COĞRAFYA
GEÇMİŞ-KAVRAMLARCOĞRAFYACILAR
Prof. Dr. Nazmiye ÖZGÜÇ
AUZEF İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ AÇIK ve UZAKTAN EĞİTİM FAKÜLTESİ
1.Hafta e-Ders Kitap Bölümü
1. HAFTA
ÖZET: Bu birinci derste coğrafyanın ne olarak algılandığı, zaman içinde geliştirdiği ve uyguladığı gelenekleri ve alt-konularının neler olduğu bağlamında konuya bir “giriş” yapılacaktır. Derslerimizde, konuları daha iyi anlayabilmeniz için çok sayıda alıntı yer alacaktır. Bu alıntılar sınav dışı tutulacaktır ama okumanızda kendi entelektüel gelişmeniz açısından büyük yarar vardır. Powerpointlerle kurulan bağlantıları iyice izlemeniz genel bir coğrafi görüş oluşturmanıza ve yine entelektüel bir temel kazanmanıza büyük katkı sağlayacaktır.
BÖLÜM 1: GİRİŞ: COĞRAFYANIN GELİŞME SÜRECİ 1.1. COĞRAFYANIN GELİŞME SÜRECİ Geleneksel kabul görmüş tanımıyla coğrafya (Yunanca yeryüzünün tasviri anlamında) “Yerküre’nin karaları, denizleri, tüm özellikleri, üzerinde yaşayanları ve olgularıyla incelenmesi” olarak kabul edilse de günümüzdeki gelişmeler bu tanımın çok farklılaşmasına yol açmıştır. Çağdaş tanımında coğrafya çeşitli devrelerde benimsediği görüşlere göre farklı farklı tanımlanmıştır. Bununla birlikte, coğrafyanın gelişme süreci içinde ortaya birçok görüş ve moda fikir akımları çıkmış ve bunlardan bazıları da günümüze kadar etkisini sürdürecek şekilde benimsenmiştir. Geniş bir kabul gören bu görüşler zaman içinde adeta “coğrafi gelenekler”e dönüşmüşlerdir. Ancak “gelenek” olarak kabul edilen görüşler zaman zaman birer bakış açısı, birer yöntem halinde coğrafyacıların çalışmalarında yansımıştır ve bir karmaşa olarak değerlendirilmemelidir. Zaten tümü de mekâna bakış açısını yansıtmaktadır ve tümü de modern zamanlardaki coğrafi çalışmalara işaret etmektedir. Ancak biz önce coğrafyanın geçmişinde ne gibi gelişmeler izlendiğine bakalım. Coğrafya, çoklarının inandığı gibi, en eski inceleme alanlarından birisidir. İlk coğrafyacı da, büyük bir olasılıkla, diğer tarafta ne olduğunu görmek için bir ağaca tırmanan ya da bir akarsuyu geçen “ilk insan”dı. Belki de o kişi coğrafyacıların hâlâ sordukları soruları kendi kendisine sormuştur: Orası neresi ve orada ne var? Coğrafya da, temelde insanın kendi yapısında bulunan, kendilerininkinden başka ülkeler, “yer”ler hakkındaki eski ve giderilmez merakının ürünüdür. Coğrafi bilgi, aslında öylece var olmaz; toplumlar tarafından yaratılır. Bireylerin kendileri coğrafya bilgilerini yaratabilirler; ama bunlar, içinde bulundukları toplum tarafından kaydedilmezse, coğrafya formasyonu oluşamaz. Coğrafi olarak tanımlanan ilk çalışmalarla ilgili tartışmalarda hangi tür çalışmaların “coğrafya” olarak kabul edileceğini belirlemek çok zordu. Günümüzden geçmişe bakılarak bu çalışmalardan üç tür coğrafi literatür ayırt edilmiştir: a- Birincisi, tüm yaşamları boyunca ya da yaşamlarının büyük kısmında kendilerini coğrafyacı saymış bilim insanlarının yazıları; b- ikincisi, yazılarında coğrafyaya ya da coğrafi fikirlere sürekli referanslar vermiş ama kendilerinin bir coğrafyacı olduğunu iddia etmemiş yazarların çalışmaları; c- üçüncüsü de, yazıldıkları zamanda coğrafi oldukları iddia edilmeyen ama sonradan coğrafyacılara ilham kaynağı olan ve onlar tarafından kullanılan çalışmalar. Tıpkı insanlarınki gibi, bilim dallarının da geçmişi çok önemlidir ve gelecek nesillere aktarılacak bir miras gibidir. Bu tarihi bilmek, “Coğrafya’nın geçmişte oynadığı toplumsal rol nedir? Siyasal ya da dinsel ya da ekonomik amaçlarla belirli gruplar tarafından nasıl kullanılmıştır? En son türetilen teorilerden kim yarar sağlamış, kim kaybetmiştir?” ve benzeri gibi soruların yanıtlarını bulmaya çalışmak geçmişi anlamamıza yardımcı olacağı gibi geleceğe de ışık tutacaktır. 1.2. ESKİ ÇAĞDA COĞRAFYA YA DA “YARATILIŞ” DÖNEMİ “Coğrafya” olarak nitelenebilecek çalışmaların ortaya çıkması dünya tarihinde oldukça yeni sayılabilir. MÖ I. yüzyıla kadar dünyanın tanınmasıyla ilgili çalışmaların tek başına coğrafi olarak kabul edilemeyecekleri bir gerçektir. Bunlar, yeryüzünün tanınması, ölçülmesi, tasviriyle ilgili genel çalışmalardı. Yazının keşfinden önce bile, prehistorik insanın araştırma ve keşifleriyle yaratılmış bir coğrafya-öncesi (pre-coğrafya) bilgi birikimi vardı ve bunlar yavaş yavaş klâsik dünyadaki yine coğrafya-öncesi kabul edilen bilgilere bir temel oluşturmuşlardı. İlk Yunan yazımlarında ortaya bu tür üç gelenek (ya da konuları ele alma alışkanlığı) çıktığı gözlenmektedir: (1) Topografik gelenek –buna göre yapılan çalışmalar yeryüzünün ve üzerinde yaşayanların tasvirinden, anlatımından oluşuyordu;
(2) matematik ve astronomik gelenek –buna göre yeryüzünün çeşitli kısımlarının ölçümü ele alınıyor ve gökyüzüyle bağlantısı kuruluyordu; (3) teolojik gelenek –buna göre de insanın yeryüzünde varoluş nedeni hakkındaki soruların yanıtları bulunmaya çalışılıyordu. Yukarıdaki “gelenek”lerden yürürsek, okur-yazarlık öncesi insanların yaptıkları yolculuklardan elde edilen coğrafi bilgiler topografik gelenekle birikmeye başlamıştı. Yeni yerler, yeni güzergâhların bulunması, bazılarıyla ilgili bilgilerin toplum tarafından tutulup bazılarının elenmesi, bunların belirli kullanım amaçları olduğunu göstermektedir. Bu tür bilgilerle ilgili taşlara-kayalara oyulmuş şematik şekiller vardır ve geçmişleri de çok eskilere, MÖ 13,000 yıllarına kadar gider. Yol bulmayla ilgili becerilerin geliştirilmesine dayanan bu bilgiler ancak ihtiyaç duyulduğunda şekle, yani şimdi “harita” dediğimiz biçime dönüşüyordu. Eğer ilkel insanın içinde yaşadığı arazi hafızasında mükemmel bir zihin haritası halinde yer etmiş olsaydı, bir haritaya da ihtiyaç kalmayacaktı –çünkü harita, ancak bir alan hakkındaki bilgisi yeterli olmayan kimseye bir iletişim sistemi oluşturmada yardımcı olabilir. Ama insanın geceleri bile tereddütsüz kullanacağı zihindeki böyle bir harita, okuma-yazma çağından önce, iletişim yolları olarak mekân ilişkilerini “daireler, yaylar ve çizgilerden oluşan” sembolleri kullanarak gösteren bir haritaydı. Günümüzde ilkel sayılan kabileler ya da toplumlarda da durum aynı değil midir? Yazının ortaya çıkmasıyla da bu bilgilerin bir düzene sokulma ve kayda geçirilme olanağı doğmuştu. Günümüzde alışkın olduklarımıza benzer bu yazı ve çizimler yerel ölçekte ama bu yerelliğin adeta dünyanın kendisi gibi kabul edildiği ve –bu yerin ötesi bilinmediği için- tam ortada gösterildiği yazı ve şekiller idi; örneğin kil tablet üzerine çizilmiş Babil haritası gibi. Aynı şekilde, çok daha eski dönemlere (MÖ 6200 yıllarına) ait, yine kil tablet üzerindeki Ga-Sur haritası;1 Çatalhöyük (MÖ 6200) ya da Nippur (MÖ 1500) gibi yerlerin planları; ya da Pasifik’te yerlilerin adalar arasındaki gidiş-gelişleri ve denizlerde sorunlarla karşılaştıkları yerleri göstermek üzere ipten düğüm noktaları ve deniz kabukları gibi çeşitli malzemeleri çubuklarla birlikte kullanarak hazırladıkları, hâlâ kullanımda olan, çubuk haritalar; MÖ 1300’de, IV.Ramses’in vergi (tahıl olarak) toplamak amacıyla tüm imparatorluk topraklarını kayda geçirttiği papirus yaprakları üzerine çizilmiş (günümüzde yer aldığı müzeden dolayı adı Turin Papirus olarak geçen) haritalar; Eskimo avcısının deniz ya da akarsuların sürüklediği tahta parçalarını kazıyıp, boyayarak ve fok balığı derisi üzerine yapıştırarak yaptığı, adaları, gölleri, gelgit alanları ve benzerlerini gösterdiği haritası gibi çok çeşitli yerel haritalar vardır. Haritalamanın yazıdan ve matematikten daha eski ama müzik ve danstan daha yeni, yani işaretle iletişimin gelişmesiyle bağlantılı olduğu sanılmaktadır. Diller üzerine çalışan bazı bilim insanları haritalamanın Homo sapiense ve modern insan beyninin gelişmesine kadar gerilere gittiğini ileri sürerler. Günümüzde okur-yazar olmayan insanlarla benzetme yapılarak ve özellikle de Kuzeybatı Avustralya’da Walbiri’deki kum resimleri ile işaret dilinden ve Kuzey Amerika’da Büyük Ovalar’daki Kızılderililerin işaret dilinden yürüyerek ve de işaret, ikona, resimsel grafik, harita ve yazının en erken şeklinden hareket ederek bu bağlantı kurulmaktadır. Şimdi artık sayıları iyice azalmış, “yerliler” diye nitelenen, okuma-yazması olmayan dünyanın çeşitli kısımlarında yaşayan insanlar bile bir yol bulmak, bu yolu tanımlamak gerektiğinde çabucak kum ya da kar ya da ağaç kabuğu üzerine, kalıcı olmasa da, göstermenin anlatımdan daha açıklayıcı olduğunu bildiğinden, hemen bir taslak harita çizecektir. Zaten haritalar “yol bulmadan, harita yapımına” uzanan bir sürecin ürünüdürler. Bilinen dünyanın farklı kısımlarının önemli ayrıntılarını veren şiir ya da edebiyat tarzında ortaya çıkan çalışmalar günümüze de canlı bir şekilde aktarılmıştır. Homer’in bir destan içinde çeşitli folklorik bilgiler verdiği İlyada ve Odessa’sı (MÖ IX’uncu yüzyıl) ayakta kalmış ilk coğrafi katkılar arasında kabul edilirler. Yunanlıların MÖ VIII. ve VII. yüzyıllarda Akdeniz’in büyük kısmında kolonizasyon amaçlı seyahatleri sonucunda şehir devletleri kurma çabaları coğrafi bilginin artmasına yol açarken; yeryüzünün kartografik olarak ilk ciddi gösterilme girişimleri de bu devrede meydana gelmişti –Miletli Anaksimander (yaklaşık MÖ 611-547) Yunanlılar arasında ilk harita yapımcısı ve de matematik coğrafyanın kurucusu olarak kabul edilmektedir. Yeryüzüne ilişkin ilk büyük ölçekli gerçek bilgileri veren tasvirler ise Anaksimander’in memleketlisi, yine Miletli olan Hekatus (yaklaşık MÖ 550-476) tarafından, birisi Avrupa, diğeri Asya olarak iki cilt halindeki Peri1
Harran ile Kerkük arasında kalan Nuzi’deki (Yorgan Tepe) 1930’da yapılan kazılar sırasında ortaya çıkarılan Ga-Sur harabe şehrin haritası bazılarına göre eldeki en eski haritadır ama bu kesin olarak belirlenememiştir. Söz konusu harita bir avuç içine sığacak kadar (6.6x6.8 cm) küçüktür.
odus (Yeryüzünün Tasviri) adlı kitapta toplanmıştır. Tarihçi olmakla birlikte, Hekatus “genel coğrafya” denilen tarzda, bilinen yerlerle ilgili bütün bilgileri –iklim ve gelenekler, flora ve fauna ve benzeri gibi- de toplamış ve kitabına dahil etmişti; ayrıca bir de harita hazırlamıştı. Bu ilk topografik (yerel bilgileri veren) yazımların hepsi Avrupa edebiyatının ilk büyük çalışması sayılan, Herodot’un (yaklaşık MÖ 485-425) Tarihler adlı yapıtında birikmişti. Herodot, İyonyalıların coğrafyaya yaptığı katkının en büyük kısmından sorumludur. Tarihler içinde uzun pasajları topos ve korosun –yer ve ülketanımına ayırmıştır. Mısır, Libya (adını o vermiştir) ve başka yerleri incelediği II. ve IV. kitaplarında bakış açısı tümüyle coğrafidir. Cevaplarını aradığı: Bu yer nerededir? Bu yerin yapısı nedir ve üzerinde yaşayanlar kimlerdir? Bu yerin şekli ve biçimi nedir? soruları bunun delilidir. Avrupa’yla birlikte, Asya ve Afrika’nın bilinen yerleri de dahil, “amacının geçmişle ilgili tüm bilgileri, insanların başarılarını kayda geçirmek olduğunu; daha da önemlisi, insanlar arası çatışmaların nasıl başladığını ortaya koymaya çalıştığı”nı söyleyen Herodot, böylece, birçok bilginin günümüze erişmesini sağlamıştır. Değişik yerler ve insanlar hakkındaki merak, fetih ve ticaret amacıyla dünya hakkında bilgi toplamak isteyen tüccarlar ve imparatorluk kurma gayreti içinde bulunanların uygulamalarıyla da, bilinen mekânla (ekümen) ilgili bilgiler güçlenmeye başlamıştı. Örneğin Herodot’a göre o zaman için oldukça iyi bilinen Eski Dünya hakkındaki bilgiler Hindistan’dan Cebelitarık Boğazı’na, Sudan’dan bugünkü Ukrayna’ya kadar uzanıyordu. Yeryüzünden, çeşitli yerlerin özelliklerinin ortaya konulması olan topografik anlamda haberdar olma artarken, yeni bir ilgi alanı daha gelişmişti ki bu da, yukarıda Eski Çağ’daki ikinci gelenek olarak belirtilen yeryüzünün ölçülmesi (matematik) ve astronomiydi. Homer’in zamanında dünya her tarafından denizlerle çevrili yuvarlak bir düzlem olarak algılanıyordu. Bununla birlikte, MÖ VI. yüzyıla doğru astronomiye karşı artan ilgi bu görüşün yeniden gözden geçirilmesine götürmüştü. Örneğin İyonya ekolünün başlıca kurucularından olan Miletli Thales (MÖ 580 dolaylarında) güneş sistemini incelemiş, çeşitli ölçümler yapmış ve güneş tutulmasının nedenlerini büyük ölçüde açıklamıştı. Pisagor ise dünyanın bir ateş etrafında, başka gök cisimleriyle birlikte dönmekte olduğunu ileri sürmüş ve gök cisimlerinin yuvarlak olma olasılıklarının daha fazla olacağı üzerinde durmuştu. Deneysel olmasa da, mistik ve felsefi anlamda dünyanın yuvarlaklığını iddia ediyordu bu görüş. Bununla birlikte, dünyanın bir küre halinde olduğunu kabul ettiğine ilişkin fazla delil yoktur. Herodot, güneş tutulması konusunda uzman olan Thales’in Medler ile Lidyalılar arasındaki savaş sırasında güneş tutulması olacağını önceden tahmin ettiğini belirtir. Dünyanın yuvarlaklığının esas olarak Platon (Eflâtun; yaklaşık MÖ 427-347) tarafından derinlemesine incelenerek ortaya konulduğu kabul edilmektedir. Dünyanın fiziksel özellikleriyle ilgili olarak ortaya çıkan görüşlerden İskenderiye’deki bilim adamları da etkilenmişti. Özellikle de Eratosthenes’in (MÖ 275-195) dünyanın yuvarlaklığına inandığını, hatta şaşırtan bir kesinlikle dünyanın çevresini hesapladığını biliyoruz. Kendisi hakkında fazla bir şey bilinmese de, çok yönlü bir insan olduğuna ilişkin belirtiler vardır –şair, matematikçi, tarihçi ve de ilk coğrafyacı. Eratosthenes, “dünyanın -yeryüzünün- tasviri” anlamında “coğrafya” (geo–yer ve graphia–tasvir ya da anlatım) sözcüğünü başlık olarak kullanan ilk kişi olduğu için “bilimsel coğrafyanın ebeveyni” olarak da nitelenmiştir. Mısır’da İskender’in kurduğu şehir İskenderiye’de kütüphane müdürü iken Eratosthenes’in (Yunan kökenliydi) yazdığı üç ciltlik Geographika adlı kitabının hiç bir kopyası zamanımıza erişemediyse de, Strabo ve Batlamyus’un kullandıkları en önemli kaynağın bu kitap olduğuna da inanılmaktadır. Eratosthenes coğrafi tasvirlerinden çok, yerkürenin çevresi hakkında yaptığı hemen hemen mükemmel sayılan hesaplamasıyla tanınıyordu. Ancak, o zamanlar için büyük bir katkı olmakla birlikte, Coğrafya’sı temelde ilkel ve ham haldeydi; daha çok, yer adları ve bunların konumlarının sıralanmasına dayanıyordu. Enlem ve boylamlarla ilgili çalışmalarından bir sonuç çıkmamıştı. Böylece de yerküre üzerindeki görünmez çizgileri (enlem ve boylamlar)2 ve klimatik kuşakları bulmak Hipparchus ile Posidonius’a kalıyordu. Yine bir Yunanlı bilim adamı ve kütüphane müdürü olan Hipparchus (MÖ 180-127) da, temelde astronomiyle ilgilenmekle birlikte, güneş, ay ve yıldızlarla ilgili gözlemleri sonucunda, yerleri daha kesin olarak belirlemek için yerküre üzerinde hayali kafes çizgiler (meridyenler) çizen, harita projeksiyonu üzerinde çalışan 2
Boylamların tüm hikâyesi D.Sobel ve W.J.H.Andrewes’in Boylam (2004, TUBİTAK Popüler Kültür yayınları) adlı kitaplarında ilginç biçimde anlatılmaktadır.
ilk kişi olmuştu. Klimatik kuşakları belirlemek amacıyla çalışan Hipparchus, bazı kuşakların insanın yerleşmesi için çok sıcak, bazılarının ise çok soğuk olduğunu söylüyordu. Posidonius da iklim kuşaklarının uzantısını (benzer iklim özelliklerine sahip alanların uzantısını) yeni enlem-boylamlara göre belirlemişti. Bundan çok daha önce, tıp alanında ün kazanan Hipokratus (Hipokrat: MÖ 460-377) daha da ileri gitmişti ve Havalar, Sular ve Yerler Üzerine adlı kitabında “pek çok yerde insanların fiziksel ve ahlâki karakterleri kendi ülkesinin doğasını izler” diyordu: Zengin, yumuşak ve nemli toprakların bulunduğu alanlarda, sıcak yazlarla birlikte, insanlar gevşek ve sıkı çalışmayan ve çoğunlukla da ürkek idiler. Ama toprağın çorak, açık ve kaba olduğu, kışın soğuktan, yazın güneşten kavrulduğu yerlerde incecik, sırım gibi, güçlü ve gayretli insanları görürsünüz. Onlarınki gibi böyle bir doğada canlılık, akıllılık ve açık ruhluluk ve kendi kendine gelişmiş tutkular ve ahlâklar ve centilmen olmaktan çok yabani, sanat ve zanaat bakımından başkalarına göre daha akıllı ve zeki ve savaşma bakımından daha cesur insanları göreceksiniz. Topografik ve astronomik hesaplar, yukarıda belirtilen üçüncü eğilimle, teolojik gelenekle sıkı sıkıya bağlantılıydı. Yeryüzünün kökenini ve insanın yeryüzünde varoluş nedenini bulmaya çalışırken, bilim adamları, astronomiyi kullanarak doğal ve insanla ilgili olaylar hakkında tahminlerde bulunmak üzere, astrolojiyle ilgilenmeye başlamışlardı. Bunlara göre, dünyanın büyük güç tarafından bir yaratılış amacı ve bir düzeni vardı; çevre, insan üzerinde bir etkiye sahipti ve insan da çevreyi değiştirmeye muktedirdi. Böylece, İyon ekolündeki filozoflar yavaş yavaş belirli bir tür kozmoloji –evrenin bileşimi teorisi- geliştirmeye başladılar. Farklı oranlarda birleşerek dünyadaki temel maddeleri oluşturduklarına inanılan su, hava, ateş ve toprak bu bağlamda üzerinde durulan elemanlar olurken; bu elemanların sevgiyle birbirine bağlanıp nefretle birbirlerinden ayrıldıkları da ileri sürülüyordu. Yunanistan’dan Mısır’a yapılan deniz seferleri insanın dikkatini yıldızların konumunda görülen değişikliğe çekerken, yerkürenin görece sınırlı boyutlara sahip olduğu düşüncesini de uyandırmıştı. Bu bağlamda da, Aristo (ya da Aristoteles) “yıldızların gözlemlenmesinden çıkan sonuç, Yerküre’nin bir küre olmasının yanında, bu kürenin de büyük olmadığıdır” fikrini öne sürüyordu. Aristo yalnızca kozmosla ilgilenmekle kalmamış, aynı zamanda yerleşilebilir dünyanın ve bir şehrin ideal sit’inin neresi olabileceği üzerinde de durmuştu. Birçok yararlı çalışma da yapılmış olması yüzünden, “klâsik” ya da “bilimsel” coğrafyanın ortaya çıkışından önceki söz konusu bu dönemin coğrafyanın “yaratılış” dönemi olarak kabul edildiğine de rastlanmaktadır. 1.3. KLÂSİK COĞRAFYANIN ORTAYA ÇIKIŞI Helenistik çağın sonuna doğru, Roma İmparatorluğu’nun bir güç halinde genişlemesiyle coğrafi bilgiler artmaya başlamıştı. Romalılar, özellikle yeni fethettikleri alanları içeren yol haritaları hazırlıyorlardı. Ama coğrafya adına yapılan çalışmaların sayısı azdı. Ancak, örneğin Polibius (yaklaşık MÖ 205-123) ve Posidonius (yaklaşık MÖ 135-51) gibi yazarlar coğrafyadan çok tarih sayılan çalışmalarına topografik tasvirleri de katmışlardı. Polibius akarsuların yavaş yavaş vadileri nasıl erozyona uğrattıklarına işaret etmiş, Posidonius da Sardinya denizinin derinliğini ölçmüş, gelgiti incelemişti. Yalnızca coğrafya olarak nitelenebilecek çok az sayıdaki çalışma ise Yunan ve Roma İmparatorlukları süresince ve daha birkaç yüzyıl boyunca bilim adamlarının coğrafi çalışma olarak yaptıkları, dünyanın belirli kesimleri hakkındaki tasvirlerden oluşuyordu. Bu yüzden de, Amasya doğumlu Yunanlı Strabo’nun (yaklaşık MÖ 60-MS 21), o dönemlerde bilindiği kadarıyla dünyanın tasvirlerini içeren on yedi ciltlik çalışması Geographika’sının çıkmasıyla coğrafyanın da sonunda “kendi yaşayan ifadesi”ni bulduğu kabul edilir. Aslında tarihçi olan Strabo’nun önemi “ilk kez olarak coğrafya biliminin o tarihlerdeki durumu hakkında tam ve doyurucu bir bakış açısı getirmiş olması”nda yatmaktadır. Daha da önemlisi, Strabo, coğrafya üzerine yazma konusundaki gerekçeleri de sıralıyordu. On yedi ciltlik çalışmasının birinci kitabına “şimdi araştırılması önerisinde bulunduğum Coğrafya bilimi, en az diğer
bilimler kadar felsefecilerin ilgisine değerdir” diyerek başlıyordu. Bununla ilgili verileri de, yine ilk kitabının ilk sayfalarında, şu şekilde yer alıyordu: (1) Homer ve Anaksimander gibi, konuyu daha önce tartışmış olanlar da filozoftular; (2) coğrafya üzerine yapılacak çalışmayı tek başına mümkün kılacak geniş öğrenme yetisi, yalnızca, gerek beşeri gerekse kutsal olan şeyleri araştıran insanda vardır; (3) coğrafyanın kullanılabilirliği “coğrafyacıda, yaşam sanatını –yani mutluluğu- araştırmakla meşgul insan olan felsefecinin (ruhunun) bulunması gerektiğini zaten önceden varsayar”. Strabo, Dünyanın yuvarlak olduğunu ve evrenin ortasında yerleştiğini varsayıyor ve onu beş kuşağa ayırıyordu; yerleşilmiş kesim, her yanından okyanusla çevrilmiş çok büyük bir ada olarak tanımlanıyordu. Geographika’sının büyük kısmı, bilinen dünyanın topografik tasviri ve iki giriş kitabına ayrıldıktan sonra, sekiz kitap Avrupa, altı kitap Asya ve bir kitap da Afrika’ya ayrılıyordu. Strabo’nun coğrafyanın faydacılığıyla ilgili görüşlerinde Yunan ve Roma toplumlarında bu bilim dalının üstlendiği merkezi görevin siyasal olduğu anlaşılmaktadır. Strabo’nun: “Coğrafyanın büyük kısmı devletlerin ihtiyaçlarına hizmet eder... tümüyle coğrafyanın kumandanların faaliyetleri üzerinde doğrudan büyük bir etkisi vardır” şeklinde özetlenebilecek olan ve kendisinin daha da vurgulayarak sürdürdüğü görüşlerinden de bu ağırlık açıkça belli olmaktadır. Böylece, coğrafyanın rolü daha fazla toprak fethetmeleri, yönetimleri altında bulunan topraklardaki güçlerini sürdürebilmeleri için yöneticilere bilgi sağlamaktı. Strabo “coğrafyanın incelenmesinde ülkelerin yalnızca biçim ve boyutlarını incelemeyle kalmayız, aynı zamanda da birbirlerine göre konumlarını da araştırırız” derken, o zamanlar bilinen dünyanın çeşitli kısımlarını aynen insan vücudunun kısımları gibi almaktadır –yani, bu kısımlar doğal sınırlar tarafından tanımlanmış doğal mekân birimleridir. Gerek Strabo gerekse klâsik coğrafya için coğrafi tasvir, esas olarak, gözlem, analiz ve “nerede”nin açıklanmasıdır. Doğal lokasyonlar, doğal sınırlar ve doğal bölgeler vardır. “Niçin” ise çoğu kez cevabı araştırılmayan bir soru olmuştur. Özetle, Strabo’nun çalışması, birçok bakımdan, klâsik coğrafyanın mantıksal bir birikimidir. 1.3.1. Batlamyus ve dünya haritasının coğrafyadaki önemi İskenderiye kütüphanesinde 23 yıl çalışmış ve Hipparchus’un fikirlerini benimsemiş olan Claudius Ptolemaeus’un (yaklaşık MS 90-168 ya da 100-170) çalışmaları ise Strabo ve Plinius’un çalışmalarının tamamen tersidir. Batıda Ulm Ptolemy olarak anılan Batlamyus aslında bir astronomdu; Mısır’da İskenderiye’de astronomik gözlemler yapmıştı. Geographike huphegesis (coğrafya kılavuzu) adını taşıyan, Coğrafya’sında korografyadan (yerlerin tasvirinden) çok, belirli yerlerin çeşitli özelliklerinin hesaplanmasıyla ilgili matematik ölçümler (enlem, boylam, vb.) ağır basıyordu. Sekiz ciltten oluşan ve daha çok harita yapımı üzerinde yoğunlaşan bu eserinde, Batlamyus, teorik bölümü tamamlandıktan sonra da, altı bölümü kıtalar içinde yer alan bölgelere ve bunların belli başlı özelliklerinin enlem ve boylamlarının listelenmesine ayırmıştı; sonuncu bölümde de günümüzde konik projeksiyon olarak anılan projeksiyon sistemini oluşturma girişiminde bulunuyordu. Ama ülkeleri ve belirli yerleri ele aldığı kısımlarda aynı enlemlerin aynı iklimleri, aynı bitkileri, aynı hayvanları ortaya çıkardığını ileri sürüyordu. Gezginlerin anlattıklarını düzenleyip birbirine bağlamak ve düzeltmek için yaptığı eleştiri de bu ilkeye dayanmaktaydı. Bu geniş eser Portekiz ve İspanyolların XV. ve XVI. yüzyıllardaki keşiflerine kadar Avrupalıların bildikleri dünya için bir temel atlas olmuştu. Ama bu döneme kadar, Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden Avrupa’da “yeniden doğuş” anlamında Rönesans çağına kadar, uzun bir dönem boyunca, içinde yaşanan ortaçağ koşulları yüzünden Batıda çok az coğrafi bilgi birikimi olabilmiş, Batlamyus’un kitabı da, sınırlı bir çevre dışında, unutulup gitmişti. Bu yüzden de Batlamyus’un coğrafyayla ilgili kitabı 1406’da Latince olarak tekrar ortaya çıktığında bile hâlâ coğrafi bilginin en yetkili tek kaynağı olarak kabul edilecek durumdaydı. 1450’lerde baskı
makinesinin icadından sonra, Rönesans süresince “Batlamyus, Geographia” (ilk başlarda Cosmographia olarak) adı altında 1621’e kadar kesintisiz, daha sonra da XVIII. yüzyıla kadar uzanacak bir süreçte çok sayıda atlas yayınlandı. Bazılarına göre Batlamyus, coğrafyayı astronomi ve matematikle birlikte felsefe şemsiyesi altında bir grup içinde değil, ama ayrı bir bilim dalı olarak kabul eden ilk eskiçağ bilim adamıydı. Batlamyus’un yorumuna göre coğrafya o zamana kadar bilinen dünyanın haritasıdır (diagraphos). Tek ve sürekliliği olan dünyanın, yalnızca geniş kapsamlı bir tasvir içine alınabilecek şeylerin genel özelliklerinin sunumudur. Coğrafya, bu genel özelliklerin yapısı, orantısı, konumu ve meydana gelişini tasvir eder ve bu yüzden kantitatiftir de. Batlamyus “Coğrafyacının görevlerinin yeryüzünün doğru bir haritasını üretmek üzerinde yoğunlaşmak olduğu”nu ileri sürer. Batlamyus’un Coğrafya’sının ilginç yanlarından birisi, 1295’de, o zamanlar Konstantinopolis (ya da Byzantium) olarak bilinen İstanbul’da Maximus Planudes adlı bir rahip tarafından el yazması bir kopyasının bulunmasıdır. Bu kopya, 1406’da Latince’ye çevrilinceye kadar, Konstantinopolis’de kalmıştı. Bununla birlikte, Batlamyus’un çalışmasının bin yıl boyunca Avrupalılar tarafından büyük ölçüde unutulmuş olması, Avrupalıların dini görüşlerin egemen olduğu bir dönem geçirmesi yüzünden olmuş ya da o döneme denk gelmiştir. Dünyanın resmedilmesi söz konusu olduğunda, “Mappae mundi” (dünya haritası) adı altında hazırlanan haritalar da, dinin haritalara olan egemenliğini temsil etmişlerdi. Batlamyusla birlikte değişen durumu Ravenstein (1891a) şöyle değerlendirir: Batlamyus’un en büyük değeri, kartograflara haritalarını bilimsel yöntemlere göre yapmalarını öğretmesidir; ama kartografların onun verdiği dersi öğrenmeleri çok yavaş olmuş ve onun daha baştan izlediği tek doğru olan yolu izlemeleri için aradan yüzyıllar geçmiştir. Bu eserin haritası kaybolmuştu3 ama Batlamyus’un çalışması yeniden ortaya çıkarıldığında “yeni kartografya” için hızla bir model halini almıştı. Bütün hatalarına rağmen (Eratosthenes’in dünyanın çevresiyle ilgili hesaplarını göz önüne almaması yüzünden çok kesin ve ayrıntılı olarak hazırlandığı anlaşılan haritası bazı yanlışlıklar içermiş ve filozoflar, krallar ve araştırmacılar yerkürenin büyüklüğünü yanlış tahmin etmişlerdi; Kolomb’un Asya’yı ararken İspanya’dan batıya doğru yelken açması da kısmen Batlamyus’un Asya’nın büyüklüğünü abartılı hesaplaması yüzünden olmuştu), bu haritanın dünyaya dinsel bakış açısından daha önemli bir bakış açısı olarak görülmesi rastlantısal değildi. Gerçekten de daha sonra denizcilik için geliştirilen portolan haritalar keşif yolculukları ve kaynak araştırmaları için önem kazanmış ve yerküreye dinsel bakışın egemenliğine meydan okumuşlardı. Bu etkisiyle de, görüldüğü gibi, Batlamyus’un yeniden önem kazanan haritası kartografyada da dinin etkisinden bilimin etkisine geçişin simgesi olarak yeni bir çağın başlangıcına işaret ediyordu. Batlamyus’un Geographike’si tek başına hümanistlik açısından da bilimsellik ışığında da değerlendirilemez. Onun dünyayı kontrolde yeni bir sistematik gereç olan bilgisi, kendisi çok önceleri yaşamış olsa da, onbeşinci yüzyıl güç odakları tarafından da kabul edilmiştir. Haritasının birçok kopyası diplomatik hediye olarak dağıtılmıştı. Çok güzel resimlendirilen kopyalar bir statü sembolü haline gelirken, kendi toprak emellerini göz önüne sermek isteyen yüksek rütbelilere de yardımcı olmuştu. Batlamyus hoş karşılanmış; Papa Pius II Geographike’yi doktrinal temelde kabul anlamına gelen resmi Vatikan pulu (nihil obstat) bastırarak ödüllendirmişti. Birçok yorumcu Yunan ve Roma dönemlerindeki coğrafyayı kıyaslarken, Yunanlılarınkini yenilikçi, dinamik ve orijinal katkı olarak görmekte, Romalılarınkini ise faydacı, taklitçi ve durağan kabul etmektedir. Bununla birlikte, Strabo ve Batlamyus’un coğrafyaları sayesinde klâsik dönemin coğrafyası ortaçağda da hayatta kalabilmeyi başarmıştır. (Bu yarıyıldaki tüm konularınız hakkında daha fazla bilgi şu kitapta bulunmaktadır: (N.Özgüç –E.Tümertekin: Coğrafya: Geçmiş-Kavramlar-Coğrafyacılar, Çantay Kitabevi, İstanbul, 2012. 3
Batlamyus’un orijinal haritalarının hiçbir kopyası kalmamıştı; daha sonraki devrelerde başka birçokları Batlamyus haritası adı altında çeşitli haritalar hazır-
lamışlardır; örneğin bunlar arasında, 1477 Bologna baskısı, John Scotus’un 1505’de, Martin Waldseemüller’in 1507’de hazırladığı (Batlamyus’un resmini de içeren ve Yeni Dünya üzerine ilk kez Amerika adının yazıldığı) haritalar oldukça tanınmıştır; ama en çekici harita Latince 1482 baskısında Donnus Nicolaus Germanus tarafından çizilmiş olandır.
Kullanılan tüm kaynaklar ise 14.dersin sonunda yer almaktadır ) ÖRNEK SORULAR: 1- Miletli Anaksimander coğrafyada nasıl tanınır? a-matematik coğrafyanın kurucusu b-sosyal coğrafyanın kurucusu c-tarihi coğrafyanın kurucusu d-fiziki coğrafyanın kurucusu e-jeomorfolojinin kurucusu (Cevap a) 2- Strabo’nun coğrafyadaki önemi hangi hususta yatmaktadır? a-“ilk kez olarak coğrafyayı tarihle kıyaslamış olması”nda yatmaktadır b-“ilk kez olarak coğrafya bilimini tarif etmiş olması”nda yatmaktadır c-“ilk kez olarak coğrafya biliminin o tarihlerdeki durumu hakkında tam ve doyurucu bir bakış açısı getirmiş olması”nda yatmaktadır d-“ilk kez olarak coğrafya bilimine adını vermiş olması”nda yatmaktadır e-“ilk kez olarak coğrafya sözcüğünü kullanmış olması”nda yatmaktadır (Cevap c)
2.Hafta e-Ders Kitap Bölümü
2. HAFTA
ÖZET: “Giriş” içinde yer alan bu derste coğrafyanın gelişme süreci ve bu süreç içinde meydana gelen olgularda çeşitli ulusların ve bazı bilim adamlarının gelişme sürecine katkısı üzerinde durulacaktır. 1. derste de belirtildiği gibi, Powerpointlerle kurulan bağlantıları iyice izlemeniz genel bir coğrafi görüş oluşturmanıza ve yine entelektüel bir temel kazanmanıza büyük katkı sağlayacaktır.
BÖLÜM 1: GİRİŞ: COĞRAFYANIN GELİŞME SÜRECİ (devam) 1.4. ÇİN VE İSLÂM COĞRAFYALARI Roma İmparatorluğu’nun 476’daki çöküşünden sonra Avrupa kıtasının kendisi gibi, coğrafyası da “Karanlık Çağ”a girmişti. Bazı önemsiz Yunan ve Roma coğrafya metinleri dışında, çalışmaların çoğu kaybolmuş; hatta çokları da İskenderiye’de Büyük Kütüphanede’ki 400,000 dolayındaki yazma eser gibi tahrip edilmişti. Buna karşılık, Yunanlı ve Romalılara paralel, ama onlardan tamamen ayrı olarak, doğu Asya başta olmak üzere, dünyanın başka bazı yerlerinde de tamamen farklı bir bilim kültürü gelişiyordu. Örneğin Çin’de Tang (MS 618-907) ve Güneyli Sung (1127-1279) hanedanlıkları sırasında küresel ve entelektüel faaliyetlerin odağı Çin olmuştu –Marko Polo da yazılarında bu ikinci hanedanlık döneminin ihtişamını anlatır. 1.4.1. Çin Coğrafyası (bu kısımdaki adların ezberlenmesi gerekmemektedir) Çinlilerin askeri fetih amaçları coğrafi bilgi birikimine ihtiyaç duyurmuş ve topraklarını elde tutmak isteyen imparatorlar da coğrafi bilginin artması ve yerleşmesine destek olmuşlardı. Yeni inceleme ve çizim becerilerinin geliştirilmesi Çinlilerin Ortaçağ Avrupa’sındakileri kat kat geçen haritalar hazırlamalarını sağlamıştı. Avrupa karanlık çağı yaşarken, böylece, Çin’de geniş bir coğrafi literatür birikmişti. Bilinen en eski çalışma olan MÖ V.yüzyıla ait Şu Çing (Tarihi Klâsik) içinde bir bölüm halindeki Yü Kung, Çin İmparatorluğu’nun çeşitli kesimlerinin fiziki coğrafyası ile doğal kaynaklarını anlatıyor; geleneksel dokuz bölgeyi toprakları, karakteristik ürünleri ve içlerinden geçen suyollarıyla ele alıyordu. Dünya coğrafyasını da bir merkezden yayılan kare şeklinde halkaların oluşturduğu bir yuva olarak alıyor ve bu halkalar en içteki imparatorluk topraklarının bulunduğu halkadan başlayıp, en dıştaki “barbarlar”ın yaşadığı halkalara kadar değişik unsurları gösteriyordu. IV’üncü yüzyıla işaret eden Şan Hai Çing gibi rehberler ise, mitolojik unsurları ve yarı-insan ırklar ve halklar gibi konuları da içine almakla birlikte, coğrafi çalışmalar arasında kabul edilmektedirler. Daha sonraki yüzyıllarda, Çinli Budistler Hindistan’da Budizm açısından önemli olan yerlere yaptıkları ziyaretleri anlatan yazılar yazmışlardı. Çinli denizciler Güneydoğu Asya, Hint Okyanusu hatta Doğu Afrika’ya ticaret gezileri yapmışlarsa da, bunlardan geriye çok az Çin tasviri coğrafya metinleri kalmıştır. Beş ana tip Çin coğrafyası olduğu ileri sürülmektedir: (1) Antropolojik coğrafyalar –bunlar Çi Kung Tu olarak biliniyor ve VI. yüzyıl ortalarında kabilelerin anlatımına dayanıyordu; (2) Çin’in güneyindeki halkların geleneklerinin ve II.yüzyıla kadar giden pek de tanıdık olmayan bölgelerin tasvirleri; (3) hidrografik kitaplar ve kıyılarla ilgili tasvirler –Suyolları Klâsiği gibi; (4) yerel topografyalar ya da ansiklopediler –Hua Yang Kuo Çi (Şeçuan’ın Tarihi Coğrafyası) gibi; (5) Çin Hanedanlığı’ndan itibaren (MS III. ve IV. yüzyıllar) toplanan, Strabo’nunkine benzer tarzdaki coğrafi ansiklopediler. Çin coğrafyası, her zaman dini etkilerle astronomi ve askeri nedenlerle de kartografyayla sıkı sıkıya ilişkili olmuştur. Örneğin MÖ 480-100 arasında yazıldığı sanılan bir harita metninde şunlar söyleniyordu: Tüm askeri komutanlar ilk önce haritaları bilmek ve incelemek zorundadırlar. Derelerin, .. ünlü dağların, geçit veren vadilerin, ana nehirlerin, yaylaların yerini, ... yolların mesafelerini, şehrin büyüklüğünü, ...tanınmış ve terk edilmiş kasabaları, ve kısır ve verimli toprakları bilmeleri gerekir. Arazinin şekillerine ait bilgileri görece lokasyonlarına göre (hafızalarında) depolamalıdırlar. Bütün bunlardan sonra da ordularını harekete geçirebilir ve kasabalara hücum edebilirler. Orduların konumunda, önlerinde ve arkalarında neler olduğunu bilebilirler ve arazi üstünlüklerini kaybetmezler. Bu, haritaların sürekli sahip oldukları bir değerdir (Robinson ve diğ. 1984).
Kozmik birlikle dinsel ilgisi nedeniyle astronominin Çin bilim yaşamında merkezi bir önemi ve astrolojiyle de bağlantısı vardı. Bundan başka, astronomi bilgisi ve tarım takvimlerinin oluşturulması devletin nüfusun üretim kapasitesini kontrol altında tutma yoluydu. Geleneksel olarak Çin’de cennetin yuvarlak ve dünyanın da kare şeklinde olduğu gibi eski bir inanç yerleşmişti; ama MS II. yüzyıla doğru üç ana kozmoloji ve astronomi ekolü ortaya çıkmıştı. Çinliler gibi, Japonlar ve Koreliler de Doğu Asya’daki ticaretle ilgilendikleri için bölgesel coğrafi bilginin toplanma ve artmasında bir rol oynamışlardı. Aslında bilinen en büyük dünya haritası Avrupalıların araştırma gezilerinin başlamasından önce, 1402’de, Kore’de yapılmıştı. “Kangnido” denilen bu harita adı bilinmeyen kartograflar tarafından hazırlanmıştı; ama bunlar Kore, Japonya ve Çin’le ilgili müşterek bilgileri Çinlilerin bildikleri İslâm kaynaklarınınkiyle birleştirerek çizmişlerdi bu haritayı. Sonuç olarak da, harita, yalnızca Doğu Asya’yı değil, aynı zamanda Hindistan’ı, İslam Dünyası ülkelerini, Afrika ve hatta Avrupa’yı bile içeriyordu. Avrupalıların o zamanlar bildiklerinden daha geniş bir dünya bilgisini yansıttığı ise kesindir. Çin kartografyasına, daha geç dönemlerde, Avrupalıların da katkısı olmuştur. Örneğin bir Jesuit din adamı olan Matteo Ricci 1583’de Çin’e varmış ve onun sayesinde de Rönesans bilgisi Çin kartografyasına taşınmıştı. Çinli bilim adamları Ricci’nin kendilerine sergilediği dünya haritasından çok etkilenmekle birlikte, alışılagelmiş Avrupa merkezli olan bu haritada Çin’in haritanın kenarında (doğuda) yer almasından hoşlanmamışlardı. Bunun üzerine, Ricci de 1602’de yaptığı haritada Çin’i ortaya yerleştirerek Çin merkezli bir dünya haritası oluşturmuştu. 1.4.2. Coğrafi anlayışa İslâm âleminin katkısı (bu kısımdaki adların ezberlenmesi gerekmemektedir) Büyük gezginler ve astronomlar olan Araplar, bazı haritalar meydana getirmişlerse de, kartografya konusunda pek de iyi sayılmazlardı. Örneğin, el-İdrîsî’nin başarılı haritası ve Birûnî’nin Batlamyus’unkinden daha gelişmiş bir projeksiyon sistemini kullanması olumlu bir katkı olmakla birlikte, aslında, bu haritaların “o zamanın vasıtalarına göre beşerin yapabileceği en iyi haritalar” olduğunu öne süren İbrahim Akyol (1951) da çeşitli araştırıcılar tarafından hazırlanan haritalardaki genelde şekil bozuklukları, yerlerin doğru belirlenememiş olması ve “kıta ve deniz çevrelerinin şema denilecek derecede yaklaşık olmaları ve coğrafi mevkilerin belirgin bir şekilde isabetsizliği”nin göze çarptığını vurgulamaktan kaçınamamıştır. Bununla birlikte, bazı Arap coğrafyacılar yalnızca tek bir haritalarıyla (ve ilişkin metin kısımlarıyla) tanınmışlardır. Aşağıda değinilecek olan el-İdrîsî gibi, Ebû İshâk İbrâhim b. Muhammed el-Farisi el-İstahrî de (el-Belhî’nin kitabına dayanarak hazırladığı) tek bir haritasıyla tanınmıştır. 1193’de tamamladığı ve “el-İstahrî’nin dünya haritası” adını taşıyan harita Arap coğrafyasında “El-Belhi Ekolü” (Ebû Zeyd el-Belhî’den) diye bilinen bir akım içinde yer alır. El-Belhi haritaları Arap İslâm imparatorluğunu onuncu yüzyıldaki durumuyla olduğu gibi gösterirler; dünyanın ayrı kesimsel haritaları bulunmaz bunlarda. Hatta, o sıralarda Müslümanların idaresi altında olduğu halde, İspanya ayrı bir harita halinde gösterilmemiş, Avrupa’ya dahil edilmiştir. Bu nedenle de bu tür haritaların temel amacının (özellikle de Farsça konuşulan alanlar için) her etabının ayrı ayrı işaretlendiği kervan güzergâhlarının tümünü göstermek olduğu sanılmaktadır. İslâm coğrafyası, Atlantik’ten Pasifik’e kadar iki yüz yıldan az bir zaman içinde yayılan bir medeniyetin bir açıklamasıdır aynı zamanda. Gerçekten de, İslâm dininin yayılışı Arap gezginlerin İspanya’dan Hindistan ve daha ötesine kadar yolculuklarını ve araştırma yapmalarını kolaylaştırmış ve İslâm gücünün ortaya çıkışı yedinci ve sekizinci yüzyıllarda coğrafya biliminde bir başka büyük geleneğin yaratılmasında rol oynamıştır. İslâm fetih döneminin başlarında bazı eski arşivler (örneğin İskenderiye’den geriye kalanlar) tahrip edildiyse de, daha sonra Kahire, Şam, Bağdat ve Granada şehirlerinde gelişme olanağını bulan bilim merkezleri coğrafi yazınlar için de birer odak noktası haline gelmişlerdi. Ayakta kalan Yunan ve Roma eserleri, Fars ve Sanskrit kaynaklardan öğrenilenler Arapçaya tercüme edilmekle kalmamış, aynı zamanda da Araplar doğuyla ticari temasları nedeniyle Çin’den gelen kültürel ve bilimsel etkilere de sürekli açık olmuşlardı. İslâm coğrafyasındaki yazılar üzerinde etkili olan temel bir faktör Mekke’ye yapılacak hac ziyaretleri için çeşitli bilgileri sağlamak amacı olmuştur. Bu da, Arap dünyasını başka uluslarla temasa getirecek, yapılacak yolculuklar ve kutsal yerler hakkında hacı adaylarına ayrıntılı bilgiler verecek sayısız rehberin hazırlanmasına
yol açmıştı. Ama bu temas, aynı zamanda, bilim adamlarının da birbirleriyle iletişim kurmaları ve önemli bir bilimsel tartışma ortamının hazırlanmasını da sağlamıştı. Müslüman coğrafyacılar bir yandan Batlamyus’tan etkilenerek matematik coğrafyayla ilgilenirlerken, bir yandan da hem fiziki çevreleri hem de farklı insanların gelenek ve yaşam tarzlarını tasvir ve analiz eden etkileyici kitaplar yazmışlardı. Bu bağlamda, İslâm coğrafyacılarının ilk çalışmalarının bir bölümü (el-Ya’kûbî ve eseri Kitâb el-büldân; İbn Havkal ve eseri Kitâbu sûret el-arz gibi) daha öncekilerden yapılan alıntılardan oluşurken, daha sonra gelen el-Makdisî’ninkiler (yaklaşık MS945-988) tamamen yeni bir bakış açısı taşıyordu (başlıcası Ahsen el-tekâsim). Çok seyahat eden bu coğrafyacı, yazdıklarının tümünün kendi deneyimlerine dayandığını da belirtiyordu. Çalışmalarını binli yılların başında yapan Ahmed el-Birûnî ise İslâm âleminin yetiştirdiği en büyük bilim adamlarından birisidir. Kara ve denizlerin dağılışı adıyla hazırladığı dünya haritası 1029 yılına aittir. El-Bîrûnî’nden yapılan aşağıdaki alıntı, Batlamyus’a yapılan atıfla, Kızıl Deniz çevresindeki fosiller ve Ceyhun nehrinin yatak değiştirmesiyle ilgili tasvirlere ilişkindir: İşte Arap Yarımadası, burası çok eskiden denizdi. Sonra deniz çekildi. Bunun izleri kuyular ve havuzlar kazıldığı zaman görülmektedir. Zeminde toprak, kum, taş gibi tabakalara rastlanmaktadır.... Hatta topraktan çıkan taşlar kırılınca aralarında sedef ve midye kabukları görülmektedir. Balık kulağı denen kalıntılar ise sağlam ve çürümüş haldedir.... Araplar, ilk ataları Yaktân’dan beri bu yarımadada oturmaktadırlar. Çöl deniz olduğu sıralarda onlar Yemen dağlarında oturmuş olmalıdır. ... Aralarında balık kulaklarının da bulunduğu bu fosiller gibi şeyleri zamanımızda Cürcân ile Harezm arasındaki çölde buluyoruz. Bu çöl eski zamanda bir göl gibiydi. Zira, Ceyhun’un, yani Belh nehrinin mecrası eskiden bu çölde Belhân beldesinden Hazar denizine doğru akardı. Batlamyus, Coğrafya adlı eserinde bu nehrin Arkânya yani Cürcân (Hazar) denizine aktığını söyler. Batlamyus ile aramızda 800 yıla yakın zaman geçmiştir. Ceyhun o zaman, şimdi çöl olan Zem ile Amûye arasında akar ve Belhân yanına kadarki beldelere ve köylere hayat verirdi. Cürcân ile Hazar arasında Hazar denizine dökülürdü. Fakat bu mecra zamanla tıkandı. Nehrin suları Oğuz ülkesi tarafına döndü. Burada karşısına Arslan Ağzı denilen dağ çıktı. Harezm halkı buraya Şeytan Seddi derler. Su burada toplanıp yükseldi... Nehrin sularının ağırlığı bu gevşek oturmuş taşların dayanma gücünü aşınca taşları yardı. Sular oradan Fârâb tarafına yöneldi. İnsanlar bu mecranın iki tarafında bugüne kadar yıkıntıları kalan 300’den fazla şehir ve köy kurdular. Bir zaman sonra, birincisi gibi, bu mecra da tıkandı. Bu sefer nehrin suları Harezm ile Cürcân arasındaki ... Peçenek arazisine doğru yöneldi. Uzun zaman buradaki ovalara hayat verdi. Nihayet burası da harap oldu. Bu mecrada oturanlar Hazar denizi sahiline göçtüler (Tahdid nihâyet el-emâkin’den; Şeşen 1985). İlk Arap coğrafyacıların Hıristiyan batı üzerinde etkisinin hemen hemen hiç olmamasına karşılık, el-İdrîsî (1099-1180), Sicilya Kralıyla olan dostluğundan dolayı daha fazla adını duyurabilmişti. Ebû Abdullâh Muhammed bin Muhammed el-Şerif el-İdrîsî, zamanının en güçlü Hıristiyan krallarından birisi olan bu kral sayesinde, daha önce Arap gezginlerin erişemediği Avrupa’nın çeşitli yerleri hakkında bilgi toplamış, dünyanın diğer kesimleriyle ilgili olanları da bir araya getirerek gümüş bir düzlem üzerinde bir harita da (planisfer) hazırlamıştı. Coğrafi tasvirlerden oluşan ve haritasına (güney yukarıda gösterilmişti ve yazılar ters yazılmıştı) eşlik eden kitabının adı Kitâb Nüzhet el-müştâk fî ihtirâk el-âfâk (1154) idi. Sicilya’nın Norman kralı II. Roger’a taktim ettiği için bu esere Kitâbu Rocâr da denir. Önsöz’ünde, el-İdrîsî, görevinin harita üzerinde (planisferde) gösterilen şehirler ve toprakları tasvir etmek, tarım ve yerleşmelerin yapısı ile denizler, dağlar, akarsular ve ovaların uzantısını ortaya koymak olduğunu yazıyordu. Daha da ileri giderek, dünyayı böldüğü 7 iklim içinde yaşayan insanların ürünleri, el sanatları, aldıkları-sattıkları mallar, gelenekleri-görenekleri, dinlerini de ayrıntılar arasında gösteriyordu. Onikinci yüzyılın ilk yarısındaki Avrupa’yı anlatan el-İdrîsî’ninkinden başka çalışma yoktur ve bu çalışmanın başarısı da el-İdrîsî’nin Palermo’da yaşamış olmasına bağlanmıştır. Daha sonraki dönemlerde yaşayanlar arasında Ebülfidâ (1273-1331) ise Takvîmü’l-büldan adlı eserini 1321 yılında tamamlamıştı. Bu eser de yeryüzü ve özellikleri, bunların ölçülmesi, denizler, göller, nehirler ve dağlar gibi unsurların anlatıldığı uzun bir girişten sonra şehirleri ele almaktadır. Burada bakış açısı 28 iklim bölgesine göre belirlenmiştir; her bölgenin önce genel özellikleri verilmekte sonra şehirlerine geçilmektedir.
İnceleme şekli ise, daha çok, enlem ve boylamlar verilerek şehirlere ilişkin elde edilebildiği kadarıyla bilgilerin sıralanmasıdır. Bu çalışmayı hazırlarken, Ebülfidâ’nın, Suriye, Mısır, Hicaz’ın bir kısmı ve Suriye’nin kuzeyinden Fırat boylarına kadar olan kesimde kendi bilgilerini kullandığı, diğer yerler için ise İbn Havkal, el İdrisî, İbn Hurdâdbih gibi İslâm coğrafyacılarından bol miktarda yararlandığı anlaşılmaktadır. Arap gezginleri arasında en tanınanı ise, ondördüncü yüzyılda yaşayan Tanca doğumlu İbn Batuta’dır (1304-1368/69 ya da 1377): “Tanca’yı, doğduğum yeri, 13 Haziran 1325’de Hacca gitmek niyetiyle terk ettim... kadın olsun erkek olsun tüm dostlarımı geride bırakarak, tıpkı kuşların yuvalarını terk etmeleri gibi evimi terk ettim” diyerek Hac görevini yaya olarak yerine getirmek için Tanca’dan yola çıkıp kuzey Afrika’yı ve daha sonra Suriye’yi dolaşarak Mekke’ye giden ve dönüşte de Mezopotamya, Anadolu ve İran’ı ve yine Mekke üzerinden bu kez Yemen’i ve Kızıl Deniz vasıtasıyla Afrika’nın doğusunu dolaşan İbn Batuta bu yolculuklarını dünyanın başka yerlerinde de sürdürmüştü. İbn Batuta’nın Hindistan, Anadolu ve batı Afrika’yla ilgili tasvirleri hem çok ayrıntılı hem de çok önemlidir. “İslâm âleminin son gezgini” ya da “gezginler prensi” de denilen ve geniş seyahatleri 30 yıl süren İbn Batuta’nın 1357’de tamamladığı eseri (Tuhfa el-nuzzâr fî garâ’ib el-amşâr va-‘acâ’ib el-asfâr) Hindistan, Anadolu ve Batı Afrika’nın tasvirleri bakımından çok önemli bir katkı olarak kabul edilir. İbn Batuta Delhi hükümeti tarafından Çin’e elçi olarak da atanmış ve doğuya olan yolculuğunda, bu vesileyle, Maldiv Adaları ve Seylan’ı (şimdiki Sri Lanka) da ziyaret etmişti. İbn Batuta’nın çağdaşı olan İbn Haldun (1332-1406) da, tarihçi, tarih felsefecisi ve proto-sosyolog olmakla birlikte, bazen coğrafyacı olarak da nitelenir. Mukaddime adlı eserinin XIV. yüzyıl Arap coğrafi düşüncesini çok iyi yansıttığı ileri sürülür. Kendisi daha çok devletler, onların yükseliş ve çöküşleri üzerinde dururken, etkili güçleri incelemiş ve bu bağlamda çevre koşullarını ele almış; medeniyetlerle iklim, medeniyetlerle tarım arasında ilişkiler kurmuştur. İbn Haldun’un coğrafyacılar arasında kabul edilmesinde rol oynayan yanı, kitabının birinci bölümünde yer alan, Batlamyus ve el-İdrîsî’den yararlandığı, dünyanın çeşitli kesimlerine ilişkin tasvirleri ve haritasıdır. Medeniyetlerle iklim koşulları ve fiziksel çevre arasında kurduğu ilişkiler, ekstrem koşulların devlet ve insan karakteri üzerindeki etkileriyle ilgili görüşleri coğrafyadaki çevreci determinist akım üzerinde oldukça önemli etki yapmıştır. Ona göre fiziksel çevre, insanları, toplumsal ve siyasal gruplar halinde bir arada yaşamaya zorluyordu. Düşüncelerinin esasını da: “devletlerin doğal bir gelişme süreci içinde büyüdükleri, olgunlaştıkları, grup dayanışmasının medeniyet olgusu tarafından kaçınılmaz bir şekilde aşınması yüzünden de zayıfladıkları ve çöktükleri” fikri oluşturuyordu. Dünyayı bir küre şeklinde ve sularla çevrili olarak tanımlıyordu. Yine dünyanın tarımsal alanlar bakımından yediye ayrıldığını, en kuzey ve en güney kuşakların en az nüfuslu ve en az medenileşmiş yerler olduğunu öne sürüyordu. İbn Haldun’a göre “medeniyet, üçüncü ve altıncı kuşaklar arasında yer alıyordu”. Bu fikri geliştirirken de iklim rejimleri ve fiziksel çevrenin yarattığı zorlukların medeniyetin yayılışı üzerindeki etkisini iki ekstreme göre alıyordu: Güneyde hava çok sıcaktı ve kuzeyde de çok soğuktu (o zaman bilinen dünyada). Bundan başka, iklimin insan karakteri üzerinde dolaysız önemli bir etkisi vardı: Daha sıcak kıyılar ve güney bölgelerinde yaşayan halklar çok neşeli olurken, soğuk tepelik ve dağlık bölgelerde yaşayanlar üzgün ve keyifsiz görünüyorlardı. Zencilerin karalığının Nuh’a kadar gitmediğini, içinde yaşadıkları ortamın havasının bileşimine, güneş ışığının şiddetine ve yazın şiddetli sıcaklarına dayandığını düşünmüştü. Bunun tersine, soğuk bölgelerde yaşayanlar da beyaz tenli, mavi gözlü, sarı saçlı idiler. Bu ikisi arasında da Araplar, Bizanslılar, Persler, İsrailliler, Yunanlılar, İtalyanlar, Hintliler ve Çinliler gibi, ona göre “fiziksel olarak ve karakter ve yaşam tarzı bakımından ılımlı” insanlar tarafından yerleşilmiş, “peygamberlik, dinsel gruplar, hanedanlar, dinsel kurallar, bilim, ülkeler, şehirler, binalar, tarım, görkemli sanat eserleri ve ılımlı başka her şeyin” çeşitli biçimlerde ortaya koyduğu “tüm doğal koşulların medeni bir yaşam için uygun olduğu” orta kuşaklar yer alıyordu. Bu fikirlerin coğrafi düşünce üzerinde çok uzun süreli etkileri olmuştu.
İslâm coğrafyacıları dünya hakkında topografik hesaplar ve kartografik tasvirler kadar, astronomik çalışmalar da yapmışlardır. Namaz vakitleri ve kutsal günleri, ibadet sırasında çeşitli ülke ve bölgelere göre kıbleyi belirlemek gibi dinsel nedenlerle güneş ve ayın hareketlerini ve ay takvimini belirleme zorunluluğunun bunda rolü büyük olmuştu; ama bu konudaki birçok temel bilgileri VIII. yüzyılda Hindistan’dan ve çok eski Yunan metinlerinden almışlardı. İslam astronomları, büyük ölçüde yararlandıkları Batlamyus ve Aristo’nun çalışmalarını gözden geçirme, değiştirme girişimlerinde de bulunmuşlarsa da, dünyanın durağan olmadığını göz önüne almadıkları için, bunda pek başarılı olamamışlardı. İsa’dan sonraki bin yıl içinde Çinli ve İslam coğrafyacılarının katkısı, özellikle de Avrupa’da bilimin durduğu ilk binli yılların oluşturduğu çağa rastladığından, coğrafyada önemli ilerlemeler sağlamıştır. Çinliler, içindeki bilgilerin geniş ölçüde İmparatorlarının dileklerini desteklemede kullanıldığı bir bilim kültürü geliştirmişlerdi. İmparatorluk topraklarının kartografik sunumunda büyük ilerlemeler kaydetmişler ve yine bu toprakların insan ve fiziksel kaynaklarını inceleyen topografik hesaplar yapmışlardı. Buna karşılık, İslâm bilimi büyük ölçüde dinsel taleplerden etkilenmişti. Astronomi için son derece geçerli olan bu hususa karşılık, topografik hesaplar ve kartografik beceriler ise İslâm dünyasını birleştirmek amacıyla kullanılmıştı. 1.4.3. Avrupa’da coğrafyanın yeniden doğuşu Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü izleyen dönemde Avrupa’da Hıristiyanlığın egemenliği Yunan dünyasına ait eski bilimsel çalışmaların çoğunun reddedilmesine götürmüştü. Ama o sıralarda sayıları çoğalan manastırlardan bazılarında eski eserler korunmuş ve bilgiler gizli gizli yayılmıştı. Hıristiyanlığın egemenliği ortaçağ kozmolojisini ve kartografyasını büyük ölçüde etkilemişti. Bu etkinin en önemlilerinden birisi de Tanrının evreni yaratış ve koruyuşuyla ilgili Musevi-Hıristiyan teolojik inancıydı. Bu görüşün dört elemanı bulunuyordu: Birincisi, Yaratılış –Tanrının koruması, eylemi ve ihtimamını gerektiren devam edegelen bir süreçtir. İkincisi, insanlık Tanrının gözünde doğadan ayrılmıştır; bu yüzden de doğa âlemi ile insanlık âlemi arasında açık bir ayırım vardır. Üçüncüsü, doğanın ürünleri insanlık için var edilmiştir ve onları yetiştirmek ve sürdürmek insanların görevidir –burada kast edilen, doğayı kollayacak olanların da insanlar olduğudur. Dördüncüsü, Adem ile Havva’nın, Tanrıya itaatsizlik ettiklerinde insan ile çevre arasındaki şiirsel ilişkiyi de kopardıkları ve bu yüzden de insanlığın lanetli bir çevrede çalışıp didinmek zorunda kaldığıdır. Bu dört eleman, insanla çevre arasındaki ilişkilerle ilgili daha sonraki coğrafi fikirlerin gelişmesinde belirleyici, biçimlendirici bir rol oynamıştır. XII. yüzyıldan itibaren ise Avrupa’daki bilim ve bilimsel araştırmaların yeniden canlanmaya başladığı görülür. Bunda da üç önemli süreç etkili olmuştur: a- İber Yarımadası’nın XI. yüzyıl sonlarında başlayarak Kuzey Afrikalılar tarafından fethinin İslâm bilim aleminin bazı unsurlarını Hıristiyan Avrupalı anlayışıyla birleşmeye götürmesi; b- XV. yüzyıldan itibaren dünyanın yepyeni alanlarını Avrupa bilimsel araştırmasına açacak Portekiz ve İspanyol keşif seyahatlerinin başlaması; c- doğudan çok sayıda bilim adamının ve bol miktarda bilginin Avrupa’ya göç etmesine yol açan Osmanlı İmparatorluğu’nun yayılışı ve 1453’de İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethi. Buradan sonra artık coğrafya için de yeni bir çağ başlıyor; keşif yolculukları sayesinde tüm dünya için toplanan bilgiler ve yapılan yayınlar büyük bir artış gösteriyordu. ÖRNEK SORULAR: 1-Avrupa kıtasının kendisi gibi, coğrafyası da “Karanlık Çağ”a girdiğinde hangi uluslar çalışmalarıyla coğrafyaya katkıda bulunmuşlardı? a-Fransız ve İngilizler b-Japonlar ve Amerikalılar
c-Çinliler ve Araplar d-Meksikalı ve Brazilyalılar e-İspanyol ve Portekizliler (Cevap c) 2- İbn Haldun coğrafyadaki hangi görüşü desteklemiş ve yaymıştır? a-possibilist b-probabilist c-gelenekçi d-yenilikçi e-determinist (Cevap e)
3.Hafta e-Ders Kitap Bölümü
3. HAFTA
ÖZET: “Giriş” içinde yer alan bu derste coğrafyanın gelişme süreci ve bu süreç içinde “keşifler”in coğrafyanın gelişmesine katkıları ve bu bağlamda meydana gelen sonuçlar üzerinde durulacaktır. Daha önceki derslerimizin başında yer alan uyarılara uymanızda büyük yarar vardır.
