heye. Serhildan têk diçe. Dewleta dagirker bi ser dikeve. Bi sedan gund kavil dibin, tên talankirin. Dewlet eşîra mala Eliyê Ûnis nefî dike, wan sirgûnê rojhilatê Anatoliyê dike. Di beşa çardan de kuştina sê mêrxasên kurd tê qalkirin. Ev hersê mêrxas, Smaîlê Biro, Silêmanê Bego û Emînê Zînê dixwazin biçin binê xetê, cem mala Hacoyan. Nivîskar di beşa panzdan de behsa piştê şikestina serhildanê û nefîkirina -sirgûna- mala Eliyê Ûnis dike. Zilm û zordariya dewleta dagirker ku li herêma Xerzan dikin, tîne zimên. Di beşa şanzdan de jî nefîkirina ew kesên ku beşdarê serhildanê nebûne tê kirin. Gundîyekî bi navê Faro ji bo ku nê sirgûnkirin bertîl rişwet- dide karmendên dewletê, lê dîsa feyde nake, wî sirgûn dikin. Di beşa hivdeh de, bûyera ku tê serê malbata Mûsa tê qalkirin. Mûsa ji bo ku nefî anku sirgûn nebe, xwe berşê dide, bi malbata xwe ve diçe gundekî din. Lê di vî gundî de çehşekî ku navê wî Huseynê Remezan e, gilîya wî dike. Fermandarekî dewletê, ku yekî pir zalîm û xwînmij bûye û leqebê wî jî “Qesab Ahmed? e,
55
bi leşkeran ve tê gund û Mûsa û malbata wî di nav malê de dide ber gulan, hemûyan dikuje. Fermandar û leşker ji gund derdikevin diçin. Lê, Mûsa nemiriye, birîndar e. Dema Mûsa çavên xwe vedike, di hundirê malê de jin û zarokên xwe di nav berma xwînê de dibîne. Hemû jî hatine kuştin, mirine. Di beşa têkçûna serhildanê de behsa têkçûnê hatibû kirin, lê behsa ku çi bi serê serokê serhildanê hatibû, nehatibû kirin. Di wê beşa têkçûnê de diyar nebû ku Evdirahmanê Eliyê Ûnis çi bûye? Di beşa hijdeh de behsa wî tê kirin. Nivîskar pêşî bi kurtahî behsa Kurdistana başûrê biçûk dike. Kar û xebatên mala Bedirxaniyan, mala Cemîl Paşa, Cegerxwîn, Osman Sebrî û Nûredîn Zaza rave dike. Paşê behsa Evdirahmanê Eliyê Ûnis û ji eşîra wî şêst kesên ku çûne binxetê, dike. Ew di pênce û heft salîya xwe de li wir diçe ser heqîya xwe. Beşa nozdeh, ku beşa dawîn e, behsa panzdeh sal piştê dema serhildanê tê kirin. Di ser serhildanê de panzdeh sal derbas bûye. Dem dema Îsmet Înunî ye. Nivîskar Mahmûd Baksî ji bo Îsmet Înunî dibêje: “Îsmet Înunî bi eslê xwe kurde lê qesabê qewmê xwe ye.” Îsmet Înunî wê demê serokwezîrê komara tirk e. Zilm û zordariya ku bi destê hukmata wî tê kirin, hetanî sala 1950’yî didome. Paşê hilbijartin çêdibe, partiya Î. Înunî (CHP) têk diçe, Partiya Demokrat (DP) tê ser hikûm. Ev partî efûya giştî derdixe û kesên ku hatine nefîkirin vedigerin gundên xwe. Di dawiya pirtûkê de nameyeke nevîyê Eliyê Unis, Mihemedê Evdilcelîl û nivîsekî jî li ser “Salihê Kevirbirî û nifşê nû” hene. Nivîsa li ser Salihê Kevirbirî, Mahmûd Baksî nivîsiye. M. Baksî ji bo Salihê Kevirbirî dibêje: “Salih nifşên nû temsîl dike. Wekî siwariyekî bextewar, bibawer, zana û têrbelge; baskên wî ji bayê, lingên wî ji polayê li seranserê Kurdistanê digere.” Di vê pirtûkê de, wek ku Mehmed Uzun jî di pêşgotinê de dibêje: “Serpêhatiyên serhildanê peregende hatine hûnandin. Ji şexsan bêtir bûyer lêbûne... Bûyer û serpêhatî şax venadin.” Pirtûk ji hêla ziman ve baş e. Zimanê wê giran nîn e, hêsan e, zelal e. Bê westandin tê xwendin.
Mezopotamya
Ayd›n Dinço¤ul
Analar ve tanrıçalar dönemi ve gizlenen bir tarih
(1)
Y
aşamın sonucunda en büyük ve derin ıstırap, anlaşılamama ıstırabıdır. Hayallerin günü geldiğinde gerçeklere dönüştürülemeyeceğine yönelik umutsuzluk, hep bu anlaşılamama, yanlış anlaşılma korkusundan kaynaklanır. Kendini çağına ve insanlığa karşı sorumlu hisseden devrimci bir aydının, yapması gerekeni tam zamanında yapabilmesi elbette zordur. Düşünsel ve eylemsel bir çıkışın siyasal, toplumsal, ahlaksal bir dönüşümü gerçekleştirebilmesi için birçok koşulun bir araya gelebilmesi ve devrimci aydının bunu önceden görüp, hemen değerlendirebilmesi pek sık rastlanan bir olgu değildir. Çağına ve insanlığa zamanında yanıt olamamak elbette en büyük ıstıraptır. Yanlışa, haksızlığa, zamanında bütün iradesiyle karşı duramamak, kısmen geçit vermek, çözümlemelerde bulanık, belirsiz kalmak, insanın kendine ve topluma yapabileceği en büyük haksızlıktır. Aydınlar, haksızlıklardan ayrışmak, arınmak ve her tür haksızlığa başkaldırma kültürünü geliştirme yoluna bir taş daha döşemek için çabalarlar. İktidar ve egemenlik yo-
Sosyalist
lu denen o musibet yolun taşları döşenirken, aydınlar, ilk döşenen taştan bu yana gelişen sürecin sakat mantığını çözümlemeye çalışırlar. Haksızlıkların tarih sahnesine ilk çıktığı stratejik noktayı yakalamak ve rızasız, gönülsüz, zora dayalı hiyerarşinin en musibet ve felaket bir karanlık dehliz olduğunu kavratmak isterler. Hiyerarşinin, geliştiren-üreten canlı emeğe karşı, toplumsallaşmanın ta başlangıcından beri topluma dayattığı karanlık dehlizlerinin, bugün milyonlarca masum insanın aç kalarak ölmesi pahasına, doyumsuz bir zevk ve sınırsız bir sefa içinde yaşayan dünya derin egemenlerinin karanlık dehlizlerine nasıl çıktığını göstermek ateşiyle yanarlar. Devletin, özel mülkiyetin ve tek eşli çekirdek ailenin olmadığı, pazar için kar amaçlı üretimin yapılmadığı, toplumsal evrimin ilk basamağı sayılan ilk ortaklaşmacı, paylaşımcı toplumu en ince ayrıntısına kadar çözümlemek durumundayız. Ayrıca, insanlığın başına, oluştuğu andan beri baş belası olan devletçi-aileci-gelenekselci ve ilkel milliyetçi bakışların günümüzde derinleştirdiği sorunları aşacak uygarlık analizlerini de yapmalıyız. Ortaklaşmacı-paylaşımcı döneme ilişkin
56
birçok görüşün irdelenip tartışılması, günümüzün ve geleceğin toplumsal dinamiklerinin tarihsel kökeninin ve özgünlüğünün, bilimsel bir disiplin temelinde açığa çıkarılması oldukça önemlidir. Analar dönemiyle, tanrıların “erkek”leştiği dönem arasında nitelik olarak çok farklılıklar vardır. Esasen tanrının bir cinsiyetinin olması ya da sadece bir cinsi koruması da akıl ve vicdan dışıdır. Aslında insan zihninde Tanrı, en başlangıçta, her şeyi kapsayan evrensel mutlulukla kucaklaşma ve her tür kötülükten arınma kaynağı olarak algılanır. Analar dönemi, kimilerince çok “ilkel” sayılsa da aslında en doğal ve yalın bir dönemdir. İnsanlar arasında gösterişli ayrıcalıkların ve kopuşların olmadığı, zora dayalı yaptırımların, şiddet ve savaşın hükümranlığa dönüştürülmediği ve toplumun üstünde ona eğitim ve kendince “akıl” veren bir ruhban sınıfının toplum üzerinde tahakküm kuramadığı bir dönemdir. Sevgi ve barış, dayanışma ve paylaşım döneminde insanlar, doğadaki her varlığın bir can ve hayat taşıdığına inanarak, varlıkların kendi iç dengelerini, doğal yaşamlarını bozmadan, her birisiyle dost kalabilmeye
Mezopotamya
çalışmışlar ve doğayla barışık yaşamışlardır. Bu anlamda, bir sapmaya yol açılmaması ve bir kavram kargaşasının yaratılmaması için, zora dayalı hiyerarşinin kendisini vazgeçilmez gösterip dayatıldığı aşamaya kadar olan barış ve sevgi toplumu dönemine ANALAR KOMÜNÜ dönemi diyorum. Sınıfların ve devletin tarih sahnesinde tam olarak etkin rol oynadığı dönemlerde, meydanlara ve tapınaklara heykelleri dikilerek kendilerine kurbanlar adanan döneme ise, anaların saf, temiz dönemi ile hiçbir alakası olmayan, içi boşaltılmış bir kadınlık gücüyle tasvir edilen TANRIÇALAR DÖNEMİ diyorum. Bu iki evre arasında binlerce yıl süren ve bir geçiş evresi olan, önceki analar komünü ve sonraki tanrıçalar döneminin özelliklerinin karışımını içinde barındıran döneme ise, kandırma ve kışkırtmaların geliştiği, ısınma-kaynama ya da ısındırma-kaynaştırma dönemi diyorum. Bugün mevcut küresel sistem, kadim çağlardan bu yana toparladığı tüm acı derslerle, kadını yüceltmeyi (tanrıçalaştırmayı), tanrıçalar döneminden daha sinsi bir ustalıkla yapıyor. Analar döneminin doğallığında kadınların, doğa-üstü bir güce dayanarak, kendilerini buyurgan bir tanrı gibi göstererek, kıyıcı-yıkıcı bir iktidar oluşturmadıkları biliniyor. Kadınların, erkek aklı tarafından, kendi doğallıklarının üstünde doğa-üstü bir güçle putlaştırıldığı ve kadına tapmanın kutsallaştırıldığı tanrıçalar döneminde ise cinsel-sınıfsal ayrım giderek ürkütücü bir noktaya taşındı. Zorbalık ve kurnazlıkla gelişen hiyerarşik sistem, aslında taptığı ya da tapar gözüktüğü kadınların ürettiği bütün değerleri, giderek alınıp satılan bir meta haline dönüştürdü ve bu değerleri vahşice kullanmaya başladı. Kadınlığın bütün olumlu-yapıcı özelliklerini büyük bir kurnazlıkla aşağılamak, onları tanrıçalaştırdıktan sonra daha kolay mümkün oldu. Bu tarihsel köklerinin gizli kalması ve toplumsal sorunların esas kaynağının gizlenmesi için, iktidar kurucu güçler her yola başvurdular. Tarihsel derinliklerin berrak bir şekilde görülmesini engellediler.
