28 Kanunisaniyi Unutma

Page 1

Kızıl Dayanışma


Kızıl Dayanışma Yayınları Kitap Serisi:2 Tarih: 1


28 Kanunisaniyi Unutma

Mustafa Suphi Ve Yoldaşlarını Unutma

Kızıl Dayanışma


28 Kanunisaniyi Unutma ta ta ta ta tata ta ta tarih sınıfların mücadelesidir 1921 kanunisani 28 karadeniz burjuvazi biz on beş kasap çengelinde sallanan on beş kesik baş yoldaş bunların sen isimlerini aklında tutma fakat 28 kanunisaniyi unutma!


"siyah gece "beyaz kar "rüzgar "rüzgar". trabzondan bir motor açılıyor sa-hil-de-ka-la-ba-lık! motoru taşlıyorlar son perdeye başlıyorlar! burjuva kemal'in omuzuna binmiş kemal kumandanın kordonuna kumandan kahyanın cebine inmiş kahya adamlarının donuna uluyorlar hav... hav... hak... tü yoldaş unutma bunu burjuvazi ne zaman aldatsa bizi böyle haykırır: - hav...hav...hak...tü - gördün mü ikinci motörü? - içinde kim var? - arkalarından gidiyorlar.


-

ikinci motör birinciye yetişti bordoları bitişti motörler sarsılıyor dalgalar sallıyor sallıyor dalgalar. hayır

iki motörde iki sınıf çarpışıyor -

biz onlar! biz silahsız onlar kamalı tırnaklanmız kavga son nefese kadar kavga dişlerimiz ellerini kemiriyor

kamanın ucu giriyor - girdi... - yoldaşlar, ey! artık lüzum yok fazla söze: bakın göz göze - karadeniz on beş kere açtı göğsünü, on beş kere örtüldü. onbeşlerin hepsi bir komünist gibi öldü


1920 ANADOLU’DA NELER OLUYORDU Sovyet devrimi olmuş ve devrimin ilk yılları her tür saldırı altında ilerliyordu. Dünyada bittiği ilan edilen 1. Dünya Savaşı’nın uzatmaları yaşanıyor ve bu uzatmalar içinde Sovyetlere yönelik saldırılar sürekli bir hal alıyordu. Osmanlı yenilmiş ve parçaları üzerinde emperyalistler denetim kurmaya çalışıyorlardı. Osmanlı artığı kurum ve kişiler ise Anadolu’da bir direniş hareketi kuruyorlar ve bu direniş hareketini Osmanlı’nın son dönemlerinde uygulanan “iç siyasete” bağlı oluşturuyorlardı. Osmanlı’nın İttihat Terakki ile şiddetlenen ırkçı, Türkçü anlayışının yarattığı yıkım 1. Dünya Savaşı içinde somutlaşmıştı. Türk olmayanların köleleştirildiği, yok edildiği bir yeni devlet yapılanması çalışmaları her tür yöntemle uygulanıyordu. Bu uygulamada ilk önce Müslüman olmayanlar hedefteydi. Ermeniler, Rumlar, Yahudiler ilk “kurtulunması” gereken kesimler oldu. Ermeni tehciriyle başlayan ve soykırıma uzanan süreç Anadolu’yu alt üst etti. Yenileştirilmeye çalışılan Osmanlı devletinde yok edilen Ermenilerin mal varlıklarına el konularak Müslüman Türk varlıklı bir “devlete sadık” kesim yaratılmasının adımları atıldı. Aynı şekilde Rumlara yönelik başlatılan yok etme çalışması ise 1. Dünya Savaşı’nın beklendiği kadar uzun sürmemesi nedeniyle tam anlamıyla yapılamadı. Yahudilerin ise yenileştirilmeye çalışılan Osmanlı devletinde yer almaya hevesli oluşları onların kıyımdan geçirilmelerini önledi. Yenileştirilmeye çalışılan Osmanlı devleti 1. Dünya Savaşı’nda yenildi ve parçalara ayrıldı. Galipler Osmanlı’yı kendi aralarında böldüler ve her bir parçasını sömürgeleştirmenin adımlarını atmaya başladılar. Osmanlı devletini yenileştirmeye “çağa uygun hale” getirmeye çalışan kadrolar tam bir savaş suçlusuydular. 1. Dünya Savaşı süresince yaptıkları, savaş içinde “kabul edilebilir” uygulamaların çok ötesindeydi. Günümüzde “Sarıkamış” dramı olarak kutsanan ve her yıl dönümünde karlar içinde sportif geziye çıkan devlet erkânının andığı aslında devletin bilerek yaptığı bir katliamın aklanması ve kutsiyet katılma çabasıdır. Ermeni soykırımının ortada durması ve bu konuyu devletin varlık nedeni olarak ortaya sürmekte aynı şekilde bir savaş suçunun üstünü örtme çabasıdır. Anadolu’da


oluşan direniş hareketi 1. Dünya Savaşı süresince oluşmuş savaş suçlusu kesimin bir araya gelişine dönüşmüştür. Anadolu direniş harekâtı bu savaş suçlusu kesimin egemenliği altına kısa zamanda girmiştir. Savaş suçlusu kesimin direnişle ya da emperyalizme karşı yapılacak bir bağımsızlık savaşıyla ilişkisi yoktu. Direniş hareketindeki temel kaygıları 1. Dünya Savaşı süresince savaş suçu işleyerek elde ettiklerini korumaktı. Anadolu’da oluşan direniş harekâtının tüm varlığı süresince emperyalist ülkelerle hiçbir çatışmaya girmemesi ve kendisine düşman olarak sadece Rumları ve Ermenileri görmesi tipik karakteri olmuştur. İlk oluştuğu süreçten itibaren tüm çabalarını belirleyen emperyalistlerle uyumlu bir ilişki yakalamak olmuş ve emperyalistlere nasıl faydalı bir kesim olduklarını göstermeye çalışmak olmuştur. Bu sürecin ilk adımları içinde Osmanlı’da zayıf olarak varlığı bulunan sosyalistler ise sadece var olma savaşı verebilmekteydiler. Özellikle Müslüman olmayan kesimler içinde var olan sosyalistlerin Ermenilere ve Rumlara yönelik oluşturulan ırkçı yaklaşımla dışlanması sosyalist hareketin bütünlüklü bir yapı oluşturmasını engellemiştir. Osmanlı’nın içinde kişisel çabalarla varlık bulan sosyalistler, Sovyetlerin kurulmasıyla kendilerini bir oluşum ve parti olarak ortaya koyacak zemini yakalamışlardır. 1. Dünya Savaşı içinde Sovyetler’de bulunan Türkiyeli sosyalistler bir araya gelebilme fırsatı yakalamışlar ve bundan istifadeyle oluşturdukları ilkel örgütlenmeleriyle Anadolu’da ilk nüvelerini yaratmaya başlamışlardı. İlk örgütlenme parçalarını yaratan kurucular belirlenebildiği kadarıyla Mustafa Suphi, Ali Rıza Keskin, Osman Topçuoğlu, Mustafa Börklüce, Maksut Ekşi, Mustafa Sarı, Kadir Erzurumlu’dur. Bu kurucular temel olarak ülke içinde irtibata geçtikleri kişilerle bir kısım örgütlenmeler oluşturmuşlardır. Örgütlenmelerin çoğu sadece birer kişisel ilişkidir. Bu ilk örgütlenmelere dayanarak ve Sovyetler içinde yapılan çalışmalarla da birleştirilerek 1-7 Eylül 1920 tarihlerinde Bakû’de toplanan Doğu Halklarının Birinci Kurultayı’nın hemen ardından Türkiye Komünist Fırkası resmen kurulmuştur. Partinin ilk merkez komitesini Mustafa Suphi Ethem Nejat, Mehmet Emin, Necmi Hilmioğlu Hakkı, İsmail Hakkı, Süleyman Nuri oluşturmuştur. Türkiye Komünist Fırkası’nın ilk aldığı kararlardan