BÖLÜM 1: GİRİŞ: COĞRAFYANIN GELİŞME SÜRECİ (devam) 1.5. “İLK BÜYÜK KEŞİFLER ÇAĞI”: KARTOGRAFYA VE ARAŞTIRMA Keşif yolculuklarının başlangıç devresinde Batı’daki en önemli yayın 1272’de Çin’e giden Venedikli Marko Polo’nun (1254-1324) seyahatleriyle ilgili olandı. Seyahat kayıtlarından oluşan ve bazıları bizzat Marko Polo tarafından da tutulmayan bu kayıtların –her ne kadar Orta Asya ile Çin hakkındaki güneydoğu Asya ile Hindistan’ı da kapsayan bilgileri iki yüzyıl boyunca bir klâsik olarak kalmışsa da- bir “Asya Coğrafyası” olarak kabul edilemeyeceği de çoklarınca belirtilmektedir. Buna karşılık, gerçek keşif yolculuklarının başladığı onbeşinci yüzyılın başlangıcında ise, Avrupa’daki Rönesans ve “Keşifler Çağı” olarak bilinen kültürel yeniden-uyanışla birlikte, Avrupa tekrar coğrafi bilginin merkezi haline gelmişti. Bilimsel geleneğin evriminde, aslında, coğrafya yalnızca keşif seyahatleri üzerindeki muazzam etkisinde taşıdığı önem bakımından değil, başka bakımlardan da öncü bir rol oynamıştır. Deneyimin otoriteye karşı zaferinde coğrafyanın kritik bir rolü olmuştur. Modern coğrafyanın da gelişme sürecinin başlangıcı olabilecek bu dönemin başından itibaren coğrafya uygulamalı bilginin araştırılmasıyla sıkı sıkıya ilişkili olmuştu ve “ilk araştırma laboratuarı dünyanın kendisi olmuştu ve keşif yolculukları eski dünyadan miras kalan Rönesans kavramlarının onaylanıp onaylanmayacakları çok büyük ölçekli bir tür deneyimdi”. “İlk Büyük Keşifler Çağı”, Avrupalıların tüm dünyanın temel biçimi hakkında daha önce bildiklerinden çok daha fazlasını öğrenecekleri iki yüz yıl kadar sürecek bir dönem olacaktı. Coğrafi keşifler, en azından hikâyenin bir kısmında, efsaneden haritaya geçildiği, kozmografik teorilerin kartografik gerçeklere dönüştükleri dönemi temsil ediyorlardı. Ama bunu tek başına bir gerçek olarak da almamak gerekir. Çünkü ileride de görüleceği gibi, coğrafyacılar ve kartograflar kendi hayal güçleriyle efsanelerin, egzotik coğrafyaların yaratımına zaten hep katılmışlardı. Bu bakımdan dönemin önemli olan yanı, bir tür efsanenin bir başka efsaneyle yer değiştirmesiydi. Bu iki yüzyıllık dönemin 1400-1550 yılları arasında yüz elli yıl boyunca dünya kıyılarının büyük kısmı ilk kez olarak bir harita düzlemine indirilmiş oluyordu ki bu da onbeşinci yüzyıl kâşiflerinin atalarından farklı olarak kazandıkları gerçek “bilimsel” denilen başarıların başında geliyordu. Gerçekten de, birçoğu, örneğin Marko Polo gibi, ortaçağ maceracıları ya da seyyahlarından kendilerini ayıran bir şeye, yani bilinçli olarak “keşifler” denilen tarihsel girişime katkıda bulunmuş oluyorlardı. Bu kişiler için en umut verici sözcük harita üzerine yazılan terra incognita-bilinmeyen ülke sözcüğüydü; çünkü bunu öğrenmek için oraya doğru yol alacaklardı. Böylece başlayan yeni bir çağa başlangıçta katkıda bulunan ilk iki ulustan birisi olan Portekizlilerin (diğeri İspanyollar) keşif gezileri 1415’de Kuzey Afrika’dan başlayıp Afrika kıyıları boyunca Bartolomeu Dias’ın Umut Burnu’na varmasına (1488) kadar sürmüştü. Bu ilk yolculukların çoğu Portekiz’in güneybatısında Sagres Yarımadası’nda bir denizcilik ve kartografya okulu kurmuş olan Denizci Prens Henry tarafından (Dom Henrique:1394-1460) desteklenmişti. Ana amacı parasal kaynaklarını arttırmak olarak görünse de, keşif gezilerinin düzenlenebilmesinde büyük rol oynayan Dom Henrique’den Kral ve kraliyet ailesi de pek geri kalmamışlardı. Bütün bu Portekiz yayılma girişimleri ise iki faktör yüzünden gerçekleşebilmişti: Birincisi, Portekizlilerin kuzey Atlantik’te daha önceki ticari ve balıkçılık amaçlı yolculuklarından edindikleri denizcilik deneyimlerinin birikimi ve ikincisi de İslâm coğrafyacılarından aldıkları bilgiler. Modern bilimin nerede ve niçin ortaya çıktığını Hooykaas (1979) şöyle açıklıyor: Portekizli denizciler tropikal bölgelerin yerleşilebilir ama henüz yerleşilmemiş olduğunu, ekvatorun güneyinde çok geniş alanlar bulunduğunu, dünya üzerinde kendilerine önceden söylendiğinden çok daha geniş kurak alanların var olduğunu, Güney Hindistan’ın ‘Hint Denizi’ne doğru Batlamyus’un dediğinden çok daha fazla girmiş olduğunu keşfettiklerinde... bu, onlara olduğu kadar, dünyayı çok iyi tanıyanlara da şiddetli bir şok olmuştu. Ortaçağın sonları boyunca (‘Geographia’sının son keşfinden itibaren) astronomi-
de ve coğrafyada en büyük otorite olan Batlamyus, artık böylece tümüyle güvenilir olmaktan çıkıyordu. Denizcilerin tüm deneyimleri, onlara, bu anlı-şanlı “Eski”lerin de tıpkı kendi çağdaşları kadar insan olduklarını ve yanılabileceklerini öğretmişti. Portekizlilerin keşif seyahatlerini başlatmaları en doğal olaydı; bazılarına göre Portekizli denizcilerin “tarihteki rolleri coğrafya tarafından tayin edilmişti”. Portekiz’in İber Yarımadası’nın batı kenarındaki konumu, trafiğe uygun uzun nehirleri, uygun rüzgârlar ve doğal limanları uzun dönemli keşif yatırımlarını yalnızca kolaylaştırmakla kalmıştı. Ama tüm doğal üstünlüklerine rağmen yabancı hayallerinin gerçeğe dönüşmesi ancak kraliyet ailesinin ve çok sayıda özel girişimci ve asilin uzağı görüşü sayesinde olmuştur. Gerçekten de, 1390’ların başında İspanya’da meydana gelen karışıklıklar yüzünden beraberlerinde kartografik becerilerini de getiren Mayorkalı Yahudi mülteciler, sığındıkları cennet haline gelen Portekiz’e Mayorka kartografyası, aletleri ve denizcilik biliminin tohumlarını da ekmişlerdi. Onbeşinci yüzyıl sonlarına doğru bu bilgiler Kral João tarafından yeniden canlandırılmış ve denizlerde enlemleri belirleme sorununu çözmek üzere Yahudi deniz bilimciler görevlendirilmişti. Matematik gelişmeler yanında Francesco Faleiro (1480-1540), Garcia Orta (1498-1568) ve Pedro Nunes (1502-1578) gibi bilim adamları denizciliğe, tıbba ve kartografyaya büyük katkılar yapmışlardı XV. yüzyılın sonuna doğru keşiflerin adımları kökten değişime uğradı: Uzak yerler hakkında anlatılan hikâyelerin hızlandırdığı keşif gezilerinde “kafasız, atnalı gibi ağzı olan, uzun kulaklı kadın ve erkekler görme” olasılığı, güney Hindistan’da Hıristiyan imparatorluk kurma ya da elmas ve altın bulma hayali büyük bir rol oynamıştı. Örneğin yerkürenin etrafını ilk kez dolaşan Macellan bile, kendi gemisinde en uzun boylu mürettebatın ancak beline gelebileceği Patagonya devlerini göreceğine inanmıştı; 1541’de St Lawrence nehrini geçerek şimdiki Québec City’ye varan ve burada bir kale yaptıran Fransız kâşif Jacques Cartier, yerel Kızılderililer tarafından Kanada’nın iç kesimlerinin çok zengin bir imparatorluk halinde uzandığına ikna edilmişti –ama hüsrana uğrayan Cartier 1543’de Fransa’ya dönmek zorunda kalmıştı. Kısaca iki sözcükle ‘bilim ve mitoloji’ aslında uzun dönemler coğrafi düşünce ve uygulama tarihinde hep birbirine bağlı olmuşlardır. Bununla birlikte, başka bazı kâşiflerin araştırma gezilerinde “ün kazanmak” kendilerine verilen misyondan ve altın tutkusundan daha ağır basmıştır. Hatta esas ilgisi yeni pazarların ticari avantajından yararlanmak, Afrika’da Kuzey Afrikalıların (Faslıların) gücünü yaymayı sağlamak, yabancı siyasal müttefikler bulmak ve misyoner çalışmaları yapmak olarak özetlenen denizci Prens Henry’de bile coğrafi bilgi edinme güdüsü daha ağır basmıştı. Kolomb ve Cortés’de de aynı tutkunun ateşi, altından daha üstün gelmişti. Onbeşinci yüzyıl başlarından itibaren Avrupa’nın ticari sermaye bakımından o zaman için hızlı sayılabilecek bir büyüme süreci içine girmesinin ve sermayenin elden ele dolaşabileceği büyük uluslararası bankacılık kurumlarının ortaya çıkmasının getirdiği iki değişimden birisi, büyük deniz yolculukları olmuştu. Ticarete konu olabilecek değerli mallar, para basılacak altın gibi madenler bu yolla gelebilecekti ama maliyeti çok yüksek olan deniz yolculukları ekonomik destek gerektiriyordu. Örneğin 1492’de Cenovalı Kristof Kolomb (Cristóbal Colón) Kastilya Kralı’nın himayesinde ve Kastilyalı ve Cenovalı tüccarların mali desteğinde San Salvador, Küba ve Haiti topraklarına ayak basabilmişti. İkinci değişim olan sermaye birikimi ve bunun kısmen keşif yolculuklarına yatırılması sayesinde, onbeşinci yüzyılın sonuna doğru yerkürenin bilinen yerleri genişlemeye başlamıştı. Diogo Cão (1485) Afrika’nın batısı boyunca, güneyine varacak kadar yolculuk yaptı ve Kongo nehrinin ağzını buldu. Hindistan’a bir geçiş bulma görevi Bartholomeu Dias’a kaldı ve 1487’de yola çıkan Dias 1488’de Güney Afrika açıklarında fırtınaya tutuldu; kendisi buraya Fırtınalar Burnu dediyse de, Portekiz Kralı João, Hindistan’a geçiş umudu verdiği için bu adı değiştirerek Umut Burnu yaptı. Ama Dias görevi tamamlayamayınca, bu görev de Vasco de Gama’ya kaldı –22 Mayıs 1498’de Hindistan’ın güneybatı kıyısına vardı. Portekizliler artık daha uzak doğunun, Siam’ın (Tayland), Baharat Adalarının ve Çin’in keşfinin peşine düşmüşlerdi. 1511’de Malakka boğazını geçip, Portekiz gemileri 1513’de Çine varırken baharat ticareti için bağları kuruyorlar ve yüz elli yıl kadar rakipsiz kalacakları Hint Okyanusu’nu neredeyse ele geçiriyorlardı. Aslında dünyanın başka sularında Portekizliler, doğal olarak, rakipsiz değillerdi. Her ne kadar doğuştan İspanyol değilse de (1451’de Cenova’da doğmuştu), biraz önce belirtildiği gibi, Kristof Kolomb, Birinci Keşif-
ler Çağı’na katkıda bulunan ikinci ulus olan İspanyolların desteğiyle batıya doğru yolculuğa çıkmıştı. Batıya doğru giderek Asya’ya varmayı düşünerek 1492 Ağustosunda yola çıkan Kolomb, yanında İspanyol kralından Çin hakanına yazılmış bir mektup bile taşıyordu. İlk yolculuğunda Bahamalar’daki San Salvador’a vardı. Kolomb’un zaferle İspanya’ya dönüşü, Azor ve Yeşil Burun adalarının 100 leagues (yaklaşık 300 mil) batısında kalan kesimin İspanyolların, doğusunda kalan kesimin de Portekizlilerin olması gerektiği tartışmalarını başlatmıştı. Aslında burada Portekizlilere ait hiçbir şey yoktu ve kelepir olarak gelen bu bölgenin 1494’de yapılan ünlü Tordesillas anlaşmasıyla adaların 370 leagues (1110 mil) batısındaki meridyenden başlamasına karar verildi. O sıralarda bile Kolomb, 1,200-1,500 dolayında adamıyla (daha önceki gibi, hiç kadın yok) ve on dört gemide inşaat ve tarım aletleri yüklü olarak, deniz üzerindeydi. Ama Hispaniola’ya vardığında daha önce bıraktığı 60 kadar adamın öldürüldüğünü ve gelecek için pek de umut kalmadığını görmüştü. Her ne kadar, İspanya, Kolomb’u sayısız ayrıcalıklar ve haklar vererek desteklediyse de, umduğunu ve değerli maddeleri bulamamakla Kolomb’un “büyük umutları uzak yerlerden sağlanacak düşük kâr yüzünden yitip gitmiş”ti; “bir altın madeni vaat etmiş” ama “yalnızca yaban yerler bulmuştu” (Livingstone 1992). Üçüncü seferinde filosunu büyük ölçüde azaltmış, mürettebat yerine de mahkûmları almıştı ama Vasco de Gama’nın Hindistan zaferinin (1497-1499 arasındaki seferleri sonucunda) haberinden kötü bir şekilde yaralanmıştı. 1506’da keşiflerinin tam olarak ne olduklarını anlayamadan, Valladolid’de öldü. Daha sonra Amerigo Vespucci bu keşif gezisinin aslında ne olduğunu anlayacak ve adı da bu yeni kıtaya verilecekti. Bununla birlikte, çok usta bir denizci olan Kolomb’un coğrafya bilgisi, onun bilime katkılarının yüksek düzeyde olmasını sağlamıştır (özellikle de astronomik ve rüzgârlarla ilgili gözlemleri). Denilebilir ki Kolomb’un coğrafi bilgisi Yeni Dünya deneyiminin hem koşulu hem de sonucu olmuştur. Ama Kolomb’un ölümü hiçbir yankı yapmamıştı, çünkü Avrupalı okur-yazar toplum bu tarihte bile hâlâ “yeni-keşfedilen dünya” Amerika’ya karşı bir ilgi geliştirememişti ve daha uzun süre de bu olmayacaktı: Örneğin Fransa’da 1480-1690 tarihleri arasında yazılan coğrafi kitapların Türkler ve Asya üzerine olanlarının sayısı Amerika üzerine olanların dört misliydi. Keşifler çağının diğer iki önemli adından birisi olan Amerigo Vespucci Floransalı bir iş adamıydı. 1501’de Portekiz’in himayesinde çıktığı, okyanusu altmış dört günde geçtiği ikinci yolculuğunda Kolomb’un keşiflerinin Yeni Dünya’ya ait olduğunu anlamış ve adı da bu kıtaya verilmişti. Güney Amerika kıyılarına 14971502 arasında yaptığı yolculuklar sırasındaki deneyimlerini, çocuk doğumlarından dinsel geleneklere kadar her şeyi kaydetmesiyle coğrafyanın antropolojiyle olan uzun dönemli bağlarının köklerini ortaya koymuştur. İkinci önemli ad ise Ferdinand Macellan (Fernando de Magalhães)’dır. Kendisi hakkında fazla bilgi olmasa da, Macellan 1519’da anakarada Patagonya ile Tierra del Fuego adaları arasındaki boğazı bularak (beş haftada güçlükle geçmişti) yerküre etrafındaki yolculuğu sırasında dünyanın inanıldığı gibi dümdüz olmadığını ortaya koyuyordu. Ferdinand Macellan’ın 27 Nisan 1521’de Filipinler’de öldürülmesinden sonra, dünyanın çevresini dolaşma yolculuğunu 1522’de İspanyol kâşif Sebastian del Kano (1476-1526) tamamlamıştı. Bu yolculuk, aynı zamanda da insan faaliyeti için dünyanın artık küresel bir sahne olduğunu kanıtlıyordu. Gerçekten de, “Elcano” olarak da anılan Sebastian del Kano, gemisi Victoria’nın mürettebatından birkaçıyla birlikte, aynı zamanda artık Kutsal Roma imparatoru da olan Kral Charles’ın Valladolid’deki sarayında huzura kabul edildiğinde yıllık beş yüz altın duka gelir ve bir “arma”yla ödüllendirilmişti: üzerinde Primus circumdedisti me (“Benim etrafımı ilk kez dolaşan sensin”) sloganı yazan bir küreydi bu (“Maluku” adlı hikaye, Guadalupi ve Shugaar 2004, s.177-188). Doğal olarak, başka keşif seyahatleri de önemliydi: Cortés, Aztek imparatorluğunu fethetmiş; Pizarro, İnka medeniyetine İspanya’nın dikkatini çekmişti. Giovanni Gabotto (John Cabot, 1450-1498) “Hindistan’a giden en kısa yolu” bulmak üzere İngiltere’den çıktığı yolculukta, 1497’de Newfoundland’i1 bulmuştu (bu buluşun aslında 1495’de olduğu da belirtilir). Cabot’nun oğlu kâşif ve kartograf Sebastian Cabot (1476-1557) ise 1 Çok çelişkili bilgiler olmakla birlikte, İskandinavya’dan Norse’ların Norveç’ten yola çıkıp Atlas Okyanusu’nu geçerek İngiltere’nin kuzeyine, Faeroe adalarına gittikleri, İzlanda’yı dokuzuncu ve Grönland’ı da onuncu yüzyılda kolonize ettikleri bildirilmektedir. MS 1000 ve 1015 arasında da Grönland’dan Kuzey Amerika’ya geçerek şimdi Newfoundland olarak bilinen topraklarda sürekli bir yerleşme kurmak için en az bir girişimde bulundukları sanılmaktadır. Vinland dedikleri Kuzey Amerika daha sonraki ikiyüz elli yıl için Avrupa literatüründen ve bilincinden adeta silinmiş, Grönland’daki koloni ise Avrupa’yla ilişkilerini yaklaşık 1400’e kadar sürdürmüştü (Allen 1992).
babasının yolundan, Asya’ya geçişi bulmak üzere, Kuzey Amerika’nın kuzeyine yolculuk yapmış, sonra da Kanada’dan Karayipler’e geçen (belki de) ilk denizci olmuştu. Araştırmalara bakılırsa, Cabot’nun yolculuklarından ortaya çıkan sonuç Kuzey Amerika’dan Asya’ya erişmeyi sağlayacak Kuzeybatı Geçidi’nin2 üçyüz yıl sürecek arayışının Sebastian Cabot’nun yolculuğuyla başlamış olmasıydı. John Cabot’dan yüz yıl kadar sonra da (1577-1580 arası) İngiliz Sir Francis Drake yerküre etrafını dolaşıyor ve Amerika’nın batı kıyılarıyla ilgili keşiflerini yapıyordu (sonra da bir yığın altınla ülkesine dönüyor ve o zamana kadar görülmemiş büyüklükte bir parasal ödülle ödüllendiriliyordu). Öte yandan, Portekizli kâşif Pedro Alvarez Cabral (1460-1526) da 1500’de okyanusu geçerek Brezilya’ya varmıştı. Böylece, araştırma ve fetihler yoluyla bilinen dünyanın sınırları iyice genişledi ve o kadar çok yeni coğrafi bilgi Avrupa’ya taşındı ki Avrupalılar da bunları kataloglamak ya da organize etmek ve harita yapım tekniklerini de geliştirmek için yeni yöntemler bulmaya çalıştılar. Coğrafyacıların harita hazırlama ve dünyanın çeşitli kısımlarını tasvir etmede kullanacakları korkunç bir bilgi akışı başlamıştı. Bu gelişmeyle de coğrafyanın inceleme alanı yerler hakkında yazılan ve haritalanan bilgileri içine alan tasviri çalışmalarla sıkı sıkıya ilişkili hale gelmişti. Tasviri coğrafya ise, özellikle askerler, diplomatlar, uluslararası ticaretle uğraşanlar, gezginler ve araştırmacılar başta olmak üzere, birçok kimse için büyük önem taşıyordu. 1295’de Maximus Planudes adlı bir papaz, İstanbul’da (o zamanki Konstantinopolis), daha önce de belirtildiği gibi, Batlamyus’un uzun süre önce kaybolmuş Coğrafya’sının bir nüshasını bulmuş ve haritası eksik olan kitaba bir harita hazırlamıştı. Ama XIV. yüzyıl boyunca da İstanbul’da kalan bu kitap ancak 1406 yılında Floransa’da Latince’ye tercüme edilebilmişti. 1470’den itibaren Bologna, Roma ve Ulm’da kullanılmaya başlanan bu kitapta bazı yanlışlıklar da bulunuyordu. Batlamyus, Hint Okyanusu’nun Afrika’dan Malay Yarımadası’na kadar uzanan bir kara parçasıyla çevrili olduğunu söylüyordu. İşte bu yüzden Dias ve Vasco de Gama yolculuğa çıkmış ve bu iddianın yanlış olduğunu ispatlamışlardı. Bundan başka Kolomb da Marko Polo’nun doğudaki keşiflerinden elde edilen bilgileri kullanarak yerkürenin büyüklüğünü yeniden hesaplamıştı. Her ne kadar Asya yerine Amerika’ya vardıysa da, bu hesaplamalar, batıya doğru yolculuk etmesi için kendisini teşvik etmek üzere verilen Batlamyus’un kitabındaki hesaplamalara dayandırılmıştı. Keşif seyahatleri dünyanın birçok yerini en azından Avrupalılar için daha erişilebilir kılarken, bütün bunların o kadar da kolay olmadığı zamanın koşulları göz önüne getirilerek anlaşılabilir. XV. ve XVI. yüzyıllarda hâlâ yelkenli halinde ve hiç de hızlı olmayan gemiler keşif yolculuklarının getirdiği zorunluluklardan dolayı aşırı kalabalıktılar. Zaman zaman çıkan isyanları saymasak bile, yiyecek taşıma koşulları henüz düzelmediği için (soğutmalı gemilerden önce) beslenme son derece güçtü, yiyeceklerin saklandığı yerler olan fıçılar da koşullara dayanamıyordu. Salgın hastalıklar ve yetersiz beslenme sonucu iskorpit gibi hastalıklar başka her nedenden daha çok can alıyordu. Tüm kötü koşullara rağmen, yapılacak iş çoktu. Yaşam, gemideki mürettebatın becerikliliğiyle doğrudan ilişkiliydi. Su seviyesi kontrolü, yüklerin yer değiştirmesinin engellenmesi, gemi parçalarının sürekli sağlam tutulması gibi uzmanlaşmış işler yanında, saat ayarı da büyük bir sorundu; zamanın akışını izlemek için camdan kum saatleri en yeni tekniği oluşturuyordu ve yarım saatlik kum saatleri saat başına sekizer kez döndürülüyorlardı; en iyileri de Venedik’te yapılıyor ve Avrupa’nın her tarafındaki gemi sahiplerine satılıyordu. XVI. yüzyılda 2
Onbeşinci yüzyılda başlayarak Avrupa ve Asya’nın kuzey kıyıları boyunca Atlas ve Pasifik okyanusları arasında Çin ve Hindistan’a erişimi sağlayacak bir geçiş suyolu araştırılmasına girişilmişti. Bu çabaların büyük kısmı Kuzeydoğu Geçidi üzerinde yoğunlaşmıştır. İngiliz, Hollandalı ve Rus denizciler bu çabalara katılmışlar ve bazı kısımlarını dolaşmışlarsa da Kuzeydoğu Geçidi İsveçli Nils A.E.Nordenskjöld’ün 1878-79’daki geçişine kadar tam olarak kat edilmemişti; bir gemi geçiş yolu halini ise ancak 1930’larda Ruslar (buzkıranları kullanarak) oluşturdular (Northern Sea Route). İlk kez 1576-78’de İngiliz kâşif Sir Martin Frobisher’ın aramaya başladığı Kuzeybatı Geçidi ise birçok girişimlerden sonra, 1616’da yine bir İngiliz kaşif William Baffin tarafından bulundu. Ancak buradan geçiş uzun zaman tam anlamıyla başarılamadı; hatta Kaptan James Cook batıdan başlayarak geçme girişiminde bulunduysa da başarılı olamadı. Rusların Kamçatka ve Alaska, İspanyol ve Amerikalıların da Pasifik kıyısı araştırmaları, Kanadalı gezgin Alexander Mackenzie’nin ve Amerikalı Lewis ve Clark’ın uzun seyahatlerinin de katkısıyla kıtanın yaptığı engellemelerin ana hatları çizildi. Zaman içinde çok sayıda araştırma ve kâşiflerin katkısıyla gerçek geçidin yolu belirlenmişti ama geçilememişti. Bu konuda en büyük başarıyı Norveçli kâşif Roald Amundsen 1903-1906 arasında kazanmış olmakla birlikte tam bir geçiş mümkün olmadı. 1800’lerden yirmini yüzyılın neredeyse yarısına kadar süregelen çalışmalar (bu arada petrolün varlığının da itici etkisiyle) geçidin aşılmasının ne kadar güç olduğunu göstermişti. Kuzeybatı Geçidi’ni ilk geçen ticari gemi ise 1969’da bir buzkıran tankeri SS Manhattan oldu. Bu arada Kutup Araştırmalarına da değinirsek: 19uncu yüzyıl sonu ve 20inci yüzyılda arktik bölgeleri Nils Nordenskjöld, Roald Amundsen, Donald MacMillan, Richard Byrd ve başkaları araştırmışlardı. Kuzey Kutbu’na ilk varan 1909’da Robert E. Peary olmuştu. Antarktika ise 20inci yüzyılın ilk yarısında William Bruce, Jean Charcot, Douglas Mawson, Ernest Shackleton ve başkaları tarafından araştırılmış fakat ilk varan Amundsen (14 Aralık 1911) olmuş, hemen ardından ise Robert Scott Güney Kutbu’na ulaşmıştı.
ilk kez olarak çeşitli gelgit tabloları ve bilgileri içeren gemici el kitapları basılmaya başlanmıştı. Bilinen kıyılar için değerli bilgiler içeren bu kitaplar ne yazık ki bilinmeyen, henüz Avrupalılar tarafından keşfedilmemiş olanlar için bir yarar sağlayamıyordu –bu durumda da Kuzey Yıldızı en güvenilir rehber durumundaydı.3 Bu bağlamda, yine insan ve bilgisi keşifler çağının başarılarındaki en büyük etken oluyordu. 1.5.1. Keşiflerin etkisi Aslında daha önceden var olan yerlerin Avrupalılar tarafından yeniden tanınması ne derece keşif olarak nitelenir bilinmez, ama yeni keşiflerin gerek Avrupa gerekse Avrupalıların ilgilendikleri-yerleştikleri bu yeni topraklar üzerindeki etkisi kuşkusuz tanımlanamayacak kadar büyük olmuştur. Örneğin yalnızca beslenme konusu alınsa bile, Yeni Dünya’dan patates ve fıstık, domates ve hindi, fasulye ve mısır gelmiş, buna karşılık buğday, kümes hayvanları ve ehlileştirilmiş domuz bu yeni dünyaya gitmiştir. Daha az zevkli başka şeyler de değiş-tokuş edilmiştir: Fatihler (conquistadores) yeni dünyalılara kızamık hastalığını vermişler yerine sifilisi almışlar ve de tütün Avrupa’ya vardıktan sonra sanki bir yangın gibi her tarafı sarmıştır. Asya’yla bağlantılı etki daha da çok olmuştur. Avrupa, daha önce de belirtildiği gibi, yüzyıllarca bir baharat tutkusuna kapılmıştı; baharat, Şark’tan, hem kara hem de Akdeniz üzerinden buraya akmaya başlamıştı. Ama miktarlar Portekizliler Mısır-Venedik tekelini kırdıktan sonra büyük miktarlara erişmişti. Lizbon da böylece kısa zamanda –en azından Vasco de Gama’nın yolculuğundan sonraki zaman için- büyük bir baharat dağıtım merkezi haline gelmişti; 1503’de karabiberin fiyatı Lizbon’da Venedik’tekinin beşte biri kadardı. Her ne kadar onyedinci yüzyıla kadar yaygın bir şekilde tüketilmiyorduysa da, kahve Arabistan’dan, çay Çin’den ve çikolata da Meksika’dan gelmeye başlamıştı. Toplumsal ölçeğin öteki ucunda ise, zaman zaman, Mısır’dan pirinç Fransa’daki açları doyurmak üzere gemilere yükleniyordu. Coğrafi keşifler, doğal olarak, alışılmış bir şekilde gıda ve tarımın birbirini tamamlamasından daha fazla etki yapmışlardır; modacıların ipeğin peşine düşmesi gibi, acil eylem gerektiren bir toptan yeni düzenle bağlantılı ekonomik ve idari sorunları da getirmişlerdi. Avrupalı güçler, doğal olarak, farklı yerlerde farklı biçimde tepki gösterdiler. Portekizliler Hindistan’da iken ve daha sonra Hollandalılar doğu Hint Adalarında eşit biçimde dikkatli bir araştırma yaparken, Yeni Dünya’da İspanyolların şansının onaltıncı yüzyılda denizaşırı sömürge kurma yöntemlerini resimlendirmeye yettiği söylenebilir. Bunun sonuçlarının hem Yeni İspanya’da hem de Avrupa’daki İspanya’da hissedildiği açıktır. Fatih (conquistadores) durumundaki İspanyollar şaşırtıcı biçimde az bir güçlükle “İspanyol” Amerika’da sürekli bir dominyon kurabilmişlerdi. Hızla şefler ve din adamlarını getirmişler ve diktatörlük ayakkabılarını giymişlerdi. Böylece de kolayca kazandıkları topraklardaki kültürü değiştirmeden de geçmemişlerdi. Yeni göçmenler geldikçe cemaat halinde yapılan tarıma dayalı Yerli ekonomisi yanında bir de yeni ama karakter olarak İspanyol olan, temelde hayvan yetiştiriciliği ve gümüş madenciliğine dayanan ekonomi de gelişmeye başlamıştı. Hayvan yetiştiriciliğiyle birlikte sermaye hızla elde edilebilir hale gelmiş ve bunlar, el işçiliğine talebi arttıracak maden işletmeciliğine yatırılmıştı. Bu madenlerde ise çalışma koşulları çok kötüydü, aşırı kalabalıklaşma salgın hastalıkların da hızla yayılmasını kolaylaştırıyordu; öyle ki yalnızca merkezi Meksika’da bile nüfus dramatik bir azalma göstermişti –onbir milyondan, bazı tahminlere göre ikibuçuk milyona düşmüştü. Yönetim bakımından ise her bir bölge yarı-özerk valilerin elindeydi; özerklikleri onları İspanya kralı namına hareket ederek yargıçlar üzerinde söz sahibi olmaya ve böylece de imparatorluğun asla güven kazanamamasına yol açmaya götürmüştü. 1550’ye doğru, bu denizaşırı imparatorluk, Brezilya kıyıları dışında Yeni Dünya’nın tümünü kapsayarak, 3 1533’de Hollandalı kartograf Reiner Gemma Frisius (Mercator’un öğretmeni) boylamı ölçmede “zaman”ın anahtar bir rol oynadığını belirtmişti. De principis astronomiae et cosmographie adlı kitabında, güneşin konumuyla saat zamanını kıyaslayarak boylamın bulunacağı söyleniyordu. Örneğin, eğer bir denizci yerküre üzerinde belirli bir noktadaki gerçek zamanı biliyorsa, o yerin saati ile yerel saat arasındaki zaman farkını hesaplayarak yerel boylamı bulabilirdi. Ancak, o zamanın saatleri tam anlamıyla doğru değildi. Yay mekânizmaları değişkendi ve ek olarak da saatler farklı iklim bölgelerinde taşındıklarında farklı metal parçaları genişliyor ya da sıkışıyordu. Sarkaçlı saat Christian Huygens tarafından 1657’de keşfedilmekle birlikte, denizlerde kullanılamıyordu. 1707’de bir Britanya deniz filosu, konumunu yanlış hesaplamış ve güneybatı İngiltere açıklarındaki Scilly Adaları yakınlarında kayalara çarparak batmıştı. 4 gemi ile 200 denizcinin kaybolması üzerine Parlamento Batı Hint Adaları’na yapılacak gidiş-dönüş yolculuğu sırasında 2 dakikadan daha çok hata göstermeyecek bir saat keşfedene ödül vaat etmişti. Bu ödülü, daha sonra, John Harrison (1693-1776) kazanmıştı (Bergman ve McKnight 1993). Harrison 1761’de H4 adı verilen saati, 40 yılını harcayarak 5 saniye kadar bir doğruluğa indirmişti (bu konuda daha fazla bilgi için bakınız: Sobel ve Andrewes, 2004).
İspanya’ya büyük bir uluslararası prestij kazandırmıştı. Ve ancak o zaman Yeni Dünya’nın kazançlarından da, altın olarak ve daha çok gümüş olarak yararlanma başlamıştı. Portekiz’in durumunda ise uzun dönemli etkiler zayıflatıcı biçimdeydi. Kastilya ekonomisi yeni bulunan hazinelere yatırım yapmada yetersiz kalıyordu ve yavaş yavaş “dışarıdan satın aldıklarını evde imalata dönüştürmeyi başaramayan bir rantiye ekonomisi”ne doğru çöküyordu. Onbeş ve onaltıncı yüzyılların yeni coğrafi bilgileri, doğal olarak, egzotik mallardan daha fazlasını, değerli madenleri ve bürokratik yenilikleri de batı Avrupa’ya getirmişti. Ama aynı zamanda da, Eski Dünya’nın kendini beğenmiş bilincine, önceden tahmin edilememiş bir entelektüel meydan okuyuşu da getirmişti. Doğal olarak o zamanki psikolojik etkileri tahmin etmek güçtü; zaten yeni açılan Asya ya da Amerika dünyaları hakkında o sıralar çok az kitap yazılmıştı. Bu tür gelişmeler daha çok Bilimsel Devrim sırasındaki deniz yolculuklarıyla açığa çıkacaktı; çünkü denizcilerin başarılarıyla matematik ve astronomideki bilimsel ilerlemeler arasında daima bir boşluk bulunuyordu. Bunun yanında, ilk modern bilimsel ilerlemeler en çok İngiltere ve Hollanda’da meydana gelmişti ki bu iki ülke ilk keşif yolculuklarında önde gelen ülkeler değillerdi. Belirtilmesi gereken önemli bir husus da, yeni keşfedilen topraklarda karşılaşılan yabancılar hakkındaki teolojik duygulardı. Bunlar nereden gelmişlerdi ve yaratılışla ilgili söylemlerde bunların yeri neresiydi? Bu soruların açıklaması kısa sürede aşıldı –bu durum, Adem’den önce insanın var olduğuyla ilgili görüş olan Ademden Önce (Preadamism) teorisine bağlandı. Bazıları bu insanların Nuh’un gemisinden kaçanlar olduğunu düşünüyor ama Eski Dünya’dan nasıl buralara gelebildiklerini merak ediyor; diğerleri ise bedenleriyle ilgileniyor ve bunların insan olup olmadıkları, ruhlarının bulunup bulunmadığı ve değişip değişemeyeceklerini düşünüyordu. Soruların cevapları kısa sürede gelecekti: Bazı örneklerde yerliler güç kullanılarak Hıristiyanlaştırıldılar ve yerel dinleri geri plana itildi; diğerlerinde ise yerlilerin eski törenlerine izin verilerek, Hıristiyanlıkla bütünleşmesi yoluyla dönüşümlerine izin verildi; Doğa ana, Meryem anayla değiştirildi. Hangi strateji uygulanmış olursa olsun, egzotik kabile gelenekleri gizemli ve büyük bir çekicilik oluşturmuştu. Örneğin Aztek tanrıları gibi yerel inançlarla ilgili anlatılan hikâyelerle birlikte onbeş ve onaltıncı yüzyıllarda önce bir Amerika’nın hayali coğrafyası, onsekiz ve ondokuzuncu yüzyıllarda da “Pasifik”, “Şark” ve “kara Afrika”nın hayali coğrafyaları yaratıldı –ta ki bu çekicilik sönüp gidinceye kadar. ÖRNEK SORULAR: 1-“İlk Büyük Keşifler Çağı” denilen ikiyüz yıllık dönemin 1400-1550 yılları arasındaki yüz elli yılı boyunca ne gerçekleşmiş oluyordu? a-dünya kıyılarının büyük kısmı ilk kez olarak bir harita düzlemine indirilmiş oluyordu b-Asya kıtası bulunmuş oluyordu c-Avrupa kıtası tanınmış oluyordu d-Afrika’nın iç kesimleri bilinmiş oluyordu e-Çin’e varılmış oluyordu (Cevap a) 2- Ferdinand Macellan 1519’da Patagonya ile Tierra del Fuego adaları arasındaki boğazı bularak (beş haftada güçlükle geçmişti) yerküre etrafındaki yolculuğu sırasında dünyanın inanıldığı gibi dümdüz olmadığını ortaya koyuyordu. Macellan’ın 1521’de Filipinler’de öldürülmesinden sonra, dünyanın çevresini dolaşma yolculuğunu 1522’de kim tamamlamıştı? a-Giovanni Gabotto b-Pedro Alvarez Cabral c-Sebastian del Kano d-Francis Drake e-Garcia Orta
(Cevap c)
4.Hafta e-Ders Kitap Bölümü
4. HAFTA ÖZET: “Giriş” içinde yer alan bu derste coğrafyada “harita”ların gelişme sürecindeki önemi ve rolü üzerinde durulacak, daha sonra Bilimsel Devrim sırasında coğrafyanın durumuna değinilecektir. İlk derslerdeki uyarıları tekrar dikkate almanız yararlı olacaktır.
BÖLÜM 1: GİRİŞ: COĞRAFYANIN GELİŞME SÜRECİ (devam) 1.5. 2. Harita ve coğrafya Eğer kişisel çabalar ve teknoloji başarılı deniz yolculuklarının gerçekleşmesini sağlamışlarsa, ortaya çıkan dünya haritaları da keşifler çağının en güzel entelektüel başarılarının başında yer alacaktır. Gerçekten de, haritalar, kâşifin ortaya koyduğu bilgisi, umutları ve beklentileri ve yaptığı keşiflerin bir yansımasıydı. Aslında, coğrafyanın tüm gelişmesi kartografyayla bağlantılı olmuştur –onunla paralel gitmiştir. Çünkü “mekânın bir düzlem üzerinde gösterilmesi” olarak tanımlanan haritalar coğrafyanın hep özünü oluşturmuş; ilk ortaya çıktığından beri harita, bizim dünyayı nasıl gördüğümüzü yansıtan ve bu görüşü biçimlendiren güçlü bir metafor-mecâz olmayı sürdürmüştür. Coğrafyanın tarihini yazanlar eski Yunan ve bazen de eski Mısır’a kadar gerilere giderler ki her iki durumda da bu toplumlarda coğrafi olarak hatırlanan şeyler haritalar olmuştur: Strabo ve Herodot’un çalışmalarından Anaximander’in, Antagoras’ın, Kartacalı Hanno’nun haritalarına, Hiparkus ve Eratosthenes’in hesaplamalarına gidilir. Bu eski âlimlerin hazırladıkları haritalar çok uzun zamandır ortadan kalkmış bulunuyorlarsa da, kopyaların kopyası halinde defalarca çizilen Batlamyus atlaslarındaki haritalar eski mirası yansıtırlar. Eski Mısır’dan hatırlananlar taşkın alanlarının taşkından sonraki durumu, zümrüt madenlerinin bulunduğu yerlerin haritaları, ölülerin bulunduğu yerlerin haritası gibi haritalardır. İskender’in fetih yolculuklarından önceki eski Mısır kartografyası çok farklı bir dünyayı gösteriyordu. Yunan kartografyası da Herodot ve Strabo zamanından beri ne kadar az şeyin değiştiğinin bir göstergesiydi. Hayali bir dünyanın kartografik vizyonuyla biçimlenmiş efsanevi-tarihsel yolculuklar Yunan coğrafyasında yankılanıyordu. XVIII. yüzyıl sonlarına kadar coğrafyanın tarihinde coğrafya ve kartografya gerçekten de eşanlamlı olarak alınmışlardır. Bir kartografı bir coğrafyacıdan ayıracak bir sözcük bile kullanılmamıştır. Haritalar yerkürenin bilinen yerlerini tasvir etmek üzere –çoğu zaman da bir Avrupa metropolündeki bir kütüphanede ve çizim masası üzerinde yer alarak- coğrafyacıların kullandıkları etkili yollardan birisi sayılıyordu. Fransa’da “kralın coğrafyacısı-géographes du roi” haline gelen biri kaçınılmaz bir şekilde harita yapımcısı olmak zorundaydı da. Çoğu araştırmacıya göre “binlerce yıldır coğrafyacılar tarafından araştırılmış ve geliştirilmiş tüm fikirler içinde harita Batı toplumunda belki de en temel önemi taşımıştır”. İlk “dünya haritaları”nın birçoğu ister mitolojik, dinsel, isterse astronomik olsun, daha geniş bir kapsamda yapıldıklarında bile dünyanın ancak çok küçük bir kısmını gösterebilmişlerdir. Mezopotamya, Ebstorf ya da Hereford, ve Mezo-Amerikan haritalar hep bu türdendir. Biraz önce de değinildiği gibi, Kristof Kolomb da Batlamyus haritasının 1490 tarihli bir kopyasına sahipti. Avrupa’nın batı kıyılarıyla Asya’nın doğu kıyıları arasında hiçbir kara kütlesi (yani Amerika) görünmüyordu bu haritada. Aslındaysa, ortada koskoca bir kıta vardı ve bu kıta boyunca birçok ulus dünyayı haritalamada kendi tarzlarını geliştirmişlerdi. Mekânın bu gösterimleri bazen danslarla ya da mimiklerle ya da festivallerle bağlantılandırılmıştı; bu haritaların çoğu da kaybolmuştur. Ama başka haritalar Avrupa’da bilinenlere benzer biçimlerde var olmuşlardır; her bir harita belirli bir dünya görüşünü sunmuştur. Birçok haritanın tasarımı dinsel fikirlere göre yapılmıştır; zamanı ve mekânı birlikte göstermektedir ve haritanın yaratıldığı toplum haritada tam ortada yer almıştır. Kolomb zamanındaki Avrupa ile sonradan Amerika olacak kıtanın Kolomb yoluyla karşı karşıya gelmesi, dünyaya olan çok farklı bakış açılarının da buluşması olmuştu. Yerli halkların coğrafya bilgisi oldukça fazlaydı; bu yüzden de buluşma son derece eşitsizdi. Ama Amerikan yerlilerinin coğrafi bilgisinin kolonistlerin haritalarına büyük katkıda bulunduğu kuşkusuzdur. Bununla birlikte, sömürgecilerle sömürülmek üzere geldikleri halkların haritaları birbirinden çok farklıydı; farklı farklı şeyler gösteriyorlardı. İspanyolların yardımcı olarak tuttukları yerli haritacıların kendi toplumlarını harita üzerinde “bilinçli protest kartografyası” olarak gösterme konusunda direndikleri anlaşılmaktadır. Ama bu uzun sürmemiştir. Önce Kolomb, Şubat-Mart 1493’deki mektubu ve iliştirdiği haritadan anlaşıldığına göre, yerlilerinkinin yerine İspanyolca adlar vermeye başladı –şöyle diyor Kolomb:
Bulduğum ilk adaya, bu hediyeyi çoktan hak etmiş olan, Kutsal Majestelerinin adına San Salvador adını verdim; Yerliler (Indian) ona “Guanahani”diyorlar. İkincisine, Isla de la Santa Maria de Conceptión; üçüncüsüne Fernandina; dördüncüsüne Isabella; beşincisine Isla Juana ve böylece her birine yeni bir ad verdim. Burada ikili bir ideolojik mesaj olduğu düşünülür: Avrupalı bakış açısından hiyerarşik ilâhi adlar keşifler yoluyla Yeni Dünya’ya da taşınmış oluyordu; ikincisi ise Kolomb açısından hiyerarşiyi gösteriyordu: Kolomb için, önce Tanrı, sonra Meryem ve de sonra İspanya kral ve kraliçesi ile prensi geliyordu. Yerel ve küresel karışımı benzer haritalar her yerde var olmuşlardır. İlk Çin haritaları, etrafında çok sayıda adanın yer aldığı bir deniz bulunan Çin’in karasal bölgeleriyle sınırlı kalmıştı. Aslında Çin astronomisi MÖ 5. yüzyılda bile oldukça ileri gitmişti. Birçok toplumda da henüz bilinmeyen başka topraklarda insan olup olmadığı hep tartışılıyordu. Hindistan ve Çin’deki ilk Budist bilim adamları başka yerlerdeki insan yaşamı hakkındaki ipuçlarını şöyle veriyorlardı: “Bizim görebildiğimiz cennetin ve Dünyanın yanında başka cennet ve başka dünyalar olduğunu varsaymak ne kadar mantık dışı olacaktır!” Çin’de, Afrika’da, Avustralazya (Avustralya ve Asya) ve Amerikalarda toplumlar yüzyıllarca kendi dünya ve evren kurgularıyla ve onları haritalama yollarıyla birlikte var olmuşlardır. Dünya haritalarının çoğu, doğal olarak, “bilinen dünya” üzerinde yoğunlaşmıştır. Bilinen dünyada, belirli bir noktanın ötesinde nesneler daha az ayrıntılı hale gelir, bilgi daha dumanlıdır ve bu noktanın ötesinde bilinmeyen yer alır. Daha az bilinen bu yerler ve bilinmeyenler sık sık bir tehdit olarak görünmüştür ve de bu korku haritalarda yansıtılmıştır. Günümüze kadar yaşayabilmiş en eski dünya haritalarından olan Babil ve Mezopotamya haritalarında da yüzyıllar boyunca haritaları vurgulayan bir geleneğe uyulmuştu –yani, haritayı tasarlayanlar kendi yerlerini haritanın ortasına ve/veya en önemli sembolik yeri tam ortaya yerleştirmişlerdi. Bu örnek olaydaki yer de Babil’di ve dünyanın ortasına yerleştirilmişti. Büyük bir olasılıkla Dicle ve Fırat nehirlerini temsil eden iki çizgi düz ve yuvarlak kabul edilen dünya üzerinde aşağı doğru akıyor; en ortada da Babil ve başka önemli şehirler yer alıyor; bunların hepsini de efsanevi yaratıkların (canavarların) yaşadıkları sanılan “Acı Nehir” çevreliyordu. Aslında Babilliler o zamanlar bilimsel bakımdan çok ileri durumdaydılar. Ama parlak bir medeniyete sahip oldukları, astronomide çok ilerledikleri, hatta ay ve güneşin hareketlerini ondokuzuncu yüzyıl astronomlarına yakın tanımladıkları ve güçlü teleskoplarla donandıkları halde, dünyayı ve evrenin yapısını resmetmeye gelince, “bilimi rüzgâra bırakmışlar”dı. Başka sözcüklerle, bu harita Babillilerin bilimsel bakımdan ileri olmalarına rağmen, dünyaya geniş bakış açılarının biçimlenmesinde bilimsel düşüncenin egemen olmadığını yansıtmaktadır. Hatta daha da önemlisi, evrenin dinsel yapısıdır. Babilliler dümdüz bir disk olduğuna inandıkları dünya karalarının altında bir yeraltı denizinin –Apsu dedikleri- bulunduğuna inanıyorlardı ve bu deniz büyük tanrı Enki ya da Ea vasıtasıyla nehir vadisine bitkilerin yetişmesini sağlayacak suyu akıtıyordu. Dünyanın üzerinde başka tanrılar egemenken, dünyanın kendisi tanrı Enlil’in hükümranlığındaydı. Onları dünyayı karşımızda gördüğümüz şekliyle resmetmeye, astronomik gözlem ve ölçmelerden çok, bu inançları sevk etmişti. Çin’in eski haritalarında bilinen dünya son derece ayrıntılıyken, kenarlardaki “müttefik barbarlar” kuşağına doğru bu ayrıntı sönmeye başlamakta ve daha ötedeki kültürsüz vahşiler kuşağına doğru da tamamen ortadan kalkmaktadır. Plinius’un haritasının kenarlarında (MS I. yüzyıl) her tür yaratık bulunuyordu. Bunlar her zaman canavar şeklinde değildi ama yeni ve bilinmeyen bir şekilde nitelenmekteydi. Daha sonraki yüzyıllarda bazen bilinen dünyanın iç kenarlarında yaşayan halklar “asil vahşiler” ya da basit insanlar olarak belki de bir dünya cennetinde yaşıyor olarak düşünülüyordu. Bu tür görüşler, günümüzde Gelişmiş Dünya’nın başka halklara karşı bazı tavırlarına rahatsız edici bir şekilde benzerlik göstermektedir. Bundan başka, daha az bilinen ve hiç bilinmeyenin sınırı gerilere doğru itildikçe (ekümen genişledikçe), barbarlar ve basit halk da gerilere itiliyordu. Avrupa haritaları üzerindeki ilk canavarların çoğu Asya ve Afrika’da yer alırlar. Dinsel haritalarda da yalnızca Avrupa üzerinde odaklaşmakla kalmamış, aynı zamanda da daha ötede var olanları açıkça Hıristiyan olmayan şeklinde göstererek, onu (Avrupa’yı) Hıristiyan biçiminde tanımlamışlardır. Merkezdeki Hıristiyan ulusların ötesinde Yahudi ve Müslümanlar bulunuyor ve bunların
ötesinde de Asya’da Gog ve Magog ve Afrika’da da “canavarsı ırklar” (böyle deniliyordu) yer alıyordu. Asya araştırıldıkça bu şekiller de yeniden yerleştirilmiş; bilinmeyen Asya’da bir zamanlar kullanılan imajlar daha sonra yeni keşfedilen kıta Amerika’nın gösterilmesinde de kullanılmıştı. Ortaçağ kartografyası üzerinde yalnızca Batlamyus etkili olmamıştı; onun kitabının bulunuşundan önce de çalışmalar yapılmıştı. İlk ortaçağ Hıristiyan dünya haritaları enlem ve boylamlar belirtilmeksizin –coğrafi doğruluk aranmaksızın- teolojik amaçları topografik gerçeklermiş gibi göstermeye yönelik basit gösterimlerdi. En bilinen örnek ise “tekerlek haritalar” olarak da anılan, Kudüs’ün merkez alındığı T-O haritalarıydı ve bunlar O okyanusunun ortasında bilinen üç kıtayı bir T ile birbirinden ayrılmış olarak gösteriyorlardı (bu yüzden de O-içinde-T olarak da anılırlar). Haritanın üst kısmı doğu, alt kısmı batı, sağ kısmı güney ve sol kısmı da kuzeyi işaret ediyordu. Bu bağlamda, T’nin üzerinde Asya, altında sağda Afrika ve solda da Avrupa yer alıyordu. Daha az bilinen Y-O haritaları da benzer şekilde ve aynı amaçla hazırlanmışlardı. Bazı yazarlar Ortaçağda hazırlanan dünya haritalarının yalnızca T-O biçimli olduğunu, bir tek tipte toplandığını belirtirlerse de, bu, ortaçağ kartografyası hakkındaki bir yanlış anlamadandır. Aslında temel fikir aynıysa da, tipik örnekleri kuşaklar halinde, üç kısımlı, dört kısımlı ve geçiş halinde olmak üzere değişik şekillerde hazırlanmıştı; O-içinde-T üç kısımlı olanı oluşturur. Ortaçağın bunlara benzer ama daha az katı olan tipik haritalarından birisi “mappaemundi”1 (o zamana kadar bilinen dünyanın haritası ya da başka bir deyişle “ortaçağ dünya haritası”) olarak anılan gruba giren haritalardır. Örneğin 1290 yılında yapılan Hereford Haritası (Hereford Mappamundi) çoğu Hıristiyan haritaları gibi Kudüs’ü merkezde göstermekte, haç amaçlı ziyaret edilecek yerler ve yine hacılara kolaylık sağlayacak Alplerdeki geçitler de haritada işaretlenmiş bulunmaktaydı. Keşiflerle ve geliştirilen tekniklerle birlikte değişen kartografik gösterme şekilleri artık dinden ayrılarak, mekânın fiziksel özelliklerinin gerçek anlamda düzleme aktarılmasına dayanmaya başlıyordu. Baskı tekniklerindeki ilerlemelerin de eşlik etmesiyle ortaya bir “yeni kartografya” çıkıyor ve harita imaj ve fikirlerin oluşmasında güçlü bir araç haline geliyordu. Tüm dünyayı bir arada gösteren haritaların sayısı da artmaya başlamıştı. Bunlar arasında Marino Sanuto’nun (1320) ve Fra Mauro’nun yabancı ülkeleri gören yurttaşlarından elde ettikleri ve Arap ya da Yahudi gezginlerden topladıkları bilgilere dayandırdıkları haritaları gelir. Bununla birlikte, aslında Venedik mahkemesinin resmi kartografı olan ve dünyanın kalp şeklinde bir haritasını da hazırlayan rahip-coğrafyacı Fra Mauro’nun 1457-1459 (kendisine “geographus incomparabilis” şeref ödülü verilmişti) arasında Portekizliler için hazırladığı harita ise Kudüs’ü merkeze aldığı için günümüzde “Fra Mauro’nun mappamundisi” olarak anılıyorsa da, aslında Batlamyus’un eserinin İstanbul’da bulunması ve 1406’da Latince baskısının çıkmasından sonra tamamen ondan esinlenerek hazırlanmıştı; yalnızca Batlamyus zamanında bilinmeyen yerler eklenmişti. Batlamyus’tan önceki tüm Yunan ve Arap coğrafyacılar gibi, Fra Mauro da dünyayı her tarafından büyük bir okyanusla çevrili olarak ama düzlem değil, küre biçiminde gösteriyordu. En sonunda yeni bir kıta olduğu anlaşılan Amerika kıtasının “Amerika” adıyla ilk kez 1507 yılından itibaren haritalarda yer almasıyla –1513’de Pîrî Re’is’in haritasında da önemli bir yer kaplamıştı -dünyanın harita üzerindeki ekümen (bilinen yerler) alanı iyice genişlemiş oluyordu. PÎRÎ RE’İS HARİTASI Amerika kıtasının haritalarda gösterilmesi Pîrî Re’is haritasına karşı da büyük bir ilgi uyandırmıştır. Parşömen üzerine 1513 yılında Gelibolu’da çizilmiş ve dört yıl sonra, 1517’de Mısır Fatihi I.Selim’e sunulmuş bu haritanın hikâyesi şöyledir: 1501’de Venedik’e karşı bir deniz seferi sırasında, Batı Akdeniz’de alıkonulan bir gemideki tayfalardan birisi Kolomb ile birlikte Batı Hint adalarına üç sefer yapmıştır ve Kolomb’un
1 Bu bölümde sık sık değinilen bu haritalar –yani, mappaemundi haritaları- Hıristiyanlığın hikâyelerinin dünyadaki resimleri gibidir. Bu tür dünya haritaları coğrafyacılar tarafından gerçeklikten uzak oldukları şeklinde tartışılmaktadır; ama günümüzde bunlara “içinde zaman ve mekânın ayrılamaz-bölünemez olduğu bir Hıristiyan mecâzı” olarak bakıldığına sık rastlanmaktadır. Bu haritalar, İsa’nın bedeniyle gösterilen dünya içinde Tanrının resmi olarak görünürler. Haritanın tepesinde (ki burası alışılmışın tersine doğudur) İsa’nın kafası görünmekte; başın sol tarafında Cennetin Bahçeleri, ayaklarında (batı) Cebelitarık ortaya çıkmakta ve kollar güney ve kuzeye uzanarak yuvarlak yerküreyi-dünyayı bir kurtuluş (felâh) edasıyla kucaklamaktadır. Bu da bizim günümüzde bildiğimiz gibi bir haritanın “bir mekân parçasının belirli bir zamandaki durumunun resmini gösterdiği, böylece de mekânın yayılışını zaman geçidinden ayırdığı” şeklindeki kavramdan çok uzak bulunmaktadır (Harley ve Woodward 1987; P.D.A.Harvey 1980; 1996).
haritalarının bir kısmı da ondadır. Ünlü amiral Kemal Re’is dünyanın yeni keşfedilen kısımlarını gösteren haritaları alıkoyar. Yeğeni Pîrî Re’is (1470 Çanakkale doğumlu) de hazırladığı birçok deniz haritası ve kitabı yanında, amcasının elindeki Kolomb haritalarından da yararlanır. Pîrî Re’is’in hazırladığı dünya haritası, kendisi ifadesiyle, 8 Batlamyus haritası, Arapların hazırladığı bir Hindistan haritası, Sind, Hint ve Çin’i gösteren 4 yeni Portekiz deniz haritası ve Kolomb tarafından çizilen Amerika haritasına dayandırılmıştı. Haritanın tarzı tamamen Avrupai’dir; ancak uzun yorumlar Türkçe yazılmıştır; yalnızca kendisini tanımlayan üç satır Arapçadır. Pîrî Re’is Osmanlı’da bu haritayı hiç kimsenin görmediğini yazmıştır. Bunun nedeni, büyük bir olasılıkla, o zamanlar yaşayan unsurların sanat eserlerinde gösterilmesinin İslâmi kurallara aykırı kabul edilmesindendi. Harita, yeni keşfedilen toprakları bir arada gösterdiği için yalnızca Osmanlı İmparatorluğu için değil, İspanya ve Portekiz gibi denizci ülkeler dahil, hemen tüm ülkeler için olağanüstü bir özellik taşıyordu. Pîrî Re’is haritasında efsanevi yaratıklar (köpek kafalı figürler gibi) önemli bir yer tutar; bunlar eski ve ortaçağ kaynaklarından alınmıştır. Bununla birlikte, Güney Amerika’daki gerçek birçok memeli hayvanı, yılanlar ve sembolik papağanlarla birlikte ilk kez göstermiştir (örneğin lama, jaguar, tayra gibi; George 1968). Pîrî Re’is haritası İstanbul’da 1931’de kamuya açıldı. The Illustrated London News 25 Şubat 1932’de bir röprodüksiyonunu ve 23 Temmuz 1932’de de Yusuf Akçura Bey’in yazdığı makaleyi yayınladı. Pîrî Re’is, Kitâb-ı Bahriye adlı kitabında bu haritayı o sıralarda uluslararası olarak kabul edilen kartografik geleneklere göre çizdiğini belirtir. İlk kez 1521 yılında hazırlanmış ve çoğaltılmış Kitâb-ı Bahriye’de Pîrî Re’is tarafından çizilmiş 207 harita bulunmaktadır (Akçura 1935; Hakkı 1936; Adıvar 1943). Martin Waldseemüller’in 1504’de yazdığı Cosmographia introductio-Kozmografyaya giriş adlı küçük kitapta daha önceleri “Nova mundi”, “Nuevo Mundo” ya da “Mundus Novus” gibi hepsi de yeni dünya anlamına gelen adlarla anılan bu yeni kıtaya Amerigo Vespucci’nin adına ithafen “Amerika” adı teklif edilmişti. Böylece benimsenen ad ilk kez haritalarda 1507’de görülmeye başlanmışsa da, haritalardaki boşluklar hâlâ çok yer tutuyordu. Kıtaların iç kısımlarında geniş alanlar bilinmezken, küresel ölçekte geriye kalan tek büyük bölge olan Güney Pasifik’in büyük kısmı –Avustralya, Yeni Zelanda ve bazı Pasifik adaları- ise, önce Dampier, Janszoon ve Tasman (XVII. yüzyıl), sonra da Kaptan Cook ve Flinders (XVIII.yüzyıl) gibi gemicileri ve araştırıcıları bekliyordu. Uzun zamandır ihmal edilen Hipparchus ve Batlamyus projeksiyonları da XVI. yüzyılda Alman matematikçiler tarafından yeniden ele alınmışlar ve bunlara yeni keşifler de eklenmişti. Bu konuda hizmet verenlerden birisi de Belçikalı Gerhard Cremer, yani Mercator (1512-1594) idi. Gerardus Mercator’a2, bu yüzden, “onaltıncı yüzyılın Batlamyus’u” da denir. Onun dünya haritası 1569’da denizcilerin her hangi iki nokta arasındaki mesafeyi düz bir hat halinde kesin işaretleyebildikleri bir denizcilik haritası olarak özellikle tasarlanmış ve bu haritayı hazırlarken keşfettiği projeksiyon “kartografyada bir kilometre taşı” olarak kabul edilmiştir. Merkator projeksiyonu ise yirminci yüzyıl ortalarına kadar genel amaçlı dünya haritalarında çok tutulmuş ve yaygın olarak kullanılmıştı. Mercator’un Atlas adını taşıyan (1594) ünlü eseri 1570’lerde dünyaya bir tiyatro olarak bakmayı kasteden “dünya tiyatrosu” kavramına da açıklık getiriyordu. Projeksiyon üzerine yapılan çalışmalara, daha sonra, Mercator’un arkadaşı ve rakibi olan Ortelius’unkiler de katıldı. Abraham Ortelius (1527-1598)3 kendi çalışması olan ve Antwerp’de basılan Theatrum Orbis Terrarum’un 12 kısmının 8 kısmı halinde Tabula Peutingeriana’yı da (1598’de) yayınlamıştı; 1753’de tümü tamamlanıncaya kadar da yayına devam edildi. Aslında Ortelius’un baskısı, Tabula Peutingeriana’nın ikinci baskısı oluyordu. Bu haritalar Roma İmparatorluğunun genişlemesiyle birlikte fethedilen ve erişilen yerleri göstermek üzere hazırlanmış çok önemli haritalardır. Esas amacı da 104,000 km uzunluğa erişen ve İngiltere’nin güneydoğusundan Sri Lanka’ya kadar olan bir alanda Roma yollarını göstermek idi. Bu yüzden de ölçülere önem verilmemişti; örneğin doğu-batı yönünde mesafeler kuzey-güney yönündeki mesafelerden daha büyük ölçekli gösterilmişti –Roma Kartaca’ya daha yakın görünürken, Napoli Pompei’ye uzak kalıyordu. Peutinger Tabloları denilen, MS I yüzyılda yapılmış 2
Haritaların bir araya toplanmasından –ya da harita koleksiyonundan- meydana gelen bir derlemeye “atlas” adı verilmesi de Mercator’dan doğmuştur. Mercator
mitolojik şekil olan Atlas’ı, kendi harita kitabının kapağını süslemek üzere, omuzlarında dünyayı tutarken kullanmıştı. 3 Flanders doğumlu Mercator ile Antwerp’te doğan (Alman asıllı) Ortelius’un çalışmaları Antwerp’de (Belçika) 1871 Ağustosunda yapılan Birinci Coğrafya Kongresi’nde anılmış ve kutlanmıştı. Her ikisinin de heykelleri Antwerp’de Rupelmod’da dikilidir.
bir haritadan MS 250’de kopya edildiği sanılan bu haritalar 1591’deki baskısından sonra dünya bilim âlemi tarafından daha iyi tanındılar.4 Keşifler çağıyla birlikte haritacılıkta meydana gelen birikim de muazzam boyutlara erişmişti. Artık dinden sıyrılmış olarak hazırlanan gerçek mekânın haritaları, sömürge amaçlı olan onlarcası yanında, çeşitli dünya atlasları haline de getirilmişti. Dünyanın ticarete açılmasında Avrupalıların doğru bir şekilde haritalama becerileri büyük rol oynamıştı. Klâsik kartografyanın yeniden keşfi XV. ve XVI. yüzyıllarda Avrupalı siyasal ve ekonomik gücün yayılmasında merkezi bir öneme sahip bulunuyordu. 1.5.3. Osmanlılarda coğrafya ve kartografya Osmanlı imparatorluğunun büyümesi, hem denizden hem de karadan birçok devletle komşuluğu, gerek diplomasi gerekse ekonomik temasları kolaylaştırabilmek üzere, deniz coğrafyacılığının gelişmesini de zorunlu kılmıştı. Atlas Okyanusu’ndan Hint Okyanusu’na kadar uzanan bölge Osmanlı donanmasının ilgi alanı içinde kalıyordu. Akyol’a göre (1951) Kazvini’nin “Acâ’-ib al-mahlûkât”ı ve buna benzer ansiklopedi niteliliğinde bazı eserler dışarıda tutulursa, Osmanlı Türklerine mekân bilgisi matematik oluyla ve Semarkant ekolünün etkisiyle astronomi ve matematik coğrafya şeklinde girmeğe başlamıştı. Bununla birlikte, Fatih Sultan Mehmed’in, Batlamyus’un coğrafyası ile başka bazı eserleri aslından tercüme ettirdiği de söylenmektedir. İmparatorluğun genişlemesiyle büyük deniz yolculukları yapan denizcilerin bir bölümü çalışmalarını harita ve kitaplara dökmüşlerdi. Bunların başında da, daha önce sözü edilen Pîrî Re’is’in (1470-1554) harita ve kitabı gelir. Osmanlılarda haritacılığın Pîrî Re’is ile başladığı kabul edilir. İlk olarak Akdeniz için bir portulan (portolan) harita çizerek Akdeniz kıyılarını ayrıntılı bir şekilde göstermişti. Daha sonra da bu ünlü haritasını çizerek padişah I.Selim’e sunmuştu (1517). Pîrî Re’is’in haritaları, gerekli bilgilerle birlikte Kitâb-ı Bahriye’de toplanmıştı (modern ilk basımı Kitâb-ı Bahriya, Türk Tarih Kurumu, İstanbul 1935). Hint Okyanusu’ndaki gezi ve savaşlarını haritalarla birlikte Mir’ât al-mamâlik’te toplayan Seydî Alî Re’is de bu alana ait önemli bilgiler vermiş ve eseri Almanca, Fransızca ve İngilizce’ye çevrilmişti. Seydî Ali Reis bir tür seyahatname halinde Mir’at-ül-memâlik’i (1557) şiir biçiminde yazıp padişaha takdim etmişti. Ama Seydî Alî Re’is’in astronomi ve deniz coğrafyasına ilişkin en önemli eseri Muhît’tir. 1554 yılında tamamlanmış –kısmen kendi deneyimlerine ama büyük ölçüde de daha önce yazılmış eserlere dayandırılmıştı. Akyol’a göre XVII. yüzyıl “pek çok yazmış ve herşeyden söz etmiş Kâtib Çelebi’nin yüzyılı olmuş”tur. Kâtib Çelebi’nin (~1608-1657) kitabına “Osmanlı ülkelerinin yegâne sistematik coğrafya kitabı” denirse de eksik ve yanlış bilgilerle de tanınmıştır bu kitap. Kâtib Çelebi bu kitabın yayınına 1648 yılında başlamıştı ve bu birinci baskı, Batlamyus ve başka XVIII. Yüzyıl yazarlarının çoğu gibi “hava, ateş, su ve toprak” üzerine dayandırılmıştı. Ancak bu basım, bazı bölgelere ilişkin (İngiltere, İzlanda vb. gibi) bilgi bulunamaması yüzünden yarım kalmıştı. Tam da bu sırada Kâtib Çelebi’nin Abraham Ortelius’un Theatrum orbis terrarum’undan Atlas Minor adlı kitapta istediği bilgilerin çoğunun bulunduğunu öğrenmesi, Cihannümâ’yı yazmaya ara vermesine yol açmıştı. Mercator’un Atlas Minor’unun üçte ikisini tercüme etmiş (Fransız rahibi iken din değiştirmiş Şeyh Mehmed İhlâsî Efendi aracılığıyla), Cluverius’un eserinden de yararlanmış ve Cihannümâ’yı yeniden yazmaya başlamıştı. İkinci basım Cihannümâ’yı, böylece, hem birinci baskısından hem de Osmanlı coğrafya eserlerinden ayıran başlıca özellik, fiziki coğrafya ve yer bilgilerine ait geniş bölümlerden sonra coğrafi bilgilerin kıtalara göre yer 4
Haritadan çok bir kartogram olarak nitelenen bu ilk yol haritalarına, MS 350’de kıyı çizgilerinin iyileştirildiği ve bazı adalar eklendiği; V. ve VI. yüzyıllarda denizlerde düzeltmelere gidildiği ve Ravennalı coğrafyacı diye bilinen adsız kozmografın da yeni bilgiler eklediği sanılmaktadır. Hiçbir kopyası kalmayan orijinal haritaların günümüze kadar geleni MS 500 yılında sabitleşen ve 1265’de Viyana’da rahip Colmar tarafından, orijinalinden hiçbir şey atlanmadan yeniden çizilen haritalar olduğu sanılmaktadır. Codex Vindobonensis 324 olarak da bilinen Colmar kopyası halen Viyana Milli Kütüphanesi’ndedir ve eski haritanın tam bir kopyası olarak kabul edilen bu kopya (6.75 m uzunlukta ama yalnızca 34 cm eninde bir şerit halindedir) 1507’de Viyanalı hümanist Konrad Celtes tarafından Konrad Peutinger’e verilmişti. İlk basımı 1591’de Peutinger’in bir akrabası olan Markus Welser tarafından gerçekleştirildi; 1618’den beri de Tabula Peutingeriana olarak bilinmektedir. Tabula, harita anlamında Latince bir sözcüktür; ama “harita” ya da “resim” yerine tablo olarak tercüme edilmektedir. “Peutinger Haritası” olarak çevrilmesi onun bir istatistiksel tablo olarak anlaşılmasını engelleyecektir. Bir ara “Castorius Dünya Haritası» olarak anılmaya çalışılmışsa da, pek destek görmemiştir (Brown 1948; Harley ve Woodward 1987 ).
almasıdır (5 kıta altıya bölünmüştü: Avrupa, Asya, Afrika, Amerika, Macellanika-Avustralya- ve Kutuplar; tasvirler de doğudan, Japonya adalarından başlıyordu). İlk Türk matbaacısı İbrahim Müteferrika bu kitabı yazarının ölümünden 75 yıl sonra, 1732’de harita ve metin eklemeleriyle (neredeyse yarıya yakın) yayınlamış ve daha sonraki coğrafyacılar için önemli bir kaynak sağlamıştı (Adıvar 1943, Ak 1991). Türk matbaacılığının 11. eseri olarak basılan Cihannümâ’da 40 kadar harita ve şekil ile 22 sayfalık bir fihrist bulunmaktadır. Kâtib Çelebi’den 3 yıl sonra (1611-1680) doğmuş ve 23 yıl sonra vefat etmiş Evliya Çelebi bazen Tarih-i seyyah adıyla anılan Seyahatnâme’sini 147 yaşında öldüğünü söylediği dedesi ile 110 yaşında öldüğünü bildirdiği babasının anıları sayesinde yaklaşık 300 yıllık bir deneyime dayandırmıştı. Bazı yerleri kendisinin dolaştığı kesinse de, bazı yerlerle ilgili olanlar başkalarından dinledikleridir. Taeschner’in (1928) dediği gibi, kendisi aslında “şarkın büyük coğrafyacısı” unvanına Kâtib Çelebi’nin yanında asla lâyık değildir. Verdiği bilgilerin doğruluk derecesi de kuşkuludur. Buna karşılık, Adıvar’ın da dediği gibi, “ne olursa olsun, Evliyâ, Batılıların ‘le grand voyageur’ (büyük seyyah) dedikleri tiplerden biridir”. Seyahatnâmesinin iki cildi von Hammer tarafından Narrative of Travels in Europe, Asia and Africa, by Evliya Efendi (Londra, 1834-1850) adıyla İngilizce’ye çevrilmiştir. Macaristan’a ait olan kısımları da bu dile çevrilmiştir. ÖRNEK SORULAR: 1- Coğrafyanın tüm gelişmesi kartografyayla bağlantılı olmuştur –onunla paralel gitmiştir. Nedenleri nelerdir? a-çünkü “mekânın bir düzlem üzerinde gösterilmesi” olarak tanımlanan haritalar coğrafyanın hep özünü oluşturmuştur b-çünkü haritalar coğrafyacıların dünyayı nasıl gördüğünü yansıtırlar c-çünkü haritalar hep coğrafyacının dünyayı nasıl gördüğünü biçimlendiren güçlü bir metafor-mecâz olmuşlardır d-bunların hepsi e-bunların hiçbirisi (Cevap d) 2- Dünya haritalarının çoğu, doğal olarak, “bilinen dünya” üzerinde yoğunlaşmıştır. Bilinen dünyada, belirli bir noktanın ötesinde nesneler daha az ayrıntılı hale gelir, bilgi daha dumanlıdır ve bu noktanın ötesinde bilinmeyen yer alır. Bu bakımdan Babil haritasında “bilinmeyen” ne olarak gösterilmişti? a-okyanus b-tatlı su gölü c-büyük nehir d- deniz e- Acı Nehir (Cevap e)
5.Hafta e-Ders Kitap Bölümü
5. HAFTA ÖZET: “Giriş” içinde yer alan bu derste Bilimsel Devrim sırasında coğrafyanın durumu ele alınırken, sınav dışı tutulacak olsa da, coğrafyada bir süre son derece etkili bir konum kazanan “sihir” ve “astroloji”nin rolü üzerinde de durulacaktır. Alıntılar ve Powerpointle ilgili önceki uyarılara dikkat.
