sayı:dokuz eylül ikibinondört
'Yezidiler günde 3 kez güneşe döner dua ederler. her isteyen, çoluk çoluk, genç yaşlı olsun, şeyh olsun, emir olsun, herkes güneşin karşına geçer, içinden ne geçiyorsa güneşe söyler. Belki de insan soyunun şimdiye kadar söylediği en güzel dualar bunlardır. belki de, en güzel türküler, en güzel şiirler bu dualardan çıkmıştır. Belki de mezopotamyanın bütün destanlarının temelinde bu dualar vardır.' yaşar kemal
sayı:dokuz eylül ikibinondört
aytekingezici b e r k t ü t e r berivan demir cansu yılmaz ç a ğ d a ş s u n a d u y g u a ş ı k d u z e n e ka f a m g i r e ezman anuşavan hakan cömert h a z a l k a ç a r o s m a n e r ç o k y o l d a ş z o r l u tasarım:hakan cömert
sonsuzfanzin@gmail.com www.facebook.com/sonsuzfanzin
gazetesine verdiğimiz röpartaj Meydan: İsminiz neden sonsuz? Biz evrenin bir başının ya da sonunun olmadığını düşünüyoruz. Bu zaman için de geçerli. Zaman da sonsuz. Aslında zamanın da her anı kendi içinde sonsuz. Bu sonsuzluk hissi bizim sevincimize de, hüznümüze de, öfkemize de işleyen bir sonsuzluk. Bu yüzden fanzinimiz de sonsuz. “Fanzin dediğin beleş olur” mottosu dikkatimizi çekiyor… Öyle bir sistemde yaşıyoruz ki para her yere ulaşmış durumda. Para her yerde, o kadar çok var ki. Bari bizim paylaşımımız bir maddiyatla eşleşmesin, bari bizim paylaşımımıza para giremesin istedik. Okuyucuyla yazar arasına para girmemeli. Ki zaten fanzinimizin politik bir fanzin olması, ücretsiz olmasına gebe. Ece Ayhan’ın Meçhul Öğrenci Anıtı şiiriyle karşılaşıyoruz sayfaları çevirdiğimizde. Biz sayfayı çevirdiğimiz sıralarda, devlet Berkin’i katletmişti. Bu şiiri seçmenizin Berkin Elvan’la bir ilişkisi var mıydı? Evet, vardı. Bu şiiri koyduk çünkü hislerimize dokundu. Berkin’in ölmesine çok öfkeliydik ve o dizeler bizim için Berkin’e ve devletin katlettiği bütün çocuklara dokunuyordu. O anı, o öfkeyi çok daha yoğun yaşadık bu dizelerle. Sonsuz Fanzin’in yazılar dışında bir pratiği, bir eylemliliği var mı? Fanzinin kenarlarına zımba değil de iplik bağlayışımız bir rastlantı değil. Bu pratiğe denk düşen bir eylem. İpleri takmak fanzinin son adımı oluyor. Hem hazırlığın son adımı olduğundan heyecanlanıyoruz hem de hep birlikte iplikleri dikerken ettiğimiz sohbet, içinde olduğumuz sosyallik bizim bütün düşlerimizi örgütleyebileceğimiz bir sohbete dönüşüyor.
Sonsuz Fanzin kimlere dokunuyor? Net ulaştığı bir öğrenci kitlesi var. Onun dışında çantamızda sürekli fanzinleri taşıyoruz ve kahvede oturan emekçi amcadan, 1 Mayıs Mahallesi’ndeki Filiz Ablamızdan, Kadıköy’de sokakta yaşayan birinden, gecekondu mahallelerinin birindeki bir berbere kadar verebiliyoruz. Ve bu bize daha anlamlı geliyor. Peki, bu fanzinin çevresinde kimler var? Sınırsız toprakların olduğu, sömürünün olmadığı, kimsenin ötekileşmediği bir dünyanın hayaliyle bir araya gelen insanlar var. Son olarak Sonsuz Fanzin’e ulaşmak isteyenler nerelerde bulabilirler? 26A Kolektifi’nin bütün mekanlarında bulabilirler. Onun dışında, Kadıköy’de İmge Kitabevi, Akmar Pasajı’ndaki Sosyal Kitabevi, Limon Kafe, Bozukoda Kafe, Roza Kafe; Beşiktaş’ta Siyah Kafe; Avcılar’da Günışığı Kitap-Kafe gibi yerlerde bulabilirler. İletişime geçmek isteyenler de sonsuzfanzin@gmail.com adresinden bizlere ulaşabilirler.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 20. sayısında yayımlanmıştır.
İÇİNDEKİ İNSAN YANIN yoldaş zorlu
İçinde bir yerlerde seni kemiren bir şey var. Eni boyu olmayan, sessiz bir çığlık gibi seni delirten. İçinde bir yerlerde seni her an düşündüren ve eyleme zorlayan bir şey var, eli ayağı olmayan. Bedensiz bir gölge var seninle yürüyen. Ve attığın her adımı hesaplayan, gecesi gündüzü olmayan bir gölge. Sen yitip gittiğinde seni uyandıran, hissizleşen duyularını acıtarak uyandıran, insan olduğunu hatırlatan insan yanın var içinde. Ensiz boysuz ve görünmeyen. İçinde büyüyen bir çığlık var. Sen her ne kadar bastırsan da içten içe seni kemiren ve seni hep sana hatırlatan içinde bağırıp seni öksüz bırakmayan, insan yanın gül bahçen. Çürüyüp gitmesine göz yumduğun, kirlenmesini umursamadığın, acı çığlıklarını duymazlıktan geldiğin ve kaybolup giden tüm değerleri sana hatırlatan içindeki sesin, senin kurtarıcın. içindeki bedensiz senin insan artığın, vicdanın. Dünyanın kamburu olmaktan çıkıp evrenin bin belası olmuşsan ey İnsan! Bil ki ardından korku ve panik çığlıklarını atacak olan yine senin insan yanındır. İçindeki şeytana yem etmişsen ruhunu, bil ki o şeytanın vahşetini gözyaşlarında akıtacak yine senin insan yanındır. Yarına yeni nesillerin tohumunu atmaya korkmuşsa insanlık, geleceğini puslu ve karanlık gölgelerin ardında görüyorsa ve hiç umut edecek bir şeyinin kalmadığına inanmışsa toplumlar. Buda senin eserindir ey içindeki sesten korkan küçük heveslerin benmerkezci imparatoru. Şunu asla unutma ki yarattığın her bir çatlaktan akan senin kanın olacak. Akan her gözyaşında senin insan tarafın boğulacak ve boğuldukça içinde patlayıp bentlerini yıkacak. İçinde bir şey var başsız, gövdesiz ve dilsiz. Seni sana hatırlatan insan artığın, vicdanın. Ses ver ona ey kendine esir ruhsuz! Yoksa yarınları armağan edeceğin gül yüzlü çocukların olmayacak!
'İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin: daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... İçimizde şeytan yok... İçimizde aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var...›
içimizdeki şeytan sabahattin ali
-adohakan cömert
Genç zayıf delikanlı Uzun ince boylu, bıyıkları oturmuş kızıla çalar Emeği fotokopisi, vardiyası öfkesi Sevdası kilosundan ağır Karınca gibi dingin Ağladığı gecelerde harmanlamış gerçeği Gözleri dost, müşganları türkü gibi Faşizm titretemez dizlerini Perşembe cemlerde, Cuma namazında diz çöker Megafona gerek duymaz, isyanı haykırdığında İlk insandan almış ismini, ben ona 'Ado' derim.
Başka bir aşk çağdaş suna
Önce kapkara bir yalnızlıkla başladım ben olmaya. İstikrarlı bir korkunun bana yaklaştığını hissettiğimde, duyabildiğimi ve duyduğum şeyin korku yarattığını anladım ve birde tanımadığım şeylerden korktuğumu. Büyük bir acı ile koparıldım gövdemden ve farklı sesler eşliğinde, daha farklı hissettiğim yalnızlıklara sürüklendim. Önce ince bir sessizlik ve yalnızlıktı içimi dolduran, sonra ince bir ses ve acı ile uyandım. Yeni bir deneyim ve acıydı içimi dolduran şey. Acı sona erdiğinde yeniden kocaman bir sessizlik ve yalnızlık çöktü her yere. Ardından duyduğum ilk sesle birlikte gözlerim açıldı dünyaya. Anladım ki ilk defa görüyorum, ilk defa duyuyorum ve ilk defa dokunuyordu muhteşem bir varlığın elleri bana. Dünya denilen bu diyardaki her şeyi bir anda öğrendim, o anda. Benimle yazılmıştı tüm tarih. Benimle öğreniliyordu var olan ve var olmuş her şey. Benimle oyalanıyordu insanlar, bana inanıyordu insanlar, benden korkuyordu insanlar ve ben yönetiyordum bütün büyük toplulukları, en tehlikeli icadıydım tarihin, hepsini bir anda öğrendim. Benim içimden dökülen her şeye onun ellerine dokunduğum ilk anda vakıf oldum da ya hissettiklerim? Bu Dünyada yazılan her şeyden daha güzel olan o varlık ve hissettiğim bu boşluk. Tam Leyla'ma duyduğum hisleri anlamlandırmaya çalışırken anımsadım geçmişten bunun adının 'Aşk' olduğunu. Büyük bir acı ile tekrar koparıldım yeni yurdumdan. Artık başka ellerde benliğimi sürekli akıtarak kağıtlara yeni bir yalnızlıkla birlikteydim. Herkes yazarın marifetidir sanar yazılanları. Ama kimse bilmez her seferinde benim Leyla'ma olan aşkımdır okudukları.
cebimizdeki parayla esaret ellerimizde
Rezonans tut ki, bahar çalmış kapılarını hürriyeti için öleceğimiz memleketimizin ama ben içerideyim, hapiste yani.. sorsan duvarımdaki yersiz takvime, ben de seninle aynı bahar'dayım. inan bir an bile kaybetmezdim umudu; senin orada aynı duvarlar arasında yanımda olmayışının metanetiyle.. tut ki, kara bir haber geldi bir yerlerden, donuk bir yüzle kapattım telefonu. sen, uzanmışın kanepeye boylu boyunca, nur yüzlü yavrunla oynaşıyorsun. hemen o an, oracıkta unuturum; ölürüm! ölürüm de veremem sana, ansızın gelen o kara haberi.. tut ki şair olaydım. yön vermeyi bileydim sözcükler pınarına. işim gücüm bir tek sen olurdum sevgilim; işim gücüm sana şiirler yazmak olurdu. öyle şiirler ki hatta içinde, ne kuşlar, ne balıklar, ne de gökyüzü; içinde yalnızca senin olduğun. senin ve elbet seni bağrında tutan ve kurtuluşuna aç memleketimin. ve memleket sokağında salınan akşam bereketi saçlarının, uzunluğusıklığıkıvırcıklığı..
düşebilirim hapse komünistlikten. ve her an gelebilir bir yerlerden, bir kara haber. şair de olabilirim pekala, hayli zengin ve alışkın memleketimiz bağrından "yürek işçisi" doğurmalara. bir noksanım kaldı, karşıma çıkışın, ve kırışın aklımın zincirlerini, nihayete erişi sorularımın.. kıvırcık mı, sık mı, uzun mu saçların? uçlarında bayrağımızın kızılı var mı? zaman kalmadı. yedi ay oldu umut ateşleneli. yedi evlat verdi ateşe yedi ayrı ana, bir tanesi acısına dayanamadı.. zaman kalmadı. yedisiyle yetmişiyle terketmişiz hazır celladımıza methiyeler dizmek zanaatını, içimizden birileri telaş ve hınçla umut dolu dizelerini insan içine çıkarmalı. fakat affı yok! yeri gelip de yoldaş diye kucaklanası onbinler içinde nükseden birbaşınalığın.
Duzeneka Famgire
ÇIYA - bölüm ıı hazal kaçar
Çıya dağdan iki yıl önce inmiş bir gerillaydı. Girdiği çatışma sonucu sol ayağını kaybeden bir yaralı yürekti. Ne yapardı ki şehirde; yıllarını dağlarda, ovalarda geçiren koca yürekli adam. Yaşıyordu işte buna yaşamak denirse. Marinada sandalları zımparalar, kimse ile konuşmaz, işini bitirir sonra çeker giderdi evine. Dağlardan sonra denizi çok sevdi. Deniz onun arkadaşıydı sanki, onunla konuşur dertleşir ona anılarını anlatırdı. Sadece Deniz'i mi severdi orada çalışan Elene'yi de çok severdi, onu dağda çatışmada kaybettiği Dicle'sine çok benzetirdi. Elene'nin uzun koyu kahve saçları, iri ela gözleri, dolgun yanakları ve dudakları Dicle'yi anımsatırdı. Çıya, Elene'yi hep uzaktan severdi, hiç konuşmazdı bile. Bir gün Eleni Çıya'nın yanına gelip - hey usta bizim sandalı zımparalaman gerek; ama üç gündür yapmıyorsun ve biz müşteriyi dolaştıramıyoruz böyle tembellik edeceksen söyle de başkasına işi verelim. – Dedi. Tabi Çıya bir şey diyemedi yutkundu ve - yarına biter.- Dedi. Eleni çok sinirlendi çünkü sevdiği adamın bu kadar uzak olması onu üzüyordu ve çekip gitti oradan . Ertesi gün olunca Çıya sabahtan başlamıştı sandala, öğlen bitmişti işi sandalı teslim edecekken ummadık bir olay ile karşılaştı bunu unutamayacaktı...
