Sonsuz fazin sayı 7

Page 1

de te fabula narratur


sayı:yedi mayıs ikibinondört

aytekin gezici c a n o k a n ç a ğ d a ş s u n a c a n s u y ı l m a z d u y g u a ş ı k ezman anuşavan f a t m a d e r e h a k a n c ö m e r t h a z a l k a ç a r n u r d e m i r c a n o s m a n e r ç o k tuğba yesilyurt y o l d a ş z o r l u

tasarım/k.fotoğrafı:H.cömert

sonsuzfanzin@gmail.com www.facebook.com/sonsuzfanzin


Uygarlığı yıkmadığımız her an onun göçüğü altında kalma tehlikesi yaşıyoruz farkında mısınız? 'Maden,tersane,inşaat,hasta ne, fabrika… Zamanla bu mekanların değiştiği içeriğinin aynı şeyler olduğu haberlerle sarsıldık, sarılıyoruz da. Hatta belki bunların haberleri bile yapılmayacak, bilmeyeceğiz. Ne olur, mekanlara takılı kalmadan nedenine bakalım artık yaşananların, insanın değersizleştirildiğini, insana değer verilmediğinivermediğimizi , bir meta olarak bakıldığınıbaktığımızı görelim ve değiştirelim bu durumu. Öncelikle kendi hayatımızdaki insanlara değer vererek, bu değeri yaşayarak-yaşatarak, aksi durumuna şaşırarak, aksi halini kabullenmeyerek...

Faciya sormuşlar Soma'da sen mi oldun? ''ben kimseyle işbirliği yapmam'' demiş. Kazaya sormuşlar Soma'da sen mi oldun? ''ben öngörülemeyen bir olayım''demiş. Katlima sormuşlar Soma'da sen mi oldun? ''benim lakin arkamda devlet ve sermaya var'' demiş.


GÜLÜZAR

— Sonra; bir bahar üzeri dilin kilitlendi, umutsuz kaldı yüreğin. Gözlerinden yakaran bakışların çocuğun yüreğine işledi. Derin bir boğulma nöbeti hapsetti yaşamını bilinmez karanlığa. Çocuk karanlığında yitiverdi. Neydi sinene saplanan acı? Beynini kemiren, diline kilit vuran. — Baharın müjdesini getiren leylekler senin sessizliğine küsüp şakımayı kestiler. Kara kış hükmünü sürdürmek için derin soluklar aldı içimizden. Yüreğimize karanlık hükmünü sürgün etti. Hapsolduk kendimizdeki bilinmezliğe sen güçsüz düşünce. Ah bizdeki derinlik Gülüzar. Gitmeni hazmeder mi sandın bizdeki sen olmuş yüreklerimiz? —Sen götürülünce umut yolculuğuna, çocuk pencerelerde seni bekledi. Dünü anımsadı, dışarıdaki beyazda sert yüz ifadeni takınmış kurban oluyorsun çocuğa. Küçük ellerini avuçlayıp yüreğini ısıtıyorsun, her gülüşün çocuk için vazgeçilmez, paha biçilmez bir hazine. Ah evimizin kartalı Gülüzar. Sen gidince çocuk hangi avuçta yüreğini ısıtacaktı? —Sonra döndüler beyazlar üzerinde kalabalıklar. Umudu yitirilmiş ve tükenmiş bir halde. Kanatlarında acı bir çırpınmayla leylekler getirdikleriyle döndüler geldikleri yöne. Çocuk pencerede donakaldı. Boğazına düğümlenen hıçkırıkları yutarak ayaktaki kalabalığın yanında yatan bedenine hapsoldu. —Gittin dünde kaldık Gülüzar’ım. Gittin evimizin kanatları kırıldı. Gittin çocuk sende kaldı. Ah içimizdeki sen, öleceğini mi sandın? Bak bende can olup yürüyorsun yarına. -yoldaş zorlu-