biri ülkeye gitmek ve süren Anadolu direnişine aktif biçimde katılmaktır. Sovyetler Birliği’nin emperyalist kuşatılmışlıktan kurtulmak için verdiği savaşımda Anadolu’da oluşan “zayıf burjuva demokrat direniş hareketine” ilgisi ve teklif ettiği yardım Sovyetlere hiç sıcak bakmayan Anadolu’da oluşturulan Ankara hükümetince Temmuz 1920’den itibaren Balıkesir ve Bursa Yunanlıların eline geçince “olumlu” bulundu. Ağustos ayından itibaren ise Bolşeviklerin altın yardımı gelmeye başladı. Tüm siyasi ufukları emperyalist bir ülkeyle ilişki yaratmakla sınırlı olan Ankara’daki hükümet, Sovyetlerin yardımını kabul ederken emperyalist merkezlere mesaj göndermekteydi. Ankara’nın bu süreçte emperyalistlere, özellikle İngiltere’ye verdiği mesaj “Ankara hükümetini tanıyın, Sovyetlerle istemeden kurduğumuz ilişkimizi keselim, yoksa Sovyetlerle hareket ederiz” biçimindeydi. Bu Süreçte Bakü’de kurulan Türkiye Komünist Fırkası Ankara hükümetinin hiç işine gelmedi. Ankara hükümetine göre Türkiye Komünist Fırkası Sovyetler’in her tür desteğini almış ve ülkeye onların “yerli” temsilcisi olarak gelecekti. Ankara hükümetinin uzun zamandır çabaladığı “güçlü bir ülkenin yerli temsilcisi olmak” hayalini gerçekleştirmiş saydığı bir gruba tahammülü yoktu. Bu süreçte emperyalistlere karşı bir dayatma ve “elinizi çabuk tutun faaliyeti” başlatıldı. Ankara’yı temsil edenler özellikle İngiltere’nin kendilerini tanımasını ve yerli işbirlikçi olarak görmesini istiyordu. Bunun için siyasi manevralar çevrilmeye başlandı. İlk siyasi manevra Türkiye Komünist Fırkasının Bakü’de Kurulduğu günlerde Ankara’da sahte bir Komünist parti kurmaktı. 28 Ekim 1920’de Mustafa Kemal ‘Resmî’ Türkiye Komünist Fırkası’nı kurdurdu. Bu resmi devlet partisi şunun ilanıydı da. Bu ülkede ne olursa olsun onu da biz yaparız ve eğer emperyalist ülkeler Ankara’yı yerli işbirlikçileri olarak tanımazsa Sovyetlere yanaşırız tehdidi de oluşturuldu. Süreç ilerledikçe emperyalistlerle ilişkiler oluşturuldu ve 10 Ocak 1920’de sadece küçük birkaç silah


atılmasından ibaret olan ve İnönü’deki olay 1. İnönü Meydan Savaşı galibiyeti olarak ilan edildi. Ortada bir savaş filan yoktu Türk ve Yunanlıların karşılıklı kurulmuş cepheleri arasında sıradan bir gece çatışmadan öte bir şey de yoktu. Ama Ankara meydan savaşı galibiyetine ihtiyaç duyuyordu. Bir yandan Çerkez Ethem ve güçlerini yok etmek, diğer yandan Sovyetlerden gelecekleri belli olan Komünistlere Ankara’da yer vermemek isteği önem taşıyordu. Bir kırılma süreciydi. Çerkez Ethem ve güçleri ile Bakü’den gelecek Türkiye Komünist Fırkası eğer Ankara’ya gelir ve yerleşirlerse Ankara’yı ele geçiren 1. Dünya Savaşı suçluları tek başlarına rahatça hareket edemeyeceklerdi ve ellerindeki siyasi güçleri parçalanacaktı. 10 Ocak 1. İnönü Meydan Zaferi adı altında ilan edilen şey emperyalistlere güç gösterisiydi. Bu sürecin ardından ise emperyalistlerle özlenen bağ kuruldu. “Büyük devletler” Londra’da yapılacak görüşmelere Ankara’nın temsilcilerini davet etti. Bu tarihten sonra ise Ankara tam bir kıyım sürecine girdi. Ülke içinde tek yetkili olacakların direniş hareketinde yer alanları yok etmesi başladı. Şu hep akılda tutulmalı Ankara’da yer alanların önemli bölümü 1. dünya savaşı içinde savaş suçlusu olarak yer almış olanlardan oluşuyordu. Osmanlıda yeşeren egemen ulus kavramı çerçevesinde Türkçü ve Sünni İslamcı bir akımın temsilcileriydiler. Osmanlı’nın gizli teşkilatlarında, askeriyesinde, bürokrasisinde yer almış kadrolardı. Birçoğu Ermenilerden, Rumlardan kalma mallara el koymuş yağma zenginiydi. Karşılarında oluşacak bir siyasi gücün eleştirilerine dayanabilecek bir yapılanmaları da yoktu. Tüm ideolojik argümanları Osmanlının son zamanlarında ortaya çıkmış emperyalist hayallerle süslü ırkçılıktı. 1789 Fransız burjuva devriminin emperyalizm çağına taşındığı zaman oluşan gericileşmesi ve vahşileşmesinin ürünü fikri bir duruşları vardı. Her şeyi “biz yaparız” mantığı tüm düşünce yapılarına ve davranışlarına egemen olan bir seçkincilikti. Seçil-