BÖLÜM 1: GİRİŞ: COĞRAFYANIN GELİŞME SÜRECİ (devam) 1.6. BİLİMSEL DEVRİM SIRASINDA COĞRAFYA Onaltı ve onyedinci yüzyıllarda Avrupa tam anlamıyla devrimlere tanık olmuştu –gökyüzüyle ilgili, entelektüel ve siyasal devrimlerdi bunlar. Gökyüzüyle ilgili devrim, aşağıda değinilen, Kopernik’le başlarken, dinsel bilinçlenmeyle ilgili devrimler Luther ve Calvin’in ektikleri siyasal rahatsızlık ve toplumsal devrim tohumlarıyla yeşermeye başlıyordu. Tüm bunların coğrafi bilgi üzerinde muazzam etkileri olmuştu. Bu dönemde klâsik kozmoloji ve astronomi anlayışından temelde bir ayrılık başlamıştı. 1530 yılında Nicolas Copernicus ya da Kopernik (1473-1543) De Revolutionibus Orbium Coelestium (Gökyüzü Uydularının Hareketleri Üzerine) adlı çalışmasını tamamlamıştı. Aslında buradaki fikirler 1506 yılından itibaren okutuluyordu: Kopernik, yepyeni bir uydu hareketi teorisi geliştirmiş, dünyanın evrenin ortasında yer almadığını ama başka uydularla birlikte sonsuz evrenin içinde güneşin etrafında döndüğünü ispatlayarak Aristo ve Batlamyus’un uzun zamandır benimsenmiş görüşlerini tersine çevirmişti –onlara göre evren gökkubbe ile sınırlıydı. Ama teorisi hemen değil, ölümünden ancak 60-70 yıl sonra tam anlamıyla etkili olmuştu; hatta denenme olanağını çok daha sonra, 1838’de, ancak gerçek gözlemlerin yapılabildiği teleskopun keşfiyle bulmuştu. Galileo Galilei (1564-1642), Johannes Kepler (1571-1630) ve Isaac Newton (1643-1727) ile de sıkı sıkıya ilişkili olan Kopernik Devrimi’yle, bu “güneşmerkezli evren teorisi” coğrafya ile astronomi arasındaki ilişkileri de değişime uğratmıştı. Yerküre evrenin ortasındayken dünyayla ilgili coğrafi yazılarda evrenle ilgili tartışmalara yer vermek mantıklı bir yol oluyor; böylece astronomi de mantıksal açıdan coğrafyanın uzantısı içinde kalıyordu. Evren hakkındaki yeni görüşlerle yerküreyle geçmişte kurulmuş bağlarını koparan astronomi, böylece, coğrafyayla da kendiliğinden bağlarını koparmış oluyordu. Kopernik devrimini bilimsel olarak geliştirecek olan Galileo ve Kepler, doğa tasarımına matematik bir nitelik kazandıracaklar; bu matematiksel doğa bilimi bir süre sonra Newton ile tam olgunluğa ulaşacak ve yakın zamanlarda atom fiziği karşısına çıkıncaya kadar da tek bilimsel doğa tasarımı olarak kalacaktı. Kartografik ve topografik bilginin artması, onaltıncı yüzyılda ticari ve siyasal eylemlere tümüyle bambaşka yollar açıyordu. İber gücünün azalıp Hollanda ve İngiliz gücünün ortaya çıkmasıyla keşif ve sömürgeciliğin yönü de değişiyordu. İngiltere’de bazı tüccar grupları başka konular yanında, coğrafya üzerine de bir dizi konferansları destekliyordu. XVI. yüzyılda İngiltere’de ortaya çıkan coğrafi fikirler Eva Taylor’ın (1930) belirttiği gibi, “Elizabeth çağı, bilim adamı, tüccar, asil ve maceracılar için en gerekli mobilyanın harita ve küreler olduğunu görmüş ve İmparatorluk düşleri Kaptan Francis Drake’in başarılarıyla Humfrey’s Gilbert’in muhteşem hatalarında açıklamasını bulmuştu”. Haritalar, küreler, topografik hesaplar ve yazılan birkaç da coğrafya kitabı kafadaki tek bir amaç için tasarlanmıştı: İngiliz gemilerini en uzak okyanuslara göndermek ve onları ticari kâr için Çin, Hindistan ve Amerikalardan ürünlerle birlikte geri getirmek. Gerçekten de, daha onbeşinci yüzyılda, yani İlk Keşifler Çağı’nın başlangıcında bile bazı maddeler, özellikle baharatlar o kadar önemliydi ki, Braudel’in (1981) dediği gibi, “herşey bibere bağlıydı, onbeşinci yüzyıl kâşiflerinin rüyaları bile”. Büyük Britanya’nın Hindistan’la ilgili sömürge macerasının nedeni de yalnızca 5 şiling idi ve bu 5 şiling karabiberin –yani Elizabeth çağı sofralarının pahalı baharatının- kilosuna yapılan zamdı. Bu zammı baharat ticaretini ellerinde tutan Hollandalı kaçakçılar koymuştu ve Londralı yirmi dört tüccar, bunu kışkırtma olarak algılayarak, 1599 yılı Eylül ayının 24’üncü bir şirket kurup gemilerini Hindistan’a göndermişler ve 1600 yılının ilk günü Hindistan’a varan bu gemilerle Güney Asya’nın sömürgeleşme sürecinin de ilk adımlarını atmışlardı. 1600’lerin başında artık coğrafya birçok anlamı olan, terimi kullananlarda farklı farklı imajlar uyandıran bir sözcük haline gelmişti. Ama en basit anlamında, uzak yerlerin, kıyıların ve limanların tasviri demek oluyordu. Bu devredeki tasvirler kesin yer belirlemeyi gerekli kıldığından, bu kesinlik ve doğruluğu sağlamak üzere de matematik ve astronomik hesaplarla sık sık bağlantı kuruluyor; kartografya da keşif yolculuklarının yapılabileceği ayrıntılı temelleri belirlemek ve “yeni ülkeler”in daha sonraki tasvirlerini yapabilmek için coğrafyada merkezi bir yer kazanıyordu.
Bu arada yerkürenin fiziksel özellikleriyle ilgili bilgiler de keşifler sayesinde açıklığa kavuşuyor ve Vidal’in (1895-1896) de dediği gibi, dünyadaki yaşamın eskiçağ biliminin gözünden kaçan bütün bölümlerini, örneğin rüzgârların ve suların hareketlerini XVI. yüzyıldaki seyahatler ortaya çıkarıyordu: XV. ve XVI. yüzyılların büyük deniz seferleri, coğrafya bilimini Akdeniz çevresinde tutan büyüyü dağıtmış, böylece de boyutların küçüklüğü ile biçimlerin karmaşıklığının engellediği şeyin farkına varılmıştır: Bu ise, gelişmeleri açısından yüce, doğurdukları etkiler açısından basit, dönemsellik ve kalıcılık kimliğine sahip olan, genel fiziksel olayların sunduğu görünüm idi. Kıyılardan uzaklara yönelme ihtiyacı denizcileri araçlarını daha iyileştirmek zorunda bıraktığı için yapılan gözlemler daha da kesinleşti. Denizciler konumlarını, enlem ve boylam olarak kesin biçimde saptayacak duruma geldiklerinde, seferleri sırasında istemeden uğradıkları sapmaların farkına vardılar ve böylece okyanus kütlesi üzerinde dolaşan, ama varlıklarının farkına varılmayan akımlarla ilgilenmeye başladılar. Kıyıların açıklarında rüzgâr rejiminin o zamanlara kadar sahip olduğu bilinmeyen bir düzenlilik kimliği içinde olduğu görüldü... Denizler önem taşıyan bütün coğrafya keşifleri için bir hazırlık işlevini yerine getirmiş gibi görünüyorlar... zaten Atlas Okyanusu’nu üçüncü geçişinde (1498) Kristof Kolomb deniz sularının da “tıpkı gök gibi, doğudan batıya doğru hareket ettiklerini” kabul eder. Göğün hareketinin gerçek yönünde yanılmış olması önemli değildir; yaptığı gözlem yerkürenin kendi çevresinde dönme hızının artışı nedeniyle her ikisi de geriye doğru savrulan hava kütlesiyle su kütlesini Ekvator’un iki yanında aynı yönde sürükleyen o geniş ve görkemli harekete ilişkin ilk nosyonu bilime sokuyordu. Bundan otuz yıl kadar sonra, Atlantik’te saptanan olgu Pasifik’te de saptandığında, Kolomb’un da tahmin ettiği sanılan tüm genel kimliği içinde ortaya çıktı. Amerika kıtasının ötesinde de aynı hareketlerin havayı ve suları kütle halinde hareket ettirdiği, aynı akımların aynı kuşaklarda yeniden ortaya çıktığı görüldü. Dolaşım hareketinin bu büyük özelliğinin öğrenilmesinin nasıl bir pratik yarar sağladığı bilinir ve bundan dünya ile ilgilenen teorisyenler de yararlanmışlardır.1 İnsanın, burada da tanımlandığı biçimde, ufkunun genişlemesi ve çok ilgi duyduğu yerkürenin uzak yerleriyle ilgili bilgilerinin artması topografik denilen türde yayınları ve haritaları da etkileyecekti. Yayınlanan ve özet sayılabilecek kitapların yanında, seyahat literatürüne çok daha ciddi katkılar da vardı. Özellikle İngilizlerin uzak yerlere ilgileriyle toplanan bilgiler, İngiliz yayılma siyasetinden yana olan genç Richard Hakluyt’un (yaklaşık 1552-1616) ve Papaz Samuel Purchas’ın (1575-1626) yazılarını doldurmuştu. Hakluyt, kendisi fazla bir gezi deneyimine sahip olmadığı halde, onun vasıtasıyla coğrafyanın yurtseverlik ve yayılmacılıkla bağları güçlenmişti. İngiltere’nin Amerika’daki toprak haklarını keşif önceliğine bağlayarak vurgulamış; 1584’de sömürgeciliği, yeni topraklara yerleşmeyi İngiltere’nin kendi kendisine yeterliliği için stratejik olarak yaşamsal gördüğünü ortaya koymuştu. Burada, coğrafya, her bir yolculuğun yöneldiği kesin yer olurken, kronoloji de yolculuğun kesin zamanı oluyordu. Hakluyt’un amacı tüm İngiliz keşif yolculuklarını bir araya toplamak, İngilizlerin süregelen yayılmacılıklarını, özellikle de Kuzey Amerika’daki Virginia’da yeni koloniler geliştirmelerini teşvik etmekti. Yaşamının son yıllarında da “Virginia ve Doğu Hint meseleleri danışmanı” olarak niyetini gerçekleştirmişti. Hakluyt, daha sonra elini, kendisine ait tüm malzemeleri kullanmasına izin vererek, Samuel Purchas’a vermişti. Purchas, dünyanın farklı insanlarının farklı dinsel uygulamalarını bir sentez halinde birleştiren coğrafi ve teolojik kitabını ilk 1613’de yayınladı. Coğrafi çalışmalarla tarihsel olanları birleştirme çabasındaydı. Hakluyt gibi, Purchas’ın da amacı sömürgeci yayılmanın uygulamasıyla bağlantılıydı ve Yeni Dünya’daki araştırma ve keşiflerin sonuçlarını bir araya getirerek deniz aşırı İngiliz yerleşmelerini daha da arttırmak için çaba göstermekti. Hakluyt, hayallerinde yalnız kalmamış, Virginia’da ilk İngiliz kolonisini kuran ve böylece efsaneleşen devrimci, yazar ve yerleşmeci Walter Raleigh (1554-1618) da ona katılmıştı. Ama başarıları daha fazla olmuştu –Discovery of Guiana adlı çalışması bir klâsik keşif seyahati çalışması olurken, son eseri, Londra’da Tower’da 1
Örneğin, biraz daha sonraki bir dönemde olmakla birlikte, Varenius: “Acapulco’dan Filipinler’e giden gemiler altmış gün boyunca hiç yelken değiş-
tirmezler, öyle ki denizciler gemiyle ilgilenmeden rahatça uyuyabilirler; gemiyi limana götürme görevini rüzgâr üstlenmiştir zaten” diye yazmıştır. İspanyolların Meksika’ya geri dönmek üzere, Meksika ile Filipinler arasında yaptıkları bu yolculuklar iki yüz yıl boyunca sürdürülmüştür: Acapulco ile Manila arasında Alizeler kuşağında kalmak, dönüşte ise, batı rüzgârlarından yararlanmak üzere 35 derece kuzey enlemine kadar çıkmak zorunluydu (Vidal de la Blache 1895-1896).
tutukluyken yazdığı History of World ise onun tarihe laik yaklaşımının bir birikimi olarak sunuluyordu. Çok yönlü bir kariyere sahip olan Raleigh, devrimci yaşamında birçok konuda fikirler öne sürerken coğrafyaya katkıları hiç de daha az olmamıştı. Raleigh, yaptığı yolculukların her birini bir bilimsel araştırma gezisine çevirmiş ve verdiği kozmografya, denizcilik ve kartografya gibi derslerle Londra’da akademik dünyada egemenlik kurarak bilimin gelişmesini güçlendirmişti. Bütün bu değinilen çalışmalar ve araştırıcılar coğrafyanın bir ölçüde etnografyayla çağlar süren bağlantısına da işaret etmektedirler. Bazılarınca “evlilik” olarak da nitelenen bu bağlantı ise başarısında toplumsal teorisyen Jean Bodin’e (1530-1596) çok şey borçludur. İnsan ile doğa ve Tanrı arasındaki ilişkiler üzerine sürekli değişen görüşleri en iyi ele alan coğrafyacılara göre “Jean Bodin, tarih ile çağdaş yaşam ve coğrafi çevre arasındaki ilişki konusunda Rönesans’ın en önemli düşünürüdür”. Bodin, birçok konuda büyük bilgi sahibiydi; kendi ülkesinde Hipokrat’ın doktorluğu, Plato’nun yasaları, Aristo’nun siyaseti ve Batlamyus’un coğrafyasına eşit olacak kadar bilgiliydi. Bu klâsik kaynaklar, ona yeni etnolojik pencereler açacak olan çağdaş seyahat literatürüne duyduğu ilgiyle tamamlanıyordu. Ek olarak, bir de dünyada yaşayanları ve onların kültürel özelliklerini zodyaktaki belirli işaretlerle (burçlarla) ilişkilendirdiği (insanların bağımsız düşünceli, özgürlük sever, kavgacı, hırçın ve çalışkan gibi sınıflara ayrılması) astrolojik antropoloji geleneğini de sürdürüyordu. Bu çeşitli kaynakları birleştiren Bodin, etnolojik farklılığın küresel kalıplarını çevrenin, özellikle de iklimin etkisine bağlıyordu. Farklı çevrelerin, daha sonra farklı fiziksel ve zihinsel karakteristiklerle kendisini belli edecek farklı mizaç bileşimlerini yarattığına inanıyordu. O’na göre din, kültür ve ahlâk çevresel bir kontrol altındaydılar ve bu yüzden de bir dereceye kadar içinde geliştikleri belirli coğrafi koşullara tâbiydiler. Bodin’in düşüncelerinin geleneksel olduğu açıktır; coğrafyası sıkı bir şekilde Batlamyusçuydu, açıklamaları çoğu kez astrolojikti, kültürel değerlendirmeleri ise etnosantrik (insan-merkezli). Bilimsel Devrim olarak anılan bu çağda, devrimci, yenilikçi, entelektüel görüşlerin ortaya çıkışı, yeni bilimsel düşünce ile daha önceki nesillerin düşünce yapıları arasındaki farklılıkların ne kadar çarpıcı olduğunu da gösteriyordu. Bilim, bekleneceği gibi, astrolojinin ve her tür sihrin popüler çekiciliğini hemencecik silip süpürememişti. Daha sonraki yüzyıllarda da süregelecek bu inançlar, yeni bilimdeki birçok liderin de kafalarına uzun süre takılı kalmıştı. Örneğin Kepler bir uygulamacı astrologdu ve bilimsel yazılarında “sayıların mistisizmi”ni savunurken, Newton mekânik felsefeyle ilgileniyor, gizli simya deneyleri yapıyordu. Henüz “sihir” ile “bilim” arasındaki ilişki koparılamamıştı (hâlâ da süregeldiği söylenebilir).2 Matematik ve astronomiyle sağlanan bağlantı, insan ve çevre olgularını açıklamak için coğrafyada astronomik olgulara başvuran astrolojiyle ve doğal sihirle de bir yakınlaşma sağlamıştı. Gerçekten de, William Cunnigham ve John Dee başta olmak üzere, çoğu XVI. ve XVII. yüzyıl coğrafya yazarları sihirsel uygulamalarla çok içiçe geçmişlerdi. Günümüzde bilim dışı olarak kabul edilen bu coğrafi görüşlerin Pisagor’un (Phytagoras) mistik fikirleri ve daha sonraki İslâm âlimlerinin yazılarından doğan etkilerin bir sonucu olarak ortaya çıktığı da egemen bir görüştür. 1.6.1. Coğrafya, sihir ve astroloji (bu kısım sınav dışı kalacaktır; ancak bilgi edinilmesinde yarar vardır) Sihrin, insan eyleminin meydana geldiği fiziksel mekânın önemini vurgulamaya sistematik, ama olağandışı bir yaklaşım olarak kabul edilebileceği ileri sürülür. Sihir, fiziksel mekânın mevcut biçimleriyle davranışları etkilediği ve eylemlerin belirli bir uzaklıktaki boş mekân (uzay boşluğu) yoluyla meydana geldiğini varsayar. Sihir, Batının entelektüel geçmişinde önemli bir rol oynamıştır. Mekânın sihir alemindeki rolünü anlamak fiziksel mekân ile insan davranışı arasındaki bağlantıları insanın nasıl gördüğüne yeni bir boyut eklemekte ve sosyal bilimlerdeki mekân kavramları hakkındaki çağdaş düşünceleri de keskinleştirmektedir. Sihrin ni2 Gerçekten de, “İnsan uzayı fethetti” diye başlayan Tuan (1976) bunu “mahallesindeki havuzda oyuncak teknesini yüzdürürken kendisini okyanusları keşfetmiş hisseden çocuğa” benzetiyor. “Mekânsal hiçbir zafer, yaşamın sürekliliğini ve ölümün kaçınılmaz kesinliğini ortadan kaldırmadıkça, insana tam bir güven kazandıramayacaktır. Doğaya hükmedebiliriz ama sonunda kendi bedenimizin çözülmesinden de kaçınamayız. İşte bu nedenle değil midir ki modern insan bile hâlâ kadere ve yıldızların bizi yönettiğine inanmaya devam ediyor? A.B.D.’nde 1970’de 10,000’den fazla tam zaman çalışan astrolog, 175,000 kısmi zamanlı yıldız habercisi vardı; ülkedeki 1,750 günlük gazetenin 1,200’ü yıldız falı yayınlıyordu... İnsan, kaderini, yıldızlar tarafından da hükmedildiğinde daha kolay kabullenebiliyor” (Tuan 1971).
teliklerini belirlemek, tıpkı kültürün tanımlarında da olduğu gibi, bazı bakış açılarından yetersiz kalır. Bilim insanları sihrin “bir dokunuşta sanat ve bir damla da sağduyu olduğunu söylerler ama en sık belirtilen bileşimleri efsane, din ve ilkel bilimdir” (Sack 1976). Sihrin en önemli kolu olan astrolojinin en “mekânsal” ilkesi yıldızların konumları ve düzenlerinin insan davranışı üzerindeki etkileridir. Tıpkı yirminci yüzyıldakine benzer bir iş bölümüyle, fen ve sosyal bilimler arasında ayrıma gidilmiş ve astronominin yıldızların konumunu hesaplayıp, tanımlaması beklenirken, astrolojinin de yıldızların dünyasal varlıklar ve insan üzerindeki etkilerini belirlemesi benimsenmişti. Özellikle de doğanın dört elemanının (yer, hava, ateş, su) nitelik ve dağılışının yıldızların konumlarından etkileneceği kabul ediliyordu. Örneğin Batlamyus şöyle bir çerçeve çiziyordu: Yerleşilmiş dünya... zodyakta tanımlanan dört üçgenle bağıntılı olarak dört kısma ayrılır: Bir kuzeybatı (Jüpiter ve Mars’ın batı yanının yönettiği Koç, Aslan, Yay), bir güneydoğu (Venüs, Satürn ve Merkür’ün ortak yöneticiler olduğu Boğa, Başak, Oğlak), bir kuzeydoğu (Satürn ve Jüpiter’in doğu yanıyla yönettiği İkizler, Terazi, Kova) ve bir güneybatı (Mars ve Venüs’ün doğu kısmıyla yönettiği Akrep, Yengeç, Balık). Bu ana bölümlerle ve de daha sonraki düzeltmelerle (yani, kuzey rüzgârları bakımından kuzeybatıya Jüpiter’in egemen olması ama güneybatı rüzgârlarına ise Mars’ın yardımcı olması gibi), yerleşilmiş dünyayı yalnızca çok geniş bölgeler olarak değil, aynı zamanda üzerinde yaşayan ayrı ayrı insanlara göre de astrolojik etkileri gösterecek biçimde bölümlere ayırmak mümkündür (Glacken 1967). Matematik bu bilimin sunuş dilini oluşturuyordu. Ama buradaki matematik hesaplama, ölçme-biçme ve niceleştirme şeklindeki matematik değil, iletişim kurma ve uyum sağlama şeklindeki matematikti. Pisagor ve Platon’un torunları için bu doğruydu ve Rönesans Çevreciliği3 de denilen bu görüşlerin egemen olduğu devrede ampirik ölçmenin, teorik olarak, kesin ve mükemmel olmadığını, çünkü zamansal ve değişebilen şeylerle ilgilendiğini ilan etmişlerdi. Sayılar ve geometri ise ampirik gözlemlerden türemiyor, salt zihnin yaratımları oluyordu. Bu tür beyanlar değişmez bir şekilde evrensel bir doğruluğa sahip bulunuyorlardı. Hatta Descartes’ın toplama, çıkarma, bölme ve çarpma, karekök gibi işlemlerine saldırılıyor; gerçek Pisagor biliminin temeli olan oran ve orantı ile sayıların sembolik manipülasyonunun incelenmesi isteniyordu. Örneğin 1 sayısı bir konumu ve şiddeti olan bir nokta olarak görülürken, 2 sayısı farklılık ve sınırsızlığın sembolü bir çizgiydi; 3 sayısı bir yüzey olurken, 4 de bileşimi ifade eden katılığın sembolüydü. Nokta, çizgi, yüzey ve sertlik tüm biçimlerin dört haliydi. Matematik orantılar ise yine dört sayıya dayandırılıyordu –örneğin müzikte 2:1 orantısının oktava işaret etmesi gibi. Matematiğe bu bakış açısı, modern bilimle Rönesans Çevreciliği arasındaki en çarpıcı farktır. Matematik yanında mekanik ve ışık da bu dönemin anlayışında büyük önem taşımıştır. Işığın temel fonksiyonu da mekânsal boyut ve fiziksel uzantının ve tüm doğal hareket ve değişimlerin temeli olmasıydı. “Dünya makinesi” olarak algılanan kürenin meydana gelmesinde ve Tanrı’nın, ister haritalarla isterse resmedilerek gösterilişinde, ışığı dünyaya taşıyan mercek anahtar rol oynuyordu. Bu bağlamda da “tiyatro”, içinde insanların ışık ve perspektifi tam olarak gösterebilecekleri bir ortam olmuş; mekânı göstermek için de Rönesans Çevreciliğinde önemli bir yeri olan bir mecâz olarak kullanılmıştır. Burada tiyatro bir eğlenceden çok daha ileri bir olgudur –büyük (yerküre) ve küçük (insanın yaşamı) dünyaları toplam olarak göstermenin bir yoludur. Bu yüzden de Abraham Ortelius 1570’de yayınladığı büyük dünya atlasına Theatrum Orbis Terrarum (Dünya Sahnesi) adını vermişti. O devirde, Shakespeare için de dünya, 1550’lerin Venedik’inde, bir sahne idi. Bununla birlikte, Rönesans Çevreciliği anlayışıyla olmasa da, dünyaya “tiyatro” mecâzıyla bakış başka coğrafyacılarda da sürmüştür. Hatta coğrafi düşüncede yakın zamanlı değişimlerden biri de, açıklamalarda organizma ya da sistem gibi biyolojik ve sibernetik çevre ve mekânsal örgütlenme modelleri kullanımı yerine, gösteri sanatları, tiyatro ve edebiyat gibi sanat dallarından türetilen metaforlara/mecâzlara kayma şeklinde olmuştur. Bu da mekânsal ve çevresel metaforları görsel imajlar olarak yeniden gözden geçirme yanında, geçmişten bugüne miras olarak aktarılan doğaya bakış açılarını da yeniden değerlendirmeye götürmektedir. Onaltıncı ve onyedinci yüzyıllar boyunca coğrafyanın birçok bilgi şekilleri arasında sihirsel uygulamalarla da ilgilendiği coğrafya tarihiyle uğraşanlar tarafından ancak yeni yeni anlaşılmaktadır. Coğrafya tarihiyle ilk uğraşanların hazırladığı standart kronolojiler, daha çok, bilimsel derinlikleri ve matematik uygulamaların 3
“Tüm insan varlığının, çevredeki doğaya, onunla bütünleşecek şekilde ve yaşamsal bir bağla bağlı olduğunu kabul eden anlamda çevrecilik kavramı”dır.
yaptığı katkılarla dikkati çekiyorlardı –kabul edilemez ya da saygıdeğer görünmeyen inançlar kesilip çıkarılmış ve bilim dalının geçmişinin portresini ortaya koymada bazı kopukluklar meydana gelmiştir. Bu yüzden de, Livingstone (1990; 1992), coğrafya ile sihir dünyası arasındaki kavramsal bağları ortaya koymak üzere, çalışmaları coğrafyanın ilerlemesi ile sıkı sıkıya ilişkili olan kişileri ele alarak bu iki dünyanın birbirlerinin geleneklerini güçlendirici düşünce ve uygulamalarını incelemiştir. Başka bazı yazarlar da bu ilişkinin açıklığa kavuşmasına katkıda bulunmuşlardır (örneğin Cosgrove ve Sack gibi). Gerçekten de Bilimsel Devrim denilen keşifler ve icatlar çağında coğrafya uygulamaları o sırada egemen entelektüel akımlardan yalıtılmış olarak kalamazdı. Bu nedenle, coğrafyacıların o sıralardaki geleneksel bilgi kaynaklarını nasıl kullandıklarına da kısaca bakmak gerekir: William Cunningham ve Kozmografya: 1559’da, The Cosmographical Glasse The cosmographical glasse, conteinyng the pleasant principles of cosmographie, particu-geographie, hydrographie, or navigation (Londra) adını taşıyan bir cilt kitabın ilk baskısı yapılmıştı. Bu, adından da anlaşılacağı gibi, coğrafya, kozmografya, denizcilik ve hidrografyayla ilgili bir kitaptı ve kitap boyunca, yazarı William Cunningham, bir öğretmenle öğrencisinin diyalogunu üslup olarak benimsemişti. Niyeti de, yeni başlayanları enlem ve boylamın esrarı, gök cisimlerinin ölçümü ve genel coğrafi terminolojiyle tanıştırmak idi. Bunların yanında, beslenme, dinsel ve kültürel davranış ve benzeri gibi etnografik özelliklerin bölgesel incelemesine de yer veriliyor, coğrafya ile şimdi sosyal bilimler dediğimiz konular arasındaki bağlar, rastlantısal da olsa, ilk kez ortaya çıkarılmış oluyordu. Cunningham için yerkürenin biçimlenme bilimi olarak Kozmografya’nın saygınlığı çok geniş ilgi alanlarında kullanılabilirliğinde yatmaktaydı –örneğin kürk ticareti, askeri amaçlar, tıptaki ilerlemeler, kutsal kitabın anlaşılması bakımından temel öneme sahipti. Ulusal ekonomi yerli ve yabancı kaynaklardaki güvenilir coğrafi bilgilere dayanmaktaydı; askeri harekatta harita aynen bir kılıç kadar önemli bir gereç idi; din eğitimi öğrencileri eski Yakın Doğu’nun tarihi coğrafyasındaki kutsal metinlerin yorumlarını toprakla ilişkilendirmek ihtiyacındaydılar; tıp bilimiyle uğraşanlar da, yaşamsal tıbbi güçlere sahip olabilmek için otlar ve hayvanlardan elde edilen maddelerle ilgili en son keşifleri izlemek zorundaydılar. Cunningham için, açıkçası, coğrafya bilimsel araştırmanın en önünde yer alıyordu. Ama aynı zamanda da ortaçağdan miras kalan geleneksel bilgi kaynaklarının önemini de onaylıyordu. En basitinden, coğrafi inceleme, ayaklarını sıkı bir şekilde temelde astroloji uygulamalarına basıyordu. Cunningham, yerküre üzerindeki her bölgenin, halkın özelliklerini ve davranışlarını belirleyen bazı uydular ve “burçlar”la yönetildiğine inanıyordu. Buna uygun olarak da, Batlamyus’a benzer şekilde, burçların her birinin etkisi altında kalan dünya bölgelerinin bir envanterini çıkarmıştı. Cunningham, uygulamalı bir astrolog idi ve bu yüzden de The Cosmographical Glasse adlı kitabı çıkmadan bir önceki yıl, 1558’de, yolculuk etmek, alım ve satım yapmak, ilaç alıp-almamak bakımından yılın en şanssız dönemlerini açıkladığı Almanacke’ı yayınlaması bir sürpriz değildi; buradan yürüyerek, daha sonra, 1560’da da An Invective Epistle in Defence of Astrologers’ı yayınladı. Cunningham’ın işini kolaylaştıran ise, o sıralarda bilginin “modernlik öncesi” ve “modern” gibi kaynaklarından söz etmenin aslında pek o kadar da bir anlam ifade etmemesiydi. John Dee ve “siyasal sihir”: John Dee’nin (1527-1608),4 Rönesans Avrupa’sının entelektüel aşamasındaki rolü gerçekten de anıtsal bir rol olmuştur –bazı uygulamaları egemen güçler tarafından karşıt bulunduğu için katkıları uzun süre bastırılmış olsa bile. Yaşamı boyunca bir matematikçi, becerikli bir haritacı ve alet yapımcısı olarak bilime esaslı katkılarda bulunmuş ve gerek dost-arkadaş gerekse öğrenci olarak, Raleigh, Mercator, Ortelius, Leonard ve Thomas Digges ve Hakluyt gibi zamanının ünlülerini kendisine çekmişti (Deacon 1968; Clulee 1988). Dee’nin coğrafya üzerine fikirleri, dar bir tanıtımla olmakla birlikte, Öklid’in (Euclid) Elements of Geometrie (1570) kitabının İngilizce çevirisine yazdığı ve entelektüel kapasitesini açıkça sergilediği “Matematiksel Önsöz”de yer almıştı. Burada, başka birçok bilim dalıyla ilgili yorumları yanında, coğrafyayı “lokasyonla ilgili sorulara cevap veren bir konu” olarak tanımlamıştı; ancak, bu öğrenim dalı şehirlerin, kasabaların, köylerin, şatoların, dağların ve benzerlerinin konumlarıyla ilgilenmekteydi. Kendisiyle sıkı sıkıya bağlantılı olan kız4
John Dee, İngiltere’deki Cambridge Üniversitesi’nde coğrafyanın özel bir önem kazanmasında büyük bir rol oynamıştı. Başarılı bir tüccar olan John Dee üniversiteye cömert bağışlar yapmış ve bu cömertlik William Cunningham’ın Cosmographie’yi yazmasını sağlamıştı (Taylor 1930). İngiltere’nin Cambridge’indeki Kozmografya, daha sonra, 1638’de John Harvard’ın yaptığı 260 kitap ve 780 £’luk bağış nedeniyle adının koleje verildiği A.B.D.’ndeki Charles Nehri yanındaki Cambridge’e (yani Harvard Üniversitesi’ne) de taşınmıştı.
kardeş bilim dalı, aynı derecede matematiksel ama daha az entelektüel öneme sahip, belirli yerlerin incelenmesiyle ilgili olan korografyaydı. Bunun yanında, Eva Taylor’ın (1930) yıllarca önce açıklığa kavuşturduğu gibi, Dee keşif seyahatlerinin de çekiciliğine kapılmıştı ve onun Britanya’nın emperyal denizaşırı ilerleyişini yayma çabalarına coğrafi ve kartografik rakipleri “siyasal kompleks” yakıştırması yapmışlardı. Ama Dee’nin kafasındaki coğrafya sömürgeci ticarete bir bağlantı kolu olmanın çok daha ötesindeydi –matematik sihrin bir kolundan başka bir şey de değildi. Dee, evrenin sırlarının kilidini matematiğin açabileceğine inanıyordu. Bundan başka, mikrokozm (birey olarak insan) ile makrokozm (evren-kozmos) arasındaki bağları –insanın sorunlarıyla semavi güçler arasında olduğu varsayılan bağlantı kuşkusu- analog yoluyla araştırmanın da çekiciliğine kapılmıştı. Dee, zamanında başka birçokları gibi, Malificarum (ticaret) ile Magia (sihir) arasında da bir kritik ayrım olduğunu kabul ediyordu. Onun sempatisi ikincisine karşıydı; Dee’nin sihri “vatansever, Hıristiyan ve iyi niyetli” olarak niteleniyordu ve bu yüzden de eski Britanya birliğini restore etme yönündeki büyük vizyonunu gerçekleştirmek üzere gerek sihirsel gerekse siyasal yolları araması da doğaldı (Livingstone 1992). Keşifler, sömürgeleştirme, Hıristiyanlaştırma, doğal sihir ve coğrafi bilgiden yararlanılması, bu bilginin kullanılması onun Yeni Dünya’ya duyduğu ilginin birer parçalarıydılar. Kuzey Kutbu yakınlarından Çin’e ve baharat memleketlerine geçişi kolaylaştıracağı düşünülen Kuzeybatı Geçidi için Dee’nin denizciliğin teşvik edilmesi hakkındaki gerekçeleri, daha sonra, Süveyş Kanalı’nın yapımını gerçekleştiren Ferdinand de Lesseps’de de yansımasını bulmuştu: de Lesseps projesini mistik terimlerle açıklarken, aynen Dee gibi, “Süveyş Kanalı, yalnızca emperyal Fransa’nın ticaret kanalı olmayacak, Avrupa’nın ‘erkek’ ruhu ile Asya’nın ‘dişi’ ruhunu birbirine bağlayarak dünya uyumunu sağlayacak” diyordu (Cosgrove 1990). Bu fikir John Dee’nin Kuzeybatı Geçidi için ileri sürdüğü fikirlerin bir yansımasıdır –tıpkı modernist planlamacı Patrick Abercrombie’nin insanların doğaya müdahalelerine bakış açısında Şark’ın Feng Şui kavramlarından yararlanması gibi. Dee, General and Rare Memorials Pertayning to the Perfect Arte of Navigation (1577) adlı kitapla da denizaşırı toprakları acilen genişletme konusunda Kraliçe’yi çeşitli simya ya da büyüyle igili (hermetik) sembollerle – yani siyasal sihirle- uyarmaya çalışıyordu (French 1972; Seymour 1989). Cunningham gibi, Dee’de de sihirsel ile bilimsel arasındaki kavramsal ayrılık herhangi bir fark ortaya konulmadan yapılan bir ayırımdı. Esas alay konusu olan husus ise, sürekli teşvik etmeye çalıştığı gerçek bilimsel yöntemin, kendi inandığı “modernlik-öncesi” ruhlar ve melekler dünyasının reddedilmesi sonucunu doğurmasıydı. Leonard ve Thomas Digges’in astrolojik meteorolojisi: Bazı astrolojik ilkelerin kendi tarihlerini yazmaları gibi coğrafyada da kök salmış olmaları şaşırtıcı değildir. Hava tahminleri yapmak için ilk girişimlerin denizcilik ve tarım için daha sonra büyük önem taşıması böyle bir bağlantıyı örneklendirir. Yukarıda ele alınan diğer kişiler gibi, Leonard Digges (yaklaşık 1520-1559) de sörvey, denizcilik ve silahlar konusunda özelleşmiş bir matematik uygulamacısıydı. Bundan başka, “onyedinci yüzyıl başında kendisini puritan mezhebine sıkı sıkıya bağlı hisseden oğlu Thomas gibi gerçek dinin ateşli bir savunucusu, Dee’nin izleyicisi ve bir mühendislik ve astronomi öğrencisi idi” (Livingstone 1988). Leonard Digges’in yazdığı ve daha sonra oğlu Thomas tarafından eklemeler yapılan A Prognostication Ever-lastinge (Thomas Marsh, Londra, 1576) adlı kitap, esasında, meteoroloji üzerine dev bir çalışmaydı ve uzun adının da anımsattığı gibi, neredeyse tüm meteoroloji olaylarını içine alıyordu. Yazarın niyetinin hava tahminlerine astrolojik-bilimsel bir bakış açısı getirmek olduğu açıktı. Bu yüzden de kitabın kapağında Zodyaktaki burçların insan bedeninin farklı kısımlarıyla bağlantısı tipik bir makrokozm (evren)-mikrokozm (insan) kabartma resmi halinde uygun bir şekilde yerleştirilmiş ve hava tahminlerinin her türü, örneğin yeni yılın denk geldiği günün önemi gibi, ana hatlarıyla resmedilmişti. Degges’in oğlu tarafından yeniden basılan kitabında Leonard’ın dayanak aldığı eski Batlamyus sisteminin yerine, Kopernik’in güneş-merkezli sistemi konmuş ve böylece İngiltere’de salname (almanak) yapımcılarının Kopernikçiye dönüşmelerinin ilk uygulayıcı örneği verilmişti. Bu da “en eski Pisagor doktrinine göre yapılmış, gökyüzünün en mükemmel tasviri” olarak sunulurken teolojik yorumlarla da süslenmişti. Sihirle bağlantılı coğrafi uygulama yapan daha başka birçok kimse yukarıdakilere eklenebilir. Örneğin Thomas Blundeville, Kozmografya başlığı altında coğrafya, astronomi, korografi ve astrolojiyi almıştı. Onaltı ve
onyedinci yüzyıllardaki coğrafyanın, yukarıda belirtildiği gibi, zamanının toplumsal ve entelektüel geçmişiyle sıkı sıkıya bağlı olduğunu söylemek de yeterli değildir; aynı zamanda coğrafyanın başından geçenlerin çoğunun günümüzde coğrafya olarak kabul edilen şeyler olmadığını da eklemek gerekir. ÖRNEK SORULAR: 1-Kartografik ve topografik bilginin artması, onaltıncı yüzyılda ticari ve siyasal eylemlere tümüyle bambaşka yollar açmış, İber (İspanyol ve Portekiz) gücünün azalıp hangi yeni güçlerin ortaya çıkmasıyla keşif ve sömürgeciliğin yönü de değişmişti? a-Alman gücünün b-İtalyan gücünün c-Rus gücünün d-Fransız gücünün e-Hollanda ve İngiliz gücünün (Cevap e) 2-Coğrafyanın bir ölçüde etnografyayla çağlar süren bağlantısı bazılarınca “evlilik” olarak da nitelenir. Bu bağlantının başarılmasında coğrafya hangi toplum teorisyenine çok şey borçludur? a-Darwin’e b-Lamarck’a c-Montesquieu’ye d-Jean Bodin’e e-Lamartine’e (Cevap d)
6.Hafta e-Ders Kitap Bölümü
6. HAFTA ÖZET: Bu derste coğrafyanın bir akademik bilim dalı olarak nasıl ortaya çıktığı ele alınırken, bu durumun oluşmasında birincil rolü oynayan Varenius üzerinde durulacak ve Varenius’un kendisinden sonrakiler üzerindeki etkileri de belirlenmeye çalışılacaktır. Alıntılar sınav dışı kalacaktır. Ancak Powerpointlerin dikkatle izlenmesi yararlı olacaktır.
BÖLÜM 2: COĞRAFYANIN AKADEMİK BİR BİLİM DALI OLARAK ORTAYA ÇIKIŞI Onaltıncı yüzyıl boyunca Avrupa’da egemen olan teolojik görüşlerin coğrafyadaki ağırlığını göz ardı etmek olanaksızdır. Coğrafya biliminde odak noktası olan olgular büyük ölçüde değişen teolojik modalara tabi olmuştur. Genelde coğrafyanın yüce gücün yeryüzünde yansıması olan gözle görünür şekillerin incelenmesinden başka bir şey olmadığı üzerinde durulmuş; gerçek coğrafyanın da Tanrı’nın ilk kez göründüğü yer olan Filistin’in incelenmesiyle başlaması gerektiği ileri sürülmüştü. Böylece, özellikle coğrafyanın gelişmiş olduğu Almanya’da dinin tarihî coğrafyası genel coğrafya geleneğinin de büyük ölçüde koşulu oluyordu. Bununla birlikte, Hıristiyanlıkta Reform döneminin başlaması, coğrafyada dramatik sayılabilecek değişimler ve gelişmeleri de getiriyor ve yeni bakış açıları halinde ortaya çıkan bu gelişmeler de çok büyük ölçüde Almanya’da meydana geliyordu. Bir üniversiteye düzenli bir görevle ve maaşlı olarak atanan ilk coğrafya profesörü olan Barthel Stein’ın (1476-1521) 1509’daki üniversite açılış konuşması bunun bir kanıtıdır: Yalnızca dağların, geçitlerin, akarsuların, ormanların yerlerini değil, aynı zamanda da tepelerin, küçük derelerin, patikaların, yamaçların, köprülerin ve su geçişlerinin konumlarını da bilmemiz gerekir ki meydana gelen tek tek özel olayları da anlayabilelim. Gerçekten de, Reform çağıyla birlikte coğrafyada da reform yapmak ve hiç değilse kısmen klâsik ve dinsel otoritelere dayanmaktan vazgeçmek ve kişisel gözlemleri tanıtmak yolundaki görevin Alman hümanistlere ait oluğu söylenebilir. Örneğin Philip Melanchthon (1498-1560) atalarının coğrafya görüşünden ayrılmış, coğrafi bilginin din kitaplarının sayfalarından değil, dünya deneyimleriyle kazanabileceğinden söz etmeye başlamıştı. Melanchton coğrafyanın alanını Hıristiyanlığın yayılışını ve bu yayılışın zaman ve mekâna göre medeniyetler üzerindeki etkisini izleyerek insan kültürünü de içerecek şekilde genişletiyordu. Çeşitli Alman üniversitelerinde teoloji hocalığı yapmış olan, Alman Strabo’su da denilen Sebastian Münster (1489-1552) de Melanchthon ekolünden geliyordu ve Cosmographia Universalis (1544) adlı kitabında dünya düzenini yüce gücün yaratımı olarak görmekle birlikte, siyasal, dinsel ve ekonomik tarih açısından da akılcı sorgulamasını yapıyordu. Bu çalışmada yer kabuğunun hareketleri, akarsuların etkileri gibi fiziksel olaylar da dünya ülkeleri yanında yer almış; Münster’in ülkesi Almanya, bazı kesimleri ayrıntılı bir şekilde tasvir edilerek ayrı bir yer tutmuştur. Bu gelişmelerle birlikte, gözlemler önemsenmeye başlanmıştı. Bir İsviçreli teolog olan Josias Simler (15301576) Alpler üzerine yazdığı bir kitapta buzulları ve çığları anlatırken, Zürihli fizikçi Conrad Gessner (15161565) Alpin flora üzerine bir tez hazırlamış ve dağların erozyona rağmen nasıl ayakta kalabildikleri sorusunu sormuştu. Gizli bir volkanik güç var mıydı ve yerküre zaman içinde mi taşlaşmıştı? Dağların yükseliş ve çöküşüyle ilgili bazı açıklamalar bundan çok sonra gelmiştir. Bununla birlikte, yukarıda ele alındığı gibi, ortaçağ boyunca, yalnız başına özellikle coğrafya olarak nitelenebilecek çok az sayıda önemli çalışma ortaya çıkmıştı. Bu bağlamda kurumlaşmış bir “coğrafya”dan ve yerküre üzerine yazanlar arasında kimin “coğrafyacı” olarak tanınacağından hâlâ söz edilemiyordu. Daha çok, yerküreyi tanımlamak için kozmografya terimi tercih edilmiş ve bu çalışmalar çok daha geç dönemlerde coğrafya olarak kabul görmüştü. Reform döneminde ise coğrafyayı dar dinsel görüşlerden kurtaracak gelişmeler daha sonraki Reformcu coğrafyacılar tarafından sürdürüldü. Ancak, burada önemle belirtilmesi gereken husus, Reformcu coğrafyacıların dine ya da Hıristiyan inanışa saldırmadıkları, eğer Tanrı kendisini doğada açığa vurmuşsa, bu durumda doğal dünyanın da bu özel yaratımdan bağımsız olarak sorgulanabileceğini ileri sürdükleridir. Bu tür bir gelişmenin entelektüel kaynağı da Reformcu teolog, astronom ve matematikçi Bartholomäus (ya da Bartholomew) Keckermann (1572-1609) olmuştu. Keckermann, ölümünden sonra 1611’de basılan Systema geographicum’da –daha sonra Varenius tarafından da ince ince işlenecek olan- geographica generalis ve geographica specialis (genel coğrafya ve özel coğrafya)
arasındaki farka dikkati çekiyordu. Systema’nın birinci ve esas kısmı (163 sayfa) yeryüzünün bölümlerinin küresel ölçekte ölçülmesiyle ilgiliydi. Yerkürenin fiziksel, klimatolojik ve astronomik boyutlarının belirlenmesine, yerkürenin haritalarda ve kürelerde matematiksel sunumuyla ilgili gözlemler de katılmıştı. Keckermann’ın astronomiye olan eğiliminin bir yansıması olan bu yaklaşım özel coğrafyaya pek yer bırakmamıştı –31 sayfalık özel coğrafya kısmı belirli bölgelerin fiziki ve beşeri coğrafyasından oluşuyordu. Ne olursa olsun, Keckermann, coğrafyayı ikiye ayırarak, Batlamyus’un coğrafyayı kozmografyadan ayırmasından beri ilk kez, kendinden sonra gelecek Varenius gibi bilim adamlarının izleyeceği yeni bir terminoloji getirmiş oluyordu. Keckermann yalnızca coğrafyaya katkıda bulunmakla kalmamıştır. Wittenberg’de teoloji ve felsefe eğitimi gördükten sonra Heidelberg’e geçmiş, orada astronomi ve matematikle ilgili çalışmalar yapmıştı. Kısa yaşamında Alman Reformcu Kilisesi’nin liderliğine de yükselmişti; coğrafyanın felsefi kökleri de onun değişen teolojik görüşlerinde yer alıyordu. Coğrafyanın teolojiden kurtulması gerektiği görüşü tamamen Keckermann’ın reformcu din mantığı içine yerleşmişti. Keckermann: “Eğer Tanrı’nın doğaya müdahalesi teolojik açıdan ilginç değilse ya da artık ilginç gelmiyorsa, coğrafya ya da en azından fizyo-coğrafya kolu, kendisini teolojiden kurtarmalıdır. Artık onun teolojinin hizmetinde olması gerekli değildir... ama kendi sistemini teolojiden bağımsız özgür kriterler temeline inşa edebilir ve kendi araştırma amaçlarına göre kendi düzenini kurabilir” diye düşünüyordu. Benzer gelişmeler İngiltere’de de meydana gelmişti. Aslında, Alman coğrafyası içinde Keckermann’ın doğal varisi Bernhard Varen (Latince’de “Bernardus Varenius”; 1622-1650) olmuştur. 1650’de yayınlanan Geographia Generalis (tam adı: Geographia generalis in qua affectionnes generalis tellures explicantur)1 adlı eseri, Keckermann’ın coğrafya kelime haznesine yaptığı gerçek terminolojik katkıların ifadesini bulduğu yer olmuştur. 17nci yüzyıl başları Francis Bacon, Galileo Galilei ve René Descartes gibi yeni bir deneysel ve rasyonel bilim ortamı yaratacak yazarların ortaya çıkışına tanık olmuştu; Varenius’un çalışması da coğrafyanın bu gelişmelerle bağlantısını kuran ve ondokuzuncu yüzyılda kurumlaşmış, ayrı bir bilim dalı halini almasına yavaş geçişi sağlayan ilk gerçek çabaydı. 2.1. VARENİUS: “GENEL VE ÖZEL COĞRAFYA” Bernhard Varenius, 1622’de Almanya’da Hamburg yakınlarında doğmuştu. Matematik eğitimi almış ve Otuz Yıl Savaşları nedeniyle mülteci olarak geldiği Hollanda’da Amsterdam’a yerleşmişti. Leiden Üniversitesi’nde tıp okumuş, ama, Vidal de la Blache’a göre “gönlünü coğrafyaya kaptırmıştı”. O sıralar bulunduğu ortam da çok verimliydi: İngilizlerin Çin’e daha kolay varacak kuzeybatı2 yönünde bir geçit elde etme girişimlerinden vazgeçmelerinden beri, Hollanda, van Diemen ve Tasman gibi denizciler sayesinde büyük deniz yolculuklarını hâlâ sürdüren tek Avrupa ülkesi olarak kalmıştı –Varenius bu denizcilerden uzak yerlerle ilgili bilgiler alıyordu. Daha sonraları, yüzyılı aşkın bir süre için, coğrafya biliminin merkezi halini alacak olan Paris’te bile o sıralar henüz ne Bilimler Akademisi ne de Gözlemevi vardı; edinilen yeni bilgilerin hepsi Amsterdam’a akıyordu ve Varenius’un kitabını denizcilerden edinilmiş kesin gözlemler besliyordu. Bütün eseri boyunca dünya olguları arasındaki karşılıklı bağıntıyı Varenius’un yüksek bir kavrayış gücüyle ele aldığı görülür: “Okyanusun bir bölümü hareket etti mi, bütün okyanus hareket eder” (quum pars oceani movetur, totus movetur) deyişi bütün olgulara uygulanabilecek bir formül halindedir. Modern coğrafya, başka birçoklarına olduğu gibi, Kish’e (1978) göre de “Bernardus Varenius ile başlar”. Varenius kısa yaşamında coğrafyayı teoloji ile bağlantılı olduğu görüşünden ayırmış ve yalnızca dünyayla ilgili olarak tanımlayarak, onu gök cisimlerinin astronomik incelenmesinden açıkça ayrı tutmuştu; ve “temel birlik” fikrini bütün toprak olguları arasındaki bir dizi sıkı bağların meydana getirdiği tek bir yerküre sistemiyle açıklamaya çalışmıştı. Böylece Varenius’un bize bıraktığı mükemmel sınıflandırma, büyük bir olasılıkla, daha sonraki çalışmaları 1
Bu kitap, Köprülü Hâfız Ahmed Paşa’nın girişimleriyle, o zamanlar Belgrad’da ikinci tercüman olan Osman b. Abd al-Mannân tarafından Almanca’dan Türkçe’ye çevrilmişti (Akyol 1951). 2 3. Dersdeki 3 numaralı dipnota bakınız.
için bir plandı ama ilk önce tüm dünyayla ilgili genel, ikinci olarak belirli ülkelerle ilgili özel, üçüncü olarak ülkelerin içindeki daha küçük alanlarla ilgilenen korografik ve son olarak da topografik ya da yerel düzeylerde bakıyordu olaylara. Coğrafya, yalnızca tüm dünyayla değil, her bir yerle de ayrı ayrı ilgiliydi. Varenius, genç yaştaki ölümünden az önce yazdığı ünlü kitabı Geographia generalis’de (1650) coğrafyada halen süregelen iki yaklaşımın temellerini atmıştır. Ona göre “Coğrafya çifttir”; bunlardan birisi onun “özel coğrafya” dediği yaklaşımdı ve bu yaklaşım, bir yerin on kategori halinde tasviri ve incelemesini içeriyordu. Ancak bu incelemede üç alt bölüm ayırıyordu: (1)Ülkenin (ya da bölgenin) konumu, sınırları, fiziksel özellikleri ve doğal ürünlerinin ele alındığı “arazi özellikleri” (nempe Terrestria); (2)gökyüzü ve atmosferle ilgili özellikleri (nempe Caelentia); ve (3)insanla ilgili özellikleri (nempe Humana). Zamanının eğilimlerine uygun olarak, Varenius, incelemelerine astrolojiyi de katıyor ve coğrafyayla sıkı ilişkisini vurguluyordu. Varenius’un “özel coğrafya” (Speciali Geographia) dediği yaklaşım, günümüzde, herhangi bir yerin analizinin yapılması anlamında bölgesel coğrafya olarak anılmaktadır. Varenius, coğrafyayı bir bilim olarak geliştirmek istiyordu ve bu yüzden de genel ilkeleri -ya da teorilerikonu içine sokmanın görevi olduğunu düşünüyordu. Böylece, “günümüze kadar neredeyse hiç mi hiç önemsenmemiştir” dediği ikinci yaklaşımını “genel coğrafya“ (Geographia generalis) olarak adlandırıyor ve bütün yerlere uygulanabilecek evrensel kurallar ya da ilkelerin bir tartışmasını yapıyordu. Varenius’un “genel coğrafya” olarak andığı bu yaklaşıma da günümüzde konusal ya da sistematik coğrafya dendiğini ve tek tek coğrafyacıların bu yaklaşımla birbirinden çok farklı çeşitli konular üzerinde yoğunlaştıklarını biliyoruz. Bölgesel ve sistematik coğrafya birbirini tamamlayıcıdır; bir bölgesel çalışma ele alınan bölgedeki bütün konuları kapsarken, konusal inceleme belirli bir konunun bölgelere göre nasıl farklılaştığını ele alır. Bu bakımdan, Varenius’un sözünü ettiği ikiliğin, Vidal’in de belirttiği gibi, yalnızca görünürde olduğu söylenebilir; ama o zamana gelinceye kadar hiç kimse bilimsel coğrafya sorununu bu derece açıklıkla ortaya koymamıştı. Daha önce de belirtildiği gibi, Varenius, evrensel kurallar ve küresel farklılıklarla ilgili olarak ortaya koyduğu fikirlerinde özel ve genel coğrafya terimlerini kullanırken 1603’de Danzig’deki konferanslarında bu terimleri ilk kez öne süren Bartholomäus Keckermann’dan etkilenmişti. Varenius’un önemli ve modern coğrafyaya temel oluşturan bir yanı da coğrafyadaki “sınır” sorunundan haberdar olmasıydı: Coğrafya, kısmen, dünyanın ve onun parçalarının durumunu niceliğe -yani şekline, yerine, hareketine- dayanarak, gökyüzündeki görünümler ve benzerleriyle birlikte açıklayan karışık matematiğin bir parçasıdır. Birkaç ülkenin salt tasviri olduğundan, bazılarınca çok dar-sınırlı olarak görülmekte ve bazıları tarafından ise (tersine) böyle bir tasvir kendi siyasal kurumunu da birlikte getireceğinden, çok geniş olarak kabul edilmektedir. Varenius, her ne kadar coğrafyayı bir matematik bilim yapmaya çalışmış, genel yasalar ve ilkelerle (genel coğrafya) ilgilenmişse de, aynı zamanda da özel coğrafyada insanın ve bölgesel tasvirlerin de işin içine katılması gerektiğini kabul etmesi ampirik deneyimlere de dayanılacağı anlamına geliyordu. Geographia Generalis üzerine bir değerlendirme de Varenius’un konu hakkında öne sürdüğü gerekçeler konusunda olacaktır. Varenius’a göre coğrafyanın öğrenilmesi: (1) Değeri yüzünden –yeryüzünde yaşayan ve diğer hayvanların çok ötesinde nedensellikle donanmış insana en yüksek derecede uygun olduğu için– gereklidir. (2) Aynı zamanda hoştur –yeryüzünün sahip olduğu varlıkları ve bölgelerini düşünmek, yorumlamak gerçekten vakit ayırmaya değer bir tazelenme olacaktır.
(3) Olağanüstü yararlılığı ve kullanılabilirliği yüzünden gereklidir; ne teologlar ne tıp adamları ne yargıçlar ne tarihçiler ne de eğitilmiş kişiler engellerle karşılaşmaksızın kendi alanlarında ilerleme isteklerini coğrafya bilgisi olmaksızın başaramayacaklardır. Ancak ömrü tüm planladıklarını ya da projelerini gerçekleştirmeye yetmemiştir. Gerçekten de, kısa ömrü dikkate alındığında Varenius’un coğrafya teorisyenleri arasında seçkin bir yer tutması şaşırtıcıdır. Dikkat edilirse, Strabo’nunkine benzer nedenlerle coğrafyayı savunan Varenius’un ondan farkı –coğrafyayla siyaset adamlığı sanatı arasında kurduğu “akrabalık bağı”na rağmen- tek başına siyasetçiler ve askeri amaçlar için değil, herkes için coğrafyanın önemli olduğunu ileri sürmesidir. 2.2. VARENİUS’TAN SONRA Varenius’un birçok dile çevrilen kitabı Geographia Generalis, 100 yıl boyunca İngiliz öğrenciler için standart bir referans olmuş; hatta Sir Isaac Newton’un (1642-1727) Latince iki baskısını derlemesi, kitabın Cambridge öğrencileri tarafından da kullanıldığını gösterirken, bu iki kitaptan birisi XVII. ve XVIII. yüzyıllarda Harvard öğrencilerine de okutulmuştu. Her ne kadar Varenius’un kendinden sonra gelen coğrafyacıların düşünceleri üzerinde büyük etkisi olmuşsa da, bu etkinin akademik çekirdeğin ötesine uzanıp uzanmadığı da kuşkuludur. Bunların bazıları (örneğin Gunthrie ve Morse’unkiler) büyük paralar kazandırdıysalar da, onsekizinci yüzyılda yazılmış kitapların çoğunda onun tezleri ihmal edilmiş gibidir. Genelde unutulan Varenius’un Batılı coğrafyacıların, özellikle de İngiliz coğrafyacıların dikkatini yeniden çekmesi 1901’de H.R. Mill’in Geographia Generalis’i referans göstermesiyle başlamıştı. Daha sonra, Geographia Generalis’in analizi yanında, yaşamıyla ilgili bazı ayrıntılar da verilmesi Varenius’a daha da çok dikkati çekmişti. Varenius’tan sonraki dikkat çeken coğrafyacılar arasında George Louis Leclerc, yani Comte de Buffon’a açıkça, Varenius geleneğini izlemiştir. Eserlerinde “Doğanın büyük ölçekli incelemesi” adını verdiği şey, tüm söylenenlere rağmen, ayrıntıya karşı duyulan nefret olmayıp, ayrıntının doğru biçimde bütüne bağımlı kılınmasıdır. Buffon, tüm yaşamın Ağrı Dağı’ndan yeniden dağıldığı şeklindeki organik dağılım açıklamasını da reddetmişti. Buffon, böylece “dünyanın yaratılışıyla ilgili eski inançları da reddediyordu; doğayı değiştirmede insanın gücünü vurgulayarak eski çevreciliğe bir alternatif sunuyordu. Buffon’a göre insanın yeryüzünde meydana getirdiği değişimler sökülemez biçimde medeniyet tarihiyle birlikte örülmüştü”. Buffon, biyocoğrafî kalıpları açıklarken tarihsel ve ekolojik nedenlere bakmış, göçler ve iklim faktörlerini kendisine referans almıştı. Bu yüzden de “biyocoğrafyanın babası” deyimini Buffon için kullanmak geniş bir kabul görmüştür. Bilimi dinden, daha başka bir deyişle koyu Hıristiyan anlayışından ayıranlardan birisi de modern jeomorfolojinin kurucu babası James Hutton’dır (1726-1797). Hutton iki ciltlik Theory of the Earth (1795’de yayınlandı) adlı kitabında düşüncelerini ortaya koyarak, yeryüzü şekillerinin İncil’deki seller gibi katastrofik (tufan) olaylar yüzünden değil, sıradan yükselme, aşınma ve biriktirme olayları sonucu meydana geldiğini ileri sürmüştü. Hutton’a göre yerkürenin tarihi, her şeyi bulunduğu durumda tutan sonu gelmez bir dizi döngünün hikâyesiydi. “Dünyanın insan için yaratıldığı”na inanmakla birlikte, yerşekilleriyle ilişkili açıklamaları dünyada meydana gelen olgular açısından alıyordu. O sıralarda mevcut bilgi ve düşünce yapısını ortaya koyarak coğrafyanın durumu –başka devirlerde de olduğu gibi- genel toplumsal ve entelektüel yapıdan ayrı tutulamazdı. Bu bağlamda, onaltı ve onyedinci yüzyıllarda, en azından İngiltere’de, coğrafya, beşeri bakımdan üç çaba içindeydi: Bunların birincisi, akademikti; coğrafya, matematik ve astronomiyle birlikte okutularak üniversite ders programlarının bir parçası haline gelmişti. Gerçekten de, Oxford’daki ilk matematikçilerin pek çoğu uygulamalı astronomi adı altında coğrafi konuları ele alıyorlardı. Böylece de coğrafya modern dönemin ilk başlarından itibaren bilimsel arena içinde yerini almıştı. İkincisi, uygulamaydı; coğrafyacılar sanata yönelmişlerdi; kartografya yetilerini ve alan araştırma becerilerini edinmek ve denizcilik ya da başka nedenlerle matematiksel bazı bilgilere sahip olmak zorundaydılar.
