Sosyalist Alternatif - sayı 1

Page 1


2

www.sosyalistalternatif.com


2 6 Yayın Adı: SOSYALİST ALTERNATİF Yayın Türü: Yaygın süreli yayın Yayın Şekli: 3 Aylık - Türkçe Yayın Sahibi: Savaş Boyraz Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Savaş Boyraz Yayın İdare Adresi: Kazakistan Cad. No: 104/B Emek/Ankara E-Mail: sosyalist.alternatif@gmail.com Basım Tarihi: 24 Nisan 2015 ----------------------------------------------Basım yeri: Mattek Matbaacılık Ağaç İşleri San. Sit. 1354 (Eski 21. Cadde) 1362. Sokak No:35 Yenimahalle İvedik – ANKARA Tel : 0 312 433 23 10 (pbx) Fax : 0 312 434 03 56 ISSN:2149-2425

11 13 16 18 22 24 31 35 38

On İki Yıl Bir Koltukta

Solda İki Cephe HDP & BHH

Soma, Ermenek, Torunlar… Saymakla Biter mi?

1980’den Günümüze İşçi Hareketinin Durumu

Günlerin Bugün Getirdiği Baskı Zulüm ve Kandır

Buzluktaki Barış

Tarihle Yüzleşememek

Kapitalizm: Meselenin Temeli

SYRİZA, Seçimler ve Sonrası

Troçki: Marksistler Bireysel Terörizme Neden Karşıdırlar? İşçi Enternasyonali Komitesi / Comittee for a Workers’ International-CWI’dan Haberler

3


GÜNDEM SEÇİMLER Sosyalist Alternatif | CWI

Haziran seçimlerine giderken Türkiye’nin genel görünümü

On İki Yıl Bir Koltukta

Nihat BOYRAZ

7 Haziran’da yapılacak olan seçimler ülkeyi on iki yıldır yöneten Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidarının sonunun başlangıcı olacak şekilde kritik bir önem kazandı. Özellikle de Halkların Demokratik Partisi seçimlerin ardından oluşacak manzara için kilit konumda. Seçimlerin her koşulda Türkiye’de yaşayan herkes için önemli sonuçları olacak. Seçimlere giderken iki unsur belirgin biçimde öne çıkıyor: İlki AKP’nin alacağı oy oranı ve buna bağlı olarak da Erdoğan’ın Türkiye’de başkanlık sistemine geçmek için gerekli Anayasa değişikliği için yetecek milletvekili sayısını elde edip edemeyeceği. Diğeri ise HDP’nin sadece Erdoğan’ın başkanlık hülyalarını değil, tek parti iktidarını da ortadan kaldıracak şekilde barajı geçip geçemeyeceği. AKP’nin 2010 Anayasa değişikliği referandumundan sonraki dönemde üzerindeki kuzu postunu artmasının ardından, otoriter, anti demokratik ve emekçi karşıtı yüzü geniş çevrelerce çok hızlı biçimde görünmeye başlamıştı. Onu önce liberal solcu destekçileri terk etti. Daha sonra hiçbir iktidara nasip olmayan ülkenin en büyük kendiliğinden hareketi olan Gezi direnişi ile karşı karşıya kalan AKP’nin, ardından iktidarları boyunca “ne

4

www.sosyalistalternatif.com

istediler de vermedik” dedikleri ve seçim zaferleri ardından balkon konuşmalarında selam yolladıkları okyanus ötesindeki dostları, Gülen Cemaati, en öncelikli “bertaraf” edilmesi gereken düşmanlarına dönüştü. 17-25 Aralık’ta devletin içindeki Gülen Cemaatinin kadroları tarafından gerçekleştirilen yolsuzluk operasyonları AKP’nin hiç de o kadar “ak” pak olmadığı çok çarpıcı biçimde ifşa ettiği halde, iktidar partisi özellikle de kutuplaştırma taktiğini kullanarak yerel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinden kazanarak çıktı. Özellikle Gezi direnişinin ardından Erdoğan’ın başkanlık planları geçici olarak rafa kalkmış olsa da son iki seçimde aldığı seçim sonuçlarının verdiği kendine özgüven ile bu tartışma yeniden seçimlerin en merkezine oturmuş durumda. Fakat özellikle Erdoğan’ın Cumhur-başbakan tutumundan kaynaklı önce Merkez Bankası Başkanı, sonra MİT

Müsteşarı Hakan Fidan’ın milletvekilliği adaylığını engellenmesi ve çözüm süreci ile ilintili olarak çıkan bir dizi tartışma ve krizler, AKP’nin seçimlere en sadık savunucusu Abdülkadir Selvi’nin ifadesi ile “büyüsü bozulmuş” bir halde gittiğini gösteriyor. Biz buna işçi sınıfının AKP’yle ilgili olan yanılsamasının dağılmaya başlaması demeyi tercih ediyoruz. Kemal Kılıçdaroğlu’nun Mart ayında bir televizyon programında Cumhuriyet Halk Partisi’nin seçim hedefinin %35 olarak açıklamasındaki motivasyonu tahmin etmek zor, fakat seçmenin partisine herhangi bir sürpriz yapması için de bir nedeninin olmadığı rahatlıkla görülebilir. Bunun bir nedeni de CHP’nin, yüzde on barajını aşacağı gözüken ve kendisinden solda duran HDP ile ortaya çıkan nesnel durumla karşı karşıya oluşu. Çünkü mevcut durumda AKP’nin tek parti iktidarının sonu en çabuk HDP’nin barajı


SEÇİMLER

GÜNDEM

Sosyalist Alternatif | CWI

aşması ile mümkün. Bu yüzden CHP’nin alanı daha da daralmış durumda. Ayrıca her ne kadar CHP’nin sol bir parti olduğuna dair algı hala mevcut ise de gerçekte program olarak ne AKP’den ne de MHP’den köklü bir farklıktan bahsedilebilir. CHP sol bir burjuva partisidir ve savunduğu “sosyal” pazar ekonomisinin Almanya gibi büyük ülkelerde bile yerinde yeller estiğini düşünürsek Türkiye burjuvazinin AKP dururken CHP’yi tercih etmesinin henüz çok etkili bir nedeni olduğu söylenemez. CHP ana muhalefet partisi olmasına rağmen 7 Haziran seçimlerine bir etkisi olamayacağı şimdiden çok açık, fakat sonuçlarına bağlı olarak seçim sonuçlarının CHP içerisinde yeni tartışmaların başlaması olası. Diğer yandan HDP’nin bile yapmadığı şekilde, adayları önseçimlerle belirlemesinin de CHP’nin üzerinde bazı etkileri olacaktır. Nitekim, yapılan önseçimler özellikle ulusalcı kanadın Önder Sav gibi ağır topları açısından hezimet oldu. Bütün belirtiler HDP’nin yanında seçimlerin diğer kazanan partisinin Milliyetçi Hareket Partisi olacağına işaret ediyor. Her ne kadar seçimlerden önce bir kilit parti durumunda olmasa da HDP’nin barajı aşması durumunda MHP’nin de seçim sonrasının kilit partilerden bir diğeri olacağı şimdiden söylenebilir. Tek başına hükümet kuramayacak durumda olacak olan AKP’nin en muhtemel koalisyon ortağının MHP olacağı kesin. MHP’nin politikasının özeti “milletin birliği, devletin devamlılığı” şeklinde özetlenebilir. O halde onun devamlılığının selameti MHP için AKP’nin en muhtemel koalisyon ortağı olma gerekçesi olacaktır. Bu seçimlerde yüzde yirmi civarında oy alması beklenen Devlet Bahçeli liderliğindeki MHP’nin faşist bir parti mi yoksa aşırı sağcı milliyetçi bir parti mi olduğu konusunda kafalarda soru işaretlerine neden oluyor. Bu algıyı, 1970’lerin işçi sınıfı mücadelesini ezmekte başat rol alan, solculara, Alevilere yapılan katliamlarda direkt yer alan ülkücü MHP’nin uzun zamandır ılımlı tutumlar alarak tabanını sükunete çağırıp kontrol altına alması yaratıyor. Bu durum da MHP’yi karakterize ederken çok aceleci davranıp onun artık bir faşist parti olmadığı tehlikeli yanılgılar yol açabilir. MHP’ye yakından bakıldığında yönetici kadrodan oluşan aparat ile tabanı arasında gözle görülür bir farklılık olduğu ortaya çıkıyor. Partinin üst katlarından aşağıya doğru indikçe partinin “faşist” ideolojisinin olduğu gibi durduğu görülüyor. Gerek seçimler sonrasında çıkacak olan yeni durumla bağlantılı olarak oluşacak olan AKP-MHP

koalisyonu ihtimali, gerekse ileride ortaya çıkması muhtemel ekonomik ve politik krizler ile işçi sınıfının bağımsız bir güç olarak kendisini göstermeye başlaması gibi birçok faktör MHP’nin hangi yöne evrileceğini gösterecektir. 7 Haziran seçimlerine MHP bu ikili karakterden aşırı sağcı milliyetçi yanı baskın halde gidiyor. Bilhassa Kürt özgürlük hareketinin gelişmesi karşısında son yirmi yılda yoğun olarak körüklenen Türk milliyetçiliği gelinen noktada tüm sistem partilerinin joker kartı haline geldi. Öyle ki AKP milliyetçilerin oylarını garantilemek için her seçim öncesi AKP “tek vatan, tek bayrak vs.” biçiminde tekerlemeye başlıyor. CHP ve MHP ise Kürt illerinde tabela partisi durumundalar zaten. Ayrıca hatırlanacak olursa, CHP genel seçimlerde eski bir MHP’li olan Mahsur Yavaş’ı milliyetçi oylara ulaşmak için Ankara’da belediye başkan adayı olarak gösterirken, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise MHP ile ortak bir aday üzerinde ittifak kurarak seçimlere girmiş, hatta Kemal Kılıçdaroğlu hızını alamayarak “bozkurt” işareti bile yapmıştı. MHP ile AKP arasındaki ilişkiyse AKP’nin Kürt sorununa yaklaşımı ile ters orantılı işliyor. AKP Kürt sorununda “tek”leyip barışçıl çözümden uzaklaştıkça MHP ile arasındaki mesafe de küçülüyor. Örneğin 2011 seçimlerinin ardında Kürt sorununda tekrar askeri yollara başvurduğu sıralarda MHP AKP’nin neredeyse yavru partisi gibi davranıyordu. Bu da bize muhtemel AKPMHP koalisyonunda Kürt sorununun hangi yöne gideceğine dair ipuçları veriyor. Seçimlere bu kez bağımsız adaylar listesi şeklinde değil de parti olarak girme kararı alan HDP‘nin %10 barajını aşması büyük bir olasılık. Hem seçim sonrası Meclis’te oluşacak olan aritmetik dağılım nedeni ile hem de diğer partilerden hem ideolojik olarak tamamen farklı olan HDP şimdiden birçok kesimde heyecana neden olmuş durumda. Tüm diğer partilerden farklı olarak tüm halkların, dinlerin, mezhep ve yaşam tarzların birlikteliğini kendinde toplamayı özellikle vurgulayan HDP, milliyetçiliğin ve ayrımcılığın panzehri olabilir. Fakat bunun için tek başına halklar, inançlar arasına çekilen çizgileri yıkmak yetmez, ayrıca esas çizginin yukarı ile aşağı, zengin ile yoksul, sermaye ile emek arasından geçtiğini göstermesi gerekir. HDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın Erdoğan’a yönelik “seni başkan yaptırmayacağız” hamlesi HDP’nin AKP ile anlaşma spekülasyonlarını boşa çıkararak Erdoğan’ın tek adam rejimi endişesi taşıyan geniş kesimlerin de HDP’ye oy

vermelerinin yolunu açtı. Diğer yandan gerek AKP karşısındaki kilit rolü gerekse de kamuoyu araştırmalarının sonuçlarının kritik eşik (yüzde 10) civarında olması, seçimler öncesi HDP’ye yönelik tehlikeli provokasyonlar geliştirilebileceği endişelerine neden oluyor. Hele de çeşitli seçim hileleri ile HDP’nin Meclis’e girmesinin engellenmesi durumunda bunun büyük infiale yol açması da olası. Halen işçi sınıfının çıkarlarını kollayan güçlü bir kitle partisinin olmayışı sermayedar partilerine “köyü köpeksiz bulup, değneksiz gezebilme” cesareti veriyor ve her türlü anti demokratik ve emek karşıtı yasa hiçbir çekince duyulmadan Meclis’ten geçirilebiliyor. Oysa sokaktaki emek hareketine dayanıp Meclis’te güçlü temsiliyeti olan bir kitle partisinin sırf varlığı ile bile onları baskı altında tutabilir. Diğer tüm sermayedar partileri karşısında tek seçilebilir bir parti olan HDP’nin başarılı olması durumunda, bu emekçilerin ortak taleplerini savunan yeni bir kitle partisinin inşası için ileriye doğru bir sıçrama anlamına gelecektir.

Başkanlık Pek tabii ki Erdoğan başkan olması durumunda en nihayetinde destek aldığı sermaye sınıfının çıkarlarını kollamaya devam edecektir. Fakat öyle görülüyor ki Türkiye’de başkanlık sistemine geçiş tartışmaları egemen sınıfın, parlamenter sistemin herhangi bir şekilde kendisi açısından bir tıkanmasının sonucundan dolayı oluşmuş bir ihtiyaçtan değil, tek başına Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsi muktedirlik dayatmasının sonucunda ortaya çıkmıştır. Başkanlık Erdoğan’ın sonsuz muktedir olma stratejisinin en önemli eşiği ve şu anda her şey bu hedefe ulaşmak için kurgulanmış. Halihazırda Cumhurbaşkanı mevcut yasalara göre tarafsızlığını biçimsel haliyle bile bir kenara atmış, aynı anda hem Cumhurbaşkanı, hem Başbakan hem de AKP Genel Başkanı olarak aktif politika yapıyor. Erdoğan’ın Merkez Bankası Başkanı’na Şubat ayında faizleri indirmesi konusunda yaptığı baskılar doların yükselmesine yol açarak Merkez Bankası rezervlerinde 10 milyar dolar erimeye neden oldu. Ardından “Kürt sorunu” olmadığının ilanı, sonrasında hükümete rağmen İzleme Heyeti’ne karşı çıkışı ve Öcalan’ın müzakere temeli olarak sunduğu 10 maddeye itirazı, her konunun kendisinin başkanlık hedefinin taktik malzemesi olduğunun açık kanıtı.

5


GÜNDEM SEÇİMLER Sosyalist Alternatif | CWI

Erdoğan sadece görece yetkisiz Cumhurbaşkanlığının zincirlerinden bir an önce kurtulmak için başkan olmak istemiyor, ayrıca “Türk usulü” başkanlık adı altında kendisine “dar gelen bir gömlek” olarak gördüğü burjuva demokrasisinin en temel ilkelerinden olan kuvvetler ayrılığını da törpülemek istiyor. Böylece yargı, yürütme ve yasama üzerinde şu anki gayrimeşru etki ve müdahalesini meşru hale getirmiş olacak. Erdoğan’ın çabaladığı rejim modelinde kendisine biçtiği rol bir Osmanlı sultanı, “anonim şirketinin” patronluğuna denk düşüyor.

Hiç kuşku yok ki AKP iktidarının en büyük dayanağını 12 yıllık iktidarı sırasında Türkiye’de görülen ekonomik gelişmeler oluşturuyor. Genel kanı ve AKP’nin de hep dayattığı görüş, ekonomik büyümenin herkesi kapsadığı. Yani Türkiye ekonomisinin büyümesi

O halde kapitalist büyüme sermayedarların servetinin büyümesi anlamına geliyor olmalı. Nitekim Time Türk haber portalının 29 Ekim 2014’te Ekonomist Dergisi’ne dayanarak verdiği habere göre Türkiye’nin en zenginleri servetlerini 2004’ten itibaren on yıl içinde dörde katlamışlar. Buna göre sadece Koç Ailesinin serveti 8 milyar Doları buluyor. Yine Cumhuriyet Gazetesi’nin aynı kaynağa dayanarak yaptığı haber göre 78 milyon nüfuslu Türkiye’nin en zengin 5 kişisinin (bir

ile emekçilerin yaşam standardının da büyüdüğü propagandası. Elbette ki ekonomi büyüdüğünde birilerinin serveti de büyümüş demektir, ama o birileri ne Somalı madenciler, ne okullarda öğretmenler, hastanelerde hemşireler, ne işsizler ne de emeklilerdir.

taksiye sığacak kadar) toplam serveti 33 ile 37 milyar Dolar arasında. Türkiye’de en zengin 25 kişi (bir dolmuşa sığacak kadar) toplam 101 ile 126 milyar Dolar servete sahipler. Bunun karşında serveti 10 bin Doların altında olanlar ise 58 milyon 734 bin kişi.

Türkiye ekonomisi 2002 ile 2013 ortalama % 5,1 büyüyerek 2014 yılı sonu verilerine göre dünyanın 19’uncu büyük ekonomisi olmuş. Gayri safi milli hasıla 2002’deki 230 milyar dolardan 2013’de 820 milyar dolara ve kişi başına düşen milli gelir ise 3.300 dolardan 10.800 dolara yükselmiş.

Alman ozan Brecht bir şiirinde “ben fakir olmasa idim, sen zengin olamazdın” der. Çok açık ki AKP’nin ekonomik büyümesi bir avuç sermayedarın zenginliği ve bunun oluşma koşulu ise milyonların yoksulluğudur.

Ekonomik büyüme ve sosyal eşitsizlik

Buna karşın 2015 yılı için net asgari ücret ise aylık 949 lira iken, Türk-İş’in Mart

6

sonu verdiği rakamlara göre Türkiye’de 4 kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı 4 bin 259 lira, açlık sınırı ise 1.308 liradır. Yani buna göre sadece bir kişinin asgari ücretle çalışarak geçindirdiği tüm aileler açlık sınırının altında yaşıyor. Dört kişilik bir ailenin tamamının asgari ücretle çalışması durumunda bile yoksulluk sınırının üstüne çıkamıyor. Türkiye de resmi rakamlara göre yaklaşık 5 milyon kişi asgari ücretle çalışıyor. İşsizlik resmi rakamlara göre yüzde 10 (gençlerde yüzde 20)’un üzerinde.

www.sosyalistalternatif.com

Buna rağmen yoksul milyonların oylarını paradoksal bir şekilde 12 yıldır AKP’ye vermelerinin nedeninin anlaşılması

önemli. Özellikle ülkeye giren sıcak yabancı sermaye sayesinde uzun bir süre ekonominin kesintisiz büyümesi düşük ücretli, güvencesiz ve uzun çalışma süreli de olsa yeni istidam sahalarının oluşmasını da sağladı. Bu ise işçi sınıfı nezdinde yaşamlarında eskiyle kıyasla görece bir iyileşmeye tekabül ediyordu. TOKİ ile inşaat firmalarının bir yandan karlarını katlamalarına karşın emekçilerin bankalardan aldıkları kredilerle de olsa ev alabilmeleri kuşkusuz AKP’ye sempatiyi artırdı. Tüm bunlara ek olarak kredili yaşamla aslında borç üzerine kurulu suni bir refah havası oluştu. AKP, büyük sermayenin arzuladığı özelleştirme gibi tüm neoliberal politikaları uygularken diğer yandan da Türkiye’de o zamana dek olmamış yeşil kart, işsizlik maaşı gibi sosyal politikaları da hayata geçirdi. Bunlara ek olarak AKP belediyelerinin yaptıkları ve bazı tuzu kuru küçük burjuva kesimlerince bazen alaycı bir tarzda “kömür”, “makarna” tabir edilen doğrudan yardımlar elbette ki yoksullar nezdinde bir karşılık bulacaktı.

İşçi sınıfının perspektifinden Son yıllarda işten çıkarmalara, düşük ücrete, güvencesizliğe karşı tekil olarak işçi mücadelelerinin sayısının artığı gözlenmekte ise de işçi sınıfının kolektif sınıf bilincinden söz etmek henüz çok zor. Bunun yanında işçi sınıfını patron karşısındaki örgütlü durumunun ifadesi olan sendikalaşma oranı oldukça düşük. Var olan sendikaların büyük çoğunluğunun hükümet yanlısı ve patronla uyum içinde olması sendikaların işçi sınıfının nezdinde çekiciliğini ve anlamını yitirmesine neden olmuş durumda. Tüm sendikalar işçilerin


SEÇİMLER

GÜNDEM

Sosyalist Alternatif | CWI

1982 Anayasası’na göre Türkiye Cumhuriyeti, gerek anayasanın ilk metni gerek değişiklikler sonrası niteliği son derece tartışmalı olsa da, hükümet sistemlerinden parlamenter sistemi benimsemiştir. Yürütme cumhurbaşkanı ve bakanlar kurulu olmak üzere çift başlıdır (md. 8). Yürütme organı yasama önünde sorumludur, yasama yürütmeyi gensoru, meclis soruşturması gibi yöntemlerle denetler (md. 98,99,100). Ayrıca yürütme göreve başlarken yahut görev sırasında güvensizlik oylaması ile görevden düşürülebilir (md. 110). Halk tarafından seçilmesi bir kenara bırakılırsa, cumhurbaşkanı tarafsızdır (md. 103,104) ve siyasal olarak sorumsuzdur (md. 105) Dolayısıyla Türkiye’de parlamenter sistemi değiştirmek ancak kapsamlı bir Anayasa değişikliği ile mümkündür.

yerine kendi kariyerlerini ön planda tutan sendika bürokratlarının kontrolü altında. Buna kendini solda görenler de dahil. İlk bakışta Türkiye’de işçi sınıfı genel olarak İslamcı-muhafazakâr, laik-Alevi, milliyetçi/ulusalcı ve Kürtler olarak dört ana yönelime göre bölünmüş olduğu görülüyor. Kendisini Müslüman-dindar gören kesim özellikle de geçmiş zamanlarda türban yasağı gibi baskılar ve bir milliyetçi kesim yine Türk-İslam sentezi ideolojisi nedeni ile AKP’ye yönelirken, Kürtler de genel olarak hem Sünni-İslam muhafazakarlık hem de çözüm süreci ve nedenlerinden bağımsız olarak Kürt sorunu konusunda diğer partilerden farklı tutumu ve kısmi reform(cuk)lardan dolayı AKP’de kendini bulabiliyor. Özellikle “laiklik”, ulusalcı/milliyetçi kaygılar taşıyan kesim ve Aleviler de AKP’nin Sünni-İslam ideolojisi ile eşit yurttaş haklarının gasp edilmesi ve onunla ilgili kaygılarından dolayı CHP’ye; kendini Türk milliyetçiliği ile aidiyetlendiren kesim MHP’ye yönelirken, Kürtlerin büyük bir kısmı da HDP’yi desteklemektedir. Bugün Türkiye’de sosyalist sol, iki üstlenmesi gereken temel görev ile karşı karşıya. Bir yandan kapitalist sömürüye karşı devrimci sosyalist bir program ve stratejiye sahip bir güç inşa ederken, aynı zamanda Tekel, Gezi, Soma, Yatağan gibi işçi sınıfının küçüklü büyüklü mücadelelerini birleştirip sermayeye

karşı geniş kesimleri içine alacak güçlü bir harekete dönüşmesi için taktik ve politikalar geliştirmesinde aktif rol almak zorunda. Ekonomisi en kırılgan ülkelerden olan Türkiye çalkantılı zamanlara doğru gidiyor. Kriz demek, yüz binlerin bir anda işsiz kalması, kredi borçlarını ödeyemeyerek evinden olması, yoksulluk ve sefalet demektir. Kriz kapitalist sistemin bozuk çarkının faturasının geniş emekçi yığınlarının sırtına yüklenmesi demektir. Koşullar değişip işçi sınıfının AKP ilgili yanılsamalar tamamen dağılmaya başladığında, işçi sınıfı bilinçaltına ittiği ayakkabı kutularındaki milyon dolarlar, para kasaları, 700 bin liralık saatleri tekrar hatırlayacaktır. Böyle bir durumda ancak güçlü bir kitle partisi işçi sınıfının ortaya çıkacak olan hoşnutsuzluğunu biraraya toplayıp hem programatik hem stratejik bir yön vererek ileriye taşıyabilir. 7 Haziran seçimlerine giderken gerek HDP gerekse de kısa zaman önce kurulan Birleşik Haziran Hareketi böyle mücadelelerde birleşik bir gücün ilk adımları olabilirler. Ne var ki tüm bu sorunların kaynağında her şeyin merkezine insan (ve doğanın) ihtiyaçları değil de kârı koyan kapitalizmin sistemin kendisidir. Böyle bir parti kapitalizmin kaldırılmasını açık bir şekilde hedefleyen bir programa sahip olmalıdır.