miş özel insanlar olduklarına inançla dile getirdikleri şeyin temelinde ise bir insanlık suçunun örtülmesi gizlenmekteydi. Burjuvazinin yeniden örgütlenmesi ve Osmanlıdan devraldığı devlete yeni bir şekil vermesi sürecinde Komünistler ise sadece ilk oluşum adımlarını atan bir nüveydi. Bu nüve ülke içinde kurduğu zayıf ilişkilere rağmen hızla gelişebilecek ve siyasi arenada güçlü bir yer bulabilecek özellikteydi. Bakü’de kuruluş sürecinde 72 delege vardı. Bu delegelerin çoğu ülke dışında bulunanlardan oluşsa da Türkiye Komünist Fırkası attığı kuruluş adımıyla bir umuttu. Ülkede süren savaşa dâhil olmak ve müdahalede bulunmak kararı ise bir komünist partinin olmazsa olmazlarındandı. Türkiye Komünist Fırkası’nın 1-7 Eylül 1920 tarihlerinde Bakû’de toplanan Doğu Halklarının Birinci Kurultayı’nın ardından kurulmasına kadar geçen sürede Osmanlıda sosyalizmin adına hareket edenler hep olmuştu. Özellikle Ermeni devrimciler sosyalizmden etkilenmiş ve sosyalizmle tanışmışlardı. II. Meşrutiyetten sonraki süreçte İttihat ve Terakkiyle hareket eden Ermeni devrimciler süreçte II: Meşrutiyet için beraberce mücadele ettikleri İttihat ve Terakki tarafından yok edilmişlerdir. Ermeni devrimcilerin sosyalizmden etkilenmeleri ortak bir sosyalist örgütlenme yaratacak boyutta değildi daha çok II. Abdülhamid yönetimine karşı oluşan tepkiselliğin içinde erimişlerdi. Aynı şekilde Türkiye Komünist Fırkasını oluşturanlarda Ermeni devrimciler gibi burjuva devriminin idealleriyle tanışarak siyasi hayata geçenlerden oluşmuştu. Sovyet devrimi onların sosyalizmle tanışmasını sağlamıştı.


TÜRKİYE KOMÜNİST FIRKASI  KURUCULARINDAN  MUSTAFA SUPHİ KİMDİ Mustafa Suphi, Osmanlı bürokrat sınıfına mensup bir ailenin evladı olarak 1882’de Giresun’da dünyaya geldi. Babası, çeşitli devlet kademelerinde yer almış ve sonunda vali olmuştu. İdadi’yi (liseyi) Erzurum’da okudu, İstanbul’da hukuk tahsil etti. Paris’te L’École Libre des Sciences Politiques’de Ziraat Bankası ve tarım kredileri üzerine teziyle lisansüstü eğitimini tamamladı. 1908’te II. Meşrutiyet’in ilanıyla ülkeye döndü ve Galatasaray Mekteb-i Sultanisi’nde muallimlik yaptı, Yüksek Ticaret ve Tarih Mektebi’nde siyasi iktisat dersleri verdi. Tanin, Servet-i Fünun ve Hak gazetelerindeki makalelerinde kâh özel teşebbüsçülüğü kâh devletçiliği öneren Mustafa Suphi, 1911’de Selanik’te İttihat ve Terakki’nin 4. Kongresi’ne katıldı. Kongrede İktisat Vekili olmak isteği yerine getirilmeyince İttihatçılarla arası açıldı ve Ferit (Tek) ve Yusuf (Akçura) Beyler ile Milli Meşrutiyet Fırkası’nı kurdu. İttihatçılığa göre daha sağ bir çizgiyi temsil eden fırkanın yayın organı İfham’ın editörlüğünü yaptı. Mustafa Suphi, 23 Ocak 1913’te Babıâli Baskını ile iktidara el koyan İttihatçıların başa geçirdiği Mahmut Şevket Paşa’nın 11 Haziran’da öldürülmesi üzerine muhalifler ve ‘İstanbul’daki serseri ve işsiz takımı’ndan oluşan 322 kişilik grupla Bahr-i Cedid vapuruna bindirilerek Sinop’a sürüldü. 1914’te Mustafa Suphi’nin gayretiyle Ahmet Bedevi (Kuran) ve birkaç kişi daha Sinop’tan deniz yoluyla Kırım’a, Sivastopol’e kaçtılar. Kaçakların tümü Mısır’a ve Batı ülkelerine giderken, sadece Mustafa Suphi Kafkasya’ya geçti. O sırada patlayan savaş aleyhine yazıları yüzünden Ruslar tarafından Urallar’a sürüldü. Sosyalizm ve komünizm fikirleriyle burada tanıştı. Şubat 1918’den itibaren Moskova’da Tatar Başkut devrimcileriyle Yeni Dünya adlı bir gazete çıkardı. 20 Temmuz 1918’de, Asya’nın Müslüman halklarını komünizm düşüncesine çekmeyi hedefleyen Stalin’in girişimiyle Türkiye Komünist Fırkası’nın (daha sonra TKP) ilk toplantısını yaptı.


ÜLKEYE DÖNÜŞ KARARI  VE  SONRASINDA GELİŞEN OLAYLAR

1-7 Ekim Bakü Toplantısı sürecinde komünistlerin ülkeye dönüp süren savaşa doğrudan katılmaları yönünde alınan kararın ardından Mustafa Suphi, “Cevat Yoldaş! Bizim meslek dervişlik! Gideceğiz!” demişti yola çıkmadan önce. Bakû’den peyderpey yola çıkan TKP kafilesinin beş kişilik ilk grubu, Sovyet Rusya’nın Ankara’ya sefir olarak atadığı Budi Mdivani’nin heyeti ile birlikte, 28 Aralık 1920’de Kars’a ulaştı. Sovyet diplomatları ile birlikte gelen TKP’liler törenle karşılandılar. Kâzım Karabekir, Mustafa Suphi’ye, Ankara’ya bir telgraf yollamasını ve gelişini haber vermesini tavsiye etti. Ancak 29 Aralık 1920’de Mustafa Kemal’in, Kâzım Karabekir’e yolladığı telgraf hiç iç açıcı değildi. Telgrafta “Ankara’da komünist cereyanları arzu hilafınadır. Bakû Türk Komünist Fırkası Reisi Mustafa Suphi’nin bu cereyanları körüklemesi sakıncası akla gelmektedir. Bir defa kendisini gördükten sonra devletlilerinin görüşlerinin bildirilmesini rica ederim” yazmaktadır. Bu ricanın karşılığı bugüne dek yayınlanmadı. Ancak telgrafın ikinci satırı TKP’yi Meclis çatısı altında eritme yanlısı olan Kazım Karabekir’e bu eğiliminden vazgeçmesi için Ankara tarafından tanınmış bir fırsat gibi görünmekteydi. Kars’ta törenlerle karşılanan Türkiye Komünist Fırkası burada Ankara’dan gelen telgrafla oyalanmaya başlandı. Ankara bu süreçte politik bir kırılmanın eşiğindeydi. “Büyük devletlerle” özlenen ilişkinin yaratılıp ya-


