*
EV
Metin, Hakan Günday’ın Kinyas ve Kayra adlı romanından alınıp imgesel boyutta yeniden tasarlanmıştır.
Tasarlayan: Serkan Doğan
Anayolda giderken Kinyas, “Ona kadar bir sayı söyle” dedi. “Bir!” dedim. İkimizde solaktık. Yolun solundaki ilk toprak yola girdi. Yol bir tepeye doğru gidiyordu. Güneş arkamızda kalmıştı. Ve biz daha karanlık olan, tepenin bize bakan yamacına sadece sağ farın aydınlattığı yoldan gidiyorduk. Birkaç kilometre çorak arazinin ortasındaki yolda ilerledikten sonra arabadan hırıltılar gelmeye başladı. Sert bir titreme. Ve motor durdu. Dumanlar çıkıyordu arabadan. Kesinlikle aldığımızdan beri yağına, suyuna bakmadığımız için büyük ihtimalle bütün mekanizmayı yakmıştık. Eşyalarımızı alıp yürümeye başladık. Yamaca doğru. Neden bilmem ama bizi çeken bir şey vardı, gittikçe güneşin sayesinde rengi açılan tepede. Üstünde ağaç yoktu. Çok büyük bir kaya parçası gibi duruyordu. Sanki çok yükseklerden atılmış ve üzeri de bir usturayla dümdüz edilmiş gibiydi. Çevresindeki düzlük, tepenin buraya başka bir yerden geldiğini düşündürüyordu bize. Yürüdük. Terlemiştik. Hiç konuşmadan. Hızlanan nefeslerimizin sesi.
Yürüdük. Dönüp arkama baktığımda arabayı hala görebiliyordum. Bundan nefret ettim. Çok yürüdüğümü sanıp, dönüp arkaya baktığımda başlama noktasından hiç de o kadar uzaklaşmadığımı görmek dünyanın en iğrenç duygularından biriydi. O kadar sinirlendim ki elimdeki çantalara aldırmadan koşmaya başladım. Yamaca doğru. Ben koştukça uzaklaşıyordu tepe. Ben koştukça, kovaladıkça kaçıyordu her şey. Çıplak elle balık avlamaya benziyordu yaptığım. Ağzımdan soluyordum. Terliydim. Koşuyordum. İçimdeki bütün nefretle. Bugüne kadar yakalayamadığım her şey için koşuyordum. Ellerimin arasından kayıp gitmiş her şeyin peşinden! Lokomotif gibi atan kalbim ağzımdan düşecek gibiydi. Kafamı sağa çevirip yere tükürdüğümde sanki ciğerlerimi de tükürdüm. Koşuyordum bütün vücudumla. Elimdeki çantalar bacaklarıma, gövdeme, birbirlerine çarpıyordu. Kafamı geriye atmış, gözlerimi kısmıştım. Yamaç gözümün önünde bir aşağı, bir yukarı gidiyordu. Titriyordu bütün tepe. Bütün dünya! Bir türlü yaklaşamıyordum. Bağırmaya başladım.
“AAAAH!”
Koşuyordum. Bütün dünyayı yakalamak için. Her şeyi! Herkesi!.. Ve bu çabaya dayanamayan bedenim kendini toprağa bıraktı. Biraz yuvarlandıktan sonra yerde sırtüstü yattım. Çantaları hala bırakmamıştım. Düşerken alnımı vurmuş olmalıyım. Islak ve sıcak bir sıvı sızdı saçlarımın arasından şakağıma doğru. Gökyüzü artık maviydi. Güneş tahtına geçip tacını devralmıştı... Hiçbir şeye yetişememiştim. Hiç kimseyi yakalayamamıştım. Hayat yine kayıp gitmişti... Parçalanmış ceketimin iç cebinden bir sigara çektim. Ve bir ölü gibi vücudumu hiç oynatmadan durdum. Gözlerimi kapattım. Ağzımda sigara. Bir mucize istedim. Bir tane. Ya şimdi ya hiç!.. Ve gözlerimi tekrar açarken içime çektiğim nefeste nikotin de vardı. Kinyas eğilip ağzımdaki sigarayı ateşlemişti. Mucize gerçekleşmişti... Derin bir nefes çektim. Kinyas da kendini yanıma bıraktı.
Artık ikimiz de adını bilmediğimiz yassı bir tepenin yamacının yakınlarında, kırmızı bir toprağın üzerinde, ellerimizdeki sekiz yüz bin dolarlık torbalarla sırtüstü yatıyorduk. Çok zor günler yaşıyorduk. Çok zor yaşıyorduk. Çok zor...