- Ölüm Ölüm kol gezmekte nefesin en derinden hissedildiği kentlerde, köylerde. Bir sabah uyanmışsın; hoop bir haber! Ansızın, en sevdiklerin telefon ekranında belirdiğinde ağzının yanaklarında olan kıvrımın yerini telefon kapatıldığında yüzünün düşmesi, göz bebeklerinin büyümesi alır. Kötülük başladığından beri ölümler daha iz bırakır olur. Unut bunları. Her an ölebiliriz. Yaşı çokça birikmiş sevdiklerimiz her an ölebilir. Biz hiçbir şey yapamayacağız. Ölüm haberlerini alırız. Sonrasında mezarlıkta dua ederiz, en içten. Büyük özlemleri mezarlıkta hissederiz. Bu bayram mezarlığa usulünce gittiğimde, hangi ölümün ayakucunda duracağımı bilemedim. Ne çok yitirdik. Ortada kaldım. Ortada dua okudum. Ortada ağladım. Sıcaktı. Daha da acıttı. Öleceğim aklıma geldi. Eve döndüğümde birkaç isteğim belirdi aklıma; cenazemde beyaz giyinin (tüm siyah tek düzeliklere karşı) – helva değil, taş helva yiyin(benim yerime de) – kavrulmuş fındık dağıtın; bir avuç, herkese. Rahatladım bunları düşününce. Ya ben öldüğümde karalar bağlasaydılar. Her an ölebiliriz. Ölümü bilmek yaşamaktır. Ölümü düşünmek de yaşamda var olmak gibi, anlamlandırır. Yaşamın içindedir ölüm. Ölmeyi isteyip ölememektir yaşam. Hiç farkında olmamak; yaşarken ölmektir. Yeşilin toprağa bağlı olduğu gibi bağlıyım hayata. C.Y.
Tamirat ne kadar üstelesem yanlış bir değişimi bir proleterin oğlu olduğuma inandıramıyorum kimseyi inandıramıyorum babama bir proleter olduğunu babam çok eski bir partizan kötü bir halk partisinin kalıntısına yamamış nefretini acıyı ve bir dönemi benden iyi biliyor ne zaman içki içsek bir cuma gecesi ertesi açlığı ve yoksulluğu benden iyi anlatıyor benim bir abim iki abim varmış açlık ve yoksulluk kötü bir şefin döneminde ikisine de almış çünki dönem o dönemmiş ablalarım kalıntı toplarmış pazardan ağabeylerim buz satarmış babamsa memur ayakkabılarının tamiratına nefretini yamarmış annem bir sabır küpü annem bir acı küpü acıyla beslemiş yüreğini yoksulluğu ve açlığı acıyla doyurmuş ve acıyla büyütmüş bebeğini acıyla doğurmuş ben işte eksik bir birikimin tortusuyum geçmişlerde yoğrularak çocukluğum bana hep acıyı ve hüznü öğretti ezilmişliğin kompleksiyle büyüdüm böyle yaşıyamadığım günlere özlemli yaklaşmak istedikçe burjuva özentilerine sınıfım çekiyordu utandırarak beni yaklaştıkça üşüyen damarlarımdaki hınç çekildikçe yanıyordu sınıfımın ateşinden
ezilmişliğin kompleksiyle büyüdüm böyle yaşıyamadığım günlere özlemli yaklaşmak istedikçe burjuva özentilerine sınıfım çekiyordu utandırarak beni yaklaştıkça üşüyen damarlarımdaki hınç çekildikçe yanıyordu sınıfımın ateşinden ben işte bunun için bir burjuva kuklasıyım, korkak ve acemi bir militanım hüzne ve yalnızlığa yakın gördüm ki bir cuma gecesi ertesi babamın eskimiş bürokrat ayakkabılarının tamiratına nefretle vurduğu örsü ve çekici öfkesini köseleden ayırdığı bıçak açılmış bir gül gibi duruyor önümde vur gülüm vur gülüm vur gülüm vur sen de burjuva ayakkabılarının altına artık ne soğuk damarlarımdaki ne sıcak sadece bıçak gülüm sadece bıçak. arkadaş zekai ö z g e r
ÖzgürCe Eski bir blues sözlerini hatırlatıyor. Belki o eski özgür aşk meselesinden kaynaklı olabilir. Bir bebek doğar özgür ve çıplak. Özgürlüğünü alırlar derisini örterek. Belkide ilk yenilgisi budur. Bir şahin kendisini tutsak eden yumurtasını parçalayarak kazanır özgürlüğünü. Kanatları uzayıp uçmaya başladığı zaman, sınır yoktur artık. Bir dağın tepesinde boşluğa doğru uçtuğumuzda özgür değiliz. Bir dağın tepesine doğru uçup doruğa vardığımızda artık sınırları unutup özgürce yaşayabiliriz.
SevişinCe Bizler melankolinin mavi olduğunu söyleyen dehâ değiliz. Diyebilirim ki; bir çiçek tomurcuğunun açmasıdır. Pornografinin kölesi olmuş aşağılık kadın ve erkekler dışarı çıkın ve birbirinizi bulun. Bu kahrolası çağı sizler kurtarabilirsiniz. Yıldızlardan yoksun bir şehir, karanlık gözler, sessiz çığlıklar, terlemiş kalçalar, son tohum.
