AKŞAM GAZETESİ EKİM 1950 ŞEVKET RADO KÖŞE YAZILARINDA DEĞİŞEN TÜRKİYE Hatice BEDESTANİ1
Özet 1946 yılında çok partili hayatına başlayan Türk siyasi tarihi, 1950 yılında Demokrat Parti’nin yirmi yedi senelik Cumhuriyet Halk Partisi iktidarını devralmasıyla, ülke çapında büyük bir ekonomik ve sosyal devrime tanıklık etmiştir. Bu dönemde, Amerika ile yakınlaşan ilişkiler, NATO’ya üyelik gibi büyük dönemeçler halkta ve politikada farklı yansımalar yaratmıştır. Bu süreçte Akşam gazetesinde yirmi beş yıl sürecek olan köşe yazarlığına devam eden Şevket Rado, yazılarında değişen ve gelişen Türkiye’yi birçok farklı konuda ele almıştır. Bu çalışmada, Şevket Rado’nun 1950 yılı Ekim ayı boyunca “Sözün Gelişi” köşesinde yazdığı yazılar incelenecektir. Anahtar Kelimeler: Demokrat Parti, Şevket Rado, Sözün Gelişi, Akşam Gazetesi
1
İstanbul Ticaret Üniversitesi Görsel İletişim Tasarımı Bölümü 3. Sınıf Öğrencisi
1- 1950 Yılı Tarihsel Arka Planı a)Çok Partili Hayata Geçiş ve Demokrat Parti İktidarı 1925 yılında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın ve 1930 yılında Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması ile çok partili hayata geçiş denemelerinde başarısız olan Türk Siyasi Tarihi, 1946 yılında Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan ayrılan bir grup siyasetçinin Demokrat Parti adı altında birleşmeleri ile yeniden umut buldu. 23 senedir ülkeyi tek parti rejimi ile yöneten ve savaş ekonomisi uygulamaları ile muhaliflerini arttıran CHF kadrosundan, belirginleşen fikir ayrılıkları sebebiyle ayrılan Adnan Menderes, Refik Koraltan, Celal Bayar ve Fuad Köprülü 7 Ocak 1946 günü resmi olarak Demokrat Parti’yi kurdu ve 1950 yılı seçimlerine kadar devam edecek olan şiddetli muhalefetine başladı. Demokrat Parti programını iki esas etrafında şekillendirdi: Liberalizm ve demokrasi. Cumhuriyet Halk Fırkası'nın ekonomi politikası olan devletçiliğin aksadığı yönler vurgulanarak CHF'ye karşı çıkılmaktaydı. Demokrat Parti üzerindeki daha önceki acı tecrübelerin yarattığı ilk kuşkular dağıldığında büyük kitlelerin DP'yi desteklediği görüldü. 50 seçimlerine kadar DP ve CHF arasındaki bazı sürtüşmeler, çözümlenen ve çözümlenmeyen sorunlar, seçim yasalarındaki değişimler, DP’nin katılmadığı 48 ve 49’daki ara seçimler, yenilenen parti tüzükleri ve yoğun DP propagandası ortamında 1950 seçimlerine gidildi. 14 Mayıs 1950 günü yapılan seçimler Türkiye'de 27 yıllık tek parti devrini sona erdirdi. 1923'ten beri tek başına ülkeyi idare eden Cumhuriyet Halk Fırkası, iktidarı halkoyu ile Demokrat Parti'ye devretti. Seçim sonuçlarına göre DP % 52,7 oy alarak 408 milletvekili kazandı. CHF ise % 39,4 ile 69 milletvekili ile temsil edilme hakkı kazandı. 22 Mayıs 1950 günü TBMM açıldı. Refik Koraltan başkanlığa seçildi. Ardından yapılan cumhurbaşkanlığı oylamasında DP Genel Başkanı, İzmir milletvekili Celâl Bayar 453 milletvekilinin katıldığı oylamada 387 oy alarak Türkiye Cumhuriyeti’nin üçüncü cumhurbaşkanı oldu. Hükümeti kurma görevi DP Aydın Milletvekili Adnan Menderes’e verildi. Aynı gün Adnan Menderes kendisinin ilk, Cumhuriyet'in 19. hükümetini kurdu. Dünyada belki çok nadir görülen bir olay gerçekleşmişti. Uzun yıllar boyu ülkeyi kendi otoritesi ile yöneten iktidar, tamamen serbest, hür, kansız ve hilesiz bir seçim ile yerini bir başka partiye bırakmıştı. Bu yüzden 1950 seçimleri, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde "Beyaz Devrim" olarak adlandırılmıştır. 1950 seçimleri sonrasında ülkede yaşanan ekonomik rahatlama, savaş yıllarının üzerinden çok az bir süre geçmesi nedeniyle büyük önem kazanmaktaydı. Muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi, 19501954 yılları arasında özellikle ekonomik anlamda DP icraatlarına eleştiriler getirdi ancak ortaya çözüm olarak kabul edilebilecek bir öneri sunamadı. Bu şartlar altında yapılan 2 Mayıs 1954 seçimlerinde Demokrat Parti gücünü daha da arttırdı. Oyların %57,5'lik kısmını alarak cumhuriyet tarihinde daha önce görülmemiş bir oy oranına sahip oldu. Oyların % 35,2’sini alan CHP ise ana muhalefet olmaya devam etti.
Ekonomide yaşanan darboğaz ve siyasi çalkantılar nedeniyle DP seçimleri bir yıl önceye aldı. 27 Ekim 1957 günü yapılan seçimin süreci oldukça sert geçti. Seçimler iktidarı zayıflattı, muhalefeti yeniden güçlendirdi. Sonuçlara göre DP %47,9 oyla 424 milletvekili çıkardı. Bu milletvekili sayısında çoğunluk sisteminin etkisi büyüktü. Muhalefetteki CHP ise oyların %41,1'ini alarak 178 koltuk aldı. Muhalefete göre DP artık azınlığın iktidarıydı. Seçimler sonrasında da gerginlikler sürdü. Celâl Bayar üçüncü defa cumhurbaşkanlığına seçildi. Adnan Menderes ise beşinci hükümetini kurdu ve güvenoyu aldı. 1957 seçimlerinden sonra gerginlik daha da artmaya başladı. 1958 yılında, dış ödemeler dengesindeki bozukluk, alınan dış borçları ödenemez hâle getirdi. Türk lirasında develüasyona gidildi; ekonomideki durgunluk, işsizlik, iflaslar ve Kıbrıs sorunu DP’ye karşı olan muhalefeti arttırdı. 1960’a gelindiğinde ise, DP, her türlü muhalefeti baskı altına alarak sert bir şekilde susturma yolunu tercih etti. Basın sansürlendi, yazarlar tutuklandı, Tahkikat Komisyonu kuruldu, Ankara ve İstanbul’da öğrenci olayları patlak verdi ve bu iki büyük şehirde sıkıyönetim ilan edildi, üniversiteler kapatıldı. 21 Mayıs’ta Harbiyeliler sessiz bir yürüyüş yaptı ancak DP, verilen mesajı anlayamadı. 27 Mayıs 1960 sabahı Kurmay Albay Alpaslan Türkeş Ankara Radyosu’ndan ihtilal bildirgesini okudu. Milli Birlik Komitesi, TSK adına ülke yönetimine el koydu. Anayasa ve parlamento fesh edildi. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, TBMM Başkanı Refik Koraltan ve Başbakan Adnan Menderes başta olmak üzere Demokrat Partililer tutuklandı. 15 kişi idama, 31 kişi ömür boyu hapse, 418 kişi değişik hapis cezalarına çarptırılırken 123 kişi aklandı. Tutuklu bulunan Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu 16 Eylül 1961’de, Başbakan Adnan Menderes ise ertesi gün İmralı Adası’nda idam edildi. Celâl Bayar ve Refik Koraltan ile 11 kişinin idam cezası ömür boyu hapse çevrildi.
