f
Tercüman
Aile ve Kültür Kitaplığı
i ve Manası BEŞİR AYVAZOĞLU
# 'S?
İSTİKLÂL MARŞI Tarihi ve Manası Beşir Ayvazoğlu
Tercüman Aile ve Kültür Kitaplığı Yayınları
Kapak: Hamit Yüksek Dizgi ve Cilt: KARAKUŞAK Basın Yayın L.T.D ŞTİ. Şişli-İSTANBUL Tel: 133 03 10-133 0514 Baskı: Tercüman Tesisleri Topkapı-İSTANBUL
İSTİKLÂL MARŞI
İstiklâl Marşı’mızın şairi Mehmet Akif Ersoy
3
İSTİKLÂL MARŞI
MEHMET AKİF ERSOY’UN HAYATI, FİKİRLERİ VE ESERLERİ İstiklâl Marşı’mızın şairi Mehmet Akif Ersoy, 1873 yılında İstanbul’da doğdu, Babası Fatih Medresesi müder rislerinden İpekli Mehmet Tahir Efendi, annesi ise Buharalı bir aileye mensup olan Emine Şerife Hanım’dır. Akif doğduğunda babası ona ebced hesabıyla doğum tarihini gösteren Ragif (h. 1290) adını vermişse de, bu ad yaygın olmadığı için “Akif" şeklinde söylenmiştir. Tahsili Dört yaşında Emir Buhari Mektebi’ne başlayan Akif, ilk öğreniminden sonra Fatih Merkez Rüşdiyesi ile Mekteb-i Mülkiye’nin idadi (lise) kısmını bitirdi. Bu mektebin yüksek kısmına geçtiği yıl babası öldü ve Sarıgüzel’deki evleri yandı. Bu yüzden onu yatılı Halkalı Baytar Mektebi’ne verdiler. Mehmet Akif in şiirle ilgisi bu mektebin sıralarında başlamıştır: Memuriyet yılları 1893’te Baytar Mektebi’ni birincilikle bitiren Mehmet Akif, mesleğiyle ilgili bir memuriyete tayin edilerek üç dört yıl Rumeli, Anadolu ve Arabistan’da bulaşıcı hayvan hastalıklarını tedavi etmek için dolaştı. 1894 yılında İsmet Hanım’la evlendi. Halkalı Ziraat Mektebi ve Çiftçilik 4
İSTİKLÂL MARŞI Makinist Mektebi'nde hocalık yaptı. Daha sonra Darül fünun Edebiyat-ı Umumiye müderrisliğine getirildi (1908). Balkan Savaşı’ndan sonra Ziraat Nezareti veDârülfünun’daki vazifelerinden istifa ederek yalnız Halkalı Ziraat Mektebi’ndeki vazifesine devam etti. Seyahatleri Mehmet Akif, Balkan Savaşı sonlarında kurulan Müdafaa-i Milliye Heyeti Neşriyat Şubesi üyeliğine getirilmişse de, bu görevinde fazla kalmamıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’daki müslüman esirleri görmek için Alman hükümetinin daveti üzerine Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Berlin’e gönderildi. Yine aynı teşkilat tarafından Necid Emiri İbnürreşid’e gönderilmiştir. Akif’ in bu seyahatleri, edebiyatımıza unutulmaz seyahat şiirleri kazandırmıştır. Necid seyahati sırasında Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiyye Cemiyeti başkâtipliğine getirilen Mehmet Akif, bu görevinden, Balıkesirde Millî Mücadele lehine verdiği vaaz üzerine azledilmiştir. İzmir’in işgalinden sonra elinizdeki kitapta geniş olarak anlatıldığı üzere- Millt Mücadele’ye katıldı. Millî Mücadele’den sonra Mehmet Akif, 1923 yılında İstanbul’a döndü. 1926 yılında ise, daha önce sadece kışları geçirdiği Mısır’a gitti ve Kahire civarındaki Hilvan’a yerleşerek Camiatü’lMısriyye Darülfünunu nda 1935 yılma kadar Türk Edebi yatı müderrisliği görevini yürüttü. 1935 yılında karaciğe rinden rahatsızlandı ve hava değişikliği için Lübnan’a gitti. Bu arada daha önce yakalandığı sıtma da ortaya çıktı. Sağlık durumu düzelmeden Mısır’a döndü. Vatan hasreti ne daha fazla dayanamadığı için 1936 yaz başlarında İstanbul’a geldi ve Nişantaşı Sağlık Yurdu’na yatırıldı.