ratılamayacağı beklentisiyle ülke içinde var olan farklı siyasi güçlerle işbirliği içine girip girmeme Ankara’da belirleyici çelişkiydi. Bir yanda Çerkez Ethem ve güçleri diğer yanda Sovyetlerin desteklediği Türkiye Komünist Fırkası Ankara’nın gözünden siyasi gücü paylaşacak hasımlar olarak görülüyordu. Emperyalistlerden gelecek sinyal bu güçlere karşı alınacak tavrı belirleyecekti. Bu arada Ankara Türkiye Komünist Fırkası’nı anlamaya da çalışıyordu. O günlerde Kars’ta olan Ankara Hükümeti’nin Moskova’ya elçi tayin ettiği Ali Fuat (Cebesoy) Bey, 2 Ocak’ta Mustafa Suphi ile görüştü. Bu görüşmeyi değerlendiren uzun raporunda “(Mustafa Suphi) zeki, bilgili, fazla kurnaz, konuşmalarında ihtiyatlı ve acelesiz. Rus Sefiri ile memleket içine girmek ve Ankara Hükümeti prensiplerine inanmış gibi görünmek istediğine bakılırsa bu kişinin yumuşak düşünce ve prensiplerle Anadolu hareketini yönetenlerin güvenini kazanmak ve böylece bir mevki yaptıktan sonra, Rus komünizminin gizli başı olmak suretiyle memlekete (bu düşüncesini) duyurmak ve uygulamak düşüncesinde olduğunu zannediyorum” diye yazmıştı. Bu görüşme Ankara ile TKF yönetimi ile siyasi konuların ele alındığı üst düzeydeki son görüşme oldu. Meclis’in 3 Ocak tarihli oturumunda, Mustafa Kemal, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni’ye (Ulaş) hitaben şöyle diyordu: “Komünizm yayılması meselesine gelince; kendileri buyurdular ki, istense de istenmese de bu bir mikroptur, girer. O halde çaresi yok demektir. Mademki maddi tedbirle önüne geçmek imkânı olmayan bir yayılmadır, bu mutlaka bulaşıcı olacaktır. Zannediyorum ki, buna karşı tedbir düşünmek meselesiyle söz konusu olan siyasi meseleleri birbirinden ayırmak ve seçmek daha uygun olur...” Bu konuşmadaki bazı vurgular, TKP’yi beklemekte olan akıbetin ipuçlarını veriyordu. Ankara’ya yerleşmiş güçler için Türkiye Komünist Fırkası kurtulunması gereken bir güçtü. Emperyalistlerden beklenen tanınma sinyalinin alındığı yerde harkete geçildi. Harekete geçiş sadece komünistlere değil Ankara’nın İttihat Terakki artığı savaş suçlusu grubu dışında olan herkese yönelikti. Bu tarihten 1. İnönü Meydan Savaşı diye tanımlanan 10 Ocak 1920’den sonra Ankara tam bir güven içinde yeni devleti oluşturmaya girişmiştir. Bu yeni devletin ilk icraatı ise komünistlerin katledilip, kaybedilmesi olmuştur.


Osmanlıdan devrealınan karanlık oyun bu kez Türkiye Komünist Fırkası için devreye sokulmuştu. Kâzım Karabekir Erzurum Valisi’ne (günümüz Türkçesiyle) şöyle yazmıştı: “Adı geçenin (Mustafa Suphi) ve arkadaşlarının Erzurum’a varışları gününden başlayarak gerek gazete yayınları ve gerekse halkın uygun göreceği gösteriler ve baskılarla daha içeri yolculuğun ve memlekette kalmanın ve çalışmanın mümkün olmayacağı hakkında kendilerinde gereken izlenimler yaratılır...” Karabekir, Trabzon’da özellikle Bolşeviklerin gözleri önünde aynı tezahüratın yapılmasını fakat tepkilerin Bolşevikliğe değil söz konusu kişilere olduğunun gösterilmesini istiyordu. Benzer bir telgrafı Gümüşhane Valisi’ne de göndermişti. Kazım Karabekir’in Ankara’nın verdiği emirler doğrultusunda hazırladığı karanlık plan uygulanmaya başladığında Mustafa Suphi, İsmail Hakkı yoldaşına gönderdiği 5 Ocak tarihli mektupta, Kâzım Karabekir tarafından, Rusya’ya atanan Yusuf Kemal (Tengirşenk) ve Rıza Nur’un Kars’a gelişini bekleme bahanesiyle alıkonduklarını, bu zorunlu bekleme sırasında Tuapse’den Abid adlı bir yoldaşın Kars’a gelmesi üzerine, Kazım Karabekir’in ‘ihtilalci’ niyetleri konusunda iyice şüphelendiğini yazıyordu. Kars’ta zorunlu beklemen kurtulmak için uğraşan komünistler sonunda yola çıkarlar. Mustafa Suphi ve beraberindeki 17 kişi (?) 18 Ocak’ta Erzurum’a gitmek üzere Kars’tan trenle yola çıktı. Heyet dört günlük bir tren yolculuğunun ardından 22 Ocak’ta Erzurum’a vardığında kendilerini Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti’nin örgütlediği eylemler bekliyordu. Modern Türkiye’nin ilk ‘Komünizmle Mücadele Derneği’ olan Cemiyet’in 18 Ocak’ta yayınladığı beyannamede “Rusya’dan gelmiş, anası babası belirsiz, mazileri karanlık, cani iblislerin, Allah, Peygamber, Halife ve şeriat yok dediği, kadınlardan başlayarak na-mahremliği ortadan kaldıracağı, kadınların kamuya açık yerlere erkeklerle karışık girip çıkması, erkeklerle çalışması ve erkeklere hizmet etmesinin mecbur kılınacağı, üç yaşından büyük çocukların umumi depolarda toplanacağı, cinayet ve diğer suçlara ait kanunları kaldıracağı, çalışmayanın ekmek yiyemeyeceği, Başkırdistan, Taşkent ve Buhara’daki milyonlarca Müslümanın bütün servetlerinin, ırz ve namuslarının ellerinden alınacağı” yazıyordu. Bu iddialarla galeyana getirilmiş toplama göstericileri yönlendirenler arasında polis teşki-