b)Demokrat Parti Döneminde Ekonomik ve Sosyal Durum Savaşın özellikle ekonomiyi kötü yönde etkilemesi, büyük kentlerde karaborsacılığın ortaya çıkması, sermayenin belirli ellerde toplanmasını kolaylaştırdı ve böylece bir Kent Burjuvazisi oluştu. Kırsalda, genç nüfusun silah altına alınması küçük ve orta büyüklükteki çiftçinin üretimini düşürdü. Büyük toprak sahipleri arzı kendileri kontrol etmeye başladı. Artan talep karşısında, arzdaki azalma enflasyonu ve hayat pahalılığını arttırdı. İktidarın önlem olarak düşündüğü çözümlerden ilki Varlık Vergisi oldu. Devlet tarafından alınmaya başlanan ağır vergileri ödeyemeyen bütün işadamları küçük şehir ve ilçelere gönderilerek ağır işçilik yapmaya zorlandı. Keyfi uygulamalara sebep olan bu vergi, kent burjuvazisini iktidara cephe almaya itti. Diğer önlem ise Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu idi. Bu kanunla büyük toprak sahiplerinin toprakları bölünerek, küçük çiftçiye destek sağlamak hedefleniyordu. Ancak bu, devletin ülkedeki bütün arazilerin zaten %70'ten fazlasına sahip olduğunu bilen toprak sahiplerini muhalefet saflarına doğru itti. İsmet İnönü'nün devletçilik uygulamaları sonucu oluşan ekonomik darboğaz, toplumu da muhalefet safına çekmiş durumdaydı. Bu sıkıntı ortamının da etkisiyle, başta ekonomi olmak üzere
her alanda liberalizm, hürriyet ve demokrasi sözü veren Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi kaçınılmaz hâle geldi. İktisadi ve siyasi alanda liberalizmi savunan Demokrat Partinin amacı hızlı büyüme olmuştur. Kendi deyimleriyle “İktisadi cihazlanmayı hızlandırmak, bütçede yatırımları genişletmek, özel sektörü hukuki ve fiili emniyet altına alacak tüm düzenlemeleri yapmak ve geliştirmek, yabancı sermayeden faydalanmak, üretim hayatını devletin zararlı müdahalelerinden ve bürokratik engellerden kurtarmak, mevcut sermayenin üretime akmasını sağlamak, böylece kişiler için uygun girişim ortamı oluşturmak” iktisat politikasının temel hedefleriydi. 1950-1960 arasındaki dönemde büyük bir hız kazanan tüketimin sebepleri şunlardır:
Çok partili yaşamın verdiği heyecan ve hız
Marshall yardımlarının yarattığı kısmî rahatlama
NATO’ya girişle beraber yatırımların farklı alanlara kaydırılması
Tarım kesiminde gelirlerin hızla artması, yeni zenginlerin ortaya çıkması ve bunların hızla tüketime yönelmeleri
Şehirlere göçün hızlanması Kapalı ekonomiden kısmî de olsa pazar ekonomisine geçiş
1950 yılı Türkiye’de çok partili siyasal rejimin başlangıç tarihidir. 1950 yılı siyasal değişme ile beraber iktisat politikasında da bazı değişmeler meydana gelmiştir. 1950 yılına kadar Türk ekonomisinde teoride karma ekonomi modeli ve devletçilik benimsenmiş olmasına rağmen, halkın fakirliği ve sermaye olmayışı yüzünden tüm ekonomi devlet eliyle ilerlemiştir. 1950’li yıllarda ise hem çok partili hayata geçişin sağladığı cesaret hem de NATO’ya girilmesi ile birlikte bunun ekonomiye yansıması, uluslararası işbirliği, yabancı sermayeye duyulan güven ve hızlı ekonomik büyüme çabası şeklinde olmuştur. İşte bu dönemde özel teşebbüs lehinde bir eğilim dikkati çekmiştir. Hatta iktisadi devlet teşekküllerinden bazılarının müteşebbislere satılması düşünülmüştür. Bu dönemde tarım kesimi; hızlı makineleşme, özellikle traktör kullanımındaki artış; ürün fiyatlarının desteklenmesi ve yeni üretim alanlarının açılması ile köklü değişime uğramıştır. İkinci Dünya Savaşı yıllarında ihmal edilen kırsal kesim ve tarım alanları, DP’nin iktidar olmasıyla canlanmaya başlamıştır. Hazine topraklarının ve meraların ekine açılması ve tarım için olumlu hava koşulları, seferberlik sona erip genç erkek nüfusla iş kaynaklarının tarıma dönmesi eklenince tarım üretimi 1947- 1953 arasında yılda %10’un üzerinde artmıştır. Özellikle Marshall yardımı sayesinde ilk yıllarda başta traktör olmak üzere, tarım aletlerinin yaygınlaştırılması gerçekleşmiştir. 1948 yılında 1800 civarında olan traktör sayısı, 1957 yılına gelindiğinde 44.000’i aşmıştır. Benzer artış biçerdöver sayısında da görülmüştür. 1950 yılında yaklaşık 1000 olan biçerdöver sayısı, 1957 yılında 6000’e ulaşmıştır. Sanayi, temel tüketim mallarının üretimine özel kesimin de katılması ile yeni bir ivme kazanıyor ve dayanıklı tüketim mallarının üretimi özlemi başlıyordu. Kısaca, dışalım yerine yerli üretim sürecinin birinci aşaması tamamlanıyordu. Ancak asıl gelişme, karayollarına dengesiz bir biçimde
öncelik verilmesi sonucu ulaşım ve diğer hizmet kesimlerinde oldu. 1950 yılında 1640 km olan asfalt yollar, 1969 yılına gelindiğinde 7000 km’yi geçmiştir. Uzayan yollar sayesinde kırsal kesimin çözülmeye başlaması, iç pazarın genişlemesinin yollarını da açıyordu. Pazar genişlemesi, bir yönüyle hızlı kentleşmenin doğrudan sonucuydu. Kentlileşen nüfusun gıda, giyim, eğitim ve sağlık gibi alanlardaki tüketim eğilimleri artıyor, köylerde elektrik olmaması şehirleşen nüfusa elektrikli ev araçları örneğinde olduğu gibi, dayanıklı tüketim istemi canlanmaya başlıyordu. Bu yıllarda başlayarak izlenen “tarımsal destekleme” politikaları kırsal kesimin ekonomik ilişkilerinin aşamalı bir biçimde de olsa hızla parasallaşması sonucunu verdi. 1950’yi hemen izleyen yıllarda getirilen dışalım kolaylıkları ile dayanıklı-dayanıksız lüks tüketim ürünleri talebi artıyordu. Kentlileşme ve tüketim patlaması, özellikle büyük kentlerdeki konut, ulaştırma, eğitim ve sağlık gibi altyapı alanlarında arz yetersizliklerine yol açmıştı. Bunun doğal sonuçları olarak da büyük kentlerde “gecekondu” türü konutlar, kent içi ulaşımda da dolmuş uygulaması yaygınlaşmıştır. Sanayileşme konusunda DP, önceliği özel sektöre vermekle birlikte devlete ait ekonomik kuruluşları genişletmek ve yeni fabrikalar açmaktan da geri durmamıştır. Bu çerçevede 1950-1960 yılları içinde açılan bazı devlet işletmeleri şunlardır: Makine Kimya Endüstri Kurumu(1950), Denizcilik Bankası(1951), Et ve Balık Kurumu(1952), Devlet malzeme Ofisi(1954), Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı(1954), Türkiye Selüloz ve Kâğıt Fabrikaları(1955) ve Ereğli Demir Çelik Fabrikaları (1960). Öte yandan limanlar, barajlar, köprüler köy içme suları gibi hizmetler sayesinde Türkiye adeta şantiyeye dönüşmüştür. 1950’lerin sonlarına gelindiğinde özellikle ilk yarıdan itibaren ekonomide yaşanan sıkıntının etkileri alenen hissedilir olmuştur. Tarımda ilk senelerdeki başarının yakalanamaması, kamu harcamalarındaki sürekli artışlar, dış ticaret açıkları, KİT’lerin zararları ve uluslararası arenadaki istem dışı gelişmeler dönemin hükümetini polemikli bir durumla karşı karşıya getirmiştir. Tüm bu oluşumlar yeni bir istikrar paketini mecburi kılmıştır. Türkiye, 1958 Ağustos ayında IMF’nin baskılarıyla bir istikrar programı uygulamayı kabul etmiştir. 420 milyon dolar tutarında borcu ertelenmiştir ve 395 milyon dolar taze kredi verilmiştir. 4 Ağustos 1958’de alınan istikrar önlemleri ile TL %68,9 oranında devalüe edilmiş ve 1 dolar = 2.80 TL’den 1 dolar = 9 TL’ye yükselmiştir. 19501960 dönemi belli alanlarda ekonomik alt yapı faaliyetlerine sahne olmasına rağmen bu dönemdeki ekonomik alt yapı belli bir plan dâhilinde gerçekleşmemiştir. DP döneminde gerek tarım ve gerekse sanayi ve hizmetler sektörlerinde gelişmelere paralel olarak, eğitim, sağlık ve telekomünikasyon alanlarında da büyük ilerlemeler sağlanmıştır.
İlkokul adedi 17 binden 21 bine ve bu okullarda öğrenci adedi 1,6 milyondan 2,5 milyona (%58 artış), İlkokul çağındaki çocukların okullaşma oranı da %55'den %67'ye (%22 artış) çıkmış ise de bu dönemde okuma-yazma oranı sadece %33,6'dan %39,5'e çıkarılabilmiş.
Mesleki ve Teknik Lise sayısı 326'dan 503'e, öğrenci sayısı da 56 binden 98 bine (%96 artış) çıkmıştır.
Üniversite ve Yüksekokul sayısı da 34'ten 49'a çıkmış, öğrenci sayısı 25 binden 54 bine (2,2 kat artış), okullaşma oranı da %1,5'ten %3,4'e (2,3 kat artış) ulaşmıştır.