Sosyalist
Gelişen hiyerarşik sistem, tapar gözüktüğü kadınların ürettiği bütün değerleri, giderek bir meta haline dönüştürdü ve bu değerleri vahşice kullanmaya başladı. Kadınlığın bütün olumlu-yapıcı özelliklerini büyük bir kurnazlıkla aşağılamak, onları tanrıçalaştırdıktan sonra daha kolay mümkün oldu. Kadınların ve gençlerin, Analar Komünü dönemindeki insanlık değerlerini, tüm dünyaya yeniden benimsetebilmeleri için, akıl ve vicdan sahibi her insanın, öncelikli toplumsal bir görevi vardır. Bu görev, aynı zamanda bir öz-eleştiri sürecidir. Önemli bir siyasal halkaya, toplumsal eko-sistem ve kadın kültürü halkasına, bilinçle, kopmazcasına bağlanabilmemiz için, sönmez bir ışık daha yakmamız gerekir. İşlediğimiz bu konu, ne yazık ki yaşamın paradokslarından biridir. Hayatlarını değişime, özgürleşmeye, sosyalizme adayan nice devrimci kadın ve erkek, toplumsal mücadele için oluşturdukları örgütlerde, bir turnusol görevi gören kadın özgürleşmesi konusunda, belirli bir çaba sarf ettiklerini ama bir türlü yeterli olamadıklarını söylerler. Öte yandan, gönüllülük temelinde girilen değişim-dönüşüm amaçlı mücadelelerde, bir süre sonra gelişen kimi açmazları ve hataları engellemek amaçlı da olsa, başlangıçta açık ve şeffaf olan gönüllü bir yapılanmanın nasıl da katılaşıp dayatmacı-talimatçı-buyurgan bir bürokrasiye mahkûm edildiğini görmeyen, bilmeyen yoktur. Biz, bu soruna kısaca “şeflik kültürü” ya da “ihtiyarlar aristokrasisi” diyoruz. Peki, ayaklarımıza dolanan ve yılların derinliğinden gelen alışkanlıklar zincirinin ilk halkası nerede atıldı ve bu gelenekselleşen katı hiyerarşi zinciri, nerede, nasıl kırılacak ve yeniden özgürleşen bir insanlaşmanın doğuşu nasıl bir dinamikle sağlanacak? Bunun için tarihin derinliklerinden gelip kök salan hiyerarşiyi, köktenci bir bakış açısıyla çözümlemek ve anti-hiyerarşik olabilmenin ölçütlerini belirlemek gerekir. Bu ölçütlerin belirlenip kabul edil-
57
mesi, hepimiz için özde bir değişiklik gerektirir. Çünkü zora dayalı hiyerarşi, insani özümüzü kirleten ve en önemlisi gerçeğin bir yönünü her zaman eksik bırakan bir güç içerir. Esasında söz konusu “demokrat” örgütlerin hayatın karmaşık yumağını çözüp, gerçek bir değişim yaratamamaları, esas olarak ve öncelikle, kendi içlerinde gerçekten demokrat ve eşitlikçi olmamalarından kaynaklanmaktadır. Teoride ne kadar demokrasiden bahsedilirse bahsedilsin, iş pratiğe geldiğinde, teoride yazılan hassasiyetler ne yazık ki, demokratik işleyişte gösterilmemektedir. Adında demokratik ya da devrimci gibi iddialı sıfatlar bulunan kimi örgütlerin, kendi içlerinde oluşturdukları ve kendilerine has gibi gözüken hiyerarşilerine bakacak olursak, geçmişten gelen toplumsal gerçeklik zincirinin tarihsel ana halkalarını, oluşturdukları kendi hiyerarşi kalıplarında hemen görürüz. Açıkçası hiyerarşinin zora dayalı oluşumunda ilk halka alan kadın sorunuyla ve yaşlı ve tecrübeli olmanın verdiği kimi “hak”lar sorunuyla tarihsel bir hesaplaşma ve tarihsel bir kopuş yaşamak için gösterilen irade, bilinç ve cesaret; cılız, verimsiz kalmakta, çözüm gücü olamamaktadır. Elbette bu örgütler de, içinde yaşadıkları toplumun ve siyasal koşulların bir ürünüdürler. Ama ne yazık ki, yine bu örgütler, değiştirmek istedikleri düzenin hiyerarşik modellerine, başlangıçlarında veya kuruluşlarından itibaren pek benzemekte ve bu tarz bir işleyişi terk etme konusunda iradi ve inatçı bir mücadele yürütmekte zorlanmaktadırlar. Bu örgütlerin pek çoğu toplumdaki demokratik duyarlılığa ve toplumun birbirlerine çeşitli ağlarla eklemlenen gereksinimlerine duyarsızdırlar. Oluşturdukları katı hiyerarşiler, demokratik bir toplumsal dönüşümün nüvelerini taşımaz. Kimileri az kimileri çok, askeri bir bakış açısına, yukarıdan belirleyici buyurgan-talimatçı anlayışlara prim vermektedirler ve hatta kimi zaman kendi üyelerine ve çevrelerine dolaylı ya da dolaysız korku salan ve şeffaf olmayan bir tarzın karanlık dehlizlerine kadar uzanabilmektedirler.
Mezopotamya
Bir örgütün ne kadar güçlü ve kararlı olabileceği ilk siyasal çıkışından belli olur. Tıpkı olgun bir insanın çocukluğunda ve gençliğinde yapabildikleriyle, hayata karşı güçlü bir çıkış yapabilmesi gibi. Pek çok insanın, gençliğinde yaptıkları, gelecekte neler yapabileceğini hemen ortaya çıkarır. Bu anlamda gençliğin yeteneklerini özgürce sunmaktan çekinmediği ve kendini geliştirmesinin önünün tamamen açık olduğu bir yapılanma, sürekli umut vaat eder. Bir şeylerin farkına varmamız elbette bilgi, birikim ve deneyimlerle olur. Önemli olan, bu farkında olabilmenin, toplumsal ve siyasal kimliklerimizde sağlam ve derin işlenebilmiş olması, özümsenerek süreklilik arz etmesi ve yaşamda kalıcı bir iz bırakmasıdır. Genellikle toplumsal-siyasal kimliklerimizde belirleyici bir ölçüt olarak kadın özgürlüklerine bakış oldukça yüzeyseldir. Ayrıca sorumluluklar ve görevler söz konusu olduğunda, hiyerarşik kademelerde yaşam yaşının belirleyici bir kıstas ve ölçüt olarak alınmasının nedenlerinin açıklaması da yüzeyseldir. Bunun temel nedeni nedir? Çünkü çoğumuz, tarihsel olarak sarmalanan kahredici hiyerarşinin yükselişini ve kadının düşürülüşünü, gençliğin güdümlenişini yeteri kadar bilince çıkarmıyoruz da ondan. Devrimci ve demokrat olabilmenin önemli ölçütleri vardır. Bu ölçütlerden biri de, kadınların, gençlerin tüm haklarını alabilmeleri konusunda duyarlı ve hassas olabilmek, kadınların, gençlerin önderleşme ve iradeleşme noktasında, karar mekanizmalarında yükselmelerinin önünü açmaktır. Kadınların ve gençlerin karar mekanizmalarında yükselmeleri, bu mekanizmaların yaşa ve cinse göre belirlenmesiyle değil, yeterlilik, birikim ve yeteneklerin olgunluğuna göre belirlenmesiyle mümkün olmalıdır. Genç kadın ve genç erkeklerin, yaşlı erkek ya da yaşlı kadınların egemen hiyerarşisi ile yıpratıcı bir sürtüşme değil, tam tersine geliştirici, uyumlu bir rekabet yaşamalarının önü açık olmalıdır. Yaşlı erkek veya erkek kafalı yaşlı kadınların “şef” ve egemen olduğu buyurgan bir hiyerarşi ile
Sosyalist
Devrimci ve demokrat olabilmenin önemli ölçütleri vardır. Bu ölçütlerden biri de, kadınların, gençlerin tüm haklarını alabilmeleri konusunda duyarlı ve hassas olabilmek; kadınların, gençlerin önderleşme ve iradeleşme noktasında, karar mekanizmalarında yükselmelerinin önünü açmaktır. yıpratıcı bir sürtüşme yaşayan genç kız ve genç erkekler, nasıl gelişip tarihsel bir rol oynayabilirler? Gönüllülük temelindeki özgürlükçüeşitlikçi bir hiyerarşide ise, adaletli, uyumlu bir rekabet, hoşgörü, saygı ve dayanışma ortamının korunması toplumsal yapının sağlıklı gelişmesi için şarttır. Kendi doğallığı içinde yürüyen, kırıcı ve yıkıcı olmayan bir rekabet, toplumsal olguların kavranışında ve toplumsal değişimde, kimi zaman kadınları, kimi zaman da genç kız ve genç erkekleri belirleyici kılabilmelidir. Ama belirleyici, çözücü ölçütümüz ne olmalıdır? Eşitsizlik, adaletsizlik doğurur. Amacımız, eşitsizliklerin sabırlı bir çalışmayla giderek eridiği bir toplumdur. Ölçütümüz, bilginin herkesin ortak kullanımına tamamen açık olması ve eşit koşullarda bir toplumsal rekabetin, dengeli ve uyumlu bir yarışın, toplumun tüm etkileşimlerinde hüküm sürmesi, bilinçli rızaya dayalı bir toplumsal ilişkilenme tarzının belirleyici ve hâkim olmasıdır. Erkeğin genel anlamda, doğrudan, gerçekten yana ve haksızlığa karşı bir insan olduğundan bahsediyorsak, söz konusu erkeğin, kadınlar konusunda, gençlik konusunda yaşamında gösterdiği dürüst ve adaletli tutumundan, bu kesimlere karşı bilgisini bir iktidar aracı olarak kullanmamasından, toplumun eko-sisteminde kadın ve gençlik duyarlılığını da bütün boyutlarıyla kabullenmesinden söz ediyoruz demektir. Bir erkeğin gerçek bir erkek ve insan olabilmesi için sadece cesaret ve kahramanlıklara ihtiyacı yoktur. Kadınların kendilerine özgü hayata bakışları, nazik ve duyarlı duruşları olmadan, yaşam yarım kalmıştır. Ve her erkeğin en büyük dramı da bu olmalı-
58
dır. Kadınların duyarlılıklarını anlamayan bir erkeğin yaşadığı yaşam süresinin yarısını değil, tamamını yok saymak gerekir. Ne yazık ki böylesi yaşamlar, boşluktadır ve boş yaşamlardır. Kadınlara sadece ilgi değil, saygı göstermek ve bu konuda kendini geliştirebilmek, insanlaşarak erkekleşmenin gerçek bir ölçütü olmalıdır. Eğer erkekçileşmenin ayak izlerini takip ederseniz, gideceğiniz yer, cehennemin ta dibi olacak! Eğer kadınların bin yıllar öncesinden beri var olan duyarlılığının ve sevgi paylaşımlarının ayak izlerini takip ederseniz, gideceğiniz yer özgürleşme ve sınıfsızlaşmanın yaşandığı bir cennet bahçesi olacak. Öyleyse şimdiden size iyi yolculuklar dileyelim… Hayat bize sürekli “bir seçim yapmalısın” demektedir. Yalan dolanla servet ve ihtişam bir yanda, doğruluk, güzellik, sadelik öte yandadır. Servet size güç, kudret getirecek. Doğruluk ve adaletse iyilik ve merhamet getirecek. Sade, bilge ve iyi bir insan mı olmak istiyorsunuz? Yoksa zalim, sinsi, kurnaz ve bencil bir insan mı? Örneğin; bu dünyada ya ekmeği ya da sevgiyi seçecek olsanız, öncelikle hangisini seçerdiniz? Ekmek için sevginizi feda eder miydiniz? Yoksa sevginiz için ekmekten vazgeçer miydiniz? Ekmek size maddi doyumu getirecek, sevgiyse manevi doyumu. Dünya kuruldu kurulalı, insan insanlığını bildi bileli, bu sorular hep karşısına çıktı. Onurlu ve sevgi dolu bilge insanlar, hep manevi doyumu, iç huzuru, vicdan hesaplaşmasında sevgi özgürlüğünü ve mutluluğu paylaşarak büyütmeyi seçtiler. Maddi açıdan kıt kanaat yaşasalar bile, sevgisiz, dostsuz yaşayamadılar. Maddi çıkarlarını öncelikli seçenlerse, sınırsız servet, umarsızca bir gösteriş ve bencil hazlar için her kötülüğü yaratıp, dünyayı cehennemden farksız bir hale getirdiler. Erkekçi devlet, “Servet güçtür, insanları altınlar yönetir. Zaferi, her zaman serveti elinde tutan güçlüler kazanır” dedi. Kendi bencil çıkarları adına insanlığı, hile ve kandırmaca dolu bir seçime zorladı. Dünya ve insanlık için sevgisizleşme başladı. Erkekçi devlet, aşkı öl-