Üçüncüsü ise siyasiydi; coğrafi araştırma dünyanın araştırılması için ve de bu yolla teşvik edilmeye başlanmıştı. Böylece de modern dönemin ilk başlarından itibaren coğrafya ticari kaygılarla sıkı bir şekilde desteklenmiş nasyonalist bir ruh taşımaya başlamıştı. Lesley Cormack’ın (Livingstone 1992) sözcükleriyle: Dünya hakkındaki bilgilerini artırmak ve geliştirmek isteyen coğrafyacılar, böylece, teorik, uygulamacı ve siyasal olmak zorundaydılar. Coğrafyacılar, ne bilim adamı ne de sanatkâr, hatta ne de devlet adamıydılar ama daha çok tüm bu üçünün bir bileşimiydiler. Gerçekten de, onsekizinci yüzyıl öncesinde çok az araştırıcı coğrafyanın konu bakımından genel bilgi alanındaki durumunu, konumunu belirlemek ihtiyacı duymuştu. Coğrafyanın önemini, popüler bir ilgi görmesi ve genel kullanılabilirliği zaten yeteri kadar sağlıyordu. Coğrafyacının ticaret dünyasına ve “devlete hizmet eden biri” olarak görüldüğü bir dönemdeki durumu, Cormack’ı da güçlendirecek şekilde, en iyi bir şekilde, onsekizinci yüzyılda yaşamış ve Göttingen’de profesör olan Johann Michael Franz’ın (1700-1761), 1753’de yayınlanan Der deutsche Stadgeographus adlı kitabındaki coğrafyacı tanımlamasında yer almaktadır: Coğrafyacı olmak, bir sürü görevi içine alan büyük bir sorumluluk, bir tür meydan okumaydı. Böyle bir coğrafyacı matematik, tarih ve doğal bilimlerden haberdar olmak, ülke topraklarını inceleyebilecek ve sınırları çizebilecek niteliklerle donanmak zorundaydı. Devletin şehirleri, kasabaları ve köylerinin tam bir tasvirini yapabilecek ve toprak korunma ve kullanımı hakkında önerilerde bulunabilecek yeterlikte olacaktı. İletişim de onun ilgi alanı içine girmeliydi; gezginlere ve posta hizmetlerine haritaları ancak o sağlayabilirdi. Devleti yönetenlere ve kütüphanelere kitap, harita ve benzerlerini, yeni keşiflerle ilgili kayıtlarla birlikte sunması; tahtın varislerini coğrafyada eğitirken, gerek asiller gerekse başkaları için okul kitapları da hazırlaması gerekirdi. Savaş zamanı tabii ki askeri coğrafyacı olacaktı; diğer zamanlarda ise kendi topraklarında yolculuk etmesi ya da hükümdarın yabancı ülkelere yaptığı yolculuklara katılması gerekecek; yolculuk için bir de defter tutacaktı. Eğer gerçekten daha önce bütün bu işlerden tükenmemişse, çok büyük bir olasılıkla da devletin bir yolcu arabası içinde ölecekti (Jäkel 1981). Onsekizinci yüzyıl başlarında coğrafyayı yalnızca ticaret ve devletin hizmetinde ya da “tarihin beslemesi” olmaktan kurtarıp, bilgi alanının bir tamamlayıcısı haline getirmek isteyenlerin sayısı da iyice artıyordu. Coğrafya artık tarihin bir parçası olarak ele alınmayacak ama onunla eşgüdümlü, ona benzeyen ve kıyaslanabilir bir konu halinde değerlendirilecekti. J.M.Franz da bu görüşte onlardan biriydi ve 1747’de tarihle coğrafyayı kıyaslamıştı; bunun yanında, arkadaşlarıyla birlikte coğrafya-astronomi ilişkisi üzerinde de durmuşlardı. Franz, aslında, bir coğrafyacının “ikinci el bilgileri temin eden birisi’ değil ama ‘toplumun çok daha yararlı ve ihtiyaç duyulan bir üyesi olması gerektiği” görüşündeydi ve belki de “uygulamalı coğrafyacı” –bu terimi kullanmaksızın- tanımını ilk yapan kişiydi de. Franz, Almanya’daki ilk coğrafya derneğini, die Cosmographische Gesellschaft’ı kurarak, coğrafyanın kurumlaşmasına da katkıda bulunmuştu. Coğrafyadaki teorik soruların bir kısmı bilimsel gelişmelerle yanıtlansa da, bunlara en büyük itici gücü sağlayanlar, coğrafyanın gelişme tarihiyle de paralel giden ve bu dönemde de süregelen çeşitli bilimsel keşif seyahatleri olmuştur. ÖRNEK SORULAR: 1-Onaltıncı yüzyıl boyunca Avrupa’da egemen olan teolojik görüşlerin coğrafyadaki ağırlığını göz ardı etmek olanaksızdır. Ancak Reform çağıyla birlikte coğrafyada da reform yapmak ve hiç değilse kısmen klâsik ve dinsel otoritelere dayanmaktan vazgeçmek ve kişisel gözlemleri tanıtmak yolunda kimler büyük görev üstlenmişlerdi? a-Rus asilleri b-Fransız düşünürler c-Alman hümanistler d-İspanyol kaşifler
e-Portekizli kaşifler (Cevap c) 2- Bilimi dinden, daha başka bir deyişle koyu Hıristiyan anlayışından ayıranlardan birisi de modern jeomorfolojinin kurucu babası olan bilim adamı kimdir? a- Lesley Cormack b- W.Zimmerman c- J.Simmler d- M.Franz e- James Hutton (Cevap e)
7.Hafta e-Ders Kitap Bölümü
7. HAFTA ÖZET: Bu derste coğrafyanın bir akademik bilim dalı olarak nasıl ortaya çıktığı ele alınırken, Aydınlanma Çağı’nda coğrafyanın durumu, İkinci Keşifler Çağı’nda dünyanın daha çok tanınması ve filozof-coğrafyacı Kant üzerinde durulacaktır.
BÖLÜM 2: COĞRAFYANIN AKADEMİK BİR BİLİM DALI OLARAK ORTAYA ÇIKIŞI (devam)
2.3. AYDINLANMA ÇAĞINDA COĞRAFYA: BİLİMSEL KEŞİF SEYAHATLERİNİN BAŞLAMASI “Yerkürenin onyedinci yüzyıl boyunca Avrupalılaşmasının sonucu olarak her tür insan seyahat virüsüne yakalanmıştı” diyen Livingstone (1992), onyedinci yüzyıl sonu-onsekizinci yüzyıl başı coğrafyasının belki de en açık bir şekilde coğrafyacı olmayan tek bir kişinin çalışmalarında yansıdığını ileri sürer: İngiliz fizik ve kimyasının kurucu babası Robert Boyle (1627-1691). Gerçekten de daha 12 yaşındayken ünlü “Büyük Tur”lardan -Grand Tour of Europe- birisine katılan Boyle yaşamının sonuna kadar bu yolculukla birlikte yaşamıştır. Boyle, bir bölgenin doğal tarih envanterini çıkarabilmek için, Uzak Doğu, Türkiye, Gine ve Yeni Dünya’ya yolculuk yapacaklara belirli öğütler de sıralayarak, rehber niteliğinde bilgileri vermeyi kendine görev edinmişti. Fiziksel çevrenin çeşitli özellikleri yanında, Boyle, yerel halklar ve gelenekleriyle ilgili etnografik verilerin de toplanması gerektiğinde ısrarlıydı. Sonunda, ölümünden yıllar sonra ortaya çıkan çalışması (1692’de) General Heads for the Natural History of a Country, Great or Small adını taşıyordu. Boyle, seyahat, doğal tarih ve bölgesel coğrafya arasındaki sıkı bağları, sömürgeci yayılma amaçlı toplanan bilgilerin birikiminden de yararlanarak, kurmuştu. Kendisi de zaten, Hindistan’ın sömürgeleştirilmesinin temelini oluşturan East India Trading Company’nin 1677’ye kadar direktörlüğünü yapmıştı. Boyle’un bölgesel incelemeler âlemine çekilmesinin coğrafyanın denizcilikle uzun dönemli bağlantısını güçlendirmesine yardımcı olduğu söylenirse, onun mekânik felsefesinin de aynı katkıyı yaptığı söylenebilir. Boyle’a göre bilimin öznesi doğa yasasına matematik açıklama getirmek ve böylece doğa düzeni hakkında mekânik bir kavram geliştirmekti. Uzun dönemler boyunca üniversitelerde coğrafyanın astronomi ve matematikle sıkı bir ilişki içinde okutulmuş olması –en azından coğrafi geleneğin bir kısmı için geçerli olarak“yerküre matematiği” denilebilecek kesin bilgilerin araştırılmasını içine alıyordu. Bu, matematik ve teknik yeterliliğe büyük ölçüde bağlı olan denizciler ve kartograflar için kısa sürede uygulamalı sonuçlar doğurmuştu. Buradan da, coğrafyanın matematikle bağlantısının kendisi için de hem entelektüel hem de uygulamalı sonuçlar ortaya çıkardığı söylenebilir: Üniversite programlarında ilk bilimsel eğitim sırasında coğrafi bilgi hep ön saflarda tutulurken, aynı zamanda da tüccar sınıfının ticari kaygılarına da cevap veriliyordu. Sonuç olarak, Robert Boyle adı coğrafyada çok önceden başlamış hâlâ süregelen ilişkileri, yani keşif seyahatlerini ve matematiksel uygulamaları hatırlamamıza yardımcı olmaktadır. Masabaşı kültür ve çevre filozoflarının toplumsal teorileri yaşam damarlarını onsekizinci yüzyıl boyunca mantar gibi çoğalan bilimsel keşif seyahatlerine borçludurlar. Daha önceleri bu tür seyahatler yeni yerlerin bulunması, bunlardan ticari ya da emperyal amaçlı yararlanma, çoğu kez de dini yayma gibi amaçlar taşırken, Aydınlanma çağında, bunlara ek olarak, bir de daha büyük bir merak taşıyan “bilimsel” amaçlı geziler eklenmişti. Doğal olarak, bunları tek başına “bilim adına yapılan” geziler olarak nitelemek mümkün değildir; jeopolitik güç adına coğrafi bilgilerin toplanması belki de en önemli amaçtı, ama bu yolculuklar eskilere göre daha geniş kapsamlıydı ve bilimsel amaçlı bilgi toplanmasında daha bilinçlenmiş olunması da doğa bilimcilerle denizcileri birbirlerine daha çok yaklaştırmıştı. Yeni analiz tekniklerinin, yeni gözlem araçlarının geliştirilmesi, yeni bir araştırmacı türünün ortaya çıkması ve yeni örgütlenme türlerinin bulunması, bu çağın “İkinci Keşifler Çağı” olarak anılmasını haklı kılıyordu. Bilimsel seyahatlerin büyümesinin doğal sonucunun coğrafya geleneği üzerinde etkileri derin ve çeşitli derecelerde olmuştur. Bu yolculuklardan bazıları ise küresel etkileriyle, mantıksal ve enformasyon açısından başarılarıyla ve de daha sonraki coğrafi etkileriyle diğerlerinden çok daha öne çıkar ki bunların en önemlilerinden birisi de Kaptan James Cook’un bilimsel keşif gezileridir. 2.3.1. “İkinci Keşifler Çağı”: Bilimsel seyahatler Yeryüzü denizleri üzerindeki vur-kaç maceracı yolculuklardan planlı, baştan sona yönlendirilmiş ve yöne-
tilmiş keşif yolculuklarına geçiş Kaptan James Cook (1728-1779) sayesinde başarılmıştır. Daha baştan itibaren Cook, mürettebatının yalnızca bilimsel bakımdan eğitilmiş görevlilerden değil, aynı zamanda manzara ressamları, doğa tarihi yazarları, profesyonel astronomlar, cerrahlar ve doğa bilimcilerden oluşmasını sağlamıştı. Doğal olarak, Cook kendinden önceki bazı denizcileri örnek almıştı ama bilimsel yolculukların bir gelenek haline getirilmesi Cook’un 1768-1780 arasındaki üç araştırma gezisi sayesinde kök salmaya başlamıştır. Bir çiftçi ailenin çocuğu olan Cook onüç yaşında gemici olmaya karar vermişti. Bir yandan doklarda çalışırken, bir yandan da matematik öğrenmeye çabalıyordu. 1755’de Fransa’yla İngiltere arasında patlak veren savaş sırasında Cook kendisini Eagle adlı ünlü gemide bulacak ve bu onun yaşamının dönüm noktası olacaktı. Geminin kaptanı Sir Hugh Palliser, Cook’un kendi kendine edindiği coğrafya, matematik ve astronomi bilgisinden çok etkilenmiş ve daha sonra valisi olacağı Newfoundland’de dört yıl sürecek araştırmaları sırasında Cook’u da yanına almıştı. Bu yolculukla Royal Society’nin dikkatini çeken Cook, dernek tarafından 1768’de Güney Pasifik’te astronomik araştırmalar yapmak üzere görevlendirilmişti ki bu gezi daha sonra Cook’un ilk yolculuğu olarak anılacaktı. Endeavour adlı gemiyle Venüs’ün doğru biçimde gözlendiği, Avustralya’nın güneydoğu kıyısının ve kanguruların keşfedildiği, yerli halkların etno-coğrafi incelemesinin yapıldığı, Yeni Zelanda kıyılarının haritalandığı bu yolculuktan, binlerce bitki, alkol içinde korunmuş beşyüz balık, beşyüz kuş derisi, yüzlerce maden örneğinden oluşan büyük bir yükle İngiltere’ye büyük bir başarı sağlanmış olarak dönüldü. Başarı aynı zamanda doğal bilimlerde yapılan bir atılımla da sağlanıyordu. Gemideki doğa bilimci Joseph Banks (17431820), o zamanlar daha 25 yaşında bile olmadığı halde, bitkilerin toplanması, değerlendirilmesi, adlandırılması ve sağladığı bilgi birikimi yoluyla bilimsel ilerlemeye yaptığı müthiş bir katkıyla Royal Society’nin başkanlığına da adımını atıyordu. Ama Banks’in coğrafya tarihinin akışına da bağımsız olarak katkısı sürekli ve büyük olmuştu. Londra’da Soho’daki evinden coğrafi araştırmaları desteklemiş, Royal Geographical Society’nin kurulmasına götürecek Afrika Derneği’nin kurucu üyesi olmuş; büyük gezgin Mungo Park’ın Afrika yolculuklarını paraca desteklemiş, Avustralya’nın gelişmesi ve tanınması için yapılan araştırmalara da büyük destek vermişti. İkinci yolculuğunda (1772-1775) iki gemiyle –Resolution ve Adventure- yola çıkan Cook’un yanında, bu kez Banks yerine, daha sonra değinilecek olan iki ünlü başka ad, Johann Reinhold Forster ile oğlu Johann Georg Adam Forster bulunuyordu. Tahiti, Friendly Islands, Yeni Zelanda, Paskalya Adası ziyaret edildi ve Cape Town üzerinden geri dönüldü. Bu kez botanik yerine zoolojiye önem verilmişti ama baba Forster antropolojik konularla ilgilenmeyi ihmal etmemişti; Cook da sözcükleri, mitolojik hikayeleri ve müzik gelenekleriyle ilgili bilgileri toplamış, aynı zamanda adaların nüfus istatistiklerini incelemiş ve göç kalıpları üzerinde durmuştu. Cook’un bilimsel başarılarını örtmemekle birlikte, aslında Britanya Krallığı’nın gizli emirleriyle denizlere açıldığı bilinmektedir. En önemli görevi de yerkürenin en dip tarafında Britanya imparatorluk gücünü yerleştirmekti ve bu emperyal arzunun gerçekleştirilmesinde de yardımcı olacak birinci derecedeki olgu bilimdi. Bu, aslında yalnızca Cook için geçerli bir durum da değildi; bilim ve emperyalizm evliliği o zamanlar çok sık ve her yerde rastlanan bir durumdu. Örneğin, Fransız Bilimler Akademisi tarafından desteklenen JeanFrançois de la Pérouse 1785-1788 arasında, Boussole ve Astrolabe adlı gemilerin kumandanı olarak geniş bir doğa tarihi envanteri yapmak üzere yola çıkmıştı (Avustralya’ya ilk İngiliz filosundan bir hafta sonra geldiği için bu kıta Fransızlara değil İngilizlere ait oldu) ama yolculuğunun amacı, aslında, Kuzey Amerika’daki kürk ticaret noktalarını Hudson Bay Company’ye kaptırmış olan Fransa’nın emperyal ilgi alanlarını genişletmek ya da yenilerini bulmaktı. Gerçekten de, Fransızların Mısır (1798-1801) ve Cezayir’e (1839-1842) yolculukları da bu amacı taşıyordu. Bu dönemin coğrafi uygulamaları teknolojide ve savaş lojistiğinde de yansımasını bulmuştu ve Napolyon döneminde yerkürenin kesin özellikleri ve insan kaynaklarıyla ilgili bilgiler, askeri amaçlarla, o zaman konulan adla, eğitimli mühendis-coğrafyacılar (ingénieurs-géographes) tarafından sağlanıyordu (Godlewska 1989). Bu askeri coğrafyacılar her yıl binlerce harita, yüzlerce rapor, düzinelerce atlas üretiyorlardı. Yerkürenin tanınması için toplanan coğrafi olgular yanında, yerkürenin sanatsal bir şekilde düzlem üzerinde sunumu da gelişmelerden uzak kalamazdı. Keşifler ve icatlar çağının ikincisi olarak da kabul edilen onbeş-onsekizinci yüzyıllar arasındaki gelişmeler yeryüzünün yeni bulunan yerleriyle ilgili olarak yeni bakış açıları da getirmişti. Bulunan yerlerin haritalanma ve resme geçirilmesine dayanan bu gelişmeler bazı kâşifler
tarafından daha da çok benimsendi. Örneğin Kaptan James Cook her üç gezisinde de profesyonel eğitim görmüş sanatçıları yanına alan, bu konuda hemen hemen ilk kâşifti. Bazılarına göre Cook’un bu hareketiyle “Güney Pasifik’e Avrupai bakış açısı da doğmuş oluyor”du. Keşif yolculuklarına katılan botanikçi, jeolog, zoolog ve etnograflar için görülenleri resimleme büyük önem taşıdığından, grafik deneyimi ya da becerisi olanlara talep duyuluyordu. Örneğin, coğrafya biliminde sanatın kullanımına yaşamının büyük kısmını ayıran ünlü botanikçi Joseph Banks, egzotik bitkilerin bilimsel amaçlı resimlendirilmesine karşı coşkulu bir ilgi duyuyordu ve daha Cook ile yolculuklarından önce büyük bir olasılıkla bir peysaj ressamını, Alexander Buchan’ı ve doğa tarihçisi sanatçı Sydney Parkinson’u da ekipte gidecekler listesine ekletmişti. Bunların çalışmalarının amacı tekdüzeliği değil, doğanın coğrafi çeşitliliğini ortaya koymaktı. Harita yapımı da teknik gelişmelere uğruyor ve gittikçe daha çok ulus haritalamaya katkıda bulunuyordu. Ama söz konusu dönemde özellikle en büyük katkıyı Almanlar yaparken, onsekizinci yüzyıl kartografyasındaki ilerlemelerde ise en büyük pay Fransa’ya aittir. Onsekizinci yüzyılın ikinci yarısında, coğrafi uygulama ve teoride Varenius’tan sonraki ikinci bir atılım da Almanya’da ortaya çıktı: Uygulamalı düzeydeki katkıyı Göttingen’de felsefe profesörü olan Anton Friedrich Büsching (1724-1793) yapıyor ve bu bağlamda “yeryüzünün korografik ve topografik en doğru tasvirini arama çabaları”yla Neue Erdbeschreibung’u (Yeni Dünya Tasviri), 1754-1792 tarihleri arasında on bir cilt halinde yayınlıyordu –bu eserdeki bölgesel tasvirlere ilk kez nüfus yoğunluğuyla ilgili istatistiklerin de katılmasıyla eser ayrı bir önem kazanıyordu. Her ne kadar yeryüzünün biçimlenmesinde yüce gücün etkisi doğal teoloji yoluyla Büsching’de de süregeliyorduysa da, Büsching’e göre coğrafyanın varoluş nedeni, yeryüzünün her tarafında bölgesel farklılıkların ne şekilde meydana geldiğinin, bölgelerin siyasal kurumlarının, ticari ilişkilerinin, yerleşme tarihinin ve ulusal kimliklerinin araştırılmasında yatıyordu. İlk elden deneyimleri vurguluyor, gezginlerin sözlerini masabaşı bilim adamlarınınkine tercih ediyordu. En yeni istatistiksel teknikleri de coğrafyaya Büsching sokmuştu. Büsching ile başlayan bu yeni dönem gelecek 150 yılda coğrafyanın büyük ölçüde bir Alman bilimi olacağına da işaret ediyordu. Ama daha da önemli olan katkı teorik düzeyde geldi: Alman filozofu Immanuel Kant’ın çalışmalarıyla meydana gelen bu katkı coğrafyanın gelecekteki gelişmesi üzerinde çok daha etkili olacaktı. 3.2. Immanuel KANT ve “Physische Geographie” Dünyanın tasarımıyla ilgili tartışmalara en büyük entelektüel meydan okuma Prusyalı filozof Immanuel Kant’dan (1724-1804) gelmiştir. Bazı araştırıcılara göre onsekizinci yüzyıl coğrafyasının son adı olan Kant, bilindiği gibi, onsekizinci yüzyılda İngiltere’de John Locke’un başlattığı, George Berkeley’in ve David Hume’un da gelişmesine katkıda bulundukları Aydınlanma felsefesine inanması nedeniyle “Aydınlanmacı filozof” olarak ün yapmıştır. “Aydınlanma”, Kant’a göre “insanın aklını kendisinin kullanmaya başlamasıdır”. Coğrafyacı kimliği ise Königsberg Üniversitesi’nde 1756-1796 yılları arasında bir dizi fizik coğrafya dersleri vermesinden gelmektedir. Kant’ı kendisine inceleme konusu yapan May (1970), onu, “Batı düşünce yaşamında coğrafyayla ilgilenen bir profesyonel felsefeciye muhteşem bir örnek” olarak nitelemiştir. Kant coğrafya derslerini 40 yılı aşkın bir süre felsefeyle birlikte vermiş ve kendi ifadesiyle, felsefeden sıyrılıp, dinlenme amacıyla coğrafi çalışmaları okuduğunu belirtmişse de, coğrafyayla derinlemesine ilgilenmiştir. Hakkında yazanlara göre, tüm üniversite öğretim yaşamı boyunca coğrafya üzerine bir dizi açılış dersi vermekten alıkoyamamıştır kendisini –“okumadığı ve zihnine kazımadığı kesinlikle tek bir seyahat kitabı da kalmamıştır”. Modern çağ coğrafyacıları arasında Kant ile ayrıntılı bir şekilde ilk ilgilenen Richard Hartshorne (1939) olmuştur. Hartshorne, Physische Geographie’nin artık yalnızca bir antika değeri olsa da, coğrafyanın yapısıyla ilgili Kant’ın ortaya koyduğu kavramların hâlâ büyük önem taşıdığını ve Kant’ın coğrafyanın tarihi içindeki rolünün çok önemli olduğunu düşünüyordu. Kant, kendinden önceki Comte de Buffon gibi, coğrafyayı teolojiden ayırıp çıkarmıştır ki bu da Hartshorne’a göre “bilim dalımıza yaptığı belki de en büyük hizmet olmuştur”. Ona göre, dağlar doğa yasalarına göre oluşmuştur ve coğrafyacının görevi de, yüce gücün rolü üzerine spekülasyonlar yapmaktan çok, bu oluşumları açığa çıkarmaya çalışmaktır. Aynı şey, gelgitin, nehir yataklarının, bitki ve hayvanların dağılışı, organizmalar ile çevreleri arasındaki ilişkiler için de geçerlidir; burada Tanrı’nın gücünü aramak gereksizdir. Doğal olarak, bu, teolojik düşüncenin yararlı bir araç olmadığı anlamına gelmeyecektir; ama daha çok, aşağıda değineceğimiz, iç dünyalar için geçerlidir.
Kant’ın coğrafyaya bu kadar büyük ilgisinin nedeni onun coğrafyası ile felsefesi arasındaki bağlantılar araştırılarak açığa çıkarılabilir. Kant, aynı zamanda eleştirisel felsefenin de kurucusu sayılır; üç önemli kitabına da zaten eleştiri (kritik) başlıklarını vermiştir: Birincisi 1781’de yayınlanan Critique of Pure Reason-Salt Aklın Eleştirisi’dir; diğerleri ise Critique of Practical Reason (1788) ve Critique of Judgement (1790)’dır. Bunlar sayesinde XIX. yüzyıl Alman idealizminin kurucu babası haline gelmiştir. Coğrafi düşünceleri, hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın, bütünüyle onun felsefi sisteminden etkilenmiştir. Bu etki, özellikle coğrafi mekân konusundaki fikirleri üzerinde daha güçlü olmuştur. Kant, coğrafi mekânın bireylerin dünyayla ilgili deneyimlerinin eşgüdümünde zihinsel bir çerçeve görevi gördüğünü ileri sürer. Bu bakımdan da coğrafyacıların daha yakın sayılabilecek zamanda benimsedikleri algı ya da zihin haritaları nosyonunu çok önceden karşılamıştır. Kant, dünya hakkındaki bilgileri kullanılır kılmanın, yeryüzünün kendi yakın çevremizin ötesinde kalan kesimleri hakkında bazı kavramlara sahip olunmadıkça mümkün olamayacağını da özellikle vurgulamıştır. Kant, 1755’de yaşadığı şehir Königsberg’de üniversitede ders verme lisansını almıştı. O zamanlar Alman üniversitelerinde egemen olan “serbest girişim” sistemine göre bir maaş alamayacaktı, ama öğrenciler özel olarak ücret ödeyecekleri için, derslerinin reklâmını yapmasına izin verilmişti. Teoloji, hukuk ya da tıp dışında tüm konuları kapsayan Felsefe Fakültesi’nde yaşamını kazanmak için geniş bir alana sahip bulunuyordu. İlk yarıyılı olan Kış Yarıyılında matematik ve fizik konularında dersler verdi, sonra bunlara mantık ve metafiziği ekledi. Fiziki coğrafya üzerine dersleri 1757’de başladı ve 1770’de profesör olmasının ardından artık doğal yasalar, ahlâk, antropoloji, doğal teoloji ve pedagoji de onun ders programına eklenmişti. Bu kadar çok ders okutmasının nedeninin ekonomik zorunluluktan kaynaklandığı sanılmakla birlikte, bunun ancak bir dereceye kadar doğru olabileceği, çünkü Kant’ın olağanüstü geniş entelektüel zevkleri olduğu ve ilgi alanlarının gerçekten de hemen hemen tüm konuları kapsadığı belirtilir. En olgun çağında bile Kant’ın okuma tercihleri antropoloji, coğrafya, fizik ve matematik bilim alanlarının bileşiminden oluşuyordu; hatta Kant’ın öğrencileri onu bir filozof olmaktan çok, hep matematik, fizik ve fiziki coğrafya hocası olarak anmışlardı. Dershanelere sığmayan kalabalık dinleyicileri üzerinde “en sevdiği konular olan coğrafya ve antropoloji derslerini her tür insana her şekilde anlatarak, belki de bu yolla, zamanının insanları üzerinde en yararlı ve en güçlü etkiyi kazanmıştı” (Richards 1974). Çok düzenli bir yaşamı olduğu ve Königsberg’den daha uzağa hiçbir zaman gitmediği için bir “masabaşı coğrafyacısı” olarak nitelenen Kant, ders notlarını daha önceki ve çağdaşı olan coğrafi çalışmalar ile seyahat kitaplarına dayanarak, bunları çok iyi kullanarak hazırlamıştı. Kant’ın coğrafyacılar arasında yarattığı ilgi onun yazdığı coğrafyasıyla değil, coğrafi bilginin doğası hakkında yazdıklarıyla olmuştur. Aslında, Kant, coğrafyanın bir bilgi bütünlüğü sağlayacağı, insanların dünyaya uyum sağlamalarını kolaylaştıracağı fikrini ileri sürerken Varenius ile benzer noktaları vurgulayarak, coğrafyanın hoş ve dinlenme sağlayan kullanılabilirliği üzerinde de duruyordu. Akademik yaşamı boyunca, Kant, coğrafyadaki derslerine eşlik etmek üzere çok kısa özetler yazması yanında, bazı coğrafya ve jeofizik konuları üzerine de birkaç deneme hazırlamıştı. Kant’ın coğrafya derslerinin genel bir özeti ise 1757’de Fiziki Coğrafya Derslerinin Çerçevesi ve İçeriği şeklinde yayınlanmıştı. Kant aslında ders notlarını kendisi hiçbir zaman bastırma girişiminde bulunmamış; ama derslerinin çok tutulması öğrencilerin bunları yayma arzusunu arttırmıştı. Kant’ın kendi elinde bulunan ders notlarından bir kitap hazırlanarak yayınlanması ise, ölümünden iki yıl önce, 1802’de Physische Geographie-Fiziki Coğrafya adı altında gerçekleşir. Kant bu kitabın kontrolünü yapmaktan kaçınmış ve ancak marjinal küçük düzeltmeler yapmıştı. 1757’de basılan ders notlarında Kant dünyaya üç şekilde bakıyordu: Şekliyle ilintili olarak matematik yönde, halklar ve yönetim tarzlarıyla ilgili olarak siyasal doktrinle ve yeryüzünün doğal koşulları ve neler içerdiğiyle ilgili olarak da fiziksel coğrafya açısından –insanları da fiziksel coğrafya ve siyasal doktrin kapsamına sokuyordu. Ama 1802’de yayınlanan Physische Geographie’de (daha önce Varenius için de bir sorun olan) bu durumu fiziksel coğrafyayı dış duyular, insanı da iç duyular içinde tutarak çözümlüyordu. Bu iki tür duyu yoluyla elde edilen algılar insanın dünyaya ilişkin tüm ampirik bilgisini sağlıyordu. Dünya iç duyular aracılığıyla algılandığında Ruh, yani ‘insan’dır (yani kendisidir); dış duyular yoluyla algılandığında ise Doğa’dır. Antropoloji (Kant, bu terimi modern deyişle psikoloji anlamında kullanır) ruhu ya da insanı inceler. Bu yüz-
den de dünyaya ilişkin bilgilerin ilk bölümü fiziki coğrafyadır. Ona göre deneyimlerimizin bir yığışım olmaktan çıkıp, sistemli bir biçimde örgütlenmesi gereklidir. Kant’a göre dünya hakkında bilgi edinme dünyayı yalnızca “görmek”ten fazla şey gerektirir. Yaptığı gezilerden yararlanmayı isteyen kişi, gezisini önceden planlamış olmalıdır (işte Kant’ın bu fikriyle günümüzün bilgilenme ya da zihin haritaları arasında bir bağ kurulmaktadır). Yoksa dış duyularla dünyayı yalnızca gözlemesi yetmez. Geziler yoluyla insan dış dünyaya ilişkin bilgisini genişletebilir ama eğitim yoluyla hazırlanmamışsa, bu gezilerin büyük bir yararı olmaz. Öte yandan, her kişinin deneyimi hem zaman hem de mekân bakımından sınırlı olduğu için, insan kişisel deneyimini başkalarının deneyimi ile tamamlamalıdır: Galiba kendimizle kendi deneyimlerimiz yoluyla ilgilenmek zorundayız ama bu her şeyi ayırt edebilmemize yetmez, çünkü insan çok kısa bir zaman devresi boyunca yaşamakta ve bu yüzden de kendisi için çok az deneyim geçirebilmektedir. Bununla birlikte, mekânla bağlantılı olarak, seyahat etse bile, kendisi için çok gözlem yapmak ve çok şey algılamak durumunda değildir. Bu yüzden de başkalarının deneyimlerinden de yararlanmamız gerekir” (Physische Geographie, GS IX,159, 1802). Sözü edilen deneyimler iki türlüdür; ya bir anlatım ya da tasvirdir. Bunların ilki Tarih, ikincisi ise Coğrafyadır. Kant’ın fiziki coğrafya kitabının iki yayını arasındaki bir başka farklılık da tarihle kurduğu ilişkiye bakış açısında meydana gelen farklılıktı: Birinci yayında coğrafyayı tarihin bir parçası olarak görürken, diğerinde iki bilimi ayrı ayrı ama birlikte tüm bilgi dünyamızı meydana getiren alanlar olarak alıyordu. Kant’ın coğrafyayla ilgili görüşleri Physische Geographie adlı kitabının giriş kısmında yer alır. Buradan da Kant’ın fiziki coğrafya anlayışının çok geniş olduğunu ve kesinlikle günümüzde jeomorfoloji ve klimatoloji olarak aldığımız konularla sınırlı kalmadığını anlıyoruz. Her ne kadar “coğrafya”, Kant’a göre, “fiziki coğrafya” idiyse de, “gerek içerik gerekse amaç bakımından insan merkezli”ydi (Hartshorne 1939). Gerek düşüncelerinin gerekse derslerinin temelini de bu fikri oluşturmuştu. Kant, coğrafyayı mekânsal kalıpların –bir yerden diğerine olan benzerlik ve farklılıkların- incelenmesi olarak, yani bugünkü anlayışa yakın bir şekilde de tanımlamıştır. Coğrafya, insanların deneylerinden türeyen bir bilim olduğundan, ampirik bilginin parçası idi ama genel olaylarla ilgili genel bilgiden çok daha öteye gidiyordu; çünkü sistemleştirilmişti ve sınıflandırıcı idi ve çünkü gerçeğin başka yönleriyle değil, yeryüzüyle ilgiliydi. Bunun yanında, coğrafyayı gerekli ilk bilgileri veren bilim olduğu şeklinde de değerlendiriyordu. Kant, coğrafyayı temelde doğayla ilgili görmekle birlikte, insan ile çevre arasındaki ilişki üzerine görüşleri bize onları daha açık bir şekilde anlayabileceğimiz yeterlilikte ulaşmamıştır. Kant, coğrafi incelemenin tarihî incelemelerin doğal tamamlayıcısı olduğunu düşünüyor; tarih ve coğrafyanın diğer öğrenme alanlarıyla birlikte sınıflandırılamayacaklarını ileri sürüyordu: Tarih, zamanda meydana gelen olayların incelenmesiydi ve kronolojik yaklaşımı kullanıyordu –yani kronoloji idi; coğrafya da olguların mekânla bağlantılı/ilişkili olarak incelenmesiydi ve mekânsal yaklaşımı kullanıyordu –yani koroloji idi. Böylece, tarih ve coğrafya diğer öğrenme alanları gibi neyi inceleyeceklerine değil, nasıl inceleyeceklerine baktıkları için onlardan ayrılıyorlardı. Her ikisi de kendi konularını sınırlamamalarını sağlayan holistik-bütüncül birer bilim dalıydılar. Buna karşılık, diğer bilim dalları kendi konularına ya da gerçeğin hangi parçasını inceleyeceklerine dayanarak tanımlanmış ve sınıflandırılmışlardır. Kant, çeşitliliklerle zenginleştiklerini kabul ettiği tarih ve coğrafyayı inceleme yöntemleri açısından da birbirleriyle karşılaştırdı: “Nasıl ki coğrafyacılar alanlar arasındaki farklılıkları inceliyorlarsa, tarihçiler de zaman devreleri arasındaki farklılıklar üzerinde dururlar” diye düşünüyordu. Eğer her yıl birbirinin aynı olsaydı –ve her yıl aynı olaylar tekrar tekrar vuku bulsaydı- tarihin bilimsel incelemesine de gerek kalmayacaktı. Aynı şekilde, eğer dünyadaki her yer birbirinin aynı olsaydı, coğrafyaya da ihtiyacımız kalmayacaktı. Şansımız vardı ki her iki bilim dalını da besleyecek bol miktarda farklılık bulunmaktaydı. Değişik dönemlerde ortaya çıkan her şeyi kaydetmesi gerektiği için de “tarih”, ona göre, “sürekliliğe sahip coğrafyadan başka bir şey değildi”. Kant’ın coğrafyasının yalnızca tasvirle kalmadığı ve aynı zamanda önermelerde de bulunan bir coğrafya olduğu anlaşılmaktadır. Kant, coğrafyanın başlıca konuları olarak da şunları ileri sürüyordu: (1) Matematik coğrafya: Yeryüzünün şeklini, büyüklüğünü, hareketliliğini, güneş sistemi içindeki yerini in-
celer; (2) Moral coğrafya: İnsanların farklı gelenek ve karakterlerini inceler; (3) Siyasal coğrafya: Siyasal bilgilerle bunların fiziksel temelleri arasındaki ilişkiyi araştırır. Örneğin, eski İran’da Kerman Çölü’nün iki ayrı devletin oluşmasına yol açması gibi; (4) Ticari coğrafya: Bazı ülkelerin bir malda üretim fazlalığına sahip olması, bir başka ülkede de o malın az olmasının nedenlerini, uluslararası ticarete yol açan koşulları araştırır. (5) Dinsel coğrafya: Dinsel ilkelerin değişik çevrelerde farklı oluşunu inceler. Kant’ın görüşüne göre mekân bizim dışımızdaki her görünümü yarattığından, yer, lokasyon ve mekânsal organizasyonun onun bilimsel çalışmalarında temel öneme sahip olmaları şaşırtıcı değildi. Ne kadar güvenilir olursa olsun, zaman ve yer belirtmeyen hiçbir yazıya asla güvenmemiştir ve onu dikkate değer bulmamıştır. Kant’ın mekânsal algı diyebileceğimiz gücü de gerçekten çok etkileyiciydi. Örneğin, hiç ziyaret etmediği İtalya hakkında anlattıklarından sonra, onun orada yıllarca yaşamadığına insanları inandırmak olanaksızdı; çünkü bu ülke ve şehirlerindeki her bir ayrıntıyı kesin bir doğrulukla biliyordu. Onun entelektüel becerisi konusundaki bir örnek de fiziki coğrafyaya verdiği hizmetlerde yansımıştır; Kant, iklim koşullarındaki Coriolus etkisini bulmuş, rüzgârlar hakkında teori geliştirmişti. Ama burada ilginç olan husus Kant’ın, yukarıda belirtilen, mekânsal hayal gücünün işleyiş şeklidir. Kant, denizcilerin izlenimlerine ve değişen bakış açılarına güvenmiyor ama seyyahların raporlarıyla sağlanan ham malzemeyi kullanmaktan da haz duyuyordu. Anlaşıldığı kadarıyla, kendisi, kendi bildiği çevrede barış ve sükûnet içinde yaşamayı seçmiş, yolculuk etmek yerine “kendi zihninde var olan şekliyle dünyanın bilinmeyen yerlerini (terrae incognitae) ancak böyle bir ortamda daha etkili bir şekilde araştıracağını” ummuştu. Deniliyor ki (Richards 1974): Bütün ikna çabalarına rağmen, yakın çevresi dışında, asla Konigsberg’den uzun zaman uzaklaşmamıştı; çünkü sürekli ortam değiştirmek onun düşüncelerini rahatsız ediyordu; yalnızca yaz ortasında bir orman evinde birkaç gün geçirirdi... ama bu da onun güzel manzaraların çekiciliğine dayanamadığı ve toprak ananın özelliklerine yakınlık gösterebileceği en uzun süreydi. Kant’ın bu bakımdan, daha sonra ele alınacak Ritter ile benzeştiği görülecektir. Kant’ın coğrafya ile mekân ve tarih ile zaman arasında kurduğu bağlar konunun gelecekteki gelişmesi üzerinde çok büyük bir etki yapmıştır ama bu etki ölümünden çok sonraları olmuştur. Kendisinden önce yaşayan Varenius’un olduğu gibi, coğrafyacılar, Kant’ın da teorik ve felsefi çalışmalarını yaşamı sırasında büyük ölçüde ihmal etmişlerdir. Bununla birlikte, Kant özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısında daha çok incelenmeye başlanmış ve sosyal bilimciler arasında neo-Kantian denilen yeni-Kantçı görüşler belirmiş, 1970’lerden sonra Kant’ın eleştirisel felsefesi coğrafyada da “eleştirisel coğrafya” akımı halinde benimsenmiştir. Kant’ın karşılaştırmalarını genişletirsek: Coğrafyacılar yerler arasındaki farklılık ve benzerlikleri göz önüne aldıklarında ya da tarihçiler zaman içindeki farklı noktaları incelediklerinde, gördüklerini anlamak isterler. Tarihçiler zamanı dönem ya da devre denilen bölümlere ayırırlar (örneğin Yontma Taş Devri, Napolyon Dönemi, Osmanlı Dönemi vb. gibi); coğrafyada ise devir ya da dönemin yerini bölge alır (Akdeniz, Balkanlar, Kaliforniya vb. gibi). Tarihçiler iki dönemi birbiriyle karşılaştırır ve iki dönem arasında meydana gelen değişimlerin ya da değişim olmamışsa bunun nedenlerini bulmaya çalışırlar. Coğrafyacılar da aynı yoldan mekânsal kalıpları incelerler. İlk olarak da olabildiğince doğru bir şekilde, alanlar arasındaki benzerlik ve farklılıkları tasvir ederek, değişkenlerin ne olduğunu kesin olarak ortaya koymaya çalışırlar. Daha sonra da verileri yorumlamaya ve bu iki alanı birbirinden farklı kılan güçlerin neler olduğuna karar vermeye çalışırlar. Coğrafyacıyı coğrafyacı yapan temel insani merakını yansıtan da işte bu olgudur. Hiç kimsenin coğrafyanın anahtar sorusu olan neyin nerede olduğunu merak etmesi için özel bir eğitime ihtiyacı yoktur. Bu soru günlük yaşamımızda doğal olarak karşımıza çıkmaktadır. Tarihçiler ne? ne zaman? ve niçin? sorularını sorarken, coğrafyacılar ne? nerede? ve niçin? sorularını sorarlar. Her iki bilim dalında da yer alan “niçin?” sorusu çok önemlidir, çünkü yoruma götürür. Coğrafya için aynı derecede önemli olan şey ise coğrafyacının dünyaya bakış açısıdır –gerçekten, eğitimli bir kişi için temel olarak kabul edilen tek bakış açısı. ÖRNEK SORULAR: 1- Onyedinci yüzyıl sonu-onsekizinci yüzyıl başı coğrafyasının belki de en açık bir şekilde coğrafyacı olmayan
tek bir kişinin çalışmalarında yansıdığı ileri sürülür. Kendisi seyahat, doğal tarih ve bölgesel coğrafya arasındaki sıkı bağları, sömürgeci yayılma amaçlı toplanan bilgilerin birikiminden de yararlanarak, kurmuştu. Bu kişi kimdir? a-İngiliz fizik ve kimyasının kurucu babası Robert Boyle b-Charles-Louis de Secondat c-Charles Darwin d-doğa bilimci Joseph Banks e-Johann Reinhold Forster (Cevap a) 2- Değişik dönemlerde ortaya çıkan her şeyi kaydetmesi gerektiği için “tarih” Kant’a göre ne idi? a- coğrafyadan başka bir şey değildi b- sürekliliğe sahip coğrafyadan başka bir şey değildi c-kendi başına ayrı bir bilimden başka bir şey değildi d-coğrafyayla ilgisiz bir bilimden başka bir şey değildi e-kendi yöntemlerini uygulayan bir bilimden başka bir şey değildi (Cevap b)
8.Hafta e-Ders Kitap Bölümü
8. HAFTA ÖZET: Bu derste coğrafyanın bir akademik bilim dalı olarak nasıl ortaya çıktığı ele alınırken, bilimsel kimlik kazanmasına katkıda bulunan coğrafyacılar incelenecektir. İlk derslerdeki uyarılara dikkat edilmesi yararlı olacaktır.
BÖLÜM 2: COĞRAFYANIN AKADEMİK BİR BİLİM DALI OLARAK ORTAYA ÇIKIŞI (devam) 2.4. COĞRAFYANIN BİLİMSEL KİMLİK KAZANMASI VE KATKIDA BULUNAN COĞRAFYACILAR Her ne kadar Kant coğrafyaya bir teorik yan getirmişse de, kendisinin başka felsefi ilgileri bunu tam uygulamaya geçiremediği anlamına da geliyordu. İşte bu görev, Kant Königsberg’de dersler verdiği sırada, başka iki Alman bilim adamına, 1769’da doğan Alexander von Humboldt ve 1779’da doğan Carl Ritter’e kalmıştı. Her ikisi de 1859’da öldüler –tam da Charles Darwin’in coğrafyadaki etkisi büyük ve kalıcı olacak olan Türlerin Kökeni’nin yayınlandığı yıl. Bu iki bilim adamının –şaşırtıcı bir şekilde her ikisinin de ölümlerinden önce tamamlayamadıkları- eserleri kendilerinden önceki yüzyıllık bilgi birikiminde meydana gelen göz alıcı gelişmenin başyapıtlarıdırlar. Her iki bilim adamının da modern coğrafyanın temellerini attıkları, çalışmalarının eski tasviri coğrafya ile modern analitik coğrafya arasında bir geçiş oluşturdukları kabul edilir. Kendi devrelerinde genelde egemen olan “bütüncül” felsefenin de en yüksek düzeyde birer yansımasıdırlar. Aynı zamanda da, çağdaş coğrafyanın Humboldt ve Ritter ile başlayan bu devresi çoğu yazarlarca coğrafyanın gelişmesinde “Klâsik Devre” olarak da anılır. Onsekizinci yüzyılda gözlem araçlarının daha gelişmesi ve haritaların en sonunda kesinleştirilmesi, bilime o güne kadar görülmemiş ölçüde sağlam bir veri yığını sağlıyordu. Birbirinden bağımsız olarak bu iki bilim adamı da dünya hakkında muazzam bir bilgi birikimi oluşturulmasında kendi rollerini oynamışlardı –Humboldt kendi uzun gezileri sırasındaki alan çalışmalarıyla, Ritter de başka bilim adamları ve otoritelerin çalışmalarından yararlanarak toplamışlardı bu bilgileri. 2.4.1. Alexander von Humboldt ve “Kozmosun Birliği” Humboldt, coğrafyaya en büyük katkısını bir gözlemci ve kıyaslamacı olarak yapmış, insanların doğanın bir parçası olarak görüldüğü yeryüzünde “dünya” anlayışını geliştirmeye çalışmıştı. İlk ilgisi, asla terk etmediği botanikle başlamıştı. Göttingen’deki üniversite eğitimi sırasında jeolojinin çekiciliğine kapılmış; daha sonra Hamburg Ticaret Akademisi’nde bir yıl ve Freiburg Madencilik Okulu’nda da 8 ay eğitim görmüştü. Jeoloji ve madencilik temeliyle, 1790-1796 arasında kendisine Güney Almanya, şimdiki Avusturya, Polonya, kuzey İtalya ve İsviçre’yi içine alan kesim içinde geniş ölçüde seyahat etme ve onu bir coğrafyacı haline getirecek deneyimleri geçirme fırsatı verecek olan, Franconia Maden İdaresi’nde çalışmaya başlamıştı. Ama seyahat etme ve dünya hakkında daha çok şey öğrenme arzusunu bundan çok daha önce (Göttingen yıllarında) teşvik eden olay ise Kaptan James Cook ile birlikte dünyanın çeşitli yerlerine babasının yanında seyahat etmiş olan Johann Georg Forster (babası Johann Reinhold Forster1) ile tanışması artırmıştı. Oğul Forster, Kant’ın coğrafya modeline (Kant’ın doğa tarihi ile doğa tasviri arasında yaptığı ayırımlara) karşı çıkmış, Kant da Forster’a yazdığı cevap yazısında, misillemede bulunarak, doğa tasvirinin fizyografi terimiyle ifade edilebileceğini, doğa tarihinin ise fizyogoni olarak adlandırılabileceğini, bunları birbirine karıştırmaması gerektiğini ileri sürmüştü. Forster ile teması yoluyla Humboldt, böyle bir tartışmadan büyük bir olasılıkla haberdar olmuş ve hem coğrafyaya hem de Kant’ın coğrafya konusunda yazdıklarına ilgi duymaya başlamıştı. 1
Kaptan James Cook’un ikinci gezisinde yanında bulunan baba-oğul Forsterlardan baba Johann Reinhold, inatçı, geçinmesi zor ama objektif ve parlak bir kişiydi. Stoddart’a göre (1987) coğrafya “ondokuzuncu yüzyılda yeniden ortaya çıkışında ona çok şey borçludur”. Aslında oğul Johann Georg Adam Forster, daha onbir yaşındayken, 1765’de, yerleşme fırsatlarını araştırmak üzere, babasıyla birlikte Rus Hükümetinin davetlisi olarak Volga steplerine gitmiş; on yıl sonra her ikisi birlikte A.von Humboldt’un Güney Denizleri’ne yaptığı ikinci yolculuğa katılmışlardı. Oğul Forster, yine Humboldt ile 1790’da Rhein’a ve İngiltere’ye yaptığı yolculuklar ve Georg’un etnografik anlatımlarının Humboldt’u Güney Amerika’ya yolculuğu ve sonunda da Kosmos’un yaratılması konusunda heyecanlandırması nedeniyle daha çok tanınmış, daha çok saygı görmüştür; özellikle de Humboldt’dan. Ama baba Forster Johann Reinhold’un İngiltere’de 1778’de yayınlanan kitabı çok daha etkileyicidir: Kitap, kuşkusuz, 6. bölüm dışında fiziki coğrafyadır. Forster’in felsefi çerçevesi Immanuel Kant tarafından belirlenmiştir –bu çerçeve yakın geçmişimiz üzerinde muazzam bir etki yapmıştır. Hatta, Plewe (1932) kendisini “modern anlamda ilk büyük Alman metodoloji coğrafyacısı” olarak niteler. Kant, Fiziki Coğrafya’sını yazdığında, yerkürenin yalnızca fiziksel olgularıyla sınırlı olmanın çok ötesinde bir konuyla karşı karşıya gelmişti. Kant’ın fiziki coğrafyası gibi, Forster’ın fiziki coğrafyası da beşeri coğrafyaya karşı değildi; hatta insanla çevresi arasındaki sıkı ilişkiye inandığı için nüfus, yerleşme ve benzeri gibi konuları da kitabına dahil etmişti.
Humboldt, ilk büyük çalışmasını 1793’de yayınladı: Florae fribergensis adlı bu eserde, Humboldt, bitkilerin coğrafyası, taşların coğrafyası ve hayvanların coğrafyasının Latince Geognosia ve Almanca Erdkunde olarak anılabilecek bir konu altında ele alınması gerektiğiyle ilgili görüşlerini uzun bir dipnotla ortaya koyuyordu. Bir yıl sonra Jena’da kardeşi Wilhelm’i ziyareti sırasında Kant’ın idealist felsefesini geliştirmeye ve yaymaya çalışan J.W.Goethe (1749-1832), J.F. von Schiller (1759-1805), J.G.Fichte (1762-1814) ve F.W.J von Schelling (1775-1854) gibi seçkin yazar ve felsefecilerle temas kurma olanağını buldu. Humboldt, özellikle de Goethe’nin çevresinde bulunan ve “insan ırkının evi olarak dünyanın daha iyi anlaşılması için farklı kesimleri hakkında bilgi toplamak ve analiz etmek ihtiyacı”nı vurgulayan Johann Gottfried von Herder’den (1744-1803) çok etkilenmişti. Bazı fikirleri yoluyla Humboldt’u etkileyen başkaları da vardı: Doğa bilimci-denizci Kaptan James Cook’un Kant’ın evrensel bilimin felsefi ideallerinin biçimlenmesi üzerindeki etkisi, Georg Forster’in doğanın güzelliklerine tutkusu ve Goethe’nin evrensel eşgüdüm ilkesini arayan idealizmi, hep Alexander von Humboldt’un coğrafyasına akmıştı. Humboldt’un başında da sonunda da modern coğrafyanın bir sentezci bilim olduğuna olan inancı bu belirli kişilerin birçok bakımdan Humboldt üzerinde yaptığı kalıcı etkiler sonucudur. Örneğin ilk başlarda Humboldt hep bir Kaptan James Cook olmayı arzu etmişti; onaltı yaşında Kant’ın hayranlarından Marcus Herz’in etkisi altında kalmış; 1790’da oğul Forster ile Avrupa’yı dolaşmış; 1794’de Goethe’yle karşılaşmış ve böylece Almanların Naturphilosophie-Doğa Felsefesi’nin gizemleriyle tanışmıştı. Humboldt, kendisini daima maceracı bir araştırmacı değil de, bir bilimsel gezgin olarak gördüğü için Cook’tan birçok önemli noktada farklıydı. Başlangıç olarak, oldukça zengindi ve kendi gezilerinin maliyetini karşılayabilecek durumdaydı; 1797’de annesinin ölümünden sonra kendisine bıraktığı miras, onun artık hayatını kazanmaya ihtiyaç duymadan öteden beri arzuladığı çalışmalarını yapmasını mümkün kılacaktı. Okyanus keşifleri Cook’un güçlü yanıysa, kıta araştırmaları da Humboldt’un güçlü yanı olacaktı. Böylece, Humboldt, 20 Ekim 1798’de, arkadaşı amatör doğa bilimci Aimé Bonpland ile birlikte İspanyol Amerika’sına bilimsel araştırmalarda bulunmak üzere Paris’ten yola çıktı (Venezüella’nın Cumana limanına ancak 6 Temmuz 1799’da varmışlardı). Onsekizinci yüzyılın ondokuzuncu yüzyıla (1804) dönüşünü izleyen beş yıl Alexander von Humboldt ve Bonpland Güney Amerika ve Meksika’da dolaşıp çevreyi izlerken, Herder’in önerdiği biçimde çok çeşitli veri ve malzeme toplamışlardı. Humboldt, 1 Ağustos 1804’de Bordeaux’ya varıncaya kadar 5 yıl süreyle Orta ve Güney Amerika’yı gezmiş, buradan A.B.D.’ye geçmişti. Orinoco’yu araştırmış; Casiquiare kanalının aslında Amazon ve Orinoco havzalarını birbirine bağladığı ilişkisini kurmuş; Magdalena Vadisi’ne (Kolombiya) gitmiş; And Kordillera’sına tırmanmış, Quito’yu ziyaret etmiş ve buradan Peru’nun kıyı kesimine inmişti. Denizden, Acapulco’ya geçmiş ve Meksika’daki gümüş ve başka maden yatakları dahil, ülkenin her tarafını gezmişti. Sarıhumma ya da başka tropikal hastalıklara karşı koruyucu aşı yöntemlerinin henüz olmadığı bir devirde, çoğu tropikal bölgelerde geçen uzun yolculuğundan sonra, Havana, Philadelphia ve kendisi de meraklı bir coğrafya tutkunu olan başkan Thomas Jefferson ile buluşmak üzere gittiği Washington DC üzerinden Avrupa’ya geri dönmüştü. Toplam 65,000 km dolayında tuttuğu söylenen seyahatleri sırasında bilimsel gözlemler yapmış, dikkatli kayıtlar tutmuş; birçok yerin enlem ve boylamını belirlemiş; birçok bitki toplamış, bunları tıbbi yararlarına göre ayırmış ve sınıflandırmış; Andlar’da birçok yerin yükseltisini belirlemiş ve yine Andlar’da yükselti ile bitki örtüsü arasında ilişki olduğunu ortaya koymuştu. Kendi adı verilen2 Humboldt akıntısının sıcaklığını da ölçmüştü. Humboldt’un dönüşünde yazdığı ciltler dolusu kitap o günün Avrupa’sındaki Güney Amerika ve de bütünüyle dünya anlayışı üzerinde muazzam bir etki yaptı. Mary Louise Pratt (1992), Humboldt’un yazıları, yorumları ve etkisi hakkında yaptığı analizinde şöyle yazıyor: Humboldt, popüler Amerika imajını yeniden keşfetmeye çalıştı ve Amerika yoluyla da uydumuzun kendisini.... Zamanının diğer yazarlarıyla birlikte, Avrupalılara yeni bir uydu bilimi öneriyordu. Yalnızca bir maceracı olarak ün yapmak istemeyen Humboldt, 1804’de Avrupa’ya döndüğünde, Amerika 2
Büyük coğrafyacı Alexander von Humboldt’un adı Güney Amerika’da birçok yere ve bir akıntıya verilirken, Kuzey Amerika’da Kaliforniya, Iowa ve Nevada’da çeşitli “county”lere; altı eyalette kasabalara ve bir Kanada province’ına; Kaliforniya’da bir körfeze, Colorado’da bir dağ zirvesine ve bir ulusal parka, bir dağ sırasına ve Nevada’da bir nehre, hatta Ay’da deniz olabileceği varsayılan bir düzlüğe (Mare Humboldtianum) verilmiştir. Çağdaş coğrafyanın diğer kurucusu Carl Ritter A.B.D.’ni hiç ziyaret etmediği halde, onun da adı Kaliforniya’da bir dağ sırasına verilmiştir
yolculuğuyla ilgili bilimsel gözlemlerini yayına hazırlamak için, yaşamının daha sonraki 23 yılının büyük kısmını geçireceği Paris’e yerleşir. Burada, Fransız bilim adamlarıyla temasları yoluyla, kendisini Almanya’da daha önce etkileyenlerden çok farklı bir bilimsel ve felsefi gelenekle karşı karşıya gelmiştir. Gerçekten de, Paris o zamanlar entelektüel anlamda çok verimli bir ortam oluşturuyordu: Humboldt, fizikçi ve kimyacı Guy-Lussac, astronom Laplace, biyolog Lamarck gibi ünlü bilim adamlarıyla kendi gözlemlerini ve genelde bilimi tartışmış, Auguste Comte’un konferanslarına katılmıştı3. Devir, Comte’un pozitivizminin, Hegel’in idealizminin ve Marx’ın siyasal ekonomi görüşlerinin ortaya çıktığı devirdi. Humboldt ampirik araştırmayı benimserken, Comte’un pozitivist formülasyonunu reddetmiş; Hegel’in toplumun tarihsel gelişmesiyle ilgili fikirlerinden esinlenirken, idealist felsefesinin çoğuna katılmamış; ve radikal liberalizme sempati duymakla birlikte, Marx ve Engels’in devrim programına katılmaya kendisini hazır hissetmemişti. Bu öyle bir çağ idi ki, bizim şimdi bildiğimiz şekliyle bilimsel merak ilk kez parıldamaktaydı ve Humboldt da gücünü hem Fransa hem de Almanya’daki etkileri, deneyselliği ve dikkatli gözlemciliği birleştirmiş olmaktan alarak, birçok bakımdan çağının bu özelliğinin bir ürünü (ve aynı zamanda çağı biçimlendirenlerden birisi) idi. Müzmin bir yazar, not-alıcı, toplayıcı-koleksiyoncu, dokümantasyoncu idi. Ama giderek Avrupa’da bilim özel bir yoldan gelişiyordu: Bilim duygudan, objektif sübjektiften, mantık duygudan kesilip ayrılıyordu. Humboldt bu ayrılığa karşı çıkıyor ve yazılarında da isyanını yansıtıyordu. Bu da Güney Amerika hakkındaki yazı ve yorumlarında somutlaşıyordu. Orinoco gezisiyle ilgili yazısı, birçok sanatçı tarafından resimlendirilmiş olarak, ayrıntılı doğruluk ve kesinliğin büyük bir romantizmle bütünleştirilmesi amacını taşıyarak yayınlanmıştı. Güney Amerika gezisinin gerçek bilimsel başarıları yıllar boyunca yapılacak çeşitli yayınlarla ortaya çıkacaktı. Bunun yanında, Humboldt ne kendinden memnundu ne de barış içindeydi. Bir keresinde Napolyon onu casuslukla suçlamış ve 1810’de 24 saat içinde kendisinden Paris’i terk etmesi istenmişti; beliren bu sıkıntılı sular ancak bir yakın arkadaşının yardımıyla yatışmıştı. 1827’de Prusya Kralı’nın mabeyincisi olarak atanması nedeniyle gittiği Berlin’de, Berlin Üniversitesi’nde bir dizi fiziki coğrafya konferansları verirken, yaşamının sonuna kadar olan yılları da bu şehirde geçirecekti. Ama burada da yaşam kolay sayılmazdı; liberal siyasal ve hümanist görüşleri Prusya’nın koyu muhafazakâr aristokrasisinin üyeleri tarafından paylaşılmamıştı. Bununla birlikte, hem politik entrikalarla hep engellenen araştırma gezilerinden birisini yapmaya –altmış yaşındayken, 1829’da, Rusya hükümetinin Urallar’da maden araştırmaları için daveti üzerine gittiği Rusya,4 Sibirya ve Çin’i kapsayan gezisinde dokuz ayda 15,000 km yolculuk yapmıştı- hem de –ölümünden önce tamamlayamadığı- baş tacı eserini (Kosmos) yazmaya vakit bulabilecekti –ki bu da yetmiş yaşına geldiğinde de tam anlamıyla gerçekleştiremeyeceği bir rüyasıydı. En sonunda da Humboldt’un bu büyük projesi, Kosmos. Entwurf einer physischen Weltbeschreibung-Kozmos:Evrenin Fiziksel Tasviri ortaya çıkar: İlk iki cilt (1845, 1847) Prolegomena’yı (girişi) oluşturur; bunları 1850’de çıkan astronomiye ayrılmış cilt izler; ve 1858’de de dünyayı içine alan dördüncü cilt çıkmıştır. Öldüğü sırada henüz bitmemiş olan beşinci cilt (1862) jeoloji ve volkanizma üzerine olurken, bunu organik yaşam, bitkiler, hayvanlar, insan ırkları ve diller gibi başka konuların dağılışını inceleyen diğer ciltlerin izlemesi bekleniyordu. Böylece, yerbilimleri ve antropolojiyle ilgili bütün bilgileri birbiriyle adeta ördüğü Kosmos adlı çalışması yalnızca Humboldt’un kariyerinin başyapıtı olmakla kalmamış, aynı zamanda da bazılarına göre “günümüze kadar yayınlanmış en büyük bilimsel başyapıtlardan birisi-magnum opus” olarak da kabul edilmiştir. Bu eserde, Humboldt tüm maddi dünyayı Varenius’un Geographia Generalis’inin geleneğinde sunmaya çalışmıştı. 3
Felsefede pozitivist akımın gelişmesini sağlayan Auguste Comte’un bir pozitivist batı cumhuriyeti kurulmasına yönelik önerileri, evinde verdiği bir dizi konferanslar sırasında açıklanmıştı. Bu konferansların müdavimlerinden birisi de, o sıralar 60 yaşlarında olan Alexander von Humboldt idi. Her ne kadar bu konferanslar Comte’un akıl hastalığı nedeniyle kesintiye uğramışsa da, 1829’da bir sonuca varmış ve Cours de Philosophie Positive ortaya çıkmıştı. Burada, coğrafyacılara da miras kalan, beş metodolojik kavram yer alıyordu: Gerçek, kararlılık, kesinlik, yararlılık ve görecelik (le réel, la certitude, le précis, l’utile ve le relative). 4 Bu gezisi sırasındaki tespitleriyle ne derece titiz çalıştığını, geçmişten edindiği deneyimlerine dayanarak ilişkiler kurup benzerlikler ve farklılıklar yoluyla önermelerde bulunduğunu göstermişti. Rus hükümetine raporunda: “Ural Dağları gerçek bir El Dorado’dur ve ben de Brezilya’nın jeolojik özelliklerine benzerlik gösterdiklerinden eminim... yani, Ural Dağlarının altın ve platin yataklarında elmas da keşfedilecektir” demiş ve birkaç gün sonra dediği yerlerde elmas bulunmuştu (Tatham 1957).