Anayasa değişikliği 82 Anayasası’nın 175. Maddesinde düzenlenmiştir. Bu maddeye göre “Değiştirme teklifinin kabulü Meclisin üye tamsayısının beşte üç çoğunluğunun gizli oyuyla mümkündür… Cumhurbaşkanı Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunları, bir daha görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisine geri gönderebilir. Meclis, geri gönderilen Kanunu, üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile aynen kabul ederse Cumhurbaşkanı bu Kanunu halkoyuna sunabilir. Meclisce üye tamsayısının beşte üçü ile veya üçte ikisinden az oyla kabul edilen Anayasa değişikliği hakkındaki Kanun, Cumhurbaşkanı tarafından Meclise iade edilmediği takdirde halkoyuna sunulmak üzere Resmî Gazetede yayımlanır. Doğrudan veya Cumhurbaşkanının iadesi üzerine, Meclis üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile kabul edilen Anayasa değişikliğine ilişkin kanun veya gerekli görülen maddeleri Cumhurbaşkanı tarafından halkoyuna sunulabilir… Halkoyuna sunulan Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunların yürürlüğe girmesi için, halkoylamasında kullanılan geçerli oyların yarısından çoğunun kabul oyu olması gerekir.” Yani AKP’nin tek başına anayasa değişikliğinin kabulü için en az üye tam sayısının (550) beşte üçü (330) kadar milletvekiline sahip olması gerekmektedir. Bu oran değişikliği ancak halk oylamasına götürecektir, zira anayasa değişikliği üye tam sayısının beşte üçü ile üçte ikisi (367) arasında oyla kabul edilirse referanduma gidilecektir. AKP’nin değişiklikleri başka bir ihtimale yer bırakmaksızın geçirebilmesi için üye tam sayısının üçte ikisi, yani en az 367 milletvekiline ihtiyacı vardır.

7


POLİTİKA HDP & BHH Sosyalist Alternatif | CWI

Solda İki Cephe HDP & BHH Nihat BOYRAZ

Birleşik Haziran Hareketi, HDK/HDP’nin yanında solda oluşan ikinci bir sol cephe olarak ortaya çıktı. 2014 yazından itibaren irili ufaklı birçok sol parti, grup ve tekil kişilerin inisiyatifi ile gerçekleşen ve belirli aralıklarla yapılan üç toplantının sonunda Ekim’de kuruluşu ilan edildi.

Birleşik Haziran Hareketi Bir iki ay gibi kısa bir sürede ilan edilen cephe, isminden de belli olduğu gibi 2013 Haziranında Türkiye’yi sarsan ve ülkenin en büyük ve uzun soluklu kendiliğinden protestoları olan Gezi Direnişi’ne dayanıyor. Bu protestolardan bir buçuk yıl gibi bir gecikme ile ortaya çıkmasına rağmen BHH kuşkusuz Türkiye’de sosyalist solun birleşik mücadelesinin kristalize olması açısından önemli bir gelişmedir. Gezi sırasında ortaya çıkan park forumlarından yola çıkarak mahalle, semt forumları adı altında forumlar düzenleyerek yerel meclisler şeklinde örgütlenen BHH, Aralık sonunda Ankara’da

8

www.sosyalistalternatif.com

ilk Türkiye meclisini topladı ve “Bilimsel ve Laik Eğitim için Ayaktayız” sloganı altında Türkiye çapında bir kampanya startı vererek Türkiye’de solda birleşik bir güç olma iddiası ile yola koyulduğunu ilan etti.

Gezi protestoları ve Birleşik Haziran Hareketi Gezi protestoları dinamiği karşısında Türkiye sol hareketinin durumu kendini birden içi çeşitli malzemelerle dolu bir mutfakta bulup da ne yapacağını bilemeyen bir aşçının halini andırıyordu. Uzun süre elinde domates, biber, yumurta ile kısıtlı malzemelerle ancak menemen yapabilen bu aşçının yaptığı yine melemen yapmak oldu, fakat bu kez çokça. Gezi kendiliğinden ortaya çıktı ve Türkiye sol hareketine peş peşe nadir bulacağı şanslar sunduğu halde, sol hareket ne

yapacağını bilemedi. İlk başta kısa sürede Türkiye çapında şehirlerin meydanlarında, semt ve mahallelere yayılan geniş protestolar, sonra süre açısından iki hafta aralıksız daha sonra çeşitli biçimlerde 2014 Martında Berkin Elvan’ın cenazesine kadar sürdü. İkinci haftanın sonunda hükümet güçlerinin Taksim’i dağıtmalarının ardından Gezi hareketi önce “duran adam eylemi” ardından da park forumlarıyla yeni biçimler alarak devam etti. Ne var ki sol bu forumlarda da tali olanla meşgul olmaktan öze gelmedi. Gezi hareketinin en başat sloganı “Tayyip İstifa” iken, bu forumlarda kitlelere bunun nasıl yapılacağı konusunda herhangi bir taktik-strateji geliştirmek konusunda bir öneri sunmayı beceremedi. Kentlerde, mahalle ve semt parklarında toplanan kitleler AKP’nin nasıl yenilebileceği kaygısını tartışırken sol bir tek bildiği şeyi; menemen yapmayı sürdürdü. Ne dokuz ay sonra yapılacak yerel seçimleri ne de bir sene sonrasındaki


HDP & BHH POLİTİKA Sosyalist Alternatif | CWI

cumhurbaşkanlığı seçimini hesap edebilecek misyona sahip değildi. Birleşik Haziran Hareketi’nin birkaç ay gibi bir sürede kurulmasını göz önünde bulundurduğumuzda anlıyoruz ki eğer Türkiye sol hareketi biraz kafasını kaldırıp olan biteni doğru kavrasaydı Gezi protestolarından yani direk hareketin içinden güçlü bir yapı olarak çıkabilirdi. Yapması gereken şey; bir buçuk sene gecikme ile yaptığını yapıp forumları, mahalle, semt, kent ve Türkiye meclislerine çevirip Birleşik Haziran Hareketi’nin o kitle tarafından oluşmasına önayak olmaktı. Böylece Türkiye’de güçlü birleşik bir sol hareketin temelleri atılmış olacaktı. Fakat Türkiye solunun bu noktaya gelebilmesi için 17/25 Aralıkta ortaya çıkan ve iktidar partisini bütün çıplaklığıyla deşifre eden skandal olayını çaresiz tape dinlemekle geçirmesi; yerel seçimlerde Ankara’da Gökçek ile eski faşist Mahsur Yavaş, İstanbul’da Kadir Topbaş ile Mustafa Sarıgül arasında tercih yapması; Soma’da Erdoğan’a duyulan tepkiye rağmen biçare küçük protestolar organize etmekle yetinmesi gerekecekti.

BHH ve Haziran Seçimleri Her şeye rağmen BHH’nin kuruluşu birçok kesimde heyecan ve ilgi yarattı. Fakat bu mayanın tutup toplumsal gelişmelere etki edebilecek gerçek bir güç haline gelip gelmeyeceği henüz muğlaktır. BHH’nin 7 Haziran’da yapılacak genel seçimlerle ilgili tutumu ve HDP’ye açıktan oy çağrısı yapmaması bu mayanın tutmasının birçok açıdan güç olduğunu gösteriyor. “Birleşik Haziran Hareketi kendi dışındaki sol kesim ve partilerle ilişkilerindeki temel duyarlılığı Gezi milyonlarının sorun, talep ve beklentileridir. Birleşik Haziran Hareketi, seçim süreci ve sonrasında bu konumunu korumak konusunda kararlıdır. Ancak bu bağımsız duruşun bir gereği olarak, altını çizdiğimiz toplumsal talepleri inandırıcı biçimde sahiplenen güçlerle seçim sürecinde dayanışma içinde olacağımızı da kamuoyu ile paylaşıyoruz.” BHH’nin bu seçime dair bu açıklamasında birinci ve kendi inşası açısından en sorunlu yanı, BHH’nin kendi başına ağrılığı olan bir cephe olarak kendini net bir kararla ortaya koyamamış olmasıdır. Böyle bir durumda “kitleler”in BHH’nin mevcut olmayan bir kararının arkasına geçmeleri mümkün olamaz. Oysa kitlelerin ardına düşebileceği

9


POLİTİKA HDP & BHH Sosyalist Alternatif | CWI

sıkıntı BHH’nin ortada olmamasında. Oysa yapılması gereken bunun tersi bir tutum olmalıydı. Yani BHH bir cephe olarak HDP’ye oy verme çağrısı yaparken, bileşenlerin de tekil olarak nasıl bir tutum alacaklarını kendilerinin belirlemesi. Böylece hem farklı bir tutum almak isteyen grupların (KP gibi) taktiksel kararlarının cephede yer almalarına engel teşkil etmemesi sağlanmış olurdu hem de BHH’nin varlığı teyit edilerek gelişiminin önü açılmış olurdu. tutum ve kararlarla BHH varlığını teyit edebilir. Hele de en kritik durumlarda tutum alamayan bir yapı sadece kendi varlığının gerekliliğini şüpheye sokmakla kalmaz, aynı zamanda kendine yüzünü dönmüş olanları da öylece ortada bırakmış olur. İkinci sorunlu nokta BHH’nin neden bir tutum alamadığı ile ilgili. ÖDP Eşbaşkanı Alper Taş BHH’nin seçim tavrı netleşmeden önce CHP ve HDP’ye ittifak çağrısında bulunmuştu. Bu çağrı, BHH’nin iki partiyi de aynı yere koyduğu anlamına geliyor. O halde mesele HDP’nin sosyalist bir programa sahip olup olmadığı değil. Çünkü HDP açık sosyalist bir programa sahip olmamasına karşın Alper Taş’ın ittifak çağrısı yaptığı CHP salt bir sermayedar partisidir. Geriye BHH’nin seçimlere dair tutum(suzluğu)nun taktiksel kaygılarla ilgili olduğu gerçeği kalıyor. “Birleşik Haziran Hareketi kendi dışındaki sol kesim ve partilerle ilişkilerindeki temel duyarlılığı Gezi milyonlarının sorun, talep ve beklentileridir” diyor, BHH seçime ilişkin bildirisinde. Bu durumda da salt seçim aritmetiği açısından bakıldığında bile AKP için büyük bir yenilgi anlamına gelecek olan HDP’nin %10 barajı aşması karşısında BHH’nin açıktan seçim çağrısı yapmamasını sekterizm dışında bir şey ile

10

www.sosyalistalternatif.com

açıklanamaz. “Gezi milyonlarının” en başat “duyarlılığı” Erdoğan’ın tek adam rejimi ve AKP’nin 12 yıldır politikalarını hayata geçiren iktidarı idi. Eğer BHH’nin “… temel duyarlılığı Gezi milyonlarının sorun, talep ve beklentileri” ise BHH’nin HDP için değil sadece oy verme çağrısı yapması, bizzat aktif bir şekilde seçim çalışması yapıp oy toplaması gerekirdi. Çünkü öyle görülüyor ki bir tek HDP’nin barajı aşması durumunda AKP’nin tek parti iktidarı tarih olurken, başkanlık ise Erdoğan’ın hayali olarak kalacak. Sonuç itibari ile BHH tüm bileşenlerine ve destekleyenlerine seçimlerde “yüreğinin götürdüğü yere git” imasında bulundu. Böylelikle Türkiye’de sonuçları ile önemli bir dönemeç olan genel seçimlere birleşik bir cephe olarak müdahil olan bir aktör olma şansını kendi elleri ile ortadan kaldırdı. Öyle ki, bileşenleri olan fakat kendisi olmayan bir cepheye döndü BHH, zira bileşenlerden Komünist Parti (KP) seçimlere kendi adı ile gireceğini açıklarken birçok parti ve grup da HDP’ye destek çağrısı yaptılar. Bileşenlerinin tekil tutumlarında bir sıkıntı görülmemeli; fakat

Sonuç olarak 8 Haziran’dan itibaren Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesi açısından yeni nesnel koşullarla yüz yüze kalacağız. Sosyalist sol hareket her şeye rağmen toplumsal olayların akışını etkileyecek güçte değil. Gerek ekonomik kriz gerekse de politik krizlerle dolu fırtınalı günlerin gelmekte olduğunu hepimiz hissediyoruz. Bu yüzden bu fırtınada güçlü olmak zorundayız. Güçlü olmak için de birlik olabilmeliyiz. HDP/HDK ve BHH aynı zamanda ayrı yürüsek de birlikte mücadele edebileceğimizin kanıtı olması açısından değerlidir ve işçi sınıfı mücadelesi tarihi için ileriye doğru atılmış adım olarak görülmeli. BHH seçimler konusunda politik ve taktiksel bir yanlış yapmıştır, fakat bu yanlıştan daha büyük bir yanlış, BHH’nin yanlıştan ders çıkarmak yerine onun dağılmasına götürecek sonuçlarının önüne geçmemesi olur. Dolayısıyla BHH’nin üstüne düşen, en yakın Türkiye meclisinde ayrıntılı bir bilanço çıkararak bu hataları bir uyarı sinyali olarak görüp BHH’yi inşa etmenin yolunu tekrar açması ve bu ileriye atılmış adımın devamını getirmesidir.


HDP & BHH POLİTİKA Sosyalist Alternatif | CWI

Türkiye’nin yeni sol kitle partisi, HDP Halkların Demokratik Partisi (HDP) Haziran seçimlerinin en kilit partisi olmuş durumda. Aynı zamanda 7 Haziran genel seçimleri de Türkiye’de yeni bir sol kitle partisinin oluşumu için kilit bir eşik durumunda. HDP’nin anti demokratik bir uygulama olan yüzde on seçim barajını delmesi durumunda AKP’nin ve Erdoğan’ın yolu kesilmiş olacak. Barajın altında kalması ise Erdoğan için önemli bir zafer anlamına gelecek. Ayrıca seçim barajını aşmış bir HDP, Türkiye’nin yeni sol kitle partisi olduğunu teyit edecek.

Kuruluş ve gelişim Halkların Demokratik Partisi (HDP) Abdullah Öcalan’ın 2011 seçimleri öncesi BDP ve diğer sol, sosyalist partilerinin birlikte bir çatı partisi kurma fikrinin zaman içerisinde çeşitli süreçlerden geçtikten sonra ortaya çıkan son hali. BDP o yılki genel seçimlere “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku” adı altında bağımsız adaylardan oluşan bir listeyle girdi. Blok’un içlerinde Ertuğrul Kürkçü, Levent Tüzel ve Sırrı Süreyya Önder gibi Kürt özgürlük hareketinden gelmeyen üç sosyalistin de olduğu 36 milletvekilini Meclis’e gönderebilmesi birleşik parti fikrinin hayata geçirilmesi için elverişli bir zemin sağladı. Ardından Ekim’de gerçekleştirilen ve 20 civarında toplumun çeşitli kesimlerinden oluşan yapıların katılımıyla önce Halkların Demokratik Kongresi (HDK) ilan edildi. HDK bir yandan varlığını devam ettirirken, diğer yandan da 2014 yerel seçimlerine katılmak maksadı ile Ekim 2012’de HDP kuruldu.

Test süreci HDP/HDK kurulduğundan itibaren çeşitli tarihsel testlerden geçti. Bunlardan en önemlilerinden biri, hiç kuşkusuz Gezi protestoları idi. Özellikle hükümet ile sürdürülen “çözüm süreci” görüşmeleri kaygıları ile Gezi direnişini doğru tahlil edemeyen HDK’nın bilhassa da BDP kanadının temsilcilerinin yaptığı açıklamalar HDK’ya yönelik olarak, Gezi’yi desteklemediği ve hükümetin yanında bir tavır sergilediği gibi ithamlara yol açtı. Her ne kadar ne Kürtlerin Gezi’ye katılmadıkları ne de hükümetin yanında yer aldıkları doğru değil idiyse de,- Hele de Gezi Direnişinin başlarında öne çıkan

en önemli figür BDP milletvekilli Sırrı Süreyya Önder iken- özellikle de başlarda BDP’nin kafasının karışık olduğu açıktı. Pek tabii ki Gezi’de Kürtler vardı, fakat bu, Kürt Özgürlük Hareketi’nin kolektif dinamiği değildi. HDK daha sonra bir özeleştiri yayınlayarak yeterli tutum sergilemediklerini kabul etti. 2014 yerel seçimleri de HDP için salt bir Kürt partisi değil de Türkiye’nin yeni sol partisi olma iddiası konusunda önemli bir testti. Bunu HDP’nin batıdan alacağı oy oranı gösterecekti. Seçim öncesi HDP özellikle Karedeniz ve Batı illerine ziyaretler gerçekleştirdi. Gittiği Ordu, Samsun, Fethiye gibi illerde ırkçı saldırılara uğradı. Fakat her ne kadar HDP bazı illerdeki gezilerini iptal etmek zorunda kalmış olsa da batı illerinde de var olmak iddiasında olduğunu böylece göstermiş oldu. 2014 yerel seçimlerine Kürdistan’da BDP, Türkiye’nin batı illerinde ise HDP olarak katıldı. Böylece bir hem henüz HDP/ HDK’yı yeterince hazmedememiş Kürt oyları sağlama alınmış hem de batı illerine HDP’nin seçim bazında ayak basması test edilip görülmüş olacaktı. Sonuç olarak BDP kendi oylarını korumayı başarırken HDP %2 gibi bir oy oranı aldı. Seçim sonucu HDP için sansasyonel bir başarıya tekabül etmemiş olsa da birçok sol grubun iddia ettiği gibi bir başarısızlık da değildi. Hepsinden önemlisi seçim sonuçları HDP/ HDK “projesinin” çökmediğinin göstergesi idi. Böylece HDP inşasında yeni bir aşamaya geçildi. O da BDP’nin kendini çözüp tümden HDP’ye katılması. Bu birçok kesimde HDP “projesinin” iflas ettiği ve çok kısa zamanda HDP’nin BDP’leşip salt bir Kürt partisine döneceği sonucuna vardırdı. Bileşenlerinin en büyük partilerinden EMEP bu tartışmalar içerisinde HDP’den ayrıldığını duyurdu. Fakat gelinen noktada zaman BDP’nin bu kararının da doğru bir taktik olduğu göstermiş oldu.

Cumhurbaşkanlığı seçimleri Yerel seçimlerden sonra çok hızlı bir şekilde yeniden şekillenen HDP’nin yeni eşbaşkanları BDP’den gelen Selahattin Demirtaş ve ESP’li Figen Yüksekdağ oldular. HDP’nin önemli bir hamle yaparak Selahattin Demirtaş’ı cumhurbaşkanlığına aday olarak belirlemesi kuşkusuz HDP’nin inşa süreci içi bir sıçrama yarattı. Özellikle CHP ve MHP’nin Başbakan karşısında, onun oylarını bölme taktiği ile ortak ve muhafazakar olarak bilinen bir aday çıkarmasının yarattığı durum HDP’nin üçüncü bir güç olarak belirmesini sağladı. Her iki partinin ortak adayı olan Ekmeleddin İhsanoğlu’nun sol kesimlere uygun olmamasının yarattığı hayal kırıklığı, HDP’nin adayı olan Selahattin Demirtaş’ın önemini arttırdı. Demirtaş’ın demokratik taleplerin yanında sosyal sorunlara eğilmesi, seçimden kısa bir süre önce madenci katliamının yaşandığı Soma’yı, Gezi direnişinden sonra ortaya çıkan park forumlarını ziyaret etmesi onun profilini daha görünür kıldı. Böylelikle HDP yerel seçimlerde elde edilen sonucun üzerine iyi inşa etmesini bilerek Demirtaş’ın cumhurbaşkanlığı seçiminde %10 gibi bir sonuç alması ile esas eşiğin de aşılabileceğini gösterdi. Kuşkusuz Selahattin Demirtaş’ın dolayısıyla da HDP’nin elde ettiği başarının birçok anlamı vardır. Fakat en önemlisi, Türk emekçi sınıflarının bir Kürt adaya/partisine oy veremeyecekleri savının çürümesidir.

Türkiye’deki yeni formasyon, HDP Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından dünya çapında sosyal demokrat partilerin tamamen burjuva partilerine dönüşmesi ile ortaya çıkan işçi sınıfının parti formatında temsiliyeti sorunu 2000’lere doğru değişmeye başladı. Özellikle de kapitalizme karşı hoşnutsuzluğun

11


POLİTİKA HDP & BHH Sosyalist Alternatif | CWI

bir parti yok ve ortaya çıkmamasının da birçok nesnel nedeni var kuşkusuz. Bunlardan en başat olanı elbette ki işçilerin, emekçilerin mücadele sahnesine bir sınıf olarak çıkmamış olmasıdır. Nesnel koşullar değişip işçi sınıfı kendini tekrar göstermeye başladığında kendi partisini kurma koşulları da aynı zamanda oluşacaktır. Bu yeni formasyonlar da bu karmaşık sürecin önemli parçalarıdırlar. tekrar kitlesel bir şekilde dillendirilmeye başlamasıyla kapitalizmin ilan edilen sonsuz zaferi toz duman oldu. Nükleer santral, küreselleşme ve savaş karşıtı hareketler, özellikle de Batı’da işçi sınıfının kazanımlarını yok eden sosyal hak kısıtlamalarına karşı hareketler gibi çeşitli formlardaki bu hareketler bazı ülkelerde yeni parti formasyonlarını ortaya çıkardılar. Almanya’da die Linke, Fransa’da NPA, Brezilya’da P-Sol, Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos gibi bu partilerin hiçbiri gerek programatik gerekse de yapısal olarak birbirilerinin aynı değiller. Ne var ki hepsinin önemli ortak yanları da var. Örneğin bu partilerin hiçbiri anladığımız anlamda devrimci parti değil. Hiçbiri açık bir sosyalist bir programa sahip değil. Fakat kimi daha az kimi daha fazla vurguyla da olsa hemen hemen hepsinin programında antikapitalist unsurlar mevcut. Ayrıca hepsi yaşanılan sorunların sistem sorunu olduğunu söylüyor ve emekçiler lehine, kapitalistler aleyhine reform ve talepler sunuyor. Bu partilerin hepsinin en önemli özelliklerinden bir diğeri de hepsinin bulundukları ülkelerin özgül koşullarında ortaya çıkıp, o özgül koşullara göre şekillenmiş olmaları. Hepsi de işçi sınıfının gerek sınıf bilinci seviyesinin gerekse de örgütlülük derecesinin en altta olduğu bir durumda, sınıf bilincinin ve örgütlenmesinin yeniden oluşmaya henüz başlamakta olduğu bir evrede ortaya çıkan hareketler. HDP de Türkiye koşullarında ortaya çıkmış ve buranın tarihsel özgül koşullarından karakterize olan bir parti. Türkiye sosyalist hareketi içerisinde HDP’ye dair en genel kanı, Kürt hareketinin parti içinde dominant olması

12

www.sosyalistalternatif.com

ve özellikle de onun Abdullah Öcalan’ın önerisi ile kurulmuş olmasının HDP’nin Türkiye işçi sınıfının bir geniş tabanlı sol partisi olması önünde sorun olduğudur. Oysa Kürt Özgürlük Hareketi (KÖH) ve Kürtler Türkiye’nin en dinamik ve örgütlü gücünü temsil ederken, bunun pek tabi ki Türkiye işçi sınıfının yeniden inşa ve şekillenmesinde etkisi olacaktır. Elbette Marksistler sınıf mücadelesinde işçi sınıfının mevcut bilinç düzeyini göz önünde bulundurarak hareket ederler. Fakat bunu sınıfın bilincine yönelip onu ileriye taşımak için yaparlar; yoksa sınıfın mevcut haliyle peşine takılıp “kuyrukçuluk” yaparak değil. Bu bakımdan, esas sorun KÖH’ün kendini Türkiye işçi sınıfının yeniden inşasında uzak tutmaya devam etmesi olurdu. Oysa KÖH’ün, bu tavrını yerel seçimlerden sonra değiştirdiği görülüyor. Madem Türkiye sol hareketi Türkiye’de bir sol kitle partisini inşa edecek yetenekte değil, o halde onun inşasında da inisiyatifi kendisi ele alıyor. Şimdiye kadar tüm çabalar Türkiye sol/sosyalist hareketi ile KÖH’ün iki ayrı hareket olarak olabildiğince ittifak yapması ve desteklemesi biçiminde iken, şimdi ise KÖH’ün bizzat esas aktör olarak bu görevi üstlenmesi söz konusu.