2014 1 may覺s h.c繹mert


Çıya umuda ,hasrete ve güneşe aç yaşıyordu.Kavanozdaki balık mıydı gökyüzünü seyreden turna mıydı ? kimdi Çıya ?bunun cevabını artık bilmiyordu. Peki ,ya kendine sorduğu sorular kimin sorularıydı …İnsanların mı sorularıydı yoksa kendisinin bir türlü cevap alamadığı iç soruları mıydı ? Tüm çıplak soruları kaldırdı tozlu kitap rafına ve ağır adımlar ile evin içinde yüreğini derinliklerine volta attı ,yoruldu kendinden ve çekti kapıyı dışarı çıktı. Yüreğinde ,beyninde korkunç gök gürültüleri vardı korkuyordu Çıya ya patlarsa ya bu düşünceler ya kalkamazsa altından bu yükün ne yapardı o zaman …bu zamana kadar hep güçlü görünmüştü kimse onun çaresizliğine gözyaşına tanık olmamaşıtı.Çıya da bilmiyordu ne yapacağını nereye gideceğini kime sığınacağını kime içini dökeceğini ..dar sokaklarda aklında milyonlarca sorular ile yürüdü tek bildiği yeni başlangıçlar gerekiyordu ,bir devirişle her şeyi silmek yeni bir güne farklı yerde uyanmak istiyordu .Düşledi ovaları, bozkır dağ patikalarını, mezopotamya'nın o eşsiz güzelliğini ,onun yüreği hep buralarda idi sağı Dicle solu Fırat idi. Kollarını açsa sanki buraların tümünü kucaklayacakmış gibi hissetti ve bir anda hep gittiği çay ocağında kendisini buldu.Çıya sevdaya hasretti…çıya ne yapacaktı bu derdi içinden nasıl atacaktı ,onu bu çay ocağına çeken neydi kimdi…

hazal kaçar


Tavır al!!! Bu diyarda bizler kimseyi beğenmez, çok konuşuruz ama herkesle iyi geçinmeyi biliriz.Yanlız kalmaktan mı, düşman olmasından mı yada çıkarlar doğrultusunda mı ne bir eleştiri yapar ne de tavır alırız.Mesele asıl burada.Ne bir eleştiri yapmak ne de tavır almamakta! Sistemi eleştirip, sokağa çıkıp hak ve adalet talebinde bulunmak, insanı insan yapan bir duruştur.Fakat görmek istemediğimiz bir mesele var burada. Çevrende, sağında solunda, yanıbaşında insana zulüm eden bireylere eleştirin yoksa, tavrın olmamışsa ya da en azından bir merhaban soğuk değilse sorgula kardeş.Çelişkinin ini burası, biziz. Biz hepimiz adalet, sevgi, kardeşlik, eşitlik ve özgürlük duygularımızı, düşüncelerimizi günlük yaşamımızda aşkta, işte, aşta, dost sohbetinde, güneşin sofrasında, yolda kısacası nefes aldığımız her yerde sergilemiyosak tavrımız yoksa, eleştirimiz yoksa boşunadır.Okuduğumuz kitaplar, yasaklı meydanlarda yankı bulan sloganlar, pankartlar, çizimler, yazılar, bir çatı altında insanlıktan bahsetmek boşunadır.Tavır al kardeş, sus ve soğuk bir selam eyle ilk önce, yanındaki yalan söylediyse, sağındaki sadece kendini düşünüyosa anlat hele dünyanın merkezi kendisi olmadığını, tavır al insanı aldatana, tükür karısını dövene, çocuğana sövene tarih tekerrür etmekten çok sıkıldı kardeş.