latından kişiler vardı. Heyet Erzurum’a sokulmadı ve dekovil hattıyla Karabıyık’a (Aşkale yakınlarında köy) yollandı. Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin olayları anlatan telgrafı Meclis’te okunduğunda, Mustafa Kemal, devletin her şeyden haberdar olduğunu gösteren ve Erzurumlularla hemfikir olduğunu beyan eden bir konuşma yaptı. Mustafa Kemal aynı oturumda yaptığı diğer konuşmada Kâzım Karabekir tarafından Mustafa Suphi ve arkadaşları için yapılan plandan övgüyle bahsetti. Ardından Erzurum Valisi ‘Deli’ Hamit’e acele bir telgraf yolladı. Telgrafta “Mustafa Suphi Efendi’nin refakatinde kaç kişi olduğunun ve onların da kendisiyle birlikte gönderilip gönderilmediğinin bildirilmesini rica ederim” deniyordu. Bayburt’tan kızaklarla her tür imkândan uzak tutulup aç bırakılarak yola çıkan TKP kafilesi hiçbir yerde doğru dürüst konaklama fırsatı bulamayarak 27 Ocak’ta Maçka’ya vardı. Caminin yanındaki Yorgaki Otel’de bir gece kaldılar. Heyettekilerden Baytar Abdülkadir Maçka Kaymakam Vekili Murat Efendi’nin yardımıyla kurtarılmıştı. Mahmut Goloğlu’na göre, Abdülkadir, Kars’tan Trabzon’daki kardeşi Mehmet Efendi’ye gelişlerini müjdelemiş, Mehmet Efendi vekilliğini yaptığı Kayıkçılar Kâhyası Yahya’ya haberi verdiğinde, Yahya kendisine Mustafa Suphi ve arkadaşları konusunda Ankara’dan emir aldığını, eğer kardeşini kurtarmak istiyorsa şehre girmesini engellemesini tavsiye etmişti. Abdülkadir’in hayatını bu uyarı kurtarmıştı. Böylece geride Mustafa Suphi ve 15 yoldaşı kalmıştı. 28 Ocak’ta Trabzon’da olağanüstü bir hareketlilik vardı. Tellallar, Trabzon Muhafaza-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti başkanı ve eski Teşkilat-ı Mahsusa’cı Barutçuzade Ahmet Bey’in oğlu Faik Bey’in gazetesi İstikbâl’in kışkırtıcı yayınlarıyla galeyana getirilen halkı cuma günü öğleden sonra ‘Rusya’daki esir kardeşlerimizi kurşuna dizdiren dinsiz vatan hainlerinden intikam almak üzere’ mağaza, dükkân ve kahvehaneleri kapatarak Değirmendere’ye çağırmıştı. Şehirdeki Sovyet Konsolosluğu’nun elemanlarına da sokağa çıkmamaları tembih edilmişti. Cuma günü, bütün esnaf dükkânlarını kapatarak, kapatmayanlar ise polis ve inzibat memurları tarafından cebren kapattırılarak Değirmendere’ye doğru sevk edildiler.


TKP heyeti, 28 Ocak akşamı saat 17.20 civarında Trabzon’a vardı. Kayıkçılar Kâhyası Yahya ve adamları heyetin yolunu Değirmendere mevkiinde keserek Çömlekçi Mahallesi’nin alt yolundan doğruca iskeleye (Buhti’ye) çevirdi. Burada Mustafa Suphi ve arkadaşları tükürükler, küfürler ve tekmeler eşliğinde bir motora doğru sevk edildiler. Hemen arkalarından Kâhya’nın silahlı adamlarını taşıyan bir motor daha kalktı. Motorlar sabaha karşı 4-5 sıralarında boş olarak geri döndü, ama kimsenin iskeleye yanaşmasına izin verilmiyordu. Birkaç gün sonra tayfalardan birisi, motordakilerin birkaç mil açıkta, elleri ve ayakları bağlanarak denize atıldıklarını söyledi. MUSTAFA SUPHİ’NİN EŞİ MARİA’NIN SONU İddialara göre Sürmeneli Kınalıoğlu Ahmet Yakup motora bindirilmeyip Yahya Kâhya’nın evinde alıkonmuş, Tayyareci Tevfik ile Mustafa Suphi’nin Rus (bazı kaynaklara göre Türk, bazılarına göre Rus Yahudisi) asıllı eşi motordan geri getirilmişti. Adı çeşitli kaynaklara göre Meryem, Maria ya da Semiramis olan bu hanım, önce Yahya Kâhya’nın evine götürülmüş, kadıncağız tutulduğu yeri Rus Konsolosluğu’na bildirmeye çalışmış, notu götüren adam Kâhya’nın adamı çıkınca, ceza olsun diye Nemlizade Ragıp Bey’in evine verilmişti. Bir süre, Kâhya tarafından Rizelilere verilen kadıncağız bir oturak âlemi sırasında öldürülmüştü. KATLİAMIN ARDINDAN SOVYETLERİN GİRİŞİMLERİ Katliamın ardından Trabzon’daki Rusya Sovyet Hükümeti Konsolosu Ali Oruç Bagirov Trabzon Valisi’ne Mustafa Suphi ve arkadaşlarının akıbetini soran bir mektup yazdı. Trabzon Vali Vekili İsmail Sabri cevabi mektubunda, halkın tepkisi karşısında Trabzon’da kalamayacaklarını anlayan ekibin, bir motor kiralanarak sağ salim Rusya sahillerine yollandığını belirtti. Aynı gün İstikbâl gazetesinde, “Bakû Seyyahları Geldiler ve Gittiler” başlığı altında çıkan haberde olay daha ağır ifadelerle anlatılıyordu. Mustafa Kemal’in 31 Ocak 1921’de Erzurum’daki Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti başkanlığına yazdığı telgrafta “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası efradından bazılarının vatana hıyanet