osman erçok
drınnn Drınnn! Kienzle marka masa saatinden çıkan tok aynı zamanda melodik, insanın kulağını tırmalamayan ses, yeni bir günün habercisiydi. Saat dokuzdu. Uyandı Hakan Bey, her sabah yaptığı gibi hazırlandı, evden çıkarken yanına alması gereken iki eşya vardı: Anahtar ve saat. İkisini de her zaman olduğu gibi unutmamıştı. Akşamdan izlediği film ise yarım kalmış, düğmeye gayri ihtiyari bastığı için donmuş kalmıştı, devam etmiyordu. Fırtınayla karışık yağmur, kat etmesi gereken kısa yolu uzatıyordu. Saçak altlarını fark etmeden mesken edinmiş, ağır ağır ilerlerken yağmur damlaları gardda kalan yumruklar gibi sundurmaları dövüyordu. Kadıköy'ün mutena semti Moda'da bir ev ve iş yerinin bu kadar yakın ama aynı zamanda bu kadar uzak olması bir karşıtlık gibi duruyordu. Dün gelen müşterilerini düşündü, uzun uzun konuşmuşlardı her biri kendi alanında iddialıydı, konuşma uzadıkça uzamıştı. Edebiyattan bahseden Feyzullah Bey, modern edebiyatın klasiklerine bir saygı duruşunda bulunmuş, sosyoloji konusundaki çabasıyla kitapçının gözüne giren genç üniversite talebesi Nazlı, 'Türkiye için henüz vakit var' demiş, görüşlerini Cemil Meriç'le desteklemişti. Psikolojinin üstadı Ferhat Bey, aslında hastalık kategorisi olarak belirlenen pek çok alanın son derece insani haller olduğundan söz açmış ve bunun etrafında herkesin katıldığı bir tartışma başlamıştı. Ferhat Bey'in bu görüşünün diğer müdavimleri nasıl da bam teline basılmışçasına etkilediği Hakan Bey'i şaşırtmıştı. Nihayet dükkanın kapısına geldiğinde saat dokuz buçuğu on dakika geçiyordu. Hiç de geç değildi ha? Bunu bir de ona sormak gerekiyordu. Yedi numaralı tokmağı çevirerek kapıyı açtı ve tozlu rafların arasından ağır adımlarla ilerleyerek sandalyesine oturdu. Yakın gözlükleri her zamanki yerindeydi, masanın sağ tarafında. Burnuna gelen saman ve mürekkep karışımı kağıt kokuları, masanın üzerindeki kağıttan yapılma her çeşit malzeme kıyısına vurduğu kahverengi bir deniz gibi sarıyordu etrafını. Eskiz kağıtları, her yana dağılmış fotokopiler, nadir el yazmaları, kartpostallar, sözlükler, ansiklopediler şuraya buraya dağınık halde duruyordu. Eliyle ani bir hamle yapmayı denedi ve kitaplardan birini çekip aldı. Şöyle bir karıştırdı, tekrar yerine bıraktı. Yıllardır en yakın arkadaşlarına bile tek kelimeyle olsun bahsetmediği bir araştırmanın peşindeydi. Hiç vakti yoktu, aradığı neticeye bir türlü ulaşamamıştı, ipuçlarına karşı çok dikkatli ve hassastı.
Tuhaf alışkanlıklarını neredeyse kendisinden başka kimse bilmiyordu. Cam ve plastik karışımı tokmağı açmadan önce mutlaka içinden sadece kendisinin duyduğu bazı kelimeler mırıldanır, karalama için bile olsa sadece bir tek kalem kullanırdı: Mavi tükenmez kalemini.
Kolundaki kurmalı saate baktı, ardından gözlerini camekana çevirdi. Yağmur iyice hızlanmıştı, aslında bu beklenmedik bir durum değildi fakat meteoroloji uzmanları nisanın ayların en delisi olduğunu unutmuş gibi bulutlu bir hava tahmini yapmışlardı. Bulunduğu yerden menfezlere karışan damlaları göremiyordu, vitrine çarpan keskin bir ses koridorun sonuna kadar yankılanıyordu. Paltosunu yanına alsa dışarı çıkabilir ve yağmurun altında yürüyebilirdi. Hava tahmincilerine sanki karşısındaymışlar gibi sunturlu küfürler savurdu. O an yıllar önce gördüğü bir rüyayı hatırladı. Mekanlar ve görüntüler siliniyordu fakat genç bir adamın ona 'hiçbir şey yazmamış olsan da bir öykü yazmalısın' dediğini çok net hatırlıyordu. Kağıtlardan birini aldı ve ani, hatta gayri ihtiyari denebilecek bir kararla yazmaya başladı. Bahariye Caddesi'ni Musa'nın Asa'sı gibi ikiye bölen tramvay, kilise durağına geldiğinde bir sınırın eşiğinde durduğunu hissetti, az ileride tamamen kendine has bir semt başlıyordu. Ağaçlıklı caddeler, isimleri özenle, kimi zaman sarı yaldızla yazılmış apartmanlar, saklı bahçeler. En çok da ara sokaklarında kaybolmayı severdi ve yine onlardan birinde yürüyordu. Zihninde buzlanmış düşünceler gibiydi eski ahşap evler, tramvayın sesi artık duyulmuyordu. Bir hac yolunu arşınlar gibi kıyıyı içerdeki caddelerden takip etti. Durdu, yere çöktü, elinde tüfekle eğilmiş bir asker gibiydi, sanki bir hücum emri verilecek de bir yerlerde hazır kıta bekler gibi. Yürüyüşünü sürdürdü. Denize paralel bir dağ sırasını andıran küçük yükseltinin ardındaki çocuk parkı kalabalık sayılmazdı fakat banklarda hiç yer yoktu. Sahile inen merdivenlerden birini kullanarak incir ağaçlarıyla kaplı su kaynağına ulaştı, bu mekanın gizemli ve korunaklı havası her zaman ruhunu sarmıştı. Sunak, şadırvan, ayazma. Her dinde yeri olan kutsal ve hikayesi kayıp bir pınar gibiydi. Soğuktu üşüyordu. Elleri ceplerinde bir an için öylece kalakaldı. Sağ elini hareket ettirdiğinde avcunu sert bir cisim yokladı. Neydi acaba? İçini bir merak duygusu kapladı. Yağmurdan etkilenmemek içi bir ağacın altına sığındı. İlk anda kurumuş bir mendil olduğunu tahmin etmişti oysa