H.cömert

2014 1 mayıs h.cömert


Sabaha Karşı Asırlardır bitmek tükenmek bilmeyen bu mücadelenin ilk etabını yine Gün kazanıyor. Gökyüzü farklı renklerde elbiseler denese de, üzerine çoğu zaman maviyi yakıştırıyor. Bir umuttur yıldızlar hala çırpınışlarını sürdürüyor ama nafile, her biri tek tek kayboluyor. Çok üzülmeye gerek yok bu duruma, onlarda hep birlikte aynını her akşam güneşe yapıyor. Gecenin ellerinden aldığı renkleri güneş her şeye birer birer yeniden dağıtıyor. Şehirler araç gürültüleri ile birlikte esneyerek yeniden uyanıyor. Güneşin yokluğunda kendini bir şey sanan ampullerin, tüm forsu yavaş yavaş kayboluyor. Aslında evrenin bu oyunlarına her akşam ve sabah şahit olup dikkat etmeyiz. Gece ve gündüzün devir teslim töreni görülmeye en değer törendir hep. Bence birini alkışlayacaksak Güneşi alkışlayalım, Ayı alkışlayalım dostlar. Var olduğumuzdan bu yana hiçbir gün işlerini aksatmadılar onlar! çağdaş suna

2014 1 mayıs h.cömert


Hiçbir vakit tam karanlık değil gece Kendimde denemişim ben Kulak ver dinle Her acının sonunda Açık bir pencere vardır. Aydınlık bir pencere Hayal edilecek bir şey vardır Yerine getirilecek istek Doyurulacak açlık Cömert bir yürek Uzanmış açık bir el Canlı canli bakan gözler vardır Bir yaşam vardır yaşam Bölüşülmeye hazır. Paul Eluard


Ve h â l â r ü y a l a r ı m d a görüyorsam yüzünü, bu benim utanmazlığım. Şimdi nefes alıp verişini dinlemek vardı saatlerce Öperek uyandırmak sonra.

osman erçok


büyükanne'nin adı bonnie bee'ydi. gece geç vakit büyükbaba'nın, "sen benim kandaşımsın bonnie bee!" dediğini duyduğum zaman, "seni seviyorum" dediğini biliyordum çünkü duygu sözcüklere yansıyordu. konuşurlarken büyükanne, "ben kandaşın mıyım wales?" diye sorar da, büyükbaba "sen kandaşımsın" derse, bunun anlamı "seni anlıyorum"du. onlara göre sevgi ve anlayış aynı şeydi. büyükanne anlamadığı bir şeyi sevemeyeceğini söyledi. insanları ve tanrı'yı anlamazsan ne insanları ne de tanrı'yı sevebilirdin. büyükbaba ile büyükanne birbirlerini anlıyorlardı ve dolayısıyla seviyorlardı. büyükanne, yıllar geçtikçe anlayışın derinleştiğini ve ölümlü insanların düşünebileceği ya da açıklayabileceği şeylerin çok ötesine geçtiğini sandığını söyledi. dolayısıyla buna "kandaş olmak" diyorlardı. büyükbaba, onun döneminde "kabile insanlarının" anladığınız ya da anlayışla baktığınız insanlar anlamına, dolayısıyla "sevilen insanlar" anlamına geldiğini söyledi. ama insanlar bencilleştiler ve sözcüğü yalnızca kan akrabaları anlamına indirdiler ama aslında hiçbir zaman sözcüğün bu anlama gelmesi düşünülmemişti. küçük ağaçın eğitimi / sf.52