suçundan dolayı haklarında takibat ve soruşturma icra edilmektedir. Adı geçen fırka, hükümetçe itibar ve itimada değer değildir, Efendim.” denmekteydi. Yani, Ankara Mustafa Suphi ve arkadaşlarının akıbetinden habersiz görünüyordu. 14 Şubat’ta Trabzon’daki Sovyet Rusya Konsolosu Bagirov, Trabzon Vali Vekiline Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Batum’a ve hiçbir Sovyet sahiline gelmediğini, dolayısıyla nerede olduğunu merak ettiklerini yazdı. Vali cevabında “Üçüncü Enternasyonal Heyeti’nden hiç kimse buraya gelmedi ve hiç kimse de buradan gitmedi. Bu konuda bizde hiçbir bilgi yoktur” dedi. Dışişleri Komiseri Çiçerin, radyogramla Ankara’dan Mustafa Suphilerin akıbetine dair bilgi talep etti. Ankara Hükümeti ise, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının bir deniz kazasında öldüklerine ilişkin açıklamasında ısrarlıydı. KAÇ KİŞİ KATLEDİLDİ TKP’nin belgelerine göre, Anadolu’ya hareket edenlerin toplamı Merkez Komite üyeleri ile birlikte 30’dur. Merkez Komite üyesi Mehmet Zeki ile üst düzey parti kadrosundan Süleyman Sami hasta oldukları bahanesiyle Erzurum’da veya Maçka’da alıkonulup, Ankara Hükümeti’nin himayesine mazhar olmuşlardı. TKP Harici Bürosu, haberin alınması ardından, “Doğu Halkları Propaganda ve Faaliyet Kurulu Başkanlığı”na gönderdiği mektupta, isim belirtmeksizin 16 kişinin öldürüldüğünü yazmıştı. Aynı organ adına Ahmet Cevat’ın (Emre) 2 Nisan 1921 tarihli mektubunda ise, “M. Suphi, dört Merkez Komite üyesi ve on iki diğer yoldaşlarımız” denmektedir ki, burada verilen rakamlarla öldürülenlerin toplam sayısı 17’ye ulaşmaktadır. Mete Tunçay’a göre motorda öldürülenlerin sayısı, Mustafa Suphi ile birlikte 14’dür. Tunçay, listeye ayrıca Meryem’i eklemektedir. Emrah Cilasun başka kaynaklarda geçen isimleri de dikkate alarak öldürülen komünistlerin sayısının daha çok olabileceğini söyler. Belirtilen kaynaklarda ismi belirlenenler. Mustafa Suphi Mustafa Suphi’nin Eşi Maria Ethem Nejat Erzincanlı Muallim Aşçıoğlu Bahaeddin Uşak’ın Hacı Hüseyin Mahallesi’nden Kazım Hulusi


Sürmene’nin Asu Kariyesinden Kıralioğlu Maksut Cihangirli Doktor Hilmioğlu İsmail Hakkı Van’ın Erciş Kazasından Nefer Ahmetoğlu Hayrettin Bandırma’nın Manyas Nahiyesi’nden Topçu Hakkı Bin Mehmet Ali İstanbullu Mühendis Emin Şefik Kadıköylü Pilot Yüzbaşı Tevfik Bin Ahmet Manisalı Yedek Subay Kazım Bin Ali Erzincan’ın Akdaş Kariyesinden Hatipoğlu Mehmet İzmir’in Tilkilik Mahallesi’nden Hacı Mustafaoğlu Mehmet Kandıralı Cemil Nazmi Bin İbrahim KATLİAMIN ARDINDAN KATİLLERE NE OLDU 16 Mart 1921’de TBMM Hükümeti’yle Rusya Şûraları Federatif Sosyalist Cumhuriyeti Hükümeti arasında bir dostluk anlaşması imzalandı. Mustafa Kemal aynı gün Yahya Kâhya’ya “vatanperverâne hissiyat ve temennilerinize teşekkür ederim” şeklinde kısa bir telgraf yolladı. Bu telgraftan iki ay sonra kanlı bir tasfiye hareketi başladı. Çünkü Trabzon’daki yerel güçlerin Enver Paşa ile flört etmesi, Ankara’yı rahatsız etmişti. 300 kişilik çetesiyle Yahya Kâhya, Enver Paşa’nın amcası Halil (Kut) Paşa’nın en has adamıydı. Dahiliye Vekili Ali Fethi (Okyar) Bey, durumu ‘Trabzon’daki İskele Hükümeti’ diye nitelemişti. Tasfiye harekâtı 26 Ağustos 1921’de Ebubekir Hazım (Tepeyran) Bey’in Trabzon Valiliği’ne getirilmesiyle başladı. 7 Kasım 1921’de Miralay Sami Sabit (Karaman) Trabzon’daki 13. Fırka Kumandanlığı’na atandıktan sonra Trabzon Müdafa-i Hukuk Cemiyet adına toplanan paraları zimmetine geçirme suçuyla Yahya Kâhya hakkında soruşturma başladı. Kâhya uzun bir direnişten sonra 12 Ocak 1922’de Sivas Bidayet Mahkemesi’nde yargılanmak üzere tutuklanarak Sivas’a gönderildi. Ancak mahkeme heyetine yapılan baskılar sonucu beraat ederek Trabzon’a geri döndü. Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey konuyu Meclis gündemine getirdi ve Mustafa Kemal ile arasında sert tartışmalar yaşandı. Yahya Kâhya’nın sonunu, Suphilerin öldürülmeleri meselesini de ima ederek etrafa “sanki bütün bu işlerde ben tek başıma mıydım; her şeyi olduğu gibi ortaya dö-


keceğim” diye tehditler savurması getirdi. 3 Temmuz 1922’de Kâhya ve dört kişiyi taşıyan otomobil, Kâhya’nın Soğuksu’daki yazlık konağına giderken saldırıya uğradı. Kâhya ve iki kişi öldürüldü. Arkadan ve önden atılan 40 kadar mermiye rağmen olaydan karanlıkta kaçarak kurtulan Kâhya’nın Mustafa adlı silahlı uşağı, olaydan sonra nedense yoldaki askerî kışlaya ve şehirde önünden geçtiği hükümet, polis ve jandarmaya olayı haber vermemiş, bütün gece ortadan kaybolmuştu. Halk arasında olayı Sami Sabit Bey’in tezgâhladığı inancı yaygındı. Durumu soruşturan heyet, 13 Eylül 1922 günlü raporunda “Kâhya öldükten sonra askerî kışlaya doğru kaçtıkları görülen katiller hakkında zamanında gereken araştırma yapılmamış olduğundan bulunmaları imkânsız hale gelmiştir” diyerek soruşturmayı kapattı. KATLİAMI PLANLAYANLAR KİMDİ O günden beri Mustafa Kemal’in olaydaki rolü aydınlanmadı. Yıllar sonra Mustafa Kemal ile yolları ayrılacak olan Kâzım Karabekir uzun bir süre yasaklı kalan anılarında, bu olayla ilgili olarak, “hayatımla ve namusumla oynadılar” diyecekti. Yine yıllar sonra Mustafa Kemal’in Muhafız Taburu Komutanı İsmail Hakkı (Tekçe) Bey, Yahya Kâhya’yı, 27 Mart 1923’te Mustafa Kemal’in yeminli muhalifi Ali Şükrü Bey’i öldürecek olan Giresunlu Topal Osman’ın iki adamıyla birlikte kendisinin öldürdüğünü açıkladı. Bu konuda bir makale yazan Yalçın Yusufoğlu’na göre, Yahya Kâhya’nın oğlu, Mete Tunçay’a gönderdiği mektupta, babasının “o zamanki koşullara göre vatani vazifesini yaptığını ve asıl katilin bugün tapınılan bir kişi olduğunun bir gün mutlaka anlaşılacağına” inandığını yazmıştı. Halil Berktay’ın dedesi Halil N. Berktay da olayın Ankara’dan gelen şifreli bir telgrafla emredildiğini ve şifreyi çözmüş subayla sonraları tesadüfen tanıştığını söylemişti.