Kosmos’un birçok bakımdan daha önceki kozmolojik çalışmaların bir devamı gibi olduğu da söylenebilir. Özellikle astronomiyi de katması Yunan ve Roma dönemi coğrafya kavramlarına bir dönüş gibi de alınabilir. Bununla birlikte, fiziki coğrafyasına insanı da katmasıyla Humboldt, ölümünden sonra ortadan kalkacak olan, coğrafyada temel birlik arayışı içinde olduğunu göstermişti. Humboldt’un yöntemi verileri toplamak, sınıflandırmak, genelleştirmeler yapmak ve sonunda da geniş bir dünya görüşü geliştirmekti. Humboldt, o zamanki bilim adamlarının çoğu gibi, tek bir konuda uzman değildi ve kendisini tek bir bilim alanıyla sınırlamayı hiçbir zaman düşünmemişti. Bilgiye katkıları botanik denilen alandan başlayıp, fizik ve kimyadan astronomi ve jeolojiye kadar uzanıyordu. Birçok yeni bulgular keşfetmiş, çok sayıda kavram öne sürmüştü –örneğin eşsıcaklık eğrileri-izoterm gibi. Onu modern coğrafyanın kurucularından birisi haline neler getirmiştir denilirse, şunlar sıralanabilir: Birincisi, tüm bilimsel çalışmalarında yeryüzünün değişik kısımlarında ortaya çıkan farklılıklarla (örneğin bitki örtüsündeki farklılıklar) açıkça ilgilenmiştir. İkincisi, çok titiz çalışmış ve tüm ölçmelerinde yüksek bir doğruluk derecesine erişmeye çabalamıştır –başka sözcüklerle, çağdaş coğrafyanın nirengi noktalarından birisi sayılan bilimsel kantitatif yaklaşımı bize sunmuştur. Üçüncüsü, incelemekte olduğu olaylar arasındaki ilişkileri görmeye, “coğrafi görünümün gözlemlenebilir çok çeşitli olgularının ne şekilde birlik halinde ve farklı yerlerde birbirleriyle ne derece karşılıklı bağlantılı olduklarını ortaya çıkarmaya” çalışmıştır. Özetle, Humboldt, alansal farklılaşma ve mekânsal karşılıklı etkilenmeyle –geçerli terminolojiyi kullanarak– ilgilenen temelden bir bilim adamıydı. Humboldt’un deneyimleri onu modern coğrafyada bir anahtar kavram olan çok çeşitli elemanların birbirleriyle bağlantılılıklarını kabul etmeye götürmüştür –başka deyişle de “dünya organizmasının çeşitli bölümleri arasında var olan karşılıklı etkiler”ini. Seçkin Fransız coğrafyacısı Emmanuel de Martonne’un (1909) Humboldt hakkındaki şu yorumu her şeyi özetleyecektir: İncelediği olgu ne olursa olsun, ister rölyef ister sıcaklık isterse bitki örtüsü olsun, Humboldt, bunları tek tek yalnızca bir jeolog, meteorolog ya da botanikçi olarak ele almamıştır. Felsefesi onu çok ilerilere götürmüştür. Bir kere başka olguları da gözlemlemesini sağlamıştır. Nedenleri ve uzak nedenleri, hatta siyasal ve tarihsel gerçekleri bir bir araştırmıştır. İnsanın toprak, iklim ve bitki örtüsüne nasıl bağımlı ve bitki örtüsünün de nasıl fiziksel olguların bir fonksiyonu olduğunu ve bunların da nasıl birbirlerine bağlı olduklarını hiç kimse ondan daha kesin bir şekilde gösterememiştir. Fikirleri ve gözlemleri hakkında yazdıkları ve yaptığı konuşmalar Humboldt’u ondokuzuncu yüzyıl Avrupa’sının en tanınmış bilim adamlarından birisi yapmıştır. Bununla birlikte, Humboldt’un teorik ve metodolojik çalışmalarının XIX. yüzyılın ikinci yarısındaki coğrafyacılar üzerindeki etkisi şaşırtıcı derecede az olmuştu; bu bakımdan Varenius ile aynı kaderi paylaştıkları da söylenebilir. Buna karşılık, Berlin Üniversitesi’nde 1820’de ilk coğrafya profesörü olan Carl Ritter XIX. yüzyılın kapanmasına yakın dönemde Alman coğrafyasını etkileyen en güçlü isim olacaktı. 2.4.2. Carl Ritter ve “Ampirik gözlemle teolojinin birlikteliği” Doğanın birliği görüşünü savunmayı sürdürürken, Alexander von Humboldt, idealist eğilimlerinin teolojik amaçlara hizmet etmesine asla izin vermemişti. Kozmosun-evrenin düzenini değerlendirişindeki her nokta estetik olduğu kadar bilinmezdi de. Carl Ritter (1779-1859) ise tam tersi –baktığı her yerde, Ritter, Tanrı’nın tasarımının delillerini görüyordu. Humboldt’dan on yıl sonra doğmuş olan Carl Ritter onunla aynı etkilere maruz kalmış, ama kariyeri tamamen farklı gelişmişti. Humboldt annesinin mirasıyla araştırmalarını ve yolculuklarını destekleyecek kaynağa kavuşmuş ve daha sonra Prusya Kralı’nın hizmetine girmişken, Ritter’in yaşamı büyük ölçüde akademik ve askeri kurumlarda geçmişti. Halle Üniversitesi’nde felsefe, matematik, tarih ve doğal bilimler okumuş ve 1798’de Frankfurtlu bir bankerin çocuklarının hocası olmuştu. Bu iş, ona, kendi çalışmalarını yapabileceği kaynağı ve zamanı sağlamıştı. Böylece, 1804’de Avrupa’yla ilgili iki cilt çalışmasının birinci cildi yayınlandı. İkinci cilt ise 1807’de, yaşamında ve daha sonraki çalışmalarında önemli etkisi olan iki kişiyle –Humboldt ve Pestalozzi- tanıştığı yıl çıkmıştı. Onsekizinci yüzyılın ikinci yarısında Jean Jacques Rousseau (Emile adlı kitabında) ve Johann Heinrich Pestalozzi’nin öne sürdükleri eğitim yöntemleri Avrupa’da pek çok kişiyi etkilemişti. Bunlardan birisi de Alman-
ya’da, Schepfenthal’de bir okul müdürü olan Christian Gotthelf Saltzmann idi ve yeni yöntemlerle yetiştirilmek üzere, henüz geleneksel eğitimden etkilenmemiş bir çocuk arıyordu. Bu amaçla da 1784’de bir çocuğu evlat edinmişti; beş yaşındaki bu çocuk Carl Ritter’di. İsviçreli eğitimci Pestalozzi’nin gözleme, yakın ve uzak çevrede mekân ilişkilerine dayanan ve doğayla bütünleşme üzerinde duran yöntemiyle, Ritter, coğrafi eğitime yatkın bir şekilde yetiştirilmişti. Pestalozzi yönteminin bir yönü bir kimsede doğaya karşı hayranlık uyanmasını, doğanın değerinin takdir edilmesini amaçlıyordu. Öğrenciler arazide uzun yürüyüşlerle gözlem yapmaya yöneltiliyorlardı. Mekân ilişkileri üzerinde de duruluyordu. Öğrenciler yakın çevrelerinde olayların birbirleriyle ilişkilerini gözlemleyecek şekilde bilgilendiriliyorlardı: Okul, okul çevresi, daha sonra yaşanılan şehir ve sonunda da tüm dünya. Bununla birlikte, Ritter’in bu ilkeye tam sadık kaldığı da söylenemez; yaygın yolculukları, Küçük Asya’ya (Anadolu’ya) kısa bir ziyaret dışında, hep Avrupa içinde kalmıştı. Gerçekten de, Filistin ve Sina’yı hiç görmeden yazdığı 14 ciltlik kitabından sonra, bu yöndeki eleştirilere karşı “Filistin’i ziyaret ederek hangi yeni bilgiyi edinebilirim ki? Zaten her köşesini biliyorum” yanıtını vermişti (Kramer 1950). Benzer bir davranışa Kant’ta da rastlandığını hatırlatırız; ama Ritter en azından Avrupa’da çok dolaşmıştı. Humboldt’tan çok daha az seyahat eden Carl Ritter, Humboldt gibi, “her organizmada olduğu gibi coğrafyanın nesnesinde de her bölümün ancak yaşayan bütün yoluyla kavranabileceğini göz önüne almak gerektiği”ne inanıyor, doğanın “farklılığında birlik” olduğunu kabul ediyordu. Ancak, Humboldt bu birliği ekolojik kavramlarla açıklarken, Ritter tarihsel ve bölgesel uyumun önemini de vurguluyordu. Her ikisi de “kıyaslamalı yöntem”i savunuyor ve coğrafyayı bütünleşmiş bir bilim olarak geliştirmeye çalışıyorlardı. Her iki bilim adamı Yerküre ve İnsan arasındaki ilişkiyi felsefedeki “holizm” (bütünlük) kavramıyla alıyor ve Ritter bu birliği “Ganzheit” sözcüğüyle ifade ediyordu. Yine, her ikisi de “mekânsal dağılış ve yeryüzü olgularının mekânsal karşılıklı ilişki içinde bir bütünlük oluşturdukları”na inanıyor ve bunu vurgulamak üzere de sürekli Zusammenhang (doğadaki ilişkiler için de Naturzusammenhang) sözcüğünü kullanıyorlardı. Ritter’e göre “karşılaştırma”, daha çok, her varlığın bireyselliğini karşıtlık yoluyla ortaya çıkarmaya yarayan bir araçtı; adı geçen terimi kullanmayan Humboldt içinse “karşılaştırmalı coğrafya” (vergleichende Geographie) olguların yerküre yasalarıyla paylaştıkları ortak noktaları açığa çıkarma yoluydu. “Bilimsel yaşamları koşut iki insanın birçok ortak düşünceye sahip olabileceği ilkesinin Ritter ve Humboldt için de geçerli olması” doğal olmakla birlikte, görüşlerinde birçok farklı yanlar da vardı; en büyük farklılık da doğal dünyada insanın yeri anlayışından doğuyordu. Humboldt için insan doğanın parçasıydı ama Ritter’e göre, zamanının egemen doğal teolojisinin de etkisiyle, Dünya, Tanrı tarafından insanın yararı için yaratılmıştı. Ritter, kıtaların tarihini de Yüce arzunun ürünü olarak görüyor; yerküre ise insanların Tanrıyı tanımayı öğrenecekleri bir yer oluyordu. Ampirik metodolojiyle kendi teolojik inançlarını birleştiren Ritter, böylece, coğrafyayı insanların Tanrıyı daha iyi anlamasını sağlayacak bir bilim olarak sunmaya çalışıyordu.5 İnsanı doğanın bir parçası olarak gören Humboldt ise coğrafyasını çağdaş Alman idealizminin daha laik olan temelleri üzerine inşa etmişti. Belki de bu duygularla, Crone (1970), bu iki adamın “gerçekten farklı dünyalara ait” olduklarına inanmıştır. Ritter’in, yukarıda değinilen inançları yüzünden, bölgesel coğrafyası insan merkezli, buna karşılık Humboldt’un coğrafyası da geniş ölçüde sistematik fiziki coğrafya olarak kabul görmüştür. Bununla birlikte, her iki bilim adamı da çalışmalarında hem insan hem de fiziksel elemanların önemini sürekli olarak vurgulamışlardı. Bunların çalışmaları arasında yapılabilecek en uygun ayırım, belki de, Humboldt’un incelemelerinin daha bilimsel ve Ritter’inkilerin de kavram ve yaklaşım bakımından daha ideolojik olduğunu belirtmekle olacaktır. Ritter’in Humboldt’tan bir farklılığı da, kendi yetişme tarzından da etkilenmiş olarak, eğitim konusundaydı. Pestalozzi’nin gözlemin öğrenmede temel olduğu fikrini benimsemişti ve “yasaları için yeryüzüne sormalıyız” dediği doğanın etkisinin eğitimde de yer alması gerektiğine inanmıştı. Böylece, okul eğitimine atlaslar, haritalar, resimler, öğrencilerin oturdukları yerlerin ayrıntılı taslakları vb. malzemeyi sokarak yeni bir okul anlayışı 5
Ritter’in coğrafyadaki yazılarının onun teolojik bakış açısını, yani dünyada olup bitenlerin bazı kutsal amaçlar için ve onlar tarafından biçimlendirildiği görüşünü yansıttığı söylenirse de, bu durumun coğrafya üzerine yazdıklarının tümünü temelden etkileyip etkilemediği konusunda kuşkular da vardır (Dickinson 1969). Başka sözcüklerle, dünyanın bir alanını tasvir etmek ve bu alan içindeki birbirini karşılıklı etkileyen elemanları analiz etmek bir şeyse, tasvir edilmekte olan alanın Tanrı’nın arzusunun bir tezahürü olduğunu belirtmek başka şeydir –bu ikincisi birincisindeki analizi geçersiz kılmaz, ortadan kaldırmaz (Tümertekin 1990).
getirmiş ve XIX. yüzyıl sonlarında, emperyalizm çağında Alman halkının dünya görüşü üzerinde önemli bir etki yaratmıştı. 1820’de Berlin Askeri Akademisi’ne öğretim üyesi olarak atanması ve Berlin Üniversitesi’nde ilk “coğrafya profesörü” olması etkisini daha da güçlendirmiş; derslerinin son derece popüler olması 1838’de Karl Marx’ın da izlemesini sağlamıştı. 1807’de tanıştığı Humboldt ile dostluğu da 1827’de, Humboldt Berlin’e yerleştikten sonra çok daha güçlenmişti. 1813’de Ritter Göttingen’e yerleşti ve 1817’de bütün ömrünü adadığı başyapıtı Erdkunde’nin (tam adıyla: Die Erdkunde im Verhältnis zur Natur und zur Geschichte des Menschen oder allgemeine, vergleichende Geographie), o zamanlar hakkında çok az şey bilinen Afrika’yı kapsayarak, ilk cildini burada yayınlama fırsatını buldu. Daha sonraki 42 yıl boyunca, Erdkunde’nin 23,000 sayfa tutan 18 cildi yayınlanabilmiş ve dünyanın her tarafı kapsanamadığı için eser kendisi hayattayken tamamlanamamıştı; Ritter’in en iyi bildiği yer olan Avrupa ise bu seriye dahil edilmemişti. Carl Ritter Erdkunde’sinde, coğrafyaya, insan ve doğanın birliğini vurgulayan bir yaklaşım getirmiştir. Ritter, her ayrıntılı gözlemin fiziki dünyayı yöneten genel yasalarla (kurallarla) bağlantılı olması gerektiğini söylüyordu. Bu kuralların nihai açıklamasının da, insan evrimi yoluyla Tanrının bahşettiği ideal durumları yaratmaya doğru giden, ilahi amaç olduğuna inanıyordu. Ritter teolojik temeli çok kritik bir bilimsel kesinlikle birleştirmişti: “Benim sistemim olgulara dayanır, felsefi argümanlara değil” derken, olguların toplanmasının kendi başına bir son olmadığını; verilerin bölge bölge sistematikleştirilmesi ve karşılaştırmasının apaçık gözlenen farklılıktaki birliğin anlaşılmasına götüreceğini de ekler. Tanrının amaç ve anlamı veren planlarının, ancak dünyadaki tüm olgu ve ilişkilerin olabildiğince objektif olarak hesaba katılmasıyla keşfedilebileceğini belirtirken de, Kant’ı izleyerek, bir yandan evrenin mekânistik çizgilerde araştırılmasının sürdürülmesi ve diğer yandan da organik yaşamın en iyi doğal teoloji ilkeleriyle anlaşılabileceğinin unutulmaması gerektiğini vurguluyordu. Aslında, coğrafya metodolojisi üzerine çalışanlar Ritter’in coğrafi görüşlerinin açık bir şekilde belirlenmesinin güç olduğunda birleşirler. Yayınlarının çok oluşu, yer yer değişik görüşler öne sürmesi yanında, insan için doğal bir süreç olan fikirlerindeki sürekli gelişme de görüşlerinin çoğu kez yanlış anlaşılmasına yol açmıştır. Ritter’in coğrafya metodolojisi hakkındaki fikirlerini belirli bir ya da birkaç yazıda toplamak yerine eserlerinin tümünde yansıtmış olmasının bunda önemli rol oynadığı düşünülebilir. Bu yüzden de, yorumlar ünlü coğrafyacının eserlerini inceleyen araştırıcıların algılamasına göre de değişebilmektedir. Bununla birlikte, yukarıda da belirtildiği gibi, Ritter, coğrafyada doğa ve insan ilişkilerine öncelik vermiştir: Coğrafya, insanla dolu yeryüzünün incelenmesidir; ama dünyanın çeşitli alanları, yeryüzünün kısımları olarak kendi başlarına incelenemezler; yeryüzündeki çeşitli alanlar birbirleriyle ve dünya ile ilişkili olaylar sonucunda oluşan belirli karakterlere göre incelenmelidir; coğrafi görünüm değil, bu görünümün insanla ilişkisi ele alınmalıdır. Ritter, tarih-coğrafya ilişkisinde, çoklarınca ileri sürülen “tarih ve coğrafya kızkardeş bilimlerdir” ya da “biri olmadan diğerinin yaşayamayacağı kız kardeşler” görüşünü benimsemişti. Avrupa’sının bir yerinde şunları söyler: “Yeryüzü ve sakinleri karşılıklı ilişki içindedirler. Dolayısıyla da tarih ve coğrafya birbirlerinden ayrılmamalıdırlar. Yeryüzü insanları, insanlar da yeryüzünü etkiler”. Ritter, 1845’de çıktığı büyük Avrupa gezisi boyunca birçok yerde büyük bir coşkuyla karşılanmıştı. Paris’te A.von Humboldt ile yeniden karşılaşırken, çeşitli konferanslar vermiş, kral dahil, dönemin önde gelenleri bu konferanslara katılmışlardı. Aynı gezi çerçevesinde gittiği İngiltere’de Royal Geographical Society-Kraliyet Coğrafya Derneği tarafından “zamanının ilk coğrafyacısı” olarak nitelendirilip onurlandırılmıştı. Bu konuda, Rus Coğrafyacı Prens Kropotkin’in, İngiltere’de ilk coğrafya profesörünün tayin edildiği (Mackinder) üniversite olan Oxford’un ve Ritter’in önemini vurgulayan şu sözlerine yer verelim: “Eğer Oxford elli yıl önce bu kadrolardan birisini işgal eden ve tüm dünyadan öğrencileri etrafına toplayan bir Ritter’e sahip olsaydı, coğrafya eğitiminde öncülüğü bu ülke alacaktı, Almanya değil...”. Ölümüne kadar süren öğretim görevi sırasında “insanların mekânı nasıl örgütlediği ve kullandığı”nı açıklamaya çalışan kuralları belirlemeye yönelik olarak uyguladığı çalışma programı, çoğu ondokuzuncu
yüzyılın ikinci yarısının seçkin coğrafyacıları haline gelen birçok öğrenciyi etkilemiş ve teşvik etmişti. Von Humboldt (fiziki coğrafya), Ritter (beşeri coğrafya) ile birlikte, belirttiğimiz gibi, modern coğrafyanın kurucusu, coğrafyacıların büyük “büyükbabaları” olarak kabul edilirler: Von Humboldt esas olarak sistematik coğrafyanın modern bilimsel çizgisini, Ritter de coğrafyanın modern bölgesel çizgisini kurmuştur. Araştırma yöntemlerinin de temellerini atan bu iki bilim adamından, “Humboldt, bize ilk elden gözlem ve ölçmeyi vermiştir; Ritter ise metodolojik kavramları”. Ritter ve Humboldt’un kendilerinden sonra gelen coğrafyacılar üzerindeki etkisi kartografya alanında da kendisini hissettirmiştir. Ritter ve Humboldt’un başlattığı bilimsel eğitim akımını teknik beceriyle de birleştirip, harita çizmeyi teknik adamların eline bırakmayan, kendisini coğrafya mesleğine adamış kimselerin öncülüğünde, Almanya, ondokuzuncu yüzyılın başlamasıyla yeniden bilimsel kartografyanın merkezi olma yoluna girmişti. Carl Ritter ve Alexander Humboldt yaşadıkları döneme damgalarını vurmuşlardı. Bu nedenle de başka metodolojik çalışmaların yapılmadığı ya da gölgede kaldığı söylenebilir. ÖRNEK SORULAR: 1- Alexander von Humboldt, Orta ve Güney Amerika’yı gezerek toplam 65,000 km dolayında tuttuğu söylenen seyahatleri sırasında hangi keşiflerde bulunmuştu? a-Casiquiare kanalının aslında Amazon ve Orinoco havzalarını birbirine bağladığı ilişkisini kurmuş b-Andlar’da birçok yerin yükseltisini belirlemiş c-Andlar’da yükselti ile bitki örtüsü arasında ilişki olduğunu ortaya koymuştu d-Humboldt akıntısının sıcaklığını ölçmüştü e-hepsini birden gerçekleştirmişti (Cevap e) 2- Kozmosun-evrenin düzenini değerlendirişinde Carl Ritter baktığı her yerde neyi görüyordu? a-doğanın gücünü b-evrenin bilinmezliğini c-Tanrı’nın tasarımının delillerini d-evrenin estetiğini e-doğanın tekdüzeliğini (Cevap c)
9.Hafta e-Ders Kitap Bölümü
9. HAFTA ÖZET: Bu derste coğrafyanın emperyalizm çağında vardığı gelişme düzeyinin konunun üniversitelerde de yayılmasına yol açması ele alınmakta, daha sonra da bu gelişme düzeyiyle ortaya çıkan fikir-görüş akımlarından bazıları üzerinde durulmaktadır.
BÖLÜM 2: COĞRAFYANIN AKADEMİK BİR BİLİM DALI OLARAK ORTAYA ÇIKIŞI (devam)
2.5. COĞRAFYANIN KURUMLAŞMASI: EMPERYALİZM ÇAĞINDA COĞRAFYA DERNEKLERİ VE ÜNİVERSİTELERDE COĞRAFYA (dernek ve dergi adlarının ezberlenmesine gerek yoktur; fikirler üzerinde durulmalıdır) Humboldt ve Ritter’in yaşadığı ve eserlerini verdiği dönemde coğrafyanın genelde okullardaki durumu pek parlak değildi. Çoğu okulda okutulmuyor ve okutulduklarında da ezberlenecek olgular ve rakamlar listesinden çok az ileri gidiyordu. Bu konuda eleştiriler de ortaya çıkmaya ve “eğer bir kimse çeşitli ülkelerin konumu, onların sömürgeleri, başlıca şehirleri, üretimleri, gelenek-görenek ve benzeri özellikleri hakkında bilgi sahibi değilse, ona okumuş (eğitim görmüş) denilemez” fikri eğitimle ilgilenenler arasında genel bir kabul görmeye başlamıştı. Bu hareket A.B.D. ve İngiltere’de eş zamanlı olarak gözlenmişti. “Bir bilim dalının temeli, o konuda uzmanlaşmayı sağlayacak bir eğitsel örgütlenmeye sahip olmasıdır” görüşünde olan, coğrafya tarihi üzerine yazan James’e (1972) göre coğrafyada böyle bir örgütlenme 1874’de Almanya’da ilk üniversite coğrafya bölümlerinin açılmasıyla başlamıştı; İngiltere ve A.B.D. ise bu konuda biraz daha geride kalmış ve esas gelişme sürecine yirminci yüzyıl başlarında girmişlerdi. 1874’den önce coğrafya ya amatör meraklılar tarafından ya da başka alanlarda yetişmiş bilim adamları tarafından araştırılan bir konu halindeydi. Ama ondokuzuncu yüzyılın ilk otuz yılında tüm Avrupa’daki entelektüel faaliyetlerle meydana gelen bilgi birikiminin çok çeşitli akademik toplulukların kurulması yolunda da bir başlangıç olması ve yüzyılın son çeyreğinde sayılarının çok artması, coğrafya bölümlerinin açılması ve coğrafya öğretim üyelerinin tayini yanında, ünlü coğrafya dergilerinin de (Annales de Géographie, Erdkunde, Geographical Journal vb.) sayı bakımından artışları ve iyice kök salmalarıyla kendi uzmanlaşmış kurumlarına sahip olarak, coğrafya Humboldt ve Ritter’in temsil ettiği klâsik dönemi bitirdi ve yaklaşık 1945’e kadar sürecek modern dönemine başladı –1945’den itibaren de çağdaş dönem içine giriliyordu. Gerek dernekler gerekse üniversiteler coğrafyanın kurumsal yapısının meydana gelmesinde temel bir rol oynamışlardı. Ama bu dönemde coğrafya araştırıcı bilim dalı, coğrafyacılar da emperyalizmin emrindeki kişiler olarak görülmüşlerdi. Gerçekten de, aşağıda yeniden değinileceği gibi, özellikle ondokuzuncu yüzyıl boyunca Avrupa ülkelerinin denizaşırı topraklara ilgi duyması, sömürgeler edinmesi ya da varolan sömürgelerini genişletme ve değerlendirmesinde coğrafyacılar büyük rol oynamışlardır. Coğrafya birlik ya da dernekleri, bir yandan bu sömürgeci yayılmadan büyük yararlar sağlarken, bir yandan da sayıları hızla artmıştı. İlk dernekler Paris (1821, Société de Géographie), Berlin (1828, Gesellschaft für Erdkunde zu Berlin) ve Londra’da (1830, Royal Geographical Society) kurulmuş; bunları Meksika’da (1833), Frankfurt’ta (1836), Brezilya’da (1838), Rusya’da (1845, Saint Petersburg’da) ve Amerika’da (American Geographical Society 1852 ve National Geographic Society 1888) kurulanlar izlemişti. Böylece, 1865’de dünyada yalnızca 16 coğrafya derneği varken, 1885’de (20 yıl içinde) bu sayı 94’e, 1896’da da toplam 22 ülkede 107’ye çıkmıştı ki bunların yüzde 80’i de Avrupa’da kurulmuştu. Bu coğrafya dernekleri, ayrıca, eğilimlerini de yansıtacak adlar almışlardı: Örneğin “Marsilya Coğrafya ve Sömürge Araştırmaları Derneği” gibi. Freeman’in (1961) coğrafyanın gelişmesinde bir “sömürgeci” devre ayırmasının nedeni de budur. Taylor (1986), ilk kurulan derneklerin durumunun çok ilginç olduğunu, çünkü ardından diğer ülkelerin de rakip coğrafya derneklerini zorunlu olarak kurmalarının geldiğini belirterek, esas sorunun böylece başladığını belirtiyor. Ona göre, daha sonra kurulanlar coğrafyayı bir meslek olarak geliştirmede yetersiz kalmışlardı, çünkü coğrafyayı keşif seyahatleri olarak aldıkları için botanikçi, jeolog vb. gibi kendi bilim dallarını geliştirmeye çalışan başka bilim dallarından uzmanları da kendilerine çekmişlerdi. “Genel” coğrafya dernekleriyle yeni meslekten coğrafyacıların talepleri arasında yükselen tansiyon “kâşifler, seyyahlar ve turistler”in hizmetinde olmak yerine, kendilerini “bilimsel ilerleme”ye adayan yeni derneklerin ortaya çıkmasına yol açtı. Örneğin, iki mesleki araştırma derneği Association of American Geographers (1904) ve Institute of British Geog-
raphers (1933); iki mesleki eğitim derneği, British Geographical Association (1893) ve American National Council of Geography Teachers (1914) ile American Society for Professional Geographers (1943) bunlar arasındadır. Coğrafyacıların örgütlenmesi ülkelerde kurulan coğrafya dernekleri altında olurken, uluslararası örgütlenme ihtiyacı da ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru artık hissedilmeye başlanmıştı. Bu amaçla ilk bilimsel toplantıda 1871 yılında, coğrafyacılar Anvers’de (Antwerp) bir araya geldiler. Dönemin eğilimlerine uygun olarak, 1871’deki bu ilk kongrede o zamanki ilgi alanları olan keşifler, denizcilik, dünyanın haritalanması vb. gibi konular ağır basmış; kutuplar ve çeşitli yerlerle ilgili olaylar büyük yankılar uyandırmıştı. Akademik toplantı gelenekleri bu kadar eskilere giden dünya coğrafya alemi, bu ilk toplantıdan sonra, örgütlenme ve diğer bilim dallarında olduğu gibi, bir uluslararası birlik kurma ihtiyacını duymuşlardı. Bu bağlamda bir “evrensel coğrafya birliği” (union géographique universelle) fikri ilk kez 1881’de Venedik’te doğmuş ama hemen yaşama geçirilememişti. Roma Kongresi (1913) bugünkü IGU/UGI’nin kuruluşu yolunda kararlı bir adım atılan ilk toplantı olmuş, hatta gelecekteki genel konseyin nasıl oluşacağı bile (coğrafya enstitüleri ve dernekleri, hükümet delegeleri, üniversite temsilcileri vb.gibi) tartışılmıştı. Buradan çıkan bir başka sonuç da “dünya coğrafya dernekleri birliği” (union mondiale des sociétes de géographie) kurulması fikri idi. Ancak, I.Dünya Savaşı, daha önce 1916’da St.Petersbourg’da yapılması öngörülen kongreyi ve IGU’nun biçimlenmesini geciktirdi. Böylece de IGU’nun (International Geographical Union-Union Géographique Internationale) temel statüsü, ilkeleri ancak 27 Temmuz 1922’de 7 ülkeden gelen coğrafyacılar tarafından Brüksel’de oluşturulabildi. Uluslararası Coğrafya Birliği, böylece. (1) Coğrafyayla ilgili sorunların incelenmesi, (2) ülkelerin yaptıkları araştırmaları teşvik ve koordine etmek, bilimsel tartışma ve yayınlardan haberdar olmak, (3) uluslararası kongre ve komisyonları organize etmek üzere kurulmuş oluyordu. Uluslararası Coğrafya Birliği’nin (IGU) kuruluşundan önce, çeşitli yıllarda tam on kez uluslararası kongre toplanmıştı. Ancak bunlar bireysel girişimlerce gerçekleştirilen kongreler olmuştu: Örneğin, İkinci Kongre 1875’de Societé de Géographie de Paris’in girişimiyle Paris’te yapılmış; bunu sırasıyla, 1881’de Venedikli coğrafyacıların daveti üzerine Venedik’te; 1889’da Fransız Devrimi’nin 100. yılı ve Paris Sergisi vesilesiyle yine Paris’te (toplantıya Süveyş Kanalı’nın mimarı Ferdinand de Lesseps başkanlık etmişti); 1891’de şehrin kuruluşunun 700. yıldönümü nedeniyle Bern’de; 1895’de Royal Geographical Society’nin girişimiyle Londra’da; 1899’da Berlin’de (geçen yüzyılın bu son yılından beri yirminci yüzyıl içinde Almanların bir daha uluslararası bir coğrafya kongresi düzenlemediklerini de yeri gelmişken belirtelim; 21.yüzyılda 2012’de ancak düzenleyebildiler) yapılan Yedinci kongre izlemişti. Sekizinci ve yirminci yüzyılın ilk kongresi 1904 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılırken, Dokuzuncusu 1908’de, Coğrafya Derneği’nin 50. yıldönümü nedeniyle ikinci kez İsviçre’de ama bu kez Cenevre’de ve I. Dünya Savaşı’ndan önceki son, yani Onuncu kongre de 1913’de Roma’da yapılmıştı. Uluslararası Coğrafya Derneği’nin (IGU) 1922 yılında kuruluşundan sonra, bu kurumun temel rol oynadığı ve organizasyonunu üstlendiği ilk kongre ise 1925’de, 12 yıllık bir aradan sonra Kahire’de yapılan Onbirinci Uluslararası Coğrafya Kongresi’dir. Cambridge’de 1928’de, 1931’de “Sömürge Sergisi” vesilesiyle yine Paris’te ve 1934’de Varşova’daki yapılan kongrelerin II. Dünya Savaşı’ndan önceki sonuncusu ise 1938’de Amsterdam’da yapılan Onbeşinci kongre olmuştu. Bundan sonraki kongreleri de kısaca sıralarsak: II. Dünya Savaşı’ndan sonraki ilk kongre (Onaltıncı), 1942 yılı için daha önce davet yapmış olan Portekiz’de Lizbon’da 1949 yılında gerçekleştirilmiş; bunu, 1952’de American Geographical Society’nin 100. yıldönümü nedeniyle Washington’da yapılan izlemişti ve bu yıldan sonra da artık dört yılda bir düzenli bir durum kazanan kongreler, sırasıyla 1956’da Rio de Janeiro, 1960’da Stockholm ve 1964’de Londra’da, 1968’de Yeni Delhi’de; 1972’de Montreal’de; 1976’da Moskova’da; 1980’de Tokyo’da; 1984’de tekrar Paris’te (Yirmibeşinci); 1988’de Sydney’de (Avustralya’ya ilk İngiliz filosunun yerleşmeye gelişinin 200. yıldönümü nedeniyle), 1992 yılında da Amerika’nın keşfinin 500. yıldönümü nedeniyle Washington’da (Yirmiyedinci) gerçekleştirilirken, Yirmisekizinci kongre 1996’da Hollanda’da yapılmıştır. 2000 yılında Seul’de yapılan Yirmidokuzuncu kongrenin yirminci yüzyılın son kongresi mi yoksa yirmibirinci yüzyılın ilk kongresi mi sayılacağını zaman gösterecektir. 2004’de Glasgow ve 2008’de de Tunus’da
devam edilen kongrelerin “yeterli ve açık bir iletişimin bir bilim dalının hayatta kalması ve gelişip serpilmesi için gerekli olduğu”nun bilincinde olan coğrafyacılar başka bilim dalları mensuplarına göre toplantılara çok daha fazla katılmaktadırlar. Bu belki de, kendi toplantılarının yeni ve uzak yerleri araştırmak, görmek için fırsatlar yaratması yüzündendir. Coğrafyacıların bu eğilimlerinin de etkisiyle, “uluslararası coğrafya kongreleri, bütün bilim dalları arasında, en uzun uluslararası toplantılar serisini oluşturmaktadır”. Toplantıların uzun bir seri halinde gelenek haline gelmesindeki nedenlerden biri de, coğrafyanın “küresel bir macera” olması ve bu yüzden de coğrafyacıların doğaları gereği dünyanın her tarafındaki meslektaşlarıyla karşılaşmaya istekli olmalarıdır. Coğrafya derneklerinin kuruluşuna ve kongrelere paralel olarak dergiler de yaygınlaşmaya ve sayıları artmaya başlamıştı (1895’de sayıları 153’e çıkmıştı ve 125’i bu dernekler tarafından yayınlanıyordu); dergilerin 48’i Fransızca, 42’si Almanca ve 15’i de İngilizce dillerindeydi. Bunların en eskisi İngiliz Kraliyet Coğrafya Derneği’nin (Royal Geographical Society) Geographical Journal’ı 1830’da yayına başlamış, ama düzenli hale gelmesi 1893’den itibaren olmuş; İskoç Kraliyet Coğrafya Derneği’nin dergisi Scottish Geographical Magazine ise 1885’de yayınlanmaya başlamıştı. Bu ülkede 1901’de çıkmaya başlayan Geography de Kraliyet Coğrafya Derneği’nin yayınıdır ve ilk başlarda “Coğrafya Öğretmeni“ (Geographical Teacher) adıyla çıkmış, 1927’de adı değişmiştir; hâlâ da coğrafya eğitimi ve coğrafya öğretmenleri için makalelere ayrı bir yer vermektedir. Amerikalı coğrafya öğretmenleri derneğinin 1897’de çıkarmaya başladığı Journal of Geography de buna benzer bir yayındır. Bu derneğin Institute of British Geographers derneğiyle birlikte çıkarmaya başladığı The Geographical Magazine ise 1935’den bu yana yayınlanmaktadır; buna karşılık, İngiliz Coğrafyacıları Enstitüsü’nün (IBG) Transsactions’ı buna denk düşen ve 1931’den bu yana çıkan bir yayındır. Almanya’da 1853’den beri yayınlanan Die Erde aynı zamanda dünyanın en eski dergilerinden biridir. Bu ülkedeki geçmişi eski süreli yayınlardan biri 1855’de kurulan Petermanns Geographische Mitteilungen olurken, 1895’den beri yayınlanan bir başka dergi de Geographische Zeitschrift’dir. Birçok Avrupa ülkesi coğrafi araştırmalar bakımından çok uzun bir geçmişe sahiptir ve yukarıdaki dergilerle kıyaslanabilecek birçok da yayın yapmaktadırlar. Fransızların Annales de Geographie adlı süreli yayını bunların en tanınanlarındandır. 1891’de P.Vidal de la Blache tarafından kurulmuş, daha sonra yöneticiliğini başka ünlü coğrafyacılar yapmıştır. Diğerleri arasında şunlar sayılabilir: Rivista Geografica Italiana (1895), Revue Belge de Géographie (1876), Canadian Geographer ve benzerleri gibi. Amerika’da National Geographic Society’nin yayınladığı The National Geographic Magazine 1889’da yayına başlamış; başlangıçta ciddi bilimsel yazılar (örneğin Davis’in aşınım dengesi teorisi üzerine yazısı gibi) yayınlayan, şimdiki halinden oldukça farklı bir dergiydi. The American Geographical Society’nin (bu ülkede ilk kurulan dernek) yayını ise Geographical Review’dır ve 1916’dan bu yana çıkmaktadır. 1911 yılında çıkmaya başlayan, üç ayda bir yayınlanan Annals of the Association of American Geographers adlı dergi ise Amerikan Coğrafyacılar Derneği’nin yayınladığı ve dünyadaki en önemli dergilerden biri olurken, İsveçli coğrafyacıların dergisi Geografiska Annaler (1919’dan beri) de köklü dergilerden birisi haline gelmiştir. Bununla birlikte, Alman coğrafyacı Ritter, ondokuzuncu yüzyıl başlarında, coğrafya tanımını “dünyayı ve üzerinde yaşayanları tasvir etmek”ten “dünyayı üzerinde yaşayanlarla ilişkili olarak incelemek” şekline çevirdiğinde, ilerleme yolunda yeni bir hazırlayıcı adım atılmış oluyordu; ama ilerleme, eski bazı inançlar tarafından engellendiğinden, bu başlangıcın ötesine uzun zaman boyunca geçilemedi. Dünyanın yaşıyla ilgili ve jeolojideki katastrofizm (tufan) doktriniyle bağlantılı teolojik önyargılar o zamanlar egemendi. Bunlar coğrafyaya mevcut değişim süreçlerinin önemsiz sayıldığı hazır bir dünya sunmuşlardı. Bundan başka, bütün organik türlerin ayrı ayrı yaratıldıklarına inanç bir teoloji doktrinine götürmüştü. Ama, bilimsel ve teknik ilerlemelerin1 hızlandığı ondokuzuncu yüzyıl, coğrafi düşünce ve bilgi birikimi üzerinde de büyük etkiler ve değişimler yaratmıştı. Keşifler ve icatlarla başlayan bu süreç, bu yüzyılda, doruğuna varmıştı. Ondokuzuncu yüzyılda kaydedilen olguların çokluğu Davis (1906) tarafından da vurgulanır: 1
Bu teknik ve bilimsel ilerlemeden birisi de Başlangıç Meridyeni’nin (Prime Meridian) belirlenmesi olmuştur. Başlangıç Meridyeni, ilk kez 1884’de Washington D.C.’de yapılan bir uluslararası konferansta seçilmişti. Başlangıç noktasının ya da başlangıç meridyeninin geçeceği yerin Londra’daki Greenwich olarak seçilmesi, herhangi bir gerekçeye dayanmaksızın, belki de yalnızca bir gözlem evinin bulunması nedeniyle olmuştu. Bundan önce birçok ülke kendi başkentini başlangıç meridyeni olarak kullanıyordu ve yine birçok ülke bu yeni uygulamayı ancak 1930’lu yıllardaki ulusal günlerinin kutlamaları sırasında benimsediler. Bununla birlikte, 1950’ye kadar hemen hemen tüm dünya haritaları artık Greenwich meridyenini kullanmaya başlamışlardı. 1884’deki Uluslararası Meridyen Konferansı’nda dünya ulusları, her biri 15 boylam kaplayacak şekilde dünyayı 24 standart zaman kuşağına ayırmışlardı. Günümüzün dünya zaman kuşakları haritası kesin dikey şeritlerden oluşmamaktadır. Bu kuşaklar, ülke sınırlarını içine alacak şekilde kıvrımlar yaparlar.
... Daha medeni (gelişmiş) ülkeler büyük ölçüde ölçülmüş ve haritalanmıştır; dünyanın kıyıları çizilmiş; daha az medeni (daha az gelişmiş) kıtaların içerideki merkezlerine erişilmiştir. Olguların bu hasadı fiziki coğrafya için muazzam bir teşvik olmuştur.... Bu yüzyıl, daha önce Andlar’da ölçülenden daha yüksek zirvelerin Himalayalarda ölçüldüğünü görmüştür. Nil, ekvatoral Afrika’nın göllerindeki kaynaklarına kadar, eski gelenekler de ayırt edilerek, incelenmiştir; Kongo’nun denize varmadan önce iki kez ekvatoru geçtiği anlaşılmıştır. Sayılar dışındaki olgular da daha önceki bilgi toplamına eklenmiştir. Ama aynı zamanda da sıradağlar arasındaki vadilerin erozyonun işi olduğu, vadi erozyonunun çoğu kez geniş dağ eteği ovalarını yarattığı; şelalelerin olgunlaşmış bir akarsuyun akış seviyesine inene kadar gerilediği; iç havzaların sınırlarından tabanlarına doğru taşınan maddelerle yavaş yavaş dolduğu keşfedilmiştir. Ondokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren coğrafyanın sömürgeci ülkelere dünya hakkında –keşifler gibi dar bir açıdan- bilgi sunmada önemli bir bilim alanı haline gelmesi ve en prestijli üniversitelerde bile coğrafya bölümleri açılması, bir bakıma da Avrupalı ticari ve siyasal emellerle bağlantısının kurulması, coğrafi düşünceyi de değişime uğratmıştı. Yerler ve bölgeler, Avrupalı bakış açısıyla ve belirli ulusal, ticari ve dinsel ilgilere göre ele alınıyordu. Coğrafya önemsenmişti ama yalnızca sömürgeciliğin bir aracı olarak. Brian Hudson’ın (1977) dediği gibi, “yeni coğrafya ile yeni emperyalizmin ortaya çıkışı arasında zamansal bir denklik vardı”. Belirtildiği gibi, Paris, Berlin ve Londra’da coğrafya derneklerinin kurulmasının ardından bunları hızla dünyanın çeşitli yerlerinde kurulan yeni dernekler izlemişti. Bunlar, bilim dalının toplumsal şekillenmesini temsil ediyorlardıysa da, aynı zamanda da dünyanın yeni diye kabul edilen yerlerinin araştırılması ve haritalanmasında kapitalist güçlerin amaç ve yatırımlarına da coğrafyayı sıkı sıkıya bağlıyorlardı. Bu dönemde bir başka coğrafya daha vardı ki bu da bilim dalının aynı gelenekleri üzerine oturtulmuş ama kökten farklı uygulamalarla açıklamasını bulmuş, bir tanımlamaya göre de “yeraltı kritik (eleştirisel) coğrafyası”ydı (Unwin 1992). Gücünü Fransız ve Rus toplumsal hareketlerinden alan bu “anarşist coğrafya”nın en tanınan iki temsilcisi ise Élisée Reclus (1830-1905) ve Pyotr Kropotkin (1842-1921) idi. 2.6. EMPERYALİZME KARŞI ANARŞİST ALTERNATİF (bu kısım sınav dışı kalacaktır ama okunmasında büyük yarar vardır) “Anarşist coğrafya”nın en tanınan iki temsilcisinden birisi olan Jean Jacques Élisée Reclus, günümüze kadar görülen en üretken coğrafya yazarlarından birisi, belki de birincisidir. Daha çok fiziki coğrafya ağırlıklı çalışmaları olan La Terre (1866-1867) ve ondokuz ciltlik dev eseri Nouvelle Géographie Universelle: La Terre et les Hommes (1876-1894) ile tanınmıştır; tüm birikiminin son ürünü olan L’Homme et la Terre adlı altı ciltlik eseri ise, çoğu ölümünden sonra olmak üzere, 1905-1908 arasında yayınlanmıştır. Élisée Reclus, Bordeaux’da doğmuş, Montauban’da üniversite eğitimi görmüş, 1849’da öğretmenliğe başlamış; 1851’de de Ritter’in öğrencisi olacağı Berlin Üniversitesi’ne kaydolmuştu. Babası bir Protestan din adamıydı ve genç Reclus, Berlin Üniversitesi’nde Ritter’in öğrencisi olduğu altı ay da dahil, hep teolojik bir eğitim görmüştü. Ancak dini inançlarını henüz yirmili yaşlarında kaybettiğinden, Reclus’nün gelecekteki kariyeri üzerinde en büyük etkiyi yapan Ritter’in teolojik bakış açısı bu etkinin dışında kalmıştı. Reclus, aynı yıl Fransa’ya döndüğünde, III.Napolyon’un askeri darbeyle yeniden imparatorluk kurmasına karşı çıkınca kısa süre içinde ülkesini terk edip İngiltere’ye gitmek zorunda kalır. İngiltere’den A.B.D.’ne, Louisiana’ya geçer ve Kolombiya’da yerleşme girişimi başarısızlıkla sonuçlanmadan2 önce, Kuzey Amerika’nın her tarafını dolaşır. Bir kitapevine yazdığı seyahat notlarıyla adını duyurur. On dört yıl boyunca da Paris Coğrafya Derneği’nde faal bir rol üstlenir. Ama aynı zamanda da Uluslararası Çalışan Erkekler Derneği’ne üye olması onun anarşist Mikhail Bakunin’in etkisi altına girmesine yol açar. 1866-1867’de Hachette yayınevinin La Terre’nin birinci cildini yayınlaması Reclus’ye coğrafyacı olarak uluslararası bir ün kazandırır. 1871’de Paris Komünü ayaklanmasının ilk günlerinde yakalanınca, bu kez mülteci olarak İsviçre’ye geçer. Kropotkin ile 1877’de, Bakunin’in ölümünden birkaç ay sonra, İsviçre’de tanışır. Burada dünyanın evrensel coğrafyası üzerine, yani Nouvelle Géographie Universelle’i (Yeni Evrensel Coğrafya) yazarken, aynı zamanda siyasal faaliyetlerini de sürdürür
2 İster bir yerleşmeci isterse bir arazi coğrafyacısı olarak, 13 Kasım 1855’de, annesine bir coğrafyacının kendi inançları hakkındaki söyleminin nereye varacağını şöyle yazmıştı: “Kaldı ki, benim için dünyayı görmek, dünyayı incelemektir; gerçekten ciddi olarak yaptığım tek inceleme, coğrafi incelemedir ve de insanın doğayı dünyaya bakarak gözlemlemesinin, çalışma odasının diplerine gömülüp düşlemesinden çok daha iyi olduğu kanısındayım. Ne kadar güzel olursa olsun, hiçbir betimleme gerçek olamaz, bunun nedeni de, bir görünümün yaşamını, suların akışını, yap-
rakların hışırtısını, kuşların şarkısını, çiçeklerin kokusunu, bulutların durmadan değişen biçimini yeniden yaratamamasıdır; bilmek için, görmek gerekir” (Özgüç 2006).
ama bu eserde siyasal inançlarının izleri görülmez; bu nedenle de, eser, orta sınıftan başlayıp siyasetçilere kadar çok geniş bir okuyucu kitlesini kendine çekebilmiş, coğrafya derneklerinin ileri gelenleri bu kitabı okullarda ve üniversitelerde coğrafya için bir model olarak kullanmak istemişlerdir. Reclus, bundan sonraki dönemde bir hayli seyahat edecektir: 1883’de Türkiye’ye gelir; 1889 ve 1891’de A. B.D.’ne ve 1893’de de Brezilya’ya gider. 1890’da Paris’e tekrar dönme şansını yakalar; ama 1894’de bu kez Belçika’ya gitmek zorunda kalır ve orada Yeni Brüksel Üniversitesi’nin kuruluşuna yardım eder; kendisi de 1898’de Coğrafya Enstitüsü’nü kuracak ve 1905’de ölümüne kadar bu ülkede kalacaktır. Bununla birlikte, Reclus’nün zamanında önemsenmemesinin ve üniversite öğretim üyesi olamamasının bazı nedenleri vardır. Bunların başında, onun çalışmalarıyla ilgili Fransa’da ve dışarıda Kropotkin ile birlikte vurulan “anarşist” damgasının onların siyasal şiddetten yana oldukları şeklinde sürdürülen dedikodular gelir. Dunbar her ikisinin de şiddetten yana olmadıklarını belirtir. Siyasi açıdan da, aslında ikisi de, Marx’ın değil, Bakunin’in etkisi altındaydılar ki o zaman bu ikisi arasındaki fark şimdi göründüğünden çok daha büyük ve önemliydi. 3 Öğretim üyesi olmamasındaki nedenler arasında daha da önemlisi Reclus’nün akademik bir yaşama uygun şekilsel nitelikleri geliştirme fırsatını bulamamasıydı: 1851-1857 arasını sürgünde geçirmiş; 1872-1879 arası yasaklanmış; 1894’de Brüksel’de, henüz diploma denkliği kabul edilmemiş Yeni Üniversite’de dersler vermeye başlamıştı. O, 1877’de İsviçre’de Kropotkin’i ararken, Ecôle Normale Supériore’da atanacağı yeri Vidal de la Blache kapmıştı –bu, daha sonraki 30 yıl Fransız coğrafyası üzerinde egemenlik kuracak bir atamaydı. Böyle bir konumda da Vidal, Fransa’da profesyonel akademik coğrafyanın kuruluşu için öğrencileri ve meslektaşları yoluyla insan gücü sağlıyordu ve bu süreçte Élisée Reclus’nün zaten bir yeri olamazdı. Rusya’nın en eski aristokrat ailesinin (Romanoflardan önceki Çar ailesi Ruriklerin) çocuğu olarak dünyaya gelen Çarın yeğeni Prens Pyotr Alexeivich Kropotkin ise anarşizme tamamen farklı bir geçmişten gelerek yaklaşıyordu. Seçkin subayları yetiştiren askeri okuldan mezun olduktan sonra ilk görev yeri olarak Sibirya’yı seçmesiyle herkesi şaşırtmıştı. Böylece, ilk kariyerine fiziksel çevreyi ve nüfusun toplumsal koşullarını bütün şiddetiyle gözlemleyebildiği Sibirya’da bir subay olarak başlamıştı. 1863-1868 arasında 5 yıl kaldığı Sibirya’da, çoğu at sırtında olmak üzere, 80,000 km yol yapmış; Çin-Rus sınırına yerleşen eski mahkûmlara malzeme ve yeni yerleşim alanlarına göçmen taşımıştı. Yalnızca Amur Nehri üzerinde mavnalarla yolculuğu 3,200 km tutuyordu. Sibirya’nın haritalanmamış kesimlerini araştırarak haritalamış, Çita ile Blagoveşensk arasında, Mançurya’da kestirme bir yol arayışına girmiş ve Çin’de (Rus tüccarı kılığında) 400 km’den fazla yolculuk yapmıştı. İkinci büyük araştırma gezisini de, 1864 sonbaharında, Amur’un kolu olan Sungari nehrini incelemeye ayırmıştı; bu gezi notları ve haritaları onun aynı zamanda yayınlanan ilk makalesini oluşturacaktı. 1865’de Tutkinsk vadisi ve Sayan dağlarını (Baykal Gölü’nün batısı); 1866’da, üçüncü araştırma gezisinde, kuzey Sibirya’da Lena altın madenlerine bölgenin idari merkezi Çita’dan ulaşabilecek kestirme yolu araştırdı ve keşif yolculukları Sibirya’nın diğer yerlerinde de aynı yoğunlukta sürdü (bu nedenle, Tikhono-Zadonsk madenci yerleşmesine, ölümünden sonra, 1930’da onun adı verildi). Bu üç gezi Kropotkin’in düşüncelerini fazlasıyla beslemişti ve birkaç yıl içinde de meyvelerini verdi: Asya’nın merkezi platosunun bir zamanlar Bering Denizi’ne doğru uzanan bir kara kütlesi, etrafını çevreleyen plato ve dağ sıralarının ise Buzul Çağlarını izleyen erime dönemlerinde meydana gelmiş sedimanter taraçalar olduğunu ileri sürüyordu. 1904’de bu tezleri Geographical Journal’ın 23’üncü sayısında (“The desiccation of Eur-Asia” başlığıyla) yayınlandı. Sibirya deneyimlerinden sonra Moskova’ya döndüğünde toplumsal koşulları göz önüne almaksızın salt bilim yapmanın mümkün olmadığı bilincine varmıştı. 1867’de ordudan ayrıldı ve St Petersburg’a dönerek üniversiteye girdi, aynı zamanda da Rus Coğrafya Derneği’nin fiziki coğrafya seksiyonuna sekreter olmuştu. 1873’de önemli bir yazı yayınlayarak Asya’nın o zamana kadar var olan haritalarının Rusya’nın fiziki formasyonunu tamamen yanlış yansıttığını, ana yapısal hatların daha önce sanıldığı gibi kuzey-güney ya da doğu-batı doğrultusunda değil, gerçekte güneybatı-kuzeydoğu doğrultusunda uzandığını kanıtladı. 1871’de Rus Coğrafya Derneği hesabına Finlandiya ve İsveç’i inceledi. Bu çalışma sırasında kendisine Derneğin başkanlığı teklif edildiyse de, bundan sonra asıl görevinin yeni keşifler peşinde koşmak değil, var olan 3
Anarşizm, ansiklopedilerde ayrıntılı ve çeşitli şekillerde açıklanıyorsa da, kısaca, devlet yönetiminde merkezi yönetimin yerini kendi kendine yeterli kooperatif grupların almasının gerektiğini savunan, düzen ve otoriteyi reddeden siyasal harekettir; ancak bu değişimin silahlı mücadeleyle gerçekleşmesinden yana değildir. Gerçekten de, karakteri bakımından son derece mütevazı, kendini düşünmeyen ve tutkulu bir insan olan Reclus, Dunbar’a göre, “asla ellerini mürekkepten başka bir kire bulaştırmamıştı”. Anarşizmin idealini şöyle tanımlayanlara da rastlanır: “Anarşizmin gerçek gücü kafaların sayısında değil, beyinlerin ağırlığındadır…”
bilgilerin halk arasında yayılmasını sağlamaya yardımcı olmak olduğu inancıyla St Petersburg’a geri döndü ve devrimci partiye katıldı. 1872’de İsviçre’de küçük bir topluluk olan anarşist saat yapımcılarını ziyaretinden sonra da anarşist bir sosyalist bakış açısı benimsemesi gerektiğine iyice karar vermişti (Breitbart 1981). 1874’de Rusya’da tutuklanıp hapse mahkûm olduysa da, 1876’da ülkesinden kaçıp İngiltere’ye gelmeyi başardı. Aynı yıl Nature dergisinde buzullarla ilgili yazısı çıktı. Bir yıl sonra İsviçre’de Reclus ile tanıştı ve çok iyi arkadaş oldular. 1881’de İsviçre’den sınır dışı edildiğinde, Fransa’ya geçmiş ama burada yeniden hapse girmişti (18831886 yılları ara-sında). Çıktıktan sonra yeniden İngiltere’de yaşamaya başladı (1896’da Fransa’ya girmesine, 1913’e kadar da İsviçre’ye geçmesine izin verilmemişti) ve 1917’de devrimin ardından, 1921’de ölümüne kadar kalacağı ülkesi Rusya’ya döndü. Her iki adamın da coğrafi çalışmaları anarşi uygulamalarının birer parçasını oluşturmuştur. Reclus yazılarında anarşiyi savunma konusunda daha dolaylı yol izlemiş ve bu konuda en ileri giden çalışması L’Homme et La Terre olmuştu. “Ben bir coğrafyacıyım” diyen Reclus “ama her şeyden önce de bir anarşist” diye ekliyordu. Reclus üzerine yazan coğrafyacıların başında gelen Dunbar, yerinde bir teşhisle, “sanki coğrafyası anarşizmi için gerekliydi, böylece anarşizmi de coğrafyasını zenginleştirmişti. Reclus bunlardan yalnızca birisi açısından bakılarak anlaşılamaz” demektedir. Çağdaş coğrafyanın izlerini taşıyan ve “toplumsal (sosyal) coğrafya” kavramının ilk kez kullanıldığı bu muazzam eserinde, Reclus, kaynakların küresel dağılışında ve bütün halklar için eşit kullanım hakkının sağlanmasında coğrafyanın önemini vurguluyordu. Reclus, büyük ölçüde determinist olan Alman coğrafi görüşünün en güçlü olduğu devrede fiziki coğrafya koşullarının önemini takdir etmekle birlikte, insanın önemini ilk kez açık olarak dile getirmiş ve aynı zamanda bölgesel çalışmalara ağırlık vererek, kuşkusuz tasvirlere de yer vererek, ama aslında mekânı –ağırlıkları ne olursa olsun- doğa-insan ilişkileriyle açıklamaya çalışmış ve böylece de Fransız Coğrafya Ekolü’nün temellerini atmıştır. Reclus, coğrafya ve tarih ilişkisini, aynen Kant gibi, şöyle özetlemiştir: “Coğrafya mekân içinde tarihten başka bir şey değildir, aynı şekilde tarih de zaman içinde coğrafyadan başka bir şey değildir”. Reclus, Ritter’in etkisinin açıkça hissedildiği ve hatta onun Erdkunde’sinin bir devamı olduğu da söylenen Nouvelle Géographie Universelle’inde Avrupa’ya geniş yer vermesinin nedenini açıklarken de coğrafi görüşünü yansıtan fikirlere yer vermektedir: Avrupalı ulusların ilerlemesinde coğrafi ortamın olumlu etkilerinin ne denli güçlü olduğu bilinir. Avrupalı ulusların üstünlüğü, bazı kimselerin sandığı gibi, üyesi bulundukları ırkın erdeminden kaynaklanmaz. Nitekim eski dünyanın başka bölgelerinde bu ırklar pek yaratıcı değillerdir. Avrupalılara dünyayı bütünüyle öğrenme ve insanlığın başında uzun süre kalma şerefini kazandıran kıtanın biçimi, konumu, iklim ve toprak koşullarıydı. Demek ki, çeşitli kıtaların biçimleriyle bunların insanların kaderi üzerindeki sonuçlarını ısrarla inceleyen tarihî coğrafyacıların hakları vardı. Platoların biçimi, dağların yüksekliği, ırmakların bolluğu ve gücü, okyanusa yakınlık, kıyıların biçimi, atmosferin sıcaklığı, yağış sıklığı ya da kıtlığı, hava ve su arasındaki binlerce karşılıklı ilişki, gezegenimizdeki yaşamın tüm olguları onların gözünde bir anlam taşır ve ulusların ilk bakıştaki yaşamlarını ve kişiliklerini, en azından bir ölçüde açıklamalarına yarar. Kropotkin ise, toplumsal eylemin önemine inanıyordu; ondokuzuncu yüzyıl sonundaki Sosyal Darwinizm akımından kısmen etkilenmiş olarak, başarılı bir toplumun “farklılıkta birlik”e dayanılarak yaratılabileceğini ileri sürüyordu. Bu fikirler 1902’de yayınlanan Mutual Aid’de büyük ölçüde işlenmişti ve evrim tarihine bir bakış yapabilmek üzere tasarlanmıştı. Aslında Kropotkin’in yaşamını 1871’den sonra iki devrime adadığı şeklinde değerlendirmeler de vardır. Bu iki devrimin birincisi toplumsal ve ekonomik ilişkilerde, ikincisi de coğrafya bilim dalının kendisinde meydana gelecek devrimlerdir. Kooperatifleşmeyi temel alarak, halkın kendisini geliştirecek bir kapasitede olduğunu göstermek istiyor; merkezileşmiş kurumların kooperatif kişiliğin gelişmesini engelleyeceği, eşitsizliği arttıracağı ve ekonomik ilerlemeyi sınırlayacağına inanıyordu. Kropotkin’in coğrafyasının temel noktalarından birisi de, büyük kısmında Humboldt’un etkisinde kalarak, coğrafyanın beşeri bilimlerle doğal bilimler arasında gittikçe büyüyen uçurumu kapatacağı şeklindeki düşüncesi idi. Böylece de, sentezin, holistik (bütüncül) bakış açısının ve toplumsal reformların canlı bir bilimsel ampirisizmin parçaları olduğunu savunan “Humboldt’un radikal beşeri coğrafyacı modeli”ni oluşturmuş oluyordu.
Kropotkin, coğrafyaya gerçekten aşıktı; ölümü nedeniyle Keltie’nin (1921) övücü sözleri, Kropotkin’in “coğrafya bilimine katkıları en yüksek düzeyde olmuştur. Siyasal amaçlarına harcadığı zamanı coğrafyaya harcasaydı ne büyük kazanç olacaktı” şeklindeydi. Kropotkin, fiziki coğrafyayla, daha çok da buzullarla ilgili yayınları yanında, coğrafya metodolojisiyle de ilgilenmişti. Onun, Fransa’da bir hapishane hücresinde yazdığı “Ondokuzuncu Yüzyılda Coğrafya Nasıl Olmalıdır” (Aralık 1885) adlı makalesi coğrafya sevgisini de ortaya koymaktadır. Kropotkin, “Dünyanın keşfi” olarak aldığı coğrafya için şöyle diyordu: “Düşman güçlere karşı insanın mücadelesinin ve bu güçlerin sırlarına erişme arzusu içindeki bir çocuğa esin kaynağı olarak nelerin seçilmesinin daha iyi olacağının hikayesidir .... Coğrafya insanlık için değeri olan duyguları yaratma yollarını sağlayan bir bilim olmalı; ırkçılığa, savaşa ve baskılara karşı mücadele etmeli; cehalet, haddini bilmezlik ve egoizmden doğan yalanları dağıtabilmelidir” Her iki coğrafyacının da anarşist görüşleri coğrafya âlemi tarafından onaylanmamış olmakla birlikte, yine her ikisi de coğrafyacı yanlarıyla zamanın kurumları tarafından onurlandırılmışlardır: Reclus 1894’de Nouvelle Géographie Universelle’in yazarı olarak coğrafyaya verdiği hizmetlerden dolayı Londra’daki Kraliyet Coğrafya Derneği’nin Altın Madalyası’nı almış; Kropotkin de fiziki coğrafyaya katkılarından dolayı aynı kurum tarafından onurlandırılmış –ama neredeyse yaşamının sonuna kadar süregelen siyasal görüşleri yüzünden dernek üyeliğine seçilememişti (Kropotkin’in adı 1921’de Krasnodar’da Kuban nehri kıyısında –Rusya- bir şehre verilmişti). Yine de, temelde son derece tutucu bu coğrafyacı topluluğunun bu iki adamı desteklemesi gerçekten göz kamaştırıcıdır. İçinde bulunduğumuz dönemde, tüm dünyada yaşanan, coğrafyanın da içine girdiği post-modernist akımla birlikte, “uzlaşmasız idealistler” olarak bilinen Reclus ve Kropotkin’e yeniden dönülmüş, onlara referanslar verilmeye başlanmıştır. Bu, hem dünyadaki eşitsizlikleri incelemedeki bakış açısına yeni bir katkı gibi görülmekte hem de her iki bilim adamının gerek yaşamları gerekse görüşlerinin, düzene, aynılığa karşı, toplumsal anarşiden ve eleştiriden yana olan, farklılıkla ilgilenen post-modern düşünceye çok uygun olmasından dolayıdır. Coğrafyanın, dünya hakkında bilgi edinmek ve bunu ortak bir yarara uygulamak olduğu da söylenebilir; bu da, doğal olarak, kendi başına bir ideolojidir. Peki: Ne tür bilgi? ve hangi ortak yarar? İkincisine verilecek cevap birincisini şiddetle etkileyecektir. Coğrafyacıların toplumla ilgili hedefleri bilgi tanımlarını ve bilgiyi nasıl kullanacaklarını da etkiler; buradan da bir akademisyen, bir eğitimci ya da başka ne olurlarsa olsunlar, felsefeleri de etkilenecektir. Kısaca, “tasvir”den sonraki dönemde, nispeten yakın zamanlarda, coğrafyacıların dikkatini çeken ve onların ideolojilerinin kökenini ortaya koyan bazı felsefeleri burada kısaca özetlemenin yararlı olacağını düşünüyoruz. Bu felsefelerin başında da çevreci determinist görüş gelir. Aslında, Batı düşünce dünyasında çok eski zamanlardan beri var olan determinist görüş, bir çevresel felsefi düşünce halinde gelişme olanağını Darwin’in evrim teorisinden sonra bulmuştur. ÖRNEK SORULAR: 1-Özellikle ondokuzuncu yüzyıl boyunca Avrupa ülkelerinin denizaşırı topraklara ilgi duymasıyla coğrafyacıların büyük rol oynaması coğrafya birlik ya da derneklerini arttırmıştı. Böylece coğrafyanın gelişmesinde nasıl bir devre ortaya çıkmıştı? a-inceleme ve araştırmacı devre b-sömürgeci devre c-ansiklopedik devre d-eğitsel devre e-hiçbirisi (Cevap b) 2-Anarşist coğrafyacıların en tanınan iki temsilcisi kimlerdi?
a-Élisée Reclus ve Prens Pyotr Kropotkin b-Alfred Hume ve Comte de Buffon c-Réne Descartes ve Immanuel Kant d- J.B.B.d’Anville ve Alfred Hume e- Réne Descartes ve Comte de Buffon (Cevap a)
10.Hafta e-Ders Kitap Bölümü
10. HAFTA ÖZET: Coğrafyanın özellikle ondokuzuncu yüzyılın ortasında meydana gelen değişimlerden etkilenerek kendi fikir akımlarını ortaya çıkarması üzerinde bu derste durulmaktadır. Birinci dersin başlangıcındaki uyarılar göz önüne alınmalıdır.