Halk partisi mi? Sınıf partisi mi? Gerek Avrupa’da ortaya çıkmış olan yeni sol formasyonların gerekse de HDP’nin sınıf partileri olmamalarına rağmen taleplerinin özü geniş emekçi sınıflarının sermayedarlar karşısında çıkarları doğrultusunda. Oysa işçi sınıfının ihtiyacı olan, kendisinin kurduğu, kendisi için olan kendi sınıf partisidir. Henüz böyle

Diğer taraftan kapitalizmin krizleri ile birlikte ortaya çıkan koşullar olgunlaştığında da işçi sınıfı kendiliğinden sola kaymayacak. Fakat bir yandan ayakta kalma mücadelesi verirken diğer yandan var olan durumu sorgulayacak ve alternatif arayışlarına girecektir. Gerek işçi sınıfının tarihsel deneyimleri gerekse de bugün yanı başımızdaki Mısır, Suriye ve Irak gibi ülkelerde yaşanılanlardan biliyoruz ki işçi sınıfı pekâlâ din, mezhep, millet gibi yönelimleri alternatif olarak seçebilir. Böyle bir durumda işçi sınıfı birliğini savunan ve onu örgütleyen bir partinin olmayışı felakete yol açar, açmıştır. HDP’nin etnisite, din, mezhep ve farklı yaşam biçimi birlikteliğine vurgu yapması bu bağlamda ayrı bir önem taşıyor. HDP her ne kadar çoğunlukla emekçi ve yoksul kesimlere dayanıyorsa da zayıf da olsa bazı Kürt burjuva ve küçük burjuva kesimlerinin de desteğini alması onun bir burjuva partisi olduğu anlamına gelmez. Esas olan bütünlüktür ve HDP’nin ileride neye evirileceğinin ucu henüz açıktır. Bugünkü verilerden yola çıkarak, eğilimin, HDP’nin yüzde on barajını aşması durumunda Türkiye’de siyasi dengeleri işçi sınıfının lehine etkileyecek olan kitlesel halkçı bir sol parti yönünde olması yönünde olduğu söylenebilir. Bugün HDP’nin önemi onun gelecekte ne kadar sınıf partisi olup olmayacağı tartışması değildir; bilakis işçi sınıfı mücadele sahnesine çıktığında HDP’nin ona yönelip yönelmeyeceği ve işçi sınıfının da yüzünü HDP’ye dönüp dönmeyeceği; HDP’nin parlamentarizme mi sıkışıp kalacağı, yoksa parlamento dışındaki hareketle bütünleşip onunla sokağa çıkıp çıkmayacağı, sokağı da parlamentoya taşıyıp taşıyamayacağıdır.


SOMA İŞÇİ

SINIFI

Sosyalist Alternatif | CWI

Soma, Ermenek, Torunlar… Saymakla Biter mi? Onur TURGUL

Soma, Torunlar, Ermenek, Yalvaç, Yığılca ve daha sayamadığımız ve aynı zamanda unutmadığımız, unutturmayacağımız nice işçi cinayeti… Kar hırsıyla beslenen kapitalist sistem çarkları arasında işçileri acımazsızsa ezmeye devam ederken burjuvazinin bugünkü temsilcisi AKP Hükümetinin çalışma bakanı bize hakkını helal ettiğini söylüyor ve bizden ‘helallik’ istiyor. Peki, hangi birisi için ‘helal’ edelim hakkımızı? 1941 yılından beri ölen 3000’den fazla madencinin ‘helal’liğini kim verecek? ‘Veda’ konuşmasına “Ben bir inşaat işçisinin oğluyum” diyerek başlayan Bakan Çelik’e inşaat iş kolunda sadece 2014’te ölen 423 işçi için kim hakkını ‘helal’ edecek?

komisyonu kurulmasını öneren soru önergesi, 29 Nisan’da TBMM gündemine getirilmesine rağmen AKP milletvekillerinin oylarıyla reddedilmesine kim ‘helal’lik verir?

Ekim 2013’te Soma’daki maden ocaklarında meydana gelen iş kazalarını araştırma amacıyla bir meclis araştırma

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin istatistiklerine göre 3 Kasım 2002’den bu yana 15 bin 70 işçi katledildi. İş cinayetleri

Ya Ermenek? Ermenek’te katledilen 18 madencinin ailelerine verilecek evlerin tapu töreninde partililerin attığı “Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganına karşı “Neyle gurur duyuyorsunuz? Bizim acımız var. Canlarımız gitti. Ne demek gurur duyuyorsunuz?” diyerek feryat eden Zeynep Tokat hakkını ‘helal’ eder mi?

konusunda Avrupa’da ilk dünyada ise 3’üncü sırada yer alan Türkiye aynı zamanda 91 yıllık iş cinayeti rekorunu da kırdı. Burjuvazinin aşırı kar hırsı sonucu AKP hükümetinin uyguladığı taşeronlaştırma ve güvencesizleştirme politikaları nedeniyle her saat 80 iş kazası yaşanırken her gün 4 işçi iş kazasında katlediliyor.

Taşeron işçi sayısı 5 kat arttı Yine İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği’nin istatistiklerine göre 1,5 milyona ulaşan taşeron işçi sayısı son 13 yılda 5 kat arttı. 91 yılın en büyük maden faciasının

13


İŞÇİ SINIFI SOMA Sosyalist Alternatif | CWI

yaşandığı Soma’da 4 farklı türde alt taşeron sistemi uygulandığı ortaya çıktı. Üstelik yasak olmasına rağmen! Özal dönemiyle başlayan neo-liberal politikaların yılmaz savunucusu olan AKP hükümeti 2002’den beri adım adım bu politikaları hayata geçirdi. AKP ile sıçrama yapan taşeron sistemi ile işçiler bir taraftan sendikasızlaştırılıp güvencesizleştirilirken kıdem tazminatından da yoksun bırakılıyor. İş güvenliği ile ilgili tek laf eden işçi ise tüm haklarından yoksun olarak kendisini kapı önünde buluveriyor.

‘Kader’ mi ‘fıtrat’ mı? Taşeron çalıştırmanın en yaygın olduğu alanlardan birisi de inşaat sektörü. İnşaat iş kolunda yaşanan iş cinayetlerinin ardından yapılan yargılamalar da hükümetin iş cinayetlerinin ardından yaptığı ‘kader’ ve ‘fıtrat’ açıklamaları yapılan yargılamalarla örtüşür nitelikte. İstanbul Mecidiyeköy’de, 6 Eylül’de meydana gelen ve 10 kişinin katledildiği asansör faciasında Torunlar GYO’nun sahipleri hakkında takipsizlik kararı verildi. Asansör firması yetkilileri ve iş güvenliği uzmanlarının aralarında bulunduğu 25 kişi hakkında 22,5 yıla kadar hapis cezası isteniyor. Ayrıca hazırlanan iddianamede çok önemli bir detaya da yer veriliyor: Aynı inşaat sahasında bir yıl içinde 20 defa iş kazası yaşandı.

14

www.sosyalistalternatif.com

Soma’da tutuklular mahkemeye getirilmedi! 13 Mayıs’ta Soma’da meydana gelen ve 301 maden işçisinin ölümü ile sonuçlanan facianın sorumluları bir yıl geçmesine rağmen cezalandırılmadı. Bu yazı yazılırken henüz ilk duruşması yapılan ve davaya getirilmeyen 8 tutuklu büyük tepkilere neden oldu. Ölen madenci yakınlarının tepkileri nedeniyle duruşmaya getirilmeyen tutukluların getirilmesi için dava 15 Nisan’a ertelendi. 28 Ekim’de Ermenek’te meydana gelen facianın üzerinden neredeyse 6 ay geçmesine rağmen dava ancak açılabildi. Bu rakamların sadece rakam olarak kalmaması, hesabının sorulması için işçi sınıfının örgütlü gücü şart! Taşeron sisteminin çalışma hayatından sonsuza kadar çıkması, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin sağlanması sendikal örgütlülüğün yükseltilmesi dün olduğu gibi bugün de yakıcı bir ihtiyaç. Örgütlü işçi sınıfının gücü olmadan yaşanan iş cinayetlerinin önüne geçilmesi mümkün görülmüyor. Zira Erzurum’da TEDAŞ işçileri alınmayan önlemler nedeniyle gölette boğulmalarına rağmen yargı ölen işçileri suçlu bularak gerçeği bir kez daha hatırlattı: Adalet ‘Mülkün’ Temelidir.


80 SONRASI

İŞÇİ SINIFI

Sosyalist Alternatif | CWI

1980’den Günümüze İşçi Hareketinin Durumu Erdinç YILDIRIM

Türkiye işçi sınıfı tarihinde pek çok yönüyle önemli bir yer tutan 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi köklü değişikliklere yok açtı. Toplumun en küçük birimlerinin dahi hissettiği bu köklü değişiklikler sınıfsal dengelerde de önemli kaymalara neden oldu. Aynı yıllar aslında sadece Türkiye değil dünyada önemli kopuşların yaşandığı yıllar oldu. 1980’li yıllarda temelleri atılan (Avrupa’da Margaret Thatcher, Amerika’da Ronald Reagan ve Türkiye’de de Turgut Özal’la anılan) neo-liberal politikalar alabildiğine derinleştirildi. SSCB’nin de çökmesiyle artık tüm dünyada sermaye ‘zaferini’ ilan ederek ideolojik bombardımana girişiyordu: “Sosyalizm öldü, yaşasın kapitalizm!” Türkiye özelinde bu neo-liberal saldırılar 12 Eylül darbesiyle başlarken SSCB’nin yıkılmasıyla hız kazandı. İşçi sınıfının kazanımı olan sosyal ve ekonomik kazanımlarını gasp eden burjuvazi işçi sınıfını örgütsüz bir hale getirmeye çalıştı. Özellikle 1980-1984 yılları arasında sınıf mücadelesi adına yaprak kımıldamadı. “Bu yasalarla grev yapılmaz” anlayışı sendikalar ve işçiler arasında yaygınlaştı. Yeni mevzuat uygun biçimde ilk grevler, 1984 yılı sonlarında Dok Gemi –İş tarafından İstanbul’da Yıldırım Tersanesi ve Desan Tersanesi’nde başlatıldı. İki grev de başarılı olamadı.

Karanlığı yırtan grev: Netaş Takvim yaprakları 18 Kasım 1986’yı gösterdiğinde 93 gün süren Netaş Grevi 12 Eylül karanlığını araladı. Sendika ve grev yasalarındaki sınırlamalara ve yasaklara rağmen, Netaş işçileri direnişin sonunda, taleplerini büyük oranda kabul ettirdi. İşçilerin talepleri sadece ücret artışı değil aynı zamanda darbeyle kaybettikleri ekonomik, sosyal ve demokratik haklarını geri almaktı. Netaş Grevi’ni 89 Bahar Eylemleri izledi. 89 Bahar Eylemleri ile buzlar erimeye başlamış Can Yücel’in dediği gibi hava işçiden yana dönmeye başladı. Kamu emekçilerinin sendikalı olma mücadelesi yolunu açan Bahar Eylemleri 30 binden fazla kamu emekçisinin grevine sahne oldu. TEKEL’e bağlı fabrikalar, Haliç ve Camialtı Tersanesi, Taşkızak Tersanesi ve Karayolu işçileri eylemler boyunca çeşitli şekillerde Bahar Eylemleri’ne destek oldu, aktif olarak katıldı.

15


İŞÇİ SINIFI 80 SONRASI Sosyalist Alternatif | CWI

Taşeron çalışma hayatına giriyor Özellikle 80’lerin ikinci yarısından itibaren günümüzde işçi sınıfının en büyük sorunlarından birisi olan taşeron sistemi çalışma hayatımıza girdi. Özellikle Karayolları Genel Müdürlüğü’nde hızla yaygınlaşan taşeron sistemi günümüzde tüm çalışma hayatını saracağının işaretini veriyordu. 4-8 Ocak 1991’de 50 bin maden işçisi ve aileleri, Genel Maden- İş’in aldığı kararı uygulayarak, Zonguldak’tan Mengen’e kadar yürüdü. Çeşitli eksiklik ve hatalara rağmen yürüyüş muhteşem oldu ve tüm demokratik kitle örgütleri ve çeşitli siyasal partiler tarafından desteklendi. 8 Ocak’ta sendika ile hükümetin anlaşması sonucu bitirilen İşçi Yürüyüşü Türkiye işçi sınıfı için yarıda kalan ama çok önemli bir deneyim oldu. 1991’e gelindiğinde ise Körfez Savaşı’nın patlak vermesiyle tüm grevler yasaklandı. Netaş Grevi ile başlayan rüzgâr savaş bahane edilerek bıçak gibi kesildi. Hükümet “Milli Güvenlik” gerekçesiyle 160 grevi erteledi. Bu dönemde DİSK beraat etti ve faaliyetlerine yeniden başladı. 8 yıllık ANAP iktidarı çöktü ve koalisyon hükümeti kuruldu.

16

www.sosyalistalternatif.com

Dünyada ise kapitalist krizler arka arkaya patlak verdi. Türkiye’de 1994 krizi sonrası nispeten toparlanan ekonomi, 1999 ve 2001 yıllarında peş peşe krizlerle sarsıldı. Derin devletin kirli ilişkileri içinde palazlanan kişiler eliyle bankalardaki yüzlerce milyar TL buharlaştırıldı. Sonuçta 2002’ye gelindiğinde ise Türkiye’de işsizlik %11’e yükselirken, bankaların içi boşaldı, dış borcun milli gelire oranı %80’lere ulaştı. 90’lı yıllarda Kürtlere karşı yürütülen kirli savaş en üst seviyelere ulaştı. Pek çok Kürt aydını siyasetçisi öldürüldü. İşçi sınıfı içinde etnik milliyetçi akımlar giderek güç kazandı. 12 Eylül öncesi %5’ler mertebesinde oy alabilen faşist hareket, 1994 ve 1999 seçimlerinde %20’lere ulaşan oy aldı. 1995 yılına gelindiğinde 300 bin kamu işçisi toplu sözleşme görüşmeleri tıkandığı için greve çıktı. Kuruluşunu tamamlayan KESK sık sık Ankara mitingleri düzenleyerek işçi hareketinin ivmesini yüksek tutmaya çalıştı. Ankara mitinglerinin en geniş kapsamlısı 24 Temmuz 1999’da mezarda emeklilik yasa tasarısına karşı yapıldı. Türkiye’nin dört bir yanından 400 bin emekçi emeklilik yaşının 60’a çıkarılmasını engellemek için Ankara’da toplandı. Ne var ki Ecevit hükümeti 17 Ağustos depremini fırsat bilip yasayı meclisten geçirdi.

1990’lı yıllarda işçi sınıfının en önemli kazanımlarından birisi de 12 Eylül generallerinin yasakladığı 1 Mayıs kutlamalarının yasallaşması oldu.

Neo-Liberal politikalar AKP ile devam ediyor! 2000’li yıllara gelindiğinde ise AKP iktidarı ile vücut bulan neo-liberal politikalar artarak devam etti. Kendinden önce uygulamaya konulan ekonomik kriz programına sahip çıkan AKP hükümeti KİT’lerin özelleştirilmesine, işçi ücretlerine enflasyon oranlarının altında zam yapılmasına, taşeronlaştırmaya devam etti. AKP’nin özelleştirme politikalarının artması işçi sınıfı mücadelelerini ‘özelleştirme karşıtı’ harekete çekti. 2002 yılından itibaren artarak devam eden KİT’lerin özelleştirilmesi beraberinde fabrika işgalleri de dahil olmak üzere çeşitli eylem biçimlerini ortaya çıkardı. Aliağa, Petkim, SEKA İzmit, Tekel Adana ve Malatya, Seydişehir Alüminyum işgalleri fabrika işgalleri arasında önemli yer tutar.

80 Sonrası en büyük işçi eylemi Özelleştirmelere verilen tepkilerin en önemlileri arasında yer alan şüphesiz


80 SONRASI

İŞÇİ SINIFI

Sosyalist Alternatif | CWI

TEKEL işçilerinin direnişi oldu. 15 Aralık 2009 tarihinde iş akitleri feshedilen ve 4C’ye geçmeyi reddeden TEKEL işçileri Ankara’ya geldi. 78 gün boyunca Türk – İş Genel Merkezi önünde direnen TEKEL işçileri hep ulusal hem de uluslararası destek gördü. TEKEL işçilerine destek olmak için çeşitli sendika ve demokratik kitle örgütlerinin öncülüğünde 4 Şubat 2010’da tarihinde düzenlenen ‘toplu iş bırakma’ eylemi 80 sonrasında yapılan en kitlesel genel grevler arasında yer aldı.

kararıyla girdi. 120 bin işçiyi doğrudan ilgilendiren toplu sözleşme görüşmelerinin tıkanmasının ardından grev kararı alan Birleşik Metal - İş üyesi metal işçileri 29 Ocak’ta greve başladı. Oldukça coşkulu başlayan grev tanıdık bir biçimde “milli güvenlik” gerekçesiyle ertelendi. Sendika yönetiminin pasif tutumuna rağmen birkaç fabrikada mücadele devam etti. İş yavaşlatma, toplu viziteye çıkma gibi eylemler yapan işçiler kısmi başarılar da kazandı.

Daha önce özelleştirilerek uluslararası tekel olan Oger’e satılan ve başka bir yapı içinde çalışmaya başlayan Telekom işçileri 16 Ekim 2007’de 44 günlük greve çıkarak işçi sınıfı mücadele tarihinde yerini aldı.

2015’in ilk ayları işgal, grev ve eylemlere sahne oluyor. Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın (TPAO) işçileri özelleştirmelere ve işten çıkarmalara karşı mücadeleye başladı. Batman’daki TPAO işçileri 19 Ocakta iş bırakarak, küçültüleceği ve parça parça taşerona devredileceği açıklanan ağır nakliyat ünitesindeki 6 TIR’ın çıkışına izin vermedi. Kayseri’de Boytaş Mobilya Fabrikası’nda çalışan işçilerin eylemleri Merkez Çelik ve Bellona fabrikalarına sıçradı. Sivas’ta Sivas Demir Çelik işçileri aylardır ödenmeyen ücretleri nedeniyle eyleme geçerken Bilecik’te de Yıldız Holding bünyesindeki Söğütsen Seramik işçileri üretimi durdurdu.

AKP iktidarı döneminde irili ufaklı direnişler hiç durmadan devam etti. THY’de Havaİş’in örgütlediği grev ise bunlardan bir diğeri oldu. 15 Mayıs 2013’te başlayan grev 19 Aralık 2013’te bitti. En önemli taleplerden birisi olan “atılan işçilerin tekrar işe alınması” kabul edilerek 305 işçi tekrar işine geri döndü. 27 Mayıs 2013’te başlayan Taksim Gezi Parkı eylemleri sadece Türkiye değil dünyada yankı bulurken işçi sınıfının en geniş katılımlı eylemlerine sahne oldu.

Yeni yılda mücadeleye devam! Geçmişte yaptığı grev ve eylemlerle adlarından çok söz ettiren ve döneme damgasını vuran metal işçileri 2015’e grev

Bugün küçüklü büyüklü çeşitli işyerlerinde işçi direnişleri sürüyor. İş kazalarına, taşeronlaştırmaya karşı yapılan eylemler devam ediyor. Bu eylemler sürerken hükümet işçilerin son kazanımı olan kıdem tazminatını fona devretmeye hazırlanıyor. Bugün içinde bulunduğumuz durumu anlayabilmek, mücadele bayrağını

yükseltebilmek için geçmişte verilmiş mücadelelerden dersler çıkarmak boynumuzun borcu. Hiçbir tarihte kazanılan haklar işçilere altın tepside sunulmamıştır. Kazanılan haklar hep mücadeleyle kazanıldı. Örgütlü işçi sınıfı zaman zaman güçlenip zaman zaman zayıflayabiliyor. Hatta bazı mücadelelerinde yenilgiye de uğrayabiliyor. Sendikaların ve işçi örgütlerinin güçlü olduğu dönemlerde işçi hakları daha kolay kazanılırken “gülme sırası” burjuvazideyken ve işçi sınıfı örgütsüzken kazanılan hakları elde tutmak hayli güçleşiyor. Bugün işçi sınıfı geçmişte kazandığı hakları elinde tutamıyorsa bunda önderliğinden yoksun olmasının etkisi büyüktür. İşçi sınıfının grevleri ‘milli güvenlik’ gerekçe gösterilerek ertelenebiliyorsa, ‘iç güvenlik paketi’ gibi anti demokratik ve gerici yasalar uygulamaya koyulabiliyorsa bu ‘devrimci önderliğin krizi’dir. Kavel, 15 – 16 Haziran Genel Direnişi, DGM Direnişi, 89 Bahar Eylemleri, TEKEL direnişi ve bunlar gibi işçi sınıfı mücadelelerinde köşe taşı oluşturan pek çok mücadele gösteriyor ki mücadelelerin sonucunu işçi sınıfının bilinç düzeyi belirliyor. İşçi sınıfının mücadelelerindeki başarılar, başarıların sürekliliği işçi sınıfının uluslararası devrimci bir önderliğinin varlığına bağlı. Tıpkı Troçki’nin 1938 yılında dediği gibi: “İnsanlığın krizi, devrimci önderliğin krizine indirgenmiştir.”

17


İŞÇİ SINIFI 1 MAYIS Sosyalist Alternatif | CWI

Günlerin Bugün Getirdiği Baskı Zulüm ve Kandır Ancak Bu Böyle Gitmez! Sosyalist Alternatif

İşçi sınıfı tarihsel olarak da büyük öneme sahip olan 1 Mayıs’ı çok ağır koşullar altında karşılıyor. Bugüne kadar örgütlü mücadele ile elde ettiği sosyal hak ve kazanımlarını kaybetmekle kalmadı, kapitalizmin doğduğu yıllardaki çalışma koşullarına geri döndü. Elde kalan tek hak olan kıdem tazminatı ise ha gitti ha gidecek… Bugün taşeron sistemi tüm çalışma yaşamına sirayet ederken bununla birlikte çalışma saatleri de alabildiğine artıyor. Tıpkı Engels’in 1845’te yazdığı ‘İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu’ kitabında bahsettiği gibi bugün 8 saatlik iş günü için mücadele edecek duruma geldik. Bu durum elbette Türkiye’ye özgü bir durum değil. Çin’den Amerika’ya, İngiltere’den Rusya’ya dünyanın her köşesinde işçiler uzun çalışma saatleri altına eziliyor. Çalışma saatlerinin düşürülmesine yönelik verilen mücadeleler sonucu ortaya çıkan ‘1 Mayıs’ için bugün daha büyük mücadelelerin verilmesi gerekiyor.

Çalışma saatleri artarken iş kazaları da artıyor! Çalışma saatlerinin artması iş kazalarını da beraberinde getiriyor. Artan çalışma

18

www.sosyalistalternatif.com

saatleri ve alınmayan önlemler 2014 yılında Soma, Ermenek ve Torunlar gibi toplu iş cinayetleri nedeniyle 1886 işçi, 2015’in ilk üç ayında ise en az 351 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. Hükümet ise en fazla ölen işçilerin ailelerine maaş bağlamakla yetinip yaşananları ört bas ediyor. Bunca işçi ölürken tek damla gözyaşı dökmeyen çalışma bakanımız koltuğunu bırakırken gözyaşlarına hâkim olamadı! 2014’te yaşamını yitiren 1886 işçiden 54’ü çocuktu, 132’si kadın, 53’ü göçmen, 331’i ise emekli ya da emeklilik çağında… Bu rakamlar kayıtlara geçmeyi başarmış olan rakamlar. Ya kayıtlara geçmeyenler?

Yasakçı zihniyet artarak devam ediyor Her geçen gün artan baskılar işçi sınıfının üzerine kara bulut gibi çöküyor. En ufak bir muhalif sesi ‘terörist’ ilan eden hükümet yine işçi sınıfının tek silahı olan grevleri

de bir bir “milli güvenlik” gerekçesiyle yasaklamaya devam ediyor. Son olarak Birleşik Metal – İş’in örgütlediği Metal Grevini erteleyen AKP hükümeti yasakçı zihniyetine bir yenisini daha ekledi. ‘İç Güvenlik Paketi’ ile anti demokratik uygulamalarına tam gaz devam eden burjuvazinin sözcüsü AKP hükümeti bir taraftan da örgütlü işçi sınıfından ne kadar çok korktuğunu gösteriyor.