Demokrat Parti 1950 yılında iktidarı devraldığında, Ankara'da bir ve İstanbul'da iki olmak üzere toplam üç üniversite vardı. Demokrat Parti iktidarı mevcut üniversiteleri geliştirmeye çalışmakla birlikte, yurdun dört köşesine yeni üniversiteler kurma gayretinde olmuştur. Bu gayretin neticesi olarak; 1955 yılında Ege Üniversitesi ve Karadeniz Teknik Üniversitesi, 1956 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve 1957 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi kurulmuştur.
DP dönemi yükseköğretim kurumlarının genel olarak ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmayı yeterli derecede desteklemediği, belli teknolojileri uygulayacak ve uzun dönemde teknoloji üretecek yeterli sayıda teknik işgücünü yetiştirecek yapıdan uzak bulunduğu; öğrencilerin genellikle genel eğitim dallarına yoğunlaştığı, mesleki ve teknik yükseköğretimde ise eğitimin teorik düzeyde kaldığı gözlenmektedir. DP'nin yükseköğretimde yapmak istediği dönüşüm gerçekte tam anlamıyla gerçekleşmemiştir. Niceliksel olarak büyük gelişmeler kaydedilse de niteliksel olarak yükseköğretimde istenen gelişim olmamıştır. Ayrıca iktidar ve üniversiteler arasında işbirliği sağlanamamıştır. Bunda 1957'den itibaren açığa çıkan DP-üniversite gerginliği de etkili olmuştur. Demokrat Parti'nin iktidara geldiği 1950 yılında ilkokul öğretmenleri Şehir Öğretmen Okulları ile Köy Enstitüleri'nden yetiştirilmekteydi. Şehir Öğretmen Okulları'nın programları uzun yıllardan beri ele alınmamış, Köy Enstitüleri programları ise ihtiyaca cevap verir bir hâle getirilememiştir. Ayrıca her iki kurumun programlarında esaslı ayrılıkların görülmesi önemli bir artı sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun üzerine hükümet, ilkokullarda tek kaynaktan öğretmen yetiştirmek için bir kanun tasarısı hazırlamıştır. Bu tasarı ile öğretmen yetiştiren her kurum “Öğretmen Okulu” adını alacaktır. 17 Nisan 1940 tarihli yasayla kurulmuş olan Köy Enstitüleri üzerinde en çok tartışılan eğitim kurumları arasında yer almaktadır. Bu kurumlar zamanla yaygınlaşmış 1948 yılında sayıları 21'i bulmuştur. Köy Enstitüleri'nin kuruluş amacı, özellikle köylerde yaygın olan bilgisizlikle mücadele etmek, bunu yaparken köylerin sosyal ve ekonomik yapısında öğretmen ve eğitim kanalıyla düzenlemeler, gelişmeler sağlamaktır. Bu okullar ilkokuldan sonra beş yıl eğitim vermektedirler ve programlarında kültür dersleri, ziraat dersleri ve teknik dersler bulunmaktadır. Demokrat Parti iktidarı sırasında 1952–1953 ders yılından itibaren bu okullar bilgi derslerine yöneltilmiş, Şubat 1954'te ise ilk öğretmen okulları ile birleştirilmişlerdir. “Hem öğretmen, hem ziraatçı ve sanatkâr yetiştirmenin mümkün olmayacağı ve öğretmenin çalışmasını bu şekilde bölmenin okulun zararına olduğu” gerekçe olarak gösterilmiştir. DP döneminde telekomünikasyon ve sağlık hizmetlerinde de önemli gelişmeler kaydedilmiştir. 1950'den 1960'a Türkiye'de telefon abonesi 58 bin adetten 180 bine (3,1 kat artış) çıkmış, telefon santral kapasitesi de 200 bine ulaşmıştır. Sağlık hizmetlerinde ise, yine 1950'den 1960'a hastane yatak sayısı yaklaşık 19 binden 46 bine (2,4 kat artış) çıkmış, yatak başına nüfus sayısı da 1100'den 600'e, doktor başına nüfus sayısı da 3038'den 2825'e gerileyerek sağlık hizmetlerinde de önemli mesafeler alınmıştır.
DP, 1950- 1960 döneminin yüksek kalkınma hızının (%7-8 dolayında) sağladığı olanakları hakça bölüştürme ve sağlıklı bir gelir dağılımı yakalama fırsatı olarak değerlendirdi. Bu dönemin sosyal politikaları bu rakamların etkisiyle aşağıdaki yasaların çıkarılması ile taçlandırılmıştır. Dönem boyunca çıkarılan yasalar aşağıdaki gibi sıralanabilir:
Hastalık ve analık sigortası yasası,
İş mahkemeleri yasası,
Basın mesleğinde çalışanlarla çalıştıranlar arasındaki iş ilişkilerinin düzenlenmesi,
Deniz iş yasası,
Öğle dinlencesi yasası,
Ek ödeme yapılması yasası.
Demokrat Parti döneminde yol yapımına verilen önem, İstanbul’un günümüz kozmopolit ve keşmekeş hâlinin başlangıç aşamasını oluşturur. 1950 yılından itibaren özellikle tarihi yarımada (Aksaray, Fatih) olmak üzere, Karaköy-Kabataş, Boğaz sahil hattı ve Üsküdar, yeni imar planlarının ilk defa uygulamaya geçildiği yerler olmuştur. Menderes hükümetinin imar planı çıkarma sebepleri ise şöyle açıklanmıştır: Kent içi trafiği rahatlatmak, meydanların ve camilerin çevrelerinin açılması, camilerin ve dini yapıların restorasyonunun yapılması… İstanbul İmar Planı düzenlemeleri kapsamında, yollar için birçok tarihi yapı yıkıldı. Gayrimüslimlerin yaşadığı mahalleler ya tamamen yıkıldı ya da küçültüldü, birçok tarihi eser tahrip edildi. Sirkeci - Florya Sahil Yolu, Ordu Caddesi, Vatan Caddesi, Millet Caddesi, EminönüUnkapanı Yolu, Atatürk Bulvarı’nın genişletilmesi, Saraçhane'deki Masif Belediye Sarayı’nın yapılması, Beyazıt Meydanı Düzenlemesi, Babaros Bulvarı’nın açılması, Perşembe pazarındaki Karaköy-Azapkapı bağlantısı, Karaköy-Tophane arasındaki Kemeraltı Caddesi, Tophane’den Bebek’e kadar uzanan sahil yolunun genişletilmesi, Eyüp Meydanı'nın düzenlenmesi, Salıpazarı ve Haydarpaşa Liman Tesisleri, Üsküdar-Beykoz Sahil Yolu düzenlemeleri Demokrat Parti döneminde plansız ve dikkatsiz bir şekilde yapılarak birçok tarihi yapının zarar görmesine neden olmuştur. Kent içi ulaşımı motorlu araçlara yönlendiren DP imar planlayıcıları, metro sistemini boşa giden para olarak gördükleri için ilgilenmemişlerdir. Şehrin ve sanayinin gelişmesi ile birlikte gecekondulaşma da hızlanmıştır. 1960 - 65 yılında Türkiye'deki iç göçün %22'si İstanbul'a yönelik gerçekleşirken, 1962'de 78.000 olan gecekondu sayısı, 10 yıl sonra 195.000'e çıkmıştır.
2- Şevket Rado Hakkında Şevket Rado, 1913 yılında Yugoslavya Radovişte'de doğdu. Balkan Harbinin patlaması üzerine 1913'te ailesi ile beraber İstanbul’a geldi. Vefa Lisesini, ardından da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Üniversite talebesi iken Son Posta gazetesine girerek gazeteciliğe başladı (1932). Akşam Gazetesi'nde 25 yıl boyunca fıkra yazarlığı yaptı (19341960). Resimli Hayat, Hayat, Ses, Resimli Roman gibi dergilerin sahibi ve yöneticisi oldu. 50 yıllık gazetecilik hizmetinden dolayı 1987 Burhan Felek Ödülü’ne layık görüldü. 9 Nisan 1988 tarihinde vefat etti. Şevket Rado, gazetecilik dışında dönemin Zoğrafyon Lisesi'nde sosyoloji, St. Joseph Lisesi'nde ise edebiyat öğretmenliği yaptı. Öte yandan, İ.Ü. Gazetecilik Enstitüsü'nde "Yazı Türleri” adlı dersi yürüttü. Bunların dışında, 5 yıl süreyle İstanbul Radyosu'nda her hafta aile sohbetleri programı yaptı.
1956'da Hayat dergisini çıkardı. Hayat dergisi, daha ilk sayısında 193.000 adet satarak Türkiye’de rekora imza attı. Bu rakam, 1958–1968 yılları arasında ise, 200.000'lere kadar çıktı. Hayat dışında, ünlü sinema-tiyatro dergisi SES ile Resimli Roman, Hayat Spor, Ayna ve Hayat Tarih dergileri de Şevket Rado’nun çıkardığı ve yönettiği dergilerdir. Hayat dergisi ve diğer yayınlar 1978 yılında başlayan bir grev neticesinde kapanmışlardır. Şevket Rado, Hayat Ansiklopedisi dışında, çeşitli eğitici yayınlar, ansiklopedi ve sözlükler, çocuk kitapları gibi yüzlerce kitap yayınlamıştır.