yazının icadının ilk günlerinden kalma izlenimi veren parşömen benzeri bir kağıtla karşılaştı. Üzerinde şunlar yazıyordu: 'Modon, Koron, Navarin. Bu eski bir hikayedir.' Tükenmez kalemle yazılmıştı, kağıdı evirdi çevirdi, başka bir yazı göremedi. Bir hikayenin ilk kelimeleri ellerindeydi fakat gerisi yoktu. Daha doğrusu belli ki vardı ama kayıptı, nerede olduğunu bilmiyordu. Dükkanda ışıklı bir gürültü yankılandı, kitapçı refleksle gözlerini camekana çevirdi. 'Yıldırım düşmüş olmalı, muhtemelen deniz kıyısındaki ağaçlık alandır.' Fakat Moda gibi bir yerde hangi ağaca yıldırım düştüğünü kestirmek göründüğü kadar kolay değildi. Kayalıklarda bir müddet suyun sesini dinledi, sonra Yoğurtçu Parkı'na doğru yürümek geldi içinden, vazgeçti. Koço'ya inen yokuştan yukarı doğru bir dağcı gibi tırmandı, Ali Usta'ya geldiğinde bir an çocuk parkına giden yola çevirdi yüzünü ve bakakaldı, bir bulut geçti gözlerinden, ana caddeyi kullanarak geldiği yoldan geri gitmeye başladı, burası eski kitapçıların semtiydi, cebindeki öyküyü düşündü, devamını bulmak mümkün olabilir miydi acaba? Hızlanan damlalar şimdi rüzgarla beraber asfalt zemine adeta saplanır gibi iniyordu. Sicim misali yekpare bir yağmurdu sanki, beyaz ve renksiz bir örgü gibi. Ağaçların dallarını eğen rüzgar sarı yaprakları etrafa savuruyordu. Birine gözü takıldı, usulca kayıp gidişini seyretti. Çalışma masasındaki kahverengi denizle dışarıdaki mavi okyanus arasında renklerin dışında bir benzerlik vardı. Her ikisi de kendi aleminde hızla, fırtına gibi akıp gidiyordu. Derken kapıda beliren genç bir adama takıldı gözleri. Kağıda şöyle bir baktı, kalemi çekmecelerden birine koydu ve müşterisini beklemeye başladı. 'Bu havada kitap aramak için gelen biri, ne azim ama' diye mırıldandı. 'Doğrusu pek şaşırtıcı bir durum.' Üstü başı sırılsıklam olan adam paltosunu iki eliyle silkeledi ve dükkana girdi. Kitapçı ilk anda yüzünü gölgeleyen kapşonundan dolayı müşterisini pek seçemedi, onu koyu kahve cübbesi içinde bir kapuçin rahibine benzetti. Bu şehirden miydi yoksa yabancı mıydı? Üzerinde durmadı. -Buyurun nasıl bir kitap aramıştınız?
Kitapçının esnaf nezaketi her zamanki umursamaz tarzından farklıydı. Genç adam kapşonunu çıkardı. Kahverengi gür saçları ve aynı renk gözleri vardı, hayli genç duruyordu. Yaşlılık emaresi göstermeyen yüzüne bakıldığında fazla fazla otuz yaşında olduğu söylenebilirdi. Bir kapuçin rahibine benziyordu. Kitapçı ve genç adam bir an için göz göze geldiler. -Bir öykü arıyorum, ama henüz bitmedi, cebimde sadece ilk cümleleri var, görünen o ki gerisi kayıp. Kitapçı durakladı, ciddi bir satranç maçında hamle sırası kendisine gelen bir oyuncu gibi sakince bekledi, aradığı kelimeleri bulduğuna emin olmak istiyordu. 'Henüz bitmedi' ifadesine aklı takıldı. Henüz bitmeyen şeyler hayatı anlamlı kılıyordu, bitmeyen yani devam eden. Yüzüne donuk bir ifade gelip yerleşti. Masasına bir bakış attı, sonra raflara göz gezdirdi. Yüzünde bir gölge vardı, kesin bir şekilde yanıtladı: 'Hikayeler kaybolmaz, dolayısıyla kayıp hikaye diye bir şey yoktur, henüz yaşanmamış kısımlar vardır' dedi kitapçı ve ekledi: 'Şayet beyefendi isterse doğunun ve batının büyük eserlerinden alabilirler.' Genç adam son cümleyi duymazdan geldi, adeta kulak arkası etti. -Henüz yaşanmamış kısımlar mı? Kendi haklılığına toz kondurmayan genç adam bu defa hiçbir şey anlamamıştı. -Evet, bu tamamen zamanla ilgili. Kitapçı bunları söylerken kendisini uyandıran minik kare saati belki de ilk defa muhabbetle andı, halbuki hoyratça davrandığı güzel saati ona yeni gelen günleri muştuluyordu. Zavallı saate her sabah sert bir yumruk darbesi yemekten kurtulmanın düşüncesi bile yetmişti. Kitapçının zihni bir an el freni çekilip stop eden bir araba gibi aniden durdu, boş gözlerle etrafına bakındı, neden sonra kendine gelebildi. -Demek zaman içinde cebimdeki öykü de mutlaka bitecek ve geriye hiçbir şey kalmayacak öyle mi? diye sordu meyusâne.
Kitapçı Kokoşnik gümüşten mamul tabakasından bir sigara aldı, yaktı ve dumanını havaya savurdu, helezonlar çizerek tavana yükselen duman, dükkanı kısa süreliğine de olsa kendi rengine boyamayı başarmıştı. Genç adam rahat tavırlarını sürdürdü, sorularına aradığı cevaplardan biri belki de onu cebindeki kayıp hikayeye götürecekti. Kitapçı soruya soruyla karşılık verdi. -Bugüne kadar yazdığı hikayenin sonlu olmasını arzu eden bir yazar gördün mü? Görmemişti, yine boş tahtaya basmıştı. Kim ölümsüzlüğü elinin tersiyle iterdi? Kitapçı haklıydı fakat öykünün devamıyla ilgili en ufak bir ipucu vermiyordu. -Dediklerin doğru fakat elimdeki öykünün geri kalanını nasıl bulabilirim, bir fikrin var mı? Kitapçı kendinden emin bir şekilde yerinden doğruldu. -Bilmiyorum, bunu zaman gösterir. -Tanrı hakkında ne düşünüyorsun? Sorusu buzdan bir heyelan gibi boşluğa düşüvermişti. -Onun hakkında kimse saf gerçeği bilemez. Kitapçının cevabı dükkanın tamamında yankılandı. Yağmur devam ediyordu, kitapçı saçakların ıslandığını oturduğu yerden görebiliyordu. Bu kadar yol tepmişken bir kitap almadan gidecek değildi. Bir kaç adım attı, kitapçının kulak ardı ettiği tavsiyesini hatırladı, sağındaki raflara baktı. Seçtiği kitap Sadi'nin Gülistan ve Bostan kitaplarıyla beraber Zemahşeri'nin Altın Küpeleri'nin bir arada bulunduğu yeşil bir ciltti. Bu seçim kitapçının hoşuna gitmişti, kitabı bir miktar tanıtma isteği doğdu içinde. -Doğunun büyük yazarlarının toplandığı bu kitap zaman zaman koyu kahve bir ciltle de karşınıza çıkabilir. Tercihinizde isabet ettiğinizi söylememe müsaade edin.