‘İç güvenlik paketi’ kimin güvenliğini sağlıyor? Bugüne kadar polisin yaptığı illegal işleri artık ‘legal’ olarak yapmasına imkân tanıyacak ‘İç Güvenlik Paketi’ ile polis neredeyse sınırsız yetki ile donatılmış olacak. Savcının haberi dahi olmadan 48 saat gözaltında tutma yetkisinden tutun da ‘olay yerinden uzaklaştırma’ yetkisine sahip olacak polis ayrıca yine savcıya sormadan üst araması yapabilecek. Daha önce valiliğin eylemlere verdiği yasağa


1 MAYIS İŞÇİ

SINIFI

Sosyalist Alternatif | CWI

rağmen eyleme katılmışsak ve ‘suç’ işlememişsek ‘suçlu’ sayılmıyorduk. Yeni yasa ile birlikte valiliklerin yasakladıkları eylemlere katılmak ‘suç’ sayılıyor. En demokratik hakkımız olan toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkımız elimizden alınıyor.

Sendikal hareketin en büyük krizi: iş kolu barajı Sendikal örgütlülüğün dibe dayandığı günlerde 1 Mayıs’a katılımı güçlendirmek hayati derecede önemlidir. ‘En mücadeleci’ olarak bilinen DİSK’in sadece 4 sendikası yüzde 10’luk barajı geçerken hükümetin ve işverenlerin desteklediği sarı sendikalar ise işveren ve temsilcisi hükümetle kol kola hareket ediyor. Fakat tüm bunlara rağmen suç sadece liberalizmin günümüzdeki temsilcisi AKP hükümetinde değil elbette. Kendisine ‘mücadeleci’ diyen ancak bugüne kadar işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren durumlarda kılını dahi kıpırdatmayan sendikalarındır. Son yıllarda gerçekleşen bütün işçi eylem, grev ve direnişlerinde sendika bürokrasisi adeta patronla işçi arasında arabulucu

rolü üstlendi. İşçileri örgütlü bir güç haline getirmeyip onları oyalamayı, mücadeleden uzaklaştırmayı yeğliyor.

Çözüm örgütlü işçi sınıfında Burjuvazi kanlı savaşlarını hemen yanı başımızda devam ettirirken, iş saatlerinin artmasıyla sırtımızdaki sömürü katmerleşirken, anti-demokratik baskılar pervasızca artarken bu gidişe ‘dur’ diyebilecek tek güç örgütlü işçi sınıfıdır. Bugün işçi sınıfına yönelik yapılan saldırılara karşı başta militan sınıf mücadelesi veren sendikalara duyulan ihtiyaç gün gibi ortada. Burjuvazinin işçi sınıfının elinde kalan tek kazanımı olan ‘kıdem tazminatı’na dahi göz dikebilmesi işçi sınıfının örgütünden yoksun olmasından kaynaklanıyor. İşte böylesine önemli bir döneme girdiğimiz şu günlerde işçi sınıfının uluslararası birlik mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ta tüm gücümüzü burjuvaziye göstermeliyiz. Hem tarihsel olarak hem de mücadele bayrağını yükseltmek için sahip çıkmamız gereken 1 Mayıs’ta taleplerimizi tüm dünyada olduğu gibi yüksek sesle haykırmalıyız!

19


ULUSAL SORUN KÜRT SORUNU Sosyalist Alternatif | CWI

Kürt Sorununda “Çözüm” Süreci

Buzluktaki Barış Nihat BOYRAZ

Üç Newroz ve iki yılın ardından çeşitli aşamalardan geçen Kürt sorununda “çözüm” süreci hükümet tarafından Haziran’a kadar şimdilik buzluğa konulmuş durumda. Buzluktan nasıl çıkacağı ve sonrasında ne olacağını da diğer toplumsal konularda olduğu gibi genel seçim sonuçları belirleyecek. AKP Kürt sorununu PKK’nin silahlı mücadeleyi sonlandırmasına indirgerken, çözüm sürecini de iktidarını sürdürme stratejisinin bir taktiği olarak kullanmaya çalışmakta. Ancak gelinen noktada Erdoğan bu süreç boyunca HDP’nin güçlenmesinin kendi politik ajandasını tehlikeye soktuğunu görerek frene bastı. Haziran’da yapılacak genel seçimler, hükümetin Abdullah Öcalan üzerinden yürüttüğü görüşmeler süresince gerçekleşen seçimlerden üçüncüsü ve sonuncusu olacak. Bu yüzden son aylarda KCK temsilcileri hükümetin bir an önce somut adımların atması yönünde ısrar ediyorlardı. Sonunda 28 Şubat’ta içlerinde Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ve İçişleri Bakanı Efkan Âla’nın da bulunduğu hükümet heyeti ile İmralı Heyeti temsilcileri Dolmabahçe Sarayı’nda bir ortak bir açıklama yaparak

20

www.sosyalistalternatif.com

Öcalan’ın PKK’ye Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleyi bırakmayı kararlaştıracak bir kongre toplaması çağrısı yapacağı mesajını ilettiler. Böylece sürece üçüncü bir göz işlevinde bir İzleme Komitesi’nin oluşturulması ve müzakerelere zemin olacak 10 maddeden oluşan ve Öcalan tarafından hazırlanan bir yol haritası taslağı üzerinde de anlaşıldığı deklare edildi. Bu, çözüm sürecinin bugüne kadar geldiği en yüksek aşamayı da ifade ediyordu. Fakat Erdoğan, 14 Mart’ta bir toplantıda sarf ettiği “Şimdi varsa yoksa bakıyorsun Kürt sorunu. Kardeşim ne Kürt sorunu ya. Artık böyle bir şey yok” ifadeleri ile acil duruş frenini çekti. Ardından bu tutumunu defalarca tekrarlayarak ve gerek İzleme Heyeti’nin oluşturulmasını, gerekse de 10 maddenin deklere edildiği Dolmabahçe toplantısını yanlış bulduğunu ifade ederek süreci durdurdu. Erdoğan’ın bu çıkışına rağmen Öcalan’ın mektubu 21 Martta Diyarbakır’da toplanan milyonu aşkın insanın önünde okundu ve öncekilere göre daha kısa olan mektupta Öcalan PKK’ye kongre çağrısında bulunurken Türkiye’ye karşı

silahlı mücadelenin bırakılmasında ise 10 maddelik müzakere taslağına işaret etti. Ayrıca beklenenin aksine bu toplanmasını önerdiği kongre için herhangi bir tarih de belirtmedi.

Oyunun yeniden kurulması gerekmişti Süreç iki sene önce yine Abdullah Öcalan’ın bir mektubunun Newroz’da okunması ve silahlı mücadelenin miadını doldurduğu ifadeleri ile duyurulmuştu. Fakat hükümet ile PKK temsilcileri sonradan ortaya çıkan gizli “Oslo görüşmelerinin” ardından “yeni sürece” gelene kadar Türkiye’de ve dünyada yeni nesnel koşulların oluşması gerekiyordu. Oslo görüşmelerinin ardından 2011 yazından itibaren hükümet Kürt sorununda yeniden askeri yöntemlere döndü ve PKK’ye karşı yoğun ataklara geçti. Özellikle sıradan askerlerin yetersiz olduğu söyleniyor ve yeni profesyonel özel harekat polislerinin PKK ile savaşta kullanılması tartışılıyordu. Yeni konseptin adı Sri Lanka Modeli idi. Bununla Sri Lanka devletinin oradaki Tamil halkının


KÜRT SORUNU

ULUSAL SORUN Sosyalist Alternatif | CWI

bağımsızlığı için mücadele eden Tamil Elam Kurtuluş Kaplanları örgütünü 2009’da hayata geçirdiği “toptan imha” konsepti ile tamamen ortadan kaldırılmasını kast ediliyordu. Ayrıca legal alanda faaliyet gösteren birçok Kürt aktivisti ve politikacı tutuklanırken Abdullah Öcalan ile görüşmeler avukatları da dahil olmak üzere 2013 yılının başına kadar engellendi. Bununla birlikte toplumda ayrışma her fırsatta dışa vururken ırkçılık da kendisini açıktan gösteriyordu. Buna en çarpıcı şekilde Van’da yaşanan depremin ardından tanık olundu. ATV sunucusu Müge Anlı’nın depremzedelere yönelik “… Allah da askerimize polisimize zeval vermesin. Onlara taş atanların da elleri kırılsın. Canımız istediğinde kuş avlar gibi taş atıyoruz. Dağlarda vuruyoruz. Sonra bir şey olunca da asker gelsin, polis gelsin diyoruz. Dengeleri kuralım. Zor günlerde canım cicim. Kuş avlar gibi avlamayalım bunları. O kadar kolay değil. Herkes haddini bilecek...” şeklinde sarf ettiği sözlerle batıdan Van’a ulaşan yardım kolilerinde çerçöp, ırkçı ifadeler yazılı mesajlar ve Türk bayraklarının çıkması, hükümetin Kürt sorununa militarist yaklaşımının topluma nasıl yansıdığının bir başka göstergesi idi. İlk başta belirgin darbeler alan PKK 2012 yazına doğru tekrar toparlanmaya ve üstünlüğü ele almaya başladığını gösteren eylemeler gerçekleştirdi. Öyle ki 2012 yazında PKK Hakkâri’nin Şemdinli ilçesini haftalarca kontrolü altına almıştı. Diğer yandan cezaevlerinde bulunun PKK’li tutsaklar o yılın Eylül ayından kısa süre sonra Türkiye’nin gündemine oturacak olan bir açlık grevi eylemini başlattılar. Bunun üzerin birçok yerde, yüzlerce tutsağın yaşamını ilgilendiren bu grevlerle dayanışma eylemleri gerçekleşti. Aralık ayının sonunda, Erdoğan’ın “İmralı ile görüşüyoruz” dedikten sonra İmralı’ya yapılan ilk ziyarette Öcalan’ın yaptığı çağrı, merkezinde Abdullah Öcalan’a uygulanan tecridin olduğu bu grevleri durdurulabildi. Çözüm süreci de böylece başlamış oldu.

istifa çağrılarında bulunuyor, kırmızı çizgiler koyuyor ve mesele Türkiye ile Suriye arsında adeta bir savaş hali varmış gibi bir görünüm veriyordu. Türk hükümeti hiç vakit kaybetmeden o zamana kadar bir siyasi yapı formatı olmayan Suriyeli muhalif güçlere İstanbul’da toplantılar organize ederek siyasi örgütlenmelerine bizzat ön ayak oldu. Diğer taraftan da özellikle ABD’ye askeri bir müdahale için baskı yapıyordu.

Öte yandan yeni bir görüşme süreci başlamadan önce dünya çapında da büyük sarsıntılar yaşanıyordu. 2011’de Tunus’tan başlayıp kısa zamanda Mısır ve Libya’ya yayılan devrim ve karşı devrimin iç içe olduğu dalga, kısa sürede Suriye’ye de ulaştı. Türkiye özellikle Suriye’de olaylar başladıktan sonra, Esad rejiminin devrilmesi ile birlikte bölgede emperyal bir güç olmak için adeta ellerini ovuşturuyordu. Öyle ki kısa sürede Türkiye bölgedeki gelişmelerin esas aktörlerinden olmaya başladı. Erdoğan, Beşşar Esad’e

Suriye’de meydana gelen durum Türkiye’de başka kaygılar da yaratıyordu. Türkiye’nin yeni kabusu Kürtlerin savaş sonunda Suriye’de Irak’ta olduğu gibi bir statü elde etme ihtimali olmuştu. Bu yüzden Türkiye bir “Kuzey Suriye’yi” engellemek için bir yandan Suriyeli Kürtlerin muhalefete katılımının önüne geçerken bir yandan da Esad’in bir an önce devrilmesi için acele ediyordu. Ne var ki savaşın uzaması ve Esad’in sanılanın aksine yenilmemesi birçok hesabı alt üst ederken Türkiye’nin korktuğunu

başına getirdi. 2012’nin Temmuzunda Kürtler yaşadıkları bölge olan Rojava’yı kendi denetimleri altına aldılar. Ayrıca Kasım ayında ABD’deki başkanlık seçimlerini yine Obama’nın kazanması, Türkiye’nin arzuladığı ABD’nin Suriye’ye bir askeri müdahalesinin kısa vadede gerçekleşmeyeceğini de göstermişti. Türkiye’nin emperyal politikalarının arkasında kuşkusuz bölgede stratejik bir güç olma ve dolayısıyla da bölgede enerji kaynaklarının kontrolünde söz sahibi olabilme arzusu yatıyor. Türkiye bunun için bölgede Sünni-Müslüman kartına oynuyor. Ayrıca yıllar içinde büyük oranda ekonomik ilişkiler geliştirilen ve petrolünün Türkiye üzerinden taşınması tartışılan Mesut Barzani yönetimindeki Irak Kürdistan’ı da tüm bu denklemin başka bir unsuru idi. Bir tarafta Suriye’de Esad ile savaşın uzaması dolayısıyla Kürtlerin yeni statüsünün ifadesi olan Rojava; Irak Kürdistanı ile olan ilişkiler üzerinden Musul

21


ULUSAL SORUN KÜRT SORUNU Sosyalist Alternatif | CWI

ve Kerkük petrollerine erişim çabaları, diğer tarafta ise PKK ile savaş hali: Tüm bu yeni nesnel koşulların oluşturduğu karmaşık denklem içerisinde AKP ve Erdoğan “çözüm sürecine” tekrar döndüler.

Kimse masayı deviren taraf olmak istemiyor Genel hatları ile sürecin yol haritası karşılıklı çatışmasızlık, PKK’li gerillaların Türkiye sınırlarının dışına çekilmesi, hükümetin atacağı bazı demokratik adımlar ile sürecin resmiyet kazanmasının ardından müzakereye geçilip, PKK’nin silahı tamamen bırakıp siyasal hayata dahil olabilmesinin yasal koşullarının sağlanması biçiminde idi. Bu çerçevede PKK gerillaları Mayıs ayında Türkiye dışına çıkmaya başladılar. Aynı zamanda çeşitli aralıklarla Halkların Demokratik Kongresi’nin inisiyatifi ile çeşitli barış konferansları düzenlenerek, barışı alttan inşa edilmesi perspektifi ile çalışmalara başlandı. Hükümet kanadında ise önce süreci tüm bölgelerde anlatılması için tanınmış sanatçı, aydın ve kişiliklerden oluşan

22

www.sosyalistalternatif.com

“Akil İnsanlar Heyeti” kuruldu. Ardından Ekim ayında öncesinde çok propagandası yapılan fakat içeriği hayal kırıklığı yaratan “demokratikleşme paketi” açıklandı. Haziran başında tarihinin en büyük kendiliğinden ve uzun soluklu protestoları olan Gezi direnişini yaşamış olan AKP’nin demokratikleşme yönünde adımlar atmasını beklemenin saflık olacağı da böylece teyit edilmiş oldu.

Aralık’ta yolsuzlukların ifşa eden eski dost- yeni düşman Cemaat ile savaşması gereken nurtopu gibi yeni bir cephe açılmışken, AKP’nin çözüm sürecine hala ihtiyacı olduğu aşikârdı. Bu durumda, bir taraftan hızla ete kemiğe bürünen Rojava’yı Suriye’deki cihatçı grupların eliyle bir şekilde boğmak isterken, diğer taraftan Türkiye’de çözüm sürecini zamana yayma taktiğini izledi.

Nitekim AKP’nin aynı süre içerisinde Kürt bölgelerinde bir yandan “kale-kol” tabir edilen karakollar yapması PKK tarafında kuşku ile karşılandı. 2 Temmuz’da hükümetin karakol yapımını protesto eden halkın üzerine askerlerce ateş açılması sonucunda bir gencin yaşamını yitirmesi güven bunalımını daha derinleştirdi. Sonunda Eylül ayında PKK tarafından yapılan bir açıklama ile hükümetin Kürt sorununun çözümü konusunda adım atmaması nedeniyle gerillaların geri çekilişinin durdurulduğu duyuruldu.

Ancak PKK de benzer bir durumda buluyordu. Bir taraftan Türkiye’de HDP’nin bir Türkiye partisi olması için çabalarken, diğer taraftan AKP’yi bu oyalama taktiğine karşı baskı altında tutması gerekiyordu. Aynı zamanda tüm yoğunluğuyla Türkiye’nin etkisindeki Barzani’ye rağmen Rojava’nın inşasını sürdürürken aynı zamanda bölgeye yönelik askeri saldırıları püskürtme sorunu ile karşı karşıyaydı. İŞİD’in, Irak’ın büyük kentlerinden Musul’u ele geçirmesinin ardından Ezidi Kürtlerin yoğunlukta olduğu Şengal’e ve Rojava’ya saldırıları karşısında HPG gerillaları başat bir rol alırken, Türkiye’ye karşı çatışmasızlık sürecini bitirip tekrar silahlı mücadeleye başlamaları, şimdiye kadar elde edilen kazanımları tehlikeye atmak olurdu.

Bütün bunlara rağmen hükümeti tekrar çözüm sürecine getiren koşullar değişmemiş, bilakis daha da keskinleşmeye devam etmişti. Ajandasında atlatması gereken üç seçim ve ülkede dolaşan Gezi hayaletine ek olarak, 17/25


KÜRT SORUNU

Türk ve Kürt işçi sınıfının birlikte mücadelesi için AKP, iktidarı boyunca diğer birçok konuda olduğu gibi Kürt sorununa da iktidarda kalma stratejisi için taktiksel yaklaştığı çok acıkır. İktidarının ilk döneminde askeri vesayete karşı, gerek başka bir cephede savaşmamak, gerekse de ılımlı politikalarının yaratığı avantajlı atmosfer nedeni ile çeşitli taktiksel zikzaklar çizdi. Kâh Kürt sorunun kabul edip küçük reformlar gerçekleştirdi kâh eski söylemlere döndü. Siyasi çözümden yana olan tek parti algısı ile Kürt seçmenlerin oylarını garantide görürken bilhassa seçime yakın zamanlarda milliyetçilere uzandı. Öyle ki Erdoğan idamdan bahsetmekten dahi geri durmadı. Bir yandan havuç gösterirken diğer yandan sopa ile vurmaya çalıştı. Hiç kuşkusuz AKP bu taktik ile kendine çok yararlar sağladı. Bunun en iyi kanıtı 12 yıl kesintisiz iktidarını bugüne kadar sürdürüyor olmasıdır. Dolayısıyla şu an Kürt illerinde iki partiden biri olan AKP’nin Kürt seçmenlerin oyları olmadan tek başına iktidar olması mümkün değildir. Fakat KÖH (Kürt Özgürlük Hareketi) de Türkiye’ye karşı silahları bırakma

stratejisinden ve buna bağlı olarak da çözüm sürecinden nitelikli kazanımlar elde etti. Her şeyden önce ve en önemlisi KÖH son on beş yıllık süreçte kitlesellik karakteri kazanarak bir halk hareketine döndü. Kürtlerin eşit haklar mücadelesi geri döndürülemez bir biçimde meşruiyet kazandı. Ayrıca her ne kadar önemli bir eşik olan anadilde eğitim meselesi henüz aşılmamış ise de devletin küçük parçalar halinde bile olsa vermek zorunda kaldığı ödünler Kürtlere uygulanan asimilasyon politikalarını büyük oranda iflas ettirdi. PKK’nin Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleyi bırakma stratejisi ile bağlantılı oluşan tüm çatışmasızlık süreçleri işçi sınıfı mücadelesi için de rahatlatan bir etki yaptı. Herşeyden önce Türk ve Kürt emekçilerin birlikte mücadelesinin önündeki bariyerlerin belli bir oranda yıkılmasının koşulları oluştu. Buna 2010 Ankara’da 78 gün direnen TEKEL işçilerinin mücadelesi ve Gezi protestoları iyi birer örnektirler. 2013 Haziranında ortaya çıkan Gezi protestolarının en önemli özelliği, hemen hemen tüm muhalif kesimlerin aynı zamanda yan yana olması idi. Hiç kuşku yok ki bu durumun bir sene önce gerçekleşmesi mümkün olamazdı. Gezi’de sosyalistler ve Kürtlerin, Kemalistler ve kısmen milliyetçi sağcı unsurlar ile omuz omuza değil, fakat aynı meydanda aynı anda bulunmasını mümkün kılan

Öcalan’ın PKK’ye kongre çağrısında bulunurken Türkiye’ye karşı silahlı mücadelenin bırakılmasında işaret etti 10 maddelik müzakere taslağı 1 - Demokratik siyasetinin içeriği tartışılmalı. 2 - Demokratik çözümün ulusal ve yerel boyutlarını tartışmalıyız. 3 - Özgür vatandaşlığın yasal ve demokratik güvenceleri. 4 - Demokratik siyasetin devlet ve toplumla ilişkisi ve bunun kurumsallaşmasına ilişkin başlıklar.

ULUSAL SORUN Sosyalist Alternatif | CWI

çatışmasızlık süreci idi. Bir an Gezi süreci boyunca olası bir çatışma, asker ölümü Gezi’nin sonunu getirebilirdi. Hatta Gezi’de tersten bir durumla karşılaşıldı. Kürtlerin Diyarbakır, Van gibi illerde polise, askere taş atığı için “elleri kırılsın” denilen Kürt çocukları bu sefer neden sokağa çıkıp taş atmıyor diye eleştirildi. Ayrıca HDP mayasının tutması yine “çözüm” süreci ve çatışmasızlık hali ile mümkün olabildi. Demirtaş’ın cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aldığı oylar, bugün Türklerin de bir Kürt liderine/partisine oy verebileceğini kanıtladı. 7 Haziran genel seçimlerinde anti demokratik %10 barajını aşma mücadelesi veren ve Türkiye’deki halkların birlikte mücadelesi nosyonu ile yola çıkmış olan HDP’nin Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş bir demecinde “HDP’nin başarısı silahsızlanmayı kolaylaştıracak sürecin önünü açar” dedi. Demirtaş’ın bu doğru tespitini yine aynı bağlamda “silahsızlanma da Türk ve Kürt emekçi sınıflarının birlikte mücadelesinin önünü açar” şeklinde tamamlamak gerekir. O yüzden barışı Türk, Kürt ve diğer tüm halkların barışı olarak buzluktan çıkarmak için yine Demirtaş’ın ifadesi ile egemenler barış istemese dahi, şu an fiilen sonlanmış olan silahlı mücadelenin tekrar başlatılmaması gerekir.

5 - Çözüm sürecinin sosyo-ekonomik boyutları. 6 - Çözüm sürecinin yol açacağı yeni güvenlik yapısı. 7 - Kadın, kültür ve ekolojik sorunların yasal güvenceleri neler olabilir? 8 - Kimlik tanımı, kavramına ilişkin eşit mekanizmaların geliştirilmesi. 9 - Demokratik cumhuriyet, ortak vatan, milletin demokratik ölçülerle tanımlanması. 10 - Bütün bu demokratik hamleleri içselleştirmeye yarayan yeni anayasa.