Şarkıcı Hümeyra'nın seslendirdiği ve uzun süre listelerde ilk sıralarda yerini koruyan Kördüğüm adlı parçanın söz yazarı olan ve gençliğinde Şevket Hıfzı adını kullanarak Varlık dergisinde şiirler yazmış olan Şevket Rado; Akşam gazetesindeki köşesi “Sözün Gelişi” ile Türkiye’de fıkra türünün kurucusu olmuştur. “Eşref Saat” kitabı, Şevket Rado'nun yaşam ve yazıyla ilgili çok çeşitli konularda kaleme aldığı Akşam gazetesindeki yazılarından yapılan bir seçki ile oluşturuldu. "Kiralık frakla hukuku düvel kaideleri arasında bir münasebet yok gibi görünür. Fakat kâinatta, aralarında münasebet olmayan hiçbir şey yoktur" diyen Rado, yazılarında da bu anlayışın örneklerini vermiş; giyim kuşamdan el sıkışmaya, tramvaylardan meydan saatlerine, kitapçılardan yazma heveslilerine kadar el atmadık konu bırakmamıştır. Diğer Eserleri Eşref Saat (1956), Ümit Dünyası (1957), Hayat Böyledir (1962), Aile Sohbetleri (1967), 50. Yılında Sovyet Rusya (1968), Şiirler (1970), Saadet Yolu (1981)
3- Araştırmanın Konusu ve Yöntemi Akşam Gazetesi’nde 25 yıl boyunca “Sözün Gelişi” köşesinde yazılar yazmış olan Şevket Rado’nun, 1950 yılı ekim ayı boyunca yazdığı 27 köşe yazısı araştırmanın konusunu oluşturmaktadır. Köşe yazılarında ele alınan konular, dönemin tarihsel, sosyal ve kültürel şartları dâhilinde değerlendirilmiş ve söz konusu yazarın görüşleri betimsel analiz yöntemi ile incelemeye tâbi tutulmuştur.
4- Ekim 1950 Şevket Rado Yazılarının İncelenmesi Şevket Rado, 25 yıllık Akşam gazetesi köşe yazarlığında döneminin bütün konuları hakkında yazmış, bazen oldukça sert bir şekilde eleştirmiş bazen yapılanları takdir etmiş, genel olarak da aydın perspektifinden bakarak tavsiyeler vermiştir. Yazarın, 1950 yılı ekim boyunca en çok değindiği meselelerin toplumsal ve ekonomik olaylar olduğunu görüyoruz. Rado, halkla olan bağını hiç koparmadan, günlük sorunları görerek bunları yazılarına taşıma ihtiyacı duymuştur. Tek partili dönemden çok partili hayata geçerek büyük bir devrim yapan Türk siyasi hayatı, bu devrimle beraber büyük ekonomik atılımlara da girişmiştir. Marshall yardımları ile az da olsa rahatlayan Menderes Türkiyesi, yatırımlarını halkın ekonomik refahını yükseltecek yöne doğru kaydırmıştır. Bu yatırımların başında ise yol yapımı birinci sırayı almıştır. 1950 yılı başında 1640 km uzunluğunda olan asfalt yollar, oldukça kısa bir sürede 3000 km’nin üzerine çıkmıştır. Bir grup gazeteci ve aydının, yapılan yolları görmek için çıktığı geziye Şevket Rado da katılmıştı ve birçok yazısında gözlemlerini dile getirmişti. 11 Ekim tarihli yazısında; “ Geçen hafta Bayındırlık Bakanlığı Karayolları Umum Müdürlüğü’nün daveti üzerine İstanbul ve Ankara gazetecilerinden mürekkep bir kafile Türkiye’de yol davasının eriştiği son merhaleyi görme imkânını elde etmiştir. Yeni yapılan yolları otomobille takip ederek Ankara’dan Güneydoğu’ya, oradan Maraş, Malatya ve Elazık’a kadar gittik. Pek az kısmı hala inşâda olmak üzere otomobille 1450 km yol katettik. Birçok şehirlerden, kasabalardan, köylerden geçtik.”
diyerek, çıktıkları yol teftişini anlatır Şevket Rado. Tek partili dönemde görülmemiş bu harıl harıl yol çalışması, Türkiye’nin büyüdüğüne dair hisler uyandırmıştır. Dağları tepeleri aşarak yapılan yollar ile çiftçiler, ürünlerini şehirlere götürme imkânı bulmuş, şehir ve ülke ekonomisi karşılıklı olarak bir canlanma sürecine girmiştir. Şevket Rado bu süreci, yazısının devamında şöyle dile getirir: “ Yakın devirlere kadar çabucak yapılması mümkün olmayan seyahati yeni açılmış dümdüz yollarda, saatte 80-100 km hızla giderek bir haftada tamamladık… Türk mühendislerinin kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde, sarp kayalıkları oymak, dağları tıraş etmek, uçurumları doldurmak için geceli gündüzlü çalışmalarını zevkle seyrettik. Açılan yollardan, içi vatandaşla dolu veya memleket malı ile
dolu kamyon, otobüs ve kaptıkaçtıların vızır vızır işlediğini görerek keyiflendik. Türkiye’de yol davasının medeniyet davası olduğuna bir kere daha iman ederek şehirlerimize döndük.”
Yol yapımına bağlı olarak artan trafik kazaları Şevket Rado’nun gözünden kaçmayan bir konu olmuş ve iki gün sonraki köşe yazısında “Kazalar neden oluyor?” başlığı ile konuya değinmiştir. 1949 senesi ile karşılaştırarak sayısal veriler sunduğu yazısında Rado, trafik kazalarının nedenlerine dair bir rapordan alıntılar yaparak, kaza nedenlerini dikkatsizlik, araç arızası, aşırı yükleme ve yoldan kaynaklı olmak üzere kategorileyerek konuya açıklık getirmiştir. Ancak yazarın asıl derdi ise kazaların nasıl önleneceğine dair çözüm önerileridir. Çünkü kazalar ile, hem milli servet yok olmakta hem de can kayıpları yaşanmaktadır: “Pek ehemmiyetsiz menfaatler karşılığı olarak şoförlere ehliyetname verilmekte olduğu Anadolunun her tarafında dillere destandır. Yalnız bunu önlemek, bir de nakil vasıtalarını sık sık dikkatli muayeneden geçirmek, kazaları yarı yarıya azaltacak başlıca tedbirlerdir. Kazalara karşı can ve mal emniyetini tesis etmek için esaslı bir teşkilat kurmak zamanı çoktan gelmiştir.”
diyen Şevket Rado, çözüm önerileri sunmaktadır. Yazar, 18 Ekim tarihli yazısında da, araçların ve yolların denetlemesini üstlenecek bir makamın gerekliliğinden bahseder: “Biz yollarımızı yapıyoruz. Üzerinden geçecek vasıtanın yavaş yavaş çoğalmasını bekleyeceğiz. Hâlbuki yol yapılınca vilayetler arası, kazalar arası insan ve yük taşıyıcı vasıtaları da düzene koyacak bir makam bulunmalı.”
Şevket Rado’nun yol boyunca yaptığı gözlemlerden biri de, işsizlik seviyesinin özellikle Doğu illerinde vahim derecede oluşudur. Menderes döneminde yeni fabrikaların açılması, tarımın geliştirilmesi, yeni yollar yapılması gibi gelişmeler halkın işsizlik sorununu bir nebze gidermiş olmasına rağmen, özellikle Doğu illerinde geçimin hâlâ topraktan ve hayvancılıktan sağlanıyor olması nedeniyle işsizliğin önüne geçilememiştir. Şevket Rado, yaptığı gezideki gözlemlerini: “ … Fakat daha yukarı çıkmaya başlayınca, Maraş’ta, Malatya’da, Elazık’ta çalışma hızının düştüğünü fark etmemek kabil değildi. Bu vilayet merkezlerini yirmi beş otuz yıl önce görenler farkın aleyhte olduğunu söylüyorlar. Çalışma yalnız buğday mevzuuna inhisar etmiş… Ufacık Elazık’ta 50 kadar kahvehane olduğunu söylediklerinde hayret ettim.”
şeklinde dile getirir. İnsanları işsizlik ve boş oturma belasından kurtarmak gerektiğini, yeni iş kollarının kurulması gerektiğinin altını çizer: “İnsanlarımıza yeni yeni çalışma mevzuları açmak zorunda olduğumuzu sık sık hatırlamalıyız. Tarlayı ekmek ve biçmek mevsimlerinin dışında yapacak işimizi bulamazsak vilayetlerimizi günden güne sönmekten kurtaramayız.”