BÖLÜM 3: COĞRAFYADAKİ FİKİR AKIMLARI: İnsan-Çevre ve Bölgesel Coğrafya Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Kant ve Humboldt’un coğrafyanın diğer bilimler arasındaki yeri üzerine ileri sürdükleri görüşler tümüyle unutulmuştu. Bunda, kısmen, kısa süre içinde Ritter ve Humboldt’un aynı yıl birden ölmesi ile üniversite düzeyinde coğrafya eğitiminin kesintiye uğramasının etkisi olmuştu. Ama coğrafyanın gelişme hikâyesinde Humboldt ve Ritter dönemiyle bir sonraki bağlantıyı Charles Robert Darwin’in (1809-1882) Türlerin Kökeni adlı kitabının 1859’daki (yani Ritter ve Humboldt’un öldükleri yıl) yayını oluşturacaktı. Birçok bakımdan Darwin, en azından James Cook’a kadar giden büyük coğrafi keşif araştırmaları geleneğinde, önemli bir yere sahiptir ve bu yüzden de Alexander von Humboldt’un Personal Narrative of Travels to the Equinotial Regions of the New Continent’inin onun için en değerli kitaplardan birisi olması hiç de şaşırtıcı değildir. Eğitimi, önce Edinburgh’da gördüğü tıp ve sonra Cambridge’de gördüğü din eğitimine dayandığı halde, bunlar onun beş yıl süreyle Beagle adlı gemiyle dünyayı dolaşmasında, Humboldt coğrafyasına olan bağlılığında çok az rol oynamıştı. Beagle, 27 Aralık 1831’de Plymouth’a demir attığında yirmi iki yaşındaki amatör doğa bilimci Darwin kaptana eşlik ederek yaptığı yolculuktan deniz tutmuş olarak dönüyordu ama evrim teorisinin, türlerin coğrafi dağılışlarındaki nedenlerin keşfedilmeye çalışılmasıyla ilgili süreç de böylece başlamış oluyordu. Bununla birlikte Darwin’in Humboldt’un öldüğü yıl (1859) çıkan ünlü kitabının (Türlerin Kökeni Üzerine) aslında Humboldtçu coğrafyanın cazibesi altında kalarak mı yayınlandığı sorusu hep sorula gelmiştir. Daha sonraki bilim insanları ne yazmış olurlarsa olsunlar, bu iki bilim adamı arasındaki ilişkiler dostça olmuştur. Buttimer’in yazdığına göre (2006), Darwin 18 Mayıs 1832’de Rio de Janeiro’ya geldiğinde botanikçi arkadaşı John Stevens Henslow’a şunları yazmıştı: “Daha önce Humboldt’a hayrandım, şimdi ise ona tapıyorum; Tropiklere ilk girişte kafanızda doğabilecek duygular hakkında fikri bir tek o verebilir.” 1839’da Darwin, Beagle Seyahatleri olarak yayınlanan kitabının bir kopyasını Humboldt’a göndermiş, Humboldt onu överek “benim tahminlerimin çok üstüne çıktın… Önünde mükemmel bir gelecek var .. Çalışman muhteşem … Benim görüşlerimi genişlettin ve düzelttin” diye yanıt vermişti. 1838’de Royal Geographical Society’ye katılmış, burada konferanslar vermiş ve dergisinde makale yayınlamış olmakla birlikte, Darwin’in bir coğrafyacı olduğu tabii ki hiç bir zaman iddia edilmemiştir; kendisinin ilgi alanı botanikti. Doğa bilimleri alanında kendisinden önceki önemli bir düşünür olan Herbert Spencer’dan (1820–1903) “en dayanıklı olanın hayatta kalacağı” deyişini almıştı. Tabii ki bu konuda ayrı düştükleri noktalar vardı: Darwin zaman içinde bir nüfustaki özelliklerin dağılışındaki değişimleri evrim olarak nitelerken, Spencer bunu daha önceden mevcut bazı planların ortaya çıkması olarak düşünüyordu; ona göre evrimin yönü daima en basitten ve en az farklılaşmış olandan en karmaşık olana doğruydu. Darwin’in, Spencer’in tüm görüşlerini değil ama “en dayanıklının hayatta kalacağı” görüşünü kendi evrim teorisine temel aldığı bilinmektedir: bu teori daha alt düzeyde ve daha basit olan yaşam şekillerinden daha yüksek ve daha karmaşık yaşam şekillerine yavaş yavaş ya da düzenli bir dönüşümün var olduğuna dayanıyordu. Bu da daha önceki bilimsel görüşlere, özellikle de yaratılış ve tufan teorisine karşıt bir görüş olarak ortaya çıkıyordu. Biyoloji kökenli İngiliz coğrafyacı Mackinder, Darwin’in çalışmasını “değişik iklim koşulları altında hayvanların coğrafi dağılışını ortaya koyduğu” şeklinde değerlendirmiştir; bazı organizmalar değişen koşullara kendilerini başarılı bir şekilde uyarlayabilirken, diğerleri uyarlayamamışlardır. Ancak, coğrafyacılar, “insanlar ve onları çevreleyen ortamlarının yüzyıllar boyunca yerden yere ve zamana göre değiştiğini, bir evrim geçirdiğini” kabul etmişler ve Darwin’in “Doğal Seçim” üzerine olan görüşlerinden de genel bir “insan-yer ilişkisi” teorisinin çıkarılabileceğini görmüşlerdi: yani, nasıl ki organizmalar hayatta kalabilmek için kendi çevrelerine uyum sağlama ihtiyacındaysalar, aynı şekilde insanlar da içinde yaşadıkları çevre ile
uyumlu bir yaşam tarzı benimsemek zorunda ya da ihtiyacındaydılar –başka bir deyişle, insanın yeryüzündeki yaşamı geniş ölçüde içinde yaşadığı fiziki çevrenin türü tarafından ve zaman içinde biçimlendirilecekti. Coğrafya da, böylece, insanın fiziki ortamına tepki gösterme yollarının incelemesi olmaktaydı ve fonksiyonunu genişleterek insanın yeni bir çevreye karşı göstermesi gereken tepki yollarını önceden tahmin edebilirdi. Bu yüzden de, coğrafyanın bir uygulamalı bilim durumuna ve devrin sömürgeci ülkelerine yararlı hale gelmesi gerekiyordu. Ne gariptir ki Darwin’in fikirlerinin bu şekildeki yorumu İngilizlerin değil ama Alman ve Amerikalı coğrafyacıların yazıları üzerinde daha açık olarak etkisini göstermiştir. A.B.D.’nde Darwin’in etkisi yalnızca evrimden dolayı olmamıştı; aynı zamanda da, bu teoriyi doğru anlamadaki önemi nedeniyle, W.M.Davis’in yerşekilleri (özellikle dağlar) için “coğrafi döngü” teorisini ürettiği fizyografik çalışmalarının da rolü olmuştu. Darwin’in fikirleri “fiziksel çevrenin egemenliği” fikrini korumak isteyen coğrafyacılara muhteşem bir gerekçe sağlamıştı. Böylece yirminci yüzyıl coğrafyasına, söz konusu yüzyılın başlangıcıyla özdeşleşecek iki miras kalıyordu: Çevreci determinizm ve bölge. 3.1. ÇEVRECİ DETERMİNİZM: “İNSAN” VE ÇEVRE İnsanlar ve içinde yaşadıkları çevre arasındaki ilişkilerin anlaşılmasında Darwin’in ileri sürdüğü fikirlerin birçok ve karmaşık etkisi olmuştur. Bir yandan, organizma, ihtiyacı olan ama baskısını arttırarak kendisini tehdit eden bir çevreye uyum sağlamaya çalışırken, diğer yandan da varlık olmakla çevre arasındaki ilişkinin araştırılmasını öğrenir ve burada da coğrafyanın yeri vardır. Aslında, bu olguyu ilk hisseden Humboldt olmuştur. 5 Haziran 1799’da Amerika’ya gitmek üzere bindiği Corunna adlı teknede şunları yazar: “Doğanın güçlerinin birbirleriyle nasıl bir etkileşim içinde olduklarını ve coğrafi çevrenin bitki ve hayvanları nasıl etkilediğini bulmaya çalışacağım. Kısacası, doğanın birliğini neyin sağladığını keşfedeceğim”. Humboldt ve Ritter gibi, Darwin de insanları “doğanın canlılar dünyası içinde” alıyordu. Darwin özellikle canlılar dünyası elemanlarının birbirlerine bağlılıklarını vurgulamış ve daha sonra ortaya çıkacak ekolojik yazıların büyük kısmının da çerçevesini belirlemişti. Bununla birlikte, ilk etkilediği coğrafyacılar değil, biyologlardı. Bu bağlamda, Jena’da zooloji profesörü olan Ernst Haeckel (1869) “ekoloji” terimini kullanan ilk kişi olmuş, ama bazı ilgili biyolojik fikirler coğrafi araştırmaya girinceye ve “insan-çevre” ilişkisi üzerine tartışmalar başlayana dek, bu terim pek kullanılmamıştı. En verimli çağında, 1886’da Leipzig’de “coğrafya profesörü” olan Friedrich Ratzel de biyoloji eğitiminin ilk devrelerinde Darwin’in evrim teorisinden çok etkilenmişti. Bu etki Almanya’da Ernst Haeckel’le, Darwinismus olarak zirveye varan akımdan Ratzel’in 1869’da Jena’da onun öğrencisi olarak bilgilenmesiyle başlamıştı –basılan ilk çalışması olan Organik Dünyanın Doğası ve Gelişmesi de büyük ölçüde Haeckel’in Genel Morfoloji’sine dayandırılmıştı (aslında, Haeckel’in Darwinizmi o sıralarda Darwin’in kendisini bile kaygılandırıyordu). Güney Fransa’da yaptığı gezilere ilişkin notlarının yerel bir gazetede yayınlanması üzerine, Ratzel, yakın bir dostunun tavsiyesine uyarak coğrafya alanında çalışmaya başladı. Önce hayvan türlerinin göçleriyle ilgilenmiş, Avrupa ile Kuzey ve Orta Amerikalardaki yolculuklarından sonra da insan göçlerine ilgi duymuştu. 1880’li yılların hemen başında Münih Teknik Üniversitesi’ne yerleştiğinde iki ciltlik büyük çalışması Die Vereinigten Staaten von Nord-Amerika’yı (Kuzey Amerika Birleşik Devletleri) yayınladı. Hemen ardından da, kısa süre sonra fiziki çevrenin insan üzerindeki etkisi hakkındaki fikirlerini ortaya koyduğu Anthropogeographie (1882 ve 1891) adlı iki ciltlik eserinin birinci cildi ortaya çıkıyordu. Burada yeni bir bilim dalının –beşeri coğrafya- kavramsal temellerini atmaya çalışmıştı. Bu çalışmanın insan odağı bakış açısını doğal bilimlerden antropolojiye çevirmesine yol açmıştı. Ratzel, insanı, içinde kaynağını türlerin fiziksel çevreye uyma kapasitelerine göre doğal seleksiyonun oluşturduğu evrimin son ürünü olarak görüyordu. İnsanı, kendisini çevreleyen fiziksel güçlerin kıskacında ve ancak onun taleplerine doğru uyum sağlandığında başarılı olabilen, çevrenin bir ürünü olarak görme eğilimindeydi. Başka sözcüklerle, ona göre insan da genelde diğer canlıların bağlı olduğu kanunlara tabiydi. Dolayısıyla, Ratzel çevreci görüşün önemli temsilcilerinden birisidir. Bununla birlikte, coğrafi araştırmalarda insanın yerine büyük önem verişi de dikkat çekicidir. İnsanların yeryüzünde nasıl gruplar oluşturduklarını,
dağılışlarını ve bu dağılış üzerinde fiziki çevrenin ve göçlerin etkilerini, bireyler ve toplumlar üzerinde fiziki çevrenin etkilerini –örneğin iklimin doğal karakter üzerine etkisi gibi- incelemiştir. “Yalnızca tasvirin artık daha derinleşen coğrafya kavramına yeterli gelmesinin mümkün olamayacağı ve ‘Rerum cognoscere causas’a (şeylerin nedenlerini öğrenmeye) geçilmesi gerektiğine” işaret ediyordu. Ratzel’in fikirleri Avrupalı coğrafyacılar arasında yayıldı, A.B.D.’ne taşındı ve burada coşkulu bir şekilde kabul edildi. Çevreci determinizm ya da doğacı görüş Ratzel’in 1897’de yayınlanan ve bazılarınca en büyük eseri kabul edilen Siyasi Coğrafya-Politische Geographie’sinde de belirgindir. Bu çalışmada, Ratzel, Herbert Spencer’in görüşünden yürüyerek siyasal ünitelerin (devletlerin) toprak açısından yayılma ya da kaynakların tükenme noktasına varıncaya kadar nüfus büyümesinin kaçınılmaz olacağı birer organizma olarak alınabileceğini ileri sürüyordu. Devlet için varoluş yayılmayla mümkündü. Bu açıdan Grossraum (büyük mekâna sahip) ve Kleinstaaten (küçük devletler) olarak ikili bir ayrım yapıyor ve Avrupa devletlerinin Grossraum’a ancak denizaşırı topraklar elde ederek erişebileceğini iddia ediyordu. Ratzel’in bu görüşleri o sıralarda Almanya’da egemen olan imparatorluk inşa etme hayalleriyle denk düşmüştü –Grossraum ve Lebensraum (yaşam alanı ve mekanı) kendinden sonra gelen Alman Nasyonal Sosyalistlerin dört elle sarıldıkları kavramlar olacaktı. Jeopolitiğin savunucusu İsveçli Rudolf Kjellén bu fikirlerden hemen etkilenmişti ama esas benimseyen Karl Haushofer olmuştu. Aslında, Ratzel’in, Amerika’daki gezilerinden de esinlendiği toprak bakımından genişlemeye karşı ilk başlarda bir ilgisi vardıysa da, kendisinden sonra Nazi Almanya’sında gelişecek olan ırkçılıkla hiç bir ilgisi yoktu; o, Grossraum’un yeni etnik tatlar yaratarak ırkların birbirleriyle karışımını besleyeceği görüşündeydi ve bu yüzden de Aryanizme her zaman mesafeli durmuştu. Ondokuzuncu yüzyıl sonu-yirminci yüzyıl başlarında bazı coğrafyacılar insan faaliyetlerinin ve başarılarının fiziki çevre tarafından kontrol edildiği sonucuna varmışlardı. İnsanlar ve ortamları arasındaki, çevreci determinizm olarak anılan bu yorum özellikle bazı Amerikalı coğrafyacılar tarafından, 1920’ler öncesinde çok tutulmuştu. Ratzel’in çevreci determinist görüşün yayılmasındaki rolü büyük olmakla birlikte, bu görüş en çok, aslında birbirleriyle aynı fikirde olmayan, başka üç coğrafyacının adıyla özdeşleşmiştir: Amerikalı Semple ve Huntington ile Fransız Demolins. Örneğin, Edmond Demolins’e göre stepler özellikle atlar için çok uygundu; atlar, stepler için doğal olan hayvancılığı geliştirmeye çalışan insanlar tarafından kullanılmaktaydı; hareketliliği arttırma, gruplar arasında iletişimi sağlamada da atlar kullanılmakta ve böylece de kültürel birlik sürdürülebilmekteydi. Burada stepin varlığı bütün bir yaşam tarzıymış gibi kabul ediliyordu: Step işe göre toplum yaratıyor, böylece de mülkiyet ve aile üzerine aynı toplumsal karakterin damgasını vuruyordu. Ataerkil aile de stepin karakteristik aile tipiydi. Göçebe hayvancılıkla uğraşanlar steplerden dışarı doğru uzaklaştıklarında ve izledikleri güzergâha göre yenilen gıda, uğraşılan iş ve toplum da değişime uğruyordu. Kuzey Amerika’da, Büyük göller güzergâhını izleyerek Alaska’ya geçen Huron, Iroquois ve Algonquin kabileleri bunlara en tipik örneklerdi. Demolins, görüldüğü gibi, çevresel güçlerin incelenmesi üzerinde yoğunlaşmıştı –Önsöz’ünde de şunları söylüyordu: Yeryüzünde bulunan nüfuslar sonsuz bir çeşitliliğe sahiptir. Bu çeşitliliği yaratan nedir? Verilen cevap genellikle “ırk” olmaktadır. Ama ırk, ırkları yaratanın ne olduğu hâlâ keşfedilemediğinden, hiç bir şeyi açıklayamaz. İnsanların farklılığının ve ırkların farklılığının birincil ve belirleyici nedeni insanların izledikleri yoldu. Bu yol hem ırkları hem de toplumsal türü yaratan yoldur .... Bir halkın bir yolu ya da diğerini izlemesi farksızlığı ifade etmez; Asya’nın büyük steplerinin ya da Sibirya Tundrasının ya da Amerikan otlaklarının ya da Afrika ormanlarının yolu .... Bu yollar kaçınılmaz olarak Tatar Moğollarını, Lapon ve Eskimoları, Kızılderilileri, Hintlileri ya da Negro-Zencileri meydana getirmiştir. ... Yol, daima insan üzerine kaçınılmaz ve kesin damgasını vurmuştur –Batı Avrupa’da İskandinav, Anglo-Sakson, Fransız, Alman, İtalyan ve İspanyol gibi adlarla anılan halklar günümüzdeki yerlerine gelinceye kadar atalarının geçtikleri yolların ürünüdürler. Benzer şekilde, deterministler dağ insanlarının basit, geri, tutucu, hayal gücünden yoksun olma şeklinde yazılan kaderlerinin arızalı arazi yapıları tarafından çizildiğine inanıyorlardı. Çöl insanları da tek tanrıya ina-
nacaklar ama zalimlerin yönetimi altında yaşamaya mahkûm olacaklardı. İklim, insanın karakter ve davranışlarını etkilediği gibi, bazılarına göre, insanların renk ve şekil gibi farklılıklarının da temel nedeniydi. Orta kuşak iklim koşulları insana keşif gücü, çalışkanlık ve demokrasi kazandırırken, fiyortlu deniz kıyılarından büyük denizciler ve balıkçılar çıkacaktı. Deterministler böyle küçük olaylardan ya da örneklerden genele varmayı (endüksiyonu) sık olarak yanlış kullanmışlardı –örneğin Demolins çevrenin etkisini tümevarımla göstermek için Çinlilerin Tibet’ten gelmiş olabileceklerini bile ileri sürmüştü. Çevreci deterministler o zamanki İngiltere’nin dünyadaki seçkin konumuna da bir gerekçe bulmuşlardı: Ülkeyi çevreleyen denizler denizciliği gerekli kılmış, çok uygun iklim koşulları da parlak bir yönetim ve çalışma ahlâkı yaratmıştı. Aslında, öteden beri çevre insan tarihi ve toplumların gelişme süreci üzerindeki en önemli etken olarak görülmüştür. Ortaçağlarda çevresel etki ve çevreye uyarlanma fikri, ırk ve kültür bakımından farklılıkları ortaya koymada kullanılıyordu. Bu uygulama hem Batı hem de İslâm dünyalarındaki (İbn-i Haldun gibi) bilim adamlarının yazılarında yansımasını bulmuştu. Eskiçağ ve ortaçağ filozoflarını bir yana bırakırsak, daha sonraki dönemlerde, örneğin, spiritüalizmin kurucusu ünlü Fransız filozof Victor Cousin (1860) şöyle diyordu: Evet beyler, bana bir ülkenin şeklini, iklimini, sularını, rüzgârlarını ve tüm fiziki coğrafyasını verin; doğal ürünlerini, florasını, zoolojisini verin; ben size önceden bu ülke insanının nasıl biri olacağını, bu ülkenin tarihte nasıl bir rol oynayacağını tahminen değil kesin olarak, bir değil bütün devreler için anlatacağıma bahse girerim. Febvre (1922) tarafından çevreci determinist olmakla suçlanan Cousin, “dünyanın tarihsel gelişmenin amacına göre tasarlandığını ve yeryüzünün yüce güç tarafından çeşitli kısımlar halinde yaratılarak bunlardan bazılarının birbirlerini etkileyerek insanlığın ruhsal (spiritüel) gelişmesini güçlendirdiğini” ileri sürüyordu. Berdoulay (1976) ise Cousin’in aslında bir çevresel kontrolden çok, bir tasarımdan söz ettiğini belirtir. Fransız tarihçiler ve özellikle de coğrafyacı Himly ise, bunların genel ve pozitif düşünceye yönelen bilim adamlarının kabul edemeyecekleri şeyler olduğunu belirterek, araştırma alanından çekilip, bir inanç meselesi olarak bireylerin kendisine bırakılmasını savunuyorlardı. Himly, “eğer bir yüce plan varsa bile bunu keşfetmek coğrafyanın amacı değildir” diyerek konuyu açıklığa kavuşturmuştu. Yirminci yüzyılın ilk onlu yıllarında da coğrafyayı biçimlendiren bu tür görüşler Avrupa ve Kuzey Amerika toplumlarındaki daha büyük bir dönüşümün bir parçasıydılar. Bu tür görüşlerin siyasal açıdan da büyük önemi vardı ve işte bu da beyaz Avrupalı ve Kuzey Amerikalıların Afrika ve Asya’daki sömürgelerinde yaşayan halklara ve aynı zamanda da Amerikaların yerli halklarına karşı üstünlüklerini iddia eden çalışmaların arkasındaki faktör oluyordu. Bununla birlikte, determinist görüştekilerin önde gelenlerinden birisi olarak görülen Ratzel, çevresel etkiyle ilgili değerlendirmelerini Anthropogeographie’nin daha sonraki (1891) baskısında biraz değişikliğe uğratmıştır. Dickinson (1969) ve başka bazı yazarlar da Ratzel’in çalışmalarının hiçbir yerinde “çevreci determinizm” damgasını hak edecek bir bakış açısı bulmanın mümkün olmadığını ileri sürerler; o, “yalnızca toplumun birer üyesi olarak ya da birey olarak insanların fiziki çevreden gelebilecek bazı baskılara boyun eğmek ve davranışlarını buna göre ayarlamak zorunda olduklarına” işaret ediyordu. Çevreci görüşün önemli temsilcilerinden biri olduğu halde Ratzel’in A.B.D.’nin bir bölgesi için yaptığı şu tanımlaması onun giderek insanın ağırlığını da kabul edişine çok güzel bir örnektir: “Yeni İngiltere’nin (New England, A.B.D.) eski durumunu araziyi bilmeden belki anlayabilirim; ama Puritan göçmenleri bilmeden asla!” Ratzel, özellikle Avrupa ve Amerikan yüksek okul ve üniversitelerinde o sıralarda yaygın olan coğrafya-jeoloji beraberliği içinde gelişmiş coğrafyacılar üzerinde daha fazla etkili olmuştu. Bunlar arasında en seçkinlerden birisi de, jeolojiden coğrafyaya geçmiş, Harvard Üniversitesi profesörü William Morris Davis’dir. Davis’in ömür boyu en büyük tutkusu olan fiziki coğrafya evrimle ilgili esinleri uzun zamandır ihmal etmişti ve Davis’e göre “bu fikirlerin tanıtılma zamanı artık gelmişti”. Evrim teorisinden etkilenerek yer şekillerini açıklamak üzere geliştirdiği “aşınım döngüsü“ teorisiyle ünlenen Davis “yeryüzünün insanla ilişkili olarak incelenmesi”
–yani, doğal çevrenin insana etkisinin araştırılması- şeklinde aldığı coğrafyadaki çevresel determinizme yaklaşımını, Association of American Geographers’ın kurucusu ve ilk başkanı olarak –1906 yılındaki, bir takdim konuşması olan- “İnorganik Kontrol ve Organik Tepki” adlı yazısında açıkça ortaya koymuştur: “Bir fikir, ancak inorganik kontrol ile buna organik tepkilerden birisi arasındaki ilişkilerden bazılarını içerirse coğrafi niteliğe sahip olur” Mackinder ve Ratzel gibi organik benzetmenin çekiciliğine kapılmış olan Davis’e göre insan topluluğu fiziki çevreye uyum sağlayarak hayatta kalabilen bir organizmaydı; bu yüzden de “gelişme reçetesi çevre tarafından yazılıyor”du. Her organik türün, belirli ortamları işgal ettiğinden ve o ortamlardaki yaşam alışkanlıkları sürecinden geçtiğinden, belirli bazı yapılara sahip oldukları kabul edilir. Birçok yapı, süreç ve alışkanlıklar fizyografik nedenlere birer tepkidirler. Bir türün tepkileri eski zamanlardaki başlangıcından kalıtım yoluyla günümüze aktarılmıştır ve bu aktarılma fizyografik kontrolleri çevre koşullarına uzun dönemler boyunca dayanıklı kaldığı için sağlanabilmiştir. Görme, duyma ve işitmeyi sağlayan tüm organlar çevremizdeki alanın fiziksel özelliklerine birer tepki olarak görülmektedir. Bu organların gelişmesi yavaş olmuştur ama bir kez gelişme sağlandığında, hangi koşullar altında gelişmiş olurlarsa olsunlar, kalıtsal dayanıklılık sağladıklarından kazançları da yüksek olmuştur. Davis, 1889’da Pennsylvania’daki akarsular ve vadileri incelerken aşınım döngüsüyle ilgili ilk sistematik fikirlerini ileri sürmüştü (bu konuda 1899’da bir yayın daha yaptı; 1905’de de teorinin sorunlarını tartıştı). Arazi şekillerini ideal bir tiplendirmeye giderek, bunların önce bir tektonik hızlı bir yükselmeyle başlayan, sonra çeşitli ajanlar tarafından çeşitli biçimler almalarını sağlayacak aşınım geçirmelerine ve sonunda da iyice aşınarak en son biçimine –yani peneplen denilen alçak bir rölyef haline gelmelerine- yol açan bir dizi aşamadan geçtiklerini ileri sürüyordu. Davis’in evrimsel bakış açısı onun yer şekillerinin evriminin de ötesine gitmesini sağlamıştı. Almanya’daki meslektaşları gibi, Ritter’in “eski teoloji doktrini”nin modern coğrafi çalışmaları desteklemekten artık çok uzak olduğunu hissetmiş ve “modern evrim ilkesi”ne bilinçli olarak yanaşmıştı. Davis, çevreci düşünceyi Amerikan coğrafyasına sokmak için yıllarca çalışan, yorulmak bilmez bir bilim adamıydı; 1932’de yayınladığı “A Retrospect of Geography”adlı yazısında ise görüşlerine daha açıklık getirmişti. Bununla birlikte, o da, etkilendiği Ratzel gibi, insanın önemini yadsımadığını sık sık vurguluyordu. Davis’in fikirlerini her ne kadar teorik düzeyde geliştirdiyse de, bunları uygulamaya geçirmediği de vurgulanmıştır. Buna karşılık, Leipzig’de bir süre Ratzel’in danışmanlığında çalışmış ve onun fikirlerinden çok etkilenmiş bir Amerikalı coğrafyacı olan Ellen Churchill Semple (1863-1932), çevreci determinizmi kitabında açıkça dile getiren coğrafyacı olarak, Amerikan coğrafyasında 1920’lerden önce bu fikrin çok tutulmasında önemli bir rol oynamıştı. Gerek Semple gerekse Davis derslerinde çok sayıda öğrenciyi etkilemişlerdi; özellikle Semple çevrenin insan üzerindeki kontrolü hakkındaki fikirlerini yaymada renkli yazılarıyla daha da etkili olmuştu. Almanca’dan İngilizce’ye çevirme güçlükleri nedeniyle yeniden yazdığı Ratzel’in Anthropogeographie adlı kitabına dayandırdığı çok okunan kitabı Coğrafi Çevrenin Etkileri (The Influences of Geographic Environment, 1911; kitabın alt başlığı On the Basis of Ratzel’s System of Anthropogeography’dir) sayesinde Ratzel’in fikirleri geniş bir yayılma alanı bulmuştu. Semple için tarihin fiziksel temelini oluşturan doğal çevre, insanların huyu, kültürü, dini, ekonomik uğraşları ve toplumsal yaşamını etkiliyordu: “Tarihin delilleri bize çöllerin dinlerin doğuşu için uygun olduğunu gösteriyor... Kuru, temiz hava çöl sakininin yeteneklerini harekete geçirir; ama monoton bir çevre onlara üzerinde çalışacakları çok az şey verir. Mantıksal tümevarım için çok az malzemesi olan zihin yeniden düşünmeye dalar”. Bunun gibi daha birçok örnek vardır. Örneğin Semple “Alpin alanlardan hiçbir büyük sanatçı ya da şair çıkamayacağını, çünkü onun muhteşem yüceliğinin zihni felce uğrattığı”nı da ileri sürer. Kitabın asıl başlangıç cümleleri, onun determinist fikirlerini açıklamadaki becerisini göstermek üzere, sık sık belirtilir: İnsan, yeryüzünün bir ürünüdür. Bu, onun sadece dünyanın bir çocuğu, tozunun tozu olduğu anlamına gelmez; ama dünya ona analık etmiş, onu beslemiş, görevlerini öğretmiş, düşüncelerine yön vermiş, bedenini güçlendirerek zorluklarla karşı karşıya getirmiş ve arzularını keskinleştirmiş, karşısına denizlerde do-
laşmak ya da sulama gibi sorunlar çıkartmış ve aynı zamanda bu sorunların çözümünü de gizlice kulağına fısıldamıştır. Semple, her ne kadar Ratzel’in ve onun etkilendiği sosyolog H.Spencer’in organizma olarak devlet teorisini reddetmiş olsa da, bu anlatımında da görüldüğü gibi, yine de Influences of Geographic Environment’da Ratzel’in Anthropogeographie’sinde yer alan “insan toplumunun çevresel belirleyicileriyle ilgili” kısmını kabul etmekten de kaçınamamıştır. Bunlar arasında: “O (Doğa) insanın kemik ve dokularına, aklına ve ruhuna girmiştir. Dağlarda yamaçları tırmanabilmesi için demir gibi bacak kasları vermiş; kıyılarda ise bunları zayıf ve yumuşak bırakmış ama bunun yerine küreğini kullanabilmesi için göğüs ve kollarını geliştirmiştir” açıklaması ilgi çekicidir. Sonuç olarak, Semple’ın çevreciliği mutlak anlamda bir çevrecilik değildir; toplumsal evrimi “kendisine verilen çevrede kaderince çalışan her insanın, ortamındaki güçlüklere karşı mücadelesinin tarihi” olarak kabulünde de de bu yatar. ÖRNEK SORULAR: 1- Yer şekillerini açıklamak üzere geliştirdiği “aşınım döngüsü“ teorisiyle ünlenen Davis’e göre insan topluluğu fiziki çevreye uyum sağlayarak hayatta kalabilen bir organizmaydı; bu yüzden de “gelişme reçetesi çevre tarafından yazılıyor”du. Davis’in aşınım döngüsü teorisi hangi bakış açısını yansıtıyordu? a-possibilist bakış açısı b-probabilist bakış açısı c-evrimsel bakış açısı d-sistematik bakış açısı e-hiçbirisi (Cevap c) 2- Ratzel’in fikirlerinden çok etkilenmiş bir Amerikalı coğrafyacı olan Ellen Churchill Semple, çevreci determinizmi kitabında açıkça dile getiren coğrafyacı olarak çevrenin insan üzerindeki kontrolü hakkında hangi görüşü taşıyordu? a- çöllerin dinlerin doğuşu için uygun olduğu b-kuru, temiz havanın çöl sakininin yeteneklerini harekete geçirdiği c-çöllerde mantıksal tümevarım için zihnin çok az malzemesi olduğunu d-dağlık alanlardan hiçbir büyük sanatçı ya da şair çıkamayacağını, çünkü onun muhteşem yüceliğinin zihni felce uğrattığını e-bunların tümü ileri sürdüğü görüşleri arasındadır (Cevap e)
11.Hafta e-Ders Kitap Bölümü
11. HAFTA ÖZET: Bu derste, bir önceki derste ele alınmaya başlanan coğrafyanın gelişme düzeyiyle ortaya çıkan fikir/ görüş akımlarından bu kez “iklim”le bağlantılı olanları üzerinde durulmaktadır. Alıntılar ve Powerpoint sunularla ilgili uyarılar dikkate alınmalıdır.
BÖLÜM 3: COĞRAFYADAKİ FİKİR AKIMLARI: İnsan-Çevre ve Bölgesel Coğrafya (devam) 3.1.1.Klimatik kontrol: İklim ve insan Whitbeck’e (1932) göre: “insanın karşı karşıya olduğu tüm coğrafi etkiler arasında iklim en güçlüsüdür. Bu, hiçbir bireyin ya da ırkın kaçamayacağı bir etkidir. Karada ya da denizde, ovada ya da dağda, yabanlıkta ya da medeniyette, insan her devresinde iklimle karşı karşıya kalmak zorundadır. Bu devreler bazen kolay ve cömert ve bazen de son derece zorludur... büyük ölçekte, iklim insanın nerede yaşayıp gelişebileceğini, hangi bitkileri yetiştirebileceğini, en uygun hangi barınağı inşa edebileceğini, hangi tür giysiler giyeceğini ve hangi hastalıklarla mücadele etmek zorunda olduklarını belirler. İklimin etkisi insanlığın toplumsal, siyasal ve dinsel yaşamına kadar girer. İklim ile medeniyet tipi ve derecesi arasında doğrudan bir bağıntı vardır”. “Klimatik kontrol” olarak da anılan iklimin insan üzerindeki etkisi, daha önce de değinildiği gibi, tarih boyunca vurgulanmıştır. “Tıbbın babası” Hippokrat bölgesel iklim farklılıklarının insanlar arasındaki önemli farklılıkların da açıklaması olduğunu söylerken, Aristo soğuk iklimlerde yaşayanların ılıman iklimlerde yaşayanlara göre daha enerjik olduklarını iddia etmiş, İbn Haldun dünyayı yedi klimatik kuşağa ayırarak bunların insan doğasıyla bağlantılarını kurmuştu. Hatta onsekizinci yüzyılın en ünlü toplumcu yazarı Fransız Montesquieu bile Yasaların Ruhu’nda soğuk bölge insanlarının cesur, atak, fiziksel bakımdan güçlü, tek evli olurken, sıcak iklimlerdekilerin zayıf, ürkek, ağrılara ve zevklere duyarlı, zihinsel beceriden yoksun ve benzeri gibi özelliklerde olduğunu ileri sürmüştü –bununla birlikte, bazılarına göre bu fikirler o zamanlar için “ilerici” olarak da görülmüş ve doğayla bağlantılar göz önünde tutularak ondan yararlanma fırsatlarının araştırılmasını önerdiği için possibilist olarak da alınabileceği ileri sürülmüştür. Neredeyse antik çağdan beri insanla arasında bağlantı kurulan yerel ve küresel ölçeklerde iklim bölgeleri fikri, ondokuzuncu yüzyıl boyunca ve yirminci yüzyıl başlarında coğrafi yazılarda esen bir dalga halini almıştı. Avrupalıların tropikal ve suptropikal âlemlere girişiyle iklimin insan üzerindeki etkisi daha çok dikkati çekmeye başlamıştı. Örneğin Sir John Kirk 1895’de Londra’da toplanan Altıncı Coğrafya Kongresi’nde “Avrupalılar için Orta Afrika’da yurt seçiminde göz önüne alınacak tüm unsurlar arasında en önemlisi iklimdir” diyerek bunu vurguluyordu. E.G.Ravenstein (1891b) da “bir ülkenin kolonizasyonuyla iklimi birbirleriyle sıkı şekilde bağlantılıdır” diyerek bu fikre katılıyordu. Bu kongre, Alman araştırıcıların tropikal Afrika’yla, İngilizlerinse Doğu Afrika ve Afrika’nın çeşitli yerleriyle ilgili araştırmalarının sonuçları nedeniyle söz konusu kıta üzerinde yoğunlaşmıştı; İngilizler ne kadar sınırlı sayıda Avrupalının tropiklere hükmedebileceğini, kabul edilemeyecek bir can kaybı olmaksızın, (İngiliz) yurttaşlarının tropikal bölgeleri nasıl yönetebileceklerini bulmaya çalışıyorlardı. Böylece de Almanların tropikal Afrika’yla ilgili raporlarına Güney Afrika’da yeni koloni kuran İngilizlerinki de katılmaya başlamıştı. Avrupa’nınkinden değişik iklim koşulları ve yaratacağı sonuçlar coğrafyacıların konu üzerinde yoğunlaşmasına yol açmıştı. İklimin etkisini aşırı vurgulayan coğrafyacılar 1920’ler, 1930’lar ve daha sonrasında da ortaya çıkmışlardı. Bunlar arasında Amerikalı E.Huntington ve Avustralyalı G.Taylor başta gelirler. Daha çok Avustralya üzerine çalışan ama Moğolistan ve Çin hakkında da iklimle tarım arasındaki ilişkiler üzerine önerilerde bulunan Griffith Taylor da “doğanın planının açıkça ortaya çıktığı, insanın yalnızca bulunduğu çevrenin karakterini incelemek zorunda olduğu, böyle yaparak doğa tarafından belirlenen planı izleyebileceği”ni ileri sürerek doğanın mutlak egemenliğini savunuyor, insanı da pasif izleyici olarak alıyordu. 1910’lu yıllarda, Taylor, yerleşmeler üzerinde nem ve sıcaklığın kontrolünü vurgularken, Avustralya’da birçok yerin beyaz insanın yerleşmesine uygun olmadığını ileri sürmeye başlamış, incelemelerini arttırdıkça, bulgularıyla konuya ırksal evrimle ilgili sorulardan yaklaşarak iklim ve yerleşme ilişkisi üzerinde durmuştu. 1919’da “İklim döngüleri ve evrim” adlı yazısında sürekli olarak iklimleri “baskıcı”, “tercih edilir”, “sağlıklı”, “enerji veren” biçiminde kısımlara ayırmış ve “ırkların evrimini her bir bölgedeki en ilkel kabilelerin kafa indislerine dayandırarak gösteren göç kuşakları”nı haritalarla ortaya koymuştu.
1920’lerde daha da karşıt görüşler öne sürerek beyazların kısakafalı (brakisefal) olmaları yüzünden onların yerleşemeyeceği yerlere göçmen Çinlilerin yerleştirilmesiyle iskân sorununun çözülebileceğini iddia etmişti. Taylor’ın determinist görüşleri o sıralarda Beyaz Avustralya siyasetini sürdüren “Avustralya’nın kurak iç kesimlerini yerleşmeye açmak isteyen siyasetçileri öfkelendirmiş ve Taylor ülkesinden neredeyse kovulmuştu”. Taylor, Avustralya’da yeni yerleşmeler için olasılıkların çok sınırlı olduğunda ısrarlıydı; Avustralya’yla ilgili çok daha sonra yazdığı kitabını (1940) da, bu bakış açısıyla, “sıcak iklim koşullarının İngiliz yerleşmeleri üzerindeki etkisine” ayırmıştı. İklimle bağlantılı olarak ırklarla ilgili çalışmalarını da hep sürdürdü (örneğin son olarak 1957’de). Taylor, kendisinin eski moda bir çevreci determinist olmadığını, görüşlerini çevre hakkındaki bilimsel verilere dayandırdığını vurguluyordu. 1928’de A.B.D.’ne daha sonra da Kanada’ya gitti. 1951’de: “Otuz yıl önce Avustralya’da gelecekteki yerleşme kalıbı üzerine tahminlerde bulunmuştum. Yalnızca çevreyle ilgili bilgilere dayandırdığım öngörülerimin tümüyle doğrulanmış olduğunu görüyorum” diyerek memnuniyetini belirtmişti. 70 yaşında Sydney’e döndüğünde bir ulusal kahraman olarak karşılandı ve bir posta puluna resmi basıldı. Aslında bilimsel temellere dayalı bir çevreci determinizmin (doğal olarak, Avustralya’daki gibi çok zor çevresel koşullar söz konusu olduğunda) bazen geçerliliği olabileceğine Taylor’ın durumu küçük bir örnek olabilir. Gerçekten de, çevreci determinist olduğunu sürekli vurgulayan Taylor’ın görüşü birçok bakımdan eski determinizmden farklı idi ve daha çok doğanın sunduğu fırsatları vurguluyordu. İnsanın aklını kullanarak doğadan yararlanabileceğini, “bir ülkenin kalkınmasının hızlanması, yavaşlaması ya da durmasının insanın elinde olduğu”nu söyleyen ve hatta insanın “ilerlemenin yönünü değil ama oranını, miktarını değiştirebilen şehirdeki bir trafik polisi”ne benzeten Taylor’ın görüşleri, determinist görüşte olmayanların “zorunluluklar değil, her yerde olanaklar vardır ve insan olanakların ustası olarak kendi kullanışlarının da karar vericisidir” deyişine hiç de ters düşmüyordu. Coğrafyada determinizmin en ateşli savunucularından birisi olan Ellsworth Huntington’a göre ise iklimin “kalıtım” üzerinde bile etkisi vardı. Huntington iklimin insan üzerindeki etkisini çok önemsemiştir: Civilization and Climate (1915), World Power and Evolution (1919), Climatic Changes (1922) ve Mainsprings of Civilization (1945) tümüyle bu konuyu esas alan yayınlarıdır. 1903-1907 arasında Orta Asya’ya yaptığı yolculuklar, onu, Kırgız dağ halkı ile ovalarda yaşayanlar arasında doğal çevreye uyum farklılıklarını –kendi algıladığı şekildeanlattığı The Pulse of Asia’yı (Asya’nın Nabzı)1 yayınlamaya götürmüştü. İklim ve Medeniyet ve Medeniyetlerin Kaynağı adlı kitaplarında da medeniyetlerin iklimdeki değişikliklere tepki olarak geliştiği ya da yok olduğu tezini işlemiştir. Bu amaçla da Ortadoğu, Orta Asya ve Meksika’daki Maya medeniyetlerinin durumlarına işaret ediyordu; buralardaki medeniyetlerden Orta Asya ve Ortadoğu’dakilerin yıkılmasını artan kuraklığa, Yukatan yarımadasındaki ise artan sıcaklık ve nemliliğe bağlanıyordu. Huntington (1919), Batı Avrupa ve Kuzey Amerika gibi sanayi medeniyetleri için optimum koşulların neler olduğu hakkındaki düşüncelerini belirtmekten de kendisini alamamıştı: Bedensel sağlık için sıcaklıkların 12.80C ile 21.20C arasında olması gerektiği, zihinsel sağlık içinse biraz daha aşağıda ve sabit olmaktan çok değişebilir olabileceği; nispi nemin ise yüzde 80 dolayında olması gerektiğini öne sürmesi sürpriz değildir –Huntington, böylece, Batı Avrupa’nın ilkbahar ve yaz mevsimlerinde yaşadığı koşullara benzer bir tasvir yapıyordu. Özellikle medeniyetler ve ırklarla iklim arasında da bağlantılar kurmaya çalışmıştı –hatta The Character of Races (Irkların Karateri) adlı kitabının tümünü tek başına ırklara ayırmıştır. Huntington’ın (1924) “ırklar”la ilgili tezlerine geçerken yaptığı benzetme şöyledir: Dünyadaki ırklar tıpkı ağaçlar gibidir. Her biri türüne göre medeniyet diye bilinen meyveyi verirler. Kış elmaları ve başka lezzetli elmalar aynı ağaçtan büyüyebilirlerken, şeftaliler erik ağaçlarında bile yetiştirilebilirken, birleşik ırkların kültürleri de birbirlerine taşınabilirler. Henüz daha kiraz ağacı dallarında armut görmeyi bekleyemeyiz, Çinliler arasında da Slav medeniyetini aramak boşunadır. Her biri kendi komşusundan bir şeyler alır ama aldığının üzerine de kendi damgasını vurur. Halkların kültürlerinin doğası, tıpkı bir meyvenin tadı gibi, esas olarak, yalnızca biyolojik değişim ve seleksiyon süreçleriyle çok yavaş değişime uğrayabilen ırksal mirasına dayanır. 1
Huntington bu kitabını “başka herkesten çok daha fazla şey öğrendiği”ni söylediği
hocası William Morris Davis’e ithaf etmişti.
Huntington, bir ağacın, çok dikkatle ve akıllıca bakıma rağmen, en iyi meyvelerini vermede başarısızlığa uğrayabileceğini de ileri sürmüştür: Çok iyi bir verim alınamamasında “çok fazla ya da çok az yağış, uzun süreli aşırı sıcaklar ya da sürekli kapalı hava, çiçeklenme mevsimindeki don olayı ya da şiddetli rüzgârlar sonucun kötü olmasında rol oynayabilirler.” Bunun yanında, ağaç üzerinde başka birçok faktörün de etkisi olacaktır. “Medeniyet diye bilinen meyve de aynı koşullara bağlı mıdır acaba?” diye sorarken, Huntington, insanla iklim arasındaki bağlantı üzerinde durmaktadır. Determinist-gerekirci görüşte “eğer ortada a ve b durumları varsa, sonuçta ortaya c durumu çıkacaktır” ilkesinde basit sebep ve etki kuralları ağır basıyordu. Ancak, “çevreci determinizm” özellikle iki nedenden ötürü eleştirilmiştir: Bunlardan birincisi, benzer fiziki çevrelerin benzer beşeri olaylara yol açmadıklarıdır –aynı iklim koşullarına sahip ortamlarda aynı uygarlıklar ortaya çıkmamıştır. Aşağıda, Gottmann’dan yapılan bir alıntıda da vurgulandığı gibi, Yunan ve Roma uygarlıkları, Avustralya, Şili ya da Kaliforniya ile büyük ölçüde aynı iklim koşullarına sahipti, ama gelişmeleri aynı şekilde olmamıştır. Bundan başka, insanlar farklı çevrelere aynı yoldan da tepkide bulunabilirler: Avrupa’daki yerleşme ile Kuzey Amerika’nın ve Avustralya’nın çeşitli iklim çevrelerindeki yerleşmelerin birbirine son derece benzemesi gibi. İkincisi de çevrenin insanı etkilediği gibi, insanın da çevreyi etkilediği gerçeğidir. “Beşeri coğrafyanın ilk sorunu insan ve çevre ilişkilerinin aydınlatılmasıdır” diyen Max Sorre (1947) “bu ilişki karşılıklıdır; çünkü tekniğimiz doğaya uymak zorunda kaldığı gibi, onu değişikliğe de uğratır. Her an çevremizin koşulları ile karşı karşıya olduğumuz için onu yeniden yaratırız” demektedir. Coğrafyacı J.Gottmann’ın (1947) şu karşılaştırması da, bu eleştirileri doğrulayan ve ham çevreci determinizmin temellerini sarsan bir örnek olacaktır: Tarihe ve günümüze ilişkin bilgimiz benzer ortamlarda, aynı çağda insanların yaşam ve çalışma koşullarının birbirinden apayrı görüntüler sunabileceğini öğretiyor. Örneğin, Kaliforniya ve Fas’ı birbirine bağlayan benzerlikleri saptamak ilgi çekici olabilir: Her iki yer de aşağı yukarı aynı boylamda, masif bir anakaranın batı kıyısında bulunmaktadır; iklimleri birbirine benzer; hatta bu benzetme, Kazablanka çevresindeki ünlü sislerin San Francisco’ya doğru da görüldüğünü söylemeye kadar vardırılabilir. Coğrafi yapı bile oldukça benzerdir. Kaliforniya eyaletinin yüzölçümü Fas’taki Fransız kesiminin yüzölçümüne hemen hemen eşittir, üstelik 1940 yılındaki nüfusları da neredeyse eşitti. Ancak, farkları da öğretmek gerekmez mi? Hiçbir beşeri coğrafyacı bu iki yeri aynı kategoride sınıflandırmaz. Fas, Fransa’nın sömürgesi olmadan önce karşıtlık çok daha önemliydi. 1900 yılında Kaliforniya ile Fas arasında tek ortak nokta fiziksel özellikleriydi. Ne iklim ne de topografya 1950 ile 1940 arasında değişmedi, hepimiz biliyoruz bunu; ancak 1900’deki ve 1940’daki Kaliforniya ekonomik ve toplumsal düzlemde birbirlerinden apayrıydılar. İnsan eylemi sonunda Kaliforniya’da olduğu gibi, Fas’ta da, demek ki bazı koşullar değişime uğradı. İşte böylesi değişiklikler beşeri coğrafyanın incelediği bu dünyanın yaşamını oluştururlar: Arkası kesilmeksizin ve yerel olarak gerçekleşir, insanlığı sonsuz bir evrim içinde tutarlar, oysa mevsimler peş peşe birbirini izler, izoterm ve izoyet haritaları hemen hemen hiç değişmez. Kanada’nın kuzey kesimi bir yandan sanayileşir ve yeni bir yaşamla canlanırken, bir yandan da uçsuz bucaksız alanların ve korkunç soğuğun egemen olduğu Büyük Kuzey olmayı sürdürür. Tekniğin ve insanların örgütlenme sanatındaki ilerlemeleri, doğa verilerinin anlamını değişime uğratır; aşırı uçta yer alan bir meteorolojinin varlığını koruması, yepyeni bir beşeri coğrafyanın doğuşunu engellemez. Fiziksel ortamın hammadde sağlanması açısından tek kaynak olduğunu kimse reddedemez. Ancak fiziksel veriler kaba verilerdir, yoğrulup biçimlendirilebilir ve insan doğayı biçimlendirme yetisine sahip olduğunu içindir ki hayvanlardan üstündür. İnsanın çabası, doğal öğelerin (sıcaklık, nem, rüzgâr vb.) son derece aşırı uç değerlere sahip olduğu bazı bölgelerde çok daha kesin bir biçimde sınırlanmıştır. 3.1.2. Çevresel determinizme karşı possibilizm Her ne kadar Semple ve Huntington yirminci yüzyılın ilk kısmında Kuzey Amerika coğrafyası üzerinde son derece etkili olmuşlarsa da, insan-çevre arasındaki ilişkiyi dile getiren başka sesler de vardı; Marsh ve Shaler’in çalışmalarındaki eğilim bunlara örnektir. 1864’de İnsan ve Doğa (Man and Nature) adlı kitabını yayınladığında George Perkins Marsh 63 yaşındaydı ve burada “insanın içinde yaşadığı çevreye ve bu çevredeki
değişimlere tepki gösteren faal bir ajan olarak önemi”ni vurguluyordu. Bu da çevreci deterministlerinkinden çok farklı bir yaklaşımdı. Marsh, çevre sorunlarının henüz hiç konuşulmadığı ve determinizmin zirvede olduğu bir dönemde: “Her ne kadar başkaları Dünya’nın insanı yarattığını düşünüyorsa da, aslında insan Dünya’yı yaratmıştır” demişti. “Koruma hareketinin çeşme başı” olarak ifade edilen kitabında, Marsh, fiziki coğrafyayı, doğal özellikler halinde değil, “insan eylemiyle değiştirilmiş olarak” ele alıyordu. Marsh, kitabında insanı bir dereceye kadar doğanın bir parçası olarak görmediği gibi, ondan ayrı olarak da ele almamıştır. Aslında determinist görüşlere karşıt görüşlere ya da determinist görüşte olanlar tarafından insana da ağırlık verilmeye başlanması hemen hemen aynı zamanlarda gerçekleşen bir gelişme olmuştur. Gerçekten de, çevreci determinizmin geliştiği aynı dönemde –ondokuzuncu yüzyıl-sonu yirminci yüzyıl başları- Fransa’da da çevreci determinizmden etkilenmeyen coğrafyacılar ortaya çıkmıştı. Paul Vidal de la Blache’ın önderliğindeki Fransız coğrafyacılar beşeri coğrafyada öncü çalışmalar yapmışlar ve fiziksel çevrenin insana, kendi habitat’sını (ortamını) kullanma yolunu seçebileceği çok çeşitli fırsatlar sunduğu sonucuna varmışlardı. Vidal’e göre, fırsatlar arasından seçim yapmak ise ancak o ortamda yaşayanların yaşam tarzlarına (genre de vie-janr dö vi)) göre olacaktı. İnsanla yaşadığı ortam arasındaki ilişkinin possibilizm -olasıcılık- olarak anılan bu yorumu coğrafyacılar arasında çevreci determinizmden çok daha fazla taraftar buldu. Bu terim, Vidal de la Blache ve Jean Brunhes gibi “doğal özelliklerin insan faaliyeti üzerinde etkisi olduğunu ama belirleyici olamayacağını düşünen” coğrafyacıların fikirlerine dayanarak Fransız tarihçi-coğrafyacı Lucien Febvre tarafından öne sürülmüştü. Ancak doğadan çok insan üzerinde duran ve insanın pasif bir varlık olmaktan çok, aktif bir güç olarak görüldüğü “possibilizm” yaklaşımında çevre faktörleri göz ardı edilmiyor, doğa yine de önemini koruyordu; P.V. de la Blache’ın “natura non vincitur nisi parendo-doğa hiç kimse tarafından yenilememiştir” sözleri de buna bir örnektir. Jean Brunhes (1910) de “fiziki coğrafya olmadan esaslı bir beşeri coğrafya yapılamaz ...nüfusun ve maddi medeniyet unsurlarının ekonomik, toplumsal ve siyasal olguları fiziksel doğanınkiyle birleşiktir” diyordu. “Değişmez doğal faktör” olan doğanın kültürel değişimden de sorumlu olamayacağını ileri süren Brunhes, böylece çevre-nedensellik teorisinin sunacak pek fazla bir şeyi olmadığı sonucuna varıyordu: Coğrafi ortam/temel aynı kalır, ama üzerinde yaşayan insanın durmaksızın büyüyen, değişen ve daha da karmaşıklaşan istekleri vardır. Lucien Febvre (1925) de işte bu fikirleri şu demecine kanalize etmişti: Zorunluluklar değil, her yerde olanaklar vardır ve insan olanakların ustası olarak kendi kullanışlarının da karar vericisidir. Bir yandan fiziki coğrafyayla ilgili yayınlar sürerken, insan etkisinin daha çok hissedildiği yayınların sayısı daha hızlı artıyordu. Örneğin Camille Vallaux (1925), önceleri insan-doğa ilişkileri üzerinde dururken, insanın yeryüzündeki varlığını “yerleşmeler” yoluyla güçlendirmesinin, doğal görünümü eskisinden daha hızla ve daha yoğun olarak değiştirmesiyle insana çok daha ağırlık vermeye başlamıştı: Doğada insanın var olması, bilimsel determinizmin genelleştirilmesi karşısına dikilen en büyük engeldir; ya da başka deyişle, insanın karşı karşıya kaldığı en derin sır, insanın kendisidir. Her ne kadar saf determinizm günümüzde de ortaya çıkabilirse de, unutulmaması gereken husus, bu görüşün akademik dünyada ve hatta halk arasında, özellikle psikoloji ve sosyoloji gibi toplumla ilgili bilim dalları henüz çocukluk dönemlerindeyken benimsenmiş, ciddi biçimde üzerinde durulmuş olmalarıdır; öyle ki, belirli bir toplumun çeşitli elemanlarıyla onun fiziki çevresi arasındaki ilişkiler büyük ölçüde daha çözülememişti. Burada iki nokta üzerinde daha durmak gerekir: Birincisi, fiziksel çevrenin içinde yaşayan insanların yaşam tarzını bir dereceye kadar kontrol ettiği görüşünde olan coğrafyacıların “çevreci determinist” olarak
anıldıklarıdır, determinist olarak değil; çünkü felsefede bir “neden ve etki ilişkisi”ne inanan birisi “determinist” olarak kabul edilir. İkincisi de, coğrafyada çevreci determinist görüşün ilham kaynağı her ne kadar Darwin’in evrim teorisi olmuşsa da, bu görüşün destekçisi olan coğrafyacıların çoğu Darwin’in en önemli noktalarından birisini, yani evrim sürecinde şansın etkisini yanlış anlamış olmalarıdır. Yani, değişen bir çevrede hayatta kalan organizmalar, bunu, yeni koşullara şu ya da bu şekilde uyarlayabildikleri için değil, ama bazı organizmaların fiziki ortamlarındaki şansın değişiminin onlara hayatta kalma becerisini sağladığı için başarmışlardır. Aslında çevresel deterministler gibi possibilistler de “alansal ya da mekânsal birlik”ten ve yeryüzündeki tüm elemanların birbirleriyle karşılıklı ilişkisinden yola çıkıyorlardı: “Bütünün coğrafyası gerçekte coğrafi incelemenin en üst amacıdır” diye düşünülüyordu. “Mekân birliği”ni, Vidal de la Blache bunu şöyle açıklıyordu: Dünyanın hiçbir bölümü kendi başına açıklanamaz... Alplerin incelenmesi aynı yaştaki diğer kıvrımlar göz önüne alınmadan yapılamaz. Aynı şekilde, Büyük Sahra dünyanın başka çölleri üzerinde durulmadan incelenemez. Yeryüzünün çeşitli kesimleri ancak karşılıklı ilişkileriyle açıklanabilir. …… Dünyanın birbiriyle eşgüdümlü (koordine) bölümlere sahip olduğu düşüncesi coğrafyaya yöntemsel bir ilke sağlar. Uygulaması yaygınlaştığı ölçüde bu ilkenin ne derece üretken olduğu daha iyi ortaya çıkmaktadır. Dünya organizmasında hiçbir şey birbirinden ayrı var olamıyorsa, eğer her yerde genel yasalar karşı karşıya geliyorsa, dolayısıyla bir bölüme dokunulduğunda bütün bir neden ve sonuçlar zincirine meydan veriyorsa, bu durumda coğrafyacının görevi kimi zaman kendisine yüklenenden başka bir kimliğe bürünmektedir. Coğrafyacı, dünyanın hangi kesimini incelerse incelesin, kendisini bu kesimin içine kapatamaz. Her yerel araştırmada genel bir unsur yer alır. Sonuç olarak, coğrafyacılar çevreci determinizmi artık ne bilimsel olarak bir şey ifade eder, ne de ahlâki bakımdan kabul edilebilir bulmaktadırlar artık; ama coğrafya eğer ayrı bir bilim dalıysa, kendi konusu olan hem doğayı hem de toplumsal olguları kapsamaya devam edecektir. 3.1.2.1. Coğrafya ve Ekoloji 1920’lerde A.B.D.’nde de çevreci determinizm şiddetle eleştirilmeye ve alternatif fikirler ileri sürülmeye başlanmıştı. Deterministlerin dünyaya yalnızca bir sebep ve etki şeklinde baktıkları ve insanla çevresi arasındaki ilişkiyle ilgili sorulara cevaplarının önceden belirlenmiş ve hep aynı olduğuna işaret ediliyordu. Chicago Üniversitesi’nden Harlan Barrows (1877-1960), çevresel koşullara insanın kendini uyarlaması üzerine olan “İnsan ekolojisi olarak coğrafya-Geography as human ecology” (1924; Türkçesi: Tümertekin 1985) çalışmasında coğrafi incelemelere “insan ekolojisi”ni alternatif bir odak noktası olarak öneriyordu. Barrows tarafından yeniden canlandırılan ekoloji terimi, aslında, biyolojik anlamıyla ilk kez bir zooloji profesörü olan Ernst Haeckel (1869) tarafından kullanılmıştı. Berkeley’deki Kaliforniya Üniversitesi’nden coğrafyacı Carl Sauer ise The Morphology of Landscape adlı kitabında (1925) başka bir alternatif görüş üzerinde duruyordu. Vidal de la Blache’dan etkilenen Sauer, coğrafyacıların, insan gruplarının kendi kültürleri (yaşam tarzları) çerçevesinde doğal ortamları (doğal coğrafi görünümleri) nasıl kültürel ortamlara (kültürel coğrafi görünümlere) dönüştürdüklerini incelemeye yönelmeleri gerektiği; çünkü kültürle ilgili bütün maddi unsurların görünüm üzerine zaten damgasını vurduğu fikrini savunuyordu. Coğrafyada “Landscape Ekolü” olarak bilinen fikir akımının kurucusu olan Sauer, A.B.D.’nde kültürel coğrafyanın gelişmesinde lider olarak kabul edilir. Beşeri coğrafyada landscape daima fikir olarak yeryüzünde gözle görülebilir şekiller ve bunların kompozisyonları fikrine dayanan kültürle birlikte alınmıştır. Sauer, kültürel coğrafi görünümün zaman içinde oluştuğunu vurguluyor ve bugünkü coğrafi görünümü kavrayabilmek için de geçmişteki gelişmeleri dikkatle incelemek gerektiğini savunuyordu. Böylece, uzun bir dönem boyunca ve özellikle de birbirinden farklı iki ya da daha çok kültür grubu tarafından yerleşilmiş bir alandaki şimdiki kültürel coğrafi görünüm hem karmaşık yapıda hem de yorumlanması ilginç bir alan olacaktı. Determinizmin kendisine bir tepki olan possibilizmi beslemesi gibi, bir ara coğrafyada her iki görüşü bir
sentezde birleştiren bir uzlaşmaya da varılmış ve bu sentez, probabilizm -olabilircilik- olarak anılan akımla zirveye çıkmıştı. Söz konusu akımın çıkış nedeni ve amacı basite indirgenerek şu şekilde özetlenebilir: (1)Fizikî çevre insan türünün eylemlerinin çoğunu belirlemektedir; (2)belirli bazı kültürler, teknoloji kullanımıyla, çevrenin yarattığı baskıları yenebilirler; (3)bir alanın hem fizikî çevresini hem de orada yaşayanların kültürel özelliklerini bilen birisi, bu alanın nasıl kullanılacağının analizini yapabilir ve kullanım şekillerinin coğrafi dağılışını açıklayabilir; gelecekle ilgili tahminleri de yapabilir. Bu teori, her ne kadar ilk kez 1913’de dile getirilmişse de, esas olarak 1930’lar ve 1940’ların siyasal liderleri ve siyasal coğrafyacıları arasında çok tutulmuştu. Siyasi liderler kalkınmadaki farklılıkları açıklamada ve bazı etnik grupların kültürel egemenliğini araştırmada bu teoriyi kullanmışlardı; ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra kullanımdan kalktı. Günümüzde de beşeri coğrafyada insan-çevre ilişkisinde başlıca iki yaklaşım açıkça gözlenmektedir: (1) İnsanın çevre ile ilişkilerinin incelenmesi, ve (2) insanın mekânı nasıl kullandığı ve düzenlediğinin incelenmesi. Bunlar, bütün unsurların birbiriyle ilişkili olduğu bir işlevsel bütünlük içindeki iki sistem ya da yapı olarak kabul edilebilirler. İnsanın çevre ile ilişkilerinin incelenmesinde, coğrafyacı, içinde insan ile çevrenin birbirini karşılıklı olarak etkilediği ekolojik sistemin şekil ve yapısını esas alır. İkincisinde, yani insanın mekânı kullanma ve düzenlemesinin incelenmesinde ise, coğrafyacı, bu kez insanın ekonomik, toplumsal ve siyasal faaliyetleri yoluyla birbiriyle karşılıklı etkilenme içinde bulunduğu mekânsal sistemin şekil ve yapısını inceler. ÖRNEK SORULAR: 1-1900’lerin ilk onlu yıllarında iklimin etkisini aşırı vurgulayan coğrafyacıların başında hangi coğrafyacılar gelir? a- Amerikalı Ellsworth Huntington ve Avustralyalı Griffith Taylor b-Fransız Comte de Buffon ve Réne Descartes c-Alman Carl Ritter ve Alexander von Humboldt d-hepsi e-hiçbirisi (Cevap a) 2- Coğrafyada doğadan çok insan üzerinde duran ve insanın pasif bir varlık olmaktan çok, aktif bir güç olarak görüldüğü fikir akımına ne denir? a- determinizm b- possibilizm c-oportunizm d-hepsi e-hiçbirisi (Cevap b)
12.Hafta e-Ders Kitap Bölümü
12. HAFTA ÖZET: Bu derste coğrafyanın gelişme düzeyiyle ortaya çıkan fikir-görüş akımlarından “bölge” ve bölgesel coğrafya üzerinde çeşitli ülkelerdeki anlayışlara göre durulmaktadır.
BÖLÜM 3: COĞRAFYADAKİ FİKİR AKIMLARI: İnsan-Çevre ve Bölgesel Coğrafya (devam) 3.2. COĞRAFİ ARAŞTIRMA VE SENTEZDE BÖLGENİN YERİ Avrupa’da ondokuzuncu yüzyıl sonlarında çevresel determinizmden bir başka görüş ya da inceleme tarzı daha gelenek haline gelmişti: bölgesel coğrafya. Bu bakış açısı coğrafyanın bütünleşmesinde önemli rol oynamıştı. Ancak Avrupa ile Kuzey Amerika arasında bölgesel coğrafyadan ne anlaşıldığı konusunda önemli farklılıklar bulunuyordu. 3.2.1. Alman bölgesel coğrafyası Almanya’da bölgesel coğrafyanın temelleri von Richthofen ile atılmış ve bu temeller sıkı bir şekilde Humboldt tarafından kurulmuş bir metodolojik çerçeveye oturtulmuştu. Von Richthofen’in gerekçesi “coğrafyanın yeryüzünün farklı kesimleriyle nedensel bağları olan olgular arasındaki farklılıkları incelediği”ydi. Görüşleri daha sonra Hettner (1895, 1927) tarafından geliştirildi. Hettner’in ilk çalışmalarında çevreci determinist fikirlere bağlı olduğu ama zamanla bu konumundan uzaklaştığı ve “coğrafyanın rolünün doğal ve beşeri bilimler arasında bir süredir gittikçe genişleyen uçuruma köprü kurmak olduğu”1 fikrini ileri sürmeye başladığı görülür. Almanya’daki bölgesel çalışmaları tüm gücüyle teşvik eden Hettner’in sistematik çalışmaların geliştirilmesinde de payı büyük olmuş ve Hettner coğrafyayı bu iki bakış açısının bir kombinasyonu olarak görmüştür. Ancak, Hettner’in görüşleri eleştirisiz kalmamıştır; en büyük eleştiri de Otto Schlüter’den gelmiştir. O’na göre ne bölgesel kavram ne de “insan-çevre” ilişkisine dayandırılan incelemeler coğrafyanın ayrı bir bilim dalı olarak sınırlandırılmasına esaslı bir temel oluşturuyordu. Bunun yerine, coğrafi araştırmanın gözle görünür mekân üzerinde (Landsccape) odaklaşması ve böyle bir incelemenin insan faaliyetinin maddi olmayan yanlarını hariç tutması gerektiğini ileri sürüyordu. Schlüter’e (1906) göre, doğal değil (Naturlandschaft) kültürel coğrafi görünümün (Kulturlandschaft) analizi coğrafi araştırmanın merkezi elemanını oluşturuyordu ki bu görüş 1950’lere kadar Alman coğrafyası üzerindeki etkisini sürdürmüştü. 3.2.2. Fransız bölgesel coğrafyası ve “Vidal ekolü” Bölgesel coğrafyanın Fransız geleneği, Vidal de la Blache’ın çalışmalarıyla örülmüştür. Vidal’in akademik geçmişinin jeolojide değil, tarihte olması bölgesel kavrama da temelde beşeri ve kültürel boyutlarla yaklaşmasını sağlamıştı. Doğayı kendi beşeri coğrafyasına dinamik bir unsur olarak almıştı. Üç anahtar kavramın gelişmesine önem vermişti: Millieu (ortam), genre de vie (yaşam tarzı) ve sirkülasyon (dolaşım). Millieu (ortam), bir yerden diğerine kültürel çeşitlilikleri ortaya çıkaran yeryüzünün temel farklılığıydı, genre de vie (yaşam tarzı) belirli yaşam tarzlarıydı ve coğrafi görünüm üzerine damgasını vurmuş ekonomik, toplumsal, ideolojik ve psikolojik kimlikleri yansıtıyordu; sirkülasyon (dolaşım) ise bölgeler arasında meydana gelen insan temasları ve ilerlemeyi kesintiye uğratan süreçti. Vidal için coğrafyanın odak noktası, içinde kültürel ve doğal olguların birlikte incelenebileceği bölge idi. İnsanla mekân arasındaki karşılıklı etkilenmeyle değişime uğrayan alan, yüzyıllar boyunca bu şekilde büyüyerek coğrafi çalışmanın öznesi olan bölgeyi biçimlendirmiştir. Her bir bölge hem toplumsal hem de yerel olayların öylesine bir ürünüdür ki bir alanda (mekânda) önemli olan şey ötekinde tümüyle ilgisiz olabilmektedir. 1
Coğrafyayı beşeri ve doğal bilimler arasında “köprü” ve “kavşak” biçiminde görüşe birçok coğrafyacıda rastlanır. “Kavşak”, Fransız coğrafyacılar arasında
Carrefour olarak benimsenmiştir. Camille Vallaux, 1925’de, coğrafyanın kendi dışındaki alanlarda edinilmiş sayısız bilimsel olguyu da kullanması nedeniyle “bilimlerin kesiştiği kavşak” yakıştırmasını yapmıştı. “Köprü” ise, Halford Mackinder’le geniş bir yayılma alanı bulmuştur; Hartshorne (1939), “köprü” nitelemesine şiddetle karşı çıkmış ve coğrafyanın “dünyaya ilişkin tüm sistematik bilimlerle kesişen
sürekli bir bilim alanı olarak” okutulması gerektiğini ileri sürmüştür. Bununla
birlikte, coğrafyanın doğal bilimlerle beşeri bilimler arasında köprü görevi görmesi isteği ya da köprü yakıştırması birçok coğrafyacı tarafından sürdürülmektedir.