23


TARİH ERMENİ SOYKIRIMI Sosyalist Alternatif | CWI

Tarihle Yüzleşememek Elif YILMAZ

“Benim için neler söylediler. ‘Gürcüdür’ diyen oldu. Çıktı bir tanesi afedersin çok daha çirkin şeylerle Ermeni diyen oldu.” *

Ermeni Soykırımının 100.yıl dönümünde söylenecek çok şey var elbet, bunların tamamına bu yazıda yer vermek mümkün olamayacağından ben ulus-devletlerin rolüne kısaca değinerek Türkiye’nin inkar politikasını anlatmaya çalışacağım. Rus ordusu içinde yer alan birkaç gönüllü Ermeni birliğini (bunların mevcudu en fazla 6 bin civarındadır) ve lise yıllarında zararlı cemiyetler olarak öğrendiğimiz bazı Ermeni cemiyetlerinin Ermeni Devleti kurma iddialarını bahane eden hükümet, Talat Bey’in (dahiliye nazırı) defterindeki notlara göre 924 bin civarında Ermeni nüfusu onların hayatları için hiç bir önlem almadan ya da kendi mallarını-önlemlerini alacak fırsatı vermeden tehcir etti. Bu yolculuk halkın çoğu için ölümle sonuçlandı. Yola çıkanların geride kalan malı mülkü talan edilmiş, yolda çeşitli çeteler bu Ermenileri tekrar soymuş, beğendikleri kadınları ve çocukları ailelerinden koparıp almışlardır. Bu kadınlar ve çocuklar daha sonra zorla evlendirilmiş ve Müslüman yapılmıştır. Askerlik çağındaki Ermeniler ise savaş öncesinde ilan edilen seferberlik sırasında askere alınmışlar ancak bunlara silah verilmeyerek amele taburlarında çalıştırılmış ve daha sonra da yok edilmişlerdir. Bu, hikayenin kısaca özetlenebilecek çok yüzeysel bir kısmı, daha detaylı bilgiler için anılara, fotoğraflara bakmak yeterli olacaktır. Ulus-devletlerin milliyetçiliği körüklemesiyle birlikte kendi ırkdaşları için çığlık atanlar, yakınanlar aynı şeyleri bir başkasına reva görebilir oldular, çünkü aslolan

24

www.sosyalistalternatif.com

millettir! Milliyetçilikle yüklü insanlar, bunu yapabilmek için ‘kendinden olmayanı’ ötekileştirmek ve vicdanını susturmak zorundadır. Bunu da insanlar adına düşünen, onlara uygun zemini yaratan ulus-devletler, düşman bir halk/halklar yaratarak uygun ortamı hazırladı. Osmanlı Devleti de benzer bir şekilde Ermenileri milliyetçilikle suçlayarak (!) tüm Ermenileri topyekün bölücü, işbirlikçi ilan ederek aranan fırsatı altın tepside sundu/sunuyor. Örnek vermek gerekirse, ‘savaşı fırsat bilen Ermeniler dış güçlerin desteğiyle bölücü örgütler kurdular, bu topraklara ihanet ettiler’ söylemiyle soykırım savaş koşullarının bir gereği olarak gösterilip hala haklılaştırılmaya çalışılıyor, ancak Doğu’da olan savaş için neden mesela Edirne’deki Ermenilerin de bir tehdit olarak algılandığını açıklama gereği duyulmuyor. Ermenilerin Rus ordularında yer aldığı ya da Ermeni Devleti kurma gayesiyle biraraya gelip cemiyet kurduğu tarihi bir gerçektir, oysa görmemiz gereken bunun tüm Ermeni halkı için geçerli olmadığı/olamayacağı gibi devletin kendi vatandaşının ‘suç’ işlemiş olsa dahi canını korumakla yükümlü olduğu gerçeğidir. Öte yandan hikayenein en kritik noktalarından biri; savaş koşullarındaki siyasi durumdan haberdar olmayan muhtemelen okuma yazma bilmeyen, milliyetçilikten bihaber olan ve devletle tek bağı vergi vermek olan sıradan halkın, köylünün, çiftçinin neden sadece Ermeni olduğu için bu tehcire dahil edildiğidir. Tehcir esnasında neden can güvenlikleri korunup yeterli gıda sağlanmamakla birlikte tüm Ermenilerin neden ve nasıl potansiyel ajan, işbilikçi, bugünün popüler söylemiyle terörist olarak ilan edilip tehcir sırasında linç edilmelerinin meşru kılındığıdır. Bunun altında, aslında devlet gözünde hiç bir zaman ‘Türk’ olamamış, bir Türk kadar güven vermemiş (vergi verse hatta bu ülke için savaşsa bile), potansiyel suçlu olan bir halkın hikayesi yatar. Bu tehcirin soykırım olamadığını, soykırımı amaçlamadığını iddia edenlerin bu noktada bir es vermesi şarttır.

Ulus-devletlerin ortaya çıkışıyla milliyetçilik tüm dünyada körüklendi ve insanlar vicdanlarını susturup milliyetçi duygularını ayyuka çıkardılar. Öyle ki, bir Türk (burada bahsi geçen devlet erkanı ve devlet erkanlığına soyunmuş olanlardır) her fırsatta kendinden daha aşağı görmediğini iddia ettiği milletlere karşı ‘Ne Mutlu Türk’üm diyene’ diye haykırmanın çelişkisini hiç anlayamadı mesela. Asıl hikaye kim olduğumuzdan önce kim olarak göründüğümüzde bitiyor. Hepimiz eşitiz diyen bir yandan da tüm Ermenileri, tüm Rumları ve şimdi tüm Kürtleri bölücü ilan etmek çelişkisini yine göremiyor. Evet bir grup eşit var, ama onlar zaten milletlerini bir kenara bırakmış olanlar. Osmanlı’da haksız vergilere, kötü meslekleri yapıp –bazen zorla yaptırılıp- ses etmeyen Ermeniler ve Rumlar için geçerli. Eşit olduğunu söyler ve buna inanmak istersen sözde eşitsin, ama eşitiz nidalarının alında yatan haksızlığa dair tek kelime ettiğin anda sözde eşitlik yine bozulur. Öyle bir paradoks! Tam da bu noktada ulus-devlet insanların es vermesine mani olmak adına tekrar meydanlarda görünür olur. Kendilerine ait olduğu, kendi kanlarıyla (Türk kanı) kazanıldığı iddiasıyla bir sınır çizip, bu sınırlar üzerinde yaşayan tüm insanlar hakkında “ulusun bekası için” hak iddia edebilirler. Türkiye özelinden bakacak olursak bu soykırımın yıllardır dile getirilip, tarihle yüzleşmeyip resmi olarak özür dilememenin nedeni de yine ulus-devletin sarsılmaz itibarını korumak içindir. Bunun gerekçesini elbet bu açıklıkla dile getiremeyen devlet, halka “vatanına sahip çık, tarihine sahip çık” diyerek karşı propaganda yürütmeyi sürdürerek ‘halkının’ desteğini kazanmayı umuyor; bir yanıyla da halkının başka bir halka düşmanlığını yaratmaya çalışıyor. Bununla bağlantılı olarak bu reddedişin altında bir de, on yıllarca kahramanlaştırdığı, bu vatan için çarpışan şanlı Türk ordusunu hırsız, çapulcu, yağmacı olarak görmek/ göstermek, şimdiye dek şanlı olan Türk devletine ‘katil’ ya da adaletsiz damgasını


ERMENİ SOYKIRIMI

TARİH

Sosyalist Alternatif | CWI

vurmak çelişkisinden kaçınmak yatar. Bu farkındalık yaratılırsa yüce devletin şanlı askerleriyle kurulan şanlı Türk tarihi, yazılan hikayenin bağlamından kopacak yerle yeksan olacaktır. Türk halkı, itibar etmediği bir devlete itaat da etmeyecektir. Ermenileri Türk düşmanı olarak, bölücü olarak, Türkiye’nin ulusal camiadaki itibarını sarsan habisler olarak gösterip, ulus devletin itibarını koruma sorumluluğunu halkıyla paylaşarak elini güçlendirmek istedi. Çünkü milliyetçilik, bu ülke vatandaşına tutunulacak tek dal, kişisel onurun, grurun nedeni olarak sunuluyor ve yeni iktidarla birlikte son zamanlarda dünyaya kafa tutmak pahasına halk milliyetçilik saflarına çağrılıyor. Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e taşınan eli kanlı iktidarlar bu suçu “iyi vatandaş olma” vaadiyle halkıyla paylaşmayı amaçladı. Soykırımın yüzüncü yılına girerken Ermeniler seslerini daha gür çıkarmaya başladıkça, uluslararası düzeyde soykırım tanınmaya başladıkça Türk ulus-devleti lekelendi, Türk devletinin bu inkarı da sesini yükselterek arttı. Oysa bu devletin hiçbir zaman görmek istemediği günümüz iktidarının ise bunu dünyaya karşı bir kafa tutmaya taşıdığı bu süreçte, insanlara milliyetçiliğin tüm dünyada öldüğünü anlatmak çok zor; elbette insan haklarını anlatmak da. İktidarı boyunca arşivleri açmayan, siyasetçilerden başka kimseye söz hakkı tanımayan Erdoğan, bugün bu işi tarihçilere bırakalım, arşivleri açalım diyor. Ermeni Diasporasını, dünyanın her yerinde soykırım iddialarına dayalı kampanyalarla, Türkiye düşmanlığını geniş toplum kesimlerine aşılamaya çalışmakla suçluyor. Kendini bilimsel-uzlaşmacı bir noktaya koyarken, Ermenileri düşmanlık-çatışma yaratmaya çalışan bir noktaya koyuyor. Oysa bugüne kadar tarihçilere arşivlerin sadece belirli bir kısmının açıldığını, yabancı tarihçilere ve muhalif tarihçilere hiç açılmadığını biliyoruz. Bugün Türkiye üniversitelerinde Ermeni soykırımının varlığına dair tek

bir seminer yapılmamış tek bir kitap yayınlanmamışken (sınırlı sayıdakileri hariç tutuyorum, çünkü bu kişilere üniversitelerin/iktidarların tutumunun ne olduğu, nasıl bir baskıya maruz kaldıklarını bu ülkede yaşayan herkes biliyor) geçtiğimiz günlerde Gazi Üniversitesi’nde araştırma görevlilerine katılımın zorunlu olduğu belirtilen bir sempozyum çağrısı yapıldı. Konuşmacı olarak bir askerin katıldığı sempozyumun bilimsellikle ve dahi traihle hiçbir alakası olmadığı aşikardı. Devlet üniversitelerimizden birinde dekanın da katılımıyla tek bir belgeye bile dayandırmadan askerlik anılarını anlatırcasına bilimsel adı altında bir sempozyum yapıp soykırımı yalanlamak bu ülkenin ayıbıdır. Bilimsellikten, tarihten bahseden AKP iktidarının onüç yıllık iktidarı boyunca bu konuda bir adım atmadığının, eski iktidarlardan bir farkının olmadığının kanıtıdır. Erdoğan, kendince makul bir dil kullanarak, işi siyasetten çıkarıp tarihçilere bırakmak gerektiğini vurguluyor. Oysa Ermeni soykırımı sadece tarihçilere bırakılması gereken; siyasetten bağımsız, bugünkü politikaları etkilemeyen, geçmişe ait bir olay elbette değildir. Bir halkın, yaşadığı bölgelerin bir çoğundan silinmiş olması, nüfusunun büyük oranda yok olması, yaşanan ev-okul-kiliselerin bomboş kalmış olmasının bir açıklaması elbet devlet nezdinde yok. Çünkü aynı zihniyet devam ediyor ve halkı da bu düşmanlığa sürüklemeye çalışıyor. Türkiye’yi karalama çalışmalarına karşı ülkesini savunan, Ermenilere düşman bir halk bekleniyor, yaratılıyor. Çünkü Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur. Bunu yaparken yine vatan-millet söylemlerini kullanıyor. Bu topraklarda yaşamış yani bu ülkenin vatandaşı olan Ermeni halkı, en doğal vatandaşlık hakkı olarak gasp edilen, yağmalanan malarının bedelini ve ölülerinin itibarını geri isterken Erdoğan bunu vatan toprağı meselesine taşıyarak (Ermenistan defalarca bir toprak talebi olmadığını dile getirdiği halde) “Verilecek tek bir karış vatan toprağı yoktur ve bir çakıl taşı bile vermeyiz” gibi söylemlerle halkın milliyetçi duygularını körükleyerek, söylediğinin aksine tartışmayı siyasi arenaya taşıyarak sorunu yeniden ve yeniden çözümsüzlüğe sürüklüyor. “Ülkeleri dolaşıp onlara biraz da şöyle para yedirmek suretiyle, Türkiye’nin aleyhine yapacağınız kampanyalardan bir şey kazanamazsınız. Bu kampanyaların nasıl sürdürüldüğünü biz çok iyi biliyoruz.” Ermeni soykırımını yalanlamak üzerine tez yazan ve Türkiye’ye gelen tarih öğrencilerine verilen burslardan

bahsetmiyor ya da üniversitelerde soykırımı yalanlamak için yapılan projelere aktarılan paralardan, herhangi bir bölümde ‘Ermeni Soykırımı vardır’ diyebilecek bir bölümün, hocanın barındırılmamasından, soyıkırımın varlığını ya da yokluğunu tartışacak bir kürsünün dahi olmamasından... Bugünlerde soykırıma dair Türkiye açısından tek gündem; papanın konuşmasında soykırım kelimesini kullanıp kullanmayacağı. Türkiye’nin bugün, Ermeni halkının taleplerinin ne olduğunu, halkın kaybının nasıl giderilebileceğini tartışıyor olması gerekirken ülkenin cumhurbaşkanı kalkıp: “Ülkelerinden kaçan ve bizde bulunan Ermenileri misafir ediyoruz. İstesek deport ederiz ama etmiyoruz. AP kararı bir kulağımızdan girer bir kulağımızdan çıkar” diyerek bir yandan ülkede yaşayan Ermenilere tehdit savrurken öte yandan ne pahasına olursa olsun ulus-devletin uluslararası alanda itibarını koruyacağının mesajını veriyor. Tüm bu hikayeden, restleşmeden sonra kardeşlik-eşitlik nutukları çekmek manasız kalıyor. Devlet eşitlik konusunda da söz hakkını çok güvendiği Türklere ya da Türkleşen, Türklüğü özünde yaşatanlara (Bakınız Ethem Mahçupyan hepimize bunu çok açık bir şekilde ispatladı: “Ermeni olduğumu ispatlama pozisyonunda değilim. Bir Ermeni olarak gerçekte kendimi daha ziyade Osmanlı hissediyorum.” Çünkü bir Ermeni olarak ya da bir Kürt olarak Türkleşilmez!) tanıyor. Kardeşliği ve eşitliği Türklere değil, azınlıklara sormaktır gerçek olan. Bugün hala biri çıkıp kilise duvarına ‘hepiniz Ermeni olsanız ne yazar, birimiz Ogün Samast olduktan sonra’ diye yazabiliyor ve buna rağmen hiçbir şey yapılmayıp dini kardeşlikten bahsediliyorsa burada da başka bir es vermek gerekir. Eşitlik yalanı, bir camii duvarına nefret söylemi içeren ya da içermeyen bir yazı yazıldığında ortaya çıkacaktır. Devletin bu inkar noktada Türk halkının desteğine ihtiyacı var, çünkü soykırımın yaşandığı yerler dışında her yerde soykırıma dikkat çekmek için 23 Nisan’da 19:15 te 100 defa çalacak olan çan sesinin Türk halkının kulağına değmesinden korkuyor. Türkiye’de yaşayan tüm halkların, Ermenilerin uğradığı soykırımı inkar etmeyip onlarla beraber hak talep etmesinden korkuyor. (Öncelikle) Sosyalistlerin ve tüm halkların, bu toprakların kadim halklarından olan Ermenilerin yanında olmaları ve katliamı yaşayan halkın taleplerine sahip çıkmaları tarihi bir zorunluluktur. Mazlumun değil de devletin yanında olmak kabul edilemez.

*Recep Tayyip ERDOĞAN 25


TEORİ KAPİTALİZM Sosyalist Alternatif | CWI

Kapitalizm: Meselenin

Temeli Sosyalist Alternatif

Neden kitlesel işsizlik, düşük ücretler ve yoksulluk var? Neden Suriye, Irak, Afganistan ve birçok yerde savaş var? Küresel ısınma neden var? Kadınlar neden şiddette maruz kalıyor ve erkeklerle eşit değil? Bu ve buna benzer bütün bu soruların cevabı verilmeden insanlığın sorunlarının çözümü mümkün değildir. Bugün teknolojik gelişmenin ve ekonominin geldiği noktada sağlayabileceği olanaklar ile insanların gerçekte içinde bulunduğu yaşam koşulları arasında dağlar kadar mesafe var. Sahip olunan bilgi, teknik ve üretim düzeyi tüm insanlara daha güzel bir dünya için gerekli imkanları sağlayabilecek yeterliliktedir. Bunun için ayrıca yeni bilimsel ya da teknolojik bir devrime bile gerek yoktur. Ne var ki günümüzde insanlığın giyinme, beslenme, barınma, hastalık gibi en temel sorunlarının çözümünden dahi adım adım uzaklaşıldığı çok açık görülüyor. Silahlanmaya ve savaşlara harcanan paranın çok küçük oranıyla sıtma gibi hastalıklar kolayca tarihe karışabilirdi. Bütün insanlar için yeterli miktarda gıda üretimin tüm şartları mevcutken her 3 saniyede bir insan açlıktan ölüyor. GSMH kat kat büyürken işsizlik de büyüyor ve gerçek ücretler düşüyor.

26

www.sosyalistalternatif.com

Peki neden? Çok basit: Çünkü yaşadığımız dünya üzerinde hakim olan ekonomik ve toplumsal düzen için nüfusun küçük bir azınlığının en yüksek oranda kâr elde etmesi her şeyi ifade ederken, insanların büyük çoğunluğunun ve çevrenin ihtiyaçları ise hiçbir önem taşımıyor; çünkü kapitalizmde yaşıyoruz.

Zıt çıkarlar

Her bir işten çıkarmanın, Irak’a, Afganistan’a ya da dünyanın herhangi bir yerine düşen bir bombanın, bir nehre akıtılan her damla zehirli atık suyun, iş cinayetlerine neden olan her tür tedbirsizliğin arkasında belli insanların ya da insan gruplarının kararları vardır. Bu kararları çıkarlar belirler. Herhangi

bir işçiye işten çıkarmalar konusunda fikri sorulsa, karşı olduğunu belirtir. Çünkü bu durumdan hiçbir çıkarı yoktur. Afganistan’da yaşayan insanlara ya da sıradan askerlere fikri sorulsa, savaşa karşı çıkarlar. Çünkü savaştan hiçbir çıkarları yoktur. Fakat işten çıkarmalardan, sosyal hakların kısıtlamalarından, savaşlardan çıkarı olan küçük bir azınlık da vardır: Zenginler ve egemenler. Zengin ve egemen olmak için paraya ihtiyaç vardır; çok paraya,


KAPİTALİZM TEORİ Sosyalist Alternatif | CWI

sermayeye. Yani zengin ve egemen olanlar sermayedarlardır, fabrika, banka, şirket sahipleri ile onların işlerini halleden siyasi partiler ve hükümetlerdeki uzantıları. İşten çıkarmalar az sayıda çalışanla çok kâr elde etmeye yarar; sosyal kısıtlamalar şirketlerin sosyal güvenlik kesintilerini düşük tutarak ve ücretlerin aşağıya çekilmesini sağlayarak çok kâr elde etmeye yarar; savaşlar güçlü devletlerdeki güçlü şirketlerin hammadde, pazar ve ticaret yollarını kontrol altına alarak daha fazla kâr elde etmelerine yarar. Kapitalistler ve kapitalizm yandaşları kâr için üretim tarzından herkesin faydalandığını iddia ederler. Kısaca “bugünün kazancı yarının yatırımı, ertesi günün de istihdam alanıdır” derler. Yalnız, mesele şu ki bu tez yeni değil, bilakis onlarca yıldır ifade edilir ve kârlar şirket sahiplerinin ceplerine akarken yatırımlar ise giderek istihdam sağlayabilecek üretim alanlarına daha az yapılır. Yeni istihdam alanları yerine elimizde olan milyonlardan oluşan yapısal bir işsizlik. Çünkü kapitalizm sadece adaletsiz değil, aynı zamanda işleyebilir de değil.

Kapitalizm krizlere yol açar Kapitalizm sürekli krize gebe ve kaotik bir sistemdir. Üretim toplumsalken, üretilen şeyin kapitalist temel üzerinde banka ve şirketlerin özel mülkiyetinde olmasındaki çelişki; bir dünya pazarı çerçevesi içerisinde şirketlerin ve ulus devletlerin arasındaki rekabet; kâr mantığı gibi nedenlerden dolayı kapitalizm uyumlu bir gelişmeye uygun değildir. Kapitalizmde dengesizlikler, üretim ve kapasite fazlalıkları, borçlanma ve spekülasyon balonları ortaya çıkar. Bu dengesizlikler ve çelişkiler sürekli ekonomik krizler şeklinde kendini dışa vurur. Bu krizler kapitalizm kadar eskidir. Kapitalist sistemin ilk evrelerinde bunlar ekonominin yükselişinin ve genel olarak tüm toplumun gelişiminin kısa kesintileri şeklinde idi. 20. yüzyılın başından itibaren bu evre bitmiştir artık. Kapitalizmin krizi doğuran yapısı ve rekabeti iki dünya savaşına yol açtı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından 1970’li yılların başlarına kadar Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da yüksek büyüme oranlarıyla uzun bir yükselişin yaşandığı istisnai bir dönem oluştu. Bu işçi sınıfının büyük bir kesiminin de yaşam standardının iyileşmesini sağladı -ki bunda yine işçi sınıfının örgütlü baskısı ve kapitalistler tarafından bir tehdit olarak algılanan kapitalist olmayan devletlerden oluşan Doğu Bloku’nun varlığının rolü büyüktü.

Fakat neredeyse kırk yıldır kapitalizm, kendi “normal” haline döndü denilebilir; çöküşe geçti. Ekonomik krizler ekonomik gerilemeye yol açarken yükselme dönemleri ise giderek daha zayıf olma eğiliminde. Artık kriz zamanında ortaya çıkan sorunlar yükseliş döneminde telafi edilememektedir. Pazar ekonomisi yokuş aşağı giderken, kitlelerin yaşam ve gelecek perspektiflerini, umutlarını da kendisiyle birlikte sürüklemektedir. Absürt olan ise krizlerin yokluktan değil, bilakis bolluktan ortaya çıkması. Kapitalizmin yasaları sermaye ile daha fazla sermeye yaratılmasını ister. Sadece kazanç elde edilmesi değil, rekabete tutunabilmek için bunun en yüksek seviyede tutulmasını zorunlu kılar. Ne var ki biriken sermaye yığını için yeterli yatırım seçenekleri de yoktur.

Kapitalist krize yol açan çok çeşitli nedenler vardır. Fakat belirleyici bir biçimde derinde yatan neden, kârın, özellikle de kâr oranının gelişimi, yani kazancın ortaya konulan sermayeye oranıdır. Marx kâr oranının düşme eğiliminin olduğunu ortaya çıkarmıştır. Artı değer ve kârın tek kaynağının insan emeği olması gerçeği bu sonucu doğuruyor. Artı değer ile ifade edilen: Emekçiler bir hammaddeye ya da ön ürüne emek katarak bir değer ortaya çıkarır. Bu değerin bir kısmı emekçilere yaşamlarını sürdürmeleri için maaş ve ücret biçiminde verilir. Geri kalan değer artı değerdir. Malın piyasada satılması ile artı değerden kâr elde edilmesi gerekir. Aralarındaki rekabet baskısı kapitalistleri bir yandan

27


TEORİ KAPİTALİZM Sosyalist Alternatif | CWI

ücretleri aşağı doğru bastırmaya diğer taraftan da makina donanımını güçlendirerek verimliliği yükseltmeye zorlar. Ücret ve maaşlar değişken sermaye; makine, bilgisayar, hammadde vb. sabit sermaye olarak adlandırılır. İkisinin arasındaki denge sabit sermeye lehine gelişir. Kârın/artı değerin tek kaynağı insan emeği yani değişken sermaye olduğu için, bu durumda kâr oranında düşme eğilimi ortaya çıkar. Bu bir eğilimdir, çünkü bu gelişmeler başka gelişmelerle geçici olarak çakışabilir. Mesela, çalışma saatleri uzatılıp ücretler düşürülerek işçi sınıfının sömürülmesi yoğunlaştırıldığında tek kaynağı insan emeği olan kâr oranının yükselmesi sağlanabilir. Ne var ki, netice olarak sabit sermaye birikimi tüm karşı eğilimlere karşı baskın gelir ve kâr oranı düşer. Bu durumda kapitalist için birikmiş sermayesiyle yatırımlar yapmanın bir getirisi kalmaz. Pek tabi ki bu birikimin hiç de küçümsenmeyecek bir miktarını sürekli lüks için harcanır. Fakat esas sermaye, yani daha fazla sermaye birikimi için kullanılan para ya spekülasyona yatırılır ya da elde tutulur.

28

www.sosyalistalternatif.com

Bütün malları ürettiği halde sadece küçük bir oranı ücret olarak alan işçi sınıfı, kapitalistin bu yatırmadığı ve elinde tutuğu sermayeye hiçbir şekilde ulaşamaz. Ayrıca üretim ve kapasite fazlalığı ortaya çıkar, sorun yayılır ve krize dönüşür. Böyle bir krizde sabit sermaye imha edilir. Yani, fabrikalar kapatılır, üretim olanakları ortadan kaldırılır. Sadece bu şekilde yeni bir döngü bir üst aşamada tekrar başlatılabilir. Ekonomik kriz döngülerinin kapitalizmi kaldırmak dışında nihai bir çıkışı ise yoktur.