Sigaranın külleri toprağa karıştıktan ve filtresi de havada birkaç takla atıp yanıma düştükten sonra, doğrulup olduğum yerde oturdum. Çevreme baktım. Ve karşımda da güneşten, toprağın renginden ötürü kızarmış, binlerce oyuğu olan dev bir kaya vardı. Ayağa kalkıp çantaları teker teker kontrol ettikten sonra yamaca doğru yürümeye başladım. Artık içimde hiçbir kızgınlık yoktu. Çok sakindim. Eğimi yükselen zeminde zorlanmadan yürüyor ve tepeye tırmanıyordum. Kinyas da arkamdan geliyordu. Yüz metre civarında tırmandıktan sonra sol tarafımda büyük bir oyuk fark ettim. önünde ufak taşlar vardı. Bir mağara girişine benziyordu. Bir jeoloğun sözleri aklıma gelmişti.
“Her taşın bir hikayesi vardır. Jeolog ise taşın masalını anlatandır!”
Düşüp kendimi parçalamak istemediğim için dikkatli adımlarla sol tarafa doğru yürümeye başladım. Sağımda yamaç, solumdaysa artık bulunduğum yükseklikten ötürü tehlikeli olmaya başlamış mütevazı bir uçurum vardı. Bütün ağırlığımı yamaca doğru vererek ayaklarımın zor soğdığı küçük patikadan yürüyüp oyuğun önüne geldim. Kafamı içeri uzattığımda güneşin aydınlattığı kadarıyla, geniş olduğunu tahmin ettiğim bir mağara keşfettiğimi anladım. Güneş ışıklarının ulaşamadığı yerler tamamen karanlık ve biçimleri hakkında fikir yürütülemeyecek kadar belirsizdi. Oyuk, bir insanın geçebileceği yükseklikte ve eni de bir metre civarındaydı. İçeri adımımı atıp elimdeki çantaları bıraktım yere. Dönüp Kinyas’a baktım. Ve elimle gelmesini işaret ettim. Kesinlikle rutubet yoktu. Kupkuru bir yerdeydim. Benzinin bitmediğini umduğum çamkağımı ceketimden çıkarıp yaktım. Ve karanlığa doğru bi adam daha attığımda, gerçekten de bir tünel görünümündeki oyuğun büyük ve uzun olduğunu anladım. Yere oturup Kinyas’ın gelmesini bekledim.
Fazla uzun sürmedi bekleyişim. Önce elindeki çantalar ve plastik poşetler girdi mağaraya. Sonra da kendisi. Mağaranın girişinde öylece durmuş içeri bakıyordu. Güneş bütün vücudunun çevresinden taşmıştı. Altın bir zırhla sarılmış gibiydi. Kinyas, simsiyah bir mağaranın ağzında altın sarısı bir ışığın içinde duruyordu. O saniye, bu görüntü , bu manzara. Hiç bir fotoğrafçının yakalayamayacağı mucizevi sahne. Bana tek bir şey düşündürdü: Kinyas’ın kutsallığını! O bir azizdi. Gerçek bir aziz! Belki de bir melek. Benim için yollanmış koruyucu bir melek! Sonusuz gibi gelen saniyeler boyunca durdu o şekilde. Altın külçesinin ortasındaki siyah bir leke gibi. Sonra yavaşça hareketlendi siyah gölge. Sağ elinde bir ateş belirdi. Bir adım attı bana doğru. Çakmağını yakmış, yürüyordu. Büyülenmiş gibiydi, sadece bir an için seçebildiğim gözleri. Ve mağaranın içine doğru yürüdü. Önümden geçti. Devam etti. Mağaranın karanlığına karıştı. Çakmağın ışığı duvarların siyahlığına fazla dayanamadı. Ve tünelin içinde yok oldu. Her şey bir hayal gibiydi. Neyin gerçek olduğunu anlayamıyordum...
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Önce ayak sesleri sonra duvarlarda birkaç ışık damlası. Ve en sonunda da karanlığa alışmış gözleriminbeynime verdiği elektronik sinyalin açılımı, yani Kinyas.
“Tünelin ucunda kilise büyüklüğünde bir oda var. İnanılmaz bir yer! Tavanından sızan binlerce ışık var. Günün bütün ışıkları. Taşın deliklerinden çıkan ve odayı aydınlatan projektörler gibi. Bunu görmelisin!”
Oturduğum yerden kalktım. Söylediklerine pek bir anlam verememiştim. Gözümün önüne gelmiyordu eksik Türkçesiyle betimledikleri, ama Kinyas’ı bile etkilediğine göre sihir, tepenin sihri devam ediyor olmalıydı. Çakmağımı yaktım. Bir aniçin üzerindeki “TAEDİUM VİTAE” kelimeleri parladı ve Kinyas’ı takip etmeye başladım. Önüme bakarak yürüyordum düşmemek için. Ve Kinyas “İşte!” diyene kadar tünelin bittiğini ve bahsettiği yere gelmiş olduğumuzu anlamadım...