bence biz kimi zaman belirli kimi zaman sürprizli akıntı-lar-da sürükleniyor insan. bizler, sürüklendiğimizin farkında olarak, birbirimizin de nereye gittiğini bilmeye çalışan, gitmeyi istediği yere ulaşıp ulaşamadığını gözeten, gitmeyi isteyeceği yer-ler-i var etmeye çalışanlarız. sonuna değinemeyelim istedik, bu yüzden sonsuzluğa dair-ait bir şeyler yerleştirdik adımıza. hepimiz bir başka pencereden bakıyor; akıntıya, kendine, koşuşturmamız gereken gündeliklere. tüm bunların arasında değer verdiğimiz-bulduğumuz içinde kendimizi ve birbirimizi anlamaya, hissetmeye, tanımaya çalıştığımız bir şey yarattık. sadece kendimizi değil, kendimizle olan her bir şeyi-kişiyi biz'in içine koyduk, zamanla içinde bulduk. çünkü olaya, olana, olması gereken ya da olmayana her zaman oldurduğumuz yaklaşımlarla baktık. zamanla gitmeyi istediğimiz yeri bilmekte-bilmeye çalışmakta güçlük çekiyoruz. çünkü zamanı düzene sokanlar, bizim gibi yaklaşmıyor. demem o ki, değeri yokluğa yaklaştıran yapılar bütünü içerisinde insana, hayvana, doğaya verdiğimiz değerle yaşamaya çalışıyoruz. bu yüzden, bu yapılar bütünü içerisinde gidilebilecek bir yol-yer arıyoruz. duygulanım






Ütopya kimisine göre “imkânsız” kimisine “hayal” kimisine “…” neyin nasıl olduğu umurumda değil. Nasıl kendi ayaklarımın üzerin de var olabiliyorsam aynı o şekil de kendi fikrimle var oluyorum. Ütopya benim için renklidir. Ben kadar yakındır bana gitmekte gitmemekte benim elimde. Güzel yerler beni bekler, Risusvari'de bir hayal.

a.3


salacaktan baktım dünyaya bugün çayım ve sigaramla salacaktan yoksulluğuma baktım. doydum, doyamadım hayata. soğuk yoksul bedenlere iyi gelir. söylendim durdum. çalıştım, çalışamadım. kayboldum dağınıklıkta. küllük; boştu. ya çok doluydu boşalttım, ya da hiç doldurmadım. salacaktan dünyaya baktım bugün, belki de istanbul' un en huzurlu yeriydi. klasik kız kulesi, arabalar, dernek. arabalar bir o tarafa bir bu tarafa geçtiler durdular. simit yemiştim çayla, toktum bugün de. karnım tok,ruhum yoksul ayrıldım denizkıyılarından. cansu yılmaz


BEN SEN OLABİLSEM BİR AN Zamana saklasam memleketim olmuş gözlerini, Benim için varolmamış en güzel zamanlara Ama hep çıkabilecekmiş gibi karşıma Pır pır etse yüreğin yaramaz bir çocuk gibi. Çıkarıp getirebilsem sözlerini Hapsolmuş soğuk zamanların ağzından Alabilsem, kurtarabilsem ellerini Soluk benizli sahteliklerin çehresinden Yuva olsam o güzel bakışlarına Bütün tebessümlerine birer kaynak olsam. Bir kuş olsam mesela geceleri aynana konsam İzlesem öylece o güzel cemalini. Bir rüzgar olup saçlarını okşasam, Bir damla su olup dudaklarını ıslatsam Birer hayal olup gözlerinde canlansam. Bir kar tanesi olsam sevginin sıcaklığıyla erisem Bir yağmur damlası olsam hasrete son versem avuçlarında… En sevdiğin şarkı olsam dilinden düşürmesen beni, Beğendiğin resimde en güzel renkler olsam Sürekli izlesen beni. Nefesin olsam senin her solukta hayat olsam sana Beynindeki tek imge olsam Hiç çıkarmasan aklından beni. Usulca kalbine girip, Sığınıp, sallansam içinde bir ömür. Ben sen olabilsem bir an… -nur-

H.cömert


En derine, en derine… Yok olmuş yürekler, ağlayan kadınlar, çırpınandır analar.Yetim kalmış yavrular… Kazıyorlardı en derine en derine…Nerde görülmüş yerin yedi kat altından gömmek için çıkarılmış bedenler…Kazıyorlardı en derine en derine.Sarılmış kazmasına vuruyordu en derine en derine. Bir ekmek uğruna, durmadan yorulmadan kazıyorlardı en derine en derine…Oysa ekmek çıkarmak için indiler, döndüler kömüre.Yanan bedenlere kor olup düştüler yüreğe… Şimdi al eline kaderi vur yerin yedi kat dibine. -fate-