Mezopotamya
dürdü, her şeyi alıp satmayı marifet saydı ve hep daha fazla maddi doyumu düşündü. Hiçbir bencil çıkar gözetmeden tertemiz yaşamak denilen aşk öldükçe, insan da çürümeye, ölmeye başladı. Ama insan aşksız, sevgisiz yaşayamazdı. İnsan, sevgi hırsızlığına, aşkın kirletilmesine umarsız kalamazdı. Ya aklının posasının çıkarılmasına, dünyanın açık bir hapishaneye veya tımarhaneye dönüştürülmesine sessiz kalacak ya da insancıl yüreğinin, sarsılmaz vicdanının sesini dinleyip, ret hakkını kullanacak ve bu erkekçi militarist çılgınlığa bir son vermek için, insanlığın onurunu koruyacak büyük bir mücadeleye girecekti. Elbette erkekçi devletin alternatifi, salt kadıncıl ya da feminist bir devlet değildir. Çünkü devlet, iktidar, hegemonya kurumlaştığı her yerde, ona hangi cins sahip olursa olsun, kendini koruma hırsıyla, kıskançlık ve bencillik yaratır ve ayakta kalabilmek için her tür kirlenmenin, çürümenin yolunu açar. Her inanç sistemi egemenleşip devletleştiği andan itibaren büyük bir iktidar hırsına kapılır, kendi özüne yabancılaşır ve başlangıçtaki saf ideallerinden uzaklaşarak, bencil çıkarcı hırsın çamuruna batar. Tüm dinsel ve felsefi inançların kurduğu devletler, bloklaşmalar kurumsallaştıkça, sadece kutuplaşma, ötekileştirme ve düşmanlıklar yaratmış ve insanları, maddi, manevi özgürlükten, gerçek kurtuluştan giderek uzaklaştırmışlardır. Kadınların, asırlardır iktidarlar tarafından en düşürülmüş, kadıncılinsancıl özleri en çok çarpıtılmış bir cins olarak, yabancılaştıkları özlerine dönebilmeleri ne kadar zor olsa da olanaksız değildir. Kadınlar için her yönden özgürleşme ve kendini bularak iradeleşme mümkündür. Yeter ki iktidarlaşmadevletleşme makası ile karşılaştırılmasınlar. Böyle bir makasa girmek, gerçek özgürleşme yolundan sapmaktır. Devletin ilk simgelerinden olan piramitleşme ile sahte cennetler yaratmak, aslında kendi cehennemini yaratmak, kendi cellâdına tapmak demektir. Üstelik kan dökücü devlet, başındaki tek gözünün vurulmasıyla hemen yıkılabilecek bir Golıat devi değildir. Aşağı-
Sosyalist
Tarihin derinliklerinden gelip, asırlardır sürdürülen gerici-tutucu toplumsal değer yargıları, kadınların ve gençlerin kendi emeklerini ve toplumu özgürleştiren eşitlikçi dinamikleri ile aşılmalı, yaşamdaki günlük ilişkilerde ortaklaşmacı ve karşılıklı rızaya dayanan tarz giderek hâkim kılınmalıdır. dan yukarıya-basitten karmaşığa doğru, eşitlikçi-dayanışmacı bir temelde geliştirilen ve hümanist ahlaki-kültürel-düşünsel ve moral değerlerle ilerleyen bir azmin sonucunda ve günlük yaşamın içinden sökülüp çözülerek, aşılarak, arınarak, sabırla yıkılacak devasa bir güçtür. Toplumun yaratıcılığını denetleyip gözetleyen ve yaşamın esas yaratıcı ruhu olan canlı emeğin disiplini için, emeği her gün yeniden kendisine göre güncelleyip şekillendiren, merhametsiz ve vahşi bir mekanizma olan devletin, ilk ve en kalınlaşmış zinciri, kadınların ve gençlerin ekonomik-politik-kültürel hayatlarına vurulan zincirlerdir. Ve karşımıza çıkan en eski kölelik zinciridir bu. Mevcut sistem, asırların zulmüyle mükemmelleştirip kalınlaştırdığı bir ağ oluştursa bile, ilk parçalanması gereken yine bu ağ olmaktadır. Tarihin derinliklerinden gelip, asırlardır sürdürülen gelenekselci-gerici-tutucu toplumsal değer yargıları, kadınların ve gençlerin kendi emeklerini ve toplumu özgürleştiren eşitlikçi dinamikleri ile aşılmalı, yaşamdaki günlük ilişkilerde ortaklaşmacı-paylaşımcı ve karşılıklı rızaya dayanan ve şiddeti dışlayan tarz giderek hâkim kılınmalıdır. Bu anlamda kadınların ve gençlerin düşünsel, eylemsel, yaşamsal her alanda özgürleşmesi, aşağıdan küreselleşmenin ana dinamiklerinden ve aşağıdan demokrasinin güçlü dayanaklarından, yani doğrudan demokrasinin olmazsa olmazlarından biridir. İnsanlar arasında hâkim olan iki ilişki tarzından biri, sadece küçük bir azınlığın bencil çıplak çıkarlarının korunması için bilimi, hukuku, sanatı, kültürü ve tüm moral değerleri, öz gerçekliklerinden koparıp tanınmaz hale getirmektedir. Diğer
59
ilişki tarzı ise bilimi, sanatı, kültürü, hukuku, moral değerleri, bireyin ve toplumun özgürleşmesi ve kendi özüyle doğal-uyumlu-dengeli bir buluşmayı sağlaması için seferber etmektedir. Bu işlevleri bir araç olmaktan çıkarıp, her tür baskı ve belirleme mantığından bağımsız, özerk amaçlar haline getirmektedir. (2) Işık tanelerinin birbirine eklenmesi ve göz açıp kapayıncaya kadar müthiş bir yol kat etmesi gibi, insan düşüncesi ve duygulanımları da binlerce yaratıcı salınım içinden seçilip birbirine eklenerek, insan üretkenliğinin müthiş gelişimini hızlandırmışlardır. En basitten en karmaşık olanına kadar hiçbir düşünce tek bir kişinin ya da tek bir zümrenin eseri değildir. Ağaçlar, verimli toprakta, yeterli suyun ve güneşin enerjisiyle meyve verebilir ve meyve, olgunlaşmadan dalından düşmez. İnsan, doğayı dikkatli bir şekilde gözlemlemiş ve her şeyin kendine en uygun mekânda ve ancak zamanı geldiğinde oluştuğunu anlamıştır. Zorunluluk arz eden ihtiyaçlar, buluşlar ve ilerlemeler için binlerce insanın yaratıcı emeği, hayal etme ve tasarım gücü birbirlerinden etkilenerek toplumsal gelişme ve yükselme sağlamıştır. Kendileri de bir zorunluluk olan milyonlarca olasılık içinden sadece bir kısmının bir araya gelip başat olmasıyla, her seferinde yeni bir zorunluluk oluşmuştur. Farklı olasılıklar farklı zorunlulukları doğurduğu gibi, her zorunluluk bir diğer zorunluluğa eklemlenmiştir. İnsan her zaman mutlu olmak ister. İnsan için mutlu olmak bir zorunluluktur, oysa mutsuzluk yıkım demektir. Özgürlük, barış ve eşitlikle beslenen erdemlilik, insan yaşamı için tek gerçek zorunluluktur. Nefret ve korkuyla beslenen yalan ise, bu gerçek zorunluluğa karşı binlerce kirli hile ve tuzakla ne kadar set çekmeye çalışsa da, sonuçta erdemli akıl ile vicdan kazanacaktır. Aynı gökyüzünün altında yaşayan koca insanlık, her çağda kendine has bir dil ve üslupla doğruya tam yaklaşmak üzereyken, hatta o ça-
Mezopotamya
ğın gerektirdiği iyiliği tam yakalamışken, her seferinde önüne bir karaçalı dikildi. Bu karaçalı giderek ışık almayan kara bir ormana dönüştü. İnsanlığın çevresi, erdemli mutluluk yolunu tıkayan, özgürlük ışığını karartan, şefkat ve merhameti tanımayan bir kötülük ağıyla örülegeldi. Kibir, haset ve çekememezlik, insan sevecenliğini, mala mülke, şana şöhrete ve nefse feda etti. İnsanlığın bitip tükenmez arayışıyla serpilip gelişen düşünceler, ileriye doğru akıp giden zaman içinde hem korkuyu hem de sevgiyi geliştirdiler. Korkuyu yücelten düşünceler kötülüğü, sevgiyi yüceltenler iyiliği temsil ettiler. Doğada izleyegeldikleri ahenk ve uyumu, kendi yaşamlarında uygulamaktı amaçları. Su gibi aziz ve temiz, toprak gibi doğurgan ve bereketli olmaktı istekleri. Ateşin ışığı ve sıcaklığı, havanın esintisi mutluluk veriyordu. Kötülüğe karşı her seferinde gerçeğe bağlanıp, varlıkların özünü, var olmanın kaynağını iyilikle keşfettiler. Sonsuz boşluğun içinde ve dipsiz bir zamanda, acılarla örülen küçük mucizelerle doğanın sonsuz neşe ve arzusuna kavuştular. Vicdanlarının sesi, olgun yorgunluklarına değdiğini söylediğinde, eşitlik ve kardeşliğin umudunu hep diri tuttuklarına sevindiler. İnsanlar, yaşamları boyunca hep bir şeyleri seçmek durumunda kalırlar. Kimi zaman bu seçim onların çok özel ve karşı konulmaz bir isteği halini alır. İçlerinde hep taşıdıkları bir özlemdir, özgür bir bilinçle seçebilme hakkının, özgürce yaşama hakkı kadar kutsal ve tartışılmaz bir hak olması. Ama insanlar, çok eski zamanlarda sevginin yerine korkuyu, barışın yerine savaşı seçmeleri için, zorbaların hışmına uğradılar. İnsanların korkularını, dayanışma ve sevgiyle yenebilmeleri gerçekte mümkündü. Ancak onlara, doğal dayanışma ve paylaşımın yerine, doğaya ve yaratılan düşmanlara karşı savaş tohumlarını ekerek ve biçerek var olabilecekleri masalı uyduruldu. O çağdan beri savaştılar ve öldürdüler. Savaş ve ölüm sanki kaçınılmaz bir kadermiş gibi kanıksandı. Egemenler, her savaşın “makul” bir nedenini buldular, sah-
Sosyalist