Vidal, bölgeye özelliğini veren unsurların sistematik incelenmesine karşı olmuş, çalışmasında daima bölgesel yan ağır basmıştır: “Kanımca, bölgesel coğrafya coğrafi araştırmanın başlangıcı değil de, vardığı zirve olmalıdır” şeklinde ifade ettiği görüş bunu vurgulamaktadır. Vidal, ayrıntılı alan çalışmalarına dayanan araştırmaları (Fransızların bölgesel monografi dediği türden) teşvik ediyor, alan çalışmalarına ayrı bir önem verilmesini öğütlüyordu. “Kitaplarla ancak vasat bir coğrafya yapılır, ama en iyisi arazide yapılır” diyordu. Vidal’in önemle dikkat çektiği bir husus da arazinin büyüklüğü, yani birinci derecede gözlemin yapılabileceği alanın büyüklüğüdür. Başka sözcüklerle, mekânın bütünlüğü içinde incelenen alanın yeridir. Vidal’in bir üstünlüğü de, bölgesel yapıların incelenmesinde, analizinde önce mekânın –birimi ne olursa olsun- kavranmasıyla işe başlamasıdır. Günümüzde bile, bazı coğrafya yazılarında mekânın bugünkü coğrafi görünümünü kazanmasındaki rol ve ilişkileri aydınlatılmadan söz konusu alandaki doğal, ekonomik ve beşeri olayların sırayla anlatılması ile yetinildiği hatırlanırsa, Vidal’in görüşünün önemi daha kolay anlaşılır. Gerçekten de: “Her bölge, birbirine benzemeyen, yapay olarak bir araya getirilmiş, daha sonra da kendilerini ortak bir varoluşa uydurmuş şeylerin egemenlik alanıdır.... ve bunun içinde çevrenin etkileri yalnızca kendilerini meydana getiren tarihsel olaylar kitlesiyle görülebilecektir... Fiziksel çevre insanın doğrudan doğruya kontrol edebileceği değil, ama özgürce çalışabileceği alanın sınırlarını koyar ya da bu alanın kenarlarını çizer” derken bir anlamda bu görüşünü daha da pekiştiriyordu. Vidal, kuşkusuz, coğrafya hakkındaki fikirlerini açıklarken aynı zamanda da bölgesel coğrafyada izlenmesi gereken yöntemlere de ışık tutuyor ve “coğrafi birlik” kavramını savunuyordu. Coğrafi mekânın ya da görünümün oluşmasında etkiler yapan fiziksel, tarihsel, siyasal, tarihsel ve ekonomik faktörlerin rollerinin anlaşılabilmesi için ayrıntılı bölgesel çalışmaların önemini vurgulamıştı: Günümüzde en yetkili coğrafyacılar asıl uğraş konusunun ülkelere ilişkin hem tasviri hem de nedenlere yer veren açıklamalar, tutarlılık gösteren bölgesel incelemelere doğru yöneldiği görüşündeler. Bu görüş doğrusu pek yerinde bir duygudan esinleniyor. Kanımızca bir araya getirmeye çalıştığımız olgulardan edindiğimiz derslerden biridir bu. Yerkürenin yüzeyine ilişkin olguları daha büyük bir ölçekte karşılaştırabildiğimizden buyana, bu olguların sergilediği harika çeşitlilik karşısında şaşkınlığa kapılmaktayız. Her yerde aynı yasalara uydukları görülüyor; ama her yerde de toprağın, rölyefin, iklimin yerel durumlarıyla, yani ülkelerin (bölgelerin) fizyonomisini belirleyen tüm nedenlerin katkısıyla değişime uğramışlardır. Farklılıklar yelpazesi iyice genişlemiş bulunuyor; çöl iklimi Sahra ile Avustralya ve Amerika çöllerinde aynı şekilde göstermez kendisini. Olgular farklı biçimlerde zincirlenerek, bazı bakımlardan benzer görünen bölgeleri birbirlerinden ayırır. Her ülke, kendine özgü bir neden ve sonuçlar dizisinin anlatımıdır. Vidal’in izleyicileri temelde enerjilerini “toplumu ve ortamı (milieu) birbirine bağlayan kompleks ilişkiler ağı”nı, belirli Fransız bölgelerinin (pays) küçük ölçekli bölgesel monografyalarını üreterek açıklamaya harcamışlardı. Fransa’da bu dönemde gelişen bu akım dünyanın başka ülkelerine (Türkiye’ye de) yayılmış ve oldukça benimsenmiştir. 3.2.3. İngiliz coğrafyasında bölge İngiliz bölgesel coğrafyası ise başka bir dizi etkiyi yansıtan, ama merkezinde yine aynı kaygının, hem fiziksel ve hem de beşeri unsurları birleştiren, yalnızca coğrafyaya ait olarak görülebilecek bir inceleme konusu olarak ayırt edilme kaygısının yattığı bir bölgesel coğrafyaydı. Bölgesel coğrafyaya İngilizlerin katkısı genelde iki ölçekte olmuştur: Birisi küresel, ikincisi de yerel ölçeklerde. Ondokuzuncu yüzyıl sonlarında Mackinder (1887) fiziki coğrafyadaki ilerlemelerin beşeri coğrafyadakini geçtiğini ileri sürmüştü, ama beşeri coğrafyayı incelemek ancak jeomorfoloji ve biyocoğrafya kapsamında mümkün olabiliyordu. Bu yüzden de, Mackinder, sistematik yaklaşımdan çok bölgesel yaklaşımı
kullanmanın daha uygun olacağını, “bölgelere göre incelemenin coğrafi tezleri, gerekçeleri sınamak için olaylara göre incelemeden daha mantıklı bir yol olduğu”nu belirtiyordu. Fransız tarzı bölgeselcilik (regionalism), Büyük Britanya’da İskoçyalı çok yönlü bilim adamı Patrick Geddes’e çok şey borçludur. İskoçya’yla Fransa arasındaki bilimsel bağlar hem derin hem de süregelir biçimde olduğundan, Geddes’in entelektüel yaşamının gerçekleştiği Edinburgh-Paris ekseni daha ondokuzuncu yüzyıl başlarından itibaren Fransız siyasal ve bilimsel radikalizminin İngiltere’ye taşındığı bir yol olmuştu. Bu yüzden de Fransa’dan gelen bölgesel coğrafya akımı bu ülkede bölgesel coğrafyanın gelişmesini cesaretlendiriyordu. Fransız sosyolog Le Play’in en enerjik izleyicilerinden olan Patrick Geddes bölgesel coğrafya yönteminin keskin bir savunucusuydu ve bölgesel incelemelerin bölgesel planlamayla uygulama alanı bulacağına inanıyordu. Bölgesel çalışma yapanları, uzmanlık bilgilerini yorumlayabilecek ve bunları çok yakından bildiği tek tek hastalarının durumlarına uygulayabilecek eski aile doktoruna benzetiyordu. Radikal görüşlere sahip biri olarak, Geddes, coğrafyacıların konularını “tasviri bilim” olarak tanımlamalarına karşı çıkıyor ve coğrafyanın ne olduğunu değil, ne olması gerektiğini söyleyen bir “uygulamalı bilim” olmasının zorunlu olduğunu düşünüyordu. Herbert John Fleure (1877-1969) coğrafi incelemelerin “dünyanın çeşitli bölgelerinin sentez halinde resimlerini yaratmak”la ilgilenmesi gerektiğinden ve “sentezci bölgesel görüş”ten söz ediyordu. Ancak “temel özelliklerine ve her birindeki insan çabalarının eserlerine göre kuşaklar ve bölgeler ayrılması” gerektiği görüşünü savunuyordu. Birçok farklı bölge ayırıyordu; örneğin küresel ölçekte insanın faaliyetleri ile çevre koşulları arasındaki sıkı ilişkileri yansıtan “güçlükler bölgesi”, “çabalar bölgesi”, “göçebelikler bölgesi” vb. gibi. Onun için “coğrafi inceleme, insanın kendi etrafındaki dünya hakkında bir görüş geliştirmek için duyduğu arzu ve ihtiyaçların bir ürünüdür”. P.M.Roxby (1926) de “coğrafyacının arazisi gerçekten de dünya olmalıdır, ama bu arazi o kadar büyüktür ki her tarafı bir kişi tarafından ayrıntılı biçimde incelenemez” diyerek mekânın bölgeler halinde küçük parçalara ayrılmasından yana görüş bildiriyordu. İngiliz coğrafyacılar arasında (uzun süre A.B.D’nde yaşamakla birlikte) Dickinson da “bölgesel coğrafya”yla adeta özdeşleşmiştir. Dickinson, 1976’da yazdığı Bölgesel Kavram kitabında fikrini vurgulayarak “gerçek coğrafyacının bölgesel coğrafyacı olduğunu, bu görüşün büyük bir muhalefet dalgası yaratacağını bildiğini, ama bu sonucu hem batı Avrupa ve hem de Amerika’da modern coğrafyayı yaratanların fikirleri, uygulamaları ve başarılarından çıkardığı”nı belirtiyordu. Gilbert ise (1951,1960) bölgesel coğrafyayı Avrupa’da ondokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan çok daha geniş kapsamlı bölgesel gelenek içine oturtmaya çalışmış ve coğrafi “doğal bölge” kavramı kadar, “bölgesel roman” ve “siyasal bölge” fikrini de konunun içine sokmaya çalışmıştı. Gilbert “bölgesel coğrafyacının görevi, bazı bakımlardan bölgesel romancınınkine benzer; bölgesel coğrafyacı tanımlamakta olduğu bölgede doğa ve insan hakkındaki bağlantısız olduğu görülen çok sayıdaki olguları bütünleştirmeye çalışır” diyordu. Sanatla coğrafyanın bağlantısı bağlamındaki bu görüş “hümanistik coğrafya” ile günümüzde de sürmektedir. 3.2.4. Hartshorne ve Amerikan bölgesel coğrafyası Amerika Birleşik Devletleri’nde 1930’lar Sauer’in Berkeley’deki çalışmalarını izleyen çok sayıdaki yayının dışında da bir yayın akışıyla karşı karşıya gelmişti. Özellikle de coğrafyanın bölgeyi kendisinin bir bilim olarak kabulünü sağlayacak yol olarak görmeleri önemliydi. James (1934), insanın doğadaki yerinin, insanın işgalinin belirli kültürel landscapelerin-peyzajların gelişmesine yol açması nedeniyle, bölgesel coğrafyanın esası olduğunu vurguluyordu. Hall (1935) ise “coğrafyanın genel olarak bilime katkısı tanınmadır; birincisi, yerlerin durmadan değişen yönlerini ve ikinci olarak da bu değişikliklere rağmen, yerlerin bölge denilen, az çok benzerlikleri olan alanlar halinde bölünme eğilimlerini inceleyen bilim dalı olarak tanınmasıdır” görüşünü ileri sürüyordu. Bun-
dan başka, Robert Hall, bölgelerin dört işlev gördükleri görüşündeydi: Kataloglama ve sınıflandırmaya temel olarak; çevresel ve ekolojik çalışmalara taban oluşturarak; insan refahının artması için bir örgütsel birim olarak; ve kısımlar arasındaki bağıntının yerini alacak bir araç olarak. Bununla birlikte, bölgesel coğrafya üzerine metodolojik ve teorik tartışmalar A.B.D.’ne biraz geç gelmişti. 1939’da Hartshorne’un Alman coğrafi literatürünü derinlemesine tarayarak meydana getirdiği dev eseri The Nature of Geography: A Critical Survey of Current Thought in the Light of the Past’ın yayınlanmasıyla değişmeye başladı. Amerikan coğrafyasının klâsiği haline gelen bu kitapta esas ilgi alanı coğrafyanın bilimler arasındaki yerini gözden geçirmekti. Hartshorne’a göre coğrafya mekândaki olguların analiz ve senteziydi; coğrafyanın biricik rolü “her hangi bir zamanda, genelde şimdiki zamanda, farklı kısımları arasındaki farklılıkları tasvir etmeyi, yorumlamayı bekleyen dünyayı incelemek”ti; bu da en iyi bir şekilde bölgesel coğrafyada yansıyordu. Kendisinden önceki Sauer gibi, Hartshorne da Alman coğrafyacıların, özellikle de Hettner’in çalışmaları yoluyla fikirlerini geliştirmişti. Buna karşılık, Sauer’in üzerinde daha çok durduğu husus coğrafi görünümün değişmesinde halkların tarihsel rolü olmuştu. 1940’da Hartshorne’u, tarihsel anlayışı coğrafyanın kenarına ittiği için şiddetle eleştirdi. Hartshorne da Sauer’in “kültürel landscape”ini dil açısından gereksiz karışıklık yaratacak deyim olarak bulmuştu. Bununla birlikte, üzerinde birleştikleri şeylerden birisi “alansal farklılaşma”ydı. Amerikan coğrafyasında bölge üzerine metodolojik çalışmalar, doğal olarak, Hartshorne ve birkaç coğrafyacıyla sınırlı değildir, ama en büyük etki bunlar yoluyla olmuştur. Amerikalı coğrafyacılar arasında örneğin Hart (1982), bölgenin “coğrafyacının sanatını icra edebileceği en yüksek yer” olduğunu ileri sürer: Sistematik coğrafya bölgelerin anlaşılmasını kolaylaştırmak için teoriler üretir ve bölgesel coğrafya da teorilerin denendiği yerleri oluşturur. Bölge fikri coğrafyanın çok farklı alt dallarını bütünleştirecek temel birleştirici konuyu sağlar. “Coğrafyacıların sanatının en üst şekli” bölgelerin anlaşılması ve değerlendirilmesini kolaylaştıracak kışkırtıcı tasvirleri üretmektir. Coğrafyada bölge tartışması hiç bitmeyecek gibi görünmektedir; ama şimdiki tartışmalar bölgenin varlığı üzerinde değil, nasıl ele alınacağı ve sınırları üzerindedir. Coğrafyacıların değişik dönemlerde benimsedikleri çeşitli paradigmalar (yaklaşımlar) bölgeye bakış açısı üzerinde etkili olmuştur ve olmaktadır. Pozitivizmin ve kantitatif coğrafyanın etkisiyle bölge önemini kaybeder gibi göründüğünde bile bu akımının önde gelen adlarından Peter Haggett (1983) bölgesel coğrafyanın “geleneksel olarak bilim dalının tam ortasında ya da yakınında olduğu”nu kabul eder ve şöyle devam eder: Belirli yerlerdeki insan ve yer arasındaki ilişkilerin çok karmaşık bir toplamını oluşturan bölge kavramı çok yüksek derecede kompleks bir sistemi zaten anlamı içinde saklamaktadır. Kantitatif devrim denilen süreç sırasında geliştirilen matematik araçların çoğu ancak sınırlı bir kompleksiteye sahip coğrafi sistemler için uygun olabileceklerdi. Bu yüzden de bölgesel sistemleri anlamak ve model oluşturmak bizim halen sahip olduğumuz model oluşturma kapasitemizin çok ötesinde kalmaktadır. Bölgesel coğrafyanın görece ihmalinin ardında yatan nedenlerden birisi de, bu yüzden, tamamen teknik olabilir; sorunlar önemsiz oldukları için değil, güçlü ama sınırlı analitik araçlarla donanmış yeni nesil bilim insanlarının yeterliliklerinin ötesinde kaldıkları için ihmal edilmiştir. Bölgesel ve sistematik coğrafyaların birbirlerini tamamlayıcılığı üzerinde de durulmuş ve bölgesel coğrafyanın çok miktarda bilgi sağlayarak her bölgeye ayrı ayrı gidemeyecek olan genel (sistematik) coğrafyacıya katkıda bulunması; buna karşılık genel coğrafyacının da bölgesel coğrafyacının çalışmalarına anlam katacak kural ve ilkeleri bir çerçeve halinde sunarak katkı sağlamasının gerekliliği ve yolları vurgulanmıştır. Hatta, bu bağlamda, coğrafyaya pozitivist2 görüşü getirenlerden olan Schaefer (1953), eleştiriyle karşılanmış olmakla birlikte, “bölgesel coğrafya, temelde, teorik olan konunun (coğrafyanın) laboratuvar yanı haline gelmelidir” öneri2
“Pozitivist” görüş coğrafi gelenek içinde “pozitivist” etiketi, basit bir açıklamayla, modern bilimsel esinlenmelerin, yani, gözlemlenebilir bütünlüklerin
dağılışının matematik yoluyla sunumunu ifade etmek üzere kullanılmıştı. Coğrafya bilim dalında özellikle
1950’lerden başlayarak matematik dilin kullanımıyla
birlikte bir moda haline gelen pozitivist akım “teorik coğrafya” başlığıyla yayınlanan iki dev çalışmayla dışa yansıdı ve teorik coğrafyaya kayışı hızlandırdı: Scheidegger’in (1961) Theoretical Geomorphology ve William Bunge’ın Christaller’e ithaf ettiği Theoretical Geography (1962) adlı kitaplarıydı bunlar.
sinde bulunmuştu. Özetle, Preston E.James’in (1952) de dediği gibi: “Bölgesel kavram hakkında söylemek istediklerimizin çoğu, yalnızca bir değil, birçok kez zaten söylenmiştir”. Bölgesel coğrafya, ne şekilde yapılırsa yapılsın, çevreci determinizmin çöküşünden 1940’ların sonlarına kadar coğrafi eğitim ve araştırmaların çoğunun temelini oluşturmuştu. 1950’lere doğru ise coğrafyanın bir bilim olarak öneminin azaldığı yolunda kendi bilim dalı içinde gittikçe artan huzursuzluk, bölgesel kavramın esastan ele alınması yolundaki eleştirileri de hızlandırmıştı. Bu eleştiriler, temelde, bölgesel ve sistematik çalışmalar arasındaki denge üzerinde, coğrafyanın biricik/özel olanla mı yoksa genelleştirmelerle mi ve tasvir ile açıklama arasındaki farklılıklarla mı ilgilendiği üzerinde odaklaşmıştı. Bu konular üzerindeki tüm tartışmalardan ortaya yepyeni ve yeniden canlandırılmış bir bilim dalı çıkmıştı ki bu bilim dalı birliğini belirli bir tür konudan çok, belirli bir tür metodolojide buluyordu. “Kantitatif devrim” olarak nitelenen bu değişim, bölgesel coğrafyadaki geleneksel tasvirin yerine yasalar-kurallar konulması ve teorilerin denenmesine dayanan, açıklamalı olgulara yönelmiş bir bilimi koyuyordu. Bununla birlikte, mantıksal pozitivizmin benimsenmesini yansıtan bu süreç büyük ölçüde bilinçsiz meydana gelmiş bir süreçti. Coğrafyayı gerçek bir bilim haline getirme vizyonu uygulamacıları öne itmişti; yani, bilim dalının mantıksal pozitivizm temellerine oturtulduğu pek de anlaşılamamıştı. Bölgesel coğrafyanın güçlüklerinden birisi nasıl yazılacağı konusunda fikir birliğinin çok az olmasıydı. Fransız bölgesel “monografya”ları İngilizlerinkinden farklı olurken, Almanya’da Hettner ve Schlüter taraftarları arasındaki tartışmadan bir sonuç çıkmamıştı. 1939-1945 arasındaki yıllar ise coğrafyanın uygulamasında bir dönüm noktasına işaret ediyordu. Avrupa’dan başlayıp en doğu Asya’ya kadar yerküreyi saran Savaş, coğrafyacılara, Strabo’nun kendilerine iki bin yıl önce yüklediği görevi yerine getirmeleri için ender fırsatlardan birisini vermişti –askeri bilgi almada çalışacaklardı. Ama ondan önce coğrafyacının savaşla bağlantılarına uygulamalı coğrafya açısından bir bakış yapmak yararlı olacaktır. ÖRNEK SORULAR: 1- Avrupa’da ondokuzuncu yüzyıl sonlarında çevresel determinizmden bir başka görüş ya da inceleme tarzı gelenek haline gelmişti. Coğrafyanın bütünleşmesinde önemli rol oynayan bu bakış açısı hangisiydi? a-bölgesel coğrafya b-tematik coğrafya c-fiziki coğrafya d-sistematik coğrafya e-hiçbirisi (Cevap a) 2- Amerikalı coğrafyacılar arasında örneğin Hart, bölgenin “coğrafyacının sanatını icra edebileceği en yüksek yer” olduğunu ileri sürer ve aşağıdakilerden hangi fikri benimser? a-sistematik coğrafya bölgelerin anlaşılmasını kolaylaştırmak için teoriler üretir b-bölgesel coğrafya da teorilerin denendiği yerleri oluşturur c-bölge fikri coğrafyanın çok farklı alt dallarını bütünleştirecek temel birleştirici konuyu sağlar d-“Coğrafyacıların sanatının en üst şekli” bölgelerin anlaşılması ve değerlendirilmesini kolaylaştıracak kışkırtıcı tasvirleri üretmektir e-yukarıdakilerin hepsi Hart’ın bölge hakkındaki görüşlerini yansıtır (Cevap e)
13.Hafta e-Ders Kitap Bölümü
13. HAFTA ÖZET: Bu derste coğrafyanın uygulamalı yanı ve öteden beri savaşlar sırasındaki katkısı üzerinde durmaya çalışılmaktadır. Bu arada, bazılarınca zaten uygulamalı bilim olarak kabul edilen coğrafyanın bu yanının da nasıl değerlendirildiği ele alınmaktadır.
BÖLÜM 4. SAVAŞ YILLARINDA COĞRAFYA VE UYGULAMALI COĞRAFYA Coğrafyanın güçlü biçimde uygulamalı hizmetleri savaş zamanları ve militarizmde dolaysız olmuştur. Coğrafyayı bir meslek haline dönüştürme girişimlerinde, örneğin İngiltere’de, başlangıçtan itibaren savaş araçları ve lojistik açıkça birer teşvik unsuru olarak görülmüşlerdir. Kraliyet Coğrafya Derneği başkanı John Scott Keltie, 1885’de hazırladığı ünlü raporunda silahlı kuvvetlere ait çeşitli akademilerde coğrafyanın varlığından söz etmişti. Bununla birlikte, Keltie, başka birçokları gibi, Britanya’nın bu konuda kıta Avrupa’sının çok gerisinde kaldığına inanıyordu. Örneğin Berlin Savaş Akademisi’nde tam bir coğrafya bilgisi edinme zorunluluğu bulunurken, Fransız Savaş Yüksek Okulu’nda coğrafya “eğitimin en önemli konusu”ydu. American Geographical Society’nin o zamanki başkanı Justice P. Daly’nin 1871 Fransız-Prusya Savaşı’nı “silahlar kadar haritaların da çarpıştığı bir savaş” olarak nitelemesi coğrafyanın askeri ihtiyaçlarla beslenmesi gerekliliğini ortaya koyuyordu. 4.1. SAVAŞ YILLARINDA COĞRAFYA Coğrafyanın yirminci yüzyıl başlarında profesyonelleşmesinin hikâyesi, doğal olarak, her yerde askeri taleplerle bağlantılı değildir. Örneğin İngiltere’de daha çok ders programlarında reform yapılması çağrılarıyla denk düşmüştür. A.J.Herbertson’un, 1904’de, “askeri öğrenciler için yapılan yakın zamanlı programlardan olası savaş senaryoları üzerine sistematik incelemelerin olağandışı olduklarından dolayı çıkarılması” çağrısı ise coğrafyanın bir süredir bir “ansiklopedik bilgi” haline getirilmiş olmasından kaynaklanıyordu. Bu tür askeri coğrafyanın varlığı –tıpkı T.Miller Maguire’nin Outlines of Military Geography (1899) adlı kitabında da gözlendiği gibi- coğrafyayı çok fazla tarihe tabi kılmakla, onun hizmetine sokmakla eleştiriliyordu. Böylece de, askerlerin eğitimi için de bir reform ihtiyacı olduğu ortaya çıkıyordu. Bazı üniversitelerde coğrafya programlarının durumundan yakınan Clements Markham 1905’de “en iyi askeri görüşlerin artık coğrafi eğitimi tercih ettikleri”ni Royal Geographical Society üyelerine duyurmaktan hoşnutluğunu vurguluyordu. Aslında bu gelişmelerden birkaç yıl önce (1900) Scottish Geographical Magazine’de Savaş Bürosu’nun (War Office) “Britanya İmparatorluğu coğrafyasının temel gerçekleri, gelecekte, birinci derecede önem taşıyan inceleme konusunun (coğrafya) zorunlu hale getirilmesi olacaktır” şeklinde ifadesini bulan bir rapor yayınlanmıştı. Bu bağlamda, tarihçi H.B.George (1901) da “savaş, sözcüğün modern anlamıyla, her şeyiyle coğrafyaya dayanır” diyordu. Hatta bazılarının gözünde coğrafyanın savaşla sürdürdüğü ilişkiler o kadar sıkı olarak algılanıyordu ki Goldie (1907) “acaba savaş mı coğrafyaya yoksa coğrafya mı savaşa daha yararlı” diye sorarken “savaş, en büyük coğrafyacılardan birisi olmuştur” demekten de kendini alamıyordu. Söz konusu yıllarda İngiliz askeri güçleri Güney Asya’da, özellikle de Tibet’deki askeri harekâtlarında coğrafya ve coğrafyacılardan büyük yarar sağlamışlardı. 19 Kasım 1904’de The Times gazetesinde çıkan “Coğrafya ve Savaş” başlıklı, bir askeri uzman tarafından yazılmış bir yazı, Stoddart’a (1992) göre “en azından Mackinder tarafından yazılmış kadar şık” bir yazıydı ve coğrafyanın Savaş Bürosu ve Sivil Servis’teki eksikliğinden yakınıyor, yüzyılın başında Afgan Savaşları, Burma Kampanyası ve Boer Savaşı gibi askeri eylemlerde karşılaşılan güçlüklerden söz ediyordu. Yazının yazarı (A.C.Repington) askeri kartografya ve coğrafi bilgideki eksiklikler konusunda strateji belirlenmesi gereğini vurgularken “ya basit yolu seçip coğrafyayı hiç öğretmeyeceğiz ya da bunu jeolog, ekonomist, tarihçi, hatta kartograflara bırakacağız ve nihayet gurur duyacak bir şeyler yaptık diyeceğiz” eleştirisini getiriyor ama bu arada da üniversitelerdeki coğrafyacıların askeri talepleri karşılamadaki kapasitelerini sorgulamadan da edemiyordu. Buradan da görüldüğü gibi, ondokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla değişimde İngiltere’de coğrafya
programlarında reform yapma ve profesyonelleşme olgusu da böylece daha profesyonel bir ordu oluşturulmasına doğru kayıyordu. Uygulamalı coğrafyanın askeri alandaki önemi belki de hiçbir yerde, Karl Haushofer ve Richard Hennig gibi dev adlarla, Alman Geopolitik örneğindeki kadar dramatik biçimde kendini belli etmemiştir. Haushofer, kendinden önceki Ratzel gibi, evrimsel biyoloji kategorileri içinde doğal ve siyasal bilimlerin yeniden kurgulanması ilkesini tutkuyla bir görev olarak algılamıştı. Bu bağlamda da Haushofer’in Mackinder’i “jeopolitik dahi” olarak nitelemesi ve Hennig’in de Geopolitik: Yaşayan bir Canlı olarak Devlet Teorisi’ni (1928) yayınlaması hiç de şaşırtıcı değildi. Aslında ise “Geopolitik” terimini yirminci yüzyılın başında ilk kullanan İsveçli Rudolf Kjellen olmuştu ve kendisi de 1924’de yayınladığı kitabının adını Bir Yaşam Biçimi Olarak Devlet koymuştu. Geopolitik’in önce İsveçli Kjellén, sonra Haushofer ile yükselişe geçişiyle ve Ratzel’in ondokuzuncu yüzyıl sonundaki çalışmasıyla Nazi devleti arasında bir bağlantı kurulmuştu. Ancak, günümüz coğrafyacıları arasında jeopolitiğin Üçüncü Reich ve Nasyonal Sosyalizm üzerindeki etkisinin abartıldığı görüşünde olanlar çoğunluktadır. Bu abartının da Haushofer’in Birinci Dünya Savaşı sırasında yüksek rütbeli bir subay olmasından kaynaklandığına inanılmaktadır. Almanya’nın Lebensraum (yaşama mekânı) ve Alman yanlısı devletlerin kuruluşu fikirlerini desteklemekle birlikte, Haushofer’in Nazilerin özellikle ırkçı fikirlerini benimsemediği, Rudolf Hess ile arkadaşlığına rağmen, ideolojik köklerini aslında ondokuzuncu yüzyıl Alman Volk (halk) hareketinden alan Nasyonal Sosyalist hareketin ana akışını etkileyebilecek gücünün asla olmadığı bilinmektedir. Bununla birlikte, Haushofer’in Almanya’nın toprak bakımından genişlemeye olan stratejik ihtiyacıyla ilgili, Alman coğrafyacı Ratzel’in kendi ve İngiliz coğrafyacı Mackinder’den geliştirdiği bazı fikirleri (1924’de Geopolitik des Pazifischen Ozeans adlı kitabının yayınlanmasından sonra kullanılmaya başlanan “geopolitik” kavramı) 1930’larda Alman dış politikasına bilimsel haklılık kazandırmada kullanılmıştı. Hatta Adolf Hitler’in öğretisinin, 1923-1924’den itibaren Münih hapishanesinde Mein Kampf’ı yazdığı dönemde ilişkilerinin sıkı olması nedeniyle, büyük ölçüde Haushofer’in düşüncelerinden kaynaklandığı bile ileri sürülmektedir. Haushofer’in teorisinin etkisi uzmanlaşmış bir dergi olan Zeitschrift für Geopolitik’in kazandığı başarıyla dikkati çekmiştir (1922’de yayın hayatına girmiş olan bu dergi 1955’e kadar bu adla, 1968’e kadar da başka çeşitli adlar altında yayınını sürdürmüştü). Haushofer, Mackinder’in Heartland teorisine benzer şekilde, Almanya’dan başlayıp Rusya’yı geçerek Japonya’ya uzanan “çekirdek alan” fikrini daha da ötelere götürmüş ve geliştirdiği küresel modele göre dünya haritasını üç büyük bölgeye ayırmıştı: Pan-Amerika, Euafrika ve Doğu Asya. Geo-ya da jeo-politik, savunma politikasında daima uygulama alanı bulmuştur. Haushofer, bunu Ratzel geleneğinin bir mirası olarak almıştır. “Bir ulusun yaşamında savaş bir ilerleme, yükselme anıdır” diyen Ratzel’in bu görüşü daha sonra coğrafyayla askerlik arasındaki sıkı ilişkilerle devam eden Alman askeri bilimler geleneğinde bir görüş olarak tanımlanmıştır. Ratzel, kariyerinin başlarında sömürgeciliği savunuyor ve hükümeti denizaşırı koloniler kurma konusunda destekliyordu. 1870’lerin sonunda Denizaşırı Alman İlgi Alanlarını Koruma Derneği gibi bir adla Münih’te bir dernek de kurmuş ve pan-Cermenik (Alman yanlısı) birliğe katılmıştı. Heske’ye göre de (1986) “Almanya’da başka bilim dallarının hepsinden daha çok coğrafya, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, Nasyonal Sosyalizmi desteklemiş ve hatta Nazilerin 1933’de güç kazanmalarından daha önce faal destek sağlamıştı”. Nasyonal Sosyalizm altında coğrafya da temelde Alman-merkezliydi: “Ulusal coğrafya, bizim için, coğrafyanın bütünüdür, Alman gözüyle ve Alman bakış açısıyla Almanya’ya ve dünyaya bakıştır” diye düşünülüyordu. Bu dönem, Almanca konuşan halkların Avrupa kültürel coğrafi görünümüne yaptığı katkıları gösteren –Alman olmayanlara da çok garip gelen- “Almanya-merkezli” haritaların yapıldığı dönemdi. Yine bu dönem “ırk”ın temel kavram alındığı bir beşeri coğrafyanın egemen olduğu dönemdi. Doğal olarak, tüm coğrafyacıların Nazilerin radikal fikirleri altına girdiğini söylemek olanaksızdır. Örneğin Ernst Plewe (1907-1986) o günkü durumu, bilimsel objektivitenin yerini Nazi “değer”lerinin almasını eleştirerek kendi kariyerini ve kaderini tehlikeye sokmuştu. Fransa’da da coğrafya, kısmen Pestalozzi’nin etkisiyle 1857’de çocukların gözlem yapma güçlerini gelişti-
receği gerekçesiyle ilkokul programlarına alınmıştı. Ama coğrafyanın ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde önemsenmesi üzerinde en büyük etkiyi, sömürge amaçlı araştırma yanında, Prusya ile olan savaşta (18701871) Fransa’nın yenik düşmesi oynamıştır. Bu yenilgi, Louis Napoléon yönetiminde büyük bir güç olarak ortaya çıkmaya başlayan Fransızlar üzerinde büyük bir psikolojik şok yaratmış, bunun suçu da genelde eğitim sistemine, özelde ise coğrafya eğitimindeki çarpıklığa yüklenmişti. Savaş alanında harita okumadaki yetersizlik ve coğrafi bilgi eksikliği olan subayların durumunun ortaya konulması sırasında bir Fransız eğitim tarihçisi şunu öne sürüyordu: “Bizim general kadromuz büyük coğrafi hatalar yaptılar ve haritaları yanlış okudular; coğrafyayı öğretmemiz gerekir”. Savaşla coğrafyanın yakın ilişkisi savaş dönemlerinde çok sıkı olmuştur. 1915’de American Geographical Society’nin başkanı konumuna geldikten sonra yükselişe geçen Bowman, Amerikalıların Birinci Dünya Savaşı ve sonrası çalışmalarında yer almıştı. 1919’da A.B.D. Devlet Başkanı Woodrow Wilson’a Paris Barış Konferansı (Versailles Anlaşması) için kartografik kaynakları sağlamıştı –hatta bu bağlamdaki birçok iş yanında, Jovan Cvijić’e birkaç yüz dolar karşılığında Balkanlar ve halklarıyla ilgili rapor ve harita da hazırlatmıştı. Bowman’ın siyasal coğrafyası, aynen Almanlarınki gibi, toplumsal koşullar tarafından belirlenmiş bir siyasal coğrafyadır –siyasal coğrafyası siyasal olduğu kadar da coğrafidir. Bununla birlikte, Bowman’ın, olayları bilimsel tarafsızlık içinde ele aldığını iddia etmesi ile siyasal partizanlığı sürdürüyor olması arasındaki zıtlıklar yazılarında tekrar tekrar ortaya çıkmıştır. “Büyük kültürler büyük mekânlara ihtiyaç duyar” mantığından yürümesi, onun da askeri taleplere yönelik Alman düşüncesinin izinden gittiğini göstermektedir. Bowman, daha önce değindiğimiz, Strabo’nun “büyük kısmıyla coğrafya devletlerin ihtiyaçlarına hizmet eder...” deyişini kitabının başına düstur olarak almıştır. Ama Livingstone’un (1992) deyişiyle “bilimle siyaset arasındaki alanın sınırı, Bowman’ın haritalayamayacağı kadar zor bir sınırdır”. Coğrafyacıların savaştaki görevleri ve ordudaki coğrafya eğitimiyle ilgili önerileri “uygulamalı coğrafya” kapsamında görülmüştür. Benzer şekilde, savaş sırasında yapılan çalışmaların önemli bir bölümü de yine uygulamalı coğrafya bağlamında ülke topraklarının daha iyi kullanımına yönelmiş ve hatta savaş sonrasında da bu çalışmalar örnek alınmıştır. Örneğin, savaş öncesinde, 1930’larda başlamakla birlikte, savaş sırasında da devam eden İngiltere’de L.Dudley Stamp (1898-1966) başkanlığındaki Arazi Kullanılışı Çalışmaları savaş sırasında tarımsal üretime ve de daha sonra yapılacak kırsal ve şehirsel planlama çabalarına sağlam bir temel oluşturmuştu. Savaşın hemen sonrasında yaptığı bir çalışmada Eva Taylor (1948), İngiliz coğrafyacıların Enformasyon, Ekonomik Refah Bakanlıkları gibi Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin Admiralty and the Meteorological Branch’ında da çalışarak “savaş sırasında coğrafyanın prestijinin birdenbire artmasını sağladıkları”nı yazar. Haritalara, savaşın süregeldiği ülkeler hakkındaki ayrıntılı bilgilere duyulan ihtiyaç, coğrafyacıların Deniz ve Kara Kuvvetleri bilgi alma servislerinde istihdam edilecekleri anlamına geliyordu. Admiralty el kitapları olarak ortaya çıkan ve çok büyük ölçüde coğrafyacılar tarafından yazılmış çok sayıda kitap savaş kuşağındaki ülkelerin fiziki coğrafyaları, tarihleri, halkları ve ekonomik coğrafyalarına ait bölümleriyle, aslında, ayrıntılı olarak ülkelerin bölgesel coğrafyalarıydı. Bundan başka, savaşın askeri talepleri coğrafyayla bağlantılı başka alanlarda da çok geniş araştırmaları başlatmıştı. Örneğin yapılacak çıkartma hareketleri için denizin ve dalgaların durumunun belirlenmesi ihtiyacı dalgaların her yanıyla ilgili bilgi ve teorilerde büyük bir artışa yol açmıştı. Savaşın A.B.D.’nde coğrafya üzerine etkisi Stone (1979) tarafından da yansıtılmıştır: Ona göre “İkinci Dünya Savaşı, Strabo’nun doğumundan beri coğrafyanın başına gelen en iyi şey”di. Olumlu bir bakış açısıyla, Stone, birçok coğrafyacının, daha sonra CIA’ye dönüşecek olan OSS (Office of Strategic Services) gibi kuruluşlarda aktif görev almalarıyla çok daha büyük bilim dalları arası işbirliklerine gidildiğini, aynı zamanda da coğrafyacıların savaş sonrası dönemde de sürecek olan, devlet dairelerinde daha fazla görev alacakları dönemlerin başladığını belirtiyordu. Bu kanıyı doğrulayan Harris (1997) devlet sektöründe, özellikle de Washington D.C.’de dünya tarihinde belki de en çok coğrafyacının bir tek şehirde bu dönemde toplandığını ekler (yalnızca 1943’de ve yalnızca 5 bakanlıkta 224 coğrafyacı vardı; diğer şehirlerde de benzeri toplanmalar yaşanmıştı; en iyi coğrafyacıların çoğu dâhil, 250 coğrafyacı 1942-1945 arasında Washington’daydı).
Coğrafyacıların savaş sırasındaki katkılarını değerlendirmenin ise çok güç olduğunu belirten Harris, 50 yıl sonra geriye bakarak, yansımalara ve çeşitli görüşmelere dayandırdığı yazısında, II.Dünya Savaşı sırasında coğrafyacıların katkılarının o sıralarda savaşta görev alan coğrafyacıların mükemmel raporlarına, askeri coğrafya üzerine çalışmalarına, kartografyaya ya da harita bilgisine ya da savaş deneyimlerinden çıkarılan derslere göre değerlendirildiğini söyler. “1920’li yıllarda, genelde de iki Dünya Savaşı arasındaki dönemde, coğrafya uygulandığı az sayıdaki ülkede çok az sayıda insanı ilgilendiriyordu” diyen Fransız coğrafyacı Jean Dresch (1979) ülkesinde tarihî coğrafya dışında, coğrafyanın üniversitelere çok geç girebildiğini, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar Fransız üniversitelerinde coğrafya öğreten kadroların sayıca az olmasının nedeninin de zaten bu olduğunu belirtir. Pek çok üniversitede bölgesel, beşeri, fiziki coğrafyayı Fransa ve Dünya Coğrafyası’nı tek bir profesör üstlenmişti; evrensel olduğu için de, kendisine gereken belgeleri başka bilim dalları uzmanlarından, jeologlardan, iktisatçılardan, meteorologlardan, demograflardan, vb. edinmek zorundaydı. Fransa’da ordu coğrafya servisi, ilerde çıkabilecek olası bir savaşta uygulanabilecek harekat alanlarının hazırlanması konusunda ya da I.Dünya Savaşı sonunda düzenlenen barış görüşmelerinde Fransız coğrafyacılara görüşlerini sormuştu ama iki dünya savaşı arasında bir uygulamalı coğrafya gündeme getirilmemişti. Bu bir-iki özel durum dışında, coğrafya üniversitelere hapsolmuştu. İşte bu nedenledir ki coğrafyacılar hiçbir kaygı taşımıyorlardı. Doğrusu, normal aşınım döngülerini, bölge ya da peyzaj kavramlarını tartışıyorlardı ama kendi bilim dallarına ilişkin hemen hemen hiç soru sormuyorlardı kendilerine. İçlerinden pek çoğu, görünürde en ufak bir duyarlılık açığa vurmadan, 1929 bunalımına, faşizmin yükselişine, İspanya iç savaşına, II. Dünya Savaşı’nın hazırlanışına izleyici kalabiliyorlar, bütün bunların coğrafya ile temelden ilişkili olduğunu düşünemiyorlardı. Coğrafyanın “uygulamalı” olabileceğini henüz kavrayamamışlardı. Ancak II. Dünya Savaşı sonrasında önce devlet kuruluşları, sonra da kitle iletişim araçları, kaynaklardan, planlar, düzenlemeler, kentleşme, bölgeleşme vb. gibi konulardan söz etmeye başlayınca, Fransa’da da üniversiteli coğrafyacılar mesleklerini uygulama fırsatını elde etmişlerdi. Laboratuarlarının hayatta kalmasını sağlayacak iş anlaşmaları peşinde koşmaya başladılar. Böylelikle hem kendileri hem de başkalarının gözünde araştırmalarının yararını açıklama fırsatı edinmiş oluyorlardı. Coğrafyanın savaşla bağlarının kopmadığına inanan Yves Lacoste (1976) Coğrafya Savaşmak İçindir adlı kitabında her bilim için epistemolojik ön koşullar sorununun ortaya atılması gerektiğini söylerken, “öğretmenlerin coğrafyası” dediği, eğitim kurumlarında okutulan coğrafyanın “herkesin gözünde coğrafyanın iktidar sahipleri için korkunç bir güç aracı olduğunu sakladığı”nı ileri sürer. “Coğrafya önce savaş yapmaya yarar” sözünün yalnızca askeri harekâta yarayacağı anlamına gelmediği; yalnızca şu ya da bu düşmana karşı açılacak bir savaş olasılığına karşı değil, aynı zamanda devlet örgütünün, üstünde güç kullandığı insanları daha iyi denetlemek amacıyla bölgeleri düzenlemesine de yaradığı iddiasındadır. Geçmiştekiler bir yana bırakılsa bile, günümüzde coğrafyanın hiç olmadığı kadar savaş yapmaya yaradığını ileri süren Lacoste, yeni savaş yöntemlerinin coğrafi unsurların, insan ve doğal çevre arasındaki ilişkilerin kesin bir şekilde incelenmesini gerektirdiğini vurgular: Çünkü tam anlamıyla bir bölgeyi yaşanmaz hale getirmek ya da bir soykırım başlatmak için insanı ve doğal çevreyi yok etmek ya da değiştirmek söz konusudur. Vietnam savaşı, coğrafyanın topyekûn ve kusursuz bir savaşa yaradığını pek çok kanıtla göstermiştir. En ünlü ve dramatik örneklerden birisi 1965, 1966, 1967 ve özellikle 1972’de Kuzey Vietnam’ın son derece kalabalık ovalarını koruyan bentler ağını sistemli olarak yok etme planıyla uygulanmıştır; bu bentlerden akan, debisi yüksek ırmaklar, vadiler yerine alüvyonların oluşturduğu setlere yönelmişlerdi. Gerçekten yaşamsal önem taşıyan bu bentler, yoğun, doğrudan ve açıkça bombalanamazdı; çünkü uluslararası kamuoyu orada bir soykırım suçu işlendiğinin kanıtını bulabilirdi. Şu halde, belirli ve ölçülü şekilde, dağlarla çevrili bu küçük ovalarda yaşayan onbeş milyon kadar insanın korunduğu başlıca bölgelerde bu bentler ağına saldırmak gerekiyordu. Bentlerin, su baskınının en yıkıcı sonuçlara yol açacağı yerlerde parçalanması gerekiyordu. Bombalanması gereken yerlerin seçimi, alanın birçok düzeyde incelenmesini kapsayan coğrafi düşünceden doğar. Lacoste’a göre, gerçekte amaç, yalnızca siyasal ve askeri sonuçlara ulaşmak için bitki örtüsünü yok etmek, toprağın yapısını değiştirmek, kasten erozyon yaratmak, su tabakasının derinliğini değiştirmek üzere hidrog-
rafyayı bozmak, kuyuları ve çeltik tarlalarını kurutmak için bentleri yıkmak değildi. Çeşitli yollarla “stratejik köycükler”de toplanma ve zorunlu şehirleşme siyaseti uygulayarak nüfus dağılışını kökten değiştirmek söz konusuydu. Hindiçini Savaşı, savaş ve coğrafya tarihinde yeni bir aşamayı gösterir; ilk kez hem “fiziki” hem de “beşeri” bakımdan coğrafi ortamı değiştirme ve yıkma yöntemleri on milyonlarca insanın yaşamı için gerekli coğrafi koşulları ortadan kaldırmak için kullanıldı. “Coğrafi savaş” bölgelere göre farklı yöntemlerle tüm ülkelere uygulanabilir. Son olarak, her iki Körfez Savaşı’nın da, özellikle, ileri teknoloji kullanan Coğrafi Bilgi Sistemleri’nin savaşı olduğu (Derek Gregory’ye göre de “post-modern savaş”) da bilinmektedir. 4.2. UYGULAMALI COĞRAFYA Görüldüğü gibi, coğrafyacıların savaşlar sırasında (ya da stratejik amaçlarda) görev alması, bir bakıma, onun uygulamalı yanı yüzünden olmuştur. Bilindiği gibi, “uygulamalı coğrafya”, kısaca, coğrafi gözlem, araştırma ve analiz yöntemlerinin pratik bir yönde kullanılması olarak tanımlanabilir. Bazı coğrafyacılara göre (örneğin Palm ve Brazel 1992), coğrafya zaten ortaya çıktığından beri “uygulamalı”dır; bir mekân bilimi olarak coğrafya, ilk başlangıcından itibaren, yeryüzünün özelliklerini gözlemlemeye, ölçmeye, araştırmaya ve analiz etmeye yönelmiştir. Hugh Robert Mill de (1901) coğrafi incelemenin “şiddetle uygulamalı” bir çalışma olduğunu ileri sürer –çünkü, ona göre, coğrafya “refahımız için ve hatta bir ulusun dünya devletleri arasında bir ‘güç’ olarak kalabilmesi için mutlak gerekli”ydi. Uygulamalı coğrafya ne zaman başladı? sorusuna yanıt -böyle bir terim kullanmamış olsa da- Göttingen’de profesör olan Michael Franz’ın (1700-1761) bir coğrafyacının “ikinci el bilgileri temin eden birisi’ değil, ama ‘toplumun çok daha yararlı ve ihtiyaç duyulan bir üyesi olması gerektiği”ni vurgularken, kastettiğinin kesinlikle bir “uygulamalı coğrafyacı” olduğu ileri sürülmektedir. Harrison (1977) “Uygulamalı coğrafya nedir?” başlığını taşıyan makalesinde “uygulamalı coğrafyanın geçmişinin en az 1950’lerin ortalarına kadar izlenebildiğini... hatta bu yıllardan sonra bile bu terim hakkında önemli ölçüde bir kapalılık ve karmaşıklık gözlendiğini ki bu durumun zaman içinde ortadan kalkmadığının da açık olduğu”nu belirtiyor. Ama, Dunbar (1978) bu makalenin ardından yazdığı eleştiri yazısında, daha 1890 yılında John Scott Keltie’nin Uygulamalı Coğrafya: Bir İlk Deneme adıyla bir kitap yayınladığını ve bu sayede İngilizce konuşulan dünyada “uygulamalı coğrafya” teriminin oldukça tutulduğunu vurguluyor. “Uygulamalı Coğrafya” terimi, ondokuzuncu yüzyıl sonu-yirminci yüzyıl başlarındaki ünlü Onlar Komitesi’nin 1893’deki raporunda da geçmektedir. Bu komite, 1892’de Amerikan okullarında eğitimle ilgili değişiklikler getirmek, coğrafyanın da içinde bulunduğu dokuz konuda konferanslar düzenlemek gibi değişiklikler gerçekleştirmek üzere kurulmuştu. O zamanki coğrafya bizim bugün bildiğimiz coğrafya olmamakla birlikte, içinde Jeoloji ve Meteorolojinin de yer aldığı geniş bir Yer Bilimleriydi. Tarihî ve siyasal coğrafya Tarih, Sivil Yönetim ve Siyasal Ekonomi Üzerine Konferanslar’da ele alınırken, Coğrafya Üzerine Konferans kısmı uygulamalı coğrafya olarak kabul edilmişti. II.Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle Avrupa’da savaşın yaraladığı mekânları düzeltmek, iyileştirmek ve yeni yerleşim alanları geliştirmek üzere yapılan fiziki planlamalar (arazi kullanılış planları) ve bunlara coğrafyacıların katılımı artmıştı. Ekonomik planlamalarda da coğrafyanın katılımı istenirken, coğrafya kendi iç sorunlarıyla meşguldü. Friedman ve Alonso’nun (1964) da vurguladıkları gibi, “sosyal bilimler, özellikle de ekonomi ve sosyoloji mekânı dikkate almada boşlukta kalmışlardı; coğrafya ise her zaman mekânla ilgili olduğu halde o sırada analitik güçten yoksundu”. Zaten 1960’larda coğrafyada teori eğiliminin ve bu bağlamda pozitivist teorik ve istatistiksel model oluşturma çabalarının zirveye ulaşması, uygulamalı akademik araştırma yapanların sayısının geçmişe göre iyice azalmasına yol açmıştı. Günümüzde uygulamalı coğrafyaya bakışa da bir “yeni” sözcüğü eklenmiştir. Frazier (1978) bu konuda yazdığı bir yazıda “coğrafi bilgi ve deneyimin eğitim dışındaki faaliyetlere uygulanması” olarak aldığı “yeni” uygulamalı coğrafyanın özellikle A.B.D.’nde yaygınlaştığından söz ederken, çok eski bir geçmişi olan bu terimin yeni bir eğilim halinde geleneksel anlayışından farklılaştığı üzerinde duruyor. Buna göre (1)uygulamalı coğrafya, şiddetli biçimde “beşeri coğrafya” üzerinde odaklaşan “yeni coğrafya”ya dayanmaktadır; (2)bu eğilim, A.B.D. coğrafya eğitiminde de büyük değişiklik yapılması sonucunu doğurmuştur. Günümüzde coğrafyacıların uygulama alanı içine, artık, şehir ve bölge planlamalarında çalış-
mak, çevre sorunlarına çözümler getirecek projelerde ve küresel şirketlerin dünya pazarlarında yeni yerler bulma çabalarında görev almak da bulunmaktadır. Coğrafyanın, günümüzde de süregelen ve hiç bitmeyen uygulamalı yanının önemini Linton’dan (1957) bir alıntıyla sonlandıralım: Coğrafyacılar, eminim ki, insanın çabalarının günümüzdeki hedeflerine erişmesiyle bazı bağlar kurmayı amaç edinmedikçe mutlu olamayacaklardır ve bir yolunu bulup, uygulamalarının günün ihtiyaçlarıyla bağlantısını kuracaklardır. ÖRNEK SORULAR: 1-Prusya ile olan savaşta (1870-1871) Fransa’nın yenik düşmesi Louis Napoléon yönetiminde büyük bir güç olarak ortaya çıkmaya başlayan Fransızlar üzerinde büyük bir psikolojik şok yaratmış, bunun suçu da neye yüklenmişti? a-ordunun küçüklüğüne b-ordunun dağınıklığına c-genelde eğitim sistemine, özelde ise coğrafya eğitimindeki çarpıklığa d-d-hepsi doğru e-hepsi yanlış (Cevap c) 2- Coğrafyacıların savaştaki görevleri ve ordudaki coğrafya eğitimiyle ilgili önerileri hangi kapsamda görülmüştür? a-fiziki coğrafya kapsamında b-beşeri coğrafya kapsamında c-ekonomik coğrafya kapsamında d-uygulamalı coğrafya kapsamında e-genel olarak coğrafya kapsamında (Cevap d)
14.Hafta e-Ders Kitap Bölümü
14. HAFTA ÖZET: Bu son dersimizde başka bilimlerde de gözlenen çeşitli felsefelerin, yorum ya da yöntemlerin coğrafyada buldukları karşılıklar üzerinde durmaya çalışılmaktadır.
BÖLÜM 5: ÜÇ BİLİM TÜRÜ VE COĞRAFYADAKİ YANSIMALARI Akademik eğitimde coğrafyanın felsefe ve ideolojisine 1970’lere kadar çok az coğrafyacının eğildiği söylenir; ya da bilim dalı içinde bu inceleme alanlarının uygulamadaki önemi bu tarihlere kadar henüz yeterince kavranamamıştı. Günümüzde ise coğrafyada –her ne kadar ideoloji çok fazla göz önüne alınmıyorsa da- artık felsefenin yer almadığı çok az program kalmıştır. Coğrafyacılar da bir dünya görüşünü paylaşırlar ve yaptıkları arasındaki tek fark, hep eğilim duydukları sosyolojik paradigmaları (yaklaşımlar, hatta akademik “moda”lar da diyebiliriz) ve kullandıkları farklı örnekleri yansıtmıştır ve bundan sonra da öyle olacaktır. Bu tür paradigmaların görece öneminde meydana gelen değişimler gerek bireysel gerekse müşterek olarak coğrafyacıların kendi dış çevrelerindeki değişimlere olan tepkilerini de yansıtır. Özellikle beşeri coğrafyacılar için geçerli olan bir hususta, tek bir “dünya görüşü” olup olmadığında, fikir birliği var mıdır? Bu bakımdan coğrafya bilim dalında da üç ayrı bilimsel gelişme türü ayırt edilebilmektedir. Habermas’ın öne sürdüğü bu üç bilim türünün her birinin kendi dünya görüşü, kendi bilgi yapısıyla (yani “neler bilinebilir?” ve “nasıl bilinebilir?” sorularının yanıtlarını veren epistemolojisi) ilgili inançları ve bilgiyi edinme yolları vardır. Bunlar, aslında, birer akım olarak da anılabilir, değişik adlar da verilebilir; bazen de teori olarak da alınabilirler. Habermas’ın bu üç bilgi ya da üç bilim türü, özetle, aşağıdaki gibidir. 5.1.1. Ampirik (ya da analitik) bilimler Bilginin doğrudan deneyimlerle elde edildiği, bu yüzden de duyulara, özellikle de gözleme dayandığından yola çıkan bir dünya görüşüdür. Yunanca empeiria-deneyim sözcüğünden geliştirilen ampirisizm (emprisizm olarak da kullanılır), doğru-kesin gözlem ve mülâkatları gerektirir. Bazılarına göre, bu değerlendirmeden uzak, nötr, “olguların kendilerini açıkladıkları” bir yöntemdir, ama tüm gözlemlerin teorik bir temeli olduğunu ileri sürenler tarafından bu görüş reddedilir. Onlara göre, bir yerde şimdiki zamanda bir şeyin kaydedilmesi, neyin araştırıldığını ve önemli olan şeylerin ve sınıflandırma kategorilerinin zaten önceden seçildiğini yansıtacaktır. Böylece, ampirik çalışma, düzensiz, dağınık malzemenin sunumu değildir; bilgilerin, üzerinde anlaşılmış ve benimsenmiş bir kavramsal çerçevede kayda geçirilmesidir. II. Dünya Savaşı’ndan önce coğrafyada bu yöntem, malzemenin/verilerin, fiziki çevrenin yeryüzündeki insan faaliyetlerinin başlıca belirleyicisi olarak alındığı bir çerçevede toplanması ve kaydedilmesi şeklinde kullanılıyordu. 5.1.2. Hermenotik (yorumlamacı) bilimler Habermas’ın ikinci bilim türü tarihsel-hermenotik/yorumlamacı bilimdir. Zaten, sözcük olarak da Yunanca hermeneuein’den gelir ve anlama ya da yorumlamanın incelemesidir. Pozitif bilimlerin açıklamayı aramasına karşılık, yorumlamacı olanlar anlamayı ararlar. Yorumlamacı bilimler, insanın kendi dışında ayrı bir ampirik dünya olduğu fikrini reddeder. Herhangi bir gözlem ya da tasvir nötr olamaz, ama bunlar, her bireyin başkalarıyla temasında süreklilik kazanan toplumsallaşma ve yeniden-toplumsallaşma süreci yoluyla geliştirilen beşeri kurgular halindeki bir anlamlar sistemi yoluyla algılandığı şekliyle dünyanın yorumuyla iç içedir. Buradan yüründüğünde şu ortaya çıkar: Bir insan olarak ben, canlı hücrelerin bileşiminden daha ötede bir şeyim; muhakeme etme gücüm ve duygusal özelliklerim var; bazıları (yaş ve cinsiyet gibi) biyolojik olan başka bazıları ise (dinsel inançlar ve sınıf konumu gibi) evrensel olmayan insan özelliklerine dayanan ama yoruma da açık olan –kendi sınıf konumumu başkasından farklı olarak yorumlayabilirim, başkası da diğerleriyle aynı fikirde olmayabilirbirçok özelliği başkalarıyla paylaşıyorum. Tüm bu özellikler benim nasıl davranacağımı ve bunların ne ifade ettiğiyle ilgili yorumumu etkiler ya da belirler; böylece de ne yaptığımı anlamanın tek yolu kendimi anlamaktır. Dünyayı gözlemler, gördüklerime anlamlar veririm ve sonra bu anlamlarla uyumlu olarak hareket ederim –verdiğim anlamlar bir ampirik araştırmacının beni gözlemlerken verdiklerinden çok farklı olabilir. Yorumlamacı bilime göre, önemli olan anlamlar benimkilerdir, çünkü onlar benim davranı-
şımın temellerini oluştururlar. Bu yüzden de, hatırlama ve muhakeme güçleriyle insanlar hep aynı yoldan aynı uyarılara tıpkı-aynı tepkiyi veren (pozitivist bilimlerin iddia ettiği gibi) makinelerle eşit olarak alınamayacaklarından, yorumlamacı –hermenotik- bilimlerde insan davranışlarıyla ilgili genel yasalar geliştirilemez. Yorumlamacı bilimlerde açıklamalar değil, anlayışlar sunulur. Amacı insanların inandıkları şeyleri, bu inançların toplumlarda nasıl geliştiği ve davranışlara nasıl temel oluşturduklarını değerlendirmektir. Böyle bir değerlendirme de geçmişi ve günümüzü anlamaya yardımcı olacağı gibi, gelecek için de bir rehber olabilir, ama öngörücü, tahminde bulunucu yoldan değil; yani, “eğer A ise B olacaktır” gibi değil. Coğrafyada bu tür etkiler özellikle beşeri coğrafyada daha fazla olmuştur. Davranışsal coğrafyanın gelişmesi, hümanistik coğrafyanın gittikçe ağırlık kazanması hermenotik (yorumlamacı) diğer bilimlerdeki yaklaşımların benimsenmesi ve bir moda dalgası halinde bilim dalımızı sarmasıyla olmuştur. 5.1.3. Eleştirisel bilimler Bu tür bilimler ise yukarıdaki iki türden farklıdır; ne pozitivistlerin örtülü determinizmini ve de yorumlamacıların isteğe bağlılıklarını kabul eder. Bunlardan birincisinde insanların eninde sonunda kendi yaşamları üzerinde kontrole sahip olmadıkları ima edilir, ikincisinde ise kontrolün tamamen insanın elinde olduğu. Eleştirisel bilimlere göre, insanlar, kendileri tarafından günlük ve kolektif olarak, nesillerin sürmesini güvence altına alma yolu olarak geliştirilen karmaşık örgütler olan toplumlar içinde yaşarlar. Bu örgütler toplumun devamlılığına göre işleyecek kurallara dayanarak oluşturulmuşlardır. En temel düzeyde herkese yetecek gıdayı garanti altına almak zorundadırlar ama bu her toplumda farklı yollardan yapılır: Örneğin kapitalist toplumlarda gıda ancak bir kâr sağlayarak satılacaksa üretilir; sosyalist toplumlarda gıda üretimi kolektif olarak kabul edilmiş planlara göre yapılır. Toplumlar içinde insanlar kuralları farklı yollardan uygulamada özgürdürler. Yine örneğin, kapitalist toplumlarda kurallar/yasalar belirli bir kârla satılmak üzere gıda üretimini gerektirir ama hangi gıdanın kârlı olacağını hangisinin olmayacağını belirlemez –bu karar gerek ayrı ayrı gerekse müşterek olarak bireyler tarafından verilir ve zamanla üretilen gıda türleri değişime uğrayabilir. Yani, bir toplumun işlerliği kuralları nasıl yorumladığına bağlı olduğu için, burada yorumlamacı süreç de işin içine girer; dahası, koşullar değişir (örneğin kalıcı ya da geçici çevresel çeşitlenmelerle) ve bu değişimler yorumlamayı ve tepki göstermeyi gerektirir. Bu yüzden de eleştirisel bilimlerde temel bir anlayış elde etmek için toplumların işleyişini sağlayan temel kuralların da değerlendirilmesi gerekir. Johnston (1997) şöyle bir örnek veriyor: “Tüm sporların temel kuralları vardır. Katılımcılar bu kuralları yorumlamak ve bunlara göre eylem planı yapmak durumundadırlar. Sporu anlamak için kuralları bilmek zorunludur; belirli bir oyunu değerlendirebilmek için de katılımcıların bu kurallar içinde nasıl bir oyun kurmaya karar verdiklerini anlamak gerekir”. Diğer iki bilim gibi, eleştirisel bilim de uygulanabilir, ama farklı bir yoldan. Amacı, halkın bir toplumun işlerliğini sağlayan kuralları bilmesini sağlamaktır (bunlar saklı kalmıştır ve yazılı olmayabilir ve yalnızca kuralların çok farklı yorumlarından çıkarılabilir). İnsanlar bir kez kuralları-yasaları anlayınca, toplumun temellerini de anlayacaklardır –teknik deyişle, özgürleşeceklerdir. Sonra da anlayışları üzerindeki baskılardan kurtulacak ve, eğer isterlerse, daha kabul edilebilir buldukları kuralları uygulamak üzere kuralları değiştirecek bir toplumsal dönüşüm içine girebileceklerdir. Aslında eleştirisel yaklaşım da yeni değildir ve kökleri Kant’a gitmektedir. Kant en ünlü üç kitabına “eleştiri-kritik” başlığını vererek bu felsefeyi ne denli benimsediğini göstermişti. Şimdi bu felsefe, çağdaş gelişmelerle de yoğrularak, sosyal bilimlerde ve bu arada da coğrafyada bir yaklaşım şeklinde uygulanmaktadır. 5.2.SONUÇ Bu üç tür farklı bilim kavramı değişik bilim dallarında ve değişik devrelerde daha çok benimsenmiş olabilir. Coğrafyanın beşeri alt-dalında olduğu gibi, bir tartışmalar hiyerarşisi de meydana gelebilmektedir. Buna göre: En üst, en temel düzeyde dünya görüşü üzerinde tartışmalar vardır; daha aşağıda, her bir dünya görüşü içinde araştırmanın nasıl sürdürüleceğiyle ilgili tartışmalar yer alır; ve en alt düzeyde de süreçlerin
ayrıntıları üzerine tartışmalar yapılır. Beşeri coğrafya son otuz-kırk yıl içinde üç tartışma düzeyinin de yaşandığı diğer sosyal bilimler arasında yalnız değildir ve ilk tartışmalar ampirik/analitik dünya görüşü içinde başlatılmış ve bunu başka dünya görüşlerinin geliştirilmesi izlemiştir. Bununla birlikte, günümüzde her üç bilim türüyle bağlantılı çalışmaların da örneklerine rastlanmaktadır. Tüm bunların ışığında, Gregory’nin (1989) de belirttiği gibi, “Coğrafya nedir?” sorusu sorulabilir mi acaba. Ona göre, bu yanlış bir soru olacaktır. Çünkü coğrafyanın temel tek bir tanımı yapılamaz; buna gerek de yoktur zaten –ister çevresel ilişkiler, lokasyon analizi, bölgeselcilik, coğrafi görünümün oluşması ya da başka bir şey olsun, bir metafizik çekirdek de yoktur. Toplum değiştikçe, coğrafyanın içeriğinin ne olduğunun tanımları da değişmektedir. Bu nedenle, bütünüyle bilimin olduğu gibi, bilim dallarının da rolü tarihleri boyunca değişime uğramıştır ve bunun sonucunda da coğrafyanın bugünkü durumunun değerlendirilebilmesi için geçmişi hakkında biraz bilgi sahibi olmak temel bir önem taşıyacaktır. Bilim dallarının toplumsal değişimin araçları olduğu da düşünülürse, bunların geliştikleri yollar hakkında bilgi ve anlayış sahibi olmak gelecekteki toplumsal değişimleri etkilemede önemli bir rol oynayabilir. Bu yüzden de, coğrafyanın iki bin yıldan fazla süren bir tarihsel süreçte nasıl anlaşıldığı, içinde geliştiği toplumsal ve entelektüel ortamların nasıl olduğu ve günümüzdeki değişimin hızlı adımlarıyla coğrafi araştırmada nelerin etkili olduğu büyük önem taşımaktadır. “Hikayelerin daima insanlar hakkında, insanlar için ve insanlar tarafından anlatıldığı” söylenir. Coğrafyanın hikayesi de buna bir istisna değildir. Coğrafyacılar tarafından yazılmış standart ders kitapları da coğrafyacılar tarafından, başka coğrafyacılar hakkında ve de başka coğrafyacılar için yazılmıştır. Bu yüzden de coğrafya toplumunun bilim dalı bakımından gelişmesini gözden geçirirler bu kitaplar. Ama hiçbir kitap coğrafyanın her bakımdan tarihi ya da bir tarihi sayılmaz. Bu konuda yazanlar kendi bakış açılarından vurgulamalarını kendilerine göre yapmışlardır ve bundan sonra da öyle olacaktır. Ne olursa olsun, coğrafyayı daha geniş bir düşünce hareketinden ayırarak ele almanın bazı konuların anlaşılmasını da güçlendirdiği artık kabul edilmiş bir gerçektir. Eğer bu içeriğe dikkat harcanmazsa coğrafyacıların ondokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyıl başlarında neden ırklarla ilgilenmenin çekiciliğine kapıldıkları anlaşılamayacaktır. Bu yüzden de biyoloji teorilerinden, emperyalist güçlerden ve zamanın önemli siyasal akımlarından da haberdar olmak gerekmektedir. Tüm bunların ışığında sayıları gittikçe artan coğrafyacılar kendi konularının içeriksel geçmişiyle daha çok ilgilenmeye başlamışlardır. Örneğin Stoddart (1987) “insanları, kurumları ve yayınları kataloglama yerine, başrolü oynayan toplumsal ve entelektüel içeriğe göre sorunların ve teorilerin gelişmesi üzerinde duran bir tarihçe” için çağrıda bulunurken, Berdoulay (1981) “tarihsel içerik ya da entelektüel iklimlere çok az dikkat harcandığı”ndan yakınmaktadır. Glick (1984) ise uygun bir coğrafi tarihçenin iki boşluğu doldurması gerekliliği üzerinde durmaktadır, biri iç tarih (bilgi edinmeyle ilgili), diğeri de dış ya da toplumsal tarih. Biz de, bu derste, kısaca da olsa, bunları yapmaya çalıştık. ÖRNEK SORULAR: 1-Coğrafyacılar bir dünya görüşünü paylaşırlar ve hep eğilim duydukları sosyolojik paradigmaları ve kullandıkları farklı örnekleri yansıtmışlardır. Bu bakımdan coğrafya bilim dalında da üç ayrı bilimsel gelişme türü ayırt edilebilmektedir. Habermas’ın öne sürdüğü bu üç bilim türü aşağıdakilerden hangileridir? a- Ampirik (ya da analitik) bilimler b- Hermenotik (yorumlamacı) bilimler c- Eleştirisel bilimler d-yukarıdakilerin üçü de e- yukarıdakilerin üçü de değil (Cevap d) 2- Bilginin doğrudan deneyimlerle elde edildiği, bu yüzden de duyulara, özellikle de gözleme dayandığından
yola çıkan dünya görüşüne ampirisizm (emprisizm olarak da kullanılır) denir. Bu görüş neleri gerekli kılar? a-doğru-kesin gözlem ve mülâkatları gerektirir b-değerlendirmeden uzak, nötr, “olguların kendilerini açıkladıkları” bir yöntemdir c-ampirik çalışma, düzensiz, dağınık malzemenin sunumu değildir d-bilgilerin, üzerinde anlaşılmış ve benimsenmiş bir kavramsal çerçevede kayda geçirilmesidir e-hepsi doğru (Cevap e) KAYNAKLAR ACKERMAN, E.A. 1945. “Geographic training, wartime research, and immediate professional objectives”, Annals of the Association of American Geographers 35, s.121-143. ADICKES, E. 1925. Kant als Naturforscher, W. De Gruyter Verlag, Berlin. ADIVAR, A.A. 1943. Osmanlı Türklerinde İlim, Maarif Matbaası, İstanbul. AK, M. 1991. “Menâzırü’l-avâlim ve kaynağı Takvîmü’l-büldan”, Prof.Dr.Bekir Kütükoğlu’na Armağan, s.101-120, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Araştırma Merkezi. AKÇURA, Y. 1935. Piri Reis Haritası, (çok dilde hazırlanmış), İstanbul. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Hidrografi Neşriyatı, İstanbul Çubuklu 1966. AKYOL, İ.H. 1951. Umumi Coğrafya, I. Bölüm: Giriş, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi, Coğrafya Enstitüsü, İstanbul. AKYOL, İ.H. 1951. Umumi Coğrafya, I. Bölüm: Giriş, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi, Coğrafya Enstitüsü, İstanbul. ALLEN, J.L. 1992. “From Cabot to Cartier: the early exploration of eastern North America, 1497-1543”, Annals of the Association of American Geographers 82, s.500-521. BADDELEY, J. F. 1917. “Father Matteo Ricci’s Chinese world maps, 1584-1608,” Geographical Journal 50, s.254-276. BAGROW, L. 1964. History of Cartography (R.A.Skelton tarafından genişletilmiş ve değiştirilmiş şekli), C.A.Watts and Co., Londra. BAKER, J.N.L. 1955. ”The geography of Bernhard Varenius” , Transactions of the Institute of British Geographers 21, s.51-60. barrows, h.H. 1923. “Geography as human ecology”, Annals of the Association of American Geographers 13, s.1-14. Türkçe çevirisi: E. Tümertekin, “İnsan ekolojisi olarak coğrafya”, İstanbul Üniversitesi Coğrafya Dergisi 1, s.153-172, 1985. BASSIN, M. 1987. “Imperialism and the nation state in Friedrich Ratzel’s political geography”, Progress in Human Geography 11, s.473-495. BASTIE, J. 1999. “Alexandre de Humboldt, la France, Paris et la Société de Géographie”, Acta Geographica 120, s.63-67. BELL, M., R.BUTLIN ve M.HEFFERNAN (ed.). 1995. Geography and Imperialism 1820-1940, Manchester University Press, Manchester. BERDOULAY , V. 1976. “French possibilism as a form of Neo-Kantian philosophy”, Proceedings of the Association of American Geographers 8, s.176-179. BERDOULAY, V. 1981. “The contextual approach”, Geography, Ideology and Social Concern (ed.D.R.Stoddart), s.8-16, Blackwell, Oxford. BERGMAN, E.F. ve T.L.McKNIGHT. 1993. Introduction to Geography, Prentice Hall, Englewood Cliffs, N.J. BERTHON, S. ve A.ROBINSON. 1991. The Shape of the World: the Mapping and Discovery of the Earth, Georg Philip, Londra.