Yağmurlu bir mayıs günü.. Mayıs'ın yağmur dolu bir günündeyim. Yağmurun içine daldıkça çamurlar sıçrıyor saçlarıma. Şemsiyeleri kapatmakla başlayalım hadi günlerimize. Gökyüzüne göz kaldırmak iç karartıcı yağmurlu bir günde özgürlüğe göz kırpmak sanki. Her yer avm işgaline uğramışken sokaklarda plansızca dolaşmayı cesaretin göstergesi sayar olmuşlar. Aman yağmur yağmaya, havalar kapanmaya görsün; doluşuyoruz sürü misali indirim standlarına. Güneş dışarısı, yağmur içerisiyle özdeşleşmiş. Üşümeyi sakın ha sakın göze alamaz olduk. Yağmurla arınmak yerine kendini kaybedercesine tüketmek arınmanın karşılığına gelmeye başlıyor. Ürkütücü. Beton yığını kentten uzaklaşırken büyük alanlarda ağaçları gördüğümde seviniyorum. Gri beton yığınlarına alışkın otomatik bireylere dönüştükçe yeşil doğaya şaşırır olmuşuz. Şaşırır ettiler bizleri. Yaşantılarımız standartlaştı. Düzen önümüze bir yaşam döngüsü sundu. Ya içindesin bu düzenin ya dışındasın. Ne kadar dirensek bile robotlaşıyoruz, moronlaşıyoruz. Eylemlerimizin özünü yitirdik artık, önceden belirlediğimiz davranış kalıplarını tekrarlayıp duruyoruz. En kötüsü de bunun en iyisi olduğunu düşünmemiz. Yağmur şiddetini artırdı. Kafeye giriyor, kahvemi söylüyorum. Az şekerli türk kahvesi. Ne öyle ne böyle; hoş sohbetli kendinden köpüklüdür kahve. Bakır cezvede yavaş yavaş piştiğinde deyme lezzetine. şimdilerde hazır kahve makinalarıyla siparişi vermenle geliyorlar, hız tatmini lezzetin önüne geçtiğinde hayattan aldığımız keyif azalmakta. Ne yazık ki artık herkes sabırsız. Uyum içinde yaşamak, uyumlu davranışlar gösteriyor olmak düzeninin devamını istemektir. Çatışma özgürlüğü de beraberinde getirdiği için, her zaman bir aracı olur tartışma sonralarında ve anlaşma sağlanır. ki kahvemiz orta şekerli olsun, aman ağzımızın tadı bozulmasın isterler. Ağız tadıyla tartışmaya uyumsuzlaşmaya ile izin vermezler.


Paltomu giydim ve kafeden ayrıldım bunları bi yandan düşünürken.şu toprak kokusunun dayanılmaz gerçekliğini nefesine katmayana hayret ettim. Betonların kokusu dahi yok. Baharın uzun uzadıya sahillerde çimlere uzandığımız günlerini arayacak mıyız? Denizi doldura doldura küçülttüklerini mi zannederler. Denizler küçülmez ki,su hep hayattır. Hayatı santrallerle değil, öz yaşamına bırakarak doğada var edebiliriz. Yoksa o bizi terk eder biz de yapay sularla kokusuz havalarla kış gibi yaz yaz gibi kışlar geçiririz. Yağmur yağıyor yeşillerin aşkına, barışı düşleyerek ıslanın!