Küreselleşme ve neoliberalizm Çok bahsi geçen küreselleşme ise sistemin yapısal krizini ve çelişkilerini ortadan kaldırmaz, bilakis onların sonucudur. Savaş sonrası ortaya çıkmış olan “kapitalizmin altın çağı” sona erdikten sonra sermaye kârlı yatırım alanı ararken önündeki bütün bariyerleri kaldırmaya çalıştı: Gümrük bariyerleri, şu hep sözü edilen sosyal devlet, hala kamu mülkiyetinde bulunan ekonomi alanları

vb. gibi. Ayrıca kâr oranını yükseltmek maksadı ile emekçiler üzerindeki sömürüyü yoğunlaştırmak için işçi sınıfı hareketinin kazanımlarına saldırdı. O zaman kadar kamu mülkiyetinde olup sermaye kullanımına sunulmamış alanlar kapitalist pazara entegre edilmek üzere özelleştirildi. Ve yatırımlar yoğunluklu olarak hastaneler, okullar, gıda, ilaç, alt yapı gibi alanlar yerine, daha çok kazanç getiren mali piyasalara aktarıldı. Fakat kapitalizmin çelişkileri bu şekilde ortadan kaldırılmış olmadı, tam tersi bu çelişkiler daha da keskinleştirildi. O yüzden kapitalist sistem bugün 2008’de başlayan dünya çapındaki krizinden hala çıkabilmiş değil. Krizin kurbanları ise yine dünya üzerindeki emekçi, işsiz ve yoksul milyonlar.

Kapitalizm reformla iyileştirilebilir mi? Peki, kapitalizm reformlar aracılığıyla daha iyi bir hala getirilebilir mi? “Sosyal pazar ekonomisine” tekrar dönülebilir


KAPİTALİZM TEORİ Sosyalist Alternatif | CWI

mi? Sendikal ve sol hareket içerisinde aktif birçok kişi, kapitalizmi kontrol altında tutmanın, sosyal yasaları iyileştirmenin, ücretleri yükseltmenin onu kaldırmaktan daha kolay olduğunu düşünür. Sosyalist Alternatif kitle hareketlerinin, özellikle de emekçi hareketinin grev ve genel grevlerinin önemli başarıları getireceği görüşündedir. Kapitalistler kârlarını ve güçlerini tehlikede hissettikleri anlarda kararlı mücadeleler sayesinde ödünler vermeye zorlanabilir.

Kapitalizmin, rekabet savaşının, kâr mantığının yasaları sermaye sahibi egemen sınıfını daima bu ödünleri tekrar geri döndürmeye, çevreyi mahvetmeye, savaşlar açmaya itecektir.

Fakat bankaların ve şirketlerin güçleri temelden kırılmadığı sürece bu ödünler/kazanımlar kalıcı olmayacaktır. Kapitalizmin, rekabet savaşının, kâr mantığının yasaları sermaye sahibi egemen sınıfını daima bu ödünleri tekrar geri döndürmeye, çevreyi mahvetmeye, savaşlar açmaya itecektir. Servetlerinin ve iktidarlarının ciddi şekilde tehdit altında olduğunu gördüklerinde kapitalistler demokratik hakları bir kenara atıp otoriter rejimler kurmaktan da çekinmezler. 1933’te sermayedar kurumları Hitler’i işçi sınıfı hareketini un ufak etmek için başa getirdiğinde, 1973’te Şili’de ABD emperyalizminin Pinochet darbesiyle Salvador Allende’nin sosyalist hükümetini yıktığında ve birçok örnekte olduğu gibi. Bu yüzden gündelik yaşam koşullarımızın iyileştirilmesi uğruna verdiğimiz mücadeleleri kapitalizmi kaldırmak için verdiğimiz mücadele ile birleştirmek zorundayız. Bu mücadelede insanca asgari ücretten, taşeronluğun kaldırılmasına, çevrenin talanına son verilmesinden sendikal haklara kadar yaşamın her alanından taleplerle yer alırız. Bu taleplerin her biri tek tek sistem içerisinde karşılanabilse de bir bütün olarak ancak bugüne kadar baş aşağı duran koşullar ayakları üstüne oturtulduğunda mümkündür. Burada belirleyici olan ise mülkiyet meselesidir. Çünkü bir ekonominin toplumun tamamı tarafından kontrol edilip ve yine toplumun tamamının yararına sunulması ancak o ekonominin tüm toplumun mülkiyetinde olması ile mümkün olabilir.

29


TEORİ SOSYALİZM Sosyalist Alternatif | CWI

şekilde bu noktadan ayrılırlar. Üretimin demokratikleşmesinin en önemli koşulu üretim araçlarının küçük bir azınlığın elinde değil de bütün topluma ait olmasıdır. Bu yüzden büyük bankaların, holdinglerin ve şirketlerin kamu mülkiyetine geçirilmesi sosyalist demokrasinin geliştirilmesinin olmazsa olmazıdır. Fakat bu, sosyalizmde her türlü özel mülkiyetin kaldırılacağı anlamına gelmez. Ne şahsi araba, ne sahip olunan televizyon ne de şahsi konut gibi mülkiyetlerin kaldırılmasıdır söz konusu olan. Elbette sosyalizmde birileri bir şeylerini kaybedeceklerdir, fakat bunlar büyük zenginler, büyük hisse sahipleri ve büyük toprak sahipleri olacaktır.

Sosyalizm nedir?

Ne değildir? Sosyalist Alternatif

Dünya işçi sınıfı hareketinin en büyük devrimci temsilcilerinden Rosa Luxemburg “ya sosyalizm ya da barbarlık” uyarısında bulunmuştu. Bir tarafta her geçen gün küçük bir azınlığın, milyarların yoksulluğu ve sefaleti üzerine servetlerine servet kattığı; diğer taraftan başta Afrika, Asya, Ortadoğu gibi bölgeler olmak üzere açlığın, sefaletin içerisinde, emekçilerin ve yoksulların birbirlerini boğazladığı günümüz dünyasında bu uyarı her zamankinden daha da fazla çınlatıyor kulaklarımızı.

Peki nedir sosyalizm ve ne değildir? Dünya üzerinde şu ana kadar hiçbir yerde sosyalizm var olmadı. Ne Sovyetler Birliği’nde, ne Çin’de, ne de Doğu Bloku’nda. Sosyalizm, çalışan nüfusun demokratik kontrolü ve yönetiminde üretim araçlarının dünya çapındaki ortak mülkiyeti demektir. Sosyalizmde baskıcı bir devlet söz konusu olamaz. Sosyalizm insanların hiçbir baskı altında olmadan özgür birlikteliğidir. Kendini sosyalist olarak tanımlayan devletlerdeki parti bürokrasisi diktatörlükleri sosyalizmin kötü birer karikatürleriydiler. Bunlar Stalinist devletlerdi –Stalin’in ölümünden sonrada öyle kaldılar.

30

www.sosyalistalternatif.com

Sovyetler Birliği’nde, Çin’de ve diğer Doğu Bloku ülkelerinde hâkimiyet işçi sınıfında değildi. Bilakis parti ve devlet bürokrasinin içerisinde ayrıcalıklı bir kesimin işçi sınıfının üzerinde tahakkümü söz konusu idi. Gerçek bir sosyalist toplumda ise gerçek manada bir demokrasi hâkim olacaktır. Bunun anlamı, insanların sadece her dört yılda bir kendisine kimin hükmedeceğini ve aldatacağını seçmesi (burjuva demokrasisinde olduğu gibi) değil, her alanda ekonomik ve idari denetimi sağlayan doğrudan demokrasinin yapılarının oluşturmasıdır. Burjuva-kapitalist demokraside demokratik haklar en fazla bir işletmenin kapısına kadardır. Sosyalist demokrasi ile burjuva demokrasisi birbirilerinden en belirgin

Kapitalizmin yıkılmasından küçük esnaf ve zanaatkarlar da faydalanacaklardır. Çünkü artık büyük bankalar ve rakipler tarafından ezilemeyecekler.

Sosyalist demokrasi Sosyalist bir demokraside ekonomi, yerel yönetimler, eğitim vb. her alanda yönetsel görevleri üstelenecek temsilciler seçilecektir. Bu temsilciler her zaman seçilme ve geri çağrılma durumunda olacaklar. Bu şekilde tabanın sürekli bir denetim ve müdahale koşulu sağlanacaktır. Eğer işletmelerde işçiler, mahallerde mahalle sakinleri, bürolarda çalışanlar, üniversitelerde öğrenciler seçtikleri temsilcilerin/yöneticilerin işlerini iyi yapmadıkları kanısına varırlarsa onları her zaman azledip yerlerine yeni birini seçebilecekler. Yine bu seçilmiş yöneticiler kapitalizmde ve Stalinist devletlerde olagelenden farklı olarak hiçbir ayrıcalığa sahip olmayacak. Alacakları ücret de çalışan nüfusun ücretinin ortalamasına eşdeğer olacaktır. Milletvekilleri, sendika yöneticileri vb. gibi görevleri yürüten kişilerin mali ayrıcalıkları onların belli bir zaman sonra kendilerini yukarılarda bir yerlere koymalarına neden olarak, kaygılarını ve gereksinmelerini temsil etmeleri gereken insanları unutmalarına yol açar. Sosyalizmde, işletmelerde, mahallelerde ve eğitim kurumlarında vb. yerlerde düzenli olarak gerçekleştirilen genel toplantılarla ve her alanda demokratik olarak seçilen komiteler sayesinde halk kitlesel olarak tartışmalara ve alınacak kararlara doğrudan müdahil olur.


SOSYALİZM

TEORİ

Sosyalist Alternatif | CWI

Yerellerden ve işletmelerdeki komitelerden yola çıkarak bölgesel, ulusal ve enternasyonal zeminde delegeler seçilir ve bunlardan yönetim kurulları (hükümetler) kurulması sağlanır. Rus devrimcisi Lenin, bir zamanlar rotasyonu (makamların dönüşümlü işgali) fikrini savunurken, bir aşçının da başbakan olabilmesinden bahsediyordu. Sosyalizmde iş saatleri radikal bir şekilde düşürülüp, tam gün çocuk bakım hizmeti sağlanarak ve eğitim alanı büyük oranda genişlettirilerek tüm insanların tartışmalara ve kararlara katılabilir duruma gelmesi sağlanır. Halktan kopuk ve ayrıcalıklı devlet aygıtı da (polis, asker, yargı) artık varlığını yitirir. İhtiyaç olduğu sürece polis ve yargı görevleri demokratik bir şekilde seçilen mahkeme ve milisler tarafından üstlenir.

Bütün bunlar gerçekleşemeyecek hayaller mi? İster sendikaların ortaya çıkmasına, ister büyük işçi kitle partilerine isterse de çeşitli zamanlarda ortaya çıkmış işçi konseylerine bakın; tarih bize işçi sınıfının her zaman yeniden örgütlenme ve kendi kaderini çizme yeteneğinde olduğunu tekrar tekrar göstermiştir. Günümüzdeki birçok dernek vb. kurumlarda karşılık beklemeden gönüllü olarak faaliyet gösteren milyonların angajmanı bile halkın özyönetim potansiyeline dair büyük bir göstergedir. Özellikle de 1990’lı yıllarda Stalinizmin yıkılmasının ardından burjuva sözcüleri planlı ekonominin mümkün olmayacağını çeşitli şekillerde propaganda ettiler. Demokratik planlı ekonomi insan ihtiyaçlarına göre üretim demektir –ki burada çevre ya da doğanın savunulmasının insan ihtiyaçlarının en başatı olarak anlaşılması gerekir. Bugünkü internet ve akıllı telefon çağında insan ihtiyaçlarının tespiti teknolojinin gelişim düzeyi sayesinde her zamankinden daha olanaklıdır. Aslında kapitalizmde de plan yapılır. Hatta büyük şirketler pazar araştırmaları gibi alanlara sel gibi para aktarırlar. Fakat kapitalizmde firmalar planlamayı birbirilerine karşı yaparlar. Sosyalizmde ise elbirliği en yukarılara taşınırken rekabet kaldırılır.

Burada bahis konusu olan sadece kim hangi çeşit bir ayakkabıyı istiyor ya da yeterli çeşitlikte peynir ihtiyacının giderilebilmesi değildir. Bilakis, sadece demokratik olarak planlanan bir ekonomide bilim ve teknoloji araştırmaları insanların gerçekten ihtiyacı olan alanlarda yoğunlaştırılabilir: Doğanın yıkımının durdurulması, açlığın ortadan kaldırılması, kanser ve benzeri diğer ölümcül hastalık ve salgınlarla mücadele. Silahlanmaya son verilmesi, reklam ve ambalaj gibi gereksiz sektörlerin ortadan kalkması ve bilimsel bilgiye herkesin erişimi sağlanmasıyla bu alana daha fazla para ve bilginin aktarılmasının koşulları yaratılmış olacaktır.

Stalinizm Sosyalizmin aslında iyi bir şey olduğu fakat uygulanamaz olduğu özellikle Sovyetler Birliği ve Doğu Blokunun dağılmasına istinaden sıkça duyulan bir argümandır. Oysa bu ülkelerdeki deneyimlerin bize gösterdiği şey sadece, sosyalizm için demokrasinin zorunlu olduğu ve kalıcı olabilmesinin de dünya çapında hayata geçirilmesine bağlı olduğudur. 1917 Ekim Devrimi’yle işçi sınıfı Rusya’da kapitalizmi kaldırıp sosyalizmi inşa çabasına girdi. Devrimden sonraki ilk dönemde yeni sovyet işçi devleti insanlık tarihinin bu zamana kadar olagelmiş en demokratik toplumuydu. Fakat Rusya işçi sınıfı kısa süre sonra baskı altına girdi. Birinci Dünya Savaşı sırasında zaten kötü bir konumdayken, Rusya’nın

sermayedarları ve onların emperyalist ülkelerdeki kapitalist dostları yeni işçi devletini ekonomik ve toplumsal koşullarının daha da kötüleşmesine yol açacak olan bir iç savaşa sürdüler. Birçok işçi önderi ve kadroları bu savaş sırasında hayatını kaybetti; ekonomi çöktü; açlık ve kıtlık baş gösterdi. Üstüne üstlük o zamanlar, daha çok köylülüğün hâkim olduğu bir toplum olarak kültür ve eğitim seviyesi oldukça düşüktü. Bu yüzden işçi sınıfı açısından ekonominin ve toplumun demokratik denetimi ve yönetimini oluşturup hayata geçirme imkan ve şartları oldukça kötüydü. Yeni devlet bu koşullar içerisinde eski Çarlık devletinin memur ve idari kadrosunu devlet dairelerine geri almak zorunda kaldı. Onların işlerini yapmaları sağlamak için de kısmen daha yüksek maaşlarla motive etmek zorundaydı. Devrimin en önemli liderleri Lenin ve Troçki bu durumun farkındaydılar. Bundan dolayı daima Rusya’da işçi iktidarının hayatta kalabilmesinin Avrupa’da başarılı bir sosyalist devrimin desteğine bağlı olduğunu vurguluyorlardı. Fakat bu gerçekleşmedi. Almanya, Macaristan, İtalya’da devrimler işçi sınıfı adına yenilgiyle sonuçlandı. Sovyet Rusya’sı izole kalıp zayıf düştü. Rusya’nın bulunduğu bu şartlar içinde Bolşevik Parti ve devletin üst kademeleri arasında bürokratik ayrıcalıklı elit bir kesim gelişmeye başladı. Stalin, bu bürokratik kastın kişileştirilmiş figürü oldu. Ama Stalin’in ölümünden sonrada toplumun

31


TEORİ SOSYALİZM Sosyalist Alternatif | CWI

yapısında temelden bir değişiklik söz konusu olmadı. Bu bürokrasi, planlı ekonominin uygulandığı bir ülkede bir kanser hücresi gibiydi. Her türlü demokratik tartışma, seçimler ve kararlar bu bürokratik kast tarafından engellendi. Ve giderek halkın çoğunluğunun çıkarlarıyla çelişik, muhafazakâr ve yolsuzluklarla dolu bir devlet ortaya çıktı.

Planlı ekonomi kalkınmaya yol açtı Diğer taraftan SSCB’de kapitalizm 1989/90 yıllarına kadar ortadan kaldırılmıştı. Ekonomi rekabet ve kar mantığı üzerinde kurulu değildi. Bundan dolayıdır ki Sovyetler Birliği hatrı sayılır derecede gelişme gösterdi ve insanların temel ihtiyaçları Stalinist devletlerde garanti edilebiliyordu. Buradan hareketle Stalinizmin çarpıklığına rağmen planlı ekonominin üstünlüğü görülebilir. Ya da tersten, Stalinizmin yıkılmasından sonra yaşananlara bakarak da aynı sonuca varılabilir. Çünkü seyahat özgürlüğü -ki parası olamayan için yine bir şey ifade etmiyor, coca-cola, internet ve diğer tüketim maddelerini bir tarafa bırakırsak, kapitalizme geçiş bu devletlerde kitlesel işsizlik, yoksulluk, sosyal güvencesizlik ve fuhuş getirdi. Sosyalist Alternatif ve İşçi Enternasyonali Komitesi (CWI) Stalinizmin uzlaşmaz karşıtlarıdır. Biz Leo Troçki’nin ve onun öncülüğünde kurulup 1920’lerden beri Sovyetler Birliği’nde devletçi planlı ekonomi üzerine inşa olan bir işçi demokrasisi için mücadele eden “Sol Muhalefet” ve IV. Enternasyonal’in geleneğini savunuyoruz.

32

www.sosyalistalternatif.com

Tek-parti rejimi ve idareci ayrıcalıkları hiçbir zaman gerçek sosyalistlerin hedefi olmamıştır. Hele de Stalinizm deneyiminden sonra Sosyalist Alternatif tarafından her zaman reddedilecektir.

Sosyalizm ulaşılabilir midir? Kapitalizmde üretim araçlarını elinde bulunduran küçük bir azınlığın, hayatta kalmak için elinde emeğinin dışında bir aracı bulunmayan büyük çoğunluğun üzerinde hükümranlığı söz konusudur. Toplumun çoğunluğunun denetimi ve yönetimi altında olacak olan bir toplumsal sisteme ise ancak toplumun çoğunluğu aracılığıyla ulaşılabilir. Kapitalizmi yıkıp yerine başka bir toplum inşa edecek güç, emekçi sınıfıdır. Çünkü o, ekonomide üretim sürecindeki konumundan dolayı belirleyici bir yere sahiptir. Sadece, sermayedarı grev ile can evi olan kârdan vurmakla kalmayıp, fabrika işgalleri ve işyeri komiteleri aracılığıyla bütün ekonomiyi özel mülkiyetinde bulunduranların elinden kendi eline de alabilir. Çünkü sosyalizm dediğimizde bir hükümet değişikliğinden değil, mülkiyet rejiminin değişmesinden ve insanların kendi kendini yönetmesinden bahsediyoruz. Kapitalizm bir tek işçi sınıfının bilinçli eylemliliği ile aşılabilir. Bankaların ve şirketlerin iktidarını kırıp sosyalist bir topluma doğru ilk adımı atmak için grev, genel grev, işyeri işgalleri ve ayaklanmalar gereklidir. Bir başka deyişle, devrim gereklidir.

Devrim, iktidar ve mülkiyet ilişkilerinin çoğunluk tarafından bilinçli değiştirilmesi demektir. Devrimler örgütler ve partiler tarafından yapılmazlar, bilakis devrimler toplumsal çelişkilerin sonucudurlar ve kitleler tarafından başlatırlar. Fakat bir devrimin başarılı olması için bir programa, bir örgüte ve bir liderliğe ihtiyacı vardır. İşte bu yüzden güçlü bir Marksist örgütün de inşası gereklidir.

Sosyalist düşüncenin gerekliliği Günümüzde işçi sınıfı, çıkarlarını kararlılıkla kollayan ve sosyalist bir dönüşümü hedefleyen güçlü bir partiden yoksundur. Her ne kadar işçi sınıfı içerisinde kapitalist koşullardan rahatsızlık ve giderek sosyalist düşüncelere sempati artsa da, belirgin bir sosyalist bilinçten henüz söz edilemez. Yine de daha yüksek ücret için yapılan grevlerden, doğanın kâr uğruna talanına karşı gerçekleşen protesto dalgalarına kadar, taşeronluğun kaldırılmasından her türlü demokratik hak kısıtlamalarına karşı verilen mücadelelere kadar her konuda her gün işçilerin, işsizlerin, kadınların, gençlerin kapitalist sistemin çelişkileriyle yüz yüze geldiği mücadelelere tanık oluyoruz. Tüm bu mücadele ve hareketlerin başarıya ulaşabilmesi için güçlü bir örgüt ve doğru biçimde dönüştürücü fikirler gerekli. Bu yüzden biz de Sosyalist Alternatif ile sosyalist fikirleri bu mücadelelerin içine taşıyan bir Marksist örgüt inşa ederek, kitle hareketlerini başarıya götürecek talep ve stratejiler geliştiriyoruz.


SYRİZA

DÜNYA

Sosyalist Alternatif | CWI

SYRİZA, Seçimler ve Sonrası Coşku MIHÇI

Yunanistan’daki ekonomik sorunlar ve sermaye sınıfının Yunanistan ve Avrupa Birliği düzlemindeki direnişi, SYRİZA gibi seçimlerde büyük bir halk desteği almış, ki bu destek şuan artmaktadır, bir partinin Yunanistan halkı ile birlikte, Avrupa’daki işçi sınıfının desteğini de alarak, yapacağı sistematik bir mücadeleyle çözülebilir. Ancak şuan, SYRİZA kolay ve sermaye sınıfı ile uzlaşan bir ‘çıkmaz’ yolu tercih etmektedir.