Kafamı kaldırdığımda gördüklerime kesinlikle inanamadım. Kalbimin atışı hızlandı. Birkaç ter damlası alnımdan çıkıp dünyayla tanıştı. Baktığım şey daire şeklinde, yaklaşık yirmi metre yüksekliğinde duvarları olan ve her yeri, tavandaki binlerce küçük delikten sızan binlerce ışık hüzmesinin yarattığı binlerce sarı ufak noktayla dolu bir mağaraydı. Burası bir cami, bir kilise, bir sinagog değil, dünyanın en ilkel ve en doğal abadethanesiydi! Dev mağaranın içine birkaç adım attım. Ve ışık noktalarının vücudumda gezmeye başladıklarını hissettim. Kafamı kaldırıp olduğum yerde dönmeye başladım. Binlerce ışık çizgisi, havada asılı ışıklı sopalar. Ellerim çarpıyordu ama kırmıyordu onları. O kadar güçlü bir andı ki, o kadar kendimden geçmiştim ki, o kadar zamandır gördüğüm bir şeye şaşırıyordum ki beynimdeki düşüncelerin her biri volkanlar gibi patlamaya başladı! Olduğum yerde, gözlerim tavandaki ışık bahçesinde dönerken, kulaklarımdan, ağzımdan, burnumdan, bütün zihnimden lavları akıyordu. İçimde patlayan her şey akıp gidiyordu. Başım dönmeye başladı. Sendeledim. Elimden düştü çakmağım. Ve ben de bıraktım kendimi peşinden. Bir şelalede yıkanmış kadar temiz hissediyordum. Kötülüğün, dünyanın ne olduğuna dair en ufak bir fikri olmayan yeni doğmuş bir bebek gibi.
Kinyas gelip, ceketimin cebinden bir sigara alıp yaktı. İkimiz de hayatımızda gördüğümüz en bizi bizden alan yerdeydik. Hayalini daha kurmamış olduğumuz nadir yerlerden biri. Yattı sırtüstü yere.
“Ölene kadar burada kalacağız. Açlıktan ve susuzluktan ölene kadar! Burası filmin bitmesi için en uygun dekor.”*
Söylediği her kelime yankılanıyordu leopar derili duvarlarda. Vücudumun üzerindeki parlak noktalara bakıyordum. Tavandan duvarlara ve her yere düz çizgiler çeken güneşin bu kadar parçaya bölünebildiğine inanamıyordum. Sonsuza kadar yatabilirdim burada. Bütün mağara bin yıl sonraki bir depremde üstüme yıkılana kadar. Çevremi örümcek ağı gibi sarmış ışık çizgileri kefenim olana kadar.
“Ölene kadar!” dedim, fısıldayarak.
Kinyas’ın duyacağı yükseklikte. İncitmek istemedim. Bizden binlerce yıl önce tanışıp birlikte yaşamaya karar vermiş güneşi ve içine girdiği dev kayayı. Tavanda gördüğüm dünyanın en muazzam sevişmesiydi. Güneş ışığının taşla sevişmesi! Doğudan batıya giden, güneşin doğuşundan batışına kadar süren mucizevi bir sevişme...
Üç gün boyunca geceleri çok soğuk olan mağaramızda dolarları yakarak ısındık. Eşyalarımızın arasındaki iki şişe konyağı içtik. Karnımız acıktı. Dışarı çıkıp anayola yürüdük. Otostop çektik bir çiftçiye. Kamyonetin arkasında dört saat yol aldık. İlk kasabada indik. Gördüğümüz ilk bara girip nerede pizza bulabileceiğimizi sorduk. Barmen kendilerinde olduğunu söyledi. Pepperonni yoktu. Margaritaya razıydık. İki margarita, iki de bira! Soğuk! Çok soğuk...
“Ölene kadar!” demiştik. Ama ölmedik!
Barda oturan kadının iri göğüslerine bakarken birden bir şey fark ettim sağ elimde. Hareket eden sarı bir ışık noktası. Gözlerimi çevreleyen derinin gerildiğini duydum. Kinyas’a baktım. Yüzündeki acı tebessüm eşliğinde elindeki çatalıyla yukarıyı gösteriyordu. Çatalın dişlerinin baktığı yöne kalkdırdığımda gözlerimi, barın tahta çatısından sızan ve elime kadar uzanan güneş ışığını gördüm. Tekrar Kinyas’a baktığımda ikimiz de uzun zamandır atmadığımız kadar dürüst kahkahalar atıyorduk. Mucize bizimle gelmemişti. O muazzam büyü bizi takip etmemişti. Hiçbir şey peşimizden gelmemişti. Mucize bizdik! İçimizdeydi. Her şey bizdeydi! Muzice, sihir, o eşsiz sevişme! Hep bizim zihnimizdeydi. Mucize gitmiyordu bir yere. Biz gidiyorduk. Mucize bizdik. Kinyas ile Kayra! Ellerinde her zaman sarı ışık noktalarının dans ettiği adamlar... İki bira daha istedik.
“Soğuk olsun. Çok soğuk!”