Kitapçı yine o donuk nezaketini takınmıştı. -Teşekkür ederim. Borcum ne kadar? -Yirmi lira. Genç adam kitabın ücretini ödedikten sonra bir an durdu ve Hakan Bey ile göz göze geldi. Konuşmayı sürdürerek ona satrançtan hoşlanıp hoşlanmadığını sordu. Hakan Bey biraz göstermelik bir heyecanla yerinden doğrularak 'Satranç' dedi 'Yıllar önce iyi oynardım, Yeldeğirmeni tarafında bir kulüp vardı, oraya giderdim, zamanla iyicene unuttum neden sordunuz?' -Size bir oyun teklif etmek istiyorum. Moda Kütüphanesi'nde, hani şu çam ağaçlarının gölgesinde olan. Saat 3'te,ne dersiniz? Hakan Bey bir an düşündü,'altı üstü bir satranç maçı,bir kaç saatimi eğlenceli geçirir' diye geçirdi içinden ve yanıtını açıkladı. -Pekala kabul. Dedi. 'Fazla fazla bir saatimi alır, biraz eğlence hiç de fena olmaz hani,eski günleri yad ederim' diye düşündü içinden ama öyle uzun uzadıya kalmak istemiyordu,müşterileri bazen akşama kalmadan gelirdi, dükkanda olmalıydı. -Kabul fakat bir şartım var. Genç adam bir şartla karşılaşmaktan biraz tedirgin, sessizce bekledi. Hiç cevap vermedi, sessizliği bozan Hakan Bey oldu: -Bir oyun olacak, sadece bir oyun. Daha fazla değil. 'Pekala' diye yanıtladı genç adam 'Hiç mahsuru yok, saat 3'te görüşmek üzere.'Genç adam dükkandan çıkmıştı. Aradan bir müddet zaman geçti, Ferhat Bey geldi. Bu sefer modern psikolojinin erdemlerinden, bazı alanlarda ne kadar önemli mesafeler aldığından bahsetti. Beraber çay içtikten sonra bir kongreye katılması gerektiğini söyleyerek kapıyı çektikten sonra dışarı çıktı. Hakan Bey şaşırmıştı, 'keşke diğer müdavimler de burada olsalardı' diye geçirdi içinden.
Kitapçı yazmaya devam etmek istedi ama saat çoktan öğlen olmuştu, güneş de açmıştı. Nisan böyle bir mevsimdi işte. Hakan Bey ceviz ağacından yapılma raflarına şöyle bir göz attıktan sonra dükkandaki tek camlı bölmeyi düzenledi ve oyundan önce biraz hava almanın fena olmayacağını düşünerek Kadıköy'e doğru yürümeye başladı. Sabah yaptığının aksine yedi numaralı tokmağı bu sefer kilitlemişti. Yolda her yaştan insan bir sel gibi akıyordu. Rıhtıma geldiğini neredeyse zor fark etti. Yürümekten yorulmuş gibiydi,tramvaya binmeye karar verdi.Tramvayda bir tek kişi vardı,iri yeşil gözleri ile hemrenk yeşil parkalı yaşlıca bir adamdı bu.Yüzünde uzun bir yoldan gelen birinin solgun ama güleç yüzü vardı.Kalemle elindeki deftere notlar alıyordu. Hakan Bey adamın yanındaki koltuğa oturdu, merakla: 'Ne yazıyorsunuz acaba?' diye sordu. Selamlaşma faslını es geçtiğini fark ettiğinde 'acaba nezaketsiz mi davrandım' diye düşündü. Yaşlı adam oralı olmadı. -Bir hikaye yazıyorum, hikayeleri sever misiniz? -Şey evet severim tabiki. diye yarım yamalak yanıtladı Hakan Bey. -Önce kitap okumakla başladım, sonra yazmaya karar verdim. Pek çok kitap yazdım ama artık sadece öykü yazıyorum. Elimden geleni yapmama rağmen bir türlü yazdıklarımı beğendiremedim. Dedi yaşlı adam gözlerini Hakan Bey'e çevirerek. Kitapçı bu sözdeki çaresizliği sezdi. -Kitaplarımdan birini kaybettim, artık nerede olduğunu bilmiyorum,onu bulsam ne yapardım acaba? Yaşlı adamın sorusu havada ağır bir bulut gibi öylece durdu. -Bu ülkede pek az insan kitap okur onlar da kitap çalmazlar, umarım kıymet bilmeyen birinin eline geçmemiştir. Bu sırada tramvaya pek çok yolcu bindi ve Hakan Bey zil sesleri eşliğinde Kilise durağına geldiklerini fark etti.Yaşlı adam bir durak sonra ineceğini söyleyerek müsaade istedi,Hakan Bey onun yerine oturdu.
Moda'ya ilerleyen yollardan biri sahil şeridini izleyerek Cafe Kemal'e çıktı, çay pahalıydı, el yakıyordu vazgeçti. Ama çaya büsbütün küsecek değildi az ilerideki daha mütevazi olan çay evini tercih etti, bir çay bir de simit söyledi ve sahile bakan bir sandalye seçti. Koyu mavi gökyüzünde güvercinler sanki sözleşmişler gibi kayıplara karışmışlardı. Oradan bir bumerang etkisiyle tekrar Ali Usta'nın bulunduğu ana caddeye geldi. Bundan sonra iki ihtimal vardı, tekrar geldiği yeri izleyerek sahili takip etmek veya ana caddeden Bahariye'ye yani kitapçıların semtine gelmekti. Yola şöyle bir baktı, yoldan ziyade son şimşeklerini çakan gökyüzüne takıldı gözleri, iki ihtimali de elinin tersiyle itti. Ara sokaklara, en sevdiği yollara yöneldi, semtin kılcal damarlarında kayboldu. Yoğurtçu Parkı'nın sonunda Kızıltoprak ve Feneryolu tarafına değil Kuşdili tarikiyle Kadıköy'ün merkezine yöneldi. Hafif bir yokuşu çıkarak Boğa Heykeli'ni buldu. Kalabalık, bir derya gibi daha doğrusu bir akarsu gibi akıyor, önüne gelen her şeyi yıkıp geçen selleri andırıyordu. Yolu altı istikametle çevriliydi. Bahariye istikametine doğru çıktı, Serasker Caddesi'nden içeri doğru girerek güneydeki Balıkpazarı'na ulaştı. Meyve ve sebzelerin kokuları balık kokularına karışıyor, dükkan sahiplerinin sesleri bir koro gibi etrafı çınlatıyordu. Yoruldu, dinlenmek için Fazıl Bey'in Türk Kahvesi'ni tercih etti. Tercihi orta şekerli bir kahveydi. Travmaydan indiğinde tenis kortuna doğru yürümeye başladı. Birbirini kesen ağaçlıklı sokaklardan geçerken yolda Feyzullah Bey ile karşılaştılar. Feyzullah orta yaşlı, saçları kırlaşmış, emekli bir öğretmendi. Kitaplara olan tutkusunu Hakan Bey iyi bilirdi. İlk sözü Feyzullah Bey aldı: -Hakan nasılsın hayırdır nereye böyle? Aldığı davetten bahsetmek istemez gibi:
-Şöyle sahile doğru bir hava almaya çıkmıştım, yağmurun ardı sıra yürümek iyi gelecek, hem böylece yazacağım öykü için de düşünecek bol vaktim olur. Sen neler yapıyorsun? -Benim aradığım kitaplar var, Kadıköy'e geçiyorum, haydi selametle kal.