İnsanlık tarihi, sınıflaştırma ve sınıfsızlaştırma tarihidir ya da iktidarlaşma, devletleşme ve buna karşı özgürleşme ve insanlaşma için direniş tarihidir. Genel olarak insanlık tarihi, insanların hayvanlar dünyasından kopuşu ve insanlaşması için verilen akılsal, bilimsel, hukuksal, sosyal mücadeleler tarihidir. te düşmanlar yarattılar ve her seferinde acımasızca önce çaresizliği dayattılar ve ardından “çaresiz iseniz öldürmek zorundasınız” dediler. Hâlbuki insanlar, cennet misali “Analar Komünü Dönemi”nde ne kadar mutlu, sevecen ve ince ruhluydular. Tüm hile ve dolandırıcılıktan uzaklardı. Yalan, hilekârlık ve açgözlülük, birbirini çekememe, iftira ve çıkarcılık tanınmıyordu. Bu kelimeler hiç duyulmamıştı. İnsanların hiç kıskançlık, sahiplenme ve birbirleri üzerinde ömür boyu süren mülkiyet duyguları yoktu. Bu gerçekler bize rüya gibi gelse de, onlar iyiliği hep sevdiler ve hissettikleri anda kötü olanı kaldırdılar. Zaman, insan aklının erkekleştirildiği, “erkek aklı”nın devreye girdiği zamana geldi dayandı. O zamana kadar kendi doğallığı içinde, kendi iç dinamikleriyle biçimlenen ve toplumun ortak çıkarına göre tasarlanan doğal ve canlı toplum ve insancıllık parçalandı. Erkek egemenliği, her gelişen olguyu kendi erkek aklına göre açıklayıp simgelemeye başladı. İnsanların özlerinden gelen yaşama sevincine, istek, şevk ve arzusuna ket vuruldu, umutlar törpülendi. İktidar tutkusu, özel mülkiyet hırsı ve bencillik başladı. İnsanların kendi öz güçlerine ve birbirlerinin yeteneklerinden güç alan dayanışmalarına, ortak sevgi ve ortak akıllarına güvenerek, kendileriyle barışık ve kardeşçe yaşayabilmeleri söz konusu olabilecekken, doğal yaşam enerjilerini birbirlerine dönük olarak tüketmeleri için, iktidar hırsına sahip zorbalarca haksız savaşlar kışkırtıldı. Yaşama karşı ölüm naraları atıldı. Savaşların gerçek nedenlerinin üstü örtüldü. Gerçek tarih gizlendi ve tarih, egemen güçlerce üretilen resmi ideolojiler
60
tarafından yapaylaştırıldı. İnsanın kendi kendini belirleyebilmesinin yerini, insanı dışarıdan ya da yukarıdan belirleyen güçler, yani tahakküm ve sömürü araçları aldı. İnsanın kendine yabancılaşması başladı. Farklı yetenekler toplumun kolektif-ortak gücünü beslerken, giderek kurnazca, sinsice ayrıcalıklara dönüştürüldü ve kutsandı. Hâlbuki kutsal olan tek şey özgürlüktü ve erdemlilik, özgürlükle kardeşti. Savaşların ardı arkası kesilmedi. Bir türlü bitip tükenmeyen kirli-haksız savaşlar ve insanın insanla savaşı hala sürüyor, ama gene de çok derinlere kök salmış olan emeğe saygı ve halk sevgisi, insanların kardeşliği ve eşitlik duyguları bir türlü yok edilemiyor. Zorbaların zulmü sonucunda, kadınların narinliği ve zarafeti de bütün doğallığını yitirdi. Güzellik ve sadeliğin yerini gösteriş, ihtişam ve kıskançlık aldı. İnsanların gözleri sade ve yalın olan güzelliği değil, kıskanılacak kadar gösterişli olanı arar oldu. Kıskanılmak bir meziyet halini aldı. Güzel İnsanlık, hırs ve ihtiras dolu, adeta dipsiz, karanlık bir girdaba yuvarlandı. Bir bütün olarak insanlık tarihi, sınıflaştırma ve sınıfsızlaştırma tarihidir ya da iktidarlaşma, devletleşme ve buna karşı özgürleşme ve insanlaşma için direniş tarihidir. Genel olarak insanlık tarihi, insanların hayvanlar dünyasından kopuşu ve insanlaşması için verilen akılsal, bilimsel, hukuksal, sosyal mücadeleler tarihidir. İnsanlar ve toplumlar arasında yardımlaşma ve dayanışma bilinci, yalan söylememe, çalıp gasp etmeme, öldürmeme, köleleştirme, sürüleştirme ve hayvansal güdülenmeye isyan etme bilinci insanlaşmada en önemli köşe taşlarıdır. İnsanların hayvansı güdülerinin sürdürülebildiği, mülkiyet ve tüketim çılgınlığının, her türlü gasp etme ve hırsızlığın hüküm sürdüğü, toplum üzerinde akıl ve ahlak dışı sınıfsal, askeri, hukuki bir egemenlik kurma dönemleri, her zaman geçmişten kalan hayvansal güdülerin sürdürülegeldiği dönemlerdir. İnsanlar ne zaman ki hırsızlık, gasp etme ve mülkiyet hırsından vazgeçip, yalan dolandan, çalıp çırpmaktan uzaklaşıp, özgür bir vicdan
Mezopotamya
ve özgürleştiren akıl yolundan ayrılmazlar, işte o zaman tam olarak hayvanlar dünyasından ve bencil güdülerinden gerçekten koparlar. Statükocu, durağan, değişmez, tekdüze metafizik dünya görüşüne yaslanan donmuş akıl bir yanda, sürekli ve aşamalı gelişmeyi, basitten karmaşığa doğal bir hareket olarak gören, deneyimlerle uyum halinde gelişen, gerçek evrensel akıl bir yanda. İnsanın sabırlı ver zorlu deneyimlerle geliştirdiği aklını aşağılayan bütün doğa ötesi saçmalıklar, kötülüğün başlangıcıdır. Kadının duygusal toplumcu zekâsının aşağılanması ise kötülüğün ilk başlangıcıdır. Hayvanlıktan insanlığa geçiş süreci bütünüyle ve eksiksiz olarak henüz tamamlanamadı. Hayvanlıktan insanlığa geçişte ölümcül sıçrayışlar vardır. Nicel birikimlerin nitel patlamalara dönüştüğü anlardır bu anlar. İnsanların ölümlü olduklarının bilincine varmaları, ölülerine saygı ve kutsallık atfetmeleri, onları gömmeye başlamaları bir sıçrayıştır. Şefkatleri ve merhametleriyle yaşam sevgisini geliştirerek, ölüm korkusunu yenebilmeyi öğretenler, ölülere saygıyı ve toplumda barışı geliştirenler, ilk kadın toplumcular, “Analar” değil midir? Sonuçta yaşam durmak bilmeyen bir döngü değil mi? Her şey, farklı hızlarda da olsa sürekli döner. Gün gelir her insan, aslına döner. Aslına dönen insanlar birleşir, çoğalır. Gün olur tüm insanlık da aslına, kendi gerçekliğine, güzelliğine, doğallığına döner. “Erkek akıl” temelinde şekillenen egemenler, insanlara öldürmeyi emreden yüzlerce savaş tanrısı yarattılar. Aslında yaratılan dev bir talan ve savaş makinesiydi. Peki, öldürmeyi yasaklayan, doğayı sevip kollayan hümanist, toplumcu ve erdemli barışçıl anaların iç güzelliğine, ışığına ne oldu? Bu ışık söndü mü? Tarih sahnesinden ve toplumsal hafızalardan silinip tozlu raflara kaldırılmaları süreci tamamlanabildi mi? Anaların, bu gizlenen tarihin içinde başardıkları ve bir türlü unutulamayan öz, sönmeyen ışık, yok edilemeyen cevher ve yön gösteren çekici kutup neydi? İnsanlık, doğayla uyum ve dengenin korunduğu, barış içindeki o
Sosyalist
Zorunlu avcılık kültürünü bir ayrıcalığa ve savaş kültürüne dönüştüren yaşlı erkek büyücüler ve genç savaşçıların çıkarcı birlikteliği, zamanla toplumda bir baskı unsuru yaratarak, gönülsüz ve zora dayalı bir hiyerarşi oluşturdu. İnsan toplumunun bu makas değiştirmesiyle, ilk kamplaşma başladı. doğal ve canlı emeğinin tek geçerli ölçüt sayıldığı, o hep özlenen doğal cennetini daha üst boyutta bir gün tekrar yaratabilecek mi? Bizim, yaşamın dinamiği olan yaratıcı ve özgürleştirici canlı emeğin, toplumu yeniden özgür bir yaratılışa açabileceğine ilişkin tükenmeyen bir umudumuz var. “Ayrıca bugün de sürdürülmekte olan ‘erkeğin yüceliği’ nereden geliyor? Erkeğin kendini doğuran kadına düşman olmasının perde arkasında neler var? Erkek egemen bir toplumda, anası, bacısı, karısı ve kızı aşağı ve ikinci sınıf görülen bir erkek ne kadar yüce mertebelere layık olabilir? Erkek, kendine yüceliği nasıl yakıştırabiliyor? Bu tutumlarıyla erkekler, aslında kendilerini yüceltmek yerine alçaltmıyorlar mı? Cennetten kovulmanın nedeni ve ilk günahın işlenmesinin suçu neden hep kadına yükleniyor?” (*) (Tanrı ve Kadın – Haydar Yılmaz. Berfin Y. 1999) Bugün de her şeyi kutsallık adına yapan ve kutsal bir amaç için öldürmeyi emreden acımasız güçler var. Aslında yaşama kutsal amacını ilk veren ve doğadaki tüm canlı-cansız varlıkları kutsal sayıp, ateşi, suyu, toprağı, emeği ve yaratılan tüm değerleri koruyan kadına karşı, öldürmeyi, yok etmeyi kutsallaştırıp, yaşamın öz suyunu ve öz kaynağını kurutan erkek egemen kültürü, çözümlememiz ve aşmamız zorunlu bir uygarlık çıkışı olarak görülmeli. Bu anlamda “erkeği öldürmek” için yapılan çağrı, kötülüğün kaynağı olan tahakkümcü hiyerarşiyi ve onun zorunlu bir sonucu olan devleti söndürmek için yapılan bir çağrı olarak anlaşılmalıdır. Analar, toplumun öz saygısı ve öz güvenini geliştiren toplumsal ilişkilerin ağını ördüler. Analar, herhangi bir bireyin yarattığı herhangi
61
bir şeyi, toplumun kolektif gücünün daha da gelişmesi temelinde kullanmayı esas alıyorlardı. Her bireyin emeği topluma mal ediliyordu. Önemli olan ve bir ihtiyacı karşılayan kullanım değeriydi. Doğal olan da buydu. Kimse alkışlanmak için, desinler için, tribünlere oynamıyor ve kendini topluma yararlı hissettikçe daha görkemli bir mutluluğa ulaşıyordu. Herkes öz mutluluğunu toplumun mutluluğunda arayıp buluyor ve analar bunun duygusal, manevi, moral donanımını geliştirip koruyorlardı. Tüm emekler bir havuzda birleşiyor ve kimin emeğinin kimden çok veya önce olduğu, öyle çok belirleyici olacak düzeyde önemsenmiyordu. Hiçbir keşfedene ve yaratıcıya toplumun üstünde bir ayrıcalık tanımayan Analar Komünü dönemi, dayanışmacılığı ve gönüllü-doğal hiyerarşiyi esas alan kolektif toplumsal iradeleşme yöntemiyle, doğal evrimi içinde insanlığı geliştirip bugünlere çok daha sağlıklı bir toplumsal yapı taşıyabilecekti. Ancak zorunlu avcılık kültürünü bir ayrıcalığa ve savaş kültürüne dönüştüren yaşlı erkek büyücüler ve genç savaşçıların çıkarcı birlikteliği, zamanla toplumda bir baskı unsuru yaratarak, gönülsüz ve zora dayalı bir hiyerarşi oluşturdu. İşte insan toplumunun, makas değiştirip bu yöne gitmesiyle, ilk düşman kamplara bölünmesi de bir oldu. Kin, nefret ve haset, sevgi ve merhameti silip yok etmek için, insanlığın yüreğinde büyük bir uğraşa girdi. Hep kötülük yapan bir insanın yüreği nasırlaşır, gün gelir iyilik yapmayı unutur ve firavunlar kadar zalim olur, ama öte yandan hep iyilik yapan bir insan da kötülük yapabilmeyi unutur ve kötülüğe karşı olan tüm insanların umudu ve rehberi olur. Böylece iyilik ve kötülük arasında başlayan savaş, aslında yok edilmek istenen iyiliği koruma, yani insan olma, insanca yaşama umudunu koruma savaşıydı. Kötülükten yana olan güçler ilkin kadınların karşılıksız sevgisini ve dolayısıyla anaların şefkat dolu yüreklerini parçalayıp, düşürdüler. Sevgiyi çıkara dayalı bir kalıba döktüler. Özgürleştiren sevgiyi, köleleştiren bir sevgiye dönüştürdüler.