Şevket Rado, yolculuk gözlemlerini köşe yazılarında anlatmaya devam eder. 14 Ekim tarihli “Yeni Bir Zihniyet” başlıklı yazısında, zengin ve medenî devletler seviyesine yükselmek için büyük adımlar atmaya başlayan Menderes Türkiye’sindeki çalışma zihniyetini eleştirir.
Çünkü tüm çalışmalar, çağın gerisinde kalmış yöntemler ile yapılmaktadır ve işler hâlâ çok yavaş ilerlemektedir: “Memlekette yapılacak iş çoktur. Buna rağmen birçoğuna henüz başlamadığımız gibi başladıklarımızı da çok ağır yürütebiliyoruz. Çünkü çalışmalarımız, değişen dünyaya yabancı kalmış, eskimiş bir zihniyete dayanmaktadır. Birçok işleri süratle başarmak istediğimizde samimiyiz. Fakat formaliteler, kara kaplı kitaplar, köhneleşmiş usul ve kaidelere bağlı kalmayı zaruri sayan zihniyet, zaman zaman adım atmamıza bile mâni olmaktadır”
diyerek, gelişmenin önünü tıkayan eski zihniyeti eleştirir. Türk milletinin önüne engel teşkil eden bir takım ayak bağlarından dem vurur. Ancak, 1950’de başlayan büyük yol yatırımları ve sonuçlarının hızlıca alınması bu eski zihniyetin hâlâ devam ettiği süreçte önemli bir istisna olmuştur. Bunun nedeni ise, Amerika’dan gelen uzmanların Türk mühendislerine danışmanlık hizmetleri vermiş olmasıdır: “ Yol davasını çoktan halletmiş olan Amerikalılar bizim yol davamızın başarılması için müşavirlik hizmetini kabul etmişler, işe yeni çalışma zihniyetiyle başlanmıştır.”
sözleriyle, Amerika’dan gelen müşavirlerin yardımları sayesinde yol yapım çalışmalarının oldukça hızlı ve başarılı bir şekilde devam ettiğini belirtir. Amerikalı uzmanların sahip olduğu çalışma zihniyeti ise, başta Türk mühendisler olmak üzere, bütün Türk halkının sahip olması gereken zihniyettir. Çünkü ancak bu şekilde ülke gelişebilir ve refaha kavuşabilir: “ Kara Yolları Umum Müdürü Vecdi Diker uzun yıllar Amerika’da kalmış, orada parlak neticeler veren iş zihniyetini benimsemiştir. Burada genç Türk mühendislerine aynı zihniyeti aşılamakla meşguldür. Arkadaşlarına çalışma şevki vermesini biliyor. … Bu ruh, ıssız dağ başlarında Türkiye’nin yol davasını gerçekleştirmek uğruna gece gündüz şevkle çalışan genç mühendislere de sirayet etmişti. Yol davası böylelikle yürüyordu. Bu zihniyete her sahada ihtiyacımız büyüktür. “
Amerika ile yakınlaşma sürecine giren Menderes hükümeti, Marshall yardımlarının yarattığı yumuşak ortamda, artan yatırımların doğru kullanımı için Amerika’dan türlü konularda uzmanlar getirtmiş ve onlara raporlar yazdırtmıştır. Ancak Şevket Rado’ya göre, bu raporlardan dahi doğru şekilde faydalanılamamıştır: “ … hiçbir devirde bu raporlardan faydalanamadık. Hatta okumaya bile tahammül edemedik. Çünkü işlerimize, o raporu yazan mütehassıs gibi bakmasını bilmiyoruz. O raporu yazan mütehassıs gibi çalışmasını bilmiyoruz. Çünkü onun zihniyeti ile bizim zihniyetimiz arasında fark var.”
Şevket Rado, aslında rapor yazdırmanın da gereksiz olduğunu düşünmektedir. Onun yerine mütehassıslar ile sahada zaman geçirilmeli, pratik ders alınmalıdır: “ Fakat raporlar yazdıracağımız yerde onunla konuşalım. Mümkünse gece gündüz beraber düşüp kalkalım. Ta ki onun zihniyeti bize sirayet etsin. Zihniyetimizi değiştirdikten sonra, biz kendi
memleketimizi yabancı mütehassıstan daha iyi bildiğimiz için daha fazla muvaffak oluruz. Engelleri ancak yeni bir çalışma zihniyeti ile ortadan kaldırabiliriz. “
Yol gözlemlerinin sonuncusu olarak ise, halka daha fazla yaklaşır Şevket Rado ve insanların kumaş/kıyafet sorununu ele alır. Gezi sırasında, Malatya’da bir bez fabrikasına uğranır ve tezgâhlarda çok kaliteli ve güzel döşemelik kumaşların dokunduğu görülür. Ancak yazar, yol boyunca üstü başı perişan olmuş, yırtık kıyafetleri giymeye mecbur kalmış insanlar görmüştür. Fabrikalar, kimsenin ihtiyacı olmayan döşemelik kumaşı neden dokunuyordur? İnsanlar giymeye kıyafet bulamazken, devlet fabrikası döşemelik kumaş yerine, insanlara ucuz ve kaliteli, kıyafet dikebilecekleri kumaş dokumalıdır: “ Tezgâhlardaki döşemelik kumaşların renk ve desen itibariyle güzel olması fabrikalarımızın kalite bakımından üstün olduğunu gösterir. Fakat 18 milyonluk Türkiye’de döşemelik kumaş kaç ailenin ihtiyacıdır ki muazzam bir fabrika tezgâhlarını bu ihtiyacı karşılamaya hasretmiştir? Acaba o tezgâhlar harcıâlem bez dokusalar ve dediğim gibi ucuza mâletseler memlekette bu metaı satın alacak kimse yok mudur? Yırtık mintanlı vatandaşın sağlam bir mintan edinmek istediğinden şüphe duymuyoruz.”
diyerek halkın sorunlarına çözüm önerisinde bulunmuştur. Bir aydın olarak Şevket Rado’nun en fazla ele aldığı konulardan biri de eğitimdir. Yeni yeni kalkınmaya başlayan Türkiye’deki eğitim sorunları oldukça ciddi bir melesedir. Okul ve öğretmen yetersizliği, sınıfların kalabalık oluşu, eğitimin kalitesizliği gibi sorunlar bir an önce iyileştirilmesi gereken sorunlar olarak görülmüştür. Yazar, eleştirilerini Avrupa ülkelerindeki durum ile karşılaştırarak dile getirir. 7 Ekim tarihli yazısına, Fransız Le Monde gazetesinden alıntı yaparak başlar: “Şimdiki şartlar içinde Fransa’da lise ve kolejlerde 30 öğrenci başına bir öğretmen temin edebilmek için 22176 öğretmene ihtiyaç vardır. Hâlbuki bugün elimizde sadece 17200 öğretmen var. Bu hesaba göre liselerde her sınıfa ortalama 38 öğrenci isabet ediyor. … Lise sınıflarındaki öğrenci sayısı hiçbir zaman 25’i geçmemelidir.”
Şevket Rado, Türkiye’deki durumu da yazının devamında belirtir: “Bu satırları okur okumaz aklımıza bizim mekteplerimizdeki sınıflar, bu sınıflardaki talebe sayısı geliyor. Orta mekteplerde ve liselerde 60 kişilik sınıflarımız nadir değildir. Hele 40’tan aşağısı yok gibidir.”
Kalabalık sınıflarda eğitim kalitesinin düştüğünü, öğretmenlerin kalabalık sınıflarda disiplini sağlamaya muktedir olamayacaklarının altını özellikle çizer. Artan okul sayısına rağmen, öğretmen sayısının artmaması, bütün yükü mevcut öğretmenlerin omuzuna yıkmaktadır. Bu yüzden yazara göre, okul açmak bir maharet sayılmamalı, öğretmen sayısı çoğaldıkça okul açılmalıdır, aksi takdirde eğitim kalitesi daha da düşecektir. “Elde hoca olmadığı hâlde mütemadiyen mektep açıp sınıfları tıka basa dolduran maarif sistemini bırakıp, mektep sayısını hoca sayısına göre ayar eden bir maarif sistemine geçmek mecburiyetindeyiz.”
der ve asıl önemli olanın öğretmen yetiştirilmesi olduğunu belirtir: “Hâlbuki memleketin asıl davası mektepten ziyade öğretmendir. Mektep açmak yerine öğretmensiz mektepleri kapatmak daha makul bir maarif sistemidir. Mektep açmak öğretmen yetiştirmekten daha kolay olsa bile işin kolay tarafını bırakarak güç tarafına gitmeliyiz. Ancak o zaman memleketimizde mektep var, çocuklarımızı yetiştirebiliyoruz diyebiliriz.”
25 Ekim tarihli “Maarif Çıkmazı” başlıklı yazısında da, öğretmen eksikliğine ve sistemin yanlışlığına dikkat çeker: “ Dört duvar çekilip de damı örtüldü mü, Türk maarifinin yeni bir “irfan ocağı” kazandığına samimi surette inandığımız içindir ki maarif davamız feci bir çıkmaza girmiştir. Okulları çoğalttık fakat içindekileri iyi okutamadığımız için nesilleri ziyan ettik. Öğretmen olmadığını, ders malzemesi olmadığını bile bile okul açmamızın ceremesini onlar çekecek. Günah değil mi?”