SYRİZA, Yunanistan ve küresel ekonomik krizi Yunanistan son 70 yılda, üç önemli sosyoekonomik kırılma dönemi geçirdi. Birinci kırılma, İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan Faşist Nazi Almanyası’nın Yunanistan işgalidir. 1941’de başlayan bu işgal ile Yunanistan Kralı Londra’ya, Hükümet ise Kahire’ye sığınmıştır. 19411944 arasındaki işgale karşı Kraliyet yanlıları ve Komünist milisler silahlı direniş göstermiş ve 1944 yılında silahlı direnişle işgal geri püskürtülmüştür. Oluşan iktidar boşluğundan yararlanarak, Kraliyet yanlısı İngiliz-ABD destekli silahlı politik örgütlenmelerin mi, Komünist silahlı örgütlenmelerin mi iktidarı ele geçireceği sorunu 1944-1949 arasında Yunanistan’ı iç savaşa sürüklemiştir. Stalinist Sovyetler Birliği yönetimininbürokrasinin İkinci Dünya Savaşı’nda İngiliz ve ABD emperyalizmine karşı takındığı uzlaşmacı tutum, Yunanistan’daki iktidar mücadelesinin kaderini belirlemiştir. İç savaştaki en etkili öznelerden biri olan Yunanistan Komünist Partisi(YKP) Sovyetler Birliği’nin etkisiyle iktidarı alabilecek güçteyken, iktidarı Krallık yanlısı

İngiliz-ABD destekli politik örgütlenmelere dolaylı yoldan teslim etmiştir. İkinci kırılma ise, 1967-1974 arasında Yunanistan’da iktidarı elinde tutan Albaylar Cuntası’nın iktidarı kaybetmesine yol açacak olan 1973’te Atina Politeknik Üniversitesi’nden başlayan toplumsal ayaklanmadır. Bu ayaklanma sonucunda, Albaylar Cuntası iktidarı terk etmek zorunda kalmış, Krallık ilga edilmiş ve Yunanistan demokratik bir yönetime doğru yol almaya başlamıştır. Üçüncü Kırılma ise, 2006’da eğitim reformuna karşı üniversitelerdeki işgal dalgasıyla başlayan, 2008’de Alexandros Grigoropoulos’un polis tarafından öldürülmesine karşı başlatılan protestolarla devam eden, 2010-2012 arasında, 2008’de başlayan küresel ekonomik kriz ve Troyka’nın krizi derinleştiren politikaları nedeniyle, en yüksek noktasına ulaşan toplumsal gösteriler ve son 4 yılda 32 kez ilan edilen bir ve iki günlük genel grevlerle, bugün de devam eden, SYRİZA’yı iktidara taşıyan süreçtir. Bu süreç, Yunanistan siyasi hayatını 1974’ten bu yana domine eden iki burjuva partisini,

PASOK ve Yeni Demokrasi, adım adım siyaset sahnesinden silmiştir. 2009 genel seçimlerinde PASOK ve Yeni Demokrasi toplamda oyların %77’sini alırken, 2015 genel seçimlerine geldiğimizde PASOK ve Yeni Demokrasi toplamda oyların sadece %30’unu alabilmiştir ve bu aşağı yönlü eğilim halen devam etmektedir. Bu nedenle, Yunanistan’daki siyasal atmosfer son 6 yılda kökten değişmiştir. Yunanistan’da yaşanmakta olan üçüncü sosyo-ekonomik kırılma sürecinin arkasında yatan iki temel neden vardır. Birinci neden, 1981 yılında Yunanistan’ın Avrupa Birliğine girişi ve bunu takiben 2001 yılında ulusal para birimi Drahmi’nin kullanımının sona ermesi ve Avro para biriminin kullanılmaya başlamasıyla Yunanistan’ın Avro bölgesinin bir parçası olmasıdır. İkinci neden ise, 2008’de ABD’de başlayarak bütün Dünya’ya etkileri hızla yayılan 2008 Küresel Ekonomik Krizidir, bu krizin etkileri halen Dünya’nın birçok bölgesinde hissedilmekte olup, kriz tam anlamıyla sona ermemiştir. Yunanistan’ın Avrupa Birliği’nin parçası olmasıyla birlikte Yunanistan bütün Dünya’da, özellikle de Avrupa çapında,

33


DÜNYA SYRİZA

Sosyalist Alternatif | CWI

dolaşan finansal ya da sabit sermayenin ülkeye girişi çıkışı konusunda denetimini tamamen kaybetmiştir. Avrupa’da ve Yunanistan’da, üretilen mallara yönelik gümrük politikası uygulayamaz hale gelmiştir. Avrupa’dan Yunanistan’a ve Yunanistan’dan Avrupa’ya yapılan çalışan göçlerini düzenleyebilme ihtimali kalmamıştır. Yunanistan’ın Avro-Bölgesinin parçası olmasıyla birlikte, Yunanistan devletinin diğer Avrupa ülkelerinden bağımsız parasal politikalar, kur ve faiz politikaları ve bankacılık düzenlemeleri yapması imkânsız hale gelmiştir. Avrupa Birliği ve Avro bölgesi projesi, temelde Avrupa çapında ekonomik birliği amaçlayan ve bu ekonomik birliğinin sürdürülmesini destekleyen kısmi bir politik birliği sağlama denemesidir. Ekonomik gelişmişlik, sermaye birikimi seviyesi, finansal sektör hacimleri ve Dünya piyasasını kontrol etme güçleri konusunda büyük eşitsizlikler olan farklı Avrupa Devletleri’nin ekonomik birlik oluşturması, ekonomik olarak güçlü olan Almanya, Fransa ve İngiltere gibi devletlerin ve bu ülkelerin burjuvazilerinin gücünü artırmasına neden olurken, ekonomileri görece daha güçsüz olan, ancak özgün bir ekonomik problemleri olmayan, Yunanistan, İspanya, Portekiz ve İrlanda gibi devletlerin, bu ülkelerin burjuvazilerinin ve ekonomilerinin göreli olarak güç kaybetmesine, sistematik sorunlar yaşamasına neden olmuştur. Bu sorunlar, Yunanistan, İspanya, Portekiz ve İrlanda gibi ülkelerde 90’lar ve 2000’ler boyunca adım adım kendini göstermeye başlamıştır. Geçmişte kurulu olan ekonomik düzenleri bozulmuş ve borç yükleri hızla artmaya başlamıştır.

34

www.sosyalistalternatif.com

2008 Küresel Ekonomik Krizi ile birlikte bütün bu sorunlar artarak yüzeye çıkmıştır. Yunanistan ekonomisi iflasın eşiğine gelmiştir. Yunanistan ekonomisinin 2008 Küresel Ekonomik Kriz nedeniyle iflasın eşiğine gelmesine karşın, Yunanistan Devleti’nin bu krize karşı uygulayabileceği elinde çok az ve etkisiz ekonomik politika seçenekleri vardı. Bu nedenle, iflası önlemek için Avrupa Birliği, IMF ve Avrupa Merkez Bankasından oluşan üçlü Komisyon, Troyka, Yunanistan’a yüklü borçlar verildiği ve karşılığında Yunanistan işçi sınıfına karşı büyük bir saldırı politikası içeren, ‘kurtarma paketleri’ önermiştir. Bu paketler, Yunanistan’da yıllarca değişmeli şekilde hükümetleri kuran PASOK ve Yeni Demokrasi, YD, partileri tarafından son dört yıldır harfiyen uygulanmıştır. Bu politikalar Yunanistan’daki ekonomik krizi daha derinleştirmiştir. Yunanistan Devleti’nin borç yükü her geçen yıl azalacağına daha da artmış; Yunanistan’da 2009’da başlayan ekonomik krizin kesintisiz bir şekilde bugüne kadar sürmesine neden olmuştur. Yunanistan ekonomisi son 6 yılda %30 küçülmüştür. Yunanistan işçi sınıfının kazanılmış bütün hakları elinden alınmış, maaşlar düşürülmüş, işsizlik %30’lar seviyesine çıkmıştır. Bu duruma karşı, diğer ülkelere kıyasla göreli olarak geçmişten bu yana daha örgütlü ve mücadeleci olan Yunanistan işçi sınıfını ve Yunanistan sosyalist hareketi büyük bir mücadele göstermiştir. Bu mücadele, PASOK ve YD gibi Yunanistan siyaset tarihinin son 40 yılını kontrol eden partilerin altını oymuş ve Yunanistan’da politik bir krizin

de ortaya çıkmasına neden olmuştur. Son altı yıldır derinleşerek devam eden hem ekonomik hem politik kriz, Yunanistan’ın sosyo-ekonomik ‘düzen’ini alt-üst etmiştir. Bu süreç, SYRİZA, KKE ve ANTARSYA gibi radikal sol partilerin güç kazanmasına neden olurken, geçmişte önemli bir tabanı ya da gücü bulunmayan Altın Şafak gibi açıkça faşist olan bir partinin de güç kazanmasını neden olmuştur. SYRİZA, Radikal Sol Koalisyon, 1991 kurulan Synaspismos isimli sol örgütün öncülüğünde, 2004 Yunanistan genel seçimleri öncesinde birçok diğer sol örgütle birlikte kurulan bir partidir. SYRİZA 2004’ten 2013’e kadar birçok sol örgütün koalisyonundan oluşan bir partidir ve bu on yıl boyunca birçok sol örgüt SYRİZA’ya katılmış veya ayrılmıştır. 2013’te yapılan SYRİZA kongresiyle partinin içinde bulunan sol örgütlerin, parti içindeki örgütsel varlığına kongre kararıyla son verilmiş ve tek bir ‘birleşik’ örgüte-partiye dönüşmüştür. SYRİZA 2004, 2007 ve 2009 Yunanistan genel seçimlerinde, seçim barajı %3’tür, %3 ile %5 arasında değişen oylar alarak meclise az da olsa milletvekili sokabilmiştir. Aleksis Çipras, 2009 yılında partinin genel başkanı seçilmiştir. SYRİZA, küresel ekonomik krizin Yunanistan halkı üzerindeki olumsuz etkilerinin giderek arttığı 2012 yılında, yapılan üst üste iki genel seçimde oylarını sırasıyla %16 ve %26’ya çıkarmıştır. Bu durumun nedeni ise, Yunanistan halkının kemer sıkma paketlerini destekleyen ve Troyka ile anlaşan partilerinde uzaklaşmak olması ve kemer sıkma paketlerine ve Troyka ile yapılan anlaşmalara karşı çıkan partilere desteğini arttırmakta olmasıdır. 2012


SYRİZA

DÜNYA

Sosyalist Alternatif | CWI

genel seçimlerinden itibaren SYRİZA seçimlerden ikinci parti olarak çıkarak, ana muhalefet partisi olmuştur.

2015 Yunanistan genel seçimleri Yunanistan’daki ekonomik kriz ve buna bağlı politik kriz nedeniyle iktidardaki YD ve PASOK koalisyonu, 2011 seçimlerinden sonra süreç içerisinde birçok milletvekilinin istifası ya da ihracıyla, milletvekili sayısında azalma yaşadı. 2014 Aralık ayında Yunanistan Meclisi’nde yapılması gereken olağan Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinde, Cumhurbaşkanı adayının 300 sandalyeli mecliste 200 milletvekilinin desteğini alması gerekiyordu. Ancak ne YD-PASOK koalisyonu ne de muhalefet partileri 200 milletvekilinin desteklediği bir aday gösterilebildi. Bu nedenle, Yunanistan Anayasası’na göre erken genel seçimlere 25 Ocak 2015’te gidildi. 25 Ocak erken seçimleriyle birlikte, SYRİZA %9,45 oy artışıyla %36,5 oy alarak 149 milletvekili çıkararak, birinci parti oldu ancak iki milletvekili farkla tek başına iktidar olamadı. PASOK ve YD toplamda geçen seçime göre %10 oy kaybı yaşadı. Seçimlerin geneline bakıldığında Yunanistan halkı kemer sıkma paketlerini destekleyen ve Troyka ile anlaşan partileri cezalandırmış, aynı şekilde kemer sıkma paketlerine ve Troyka ile yapılan anlaşmalara karşı çıkan partilere desteğini arttırdı. Bu nedenle, seçimlerden birinci parti olarak çıkan SYRİZA’nın seçim programını

incelemek önemlidir. SYRİZA’nın seçim programı olan ‘Selanik Programı’nın temeli, SYRİZA’nın seçim sonrası uygulayacağını söylediği ekonomik vaatlere dayanmaktadır. Bu ekonomik vaatlerin temeli Troyka’nın kurumsal olarak müzakere tarafı kabul edilmeyeceği, ancak ‘bütün Avrupa ile yapılacak borç müzakereleri’ planına dayanıyor. ‘Selanik Programı’ Yunanistan’ın Avro Bölgesi’nden ve Avrupa Birliği’nden ayrılmasına karşı çıkıyor ve Yunanistan Devleti’nin borçlarının müzakerelerde karşılıklı olarak kabul edilecek kısmının belirli şartlar altında ödenmesini destekliyor. Bu şartlar ise temelde, borçların müzakerelerde belirlenen kısmının geri ödemesinin bütçe fazlasıyla değil de büyümeyle finanse edilebilmesi için ‘büyüme şartının’ getirilmesine dayanıyor. Bunun yanında ‘Selanik Programı’nda, kamu yatırımları için Avrupa Yatırım Bankası’nın kaynak sağlayacağı yeni bir “Avrupa Anlaşması” yapılmasını; toplu sözleşmelerin yeniden etkin hale getirilmesini, tüketimi ve talebi arttırmak için emekli ve çalışan maaşlarını kademeli olarak arttırılmasını öngörüyor.

Seçimlerden sonra SYRİZA’nın tutumu Yunanistan’daki genel seçimlerden birinci parti olarak çıkan ama tek başına hükümet kuracak sandalyeye sahip olamayan SYRİZA, seçimlerinin ardından koalisyon kurma görüşmelerine başladı. SYRİZA, Yeni Demokrasi’den ayrılan ve dolayısıyla kapitalist sisteme sadık, sermaye mantığının ve onun ‘piyasa güçlerinin’ nüfuz etmiş olduğu Bağımsız Yunanlar

Partisi ile birlikte koalisyon hükümeti kurdu. SYRİZA, bu yönde hareket etmeden önce, sol bir koalisyon hükümetinin olanaklılığı üzerine bir tartışma yürüttü. YKP, SYRİZA ile herhangi bir işbirliğini ve hatta SYRIZA hükümeti için güvenoyu vermeyi dahi reddetti. YKP’nin, SYRİZA öncülüğündeki hükümet ile işbirliğini ve hükümete destek için verilecek güven oylamasını reddetme yönündeki duruşu, YKP liderliği tarafından yürütülen seçim kampanyası sürecinde pek çok defa açıkça dile getirilmişti. SYRİZA içinden edinilen bilgilere göre, Çipras, YKP’nin genel sekreteri Koutsoumbas ile seçim sonuçlarının açıklandığı gece telefon görüşmesi yapmış ama ardından Çipras ile buluşma teklifi reddedilmiştir. Bu durumu gören SYRİZA önderliği, YKP’den almış olduğu ret kararının ardından, Bağımsız Yunanlar ile işbirliğine gitti. Bu noktada, pek çok Yunanlı, bu kararı eldeki tek seçenek olarak görüyor ve bu durumun YKP’nin tutumu sonucu ortaya çıktığını düşünüyor. Buna karşın, SYRİZA’nın halk tabanı ve pek çok işçi için, bu hükümetin istikrarsız olacağı aşikârdır. Başlangıç sürecinde Bağımsız Yunanlar, muhtemelen halka hitap eden bazı politikalar ve rahatlatıcı tedbirler almaya yanaşacaktır. Hali hazırda, koalisyon hükümeti, işçi kitleleri tarafından hoş karşılanan bir dizi reform yapacak ama iki partinin, kapitalist ekonominin temel karakteri ve zengin elitlerin çıkarları konusundaki esas farklılıkları er ya da geç açığa çıkacaktır. Kamulaştırmalar, işçilerin ve toplumun (üretimi) kontrolü şöyle dursun, bu farklılıklar, işletmelerin ve çok-uluslu şirketlerin kârlarını vuran varlık vergileri gibi politikalarda açığa çıkacaktır.

35


DÜNYA SYRİZA

Sosyalist Alternatif | CWI

SYRİZA, seçimlerden sonraki şubat ayı boyunca Avrupa Birliği üyesi ülkelerin Maliye Bakanları’ndan; Avrupa Birliği Merkez Bankası Başkanı ve diğer üst düzey Avrupa Birliği bürokratlarıyla Yunanistan Devleti’nin borçları konusunda müzakere etmeye başladı. SYRİZA bu müzakereler boyunca kendi seçim programındaki ilkeleri diretmeye çalışsa da, adım adım kendi ilkelerinden taviz vererek Şubat ayının sonunda Avrupa Birliğiyle ekonomik anlaşmalar imzaladı. Bu anlaşmalarda, Avrupa Birliği birkaç tanım değişikliği yaparak ‘biçimsel’ bir ödün vermiştir: Halk tarafından nefretle karşılanan ‘Memorandum’, artık ‘Anlaşma’; ‘Troyka’ ise ‘Kurumlar’ olarak adlandırılmıştır. İmzalanan anlaşmalarda, Yunanistan’ın tüm finansal borçlarını, bütün alacaklılara karşı, koşulsuz ve vadesi içinde ödemeyi kabul ettiğini belirtmektedir. Bunun yanında, eski anlaşmalardaki-Memorandumlardaki tüm diğer yükümlülüklerin süregeldiği; programın bitimine kadar bunlarda yapılabilecek herhangi bir revizyonun da ‘kurumlar’ tarafından onaylanıp denetleneceği güvence altına alınmıştır. Bu anlaşmalarda, eski programın tamamlanması için dört aylık ek bir süre tanınmış ve bütçede kemer sıkma konusunda ise, sadece 2015 için şuan Avrupa Birliği tarafından belirlenmeyen bir miktarda hafifletme kararı alınmıştır. Bu noktalar dışında, SYRİZA, Yunanistan halkının yararına diyebileceği müzakerelerden bir kazanım elde edememiştir. SYRİZA yapılan anlaşmalarla birlikte bazı ekonomik reformları Nisan ayına

36

www.sosyalistalternatif.com

kadar hayata geçirmeyi kabul etmiştir. Bu reformlar, planlanan özelleştirme programının planlandığı gibi devam etmesi ve emek piyasasının daha da esnek hale getirilmesi gibi SYRİZA’nın seçim programıyla çelişen reformlardır. Bu reformların uygulanıp uygulanmadığı ‘kurumlar’ tarafından denetlendikten sonra, denetimler olumlu çıkarsa Haziran ayının sonunda, Memorandum’un başarıyla son bulduğu belirtilecek; Yunanistan’a verilecek 7,2 milyar avro serbest bırakılacak ve yeni bir kredi anlaşmasının müzakeresi başlayabilecektir. Yunanistan Devleti, ekonomisinin kriz ve kemer sıkma politikaları nedeniyle daha da kötüye gitmesi ve borçların geri ödenmesi zorunluluğu nedeniyle emekçilere maaşlarını ödemek konusunda sıkıntı çektiği için bu tip yeniden borçlanmalara mahkûm kalmaktadır.

Yunanistan’da, ne yapmalı? Nasıl yapmalı? SYRİZA hükümetinin bütün seçim programını çöpe atma pahasına Avrupa Birliği ile anlaşma yapmasının temel nedeni, SYRİZA’nın Avrupa Birliği ve Avro Bölgesinden çıkış yapma ihtimalini göz ardı etmesidir. Avrupa Birliği temelde Avrupa’daki Almanya, Fransa İngiltere gibi Emperyalist devletlerin ve büyük şirketlerin ekonomik çıkarlarının sürdürülebilmesini amaçlamaktadır. Bu nedenle, Avrupa Birliği, kapitalist ekonomik sistemin bütün Avrupa çapında sorunsuz bir şekilde işlemesi için çalışmaktadır. SYRİZA’nın seçim programı, Avrupa çapında işleyen kapitalist sistem içerisinde kısmi sorunlar çıkarma potansiyeli taşıdığı için Avrupa Birliği tarafından geçersiz

kılınmaya çalışılmıştır ve Avrupa Birliği bu mücadelede başarılı olmuştur. Bu durumun bir başka nedeni ise, Yunanistan gibi Avrupa Birliği’ndeki diğer ülkelere borçlu olan Portekiz, İspanya ve İrlanda gibi ülkelerin de borçların ödenmemesi talebini açık dille getireceğinden Avrupa Birliği korkmuştur. Aynı nedenlerle, Avrupa Birliği, SYRİZA ile benzer ekonomik taleplerle ortaya çıkmış, kitlesel bir destek de bulan, İspanya’daki Podemos partisinin de izlemeyi planladığı ekonomik programın uygulanamayacağını göstermeyi amaçlamaktadır. Bugün için Yunanistan halkının kemer sıkma politikalarından kurtulabilmesinin tek olasılığı, Avrupa Birliği ile yapılan Memorandum anlaşmalarının tek taraflı feshi ve Yunanistan devlet borçlarının geri ödenmemesi ile mümkün olabilir. Bu adımlar atılırken, Yunanistan ekonomisinin çökmemesi için, sermaye kontrollerinin uygulamaya koyulması, bütün bankaların ve önemli büyük şirketlerin işçi denetiminde kamulaştırılması ve dış ticaretin devlet kontrolünde olması gereklidir. Bu uygulamalar nedeniyle, Avrupa Birliğinin Yunanistan’ı Avrupa Birliği’nden ya da Avro Bölgesi’nde çıkarma ihtimali göz ardı edilemez; ancak bu olası durumun Yunanistan halkına izahı çok zor değildir. Yunanistan’daki ekonomik sorunlar ve sermaye sınıfının Yunanistan ve Avrupa Birliği düzlemindeki direnişi, SYRİZA gibi seçimlerde büyük bir halk desteği almış, ki bu destek şuan artmaktadır, bir partinin Yunanistan halkı ile birlikte, Avrupa’daki işçi sınıfının desteğini de alarak, yapacağı sistematik bir mücadeleyle çözülebilir. Ancak şuan, SYRİZA kolay ve sermaye sınıfı ile uzlaşan bir ‘çıkmaz’ yolu tercih etmektedir.


TROÇKİ

MARKSİST ORİJİNAL

Sosyalist Alternatif | CWI

Troçki: Marksistler Bireysel Terörizme Neden Karşıdırlar? Leon TROÇKİ

“Troçki bu makaleyi Der Kampf’ın editörü Friedrich Adler’in isteği üzerine, Avusturya işçi sınıfı içinde yaygınlaşan terörist ruh haline yanıt olarak 1911 Kasım’ında kaleme almıştır.”

“Bizim gözümüzde bireysel terör kesinlikle kabul edilemez, çünkü kitlelerin rolünü onların kendi bilinçlerinde küçültür, onları güçsüzlüklerine razı eder, gözlerini ve umutlarını bir gün gelecek ve misyonunu yerine getirecek olan bir intikamcıya veya kurtarıcıya çevirmelerine yol açar.”

“Sınıf düşmanlarımız, bizim terörizmimizden yakınmayı alışkanlık haline getirdiler. Bununla neyi kastettikleri pek açık değil. Onlar proletaryanın, sınıf düşmanlarının çıkarlarına karşı yöneltilmiş olan tüm etkinliklerini terörizm olarak yaftalamak istiyorlar. Onların gözünde grev, terörizmin başlıca yöntemidir. Bir grev tehdidi, grev gözcülerinin örgütlenmesi, köle çalıştırıcısı patrona karşı ekonomik boykot, kendi saflarımızdan çıkan bir haine karşı ahlâki boykot; bunların tümünü ve daha birçok şeyi, terörizm olarak adlandırıyorlar. Eğer terörizm, bu şekilde düşmanda korku uyandıran veya ona zarar veren her türlü eylem olarak anlaşılırsa, doğal olarak tüm sınıf mücadelesi terörizmden başka bir şey değildir. Ve geriye kalan tek sorun, yasalarıyla, polisiyle ve ordusuyla burjuvazinin tüm devlet aygıtı kapitalist terör aygıtından başka bir şey değilken, burjuva politikacıların proletarya terörizmine yönelik ahlâki öfkelerini kusma hakları olup olmadığıdır!

Niçin? Grev tehdidi ile “terörize” etme veya fiili olarak bir grev örgütleme, sadece sanayi ve tarım işçilerinin yapabileceği bir şeydir. Bir grevin toplumsal önemi doğrudan doğruya, ilkin girişimin büyüklüğüne veya grevin etkileyeceği sanayi koluna; ve ikinci olarak katılan işçilerin örgütlenme, disipline olma ve eyleme isteklilik derecesine bağlıdır. Bu, ekonomik bir grev kadar, politik bir grev için de doğrudur. Grev, doğrudan doğruya proletaryanın modern toplumdaki üretici rolünden kaynaklanan bir mücadele yöntemi olmaya devam eder.

Bununla birlikte, bizi teröristlikle kınadıklarında, bu sözcüğe –her zaman bilinçli olmamakla birlikte– daha dar, daha dolaylı bir anlam vermeye çalıştıkları söylenmelidir. Örneğin, makinelerin işçiler tarafından parçalanması kelimenin bu anlamıyla terörizmdir. Bir patronun öldürülmesi, bir fabrikanın ateşe verilme teşebbüsü, birinin ölümle tehdidi, bir hükümet bakanına karşı silahlı suikast teşebbüsü; tüm bunlar kelimenin tam ve gerçek anlamı ile terörist eylemlerdir. Ancak, uluslararası Sosyal Demokrasinin* gerçek doğasına ilişkin bir fikre sahip olan herkes bilmelidir ki, o, bu tip eylemlerin tümüne her zaman uzlaşmaz biçimde karşıdır.

Bir grevde olduğu gibi, bir seçimde de mücadelenin yöntemi, amacı ve sonucu, her zaman, proletaryanın bir sınıf olarak toplumsal rolüne ve gücüne bağlıdır. Yalnızca işçiler bir grev örgütleyebilirler. Fabrika tarafından iflâs ettirilen zanaatkârlar, fabrikaların sularını zehirlediği köylüler veya yağma arayışındaki lümpen proleterler makineleri parçalayabilir, bir fabrikayı ateşe verebilir veya onun sahibini öldürebilirler.

Kapitalist sistem, gelişmek için bir parlamenter üstyapıya ihtiyaç duyar. Fakat modern proletaryayı politik bir gettoya hapsedemeyeceği için, eninde sonunda işçilerin parlamentoya katılmalarına izin vermek zorundadır. Proletaryanın kitle karakteri ve politik gelişmişlik düzeyi –yine onun toplumsal rolü, yani her şeyden önce üretici rolü tarafından belirlenen nitelikleri– seçimlerde ifadesini bulur.