Mezopotamya
İnsanlık tarihinin gizemli başlangıcı, yaşamda özgürleşmenin sırlarını gizler. Bu başlangıçta yazı yoktu, sadece söz vardı. Yazıya egemen olan söze de egemen olmak için çok uğraştı, ama kavimlerin sözlü gelenek kültürü hiç tüketilemedi. Anaların kutsal şefkati, ninnilerle, gizem dolu masallarla, acı ağıtlarla ve destanlarla toplumsal hafızaya kazındı ve bugüne kadar geldi. Analar, toplumun acı-tatlı anılarını yüreklerinde saklayarak, toplumsal hafızaya uyarı ve duyarlılık dolu katkılar sundular. Toplumsal dönüşüm ve değişimin kökü, çekirdeği ve esas dinamikleri, anaların gizlenen tarihinden yola çıkılarak açığa çıkartılabilir. Toplumsal tarih, bir sınıflar savaşı tarihi olduğu kadar, aynı zamanda hiyerarşinin ve tahakkümün aşağıdan yukarıya cins egemenliği temelinde kurulduğu, cinsler arasında acımasız bir savaş tarihidir. Sınıflar daha tam oluşmadan önce ve henüz tarih sahnesinde bütün açıklığı ve gücüyle sınıfların bir rol oynamaya başlamadıkları dönemlerde, toplumda bir hiyerarşi ve tahakküm aracı olarak tarih sahnesine çıkan erkek egemenlikli toplumsal yapılar, giderek sınıfların hiyerarşisini ve tahakkümünü oluşturacak, siyasal zora dayalı bir güce dönüşeceklerdi. Ardından bütün kadın eksenli toplumsal yapıları dağıtarak, toplumu, kendi tahakküm ve egemenlikleri altına alacaklardı. Acımasız sınıflar savaşı başlamadan önce, çok daha kanlı ve acımasız, kadın eksenli toplumsal yapıların kıyımı dönemi yaşandı. Zora dayalı, insana yabancı ve doğal olmayan bir iktidar oluşturabilmek için önce toplumda bir ilişki kaosu yaratılır. Bu kaos ortamının çekişme ve çelişkileri üzerine kurulma “meşruiyeti” var edilen iktidar, giderek çatışma ve baskı kültürü, karşıtlıklar, dışlamalar ve ötekileştirmeler yaratır. “Uygarlık” denilen ucubenin hükmetme kültürü kurumlaşır. Hükmetme, iktidar olma, önce zihinlerde imge ve sembollerle başlar ve giderek kanıksanır, fakat ilk kanıksamalar için yumuşak geçişler, alıştırmalar yapılmıştır. İnsan ile doğa arasında, ka-
Sosyalist
Zora dayalı, insana yabancı ve doğal olmayan bir iktidar oluşturabilmek için önce toplumda bir ilişki kaosu yaratılır. Bu kaos ortamının çekişme ve çelişkileri üzerine kurulma “meşruiyeti” var edilen iktidar, giderek çatışma ve baskı kültürü, karşıtlıklar, dışlamalar ve ötekileştirmeler yaratır. dınla erkek arasında, gençlerle yaşlılar arasında kısmen var olan ve derin olmayan, toplumu bölmeyen, toplumu yozlaştıracak, kendine yabancılaştıracak bir düzeyi olmayan bu uzlaşır çelişkiler derinleştirilir ve uzlaşmaz noktalara doğru çekilir. Bunun için türlü bahane ve kurnazlıklarla, toplumu kendi doğallığı içinde bir arada tutan bağlar gevşetilir. Canlı ve doğal dayanışma, paylaşma ve yardımlaşma kültürünün yerini, kaskatı kanun ve kurallara bağlı donuk ilişkiler zinciri alır. İnsan bilincinin özgürleşmesi, ancak insanın bütün doğal bağlarını koparan, bu doğal bağlar yerine bencil gereksinmeleri koyan, bireyleri ve toplumu birbirine düşman yapılara bölen düşünme kalıpları ve kurumların yarattığı iktidarcı ucube uygarlık toplumunun aşılmasıyla mümkün olacaktır. Yeni ortaklaşmacı, komünal demokratik bir toplumun var edilebilmesi için, akılcı bir devrim, yeni bir insanlık zihniyeti, hayata doğal ve canlı bir tarzda müdahale edebilen yeni özgürlükçü kurumlar gereklidir. Yeni moral değerler, ahlaklı gelenekler ve derin duyarlılıkların geliştirilmesi için, eski alışkanlıkların, içi boşalmış geleneklerin, kanıksamaların, vurdumduymazlıkların, gerçekten işiten ve gören yeni bir kuşağın yeni insanlarıyla aşılacağı açıktır. Başlangıcında tüm toplumların sade bir araç olarak baktığı ve bilgelerin hor gördüğü, kurnazların övdüğü metalaşma ve değişim değeri, giderek topluma hükmeden bir amaç ve yeni tanrılar haline geldiler. Kullanım değeri olan temel ihtiyaçlar için üretim giderek ikinci plana atıldı ve kâr amaçlı pazar için üretim ön plana geçti. Oldukça karanlıkta kalan ve tüm çelişkilerin kaynağı olan insanlığın
62
ilk dönemlerine ışık tutmak, sınıflar savaşının hangi zeminde başladığını ve sınıflar savaşı öncesinde kurulan kanlı hiyerarşinin gönüllü ve doğal bir hiyerarşiye dönüşebilmesi için bugün hangi temellerden hareketle mücadele etmek gerektiğini açığa çıkarmak gereklidir. Toplumsal değerlerin, inançların, kavramların nasıl farklılaşıp yer değiştirdiğini özümsemek, gerçek bir değişim ve dönüşüm için startejik değerdedir. Bilinçlenmemizde en önemli olan devrimci gelişme ise, özgürlükler sorununu salt sınıfsal bir özgürleşme olarak görmemek ve sınıf baskısından kurtulmaktan öte, özgürlükleri cinsler ve yaşlar arası bir özgürleşmeye kadar genişletmenin zorunluluğunu toplumsal mücadele içinde kavramaktır. Bu anlamda Analar Komünü’nün doğuşunu ve yok oluşunu tam anlamıyla ve bütün yönleriyle bilince çıkarmak, esas olarak kadın özgürlüğü sorununun kaynaklandığı tarihsel-kültürel temelleri kavramak açısından önemlidir. Amacımız: Yaşamda yoğunlaşmak; korunaklı derinliği kazanmak, gönüllü olarak iradeleşmek ve daha hassas hislerle duygusal köklerimize inmektir. Yaşamın duygusal köklerine inen, derin ve sade bir düşünle, bilinçli ve erdemli yaşama isteği daha da güçlendirilir ve canımıza can, ruhumuza şevk katar. Zaman en büyük servettir; o halde yaşamı, hep birlikte zevkli ve öğretici bir yolculuğa çevirelim. Dirlik ve esenlik içinde yaşayalım. “Keskin kılıçlar saban demiri, mızraklar bağ bıçağı olsun ve bir daha savaş sanatı öğrenilmesin.” Şöyle bir gözlerinizi kapatın ve yaşadığınız kentin ya da köyün yüz yıl, bin yıl önceki halini bir düşünün ya da yüz yıl, bin yıl sonra nasıl şekilleneceğini bir tasarlayın. Bu iç yolculuğunuz sizi çok ilginç yerlere çıkarabilir, beni çıkardığı gibi. İçinizdeki merak ve öğrenme tutkusu hiç dinmesin, olur mu? Budur bütün isyanların temelinde yatan haklı arayışımız. Budur ahir zamandan beri insancıl yüreği sızlatan yaramız. Unutmayalım ki, her zaman bizleri engelleyen kendi umursamazlıklarımız ve umudumuzun bittiği yerde başlar dipsiz korkularımız.
Mezopotamya
Hurflit Kafl›kk›rmaz
K om ü n i s t l e r b i r l e ş e b i l i r m i ?
K
uzey Kürdistan’da bunca olup bitene rağmen, bu coğrafyanın komünistlerinin gündeminde “birlik” gibi önemli bir mesele var. Birkaç yıldır başta Sosyalist Mezopotamya Dergisi olmak üzere kimi değişik yayınlarda K. Kürdistanlı komünistlerin birleşmesi yönünde çeşitli tartışmalar olmaktadır. Aslında birleşmek, birlikte davranmak, birlikte mücadele etmek çok güzel bir şeydir. Özellikle bu momentte genel olarak sol, daha ötesinde sosyalist ve komünistlerin dünya genelinde içinde bulundukları durum göz önünde bulundurulduğunda, geniş anlamda birlik somutlaşmasa da birleşme için yapılan tartışmalar bile iyidir. Çünkü 1960`lardan bu yana genel olarak sosyalistler, komünistler cephesinde birleşmeden ziyade hep bölünme ve parçalanma yaşanmıştır, halen yaşanmaktadır. Yarım asırdır dünya genelinde sosyalist ve komünist hareketler için bölünme bir gelenek haline geldi. Çevresinde üç-beş kişi bulan, ciddi anlamda ideolojik farklılığa bakmaksızın ayrılır; “devrim” için en iyi ideolojik duruşu ve politikayı kendisinin veya kendilerinin yaptığını iddia eder! Veya belli bir seviye ve yeteneğe sahip olan kimi komünistler
Sosyalist
varolan örgütler içerisinde çalışma yerine, yeni örgütler kurmaya yönelirler. Bu durum sosyalist ve komünist harekete ne kazandırmaktadır? Hiçbir şey! Kazandırdığı tek şey sosyalist ve komünistlerin bölünmesi, parçalanması ve güçten düşmesi olmaktadır. Kısacası bu durum karşı devrim cephesine yaramaktadır. Genel olarak sosyalistler ve komünistler bu bölünme ve parçalanmanın Sovyet, Çin, Arnavutluk kamplaşmasından kaynaklandığını ileri sürerler. Geçmişte kalan bu kamplaşmanın etkisi azımsanamaz. Fakat bu kamplaşmanın ne kadar doğru olduğu da tartışmalıdır. O dönemlerde kim ne adına birbirine düşman oldu? Herkesin iddiası “Ben daha iyi komünistim” idi. Ki hala öyledir. Ve sonuçta koşullar değiştiğinde kimin daha iyi komünist olduğu ortaya çıktı! Komünistlerin durumu bu kısa açıklamayla izah edilir gibi değildir. Ayrıca her ülkede Sovyet kampı yanlısı onlarca, Çin kampı yanlısı onlarca, Arnavutluk kampı yanlısı onlarca ve hiçbir kampta yer almayan onlarca örgüt oluştu. Öyle bir durum gündeme geldi ki adeta örgütler koleksiyonu oluştu.