Osmanlı’dan beri devam eden Balkanlar’dan göç, sınırların değişmesiyle birlikte Cumhuriyet döneminde diplomatik bir sorun hâline gelmiştir. Göçün yeniden başlamasıyla birlikte Türkiye, 16 Nisan 1951 tarihinde aldığı bir kararla 1 Ocak 1950 tarihinden itibaren Bulgaristan’dan gelen göçmenlerin tümünü “iskânlı göçmen” statüsüne aldığını duyurmuştur. Bu kararla 1950 yılı başından itibaren Türkiye’ye gelmiş olan bütün göçmenlere devlet eli uzatılmıştır. 1950 - 1952 yılları arasında Bulgaristan’ın tehcir ve göçe zorlaması sonucu 37.851 aileye mensup olmak üzere 154.393 kişi iskânlı göçmen olarak Türkiye’ye gelip yerleşmişlerdir. Ancak bu dönemde, göçmenler için yer bulma sorunu başlamıştır ve farklı fikirler ortaya atılmıştır. Şevket Rado, 1 Ekim tarihli “Göçmenler Nerede Konaklamalı?” yazısında, sorun hakkında şöyle bir öneride bulunur: “ Geçenlerde bir sabah gazetesine okuyucularından birinin gönderdiği bir mektup gözüme ilişti. Önümüzün kış olduğundan bahseden okuyucu, Bulgaristan’dan kütle halinden çıkarılan Türkleri Edirne ve İstanbul’da, yerleşecekleri yere hareket edinceye kadar bu mevsimde açıkta bekletmenin bir mahzuru olmadığını, fakat kış yaklaşınca bunları huduttan alır almaz doğrudan doğruya mevsimlerin daha mülayim gittiği Güney Anadolu vilayetlerine sevk etmenin isabetli olacağını yazıyor. Bu, hakikaten isabetli bir tekliftir. Göz önüne alınmasını ve mümkünse tatbik edilmesini temenni ederim. Kısa zamanda göçmen barındırmak üzere seri halinde barakalar yapıncaya kadar Bulgaristan’dan gelen Türkleri Güney Anadolu vilayetlerinde konaklandırmak kıştan fazla zarar görmemeleri için münasip bir tedbirdir.”
1946 yılında Demokrat Parti’nin kurulması ile çok partili hayata geçen Türkiye, 1950 yılında 27 yıllık CHP iktidarının adil bir seçim ile önüne geçerek iktidarı eline almıştır. 1950 yılı 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı ise, demokrasi açısından çok daha kutsal bir örtüye bürünmüştür.
29 Ekim tarihli “En İyiye Ulaşmak İçin” adlı köşe yazısında Şevket Rado, demokrasiye uygun olarak adil bir seçim ile iktidarın değiştiğini sevinçli bir tavırla karşılar ve yine demokrasilerde olması gerektiği gibi muhalefet partisinin görevinin de öneminden bahseder: “ Hiçbir partinin itiraz etmediği, adli teminatlı bir Seçim Kanunu ile yapılan seçimlerde, halkımız memleketi idare mesuliyetini Cumhuriyet Halk Partisi’nden Demokrat Parti’ye devretmiş bulunuyor. Kendi reyi ile iktidarın değiştiğini görmek demokrasi vadisinden milletimiz için esaslı bir adım teşkil eder. Bundan sonra memleketimizde halk çoğunluğunun izhar ettiği irade hakim olacak, iktidara geçenler memlekete en iyi şekilde hizmet etmek vazife ve mesuliyetini üzerlerine alırken muhalefet de bu vazifenin daha iyi şekilde yapılmasını temine çalışacaktır.”
Demokrasilerin en önemli unsuru olan halkın tek görevinin ise sadece oy vermek değil, iktidara gelenleri dikkatli bir şekilde izlemek ve denetlemek olduğunu da söyler: “ Çok partili bir Cumhuriyetin vatandaşı sıfatıyla halkımıza düşen vazife elbette seçim zamanında reyini beyan etmekten ibaret değildir. İcraatı en büyük dikkatle takip etmek, rey zamanlarının dışında da yapılacak işleri memleket ölçüsüyle tartıp biçmek boynuna borç oluyor.”
Şevket Rado yazılarında sık sık günlük hayatta gözlemlediği, o günlerde haberlere konu dahi olmayacak olayları da gayet ciddi bir şekilde yazma ihtiyacı hissetmiş, çoğu zaman babacan bir dille öğütler vermiştir. Örneğin, Türk insanının hoşgörüsüzlüğünden yakındığı 19 Ekim tarihli “Biraz Daha Hoşgörü” başlıklı yazısında, özellikle sokakta yaşanan kavgalardan dem vurur: “Asabımız mı bozuk yoksa biz diğer milletlerden daha hiddetli insanlar mıyız? Tramvayda, otobüste hafif bir çarpışmanın kavgaya dönmesine ramak kalıyor. Artık “Pardon !” bile kafi gelmemektedir. Nazik bir “Pardon” karşısında “Anladık ama bu bir pardonla geçiştirilecek iş mi? Ayakkabımın boyası gitti gider!” diye bağıranlara sık sık rastlanıyor. Yoldan geç kaçan yolcuyu şoför neredeyse inip dövecek! Otobüs şoförlerine ise söz söylemek kabil değil, hemen alevleniveriyorlar.”
şeklinde anlatarak, İstanbul gibi büyük ve kalabalık bir şehrin halkındaki bu aşırı sinir ve hoşgörüsüzlüğü daha o günlerde fark eden Rado, halktaki sinir ve sabırsızlığı doğru bulmamaktadır. İnsanların birbirlerine kötü davranmaları, sabırsız olmaları, her an bir kavganın içine düşme ihtimalinin olması insanların birbirlerine karşı hoşgörüsüzlüğünün sonucu olmuştur. Oysa insanların birbirlerini alttan almaları, hoşgörülü olmaları çok kolaydır ve tek çözümdür. “Birbirimize karşı biraz daha mülayim olmaya, vatandaşı hiç yoktan kırıp incitmemeye biraz daha dikkat etmeliyiz. İstanbul’umuzun hali malumdur. Her şeyin iyi bir saat gibi işlemesini istersek olmayacak şeyi istemiş olur ve birbirimizi boşuna incitmekle kalırız. “
Der ve “Biraz daha hoş görür olalım.“ temennisiyle yazısını bitirir.
Günümüzde hâlâ devam eden silah taşıma geleneğini de oldukça sert bir dille eleştirir Şevket Rado. Bir haberi alıntılayarak başladığı köşe yazısında, düğün evinde çıkan kavgada bir kişinin satır ile yaralanması, bir kişinin de tabanca ile vurulması olayına dikkat çeker. Güzel ve insancıl geleneklerin yanında böyle tehlikeli bir gelenekten dolayı üzüntüsünü dile getirir: “Düğüne güzel elbiselerle gitmek, süslenmek, püslenmek, hediye götürmek adettir. Fakat düğüne tabanca götürmek huyundan insanlarımız ne zaman vazgeçecek? –Bir düğünde bulunan insanların cebinden her şey çıkabilir, tabanca müstesna– diyeceğim güne, bunun tabiî sayılacağı güne kadar kanlı düğünler devam edecek mi?”
diye sorar ve öldürmeyen tabancanın bulunacağı günün gelmesi dileğiyle yazısını bitirir. Yazarın köşe yazılarına konu olan diğer bir günlük konu ise, 30 Ekim günü “Münasebetsiz İcatlarımız” başlığıyla ele aldığı taksilerde radyo bulunması olayıdır. Yazar konuyu, Amerika ve Avrupa ülkeleri ile karşılaştırır onlarda böyle bir âdetin bulunmadığını söyler. Çünkü bir takside radyo olması ve şoförün keyfince radyo dinlemesi ve eşlik etmesi, hem yolcuya saygısızlık hem de şoförün kaza yapmasına neden olabilecek bir tehlike olarak görülmektedir. “ Takside radyo çalınmasının bir mahsuru olmasaydı Avrupa’da ve Amerika’da bu usulü tatbik ederlerdi. Onlar musikiye bizden belki daha fazla düşkün insanlardır. Fakat bana rağmen taksilere radyo koymak âdet olmamıştır. Münasebetsiz âdetleri biz mi icat edeceğiz?”
diyerek durumu eleştirir. Şevket Rado, insanlar arası ilişkiyi önemsediği ve insanları sevdiği kadar, hayvanlar ve doğa konusunda da duyarlı ve sevgi doludur. İnsan olmanın sadece diğer insanlara karşı iyi olmakla bitmediği, hayvanlara ve doğaya karşı da iyi olunması gerektiğini savunur. Bir gazetede gördüğü yürek burkan bir fotoğraf üzerine, 20 Ekim tarihli yazısının konusu hayvanlara saygı olur ve “Hazin Bir Manzara” başlığı ile yazısını yazar. Yazısında, Karadeniz’den İstanbul’a vapur ile getirilen 2500 koyunun bacaklarından sallandırılmak üzere vinç ile kıyıya taşınması hadisesinden bahseder: “Resimde tek tek bacaklarından bağlanmış on koyunu Bakır vapurunun bordasında havada sallanırken gösteriyor.”