-Eyvallah. Yoluna devam ettiğinde Hakan Bey'in karşısına Moda'daki çocuk parkı çıktı. Saat ikiyi çeyrek geçiyordu. Çocukluğunda gelip salıncaklarında sallandığı park. Hiç değişmemişti, denize bakan tarafı çay bahçeleriyle kesilmiş olsa da deniz havası almak için birebirdi. Bir banka oturdu, cebinden kahverengi deri kaplı defterini çıkardı ve planladığı öykü için notlar almaya başladı: Ana caddeden biraz rampa çıkarak Moda'ya vardı. Parkın yanından geçti, salıncaklarda sallanan çocuklara şefkatle baktı. Yapışkan yaprakları ve sert dallarıyla bir incir ağacının bulunduğu sokağa doğru saptı. Ateş kırmızısı bir karanfil ve alaca renkli kediler karşıladı onu. Ihlamurların ruha sürur veren ve geniz burkan kokusu eşliğinde yeni bir köşe başında buldu kendini. Şimdi deniz çam ağaçlarının gölgelediği bir mavilik olarak uzanıyordu önünde. Saat üç olduğunda iki rakip kütüphanenin iç bölümünde karşılaştılar. Genç adam satranç masasındaki taşlara bakıyordu, Kemal Bey'in geldiğini görünce abartısız bir selam verdi ve onu karşısındaki deri koltuğa oturmaya davet etti. İkisi de yerlerini almışlardı.Satranç her an tetikte olmayı gerektiren bir oyun olduğundan deri koltuklar bu oyun için nasıl söylemeli pek iyi seçilmiş gibi durmuyordu fakat kütüphanenin kahverengi tonlarına uyumlu görünüyorlardı. İlk hamle için genç adam nazik bir şekilde rakibine bir el işareti yaptı: -Buyurun sıra sizde. Hakan Bey önce anımsadığı açılışlardan birini yaparak çoban matına yürümek istedi, rakibi bu sırada temkinli bir şekilde piyonlarını öne sürerek matı engelledi. Oyun tabiri caizse bir orta saha mücadelesine dönüşmüştü ki Kemal Bey rakibinin dalgınlığından faydalanarak filiyle vezirini aldı. 'Aha' diye seslendi, kütüphanenin sessizliğini ihlal etmiş olduğunu fark ettikten sonra sesini alçaltarak devam etti: 'Vezirinizi kaybettiniz, en değerli taşınızı aldım› Ona göre vezir satranç tahtasındaki en önemli taştı, neredeyse şahtan bile önde geliyordu. Hem şah neydi ki her yere birer kaypak adım atabilen sıradan bir taş değil miydi? Ama vezir öyle mi? Düz ve çapraz gider, gittiği
gittiği yerden aynı hızla geri gelir, etrafına şimşekler çakardı. Bilhassa piyonların korkulu rüyasıydı, kalelerini kaybetmiş bir orduyu arkadan kuşatır,bir tırpan gibi biçerdi onları. 'Vezirimi kaybettim' diye yanıtladı onu genç adam 'ama bütün gücümü kaybettiğim söylenemez. Henüz iki kalem, iki atım, bir film ve bunun yanında tam altı piyonum var. Oyuna devam edebiliriz.' Hakan Bey oralı değildi, rakibinin sözlerini duymamıştı bile, ona göre artık her şey kendi lehineydi, veziriyle salvolar yapıyor bir o yana bir bu yana saldırıyordu. Fakat yedi hamle sonra işler onun için ters gitmeye başladı. Piyonları yarı yarıya azalmış, atlarını ve kalelerini kaybetmişti. Veziri savaş meydanında yapayalnız kalan bir süvari gibiydi şimdi. Onunla tek başına hiçbir şey yapamadığını görmek ona derin bir acı veriyordu. Genç adam Hakan Bey'in yüz ifadesinden endişesini ve çaresizliğini anladı: 'Satranç kelimesinin kökeni Sanskritçe ordunun dört unsuru anlamına gelir. Filler, atlılar, savaş arabaları ve piyonlar. Yani aslında vezir diye bir taş yoktur. Yani hem vardır hem yoktur. Varla yok arasında bir taştır vezir. Bir yanıyla gerçek, bir yanıyla sanal. Bir gölge kahraman gibi diyelim.' -Ama ben vezirin çok önemli olduğunu düşünüyordum. -Hayır, çoğu insan veziri kaybettiğine üzülür değil mi, çünkü gösterişlidir, parlaktır, cazip görünür. Oysa göründüğü gibi değil bu işler. Hakan Bey yarım kalmış oyuna baktı, oyunu kaybetmişti, bir oyun daha istemek geldi içinden ama kendisi söz vermişti üstelik şart koşmuştu bir tek oyun oynanacak diye. -Kaybettim. Diye fısıldadı kesik bir sesle. Sesinde üzüntü ve keder vardı. Kaybetmekten duyduğu kızgınlık vardı. -Ben kazandığıma sevinmiyorum, hem sevinsem ne olacak, nihayetinde senin taşlarınla benim taşlarım aynı kutuya konulacak. Bu oyunun kaybedeni yok kazananı da, en çok da bu tarafını seviyorum.