63
Dünyadaki genel gidişatın etkisini küçümsememekle birlikte şu anda hiçbir sosyalist ve komünist örgüt kayda değer bir güce sahip değildir. Zaten bu koşullarda örgütlerin kayda değer bir güce sahip olmaları sürpriz olur. Halk adına “halkın öncüleri”nin bu kadar keyfe göre davranmaları nasıl izah edilecek? Aralarında ciddi hiçbir ayrılık sebebi olmayan Sovyet kampındaki örgütler, Çin kampındaki örgütler, Arnavutluk kampındaki örgütler ve hiçbir kampta yer almayan örgütlerin bugün hala ayrı durmalarının sebebi nedir? Ayrıca bugün bu kampların fiiliyatta hiçbiri olmamasına rağmen, hala ayrı kulvarlarda durmanın, yürümenin kime ne yararı var? Şöyle aklı selim bir şekilde düşünüldüğünde, eski kamplar yanlısı örgütlerin ayrı durmaları için gerçekten ne sebep var? On yıllardır bu kamplar ortadan kalkmasına rağmen hala kampçılık yapılıyor! Sosyalistlik/komünistlik adına bu acı bir olaydır. Diğer yandan gelişen önemli bir durum ise, en azından bugün artık kimse kimseyi eskisi gibi “karşı devrimci” ilan etmiyor. Birleşmek, güçbirliği yapmak, dayanış-
Mezopotamya
mak için bu yeterli mi? Hayır, yeterli değil. Meselenin kökenine inilmedikçe ve ciddi bir hesaplaşma yaşanmadığı sürece bu dağınıklık giderilemez ve ön yargı kırılamaz. Ciddi ideolojik, teorik ve politik konulardan dolayı farklı örgütlerin oluşması normaldir. Ama “havadan-sudan” sebeplerle, yani ayrılığı gerektirmeyen meselelerden dolayı ayrı örgütlenmek halkın yararına değil, zararınadır. Bu anlamda meselenin birinci ayağı olan kamplaşma -ki o da bir süreçti, yaşandı ve bitti- olayına değindik. Meselenin ikinci ayağı düşünce özgürlüğüdür. Bu konuyla ilgili olarak önce şunu belirtmek istiyorum. Her sosyalist-komünist birey ve örgüt, teoride düşünce özgürlüğünü savunur. Fakat bu savunuyu burjuvazinin iktidarına karşı yapar. Neden? Çünkü kendisi muhalefettedir de ondan. Ama ne yazık ki aynı sosyalist ve komünist kişi ve örgütler, teorik ve politik olarak kendilerine muhalif olan, farklı düşünen insan ve örgütlerin yazılarının veya düşüncelerinin kendilerinin himayesinde olan gazete ve dergilerde yayınlanmasına karşı çıkarlar. Hatta örgütlerde farklı düşünen insanlar “hayin” ilan edilirler. Onu örgütten uzaklaştırmak için ne oyun ve entrikalar döner!.. Burada kimse alınmasın. Buna benzer olayların binlerce örneği yaşandı ve hala yaşanıyor. 20-30 yıl örgütlere emek veren insanlar herhangi bir veya iki konuda farklı düşünüyor diye dövüldüler, öldürüldüler, örgütlerden uzaklaştırıldılar. Bu insanların büyük çoğunluğu temel anlamda sosyalist-komünist düşünceden kopmamalarına rağmen bu hakaretlere maruz kaldılar, kalıyorlar. Bütün bunlar devrimcilik adına yapıldı, yapılıyor. Şu unutulmamalıdır: Bir örgütün örgütlenme modeli ne ise, iktidara geldiğinde iktidar şekli de o olur. Bana ve benim gibi düşünenlere düşünce özgürlüğü, benim gibi düşünmeyenlere ise yukarıda anlattıklarımız reva görülüyor. Özünde birçok örgütün birbirinden ciddi farkı olmamasına rağmen ayrı ayrı örgütlenmelerinin ana nedeni düşünce özgürlüğüne tahammülsüzlüktür. “Aslında yok-
Sosyalist
20-30 yıl örgütlere emek veren insanlar herhangi bir veya iki konuda farklı düşünüyor diye dövüldüler, öldürüldüler, örgütlerden uzaklaştırıldılar. Bu insanların büyük çoğunluğu temel anlamda sosyalist-komünist düşünceden kopmamalarına rağmen bu hakaretlere maruz kaldılar, kalıyorlar... tur birbirimizden farkımız, ama biz Osmanlı Bankası’yız” deyiminde olduğu gibi birçok örgütün birbirinden farkı yoktur. Veya varolan farklılıklar ayrılığı gerektirmemektedir. Bu sorun sadece Türkiye veya K. Kürdistan komünistlerinin karşılaştıkları veya sahip oldukları bir olumsuzluk değildir. Bu konuda dünya komünist ve sosyalist hareketi ciddi sıkıntılar yaşamaktadır. Dünya sosyalist ve komünist hareketinin sahip olduğu bu olumsuzluk komünist hareketin liderlerinden kaynaklanmaktadır. Dünya komünist hareketi liderlerinden bazıları (teorik ve politik olarak güçlü olanlar) farklı komünist düşüncelere tahammül etmişler, hatta onu bir zenginlik olarak görmüşler, aynı örgüt ve partilerde birlikte yer almışlardır. Özellikle Lenin ve Mao bu konuda önemli örneklerdir. Lenin ve Mao`da durum böyleyken, özellikle Stalin döneminde Stalin-Troçki arasındaki uyuşmazlık dünya komünist hareketine yansımış ve bu ikili arasındaki çekişme düşünce özgürlüğüne darbe vurmuştur. Burada şunu belirtmek istiyorum; temel komünist, devrimci kıstaslarda taviz verilmediği sürece, farklı düşünmek, olay ve olguları farklı yorumlamak veya olay ve olgular için farklı teoriler geliştirmek, bu yönelime sahip olmak, o kişi veya kişilerin dışlanması veya bu farklılıktan dolayı onların ayrı örgüt veya örgütler kurmaları devrimcilik, komünistlik adına kabul edilemez. 1960`lar sonrasında dünya komünist hareketi ciddi bir şekilde gereksiz ayrışmalar, ayrı örgütlenmeler ve kamplaşmalar yaşadı. Bu durum genel olarak solu kapsadı. Ve solu bölük-pörçük yaptı. Öyle bir duruma gelindi ki, ciddi konu-
64
larda aynı düşünen ama “havadansudan” nedenlerle ayrılık veya yeni örgüt kurmayı gerektirmeyen meselelerden dolayı ayrışmalar yaşandı, yaşanıyor. Ve yine öyle bir durumla karşılaştık/karşılaşıyoruz ki, aynı ciddi değerleri savunan, aynı kulvarda yürüyen ve aynı örgüt içerisinde yeralan veya aynı gelenekten gelen, teorik ve politik olarak güçlü olan veya kendisine güvenen birden fazla kadronun bir arada, aynı örgütte ideolojik, politik ve örgütsel mücadele vermeleri imkansız bir hale geldi. Bu durum solda sanki bir kültür haline geldi. Yani iki veya üç güçlü kadro aynı örgütte niye birbirine tahammül edemiyor? Bu konumdaki kadrolar aynı örgütte yer aldıklarında örgütün daha güçlü olacağı bir gerçektir. Aynı zamanda bu kadrolar, aynı örgüt içerisinde ideolojik, politik ve teorik olarak tartıştıklarında bu durumun örgütün bir zenginliği olacağı bilinmiyor mu? Ama ne hikmetse bu konumda olan iki kadro aynı örgütte birbirine tahammül edemiyor ve aynı örgütte yer almıyor. Hangi sebepten olursa olsun, bu durum keyfine göre davranma mantığıdır. Geçmişteki duruma baktığımızda bunun Stalin-Troçki arasındaki uyuşmazlıklardan kaynaklandığı söyleniyor. O tarihten bu yana bu durum solda bir kültür haline geldi. “Bu durumun sorumlusu Stalin mi veya bir başkası mıdır” sorunlanması muhakkak yapılmalıdır. Stalin bu konuda bir zaaf sahibi olabilir. Bu demek değildir ki Stalin devrimci bir lider değildir. Stalin de nihayetinde bir insandır. Onun da doğruları ve yanlışları olacaktır. Veya o dönemde doğru olan herhangi bir şey, bugün o doğruluğunu yitirebilir. Eğer bu durum Stalin-Troçki veya o günün koşullarından kaynaklı ise, bugün bu olumsuzluk aşılmalıdır. Ben, MESOP çevresinin bu olumsuzluğu aştığı kanısındayım. Bu konuya kafa yorulduğunda görülecektir ki birçok örgüt ve çevrenin diğer benzerlerinden ciddi bir farkları yoktur. Türkiye`de eski Çin cephesinde kim kimden ne kadar farklı, Sovyet kampında kim kimden ne kadar farklı, Arnavutluk kampında kim kimden ne kadar farklı? Örneğin; K. Kürdistan`da
Mezopotamya
1990`lı yıllarda 12 tane Kürt örgüt ve çevre mevcuttu. Bu örgütler içerisinde 3 örgütün dışında 9 örgütün birbirinden ciddi oranda farkları yoktu. Zaten o fark olmadığından dolayı PKK güçlenip ciddi bir hareket haline gelince, aynı zemine oynayan, aynı statüdeki hareket ve çevreler eridiler, yok oldular. PKK hareketi son yıllarda yaptığı strateji değişikliğiyle PSK’nin talip olduğu alana da el attı. Ve bu durumda güçlü olan PKK, PSK’yi eritmeye, etkisizleştirmeye yöneldi. Bugün koşulların değişmesiyle her iki hareket aynı çizgide buluşmak üzere. Bugün PKK’de PSK’nin çizgisine doğru bir evirilme söz konusuyken, 1990’larda gerilla mücadelesinin revaçta olduğu dönemde ise PSK PKK’nin çizgisine doğru bir yönelim içerisinde idi. Çünkü dönemin PSK lideri Kemal Burkay Avrupa’da ülke ülke dolaşıp konferanslar veriyordu. Ve konferansların ana teması “Güney Kürdistan’da gerilla hareketi hazırlıklarının olduğu”ydu. *** Kuzey Kürdistanlı komünistlerin birliği ile ilgili tartışmaları Sosyalist Mezopotamya Dergisi’nden takip ediyorum. Epeyce bir süredir bu tartışmalar yapılmaktadır. K. Kürdistan’da MESOP çevresi dışında grup, çevre veya kişi olarak komünistlerin varlığından bahsediliyor. Sosyalist Mezopotamya Dergisi’nde bu grup, çevre ve kişiler için yapılan çağrı ve öneriler, inanıyorum ki bu çevreler tarafından okunuyor. Veya tersinden MESOP çevresi bu grup, çevre ve kişilerin birlik yönündeki düşüncelerini dinliyor ve biliyor. Yukarıda değindiklerimin dışında, burada dile getirmeye çalışacağım iki tane önemli konu var. 1- Dünya komünist hareketinin içerisinde bulunduğu durum ve bunun K. Kürdistan’a yansıması. Aslında bu konuyla ilgili söylenecek çok şey olduğuna inanmıyorum. Siyasetle ilgilenen herkes, üç aşağı beş yukarı, günümüzde komünist-
Sosyalist
Ülkemizdeki siyasi atmosferde yer almak, mücadeleye komünist rengi güçlü bir şekilde taşımak ertelenemez bir görev olarak karşımızda duruyor. Bunun için K.Kürdistan’daki komünistlerin birleşerek güçlü bir şekilde ulusal kurtuluş ve sosyalizm mücadelesinde rol almaları olumlu bir etki yaratacaktır. lerin ne durumda olduklarını biliyor. Öyle ki genel olarak sol ve özellikle komünistler bu momentte kitleler nezdinde çekim merkezi olmaktan uzaklaşmış bir vaziyetteler. K. Kürdistan’da da durum genelden farklı değildir. K. Kürdistanlı komünistler şimdiye kadar sıraladığımız olumlu ve olumsuz olgu ve olayları değerlendirdiklerinde, bu coğrafyada birleşerek güçlü bir komünist çekirdek kadro yapısı oluşturabileceklerini, bu felsefeye denk hareket edebileceklerini, en azından gelecek kuşaklar için güçlü bir miras bırakacaklarını hesaba katmalılar. Bu anlamda komünistler arası bir birliğin ertelenemez bir görev olduğunu düşünüyorum. 2- K. Kürdistan’daki son siyasal gelişmeler ve komünistlerin durumu. Kuzey Kürdistan’ da son 30 yıldır amansız ve zorlu bir mücadele veriliyor. Kuşkusuz bu 30 yılın öncesinde verilen mücadeleler dışlanamaz. Felsefecilerin belirttikleri gibi her oluşum ve olay muhakkak kendisinden önceki olgular, değerler üzerinden yükselir. Yani 30 yıldır ülkemizde PKK etkinliğinde verilen mücadele, önceki olgular ve değerler üzerinden yükseldi, onlardan esinlendi ve bu noktaya geldi. Ulusal uyanışın motor gücü PKK’nin geldiği nokta herkes tarafından biliniyor. Burada ulusal ve uluslar arası koşullar göz ardı edilmeksizin konuya yaklaşılmalıdır. Bu 30 yıllık amansız ve zorlu mücadelede komünistler olması gerektiği gibi rollerini oynayamadılar.