Satırlarından sonra, insanlık dışı bu durum karşısında ne kadar üzüldüğünü belirtir ve durum karşısında alaycı bir tavır takınan insanlara da söyleyecekleri vardır: “ Cidden hazin, yürekler acısı bir manzara! Biliyorum, bazı insanlar var. Bu gibi merhametleri züppelik sayıyorlar. “ Biz evvela insanlara acıyalım da, hayvanlara sıra sonra gelsin” diyerek alay ediyorlar. Kazın ayağı öyle değildir. Merhamet insanlara acımaktan başlamaz, acınacak her şeye acımakla başlar.”
sözleriyle konudaki hassaslığını ifade eder. Ayrıca yazara göre, yaşanan durum medeniyete sığmamaktadır: “Yalnız koyunlara şu şekilde muamele ettiğimizi gören bir yabancı, hakkımızda en şiddetli hükmü verir geçer ve haksız da değildir.”
karşılaştırmasını yaparak, durumun ikinci bir perspektiften de uygunsuzluğunu gösterir. Şevket Rado, bir aydın ve sanatçı olarak her alanda hem ülkesinde yaşananları gözlemlemiş hem de Avrupa ve Amerika’yı yakından takip etmiştir. Yurtdışı gezilerinde gittiği ülkeleri dikkatli bir şekilde incelemiş, her alanda gelişmek adına büyük adımlar atan ülkesi ile karşılaştırma yoluna giderek, köşe yazılarında ve kitaplarında objektif şekilde eleştiriler yapmış, aynı zamanda çeşitli önerilerde de bulunmuştur. Özellikle kültür ve sanat konularında yazdığı yazılarda Türkiye ile Avrupa’yı karşılaştırmış ve hem yaratıcılık hem de sanata verilen değer konusunda eleştirilerde bulunmuştur. 6 Ekim tarihli “Titizlik” başlıklı yazısında Rado, “titiz” eleştirmenlerin ve “titiz” sanatseverlerin yoksunluğu yüzünden sanatın gelişmemesinden, Avrupa seviyesinde eserler verilememesinden dem vurur: “Bir evi temiz yapacak olan nasıl titiz bir ev hanımı ise, sanat hayatımızda da zevk seviyemizi yükseltecek olan da titiz münekkid, hatta daha doğrusu titiz okuyucu, titiz seyirci, titiz dinleyicidir. Romanda, hikâyede, piyeste, radyoda, tabloda münevver Avrupalının kabul edip değer vereceği seviyeye eğer hala yükselemedi isek sebebi budur; bu titizlerden mahrum oluşumuzdur.”
Sanatın seviyesini yükseltme görevi ise “titiz sanatsevere” düşmektedir: “… düşük zevkli sözde sanatkârı cezalandırmasını bilen titiz bir kalabalığımız olsaydı sanat dünyamız bu kadar başıboş ve bu kadar değersizle dolu olmazdı.”
15 Ekim tarihli yazısında Şevket Rado, Roma’da bulunan genç bir ressam arkadaşının mektubundan hareketle sanat hakkında bir yazı kaleme alır. Arkadaşı mektubunda, Roma’nın adeta bir sanat galerisi oluşundan ve her adım başı bir müze bulunmasından bahseder. Michelangelo’nun Musa heykelini ve Caravaggio’nun tablolarını gördüğü andaki heyecanını anlatır. Rado’nun bu şaşırma eylemi karşısındaki düşüncesi ise, sanatın amacı üzerinden belirir. “Heyhat! Genç ressamlarımız bakar bakmaz seyircileri kendilerine hayran eden, heyecanlandıran bu ressamların sanatlarına imrenmemektedirler. Seyirciyi hayran etmekten ziyade şaşırtmayı tercih ediyorlar. Acaba bu şaşırtma sanatının ömrü büyük ressamların ömrü kadar uzun olacak mıdır?”
diye sorarak okuyucuyu sanat hakkında düşünmeye sevk eder. 1950 yılında, 27 yıllık CHP iktidarının sonlanması ve DP iktidarı ile her alanda değişimi yaşayan Türkiye, kültür ve sanat alanında da bazı yeniliklere tanık olmasına rağmen genel olarak, eski ile yeninin, geleneksel ile modernin çatışmasına şahitlik yapmıştır.
Söz konusu tiyatro olunca, iki hâkim görüş vardır. Bir kesim ki bunların başında Muhsin Ertuğrul’u saymak mümkündür, toplumda tiyatro bilincinin ancak klasiklerin ve dünya sahnelerinde kabul gören çağdaş oyunların sahnelenmesiyle gelişebileceği görüşündedir. Çünkü tiyatronun asıl işlevi insanın gelişimine katkıda bulunmaktır. Tiyatro sanatının, dünyanın benimsediği, üstün örneklerini sergilemenin “güzel” kavramıyla örtüştüğünü öne süren Muhsin Ertuğrul’a göre seyirci ancak bu yolla eğitilecektir. Karşıt düşünce ise, ‘güzel’e tiyatroda ulusal olanı öne çıkartarak varılacağı görüşündedir. Reşat Nuri Güntekin ise, batının bizim geleneklerimizle örtüşmeyen ve zor anlaşılır oyunlarını izleyiciye sunmanın tiyatroyu amacından saptıracağı inancındadır. Güntekin uyarlamadan (adaptasyon) yanadır, çünkü “...her sınıf halkı bir araya toplamak ve bir arada eğlendirmek vazifesi ile mükellef bir tiyatro için garp sahnelerinde muvaffakiyetle tecrübe edilmiş eserleri adapte etmekten başka hangi yol gösterilebilir?” Yine 50’li yıllarda, Peyami Safa, sanatta ‘gelenekçiler’ ve ‘devrimciler’ olmak üzere yaptığı ayırımda bu iki kesimin çelişkili bir duruş sergilediğini öne sürer. Yazarın açısından yapılması gereken eski ile yeninin sentezini oluşturmaktır; bir başka deyişle geleneksel öğelerden modern Türk tiyatrosunun gelişiminde yararlanmak gerektiğini savunur yazar. Öyle ki; 1950’ler tiyatro sanatının işlevine yönelik tartışmaların yaşandığı bir dönemdir. O günlere kadar uzanan süreçte eğitici, öğretici ve de didaktik bir yöntem izlenmiştir. Bu tartışmalı süreç içinde, devlet tiyatrolarında da rejisör ve oyuncular arasında farklı kavgalar olmuş, bazı ayrılıklar yaşanmıştır. 16 Ekim tarihli köşe yazısında Şevket Rado, tiyatrolarda yaşanan bu krizi ve oyuncular arasında yaşanan sıkıntılardan bahseder: “Geçen gün gazetelerde İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun birinci sınıf kadın artistlerinin hemen hemen tamamen istifa ettiklerini bildiren bir haber vardı. Cahide Sonku, Nevin Akkaya, Nevin Seval, Şevkiye May gibi en kuvvetli kadın sanatkârlarımız Belediye Tiyatrosunu bırakmışlardır. Tiyatro şimdi gazetelere ilan vererek imtihanla kadın sanatkâr aramaktadır. Sanatkâr gökte hazırlanıp yere düşmediğine göre, Şehir Tiyatrosu kadın sanatkar bakımından uzun müddet acemi elemanlar elinde sürüklenecek demektir.”
şeklinde yazar ve zaten zirvede olmayan tiyatronun durumunun git gide daha da kötü duruma geleceğini öngörür. Oyuncuların, iyi bir tiyatro eserini en başarılı şekilde sahneye koyma hevesinden ziyade, kişisel geçimsizlikler, çekememezlikler gibi gereksiz gürültüler içinde yuvarlanmakta oldukları yönünde eleştiride bulunur. Bu eleştiri yazısından bir hafta sonra, 24 Ekim tarihli “Tiyatronun Genç İstidatları” başlıklı yazısında, izlediği yeni bir oyun ve oyunun genç yetenekleri üzerine güzellemelerde bulunur. Çekişmeler içinde zamanlarını harcayan memur sanatkârlar bir tarafa bırakıldığında, kendilerini tiyatroya adamaya hazır genç yeteneklerin varlığından bahseder ve onlara şans veren Münir Hayri Egeli’yi över:
“Münir Hayri Egeli’nin gayretiyle toparlanan Ses Tiyatrosu’nda, bu sanata aşık, Konservatuvardan, Bale Mektebinden gelmiş, amatör sahnelerinden bu seyircisi kalabalık sahneye atlamış, canla başla oynayan gençler gördüm. Kadın sanatkarlardan Aynur Kitapçı kendisini uzun yıllar dinletecek yeni bir kıymettir. Kenan Büke seyrine doyum olmayan bir komedyendir. Hepsini saymağa lüzum yok. Burada taze bir tiyatro nefes almaktadır.”
der ve sevincini dile getirir. Bu gençler ve onların tiyatro grubu Rado’yu öyle heyecanlandırmıştır ki, üç gün sonra onları yeniden köşesine misafir eder: “… sokaklardaki afişler yeni bir tiyatro topluluğunun kurulduğunu haber veriyor ve tamamen genç sanatkarların oynadığı “Üç Güvercin” isimli musikili komedinin ellinci temsili dolayısıyla yeni Ses Tiyatrosunda Münir Hayri Egeli sahneye çıkıp, bir deneme olmak üzere İstanbul’da bir “Saat 6 Tiyatrosu” tesis edeceğini bildiriyor.”