15’LER KATLİAMI VE KOMÜNİST HAREKET Türkiye Komünist Fırkası’nın kurulması, Anadolu’da sosyalizmin bir dönemecidir. Bu dönemeç kendinden önceki süreçte var olan sosyalist hareketleri ve bireyleri aşan yeni bir yönelim oluşundandır. Anadolu Türkiye Komünist Fırkası’yla bilimsel sosyalizmle, Marksizm-Leninizmle tanışması ve mücadele yönelimini belirlemesinin adımıdır. Sosyalizmin ortaya çıkardığı değerlerin başında mücadele örgütü gelmektedir. Devrimci mücadele bir sınıf savaşımıdır ve bu savaşımda işçi sınıfının silahı kendisine ait olan partidir. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Bakü’de aldıkları partileşme kararı ve bunu da başarmış olmaları Anadolu’da o tarihten sonra gelişen her sosyalist akıma örnek teşkil etmiştir. Bir komünist parti nasıl kurulur tartışmaları içinde gelişen Türkiye sosyalist hareketlerinin bir başvuru kaynağı ve cesaret odağı olmuştur. Türkiye Komünist Fırkası birçok eksiklikle, birçok güçsüzlükle ve birçok yanlışla değerlendirilip, eleştirilse de temel olarak bu ülkede işçi sınıfı ve sosyalist mücadele açısından doğru bir yönelime dayanak oluşturmasıyla önemlidir. Türkiye Komünist Fırkası’nın önemini sadece bu coğrafyadaki ilk komünist parti olmasıyla sınırlamak Türkiye Komünist Fırkası için mücadele edenlere haksızlıktır. TKF Kuruluş biçimiyle bir mücadele örgütü oluşturmanın örneğidir de. Kuruluş sürecine giderken komünist militanlar ulaşabildikleri her yerde örgütlenme çalışması yaparak ve bulundukları alanlarda gelişmelere müdahale etmeye çalışarak bir örgütlenme oluşturmaya çalışmışlardır. Bunu başarabildikleri yerde komünistlerin uluslararası dayanışmasını da kendilerine dayanak sağlayıp mücadeleye daha aktif katılmanın yoluna çıkmışlardır. Kurulur kurulmaz aldıkları en önemli karar ülkede süren emperyalist yağmaya karşı direniş hareketine aktif olarak katılmak ve direnişi güçlendirmek olmuştur. Sadece bir kenarda durarak, gelişmeleri izleyerek “uygun fırsatçılık” aczine düşmemişlerdir. Bu yönelimleri TKF’nin devrimci yönüdür. TKF’den günümüze kalan en önemli miraslardan birisi de devrimci yapılanması ve ataklığıdır.


Mustafa Suphi ve Ethem Nejat gibi parti önderlerini geçmişleriyle değerlendirince siyasi aktör olarak varoluşlarının nasıl bir dönüşüme uğradığını da görmekteyiz. Sosyalizm mücadelesiyle tanışıp onunla hareket ettikçe burjuva anlamda her tür çabanın ne kadar iyi niyetli olursa olsun gerici bir yanı olduğu TKF liderlerinin yaşamlarıyla ortaya konmuştur. Sosyalist duruşlarına inançları ve güvenleri yetersiz güçlerine rağmen süre giden mücadeleye atılmalarını sağlamıştır. Mustafa Suphi ve ekibi Bakü’den ülkeye dönüş biçimleriyle hatalı mıdır? Katledilişlerine bakınca hatalıydılar demek mümkündür. Ki bu yönlü değerlendirmeler de yapan birçok kaynak vardır. Ancak bu değerlendirmeleri yapan kaynakların temel dayanağı kazanan haklıdır veya doğrudur mantığıyla hayat bakabilenlerden oluşmaktadır. Sömürücü sınıfların tarih boyunca yarattığı kazanan doğrudur, haklıdır anlayışının “sol” içinde yer alan anlayışları Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesinde suçu onlara yükleyebilmektedirler. Komünistler mücadele tarihi içinde çoğu zaman yenilgilerle şekillenmişlerdir. Bu açıktır ki sosyalizm mücadelesinin doğasından kaynaklanmaktadır. İnsanlık tarihin keskin dönemecindedir. Sosyalizm binlerce yıllık sömüren sömürülen ikileminin sınıf savaşımlarını kökten ortadan kaldırma hareketidir. Komünistlerin önünde sadece bir tek savaşılacak güç değil insanlık tarihi boyunca birikmiş sorunlar vardır. Bu anlamda komünistler mücadelelerinde devrimci atılımı her zaman önemli özellik olarak belirlemişler ve devrimci atılım ve duruş yerine kapitalizmle uyuşmacı anlayışlara karşı çıkmışlardır. Mustafa Suphi ve Arkadaşları Daha Farklı Davranabilir miydi? Tarihi anlamak veya değerlendirmek sorularla mümkündür. Tarih değerlendirmelerinde “öyle değil de böyle olsaydı” sorusu tarihi bilim olarak görenler için sadece gülünüp geçilecek bir değerlendirme biçimidir. Bu yönlü değerlendirmelerle Mustafa Suphi ve arkadaşlarının “hatalarına” işaret etme gayretleri sadece onları ve sosyalizm mücadelesinin derinliğini anlamamaya işaret eder. Tarihsel bir olay olarak Mustafa Suphi ve yoldaşlarının duruşu bir komüniste yakışır biçimdedir. Onlar ne utanılacak