65
Kuşkusuz ideolojik, politik ve felsefi olarak komünistler küçümsenmeyecek değerler yarattılar. Fakat pratikte gerektiği gibi nicel bir güç sahibi olamadılar. Elbette bunun ulusal ve uluslar arası sebeplerinin yanı sıra komünist hareketin karşılaştığı olumsuzluklardan kaynaklandığı da biliniyor. Bütün bunlara rağmen geç kalınmış değildir. Ülkemizdeki siyasi atmosferde yer almak, mücadeleye komünist rengi güçlü bir şekilde taşımak ertelenemez bir görev olarak karşımızda duruyor. Bunun için K.Kürdistan’daki komünistlerin birleşerek güçlü bir şekilde ulusal kurtuluş ve sosyalizm mücadelesinde rol almaları olumlu bir etki yaratacaktır. Konuyla ilgili olarak Sosyalist Mezopotamya Dergisi’nde yayınlanan yazılara bakıldığında MESOP çevresi, birlik için ve kendi dışındaki komünistlere yaklaşımda, özellikle sosyalist demokrasi açısından birçok devrimci, sosyalist, komünist parti, çevre ve hareketten farklı bir görüş açısına sahiptir. Bu gelenek (MESOP), daha önce değindiğimiz dünya komünist hareketinin yaşadığı olumsuzlukların büyük çoğunluğuna kendi bünyesinde yer vermemiş ve onların büyük kısmını onaylamamıştır. Kuşkusuz bu gelenek de dünyadaki olumlu veya olumsuz atmosferden, gidişattan etkilenmiştir. Fakat bu gelenek, diğer birçok hareket, parti ve çevrenin devrimcilik adına yaptığı ve aslında devrimcilikle alakası olmayan yönelimlerin altına imza atmamıştır. Bu anlamda MESOP çevresinin farklılığı bilinmelidir. İşin nihayetinde, bütün bu olumsuzluklara rağmen komünistler birleşebilir diyorum. Özellikle bugünkü koşullar değerlendirildiğinde birleşmenin komünistler açısından kaçınılmaz olduğu belirtilmeli, geçmişin anlamsız parçalanmalarından dersler çıkarılmalıdır.
Mezopotamya
Abdullah Dereli
‘Demokrasiye son, y aşas ın s avaş !’mı ?
A
BD Başkanı Barak Obama “barış, demokrasi ve değişim” süreçlerini temel alan politik zihniyeti büyük bir heyecanla ve muktedir edasıyla mazlum Ortadoğu halklarına empoze etti. Hem de güven ve umut verici davudi bir sesle Obama, demokrasi mücadelesinde hız kesmeyen bir süreçten söz etti; iktidara gelişinin ilk aylarında Kahire’de yaptığı tarihi konuşmasında, özellikle Müslüman ve Arap dünyasına hitaben ‘yeni bir Ortadoğu ve yeni bir dönem’in müjdesini verdi. Şimdilerde İran ve Filistin sorunu gibi bölgenin siyasi gündemini belirleyen sorunların barışçıl yöntemlerle çözüleceği yönündeki vaatlerden, eleştirdiği Bush yönetiminin ‘askeri çözüm’ doktrinine rücu etmiş durumda. Anlaşılan o ki; Obama yönetimi, sonuçları ancak zamanla alınacak barış, demokrasi ve özgürlük gibi argümanları içeren bölgesel projeleri, kırılganlığın hat safhada olduğu günümüz dünyasında geçerli akçe olarak görmüyor. Küresel rakip güçler arası sömürü alanı kapma izdihamında yarattığı şiddetin kat sayısı arttıkça Obama ve ekibi tökezliyor. Barış ve kardeşlik sözcükleri, rekabetin bu denli hızlandığı bir ortamda siyahi lider için artık geriye çekici birer fenomenden öte bir anlam taşımıyor. Çünkü
Sosyalist
bir taraftan küresel mali sermaye krizinin oluşturduğu basıncın yıkıcı rolü ve dalga boylarının ürkütücü etkileriyle kapitalist sistemin merkezinde her an yeni bir krizin çıkabileceği tehlikesi varken, sürece tahammül ve rıza göstermek aşırı iyi niyet göstergesi olur. Birbirini çözecek ve doğuracak yeni denklemin içinde Suriye ve İran dinamiği, öte yandan yükselen Hindistan-Pakistan gerilimi göz ardı edilemez. Dışişleri Bakanı Clinton’ın kaos’un içinden çıkamadığı açık. O nedenle eski Başkan Yardımcısı Dick Cheney’e göre, ‘eli ayağına dolanan Obama’ bu ruh hali ile sorun çözücü olamayacak, ulusal güvenlik konusunda da toydur. El-Kaide ve müttefik örgütlerin liderlerine suikastların artması, onlarca “terör” zanlısı öldürülürken önemli hiçbir zanlının esir alınmaması, liderlerin yakalanıp sorgulanması yerine fiziki tasfiye yöntemini tercih etmesi de ABD’de dikkatleri ve eleştirileri çekiyor. Kısacası, ABD ve İngiltere’nin başını çektiği küresel hegemonyanın müzminleşmiş bölgesel sorunların (Irak, Afganistan, Filistin, Kürt sorunu) çözülmesi isteğinin arkasında elbette stratejik öneme haiz bir ‘Büyük Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılması, enerji arzının kesintisiz bir şekilde sürmesi yatıyor.
66
Bu dış sorunlara ABD deki işsizlik ve 30 milyona yakın vatandaşın sağlık güvencesi sorunu eklenince, toplumun güven duygusunun yıpranmasına yol açtı, bu durum giderek derinlik kazanıyor. İç ve dış politik atmosferdeki kirlenme, belirsizlik, dengesizlik, dört yıllık görev süresinin daha ilk yıllarında Obama yönetiminin hızla yıpranmasına neden olurken, bu sıkıntılı dönemden kurtulmanın yolu olarak “İran’ı bombala, seni bir tek o kurtarır!” diyenler az değil. Obama’nın bu vartaya düşüp düşmeyeceğini önümüzdeki yakın süreçte göreceğiz. Ama görünen o ki Amerikan yönetiminin önünde iki seçenek mevcut: Askeri yöntem, demokratik teamül. Her iki seçenek de sıkıntılarla malul, zira imparatorluk hevesiyle aşılanmış ABD, uluslar arası sorunları çözmede yöntem olarak ve tercihen genellikle askeri tarzı öne çıkarmış, dikta rejimleriyle bir arada kalmayı tercih etmiştir. Dönem şimdi daha sancılı, daha gerilimli. İsrail’deki mevcut koalisyon iktidarının tarif edilemez uzlaşmaz karakteri de bölge barışının önündeki en büyük engel durumunda. Ortadoğu yine kasvetli bir sürecin eşiğinde Ortadoğu coğrafyasına egemen olan siyasi iklime bakılırsa yeni bir
Mezopotamya
savaşın eşiğine doğru itelenmekte olduğu söylenebilir. Şüphesiz, sır değil; asırlar boyu bu bölge hep savaşlarla yattı savaşlarla kalktı. Nedeni tarihsel, dinsel, kültürel ve doğal enerji kaynaklarıdır. Şimdilerdeki ‘yeni dünya düzeni’ denilen hadisenin ise kendisinin zaten derin bir düzensizlik içeriyor olması ve özellikle dünya çapında sürdürülemez sağlık güvencesi sisteminin yarattığı keşmekeşlik… O zaman “Bölgemizde savaş çanları mı çalıyor?” sorusunu sormakta hiçbir beis yok. ABD’li general Petraeus, “İran’a ilişkin askeri proje gereğince bir teamül yürütülecek” diyor. İran sorunlarından sorumlu Beyaz Saray yetkilisi, “İran’a müdahale için koşullar olgunlaşmadı. Yeşil hareket henüz rolünü oynayabilecek kadar olgunlaşmış değil” diyor. Bu yetkilinin açıklamalarına bakılırsa, İran nükleer silah üretsin veya üretmesin, uluslar arası camiayla uyum sağlasın veya sağlamasın, ABD’nin güdümüne girmediği müddetçe tehdit altında kalacaktır. İran’ın çemberini daraltmak, ağırlaştırılmış müeyyideler dizisi dayatmak, itirazı söz konusu olursa şayet tamamen tecrit etmek, insanlık dışı uygulamaların ardından askeri müdahaleyi son seçenek olarak devreye sokarak Ahmedinecad rejimini halkına rağmen yıkmak, ardından muhalefet lideri Musevi’yi iş başına getirmek, olası bir durum mu? Bu sorunun yanıtı oldukça naif. Zira muhalefet çözülmüş, dağıtılmış ve iktidar adayı olma vasıflarını yitirmiş durumda. Geçtiğimiz haziran ayında İsrail’in İran’ın nükleer santralını bombalamak amacıyla Aden Körfezi’nde gerçekleştirdiği tatbikatın ardından, son vuruş için rötuşlar yapıldı. İsrail hala da zor dizginleniyor ama dizginleyen ABD değil; Netanyahu, Obama’yı ciddiye almıyor. İngiltere-Fransa eksenli Avrupa kanadıdır dizginleyen güç. Avrupa, İran’a askeri müdahalenin faturasının kime kesileceğini iyi tahmin ettiği için, böylesi bir maceraya yeşil ışık yakmaz… Afganistan-Irak harekatında emperyal güçler olaya hakimdi, siyasal boyutu ve sürecin dizginleri batının elinden çıkmadı. İran ne Irak’a ne de Afganistan’a benzer. Köklü bir dev-
Sosyalist
Başta ABD ve İsrail olmak üzere uluslararası toplum, İran’ı içine alma-kazanma niyeti taşımadığı gibi, tersine dışlayıcı, öteleyici, asabileştirici tutum sergiliyor. İşi yokuşa süren Batı Cephesi ve uzantısı durumundaki Yahudi lobisinin yoğun diplomatik mekiğinin özeti: İran ne derse desin vurulacaktır!.. let geleneğine, örgütlü ve disiplinli bir toplumsal yapıya sahip, yutulması zor bir lokma. İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’ın geçtiğimiz ekim ayında önerilen nükleer anlaşmaya ilişkin şartları kabule yeşil ışık yakıp Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na (UAEK) bildirmesine karşın, ABD Savunma Bakanı Robert Gates, İran’ın nükleer santral sahibi olmasının nasıl engelleneceği sorusuna “tüm seçeneklere bakıyoruz” şeklinde yanıt verdi. Başta ABD ve İsrail olmak üzere uluslararası toplum, İran’ı içine alma-kazanma niyeti taşımadığı gibi, tersine dışlayıcı, öteleyici, asabileştirici tutum ve tavır sergiliyor. İşi yokuşa süren Batı Cephesi ve onun uzantısı durumundaki Yahudi lobisinin yoğun diplomatik mekiğinin özeti: İran ne derse desin vurulacaktır!.. Irak’a saldırı ve işgal planının aynısı İran üzerinde tekrarlanacak gibi. Tarih tekerrürden ibaret mi? ABD için galiba evet. İran’a yönelik askeri müdahale ve nükleer tesislerin dağıtılması meselesinde ABD iktidarı, iç muhalefeti ile fiili mutabakat sağlamış durumda. Örneğin, Irak’taki başarısızlığa rağmen Obama yönetiminin bir savaşı daha göze alabileceğini düşünmek gerçekçi bir şey mi? Sabık Dışişleri Bakanı Rice, “ABD İran’ın nükleer silahlara sahip olmasına asla izin vermeyecektir”; Bush ise “Hiçbir olasılığı gündemden kaldırmayacağız” demiştir. Şimdilerde İsrail ABD’yi beklemeden İran’ı vurabileceğini söyledi. Konu ile ilgili tartışmaların birden fazla boyutu olduğu açık. Diplomatik pazarlıklar, BM Güvenlik Konseyi kararları, ekonomik yaptırımlar, askeri yöntemlerle İran’ın nükleer programını imha etmek... Hangi yol izlenirse izlensin İran’a