Türk tiyatrosu Şehir Tiyatroları’nda yaşanan krizler yüzünden öyle durgunlaşmıştır ki, atılacak her türlü yeni adım dört gözle beklenmektedir. Saat 6 Tiyatrosu da sanatseverler arasında ilgiyle karşılanmıştır. Bu yeni kurulan tiyatronun bir diğer çabası da, yerli muharrirlere piyesler yazdırmaktır. Çevirilerden ve onlarca defa sahneye konmuş dünya klasiklerinden sıkılan sanatseverler, artık yeni ve yerli oyunlar görmeye muhtaçtır. “Bir münevver tiyatrosuna ne kadar ihtiyacımız varsa tiyatromuzun yerli muharrire o kadar ihtiyacı vardır. Fakat şimdiye kadar romanımız ve hikâyemiz gibi piyesimiz de tercüme olduğu için yerli muharrir hiçbir suretle piyes yazmaya teşvik edilmemiştir. “Saat 6 Tiyatrosu” eğer bir takım denemelere girişmek hususunda muharriri harekete geçirirse tiyatromuza büyük hizmet etmiş sayılabilir.”
yazarak, tiyatroda atılan bu yeni adımdan ne kadar umutlu olduğunu belirtir.
Menderes döneminde başlayan büyük ekonomi atılımı ve şehirleşme, İstanbul’u hem kozmopolit bir yapıya kavuşturmuş hem de yeni imar yasalarının ve imar planlarının yapılmasına neden olmuştur. Özellikle İstanbul’da, yabancı mimarların planlarına uyulmamış, yanlış yapılanma ve düzenleme çalışmaları ile özellikle tarihi yarımada olmak üzere İstanbul’un birçok noktasındaki tarihi eser yok edilmiştir. Bir yandan tarihi eserler yok edilirken, bir yandan da yeni inşaatlar ile tarihi şehrin altından çıkan arkeolojik eserler bilinçsiz bir şekilde müdahaleye uğramış ve birçoğu zarar görmüştür. 4 Ekim tarihli “İpodromun Üzerine Adliye Binası” başlıklı yazısında Şevket Rado, “Geçen gün bir münasebetle Sultanahmet’ten geçtim. Bir de ne göreyim: O İbrahim Paşa Sarayı, Tevkifhane binası vesaire yerle bir edilmiş. İşçiler kazma faaliyetine devam ediyor, sahayı düzleştiriyorlar.”
diyerek şaşkınlığını dile getirir. Çemberlitaş semtine denk düşen, Adliye Binası’nın yapıldığı alanın altında bulunan tarihi Bizans Hipodromu, kazı çalışmaları sırasında ortaya çıkartılmış ancak, bina planı başka yere kaydırılmadığı için, üzeri özellikle kapatılmış ve kalıntılar oldukça fazla zarar görmüştür. Şevket Rado da yazısının devamında bu duruma tepki gösterir: “İstanbul’a gelen bir yabancı seyyahı Sultanahmet’e götürsek de bu kazma gayretini göstersek, seyyah, eğer Bizans tarihi hakkında biraz bilgisi varsa “Mutlaka Türkler ipodromu meydana çıkarmak üzere burada hafriyat yapıyorlar” der ve bize bu gayretimizden dolayı büyük bir “aferin” verir. … kazmalar tarihi ipodromu meydana çıkartmak için değil, onun üzerini muazzam ve modern bir bina ile kapatmak için işliyor. Bu muazzam binaya temel bulmak için toprağı kazarken çıkan ipodrom kalıntılarını da herhalde yıkıp yıkıp bir kenara atıyoruzdur!”
Şevket Rado, bu olayın peşini bırakmaz, kişisel olarak inşaat sürecini takip etmeye devam eder. 28 Ekim tarihli yazısında konuyu yeniden gündeme getirir. İnşaatı inceleyen Arkeoloji Müzesi müdür muavini Rüstem Duyuran ve Fransız arkeolog M.Mamboury’den alınan izahatı aktarır: “Her iki mütehassıs da temel hafriyatı sırasında son derece mühim eserlere rastlanıldığını haber verdiler. Değerli arkeoloğumuz Rüstem Duyuran’ın söylediğine göre, burada eski ipodromun mermer merdivenleri, oturma yerlerinin arka kısımlarını taşıyan tuğla ayaklar, abidevi bir giriş kapısı ve bir hamam ortaya çıkmıştır.”
Fransız arkeolog M.Mamboury’nin söyledikleri de aktarılır: “Yeni bulunan eserler gerçekten de fevkalade ehemmiyettedir. Bunların herhangi birinin yerini değiştirmek cinayet olur. Ben şahsen Adalet Sarayı projesinde tadilat yapılması lazım geldiği kanaatindeyim. Sarayın zemin katı bu eserlere tahsis edilmeli ve saray sütunlar üzerine oturtulmalıdır. Böylece şehir yeni bir abide kazanacaktır.”
Şevket Rado’nun ve arkeologların çabalarına rağmen, eleştiriler ve yeni çözüm önerilerinden bir sonuç alınamamıştır. Rado, yazısının devamında, gelecek nesillere nasıl hesap vereceklerini sorar. Bütün dünya bu önemli arkeolojik eserlere gereken önem verilirken, Türklerin neden umursamaz davrandıklarını ve beton ile kalıntıların üzerini örtmekte neden ısrar ettiklerini sorgular. Ancak Rado, Adalet Sarayı projesinin çok uzun ömürlü olmayacağını ve arkeolojik kalıntıya gereken önemin mutlaka verileceği konusunda hâlâ umutludur: “Geçenlerde de yazdığım gibi, Adalet Sarayı’na yeniden yer aramaya koyulalım ve bu Adalet Sarayı yüzü suyu hürmetine başlamış olan hafriyatı devam ettirerek bulunacak eserlerle ilim âleminin dikkatini şehrimiz üzerine çekme fırsatını kaçırmayalım. Bu sahaya oturtacağımız Adalet Sarayı’nın orada uzun müddet kalacağını tahmin etmek bile hata olur. Çünkü yakın bir istikbalde ipodromu olduğu gibi meydana çıkarmayı lüzumlu sayacak olan Türk arkeologları bu binayı oradan kaldırmakta tereddüt etmeyeceklerdir.”
5- Sonuç Türk gazetecilik tarihinde ve edebiyatında “köşe yazışı” ve “fıkra” türünün en iyi örneklerini veren Şevket Rado, 25 yıllık Akşam gazetesi yazarlığı boyunca siyasetten sanata, eğitimden halkın dertlerine kadar çok farklı konularda yazmış; çoğu zaman yapıcı eleştirilerde bulunmuş, bazen bir babanın nasihat verir tavrıyla nasihatler vermiş, bazen de kıvanç duyduğu olay ve kişileri övmüştür. Akşam gazetesinden ayrıldıktan sonra, kendisini Hayat Ansiklopedisi’ni yazmaya adayan Rado, ülkesinin Avrupa ülkeleri gibi medeni, bilgili ve modern olması için elinden geleni yapmıştır. Ölümünden sonra köşe yazıları, Eşref Saat adlı kitapta toplanmış ve sevenlerine ufuk açmaya devam etmiştir.
Kaynakça: Ankara Üniversitesi Gazeteler Veri tabanı, Akşam Gazetesi, Ekim, 1950 Menderes Dönemi'nde (1950 – 1960) Türkiye'de Eğitim, Tunay KARAKÖK, Zonguldak Karaelmas Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölümü 1950-1960 Arası Türkiye’de Uygulanan Sosyo-Ekonomik Politikalar, Arş. Gör. Osman Cenk KANCA, Kafkas Üniversitesi İİBF, İktisat Bölümü Menderes Döneminde Ekonomik ve Sosyal Gelişmeler, Prof. Dr. Emin ÇARIKÇI Demokrat Parti Dönemi Ekonomi Politikaları (1950-1957), Yaşar BAYTAL, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Doktora Öğrencisi Türkiye’de Politik Tiyatronun Gelişimi, Özlem ÖZMEN, Araştırma Görevlisi, Hacettepe Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü 1950'ler ve Tiyatro Sanatının Yönelimleri, Dikmen GÜRÜN, Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Bölümü