BLAUT, J.M. 1961. “Space and process”, The Professional Geographer 13, s.1-6. BOWEN, M. 1970. “Mind and nature: the physical geography of Alexander von Humboldt”, The Scottish Geographical Magazine 86, s.222-233. BOWEN, M. 1981. Empiricism and Geographical Thought. From Francis Bacon to Alexander von Humboldt, Cambridge University Press, Cambridge. BRAUDEL, F. 1981. The Structures of Everyday life. The Limits of the Possible (İngilizce’ye çev.S.Reynolds), Collins, Londra. BREITBART, M.M. 1981. “Peter Kropotkin, the anarchist geographer”, Geography, Ideology and Social Concern (ed. D.R.Stoddart), s.134-153, Blackwell, Oxford. BREWER, J. G. 1978. The Literature of Geography. A Guide to Its Organisation and Use, Clive Bingley, Londra. BROC, N. 1975. La Géographie des Philosophes. Géographes et Voyageurs Français au XVIIIe Siècle, Paris. BROWN, R.N. R. 1948. “Scotland and some trends in geography: John Murray, Patrick Geddes and Andrew Herbertson”, Geography 33, s.107-120. BRUNHES, J. 1910 (1920). La Géographie Humaine: Essai de Classification Positive, Librarie Felix Alcan, Paris. BUNBURY, E.H. 1879. History of Ancient Geography among the Greeks and Romans from the Earliest Ages till the Fall of the Roman Empire, John Murray, Londra. İkinci basım: 1957, 2 cilt, Dover Publications, New York. BUNGE, W. 1962. Theoretical Geography, Lund Studies in Geography Series C 1. BUNKŚE, E.V. 1981. “Humboldt and an aesthetic tradition in geography”, The Geographical Review 71, s.127-146. BUTTIMER, A. 2006. “Bridging the Americas: Humboldtian legacies”, Geographical Review 96, 3, s.VI-X. BUTZER, K.W. 1989. “Hartshorne, Hettner, and The Nature of Geography”, Reflections on Richard Hartshorne’s The Nature of Geography (ed.J.N.Entrikin ve S.D. Brunn), s.35-52, AAG, Washington DC. BÜTTMANN, G. 1977. Friedrich Ratzel: Leben und Werk eines deutschen Geographen, Wissenschaftliche Verlagsgesellschaft mbh, Stuttgart. CAMPBELL, J.A. ve D.N.LIVINGSTONE. 1983. “Neo-Lamarckism and the development of geography in the United States and Great Britain”, Transactions of the Institute of British Geographers N.S. 8, s.267-294. CARTER, H.B. 1988. Sir Joseph Banks, 1743-1820, Londra. CHISHOLM, G.G. 1889. Handbook of Commercial Geography, Longman, Londra. CHRISTALLER, W. 1933. Die zentralen Orte in Süddeutschland, Jena; 1966. İngilizcesi: Central Places in Southern Germany, (çev. C.Baskin), Englewood Cliffs, N.J. CLULEE, N. H. 1988. John Dee’s Natural Philosophy: Between Science and Religion, Routledge, Londra ve New York. COSGROVE, D.E. 1989. “Geography is everywhere: culture and symbolism in human landscapes”, Horizons in Human Geography (ed.D.Gregory ve R.Walford), s.118-135, Macmillan, Londra. COSGROVE, D.E. 1990. “Environmental thought and action: pre-modern and post-modern”, Transactions of the Institute of British Geographers N.S. 15, s.344-358. COUSIN, V. 1860. Introduction à l’Histoire de la Philosophie, Paris. Cowan, j. 1997. A Mapmaker’s Dream: the Meditations of Fra Mauro, Cartographer to the Court of Venice, Hodder and Stroughton. CRONE, G.R. 1965. “New Light on the Hereford Map,” Geographical Journal 131, s.447-462.
CRONE, G.R. 1970. Modern Geographers. An Outline of Progress Since AD 1800, Ro-yal Geographical Society, Londra. DAVIS, W.M. 1889. “The rivers and valleys of Pennsylvania”, National Geographic Magazine 1, s.183-253. DAVIS, W.M. 1899. “The geographical cycle”, Geographical Journal 14, s.481-504. DAVIS, W.M. 1905. “Complications of the geographical cycle”, Report of the Eight International Geographical Congress, Washington 1904, s.150-163. DAVIS, W.M. 1906. “An inductive study of the content of geography”, Bulletin of the American Geographical Society 38, s.67-84. DAVIS, W.M. 1910. “Experiments in Geographical Description”, Scottish Geographical Magazine 26, s. 561586. DEACON, R. 1968. John Dee: Scientist, Geographer, Astrologer and Secret Agent to Elizabeth I, Routledge & Kegan Paul, London. DEMOLINS, E. 1901. Essai de Géographie Sociale. Comment la Route Crée le Type Social, Paris. DICKINSON, R.E. 1969. The Makers of Modern Geography, Routledge and Kegan Paul, Londra. DICKINSON, R.E. 1970. Regional Ecology. The Study of Man’s Environment, John Wiley and Sons, New York-Londra. DICKINSON, R.E. 1976. The Regional Concept: The Anglo-American Leaders, Routledge and Kegan Paul, Londra. DRESCH, J. 1979. Un Géographe au Déclin des Empires, FM/Hérodote, Librarie François Maspero, Paris. DUNBAR, G.S. 1978. “What was applied geography”, The Professional Geographer 30, s.238-239. ELKINS, T.H. 1989. “Human and regional geography in the German speaking lands in the first forty years of the twentieth century”, Reflections on Richard Hartshorne’s The Nature of Geography (ed.J.N.Entrikin ve S.D.Brunn), s.17-34, AAG, Washington DC. ENTRIKIN, J. 1989. “Introduction”, Reflections on Richard Hartshorne’s The Nature of Geography (ed.J.N.Entrikin ve S.D.Brunn), s.1-15, AAG, Washington DC. ENTRIKIN, J. N. 1984. “Carl O.Sauer, philosopher in spite of himself”, The Geographical Review 74, s.385408. EVANS, E. 1957. Irish Folk Ways, Londra. FAIRGRIEVE , J. 1915 (1927). Geography and World Power, University of London Press, Londra. FEBVRE, L. 1922. La Terre et l’Evolution Humaine. Introduction Géographique à l’Histoire, La Renaissance du Livre, Paris. FEBVRE, L.1925. A Geographical Introduction to History, Londra. FELKIN, R.W. 1886. “Can Europeans become acclimatised in tropical Africa?”, The Scottish Geographical Magazine 2, s.647-657. Frazıer, j. 1978. “On the emergence of applied geography”, The Professional Geographer 30, s.233-237. FREEMAN, T.W. 1961. A Hundred Years of Geography, Londra. FREEMAN, W.T. 1980. A History of Modern British Geography, Longman, New York ve Londra FRENCH, P.J. 1972. John Dee: The World of an Elizabethan Magus, Routledge and Kegan Paul, Londra. FRIEDMAN, J. ve A. ALONSO. 1964. Regional Development and Planning: A Reader, M.I.T. Press, Cambridge, Massachusetts. GEORGE, H.B. 1901. The Relations of Geography and History, Oxford University Press, Oxford. GEORGE, W. 1968. Animals and Maps, University of California Press.
GILBERT, E.W. 1951. “Geography and regionalism”, Geography in the 20th Century (ed. G.Taylor), Methuen. GILBERT, E.W. 1960. “The idea of the region”, Geography 45, s.157-175. GLACKEN C.J. 1967. Traces on the Rhodian Shore : Nature and Culture in Western Thought from Ancient Times to the End of the Eighteenth Century, University of California Press, Berkeley. GLICK, T.F. 1984. “History and philosophy of geography”, Progress in Human Geography 8, s.275-283. GODLEWSKA, A.M.C. 1989. “Traditions, crisis, and new paradigms in the rise of the modern French discipline of geography 1760-1850”, Annals of the Association of American Geographers 79, s.192-213. GODLEWSKA, A.M.C. 1997. “The idea of map making”, 10 Geographic Ideas That Changed the World (ed.S.Hanson), s.15-39, Rutgers University Press, New Brunswick, NJ.. GOETZMANN, W.H. 1986. New Lands, New Men: America and the Second Great Age of Discovery, Viking Penguin, New York. GOETZMANN, W.H. 1986. New Lands, New Men: America and the Second Great Age of Discovery, Viking Penguin, New York. GOLDIE, G.T. 1907. “Geographical ideals”, Geographical Journal 29, s.1-14. GOTTMANN, J. 1947. “De la methode d’analyse en géographie humaine”, Annales de Géographie 56, s.112. GÖKBERK, M. 1979. Felsefenin Evrimi, Milli Eğitim Bakanlığı Düşün Dizisi 2, İstanbul. GRAVES, N.J. 1980. Geography in Education, Heinemann, Londra. GREGORY, D. 1978. Ideology, Science and Human Geography, Hutchinson, Londra. GREGORY, D. 1989. “Areal differentiation and post-modern human geography”, Horizons in Human Geography (ed.D.Gregory ve R.Walford), s.67-96, Macmillan, Londra. GUADALUPI, G. ve A. SHUGAAR. 2004. Ekvator Hikayeleri. Sıfır Enlemi (çev. N.Özgüç), TUBİTAK Popüler Bilim Kitapları 188, Ankara. HABERMAS, J. 1968. Erkenntnis und Interesse, Frankfurt. İngilizcesi: Knowledge and Human Interests, Heineman, Londra,1972. HAECKEL, E. 1869. “Über entwicklungsgang und Aufgabe der Zoölogie”, Jenaische Zeitschrift 5, s.353-370. HAGGETT, P. 1983. Geography: A Modern Synthesis, Harper & Row, New York. HakkI, İ.. 1936. Topkapı Sarayında Deri Üzerine Yapılmış Eski Haritalar, Ulkü Basımevi, İstanbul. HALL, R.B. 1935. “The geographic region: a resume”, Annals of the Association of American Geographers 25, s.122-130. HARLEY, J. B. ve D. WOODWARD. 1987. The History of Cartography, 6 cilt, The University of Chicago Press, Chicago. HARLEY, J.B. 1988. “Maps, knowledge and power”, The Iconography of Landscape: Essays on the Symbolic Representation, Design and Use of Past Environments (ed. D. Cosgrove ve S.Daniels), s. 277-312, Cambridge University Press, Cambridge. HARLEY, J.B. 1992. “Reading the maps of the Columbian encounter,” Annals of the Association of American Geographers 82, s.522-536. HARLEY, J.B. 1992. “Reading the maps of the Columbian encounter,” Annals of the Association of American Geographers 82, s.522-536. HARRIS, C.D. 1977. “Edward Louis Ullman, 1912-1976”, Annals of the Association of American Geographers 67, s.595-600. HART, J.F. 1982. “The highest form of the geographer’s art”, Annals of the Association of American Geographers 72, s.1-29.
HARTSHORNE, R. 1939. “The Nature of Geography”, Annals of the Association of American Geographers 29, sayı 3-4, s.171-645. (Daha sonra: The Nature of Geography: A Critical Survey of Current Thought in the Light of the Past, Association of American Geographers tarafından yayınlanmıştır; Lancaster, Pennsylvania, 1961). HARTSHORNE, R. 1958. “The concept of geography as a science of space, from Kant and Humboldt to Hettner”, Annals of the Association of American Geographers 40, s.97-108. HARVEY, D. 1969. Explanation in Geography, Arnold, Londra. HARVEY, D. 1996. Justice, Nature and the Geography of Difference, Blackwell, Oxford. HARVEY, D. 1998. “The Humboldt connection”, Annals of the Association of American Geographers 88, s.723-730. HARVEY, P.D.A. 1980. The History of Topographical Maps: Symbols, Pictures and Surveys, Thames and Hudson, Londra. HEIMAN, H. 1959. “Humboldt und Bolivar”, Alexander von Humboldt. Studien zu seiner universalen Geisteshaltung, s. 215-234, Verlag Walter de Gruyter, Berlin. Herbertson, A.J. 1898. “Report on the teaching of applied geography”, Journal of the Manchester Geographical Society 14, s.264-285. HETTNER, A. 1895. “Geographische Forschung und Bildung”, Geographische Zeitschrift 1, s.1-19. HETTNER, A. 1919. Die Einheit der Geographie in Wissenschaft und Unterricht, Geographische Arbeite im Zentral-Indtitute für Erziehung und Unterricht 1, Berlin. HETTNER, A. 1927. Die Geographie. Ihre Geschichte, ihr Wesen und ihre Methoden, Hirt, Breslau. HOLT-JENSEN, A. 1999. Geography: Its History and Concept, Sage Publications, Londra-Yeni Delhi. HOOYKAAS, R. 1979. Humanism and the Voyages of Discovery in 16th Century Portuguese Science and Letters, North Holland Publishing Co., Amsterdam. HUDSON, B. 1977. “The new geography an the new imperialism, 1870-1918”, Antipode 9, s.12-19. HUNTINGTON, E. 1910. Climate and Man, New Haven. HUNTINGTON, E. 1919. World Power and Evolution , New Haven. HUNTINGTON, E. 1924. The Character of Races, as Influenced by Physical Environment, Natural Selection and Historical Development, Charles Scribner’s Sons, New York. JÄKEL, R. 1981. “Johann Michael Franz, 1700-1761”, Geographers: Biobibliographical Studies (ed.T.W.Freeman), Vol.5, s.41-48, Mansell, Londra. JAMES, P.E. 1934. “The terminology of regional description”, Annals of the Association of American Geographers 24, s.78-86. JAMES, P.E. 1952. “Toward a further understanding of the regional concept”, Annals of the Association of American Geographers 42, s.195-222. JAMES, P.E. 1969. “The significance of geography in American education”, The Journal of Geography 68, s.473-483. JAMES, P.E. 1972. All Possible Worlds. A History of Geographical Ideas, Bobbs-Merrill, Indianapolis. JAUBERT, P-A. 1975. La Géographie d’Édrisi, Philo Press, Amsterdam. JOHNSTON, R.J. 1986. “Four fixations and the quest for unity in geography”, Transactions of the Institute of British Geographers 11, s.449-453. JOHNSTON, R.J. 1989. “Philosophy, ideology and geography”, Horizons in Human Geography (ed.D.Gregory ve R.Walford), s.48-66, Macmillan, Londra. JOHNSTON, R.J. 1997 (1979). Geography and Geographers: Anglo-American Human Geography Since
1945, Edward Arnold, Londra ve New York. JOHNSTON, R.J. 1997 (1979). Geography and Geographers: Anglo-American Human Geography Since 1945, Edward Arnold, Londra ve New York. KAMINSKY, W. 1905. Über Immanuel Kant’s Schriften zur physisischen Geographie: Ein Betrag zur Methodik der Erdkunde, Hugo Jaeger, Königsberg. KELTIE, J.S. 1921. “Obituary for Peter Alexievich Kropotkin”, Geographical Journal 57, s.316-319. KISH, G. (ed.). 1978. A Source book in Geography, Harvard University Press, Cambridge, Massachusetts. KISH, G. 1972. “The participants”, Geography Through a Century of International Congresses, IGU, s.35-49. KOELSCH, W.A. 2008. “Thomas Jefferson, American geographers, and the uses of geography”, Geographical Review 98, s.260-279. KRAMER, F.L. 1950. “A note on Carl Ritter”, The Geographical Review 40, s.406-409. LACOSTE, Y. 1976. La Géographie ça sert, d’Abord, a Faire la Guerre, François Maspero, Paris. Türkçesi: Coğrafya Savaşmak İçindir (çev.A.Arayıcı), Özne Yayınları, İstanbul. LESZCZYCKI, S. 1964. “Applied geography or practical applications of geographical research”, Geographica Polonica 2, s.11-21. LEWTHWAITE, G.R. 1966. “Environmentalism and determinism: a search for clarification”, Annals of the Association of American Geographers 56, s.l-23. LINTON, D. L. 1957. “Geography and the social revolution”, Geography 42, s.13-24. LIVINGSTONE, D.N. 1980. “Nature and man in America: Nathaniel Southgate Shaler and the conservation of natural resources”, Transactions of the Institute of British Geographers N.S.5, s.369-382. LIVINGSTONE, D.N. 1988. “Science, magic and religion: a contextual reassessment of geography in the sixteenth and seventeenth centuries”, Historical Science 26, s.269-94 LIVINGSTONE, D.N. 1990. “Geography, tradition and the Scientific Revolution: an interpretative essay”, Transactions of the Institute of British Geographers N.S. 15, s.359-373. LIVINGSTONE, D.N. 1990. “Geography, tradition and the Scientific Revolution: an interpretative essay”, Transactions of the Institute of British Geographers N.S. 15, s.359-373. LIVINGSTONE, D.N. 1990. “Geography, tradition and the Scientific Revolution: an interpretative essay”, Transactions of the Institute of British Geographers N.S. 15, s.359-373. LIVINGSTONE, D.N. 1992. The Geographical Tradition. Episodes in the History of a Contested Enterprise, Blackwell, Oxford ve Cambridge. LUKERMANN, F. 1961. “The concept of location in classical geography”, Annals of the Association of American Geographers 50, s.194-210. LUKERMANN, F. 1963. “The intimate relation of chronology, geography and astrology according to Bernhardus Varenius”, Annals of the Association of American Geographers 53, s.606. LUKERMANN, F. 1964. “Geography as a formal intellectual discipline, and the way it contributes to human knowledge”, The Canadian Geographer 8, s.167-174. MACKINDER, H.J. 1887. On the Scope and Methods of Geography On the Scope and Methods of Geography, Proceedings of the Royal Geographical Society and Monthly Record of Geography, New Monthly Series, Vol. 9, No. 3, s. 141–174. MAGUIRE, T.M. 1899. Outlines of Military Geography, Cambridge University Press, Cambridge. MARTIN, G.J. 1980. The Life and Thought of Isaiah Bowman, Archon Books, Hamden, Connecticut. MARTIN, G.J. 1988. “On Whittlesey, Bowman and Harvard”, Annals of the Association of American Geographers 78, s.152-158.
MASSEY, D. 1995. “Imagining the world”, Geographical Worlds (ed.J.Allen ve D. Massey), s.5-51, Oxford University Press, Oxford. MAURY, L.F.. 1857. La Terre et l’Homme, Librarie de L.Hachette, Paris. MAY, J.A. 1970. Kant’s Concept of Geography and its Relation to Recent Geographical Thought, University of Toronto Press, Toronto. MEYNEN, E. 1935. “Völkische Geographie”, Geographische Zeitschrift 41, s.435-441. MILL, H.R. 1901. “On research in geographical science”, Geographical Journal 18, 410. MILLER, K. 1962. Peutingersche Tafel, Stuttgart. MINSHULL, R. 1970. The Changing Nature of Geography, Londra. ÖZGÜÇ, N. 1996. “Coğrafya Kongreleri ve XXVII. Coğrafya Kongresi”, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Coğrafya Dergisi 4, s.391-411. ÖZGÜÇ, N. 1999. Avustralya, Yeni Zelanda ve Pasifik Adaları, Çantay Kitabevi, İstanbul. ÖZGÜÇ, N. 2006. “İnsan Coğrafyacısı: Élisée Reclus Muamması”, İnsan ve Mekân: Prof.Dr.Erol Tümertekin’e 80. Yıl Armağanı, s.37-75, Çantay Kitabevi, İstanbul. ÖZGÜÇ, N. ve E.TÜMERTEKİN. 2010. Coğrafya. Geçmiş, Kavramlar, Coğrafyacılar, Çantay Kitabevi, İstanbul. PACIONE, M. (ed.). 1999. Applied Geography, Routledge, Londra ve New York. PALM, R. ve A.J.BRAZEL. 1992. “Applications of geographic concepts and methods”, Geography’s Inner Worlds (ed.R.F.Abler, M.G.Marcus, J. M. Olson), s.342-362, NJ. PENCK, A. 1916. “Der Krieg und das Studium der Geographie”, Zeitschrift der Gesellschaft für Erdkunde zu Berlin, s.158-176, 222-248. PHILIPPONEAU, M. 1960. Géographie et Action: Introduction à la Géographie Appliquée, Librarie Colin, Paris. PLEWE, E. 1932. “Untersuchungen über den Begriff der ‘Vergleichenden’ Erdkunde”, Zeitschrift der Gesellschaft für Erdkunde zu Berlin, Berlin. PODACH, E.F. von. 1959. “Alexander von Humboldt in Paris: Urkunden und Begebnisse”, Alexander von Humboldt. Studien zu seiner universalen Geisteshaltung, s.196-214, Verlag Walter de Gruyter, Berlin. PRATT, M.L. 1992. Imperial Eyes: Travel Writing and Transculturation, Routledge, Londra. RATZEL, F. 1891. Anthropogeographie. Die geographische Verbreitung des Menschen, Vol.II, Engelhorn, Stuttgart. RAVENSTEIN, E. G. 1885. “The laws of migration-I”, Journal of the Royal Statistical Society 48, s.167-235. RAVENSTEIN, E. G. 1889. “The laws of migration-II”, Journal of the Royal Statistical Society 52, s.242-305. RAVENSTEIN, E. G. 1891. “The field of geography”, The Scottish Geographical Magazine VII, s.536-548. RICHARDS, P. 1974. “Kant’s geography and mental maps”, Transactions of the Institute of British Geographers 61, s.1-16. ROBINSON, A.H, R.D.SALE, J.L.MORRISON ve P.C.MUEHRCKE. 1984. Elements of Cartography, John Wiley and Sons, New York-Chichester. ROXBY, P.M. 1926.”The theory of natural regions”, Geographical Teacher (Geography) 13, s.376-182. RÖSSLER, M. 1989. “Applied geography and area research in Nazi Society: central place theory and planning, 1933 to 1945”, Environment and Planning D: Society and Space 7, s.419-433. SACHS, A. 2006. The Humboldt Current: Nineteenth Century Exploration and the Roots of American Environmentalism, Viking Adult, New York. SACK, R.D. 1976. “Magic and space”, Annals of the Association of American Geographers 66, s.309-322.
SARICAOĞLU, F. 1991. “Cihannümâ ve Ebûbekir b. Behrâm ed-Dımeşkî-İbrahim Mü-teferrika”, Prof.Dr.Bekir Kütükoğlu’na Armağan, s.121-142, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Araştırma Merkezi. SAUER, C.O. 1925. “The Morphology of Landscape”, University of California Publica-tions in Geography 2, s.19-54. SAUER, C.O. 1941. “Foreword to historical geography”, Annals of the Association of American Geographers 31, s.11-24. SCHAEFER, F.K. 1953. “Exceptionalism in geography: a methodological examination”, Annals of the Association of American Geographers 43, s.226-249. SCHEIDEGGER, A.E. 1961. Theoretical Geomorphology, Springer-Verlag, Berlin. SCHLÜTER, O. 1906. Die Ziele der Geographie des Menschen, R. Öldenbourg, Münih ve Berlin. SCHREPFER, H. 1934. “Einheit und Aufgabe der Geographie als Wissenschaft“, Die Geographie vor Neuen Aufgaben (ed.J.Petersen ve H. Schrepfer), s.61-86, Diesterweg, Frankfurt. SEYMOUR, I. 1989. “The political magic of John Dee”, History Today 39, s.29-35. SINNHUBER, K.A. 1959. “Alexander von Humboldt, 1769-1859”, The Scottish Geographical Magazine 75, s.83-101. SLATTER, J. 1981. “The Kropotkin papers”, The Geographical Magazine 11, s. 917-921. SOBEL, D. ve W. J.H.ANDREWES. 2004. Boylam, Çeviri: Miyase Göktepeli, Tubitak Popüler Bilim Kitapları. SORRE, M. 1947-1948. Les Fondements de la Géographie Humaine, Tome I ve Tome II, Paris. SPATE, O.H.K. 1974. “Ellsworth Huntington: a geographical giant”, Geographical Journal 140, s.117-119. STAMP, D.L. 1960. Applied Geography, Penguin, New York. STEVENS, A. 1921. An Introduction to Applied Geography, Blakie and Son, Londra. STEVENS, R.L. von. 1959. “Alexander von Humboldt als wissenschaftlicher Reisender und als Naturbeobachter”, Alexander von Humboldt. Studien zu seiner universalen Geisteshaltung, s.1-35, Verlag Walter de Gruyter, Berlin. Stoddart, D.R. 1966. “Darwin’s impact on geography”, Annals of the Association of American Geographers 50, s.683-398. Stoddart, D.R. 1986. On Geography and its History, Blackwell, Oxford. Stoddart, D.R. 1987. “To claim the high ground: geography for the end of the century”, Transactions of the Institute of British Geographers, N.S.12, s.327-336. STODDART, D.R. 1992. “‘Geography and war’: the new geography and the new army in England 1899-1914”, Political Geography 11, s.87-99. STONE, K.H. 1979. “Geography’s wartime service”, Annals of the Association of American Geographers 69, s.89-96. ŞEŞEN, R. 1985. İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları 56, Ankara. TAESCHNER, F. 1928. “Osmanlılarda coğrafya” (çev.H.S.Selen), Türkiyat Mecmuası II, s.271-314. TATHAM, G. 1957. “Geography in the nineteenth century”, Geography in the Twentieth Century (ed.G.Taylor), s.28-69, Methuen, New York. TAYLOR, E. G. R. 1930. Tudor Geography, 1485-1583, Methuen, Londra. TAYLOR, E. G. R. 1934. Late Tudor and Early Stuart geography, 1583-1650, Methuen, Londra. İkinci baskı: 1968, Octagon Books, New York. TAYLOR, E.G. R. 1948. “Geography in war and peace”, Geographical Review 38, s.132-141.
TAYLOR, P.J. 1986. “Locating the question of unity”, Transactions of the Institute of British Geographers, NS 11, s.443-448. THROWER, N. 1996. Maps and Civilization: Cartography in Culture and Society, University of Chicago Press, Chicago. TINKLER, K.J. 1985. A Short History of Geomorphology, Barnes and Noble, Totowa. TUAN, Yi-Fu. 1971. Man and Nature, Resource Paper 10, Commission on College Geography, Association of American Geographers, Washington, D.C. TUAN, Yi-Fu. 1976. “Humanistic geography”, Annals of the Association of American Geographers 66, s.266276. Tuan, Yi-Fu. 1999. Who Am I? An Autobiography of Emotion, Mind, and Spirit, Wisconsin Studies in Autobiography, Wisconsin. TÜMERTEKİN, E. 1990. Çağdaş Coğrafi Düşüncenin Oluşumu ve Paul Vidal de la Blache, İ.Ü.Edebiyat Fakültesi Yayını No.3603, İstanbul. TÜRKAY, C. 1959. Osmanlı Türkleri’nde Coğrafya, İstanbul. UNWIN, Tim. 1992 (1994). The Place of Geography, Essex ve New York. VALKENBURG, S. van. 1957. “The German school of geography”, Geography in the Twentieth Century (ed.G.Taylor), s.91- 115, Methuen, New York. VALLAUX, C. 1925. Les Sciences Géographiques, Librarie Felix Alcan, Paris. VIDAL de la BLACHE, P. 1894 (1912). Atlas. Histoire et Géographique, Paris. VIDAL de la BLACHE, P. 1895-1896.”Le principe de la géographie générale”, Annales de Géographie, s.129142. Türkçesi: “Genel coğrafyanın ilkesi”, çağdaş Coğrafi Düşüncenin Oluşumu ve Paul Vidal de la Blache (E.Tümertekin), 1990, s.89-105. VIDAL de la BLACHE, P. 1899. Leçon d’Ouverture du cours de Géographie, Faculté de Lettres de Paris. VIDAL de la BLACHE, P. 1902. “Les condition géographique des faits sociaux”, Annales de Géographie 11. VIDAL de la BLACHE, P. 1922. Principes de la Géographie Humaine, Paris. VIDAL de la BLACHE, Paul. 1895-1896.”Le principe de la géographie générale”, Annales de Géographie, s.129-142. Türkçesi: “Genel coğrafyanın ilkesi”, çağdaş Coğrafi Düşüncenin Oluşumu ve Paul Vidal de la Blache (E.Tümertekin), 1990, s.89-105. VISHER, S.S. 1957. “Climatic Influences”, Geography in the Twentieth Century (ed.G.Taylor), s.196-220, Methuen, New York. WEILL, G. 1921. Histoire de l’Enseignement Secondaire en France, Payot, Paris. WHITBECK, R.H. ve O.J.THOMAS. 1932. The Geographic Factor. Its Rôle in Life and Civilization, Century Co., New York. wIlson, l.s. 1946. “Some observations on wartime geography in England”, Geographical Review 36, s.597-612. WISE, M.J. 1964. “The scope and aims of applied geography in Great Britain”, Geographica Polonica 2, s.2336. Wıttgensteın, L. 1922. Tractatus Logico-Philosophicus, Almanca aslıyla birlikte Türkçe çevirisi: Oruç Arıoba, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1996. WOODWARD, David. 1985. “Reality, symbolism, time, and space in medieval world maps”, Annals of the Association of American Geographers 75, s.510-521. WRIGHT, John K. 1966. “Map makers are human”, Human Nature in Geography (ed.J.K. Wright), s.33-52, Ambrose, Massachusetts.
WRIGLEY, E.A. 1970. “Changes in the philosophy of geography”, Frontiers in the Geographical Teaching (ed. R.Chorley ve P.Haggett), s.3-20, Methuen, Londra. COĞRAFYADA KULLANILAN BAZI KAVRAMLAR (Bu kısımdan soru sorulmayacaktır. Ancak her dersinizde bu terimlerden bazılarıyla karşılaşabilirsiniz) A priori: bilimsel olarak denenmeden (önce) zihinlerde varolan model. Kant, “deneyden ve hatta bütün duyu izlenimlerinden bağımsız olan böyle bir bilgi var mı?” diye sorduğunda “bu bilgilere a priori denir ve bunlar kaynakları a posteriori olan, yani kaynakları deneyde bulunan empirik (ampirik) bilgilerden ayırt edilir” yanıtını vermişti Salt Aklın Eleştirisi adlı kitabında. Gerçekler, önermeler ve kavramlara uygulanır; genel kullanımda nedenlerden etkilere giden nedensellik olarak kabul edilir. A posteriori de, gerçekler, önermeler ve kavramlara uygulanır. Genel kullanımda etkilerden nedenlere giden nedenselliktir. Leibniz’e göre a posteriori gerçekler ancak deneyimle doğru olduğu anlaşılanlardır. Ajan: Giddens’ın yapılaşma teorisinde niyetle eylem arasındaki ilişkileri kurandır. İnsan ajanı daha çok eylem yeterliliği bakımından öne çıkarken, eylemin kendisi ajanın niyetine işaret eder. Akılcılık-rasyonalizm: Genelde ampirisizmin zıttı olan bu kavram Descartes, Spinoza ve Leibniz ile bağlantılıdır. Bilginin edinilmesinde a priori nedenselliği vurgulayan, geniş bir inançlar koleksiyonunu yansıtan felsefedir. Ampirik genelleştirme: Yalnızca belirli bir zaman ve yer için geçerli, orada-burada bulunan olgulara dayanan genelleştirmedir. Pozitivist deyimlerle, bir ampirik genelleme, sistemli bir tasvirden ya da olgusal bilgilerden daha bilimseldir. Ampirik soru: “Ne”yi değil de “ne olması gerektiği”ni soran sorudur. Ampirik-analitik bilim: Kesin bilimsel dil kullanılarak desteklenebilen ve toplumun teknik kontrolü için bilgi üretebilecek bilim (özellikle de, örneğin, fizik gibi doğal bilimler). Anarşizm: Merkezileşmiş yönetimlerin yerini kendine yeterli kooperatif grupların almasını isteyen siyasal hareket; düzen ve otoritenin reddi Annales ekolü: Yönetimler, krallar, savaşlar ve benzerlerinin tarihi yerine sıradan insanların tarihini incelemeyi amaç edinen tarih ekolü. Antropocoğrafya: Beşeri coğrafyaya karşılık geliştirilmiş bir Almanca terim. Aydınlanma hareketi: Özellikle Voltaire, Rousseau ve başka Fransız düşünürlerle bağlantılı olarak gelişen, onyedi ve onsekizinci yüzyıllardaki felsefi hareket. En çok insanın varlık gücüne ve evrensel eğitime olan inancıyla kendini belli etmiştir. Berkeley ekolü: Carl Sauer’in Coğrafya Bölümü Başkanı olduğu dönemle bağlantılı bir coğrafya ekolü. Bir doktrin şeklinde değil, ama yöntem ya da inceleme konusu halinde gelişmiştir. Kültürel coğrafya, kültürel özelliklerin yayınması ve kültürel (landscape) coğrafi görünüm ve bu görünümün oluşmasında insanın rolü ile ilgilidir. Bilim dalı matrisi: Belirli bir zamanda bir bilim dalında, o bilim dalının diğerleriyle sınırını çizecek, görev, karakter ve yöntemler bakımından aynı anlayışı paylaşanların paradigma kavramı yorumu. Bilim: Genel kullanımıyla bilgiye, özellikle de sistematikleştirilmiş bilgiye işaret eden terimdir. Bilimsel yöntem, gözlemlenmiş olguları gözlemlenmemiş güçlere referans vererek açıklamaya çalışan teoriler oluşturmayı gerektirir. Cinslere göre ayrım: Toplumsal olarak kadın ve erkeğe bakış açısına göre kurulu görüşe dayanan cinsiyet, davranış, tavır ve fırsatlar. Çevreci determinizm: İnsan kültür ve faaliyetlerinin çok büyük ölçüde doğal çevre tarafından etkilendiği ve baskı altında tutulduğu şekildeki görüştür. Darwinizm: Charles Darwin’in önerdiği evrim teorilerinin uygulamasıdır. Bu teori, yaşam biçimlerinin en basitten en karmaşığa kadar gelişmesini, farklı bitki ve hayvan türleri arasındaki mücadeleleri, doğal seçimi
ve doğada gözlenen çeşitlerin rastlantısal karakterini içine alır. Davranışsal coğrafya: Karar vericilerin bilgi ve algılarını çevrenin fiziki ve ekonomik koşulları kadar ya da bunlardan daha önemli gören coğrafyanın alt-dalı. Bu yaklaşım, insanın mekânsal davranışının anlaşılmasında algılama-bilgilenmeyi anahtar kabul eder. Dedüktif yöntem: Genelden, ampirik gözlemlerle ölçme yoluyla, özele varma yöntemi; tümdengelim. Karşıt sözcük endüksiyon; tümevarımdır. Difüzyon-yayınma: Ehlileştirilmiş hayvan ve bitkilerin, fikirlerin ve tekniklerin mekânda ve zaman içinde yayılması. Yayınma kavramı, Berkeley Ekolü ve İsveç’teki Lund Coğrafya Ekolü (Torsten Hägerstrand) ile bağlantılı bir kavramdır. Yeniliklerin yayınması, yeni olguların, örneğin yeni tarım yöntemlerinin, zaman ve mekânda, çıktıkları yerden başka yerlere yayılmasıdır. Diyalektik: Plato’da bulunan, Kant tarafından geliştirilen bir eleştirisel inceleme; karşıtlıklar, zıtlıklar ya da paradoksların çözümlenmesi yoluyla gerçeği arayan yöntem. MÖ V. yüzyılda Zeno tarafından öne sürülmüş ve Plato ve Aristo tarafından çok kullanılmıştır. Bilimsel ilkelerin birbirine zıt karakterle rinin özellikle de deneyimin ötesindeki nesneleri belirlemede uygulanarak denenmesi. Georg Hegel bu tür karşıtlıklar (tez ve antitez) yoluyla düşünce sürecinde en üst düzeye varmaya diyalektik yöntemi uygulamıştır. Ekonomik insan: Karar vermek için bütün dokümanlara sahip, tamamen akılcı ve herhangi bir hedefe varmak için harcayacağı çabaları minimuma indirmeye ama yaptığı her eylemin kârlılığını da maksimuma çıkarmaya çalışan bir insan davranış modelidir. Bu yüzden de, ekonomik insan, çoğu kez “en iyiyi arayan” ya da “en fazlayı arayan” olarak da anılır. Ekosistem: Belirli bir yerde ya da alanda varolan, birbirine karşılıklı bağımlı bitki, hayvan sistemleri ile organik ve inorganik süreçlerdir. Eleştirisel akılcılık: Karl Popper tarafından geliştirilmiş bilim felsefesidir. Bir teorinin doğrulanmasına değil, yanlışının çıkarılmasına dayanır. Eleştirisel teori: Frankfurt Ekolü’yle ve Habermas’ın daha sonraki katkılarıyla bağlantılı teoridir ve pozitivizmi eleştirir. Sosyal eylemin tarihselliğini esas alır, özellikle de insan ajanının çağdaş kapitalizmden nasıl etkilendiği üzerinde durur. Ama Marx’ın eleştirisel siyasal ekonomisinin çok ötesine uzanarak yorumlamacı geleneğin bazı yanlarını da içine alır. Endüksiyon: Gözlemlenen ampirik verilere dayanılarak çıkarılan sonuçtur. Genelleştirmeye götürür –tümevarım. Entansif araştırma: Sayer’in öne sürdüğü, araştırmaya realist bir yaklaşımdır; sınırlı sayıda örnek olay derinlemesine incelenerek gerekli ve oluşturucu ilişkilerin işlevleri anlaşılmaya çalışılır. Ekstansif araştırma ise daha geniş nüfuslara dayanan incelemelerde tasvirî genelleştirmelerle uğraşır. Bunların farklı türde sorulara cevap verdikleri, farklı yöntemler kullandıkları ve öznelerini farklı yollardan açıkladıkları kabul edilir. Epistem: Michele Foucault’ya göre, bir topluluk içinde, belirli bir zamanda benimsenmiş dünya görüşleri ya da düşünce yapıları; o toplumdaki güç ilişkilerini güçlendirmek üzere tanımlanmış ve benimsenmiş bir doğruluk rejimi ya da “genel doğrular siyaseti”dir. Epistemoloji: Bilginin amacı ve tabanı ile bilgi hakkında farklı iddiaların güve-nilirliğiyle ilgili felsefe kolu (epistemolojinin kurucusu Plato’dur); bilginin uygulanması ve geliştirilmesi; bilgi alemi (kavramlar, önermeler) ile nesneler alemi (deneyimler, şeyler) arasındaki bağıntıyı belirlemeye çalışan bilgi teorisidir –bilgibilim. Kısaca, “neyi bileceğimizi nasıl biliriz” üzerinde odaklanmıştır. Genelde ontolojinin tersidir. Evrim: Organizmaların en alttan ve en basitten en yüksek ve en karmaşık biçimlere doğru yavaş yavaş geçişi. Eylem teorisi: coğrafyacıların araştırmalarını mekân yerine, mekânda meydana gelen süreçler ve eylemler üzerinde toplamaya çalışan, Werlen tarafından (1933) öne sürülmüş teori. Fenomonoloji: Bir bireyin dünyasının deneysel yanları üzerinde odaklaşan, yaşamın yalnızca bireyin gözleri ve deneyiyle bir anlamı olabileceğini savunan çalışmalar, incelemelerdir. Felsefenin olgularla ilgilenen koluysa da, farklı kullanımlara gidilmiştir. Hegel geliştirmiştir, ama modern fenomonoloji Husserl yoluyla
gelişmiştir. Fenomonolojik açıklamalar, olguların ampirik olmayan açıklamalarıdır. Fiziksel sınıflandırma: Kant’ın, zaman ve mekândaki konumuna göre olguların bir araya toplanması yöntemi. Zaman içinde birbirini izleyen olgular tarih tarafından (kronolojik bilim), aynı yerde gruplaşmış olgular da coğrafya (korografik bilim) tarafından incelenir. Frankfurt ekolü: 1923’de Frankfurt’ta kurulmuş bir düşünce ekolü; daha sonra Jürgen Habermas ile özdeşleşmiştir. Geosophy: Wright tarafından, “coğrafi bilginin incelenmesi” olarak öne sürülen kavramdır. Gestalt: Wolfgang Köhler ve Kurt Koffka tarafından geliştirilmiş bir psikolojik terimdir. Gestalt, “dinamik özellikleriyle bir bölge, kısımların toplamı olmaktan daha ileride bir bütün” olarak tanımlanmıştır. Bu kavram, herhangi bir insan grubunun ya da bireyin fiziksel durumunun kısmen fiziksel çevresine bağlı olduğu, ama grup içindeki herhangi bir eylemin davranışsal, iç çevredeki baskılardan kurtuluşla başlayacağını ortaya koymaktadır. GIS (geographical information sytems): Coğrafi Bilgi Sistemleri, harita ve başka coğrafi verileri dijital şekilde depolamayı ve sonra bunların kullanımını kolaylaştırmayı sağlayan bilgisayar programları. Günlük-yaşam yaklaşımı: İnsanların günlük yaşamlarında izledikleri, kullandıkları anlamlar, mecâzlar ve fikirleri ortaya çıkarmak üzere onların konuşmalarına dayanan, araştırmaya tabandan yaklaşım. Hermenotik-yorumlamacı yaklaşım: Anlayışa ve anlamı açıklığa kavuşturmaya (açıklayıcı olmaktan çok) yorumlamacı yaklaşımdır. Ortaçağda otantik Hıristiyan metinlerinin yorumlaması olarak ortaya çıkmış, daha sonra daha geniş bir anlamlar anlayışına dönüşmüştür. Anlayışın bilimsel yapısından çok sanatsal yanını önemser ve metinlerdeki uzlaşma, gerçek (hakikat) ve gizli anlamlar soruları üzerinde durur. Ondokuzuncu yüzyılda Dilthey ve Max Weber’in çalışmalarıyla zirveye varmıştır; yakın zamanlarda da Schutz’un etno-metodolojisiyle merkezi bir öğe kazanmıştır. Holizm (ya da holistik): Bütünün (örneğin bir organizma ya da bölge), kendisini oluşturan kısımlarından daha fazlası olduğu inancıdır ve bu toplamı, bütünlüğü kavramak da bilimin görevidir. Hümanizm: İnsanın öneminin kabul edilmesine dayanan ve insan doğasını en geniş anlamında temel konu olarak alan felsefeler için kullanılan genel terimdir. Yakın zamanlarda coğrafyacılar tarafından izlenen başlıca hümanist felsefeler varoluşçuluk, idealizm, fenomonoloji, pragmatizm ve realizm olmuştur. İdealizm: Gerçek olarak algıladığımız şeylerin aslında zihnimizde saklı olanlar olduğu görüşüdür. Felsefi (töz) olarak materyalizm ve realizmin karşıtıdır. Bununla birlikte, bir kavram olarak farklı anlamlar taşır. Örneğin bilimi ifade etmek üzere kullanıldığında, bilimin, toplumdaki maddi yararlar ve güçler tarafından değil de, bireysel olarak bilim insanlarının yüksek, asil ilkeleriyle yönlendirildiğini ima eder. İdealizm, aynı zamanda, şeyleri olduğu gibi değil de ideal biçiminde sunma eğilimidir. İdiografik: Belirli olgular ya da bağlantılar ya da eşsiz/biricik olanın açıklanması ya da tasviridir. Nomotetiğin karşıtıdır. Bir idiografik bilim, örneğin bir tarihsel olay gibi, genel eğilimler ya da tarihî yasalar sonucu olarak alınamayacak tek örneklerin açıklamasını araştırır. Jeopolitik/geopolitik: Nazi ideolojisine ve Darwin’in en uygun olanın hayatta kalacağı fikirlerine dayandırılan siyasal coğrafya. En güçlü, en uygun ulusların daha zayıf, daha az uygun ulusları yönetme hakkı olduğunu savunur. Kıyaslamalı yöntem: Bölge bölge verilerin sistematikleştirilmesi ve karşılaştırılmasıdır. Ritter’in önemsediği yöntemdir. Korografi: Yer=koros ve tasvir=graphos sözcüklerinin birleşmesinden oluşmuştur ve yer ve bölgelerin tasviri, aynı yerde meydana gelen şeylerin anlatımıdır. Batlamyus, bütün yeryüzünün incelenmesi olan coğrafya ile yeryüzünün seçilmiş bölgelerinin incelenmesi olan korografyayı birbirinden ayırmıştı. Koroloji: Yer=koros ve logos=açıklamadan gelir; aynı yerde meydana gelen olguların arasındaki ilişkilerin bilimsel incelemesidir. Kozmografya: Kozmos=düzenli bir sistem halinde dünya ya da evren; graphos =tasvir). Onyedinci yüzyılda
evreni anlatmada kullanılan sözcük. Bu dönemde “Kozmografya” dünyanın ya da evrenin (kozmos) tasviriyle ilgili olurken, biyoloji, kartografya, coğrafya, jeofizik ve antropolojiyi de içine alıyordu. Kozmoloji: Sonu –loji ile biten bu Yunanca sözcük de yine logostan gelmiştir ve belirli bir akılcı ilke ya da yapıyı vurgular. Böylece, graphosun anlamında tasvir yer almasına karşılık, logos açıklamayı ifade eder. Buradan yürünerek “kozmoloji” evrenin açıklamasıdır. Felsefi olarak, kozmoloji, evrensel kavramlarla ilgilenen metafiziğin bir kolu olarak görülür. Kronoloji: Zaman içinde birbirini izleyen olayların incelemesidir; tarihsel olayların, daha önce meydana gelen olaylar sürecinde, nasıl mantıksal sonuçlar olarak görüleceğini ortaya koyar. Kurumlaşma (bilim dalının kurumlaşması): Öğrencileri bir meslekte yer alabilecek şekilde eğitmek üzere bölüm ya da enstitülerin kurulması. Lamarckizm: Fransız doğa bilimci Jean Baptist Lamarck’ın, kalıtımsal değişimlerin, organizmaların çevrede meydana gelmekte olan değişimin koşullarına kendilerini uyarlama çabalarının bir sonucu olduğu teorisi. Darwinizmi tamamlayıcı olarak neo-Lamarckizm-yeni Lamarckçı düşünce coğrafyada çok etkili olmuştur –bunun esası da insan doğasının fiziksel ve toplumsal çevrelerdeki değişimler ve bunların daha iyi planlanmasıyla değişime uğrayabileceğidir. Lokasyon teorisi: Ekonomik faaliyetlerin yer seçimini araştıran teori. Mantıksal pozitivizm: Wiener Kreis/Vienna Circle’ın geliştirdiği şekliyle pozitivizmdir. Comte’un pozitivizminin tersine, bazı açıklamaların ampirik deneyime dayanmaksızın da doğrulanabileceğini ileri sürer. Mantıksal sınıflandırma: Emmanuel Kant’ın, yapılarına göre olguların belli bir düzende sıralanması yöntemi –bitkilerin taşlardan farklı olması gibi. Marksist coğrafya: Tarihsel materyalizme dayanarak coğrafyada gelişen bir eğilim. Üretim mekânı, yer ve coğrafi görünümün belirli toplumsal biçimlerin (kapitalizm, feodalizm, sosyalizm) yansıması olarak nasıl ortaya çıktıklarıyla ilgilidir. Mekânik açıklama: Olgular ve gözlemlerin belirli nedenlerin sonuçları ya da ürünleri olarak açıklanabileceği görüşüdür. Teolojik açıklamanın karşıtı olarak da kabul edilebilir. Merkezi yer teorisi: Walter Christaller’in çalışmasına dayandırılan teoridir. Yerleşilmiş bir alanda, en küçükten en büyüğe kadar hiyerarşik düzende yerleşmelerin birbirleriyle ilişkili olarak çekim güçlerine göre merkezi yerler sistemi olarak gelişmeleri ortaya konulur. Metafizik: Felsefenin, gerçeğin doğası, varoluş ve bilme hakkında sorular soran koludur. Varlık (ontoloji) ve bilmenin (epistemoloji) doğasını de içine alan, ilk ilkelerin göz önüne alınmasıdır. İlk ilkeler bizim duyularımızın dışında kalanlar ya da daha çok ampirik araştırmalarla denenemeyenlerdir. Metafiziğin bilimin çözebileceğinin ötesinde sorular sorduğu iddia edilir ve bu yüzden de mantıksal pozitivizm metafizik açıklamaları bilim dışı kabul eder. Metafor-mecâz: Bir özne ya da kavramı edebi anlamda benzer olmayan başka özne ya da kavramlarla karşılaştırmak, ilişkilendirmek ya da benzeştirmek üzere uygulanan sözcük ya da deyimdir (dünyanın bir sahne olarak alınması gibi). Köken olarak işaretten gelir. İşaret, bir sembol (örneğin bir sözcük), bir ikon (bir özneyi önemsetmek için yapılan harita gibi) ya da bir indis (bir özneyle bağlantılı işaret –ateşle duman gibi)’tir. Metafor-mecâz da bir ikonik işarettir. Model: Bazı özelliklerini aydınlatabilmek için gerçeğin idealize edilmiş ya da basitleştirilmiş sunumu. Mutlak mekân: Fiziki bakımdan gerçek ya da ampirik olarak bütünlük gösteren mekân anlayışı. Geleneksel bölgesel coğrafya, belirli bir bölgeyi tıpkı bir saklama mekânı gibi ampirik olarak alıp, içinde çevre ile insanın birbiriyle ilişkilerini mutlak mekâna göre inceler. Örnek model ise daha sonraki araştırmalar için model olarak kullanılacak belirli bir bilimsel çalışma parçasıdır. Nedensel açıklama: Hipotetik-dedüktif denilen yöntemdir. Gözlemlenen tüm olguların bir nedeni olduğu ve bilimin de bu nedenleri araması gerektiğini ifade eder. Bilim, bu amaçla, olası nedenler için katı bilimsel işlemlerle denenebilecek hipotezler ortaya koyar. Nomotetik: Genel ve evrensel olanla ilgili yasa koyucu yaklaşım. İdiografiğin tersine, özel olaylardan yola
çıkmaz; düzenli tekrarlayan olguları ya da bilinen süreçleri inceleme yaklaşımıdır. Normal bilim: Kuhn’un modelinde bir bilim dalında bir paradigmanın egemen olduğu zamanda sürdürülen bilim türü. Normatif teori: Pozitif teori de denilen bu teori, “ne olduğu” değil, “ne olması gerektiği”yle ilgilidir. Mekânsal bilim modelleri akılcı bir dünya yaratmada kullanılır; bu tür modeller ve arkalarındaki teori “normatif” olarak anılır. Ontoloji/Varlıkbilim: Metafiziğin, varoluşun doğası ve insan bilinçliliğiyle ilişkisi üzerinde duran koludur. Dünyayı anlamamıza bir temel (varoluş teorisi) getirir –neyin var neyin olmadığını anlamamızı sağlayan teoridir. Ampirisizm ve realizm iki ontolojiktir gelenektir. Epistemolojinin zıttıdır. Paradigma: Bir bilim dalında o bilim dalının alanı (amaçları ve görevleri) ve bilimsel süreçleri (araştırma yöntemleri) akademik olarak kabul edilmiş anlayışlardır (yaklaşımlar). Kuhn tarafından öne sürülmüştür. Possibilizm: Determinizmin tersine, fiziksel çevrenin insana tümüyle egemen olmadığını, ama kendi ortamını kullanma yolunu seçebileceği çok çeşitli fırsatlar sunduğunu ileri süren görüş. Post-modernizm/modernizm-sonrasılık: Farklılık arayışı üzerinde odaklaşan, çağdaş varoluşun çok değişik ölçeklerde yorumlamasıdır. İnsan ajanları arasında ortak bir nesnel gerçekliğin varlığını savunan mantıksal pozitivizm doktrinini ve davranış teorisini reddeden fikir akımıdır. Çoğulculuğu savunur; coğrafyada, küreselleşmenin yarattığı birbirine benzer mekânların sonucu olan yersizlik duygusuna zıttır. Post-strüktüralizm ile bağlantılıdır. Post-strüktüralizm/yapısalcılık-sonrasılık: Modern bilginin (kitle iletişim araçlarının yarattığı hiper gerçekler gibi) eleştirisine dayanan, post-modernizmle bağlantılı bilim felsefesidir. Yapısalcı açıklamaya, kapitalist ve Marksist biçimlere karşı temel bir kuşku taşır. Metodolojik olarak eleştirisel anlayış ihtiyacını vurgular. Pozitivizm: Saint-Simon’un çalışmalarından çıkan ama Comte tarafından geliştirilen ondokuzuncu yüzyıl felsefe hareketidir. Temel ilgi noktası, bilimin tek geçerli bilgi şekli ve gözlemlenebilir olguların da tek bilgi objeleri olduğudur. Buradan da teoriler çıkarılır. Coğrafyada daha çok, pozitivizmin Wiener Kreis denilen ekol tarafından değiştirilmiş şekli olan mantıksal pozitivizm benimsenmiştir. Pragmatizm: Ondokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başında hızla değişen bir felsefe akımıdır; geleneksel ondokuzuncu yüzyıl felsefesinin reddini vurgular ve anlamın açıklığa kavuşturulması üzerinde durur. Realizm: Maddi unsurların bizim duygu deneyimlerimizden bağımsız olarak varolduğunu kabul eden felsefi görüştür. Nedensel mekânizmalar ve ampirik düzenliliklerin belirlenmesiyle ilgilidir ve hem fenomonolojiye ve hem de idealizme karşıdır. Realizm, yapıların altında belirli olayların yer alması yoluyla nedensel mekânizmaları ortaya çıkarmaya çalışır. Bu, transandantal (aşkın) realizmde soyutlama süreci yoluyla olur. Sosyal Darwinizm: Herbert Spencer tarafından geliştirilmiştir ve insan topluluklarının kendi doğal çevreleriyle ve birbirleriyle yaşam mücadelesi geçirmek zorunda olduklarını ifade eder. Serbest ekonomiye göre kurulmuş ekonomik sistemde en uygun bireyler hayatta kalırlar. Sürekli devrim: Bilimsel teoride aktif bir bilimin egemen paradigmanın yerleşmesine karşı daima mücadele vermesi gerektiği fikridir. Tarihî materyalizm: Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından geliştirilen bir tarihsel araştırma programıdır ve toplumların üretici güçleri ile geçerli toplumsal ilişkiler sistemlerini büyütme eğilimlerine dayandırılmıştır. Bu meydana geldiğinde, örneğin kapitalizmin yükselişe geçmesi, üretim örgütleriyle toplum arasındaki karşıtlıkların bir toplumsal devrime götürmesi ve kapitalizmin yerini sosyalizmin alması beklenebilir. Tarihî-yorumlamacı yaklaşım: Temellerini anlamın yorumlanması oluşturan, şiirin analizi ve sanat tarihi gibi sanatlar ve bilimlerde gözlenen yaklaşımdır. Teori: Tanımı felsefeden felsefeye değişen, açıklama ya da anlayış sağlamak üzere tasarlanmış mantıksal kurgulardır. Topografya: Eski çağlarda yerlerin ayrıntılı tasviriydi; topografik tasvir yerlerin genel anlatımı anlamına geli-
yordu. Günümüzde ise bir alandaki yer şekilleri ya da yüzey rölyefinin anlaşılmasını ifade eden bir terimdir. Topophilia: Bir insanın bir yerle kurabileceği tutkusal bağ; yer sevgisi. Topophobia: Topophilia’nın tersine, bir yerin insanda yaratacağı itici duygular; yer korkusu (örneğin “korku mekânları” gibi). Transandantal: Realitenin (gerçeğin, hakikatin) ilkelerinin düşünce süreçlerinin incelenmesi yoluyla keşfedilebileceği doktrinine dayanan felsefi fikir (töz). Yakın zamanlarda bu deyimin idealizm ve realizmle bağlantısı kurulmuştur. Ütopya: İdeal mükemmellikte bir yer ya da devlet; Sir Thomas Moore’un “Utopia” adlı eserindeki toplum tanımından türetilmiştir. Varoluşçuluk-existentialism: Bir bireyin özde “dünyada olması”nı ve insan yaşamının azaltılamaz, küçültülemez kişisel boyutlarını ifade eden felsefi terimdir. Ondokuz ve yirminci yüzyıllarda tanınmış yazarlar (Heidegger, Kierkegaard ve Sartre gibi) tarafından geliştirilmiştir. Verneküler (bilim dalının tanımında): Bir bilim dalı hakkında sıradan insanların günlük ya da olağan anlayışı. Bir bilim dalının akademik tanımının tersi de olabilir. Bu bağlamda, halkın anladığı biçimde –vernakülercoğrafyanın öneminin hiç bir zaman kaybolmayacağı ileri sürülür. Vienna Circle ya da Wiener Kreis: 1907’de kurulmuş bir ekoldür ve mantıksal pozitivizmi geliştirmiştir – yani, bir açıklamanın bilimsel kabul edilebilmesi için doğrulanması gerektiğini ileri süren görüşü. Metafizik olarak kabul ettikleri diğer bilgi yaklaşımlarına karşı çıkmışlardır. Yapı: Toplum içinde temelde yatan ve süregelen motor güçler, yapısalcılık, yapılaşma teorisi ve realizmde farklı yollardan tanımlanan terimdir. Yapılaşma teorisi: Özellikle Giddens tarafından geliştirilmiş bu teoride yapıları yorumlama, dönüştürme ve sürekli kılmada ajanın rolü üzerinde durulur. Yapısalcılığın tersine, yapılar ampirik olayların belirleyicisi olarak görülmez, ama eylemlerin kaynağı olduğu kadar, kuralları olarak da kabul edilirler. Yapısalcılık-strüktüralizm: Ampirik olayları belirleyen ve önemli kılan süreçler ve yapısal güçler teorisinin incelemesidir. Yapının bir çerçeve olarak (yapısal linguistikte olduğu gibi) kabul edildiği yapısalcılıkla (yapılar az çok sabittir) yapıların süreç türü (yapısal Marksizmdeki gibi) olarak görüldüğü yapısalcılık (yapılar zaman içinde değişirler) arasındaki farklılığa dikkat çekmek gerekir. Yaşam tarzı-genre de vie: Geleneksel Fransız bölgesel coğrafyasının temel kavramıdır ve üzerinde yaşadıkları toprakların kaynaklarını işletecek şekilde kendilerini örgütleyen belirli bir insan grubunun yaşam tarzıdır. Yaşam-dünyası-Lifeworld: Günlük yaşamın kültürel olarak tanımlanmış mekân ve zaman ortamı ya da ufku. Yeni bölgesel coğrafya: Gittikçe küreselleşen kapitalizmin yarattığı tekdüzeliğe karşı bölgesel farklılığın sürmesini savunma üzerinde odaklaşan, 1980’lerde İngiltere’de gelişmeye başlayan görüş. Yerellikler: Toplumsal karşılıklı etkilenmenin fiziksel çerçevesini anlatmak üzere Giddens tarafından kullanılan bir kavram. Bir odadan başlayıp, bir caddeye ya da bir şehre ya da ulus-devletin kapladığı topraklara doğru uzanan değişik ölçeklerdeki mekânlardır. Zaman-mekân coğrafyası (ya da zaman coğrafyası): Hägerstrand ve arkadaşları tarafından geliştirilmiştir. Zaman ve mekân belirli projeleri gerçekleştirmek için bireylerin dayanacağı sınırlı kaynaklar olarak kabul edilirler. Giddens’ın yapılaşma teorisinin esasını oluşturmuştur. Zihin haritası: Zihinde depolanmış olan yer ve mekân imajlarının, kişinin kendi yorumuyla oluşturduğu haritadır. Davranışsal coğrafya insanların birbirinden farklı olan zihin haritalarının nedenleriyle ilgilenir.