bir geri dönüş tapmışlar ne de “uygun fırsat” bekleme sahtekârlığına düşmüşlerdir. Oluşturabildikleri güçlerle bir komünist parti kurmuş ve onu kurma nedenlerinin en temeli olan devrimci mücadeleye en aktif katılmayı önlerine görev olarak koymuşlardır. Beklemek ve “uygun şartların” oluşmasına kadar lafla idare etmek küçülmesinden uzak durmuşlardır. Komünist devrimci mücadeleye örgütüyle katılır, örgütünün olmadığı yerde örgütlenme yaratır ve devrimci sürece yapabileceğinin azamisiyle katılır. “Uygun şartlar” beklemelerini küçük burjuvalara bırakır. Çünkü bilimsel sosyalizm devrimci mücadelenin bir döneme, kişiye, gruba, bir olaya değil sürekliliğe bağlı olduğunu öğretir. Tarihsel gerçekler Mustafa Suphi ve yoldaşlarının devrimci mücadelenin gereği olanı yerine getirmenin adımlarını attıklarını göstermektedir. Başka türlü davranmaları ise komünistler için olası değildir. Mustafa Suphi ve Yoldaşlarının Katlinden Sonra Sovyetlerin Tavrı. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesi hakkında yapılan birçok değerlendirmede Sovyetlerin TKF’yi korumadığı ve akıbetini araştırmadığı yönünde değerlendirmeler bulunmaktadır. Bu değerlendirmelerin her biri sosyalizm düşmanlığıyla harmanlanmıştır. Sovyetler Birliği Komünist Partisi, TKF’nin oluşturulmasına destek vermiştir. Bu desteği de partinin kurulması sürecinde göstermiş aynı şekilde desteğini Ankara’da kurulan burjuva hükümete de TKF konusunda gerekli uyarıları yaparak devam ettirmiştir. Sovyetlerin TKF’lilerin katledilmesini önlemeye gücü yetmemiştir. Gücünün yetmemesi ise Ankara hükümetinin TKF’lileri katlederek ortaya çıkacak seçeneklerden biri olarak Sovyetlerin Ankara’ya yürümesi olasılığına sarılmış olmasıdır. Ankara, Emperyalist “büyük güçlere” yamanmanın bir aracı olarak Sovyetlerin kendisine saldırı tehdidinde bulunmasını kullanmayı çok istemiştir ancak bunu elde edememiştir. Bu kirli politik oyun içindeki Ankara’ya karşı yapılabilecek olan ise katledilen komünistlerin akıbetini öğrenmek ve geride kalanların yeniden örgütlenmesine destek olmaktır.


Sovyetler’in TKF’lilerin akıbetini aramadığı söylene gelen bir yalan olarak ortalıkta dolaşmakta ve somut gerçekler bu yalanı ortaya çıkarmaktadır. Sovyetler başta dışişleri bakanı olmak üzere tüm kanallardan Mustafa Suphi ve yoldaşlarının akıbetini öğrenmeye çalışmış ve bunda da başarılı olmuştur. Ankara’nın, Osmanlı’dan devraldığı katliam yapıp, yaptığını reddetme ve kayıp ilan etme geleneği bu olayda işlememiş ve Ankara, Mustafa Suphi ve yoldaşları için “neredeler bilmiyoruz” diye başladığı yalancılığını sürdürememiş ve yapılan Sovyet baskısı sonucu “denizde kayboldular” diyerek kayıp etmenin sorumluluğunu üstlenen bir cevap vermek zorunda kalmıştır. Komünistler mücadelenin içinde bir hayat sürerler ve bu hayat her tür saldırıya açıktır. Bunu bilirler ve bunu bildikleri için her katledilen yoldaşlarını mücadelenin bir parçası kılarlar. Sovyetler Türkiye Komünist Fırkası’nı Ankara’yla sürdürülecek bir ilişkiye feda etmemiş aksine bu ilişkide belirleyen bir örnek saymıştır. Sovyetler, Mustafa Suphi ve yoldaşları katledildiği zaman Ankara’yla ilişkiyi kesmeliydi hatta savaş açmalıydı şeklinde bir değerlendirme yapmak sosyalist mücadeleyi anlamamak demektir. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesi sosyalizm mücadelesinin bir cephe savaşında alçakça yapılan bir katliamdır, komünistlerin tarihi bu alçakça katliamlarda katledilmeyle doludur. Her katliam sadece komünistlerin mücadelesinin daha amansız olmasının yolunu açmıştır. Bu da Türkiyeli komünistleri olduğu gibi Sovyetler Birliği Komünistlerini de Ankara’ya karşı yeni bir konumlanma almaya yöneltmiştir. Sovyetler TKF’li yoldaşlarına sahip çıkmış ve sonlarının karanlık bilinmezlerde kalmasını önlemiştir. Sosyalizm mücadelesi bir döneme veya bir tek olaya bağlı değildir süre gelen ve süre gidecek olan bir mücadeledir.


MUSTAFA SUPHİ VE YOLDAŞLARINDAN SONRA Mustafa Suphi ve yoldaşları bu ülkedeki sosyalist mücadelenin önemli adımlarından birinin adıdır. Onların katledilmesi bu ülkedeki egemenlerin vahşetinin bir başka göstergesi ve düşman sınıf olarak kendini ne kadar bildiğinin de göstergesidir. 21 Ocak 1920’den 21 Ocak 2012’ye geçen sürede bu ülkede komünistler Mustafa Suphi ve yoldaşlarının ilk adımlarıyla yarattıkları mücadele geleneğini bir mihenk taşı saymışlardır. İlk önce mücadele için parti. Parti bir süs veya paye değil mücadele aracıdır ve var oluşunun temel nedeni mücadele içinde olmaktır. Komünistler direngendir ve mücadelenin gereklerine uygun davranmaya özen gösterirler. Bu temel değerler 21 Ocak 1920’den 21 Ocak 2012’ye taşınmıştır. 92 yıllık geçen zaman dilimi içinde komünistler değişik mücadeleler içinden geçmişler ve mücadelelerini devam ettirmenin yolunu da bulmuşlardır. Türkiye Komünist Fırkası bu ülkedeki komünistlerin devrimcilerin onurla yâd edecekleri bir geçmişin adı olarak hala diri ve güçlüdür.

Kazıdık Onbeşleri’in ismini, kanlı kızıl bir mermere!.. Bir çelik aynadır gözlerimiz, Onbeşler’in resmini görmek isteyenlere… 1925, Nazım hikmet


Kalbim Göğsümde 15 yara var!. Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak!.. Kalbim yine çarpıyor, kalbim yine çarpacak!!! Göğsümde 15 yara var! Sarıldı 15 yarama kara kaygan yılanlar gibi karanlık sular! Karadeniz boğmak istiyor beni, boğmak istiyor beni, kanlı karanlık sular!!! Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak. Kalbim yine çarpıyor, kalbim yine çarpacak!... Göğsümde 15 yara var!. Deldiler göğsümü 15 yerinden, sandılar ki vurmaz artık kalbim kederinden! Kalbim yine çarpıyor, kalbim yine çarpacak!!! Yandı 15 yaramdan 15 alev, kırıldı göğsümde 15 kara saplı bıçak.. Kalbim kanlı bir bayrak gibi çarpıyor, ÇAR-PA-CAK!! 1925, Nazım Hikmet


Onbeşler İçin Yangınlara fazla bakan gözler yaşarmaz Alnı kızıl yıldızlı baş secdeye varmaz Dövüşenler ölenlerin tutmaz yasını Yine fakat bir yıldırım zulmeti yırtsa Sağır göğün koynundaki çanı haykırtsa Anıyoruz göğsünüzün son sayhasını Eski cihan yeni cihan önünde eğil! Aramızdan birkaç yoldaş ayırmak değil, Her ne yapsan varacağız emelimize! Karadeniz…bunu duysun derinliklerin: O ateşli göğüsleri delen hançerin Kabzasını alacağız biz elimize! Nazım-VaNu (Batum, 1922)


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.