Sadece bilinçli ve örgütlenmiş işçi sınıfı, proletaryanın çıkarlarını savunmak için parlamentonun salonlarına güçlü bir temsilci gönderebilir. Bununla birlikte nefret edilen bir görevliyi öldürmek için arkanızda

37


MARKSİST ORİJİNAL TROÇKİ Sosyalist Alternatif | CWI

örgütlenmiş kitlelere ihtiyaç duymazsınız. Patlayıcılar için reçete herkesçe elde edilebilir ve bir Browning her yerden edinilebilir. İlk durumda, yöntem ve araçları zorunlu olarak egemen toplumsal düzenin doğasından kaynaklanan toplumsal bir mücadele vardır; ikincide ise (öldürme, bombalama, vb.) ortaya çıktığı her yerde –Fransa’da olduğu gibi Çin’de de– görünürde çok gözalıcı fakat toplumsal sistem devam ettiği sürece tamamen zararsız salt mekanik bir tepki söz konusudur. Orta büyüklükte bir grev bile bazı toplumsal sonuçlara yol açar: İşçilerin özgüveninin güçlenmesi, sendikanın büyümesi ve hatta üretim teknolojisinde ilerleme kaydedilmesi ender görülen sonuçlardan değildir. Bir fabrika sahibinin öldürülmesi ise, polisiye nitelikte bir etki doğurur veya mal sahibinin değişmesi gibi her türlü toplumsal anlamdan yoksun bir sonuca yol açar. Bir terörist eylemin, hatta “başarılı” olanının bile, egemen sınıfı bütünüyle karışıklığa sürüklemesi somut politik koşullara bağlıdır. Her halükârda, karışıklık sadece kısa ömürlü olabilir; kapitalist devlet kendisini hükümet bakanlarına dayandırmaz ve onların ortadan kaldırılmasıyla da yıkılmaz. Egemen sınıflar her zaman kendilerine hizmet edecek yeni insanlar bulacaktır; mekanizma hiçbir zarar görmeden kalır ve işlevini sürdürür. Fakat bizzat çalışan kitlelerin içinde, bir terörist eylemle yaratılan karmaşa çok daha derindir. Eğer bir kişinin amacına ulaşmak için bir tabanca ile silahlanması yeterliyse, sınıf mücadelesinin çabaları niye? Bir yüksük dolusu barut ve küçük bir parça kurşun düşmanı ortadan kaldırmak için yeterliyse, bir sınıf örgütüne ne gerek var? Bir üst düzey yetkiliyi patlamaların kükreyişi ile dehşete düşürmek mümkünse, partiye niçin ihtiyaç var? Bir kişi parlamento salonundan bakanlık sıralarına kolayca nişan alabiliyorsa, toplantılar, kitle ajitasyonu ve seçimler neden? Bizim gözümüzde bireysel terör kesinlikle kabul edilemez, çünkü kitlelerin rolünü onların kendi bilinçlerinde küçültür, onları güçsüzlüklerine razı eder, gözlerini ve umutlarını bir gün gelecek ve misyonunu yerine getirecek olan bir intikamcıya veya kurtarıcıya çevirmelerine yol açar. “Eylem propagandası”nın anarşist peygamberleri, terörist eylemlerin kitleler üzerinde uyandırıcı ve canlandırıcı etkisi olacağını savunabilirler. Ancak teorik değerlendirmeler ve politik deneyimler

38

www.sosyalistalternatif.com

RAF 1985 yılında Almanya’da silahlı mücadelenin koşulları olmadığı gerekçesiyle kendisini lağvetti.

Fakat patlamanın dumanı dağılıp panik yok olunca, öldürülen bakanın halefi arz-ı endam eder, yaşam tekrar eski rayına oturur, kapitalist sömürü çarkı eskiden olduğu gibi döner; sadece polis baskısı daha vahşi ve arsız hale gelir. Ve sonuç olarak, ateşlenen umutların ve yapay olarak canlandırılan heyecanın yerine hayal kırıklığı ve kayıtsızlık gelir.

Eğer böyleyse, devrime ne olacak? Bu durum devrimi yadsıyıp imkânsız hale mi getiriyor? Hiç de değil. Çünkü devrim, mekanik araçların basit bir toplamı değildir. Devrim, sadece sınıf mücadelesinin keskinleşmesinden doğar ve sadece proletaryanın toplumsal işlevlerinde bir zafer garantisi bulabilir. Politik kitle grevi, silahlı ayaklanma, devlet iktidarının ele geçirilmesi; bütün bunlar, üretimin gelişmişlik derecesi, sınıfsal güçlerin mevzilenişi, proletaryanın toplumsal ağırlığı ve nihayet, devrim anında devlet iktidarının kaderini belirleyen etken silahlı kuvvetler olduğu için, ordunun toplumsal bileşimi tarafından belirlenir.

Gericiliğin grevleri ve kitlesel işçi hareketini genel olarak sona erdirme çabaları, her yerde daima başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Kapitalist toplum etkin, hareketli ve zeki bir proletaryaya ihtiyaç duyar; bu nedenle proletaryanın elini ayağını uzun süre bağlayamaz. Öte yandan anarşist “eylem propagandası” her zaman göstermiştir ki, devlet fiziksel yıkım araçları ve baskı mekanizmaları bakımından, terörist gruplardan çok daha zengindir.

Sosyal Demokrasi, mevcut tarihsel koşulların doğurduğu devrimden kaçınmaya çalışmayacak kadar gerçekçidir; tersine devrimi dört gözle karşılamaya çalışır. Fakat Sosyal Demokrasi –anarşistlere karşıt olarak ve onlara karşı doğrudan mücadele ederek– toplumun gelişimini yapay olarak zorlamayı, proletaryanın yetersiz devrimci gücünün yerine hazır kimyasal formülleri geçirmeyi amaçlayan tüm yöntem ve araçları reddeder.

aksini ispatlar. Terörist eylemlerin “etkisi” ne kadar artarsa, tesiri ne kadar büyürse, kitlelerin dikkati o kadar bunlar üzerinde odaklaşır; öz-örgütlülüğe ve öz-eğitime ilgileri o kadar azalır.


TROÇKİ

MARKSİST ORİJİNAL

Bir politik mücadele düzeyine yükseltilmeden önce terörizm, kendisini bireysel intikam eylemleri biçiminde ortaya koyar. Terörizmin klasik ülkesi Rusya’da durum buydu. Politik suçluların kırbaçlanması, Vera Zasuliç’i, genel öfke duygusunu General Trepov’a yönelik bir suikast eylemiyle ifade etmeye zorlamıştı. Herhangi bir kitle desteğinden yoksun olan devrimci entelijensiya içinde Zasuliç’in örneği taklit edildi. Bilinçsiz bir intikam eylemi olarak başlayan şey, 1879-81 arasında sistemli olarak geliştirildi. Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki anarşist suikast eylemleri salgını, her zaman

Terörist eylemlere karşı insan yaşamının “kutsal değeri” hakkında ciddi açıklamalar yapan satın alınmış ahlâkçılarla Sosyal Demokrasinin ortak hiçbir yanı olmadığına değinmeye gerek bile yok. Onlar, başka durumlarda, başka “kutsal değerler” adına –örneğin ulusun onuru veya monarşinin prestiji– milyonlarca insanı savaş cehennemine itmeye hazırdırlar. Bugün –en kutsal hak olan özel mülkiyet adına– silahsız işçiler üzerine ateş açılması emrini veren bakan, onların ulusal kahramanıdır; ve yarın, işsiz işçilerin çaresiz elleri bir yumruk haline geldiğinde veya bir silahı kavradığında, yine aynı

peşinden hükümetin başlattığı vahşeti –grevcilerin kovulmasını ya da politik muhaliflerin idam edilmesini– getirmiştir. Terörizmin en önemli psikolojik kaynağı, daima bir çıkış arayışı içindeki intikam hissi olmuştur.

adamlar bu kez şiddetin hiçbir biçiminin kabul edilemeyeceğine dair bin bir türlü saçmalığı dillerine dolayacaklardır. Ahlâkın haremağaları ve ikiyüzlüleri ne söylerse söylesin, intikam duygusunun kendine özgü doğruları vardır. Bu duygu

Sosyalist Alternatif | CWI

işçi sınıfına, dünyaların bu en iyisinde olup bitenlere boş bir kayıtsızlıkla bakmamak gibi büyük bir ahlâki erdem kazandırır. Proletaryanın taşıdığı intikam duygusunu söndürmek değil, tam aksine onu tekrar tekrar kışkırtmak, derinleştirmek ve bu öfkeyi tüm adaletsizlik ve insani alçaklığın gerçek kaynaklarına karşı yöneltmek; Sosyal Demokrasinin görevi budur. Eğer biz terörist eylemlere karşıysak, bu sadece bireysel intikam bizi tatmin etmediği içindir. Bizim kapitalist sistemle görülecek hesabımız, bakan denen bazı görevlilerle görülecek olandan çok daha büyüktür. Tüm enerjimizi bu sisteme karşı kolektif bir mücadeleye yöneltmek için, insanlığa karşı işlenen tüm suçları, insan bedeni ve ruhunun maruz kaldığı tüm hakaretleri mevcut toplumsal sistemin zorunlu sonuçları ve ifadeleri olarak görmeyi öğrenmek; tutuşan intikam arzusunun en yüksek manevi tatmin bulabileceği yön budur.”

* “Sosyal Demokrasi” kavramından günümüzdeki sosyalist, devrimci marksist hareket kastedilmektedir.

39


ENTERNASYONAL CWI Sosyalist Alternatif | CWI

İşçi Enternasyonali Komitesi / Comittee for a Workers’ International-CWI’dan Haberler Michael GOMEK* CWI/İEK 5 kıta ve 45 ülkede aktif. Faaliyetlerimizde en çok dikkat ettiğimiz nokta teori ile pratik arasındaki bağın iyi kurulmasıdır. CWI’ın tüm seksiyonları Marksizmin temelleri ve devrimci çalışmanın diğer araçlarına hakimiyet konusunda eğitim çalışmalarına büyük önem verir. İşçi sınıfı mücadelelerini destekleyip, direnişlerin kazanılması için aktif kafa yorup fikir ve öneriler geliştirmek bunun bir parçasıdır. Ayrıca bu mücadele ve hareketlere destek verirken bir yandan da bunlara devrimci bir program da sunmak istiyoruz. Kuşkusuz işçi sınıfı içindeki çalışmalar her ülkenin öznel koşullarına göre değişebilmektedir. Fakat CWI’ın bünyesindeki seksiyonlar arasındaki sıkı enternasyonal ilişki sayesinde aynı Marksist yöntemlerle çalışma yürütebiliyoruz. Sendikalarda ve işyerlerinde, mahalle ve semtlerde faaliyet yürütmek; gençlik ve kadın çalışmaları yapmak; gazete ve dergi gibi yayınlar çıkarmak çalışmalarımızda merkezi bir yer teşkil eder. Grevler gibi işçi direnişlerini desteklemek dışında, CWI üyelerinin ayrıca çeşitli seçimlere de katılmaları söz konusu olabiliyor. Sosyalist Alternatif dergi çevresinin çeşitli kardeş partilerinin birçok ülkede belediye meclislerinde ve parlamentolarda temsilcileri vardır.

40

www.sosyalistalternatif.com

Bizim için parlamentolara seçilirken burjuva partilerinin güç oyunlarına dahil olmak amaç değildir, biz parlamentoyu Marksist düşünce için ve işçilerin çıkarları doğrultusunda bir platform olarak kullanıyoruz.

Hindistan’ın Pune kentinde “New Socialist Alternative”ten yoldaşlar toplu taşım fiyatlarının yükseltilmesine karşı bir kampanya sürdürüyorlar Kent belediyesi bilet fiyatlarını %50 arttırmak istiyor. Belediye otobüslerini kullanmak durumunda olan birçok işçi ulaşım zammından direk etkilenecek. Hindistanlı yoldaşlar bu kampanya ile sadece ulaşım zammına değil, aynı zamanda toplu taşımanın genel olarak daha da yaygınlaştırılması ve işçilerin ve sendikaların demokratik kontrollünde kamulaştırılmasını sağlamak için de mücadele ediyorlar.

Rusya’da yoldaşlar giderek artan Putin baskılarına, yoksulluğa ve her gün güçlenmekte olan aşırı sağcı gruplara karşı zorlu bir mücadele veriyorlar. Öldürülen Muhalif Nemtsov’un ardında yapılan protesto yürüyüşünde çok güçlü bir Marksist blok oluşturarak 4000 Marksist içerikli bildiri dağıttık.

Yunanistan’da yoldaşlar krizden sosyalist bir çıkış mücadelesinin etkin bir parçası Bu mücadeleye Syriza hükümetinin baskı altında tutularak dış borcun iptali de, Vodafone’da ortaya çıkan işçi mücadelelerinin destelemek de dahil. Yunanistan Vodafone’da 2400 işçi kesintilere ve işten çıkartmalara grevle karşı koyuyor. 3 Martta Vodafone Yunanistan işçileri 24 saatlik bir grev organize ettiler. Yerel mahkeme tarafından bu grev hemen yasaklandı. Ne Syriza hükümetinden ne de Syriza’nın kendisinden bu greve her hangi bir destek gelmiş değil. CWI’ın Yunanistan seksiyonu Xekinima üyesi ve sendikanın üst kademelerinden olan Jacgueline


CWI

ENTERNASYONAL Sosyalist Alternatif | CWI

Gorou’nun bildirdiğine göre firma yönetimi işçileri başlangıçta sindirmeyi denedi. Fakat sonunda bir ücret sözleşmesi hakkında ve işten atmalar ile çalışma koşullarının kötüleşmesine karşı müzakere etmeyi kabul etti. 2400 Vodafone çalışanının 1000’i kiralık işçi statüsünde ve bu grev en çok da onların haklarını ilgilendiriyor.

İrlanda’da Socialist Parti’den yoldaşlar 2 önemli kampanya yürütüyorlar: İçme suyunun paralı hale getirilmesine karşı ve kadın hakları için mücadele İrlanda hükümeti uzun zamandır içme suyunu vergilendirmek istiyor -ki bu birçok insanın yaşam koşullarının daha da kötüleşmesi anlamına geliyor. İrlandalı yoldaşlar buna karşı güçlü bir kampanya başlattılar. Kampanyanın en önemli parçası içme suyu parasını ödememek ve kolektif bir boykot organize etmek. İrlanda Parlamentosu’nun Socialist Party milletvekilleri bu kampanyanın önemli parçaları. Ruth Coppinger, Joe Higgens ve daha önce Avrupa Parlamentosu üyesiyken genel kurul konuşmasını “Berkin Elvan ölümsüzdür” diye bitiren Paul Murphy alışılageldik milletvekillerinden değiller. Her üçü de nitelikli bir işçinin ortalama aylığı kadar maaş alıyorlar, milletvekili maaşının geri kalanını CWI’ın prensiplerine uygun olarak Socialst Party’ye ve dolayısıyla da sınıf mücadelesine aktarıyorlar. CWI olarak bizim için, tanınmış yoldaşlarımızın oturma ve blokaj eylemleri, yürüyüşler de dahil tüm kampanyalara aktif olarak katılımı çok önemlidir. Bu prensipler ve içme suyu kampanyasının başarısı İrlanda hükümetinin gözünü korkutmuş olacak ki, bize karşı baskıları devreye sokmaya başladı: 9 Şubat’ta sabahın erken saatlerinde kampanyanın 4 aktivisti evlerinden alınarak gözaltına alındılar. Bunların arasında Socialsit Party milletvekili Paul Murphy de vardı. 10 Şubat’ta gözaltılara yenileri eklendi. Bunların içerisinde 16 yaşında olan bir çocuk da vardı. Tabi ki bu polis operasyonlarının, İrlanda’nın çeşitli şehirlerinde gerçekleşen ve toplam olarak 100 binin üzerinden kişinin katıldığı başarılı yürüyüşlerin hemen ardından gelmiş olması tesadüf değildi

İrlandalı yoldaşlar ROSA (Kürtaj hakkı için; baskılara, cinsiyetçiliğe ve sosyal kısmalara karşı şeklinde İngilizce kısaltma) kampanyası çerçevesinde 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde büyük bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Socialst Party milletvekilli Ruth Coppinger’nın konuşmasındaki şu vurgu çok yerindeydi: “Medyada hep, sanki şef katlarında biz kadınlardan birkaç tane daha fazla bulunur ve aynı şeyleri taklit edersek böylelikle özgür olabilirmişiz gibi gösteriliyor. Fakat bu çizilen resmin, bu gezegen üzerindeki kadınların çoğunluğunun yoksulluk, şiddet ve baskı altında kıvrandığı gerçeğini görmemizi engellemesine izin veremeyiz.”

ABD’de son birkaç yıldır Marksist fikirlere ilgi artıyor Sağcı Cumhuriyetçiler, özelliklede “Tea Party-Hareketi” çevresi Obama ne yaparsa komünistlik olarak gösteriyor. Obama’nın politikalarının sadece zenginlere ve büyük kapitalistlere hizmet etmesine rağmen. Medyada ve orada burada sürekli sol ve komünist olan her şeye karşı yapılan sözlü saldırılar ister istemez yaşam koşullarında hoşnut olmayan birçok genç ve emekçide komünizmin gerçekte ne olduğunu bilme merakı uyandırıyor. Amerika’da yüzbinlerce genç, emekçi sol fikirlere sahip, binlercesi de kendini sol bir gruba girip aktif olmaya hazır buluyor. ABD gibi bir ülke için bu çok önemli bir gelişme. CWI’lı yoldaşlarımızın sayısında da büyük bir gelişme var. Bunda en büyük pay fastfood sektöründe çalışanların saatlik 15 dolar asgari ücret talebini içeren “15now” kampanyasının. Socialist Alternative üyesi yoldaşlar bu 15 dolar asgari ücret talebini

çeşitli seçim kampanyalarına taşıdılar. 2013 Kasım ayında gerçekleştirilen Şehir Konseyi seçimlerinde bazı yoldaşlar olağanüstü sonuçlar elde ettiler. Bunlardan en önemlisi Kshama Sawant’nın Seattle Şehir Konseyi seçimlerindeki zaferi. Sayımı bir hafta kadar süren çok heyecanlı bir seçimden sonra CWI üyesi Kshama Sawant karşısındaki Demokrat Parti adayını geçmeyi başardı. Bu seçim zaferinin tüm ABD için önemli bir anlamı vardı, böylece kapitalizm yanlısı partilerin yolsuz iki parti-sisteminin aşılabileceğini ve sosyalist bir alternatifin inşa edilmesinin mümkün olduğunu gösterdi. Sonunda 2014’ün Mayıs ayında Seattle şehir hükümeti 15 dolar asgari saat ücretini yürürlüğe koydu; Seattle’deki emekçiler ve yoldaşların devasa bir başarısı. Her iki yılda bir yapılan bu seçimler için yoldaşları Kshama’nın tekrar seçilmesi için yeni bir kampanyaya başladılar. Rage Aginst the Machine müzik grubunun gitaristi Tom Morello gibi birçok ünlü isim buna destek veriyor. Yoldaşları en çok sevindiren ise Boeing uçak fabrikasının sendikasının Kshama Sawant’ın tekrar seçilmesini desteklediğini açıklaması. Bu işçi temsilciliği IAM 751 (International Association of Machinists and Aerospace Workers District Lodge 751 –Makinist ve Uçak İşçilerinin Enternasyonal Birliği Bölge Grubu 751) Boeing’te ve tüm ABD’de 33 bin işçiyi temsil ediyor. Uzun yılların yenilgilerinin ardından dirençli sendikal eylemlerle Boeing işçilerinin çalıma koşullarında iyileştirmeler için mücadele ediyorlar. Bu önemli sendika örgütünün Kshama Sawant’ın yeniden seçilmesini desteklemesi sosyalist düşüncelerin ABD işçi sınıfı arasında yaygınlaşmasın bir sembolüdür. CWI da bu sürecin önemli bir parçası.

*CWI’ın Avusturya seksiyonu Sosyalist Sol Parti üyesidir 41


Kapitalizm 2008’den beri dünya çapında bir ekonomik krizin içinde bulunuyor. Bu kriz, kapitalizmin son 80 yıldır girdiği en büyük kriz. Milyonlarca insan işten atıldı, yine milyonlarcasının sosyal güvenceleri tahrip edildi ve milyonlarcası yoksulluğa sürüklendi. Doğanın tahribatı da gittikçe daha tehlikeli olmaya ve geri dönülmez biçimler almaya devam ediyor. Avrupa’daki kriz bitmek bilmiyor. Avronun iflasını egemenlerin kapitalizm yanlısı politikaları önleyemeyecektir. Bunun da yine ülke ekonomilerinin ve halkların yaşam standardının üzerinde yıkıcı etkileri olacaktır. Bu kriz er ya da geç Türkiye’yi de bütün hışmıyla vuracak ve milyonlarca insan işsiz kalma tehdidiyle karşı kaşıya kalacakdır. Şimdi bile Türkiye, korkunç düşük ücretlerle işi olan yoksullar ülkesi durumunda. Sosyalist Alternatif, yaşanan ve yaşanacak olan yoksullaştırma ve yoksunlaştırmaya karşı ve her türlü iyileştirmeler için kitlesel bir şekilde mücadele edilmesi gerektiğini savunuyor. Tek tek olarak değil, birlikte ve örgütlü bir şekilde. Bunun için de toplumsal hareketler içinde aktif olmak zorundayız. Zenginlerin ve ultra zenginlerin çok sayıda siyasi partisi mevcut. Emekçilerin de çıkarlarını politik olarak dile getirebilecekleri güçlü bir partiye ihtiyaçları var. Sosyalist Alternatif böyle

42

www.sosyalistalternatif.com

bir sosyalist kitle partisinin kurulmasını savunuyor. Bu parti, çeşitli mücadele ve hareketleri birleştirerek toplumun temelden dönüştürülmesi hedefini taşıyacaktır. Böyle bir partinin, günümüzde tanıdığımız sisteme adapte olmuş, yolsuzluklarla iç içe geçmiş, kapitalizm yanlısı partilerle en ufak bir benzerliği olmayacaktır. Sendikalar emekçi sınıfın en önemli örgütlenmeleridir. Onlar olmadan emekçilerin gündelik ücret ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi mücadelesi mümkün değildir. Fakat Türk-İş ve DİSK gibi sendika yönetimleri kapitalizmle barış halindeler. Bizse demokratik ve mücadeleci bir sendika anlayışını savunuyoruz. Bütün deneyimler gösteriyor ki; kapitalizm barışçıl ve sosyal adaletin geçerli olduğu bir topluma dönüştürülemez. O yüzden iyileştirmeler için verilen mücadele yetmez, bu mücadele sosyalist bir toplum için verilen mücadeleyle birleştirilmelidir. Sadece emekçilerin ve gençlerin güçlü ve örgütlü bir hareketi kapitalizmi devirip yeni bir toplum kurabilir. Sosyalizm, ekonomi dahil bütün toplumun çalışan nüfusun demokratik denetiminde ve yönetiminde olması; yani özyönetim demektir. Bunun için de öncelikle bankaların ve holdinglerin kamu mülkiyetine geçirilmesi lazım. Bu durumda

kapitalist rekabet ve kar mantığının yerini, insanların ve doğanın ihtiyaçlarına uygun olarak elbirliği ile yapılan bir demokratik planlama alır. Bunun eski Doğu Blok’u ülkelerinde ve Sovyetler Birliği’nde var olmuş olan Stalinist diktatörlüklerle hiç bir ilgisi yoktur. Oralarda toplumun üzerinde ayrıcalıklı bir bürokrasinin hakimiyeti söz konusuydu. Sosyalizme ancak ve ancak enternasyonal çapta ulaşılabilir. Sosyalist Alternatif olarak, enternasyonal dayanışma ve direnişi savunuyoruz. Biz 45’in üstünde ülkede aktif bir mücadele veren, sosyalist bir dünya örgütü olan “İşçi Enternasyonali Komitesi’nin” (İEK/CWI) bir parçasıyız. Kapitalizmi ortadan kaldırmakta başarılı olmak için emekçi sınıfın zaferlerinden ve yenilgilerinden ders çıkarmak zorundayız. Kuzey Afrika’daki devrimler ve ayaklanmalar, ani kitle hareketlerinin egemenleri alaşağı ederek devrimci durumlara neden olabileceklerini gösterdiler. Fakat egemenlik ve mülkiyet ilişkilerinde başarılı ve kalıcı dönüşümlerin gerçekleştirilebilmesi, kitlelerin güçlü ve etkili bir örgütlenmeye sahip olmasıyla mümkündür. Bu nedenle, bu fikirlerin sol ve emekçi sınıf hareketleriyle buluşmasını sağlayacak; kendisini yaklaşmakta olan mücadelelere hazırlayan enternasyonal bir Marksist örgüte ihtiyaç var. Böyle bir gücü inşa etmek için sen de bizimle ol.


43


44

www.sosyalistalternatif.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.