67
yapılacak müdahalenin içeriği, amaç ve hedefi aynıdır. “İran nezdinde batı uygarlığının normlarını (parlamenter demokrasi, serbest piyasa ekonomisi ve küreselleşmecilik) benimsemeyen her ülke bir güvenlik sorunu oluşturuyor. Bu ülkelerin hükümranlıkları bu koşullarda kaldırılabilir.” (Küreselleşmeden Sonra, E.Yıldızoğlu, sy:183) Talan ve yağmaya alışkın batı emperyalizminin tüm işgal harekatları ‘gerekçeli’dir. Irak işgalinin gerekçesi: Saddam diktatörlüğüne karşı Irak halkını korumak, demokrasiyi tesis etmek. Afganistan işgali: Taliban iktidarını alaşağı etmek, yerine ‘modern’ lider olarak Karzai sultasını tesis etmek… Bugünün İran yönetimi ise çağa uymayan radikal molalardan oluşan, gayrı meşru, kitlesel muhalefeti insanlık dışı yöntemlerle bastırarak iktidar sandalyesine oturmuştur. Bu negatiflere ek olarak Ahmedinecad geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada şok etkisi yarattı: “Bugüne kadar yoğunlaştırdığımız uranyum oranı %3.5’tü, bugün itibariyle bu oranı %20’ye çıkaracağız.” Batıya meydan okuma bölgedeki gerilimi tırmandırıyor, silah satışındaki artışı tetikliyor. Dünya medyası üzerinden İran’a karşı olası saldırının azametinin Irak’a karşı yapılan taarruzun dalga boyutundan kat kat fazla şiddetli olacağını söyleyen ABD’li uzmanlar, bölge ülkelerinin de güçlü ve caydırıcı savunma sistemlerine sahip olmaları gerektiğini hatırlatıyorlar. Böylece, ABD savaş debdebesi yaratarak Patriot füzesavar sistemlerini pazarlama sürecini hızlandırıyor. Örneğin; Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Katar ve Bahreyn’in Patriot füzesavar bataryası satın aldıkları açıklandı; 6 Şubat 2010 günü Ankara’ya gelen General Petraeus, Türkiye’nin de Patriot alması gerektiğini hatırlattı. Ortadoğu’da, ‘son gelene kalmıyor’ telaşı hakim. ABD ve İsrail’in başını çektiği şer odağının neden olduğu gerilim ve saldırgan siyaset tarzının etkin hale gelebilmesinin bir nedeni de, cepheden vuruş yapabilecek bölgesel bir devrimci muhalif gücün yokluğudur. Yeni bölgesel askeri-siyasi dengenin egemen güçler arasındaki duruma göre tanzimi,
Mezopotamya
ürünlerle dolup taşan antrepollerin boşaltılması, denenmemişlerin tahrip gücü ve etki alanı hakkında somut veriler mantığından hareketle savaş kaçınılmaz bir vesile gibi görünüyor. O nedenle, önce siyasi atmosferin kirletilmesi, ardından doğulu bir toplumun nişan tahtasına oturtulması gerekiyor. Görünen o ki, en makul hedef İran’dır. Öyle ya! Farslarla görülecek tarihsel hesapları var. İşbirlikçileri Şah Rıza Pehlevi nezdinde onurları incinmişti. Bu tarihsel hatanın -daha doğrusu yenilginin- intikamını alma ve tarihsel-bölgesel koşullar elverişli iken Ortadoğu’nun enerji kaynakları üzerine ipotek koyma arzusunu maddi bir olguya dönüştürme doğrultusunda süreci hızlandırmış durumdalar. ABD’de, kavlince gecikme olması durumunda sahip olduğu nükleer potansiyel gücünü nükleer silah üretimine tahvil edecek olan İran’ı BM Güvenlik Konseyi -ki bu yapı uzun zamandır ABD’nin zayıf devletlere karşı silah gibi kullandığı bir araç- bile denetleyemez korkusu hakim. Öte yandan İran’ın, Şanghay İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ) çeperindeki konumundan anlamlı bir bileşen konumuna yükselmesi durumunda,
Sosyalist
batı, özellikle de ABD açısından işler sapa sarar. Zaten İran’ın jeopolitik ve jeoekonomik anlamda stratejik koordinatların kesiştiği coğrafyada olması nedeniyle kullanabileceği son derece önemli birden çok nirengi noktası var. Örneğin; Pakistan, Afganistan, Türkmenistan, Irak ve Türkiye’yi içine alan ve ABD’nin çakılıp kaldığı, yaklaşık 20 yıldır uğraşıp bir türlü randıman alamadığı bu coğrafyada İran’ın nüfuzunu kırmak bir yana, Şii mezhebinin günbegün yayılmasının önüne geçememesi hem NATO müttefiki güçleri hem de işbirlikçi yerel rejimleri tedirgin ediyor. O nedenle, saldırgan ve yasa tanımaz ABD’nin İran’a dönük yalnızlaştırma politikaları uluslar arası anlaşmalara aykırıdır. Hukuk düzeni dışında, bir haydut devleti gibi politika sürdürüyor. Yıllardır tecrit ettiği, ağır yaptırımlarla canını acıttığı Suriye ile yeniden yakınlaşma mesajları gönderiyor olması ise yeni bir durum. El Vatan El Arabi dergisinin ocak sayısına demeç veren bir batılı diplomat, Amerika’nın askeri olarak tekrar Lübnan’a dönüş arzusuna sahip olduğunu, bu arzunun gerçekleşmesinin ancak Suriye üzerin-
68
den olabileceğini söylüyor. Bu şu anlama gelir: Amerika Suriye’yi terörü destekleyen ülkeler listesinden çıkaracak, işbirliği yapılabilir ülkeler kategorisine dahil edecektir. Buna karşılık Suriye’den, İran ve Hizbullah’la olan stratejik düzeydeki ilişkilerini olabilecek en alt düzeye çekmesini isteyecek. Suriye bu teklife karşı nasıl bir tavır sergiler? Bu, önümüzdeki süreçte görüşülecek Filistin ve Golan Tepeleri gündeminin ardından netleşecek. Zira geçen hafta Amerika’nın uzun bir süreden sonra Şam’a yeni büyükelçi atamasının ardından Suriye’de bir sevinç havası esti. Öte yandan Suriye-İsrail ilişkisinde de bahar havası esebilir. Her ne kadar iki taraf karşılıklı olarak düzeysiz tehditler savuruyorlarsa da, bütün bunlar diplomasinin cilvelerinden öteye geçmez. Çünkü, Golan Tepeleri sorununun alt komisyonlar tarafından yeniden incelenmeye başladığı söyleniyor. Neticede burası Ortadoğu’dur. İran’ı yalnızlaştırma politik kasırgası bütün planları beraberinde sürükleyebilir. Ayrıca ABD ve İsrail gibi devletler sorunlarını her zaman kaba kuvvete dayandırarak çözmeyi ilke edinmişlerdir.
Mezopotamya
Sosyalist Mezopotamya YENİ BİR AYDINLANMA İÇİN
Mart 2010 l Sayı: 27 l 4 YTL l www.mesop.net
İKİ AYLIK TEORİK POLİTİK DERGİ
l
l
Gün Yayıncılık Tic. Ltd. Şti Adına Sahibi Halil İbrahim KUMRAL Yönetim Yeri ve Yazışma Adresi İnönü Mah. Babil Sok. No:27/3 80230 Harbiye / İstanbul Sorumlu Yazıişleri Müdürü Ferit Yıldırım Yönetim Yeri ve Yazışma Adresi İnönü Mah. Babil Sok. No:27/3 80230 Harbiye / İstanbul Sosyalist Mezopotamya Yönetim Yeri ve Yazışma Adresi İnönü Mah. Babil Sok. No:27/3 80230 Harbiye / İstanbul
İÇİNDEKİLER EDİTÖRDEN Ezilenler taraf olunca...
1
Yayın Türü Yaygın Süreli Dağıtım
‘Çözüm’de varılan yer Ferhat BARAN
3
Telefon/Faks (0212) 291 46 38
İsmail Beşikçi ve üniversite Sibel ÖZBUDUN
9
Niçin federasyon? Aziz Mahmut AK
14
Aleviler kendilerini nasıl hissediyorlarsa öyledirler Metin AKTAŞ
19
e-mail newrozgazetesi@gmail.com Baskı Özdemir Matbaacılık 0 212 577 54 92 Davutpaşa Cad. 4. Güven Sanayii sitesi C Blok No: 242 Topkapı-İSTANBUL Diyarbakır İrtibat Bürosu Tel: 0 412 223 73 37 Kurtismail Paşa 5. Sok. Fırat Apt. Kat:3/13 Ofis/DİYARBAKIR Gaziantep İrtibat Bürosu Tel/Faks: 0 342 220 59 94 Atatürk Bul. Bina No: 49 N. Akınal Apt. B Blok Kat: 6 D: 6 Şahinbey / Gaziantep İzmir İrtibat Bürosu newrozgazetesiizmir@gmail.com 847 Sok. No: 14/101 Konak/İZMİR
Tüzük sorunu ya da örgütte özgürlük ve disiplin ilişkisi S. ÇİFTYÜREK 23 Zalimler yenilmeye mahkumdur! Temel DEMİRER
32
Dersim’e dair ön çalışmalar Hasan FIRAT
42
Devlet içi çatışmaları nasıl değerlendirmeliyiz? T. ATMACA
46
Romana Serhildana Mala ELÎYÊ ÛNIS Lokman POLAT
53
Analar ve tanrıçalar dönemi ve gizlenen bir tarih Aydın DİNÇOĞUL
56
Komünistler birleşebilir mi? Hurşit KAŞIKKIRMAZ
63
‘Demokrasiye son, yaşasın savaş!’ mı? Abdullah DERELİ
66
Sosyalist Mezopotamya YENİ BİR AYDINLANMA İÇİN
Sosyalist Mezopotamya YENİ BİR AYDINLANMA İÇİN
Mart 2010 l Sayı: 27 l 4 YTL l www.mesop.net
İKİ AYLIK TEORİK POLİTİK DERGİ
Mart 2010 l Sayı: 27 l 4 TL l www.mesop.net
l
İKİ AYLIK TEORİK POLİTİK DERGİ
l
l
l
✍ Ferhat BARAN
‘Çözüm’de varılan yer
U
lus, toplumların gelişim diyalektiğinde uğranılması zorunlu tarihsel bir kategoridir. Her insani aidiyet gibi ulus aidiyeti de kıvamında, özgürce ve dolu dolu yaşanmadan, insanlığın uzak geleceği olarak öngörülen ulussuzluğa, yani ulusal sınırların silineceği dünya ortamına geçilemez. Bu aidiyeti kıvamında yaşayabilmek ise, ulusun iktidarlaşma seviyesiyle doğru orantılıdır. Nasıl ki, toplumbilimin öngördüğü sınıfsız topluma, ilkin ezilen sınıfın iktidarından; aile kurumunun ortadan kalkmasına, ilkin çekirdek aile gibi sıkı bir kurumlaşmadan; devletsiz topluma, ilkin bıktırıcı hiyerarşisiyle devletleşme basamağından geçilecekse, ulusal sınırların ortadan kalkacağı dünyaya da ulusal iktidarlardan geçilecektir. Dünyada ulus devletler halen tüm azametleriyle yaşıyorlarken, hiçbir ideoloji adına Kürtlere “devletleşmenin günahları” anlatılamaz. Devlet denilen mekanizmanın olanca çıplaklığıyla açığa çıkmış insan doğasına aykırı özelliklerine rağmen, daha ileri değerler adına bugün Kürtlere devletleşmenin zararlarını anlatmaya kalkışmak, genel bir doğruyu Kürtlere zehir olarak yedirmekten başka bir anlama gelmez. Tek Arap ulusundan 22 devlet varlığını sürdürüyorken “ümmetçilik” adına, dünyada ulus devletler hala güçlenme peşindeyken “komün kültürü” adına Kürtleri günümüzde “devletsizliğin güzellikleri”ne ikna etmeye kalkışmak, sömürgecilerin mevcut uygulamalarına katkı yapmaktan başka bir şeye yaramaz.
İsmail Beşikçi ve üniversite ✍ Sibel ÖZBUDUN
Niçin federasyon? ✍ Aziz Mahmut AK
Aleviler kendilerini nasıl hissediyorlarsa öyledirler ✍ Metin AKTAŞ
Dersim’e dair ön çalışmalar ✍ Hasan FIRAT
Tüzük sorunu ya da örgütte özgürlük ve disiplin ilişkisi
Komünistler birleşebilir mi?
✍ S. ÇİFTYÜREK
✍ H. KAŞIKKIRMAZ