cansu yılmaz


Hemen ölecek gibi öteye, hiç ölmeyecekmiş gibi buraya çalışmak. Bize öğretilen bunlardı... Gelecek için bir şeyler yapma telaşıyla geçmekte ömür denilen şey. İyi bir okul, iyi bir iş, başımızı sokacak bir ev, araba da olsa fena olmaz hani. Sonra bunların yenilenmesi gerekmiyor mu? Gerekir elbet. Hem neden yenilemeyecekmişiz ki? ileride daha rahat ederiz.. Biraz daha sabır, az bir şey daha sıkıntı çektik mi değmeyin keyfimize. Hee, bir de yazlık almak gerek tabii. Emeklilik denilen ölüm öncesi inzivada, bunlar rahatımız için gerekecek.. Belki de memlekete yerleşiriz. Nasıl? Fena mı olur. Babadan dededen kalma bağ bahçe ile uğraşırız. Küstürmemek gerek toprağı. Hem, biraz toprak kokusu herkese iyi gelir. Yarın öbürgün çocuklar da evlenir. Bir iki de torun.. Sonra varsın gelsin ölüm dediğin.. Tüm bunlar birçoğumuzun ortak düşünceleri değil mi? Sonra hepimiz sıyrılarak hayallerden ve az çok olmasını dileyerek, bir şekilde dağılırız hayat denilen telaşenin içine. Kimimiz işe gider, çok çalışmak lazımdır çünkü, eve ekmek lazımdır. Kimimiz okula gider. Okumak, cahil olmamak da lazım. Kimimiz gezmeye, arkadaşlarla buluşmaya, hava almaya.. Hayat herkes için akar bir şekilde, çoğu zaman farklı da olsa.. Bazılarımız da evde kalır. Gidene; güle güle, kalana; hoşça kal... iki kelimedir söylenenler, gitsek de kalsak da.. Tüm bu çalışma döngüsünde, her ne kadar söylenirse söylensin, bizler "öteye" pek ağırlık vermeyiz düşüncelerimizde. "öldükten sonra" diye hayal kuran görmemişsinizdir sanırım.. Kim kurar ki? Ya da bir yere gitmeden önce gözlerinizin içine yaşlı gözlerle, uzun uzun bakan bir tanıdığınız olmamıştır. " ya seni bir daha göremezsem" ? Her şey planlandığı gibi gitmiyor hayatta.. Bugün, hatta şu anda bile yukarıda sayılanların hayalini kurmuş fakat artık yapamayacağının bilincinde olan, yaşlı gözlerle, uzun uzun sevdiklerinin gözlerine bakmak isteyen yüzlerce insan var yerin altında. Canlı canlı gömülmüş vaziyette.. Ne evinde hoşça kalacak ne de güle güle evine dönecek insanlar yok artık yüzlerce ailede.. Artık yas var.