Hakan Bey dükkanına döndü fakat kimse gelmedi. Uzun uzun bekledi fakat herkes adeta sırra kadem basmıştı. Eve döndüğünde sabah yarıda kalan filmin devam edip sonuna geldiğini gördü, şaşırdı. Sabahki durum tamamen değişmişti. Yazdığı öyküye devam ettiğinde ertesi sabah olmuştu, Hakan Bey şu satırları kaleme aldı: İstanbul'un bir de öte yakası vardı. Yıllardır iki yakası bir araya gelmemiş bu şehrin karşı yakasını da görmek gerekiyordu. Kafasına koymuştu, bir kıtalar arası seyahat yapacaktı. Sırt çantasındaki kitaplar yeni kitap almaya gerek bırakmayacak kadar fazlaydı. Asaf Halet Çelebi'den bir şiir kitabı, Mustafa Kutlu'dan bir hikaye, bir adet Cemil Meriç, Necip Fazıl'dan bir şiir kitabı daha ve bir Kafka. Dışarıdan haline bakanlar onun eski zamanlardan günümüze gelmiş bir masal kahramanı gibi görebilirlerdi ama o halinden memnundu. İskeleye doğru yürümeye başladı, saat akşam yediyi gösteriyordu, çeyrek geçe vapuru için bir jeton aldı. Gittiği yerde kendisini karşılayacak kimsesi yoktu. Münzevi bir seyyahtı o,her şehirde kalbinin bir kısmını bırakan. Atılan bir ok nasıl geri dönmezse, o da demir aldığı toprağa bir daha geri gelmiyordu. Son olarak Galata'da gördüler onu. Akşam vaktiydi, seyyar pilavcılar ve tatlıcılar turist kalabalığına karışmış beraber yol alıyorlardı. O ise kuleye yakın bir Osmanlı çeşmesinin kenarında oturmuş cebinden kağıtları sadece doğal malzemelerden yapılma defterine bir şeyler karalıyordu. Defterinde daha önce yazdığı, not aldığı cümleler, kelimelerin kökenleri, ansiklopedik bilgiler, şiirler, bilgelerin sözleri ve bazı tarihler yer alıyordu. Şöyle bir baktı, öykü yazmadan olmazdı, eğer bir hikayeye gitmiyorsa bunca sözcüğün ne anlamı vardı? Kalemini korkak alıştıran yazarlardan değildi o,okuyanın iki yakasından tutup sarsmadığını düşünürse yazdıklarını yakar küllerini havaya savururdu.Bir müddet düşündükten sonra başladı:'Drınnn!›
berk tüter
ALEVİ MEZHEBİNDE YEDİ ULU OZAN berivan demir Yedi ulu ozan, Aleviliği tarihsel dönemlerde gerek kültürel içerik, gerekse edebi olarak iyi bir biçimde ifade eden yedi kişiden oluşan ozanlar topluluğudur.Halktan ve hükümdarşairlerden oluşan, çoğu Ehlibeyt soyundan gelen kişilerdir. Ulular Aleviliğin tanınması açısından Aleviliğin kartvizitidir. Aleviliği teorileştirdiklerini söyleyebiliriz. Alevi tarihine şiirleriyle yön vermiş yaşamlarıyla inanca bağlılıklarını kanıtlamışlardır.Cemlerde deyişlerin büyük bir bölümü ululara aittir. YEDİ ULU OZANIMIZ KUL HİMMET:16. yy.da yaşamış ozanlarımızdandır. Tokat'ın Almus ilçesine bağlı Varzıl şimdiki adı Görümlü olan köyünde doğmuş, yaşamış ve mezarı burada bulunmaktadır.Alevi Bektaşi mezhebinin Erdebil Tekkesine bağlıdır. YEMİNİ:15 yy. sonları ile 16. yy. başlarında yaşadığı varsayılıyor.Yaşamı hakkında net bilgi yoktur.Ömrünü Tuna Irmağı kenarında geçirdiği söyleniyor. Hz. Ali'nin mitolojik tarihini anlatan Faziletname adında 7300 beyitten oluşan önemli bir eseri vardır. KUL NESİMİ :1369-1417 arasında yaşadığı sanılıyor. Bağdat'ta Nesim kasabasında büyümüştür.Diyarbakır bölgesine yerleşmiş bir Türkmendir.Kafir denilerek, derisi yüzülerek öldürülmüştür. ŞAH HATAYİ (ŞAH İSMAİL):1487-1524 yılları arasında yaşadığı sanılmaktadır.Erbilde doğmuştur.Cemlerde sık bulunan ozanlarımızdandır. Hz. Ali ve Hacı Bektaşi Veli ile ilgili pek çok eseri bulunmaktadır.
FUZULİ:1504-1556 yıllarında yaşadığı söyleniyor.Kerkük'te doğduğu söyleniyor.Dünya klasikleri arasında önemli bir yeri olan ozanımızdır.Kerbela ve Bağdat'ta yaşamıştır. En önemli eseri ''Hadikat'üs- Süeda'' (Mutluların Bahçesi). VİRANİ:16. yy da yaşadığı söylenmektedir.Doğumu ve ölümü bilinmiyor.Eğirbaz adasında doğduğu bilinmektedir.Hurufiliği benimsemiş bir ozandır. PİR SULTAN ABDAL:1500'lü yıllarda doğduğu biliniyor.Doğum yerini şiirinde ''Benim aslım Horasan'dan Hoy'dandır.''diyerek belirtmiştir.Asıl adı Haydar olduğu biliniyor. Sivas Yıldızeli'ne bağlı Banaz Köyü'ne mensup olduğu söyleniyor. Osmanlı zulmüne direnen bir ozanımızdır.
Biz Cine 5’i şifreli izleyip otuz bir çekerken, bize ahlak dersi verenler çoluğa çocuğa tecavüz etmiş haberimiz yok. Biz bakkaldan gofret çaldık diye yirmi senedir vicdan azabı çekerken adamlar koşan atların nalını çalmış haberimiz yok. Ben dört buçuk milyon dolar çalsam, benim babam da karakola gelirdi. Polisleri görevden almaya değil, beni dövmeye gelirdi. Ama gelemez. Çünkü elli yaşında öldü. Kaldırıldığı devlet hastanesinde yeterli teçhizat olmadığı için Bursa’ya sevk edilirken ambulansta öldü. Çünkü o hastaneye teçhizat alınması için kullanılması gereken paraları çaldılar. Onlar babalarının nüfuzuyla çalarken biz babamızı mezara koyduk. İşte cezaevlerinde yatanlar değil bunlardır gerçek hırsızlar! Sadece para pul mevzusu da değil konu. Türkiye’nin ruhunu çaldılar. Ruh hırsızları! Hatıra hırsızları! At hırsızları! Kuş hırsızları! Amına kodumun hırsızları!
fanzin dediğin beleş olur
emrah serbes