Gülümsemelerin yerini almış gözyaşları var. Ekmek için çıkardıkları kömürün karası, kader olmuş, alınlarına kazınmış masum insanlarımız var yerin altında.. Ne olursa olsun, ölümde bile onlarla birlikte gelen kömür karası, artık tabutlarında yer bulacak.. Ve geriye kalan şu cümle ile anılacaklar “Her şeye can katan toprak bu sefer can aldı”. Peki, neden? Kimlerin yüzünden? Mecliste yan gelip yatanların, çıkarlarını ilgilendiren bir şey olmadığından mı? Rüşvete alışkınların her şeyi olumlu gösteren raporlarından mı? Patronların hiç bitmeyen “ daha fazla” tutkularından mı? Akıllara, cevapları zor olmayan birçok soru gelebilir. Akıllara o insanların yakınları da gelebilir. Daha doğrusu, gelmelidir.. Kömür karası bahtlarına mağlup olmuş, yitip giden canlar, arkalarında büyük bir trajediyi bırakmakla birlikte çaresizliği, insan hayatının bu ülkede ne kadar ucuz olduğunu bizlere göstererek gittiler. Bir yandan da evlatsız kalan anne babalar, dul eşler, babasız çocuklar bıraktılar. Ömürleri boyunca o çocukların, eşlerin, ana ve babaların akıllarından çıkmayacak acılar bırakarak gittiler.. Çocuklar babasız büyümenin zorluğuyla harmanlayacaklar hayatlarını, eşler kocasızlığın yükünü göğüsleyecek. Bir anne ve baba ise evlat acısında kavuracak hayatlarını. Her gün tazelenerek yaşanacak acıları. Bir de maddi sıkıntılar eklenecek, ekmeğini taştan çıkaran yiğitlerin yokluğunda. Her zorlukta arayacak gözler kömür karası babalarını, kocalarını, evlatlarını. Bizler.. Bizler ise balık hafızalarımıza yenik düşeceğiz. Belki bir hafta, bilemedin bir ay. Sonrasında yine gereksiz dünya hayatımızla, kendimizi tekrar göbeğine oturtarak dünyanın, yaşamaya devam edeceğiz. En büyük acılar yine bizim yaşadıklarımız olacak, en kötü durumda yine biz olacağız. Hiç bitmeyecek ağlamalarımız, “dertler yine mi beni buldu” diyerek unutacağız diğer insanların acılarını. Zengin hayatlarımızı resmedeceğiz,tatillere gidip boy boy resim çektireceğiz, yediğimiz içtiğimiz her bokun resmini çekip orada burada paylaşarak, bunları yapamayanlara göre üstünlük sağlayacağız kendi kuş beynimizce, tabii bugün ağladığımız insanları unutarak..


Sonra paraleller çıkacak tekrar piyasaya, çok şükür iyi giden ekonomimiz (!) in artık o kadar da iyi gitmediğini göreceğiz. “Din elden gidiyor” diye seçim kampanyaları yapacağız. Tekrar çıkarlarımız peşine koşturacağız. Gündemimizde Suriyeliler daha çok yer bulacak. Biz o madende şehit olan babayiğitleri unutacağız!! Mısırlılara, Suriyelilere ağladığımız kadar onlara ağlamayacağız. Her ölüm yıl dönümünde, yalandan çiçekler bırakılacak madenlerin önüne, ertesi gün unutmak kaydıyla.. Ne yazık !! Sonra bir de o madenin sahibi var ! Eminim o da çok üzülüyordur. Tabii biraz farklı olarak. “Bunlar benim madenimde olmak zorunda mıydı” diyordur yakınarak. Madenin her çalışmadığı gün için hayıflanıyordur “eyvah!! Bugün de madeni açamadık. Zararımız çok büyük!!”… Fakat ne olursa olsun emindir kendine hiçbir şey olmayacağından. Çünkü dokuz ay öncesinde; bakan, onun madenini överek yere göğe sığdıramamıştır. Biliyordur ki haraç mezat bütün teftişlerden alnının akıyla geçmiştir ve geçecektir. Kimlerin kıçı yalanmıştır? Kimler devreye girmiştir? Biliyordur devlet nezdinde neyin nasıl yapılacağını. Şimdi yalandan bir teftiş kurulu oluşturulup, göstermelik para cezaları verilecektir. O maden sahibi de yas tutacaktır, ona verilecek para cezasını düşünerek. Ve o da biliyordur ki çok sürmeyecektir moralinin bozukluğu. Yanına çocuklarını da alarak, ailecek yurt dışında tatil yapıp unutacaklardır tüm olumsuzlukları, hiç düşünmeyerek o madenci çocuklarının daha “ailecek tatil” yapamayacaklarını.. Ve çok geçmeden aynı acılar tekrar yaşanacaktır.. Bizler de bu kısır döngüde rolümüzü; alık alık bakarak, bir palyaço sahtekârlığıyla ağlayarak hakkıyla oynayacağız. Onlar da canlarını tekrar tekrar vererek yeniden dirilecekler.. O babayiğitlerin tek suçu madende çalışmaktı, “çaresizlikten”.. Hemen ölecek gibi öteye, hiç ölmeyecekmiş gibi buraya çalışmaktı.. Allah ölenlere rahmet, kalanlara sabır ve dayanma gücü versin.. c.o


Bundan yüzyıllar önce yaşamış Güney Amerika yerlileri olan Azteklerin inancına göre yılan; daha önce en güzel melek olan düşmüş bir melekmiş. Eskiden sevgi ve dostluk mesajı veren bu meleğin mesajı artık korku ve yalan olmuş. Onlardan yüzyıllar sonra Mısır mitolojisinde karşımıza çıkan yılan sembolü bir yandan bilgeliği, şifayı ve sıhhati vaat etti bir yandan da kötülüklerin sembolü oldu. Azteklerin “yalanlar prensi” dediği bu melek günümüze nasıl geldi veya ne kadar değişti de tıp bilimini sembolize ediyor? Tıp bilimi, bununla alakalı olarak ilaç bilimi sevgiye mi yakın korkuya mı? İlk modern doktor kabul edilen Hipokrat'tan bu yana şifacılık, simyacılık, ilkel dönem yerel tedaviler, endüstriyel ve son olarak post-endüstriyel üretim gibi aşamalara ayırabiliriz tıp bilimini. Post-endüstriyel süreçleri şuan içinde olduğumuz için net gözlemleyemesek de genetik kontrol, zihin ve davranış kontrolü, ve biyolojik silah çalışmalarını kapsadığını söyleyebiliriz. Kapitaller için sermaye ve sermaye döngüsüne hakim olmak yetmiyor artık, her şeye egemen olmak istiyorlar düşüncelerimize bile! Elbette ki bu süreçler kendiliğinden gelişmedi, önce ihtiyacımız olduğuna inandırıldık sonra ihtiyacımıza cevap verdiler. “Bu tüketim toplumunda insanlar öğrenmeyi, iyileştirmeyi, kendi yolunu bulmayı değil öğretilmeyi, götürülmeyi, sağaltılmayı ya da yol gösterilmeyi isterler. Kişisel işlevler kişiliksiz kurumlara devredilmiştir. İyileşme hastanın görevi olmaktan çıkmıştır. Endüstri mallarının her birinin, her insanın özgürce kendi başına ürettiği, pazarlanamayan kullanım değerleriyle rekabet ettiği genellikle gözden kaçar.”* Depresyon ilaçlarından önce insanların biliş/bilinç sağlığıyla oynamak gerekiyordu ve bu konuda ne kadar başarılı olduklarını görebiliyoruz. Tıpkı doğanın üstüne inşa ettikleri yapay cehennemi görebildiğimiz gibi.


İletişim kurmanın en kötü yoluydu semboller/kavramlar ve zaten iletişim kurmamız istenmiyordu. Bilgiyi sistematik kavramlar dizini haline getirmek tam da bu ihtiyaçtan doğdu ve yeni çocuğumuz: Bilim. Üstelik sistem karşıtları için bile çok verimli bir toprak: Materyal bilim. Kültür mantarı yetiştirilir gibi kültür muhalefet yetiştirilebilir artık. Artık sistem ve anti-sistem bu yoldan yürüyebilir ve kendini legalize edebilir ve artık terör legal! Salgınlar ve bunun için geliştirilen endüstri, bu endüstrinin sömürdüğü insanlar ve endüstrinin sömürdüğü insanlar için sömürülen insanlar hatta bunların hepsi için sömürülen doğa. Hepsi legal artık. Terörizmin egemen olduğu yerde ise terörizmi terörize etmek legaldir. Ve yaşasın terörist deliliğimiz! *İvan İllich- Sağlığın Gaspı

ezman anuşavan

MADDİ TIP ŞEYTANDIR!


bağırsam neye yarar, nasılsa duymazlar. ben bir kömür ocağının onulmaz göçüğüyüm; içimde cesetler ve daha ölmemişler var. metin altıok


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.