İSTİKLÂL MARŞI Vefatı Sağlık Yurdu’ndan sonra bir müddet Mısır Apartma nında misafir edilen Akif, Alemdağı’ndaki Baltacı Çiftliği’nde vefat etti (27 Aralık 1936). Edirnekapı Şehitliği’nde, yakın dostlarından Buhari mütercimi Babanzade Ahmed Naim Bey’in yanına defnedildi. Edebî şahsiyeti ve fikirleri Mehmet Akif’in yayınlanan ilk şiiri “Kur’ana Hitab” adını taşır. O yıllarda Servetifünun şiiri yaygın olmakla beraber, Mehmet Akif’in şiirde “gelenekçi” olduğu dikkati çeker. Bu biraz da Muallim Naci’nin Mülkiye’de talebesi olmasından kaynaklanmaktadır. Bununla beraber Ziya Paşa ve Abdülhak Hâmid’den de etkilenmiştir. Fakat kısa bir süre sonra şiire ara verir ve on yıl müddetçe susar. Mehmet Akif, asıl sesini daha sonra Sebilürreşad adıyla çıkacak olan Sırat-ı Müstakim mecmuasında yayınladığı şiirleriyle bulmuştur. Bu yıllarda özellikle manzum hikâyeleri dikkati çeker. Mehmet Akif, XIX. yüzyılın ikinci yarısında İslam ülkelerinde yaygınlaşmaya başlayan İslamcılık hareketi nin Türkiye’deki en önemli temsilcilerinden biridir. Cemaleddin Efganî, Muhammed Abduh ve Abdürreşid gibi tanınmış modernist İslamcıların tesiri altında kalır. O günlerde en önemli mesele, Batı’da gelişen ilim ve teknoloji karşısında İslam ülkelerinin uğradığı zaaf ve geriliktir. Mehmet Akif ve diğer İslamcılar, gerilik ve sefalet içinde kıvranan müslüman milletleri uyandırmaya çalışıyor, Batı’nın teknolojisini benimsememiz gerektiği ni, fakat mânevi ve kültürel değerlerde İslama sadık kalmak zorunda olduğumuzu savunuyorlardı. Mehmet Akif’e göre, müslüman milletler, din yerine bir sürü hurafeye inanıyor, gerçek İslamı tanımıyorlardı. “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı-Asrın idrâki ne söyletmeliyiz İslamı”. Bundan başka çare yoktu, Batılılar gibi durup dinlenmeden çalışmamız gerekirdi. 6
İSTİKLÂL MARŞI Akif, bu fikirlerini hemen bütün eserlerinde, özellikle “Süleymaniye Kürsüsünde” ve “Fatih Kürsüsünde” adını verdiği manzum vaazlarında işledi. Milli Mücadele’ye fiilen katılan Mehmet Akif, bu mücadelenin İslam âleminin kurtuluşuna hizmet edeceği ne inanıyordu. Bunun için Ankara’da yazdığı bütün şiirlerinde de vatan sevgisiyle beraber İslam birliği ülküsünü de terennüm etmiştir. Yalnız, bu döneminde, millet ve ırk gibi kavramları, milliyetçilerin verdiği mânada kullandığı görülür. Akif hayatımızı tasvir ederken, o devrin nesrinde bile görülmesi mümkün olmayan realist tablolar çizmiştir. Tasvir ettiği sefaletin zıddını düşündürerek ahlakî neticeler çıkarmak gayesindedir. Ona göre, sanatın esası, hayat, hakikat ve müşahededen ibarettir. Sanat anlayışını şu mısralarda veciz bir şekilde tari® eder: Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek-Şözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek”. _ Eserleri Mehmet Akif in nesirleri ve çok sayıda tercümeleri de bulunmakla beraber, daha ziyade şiirleriyle şöhret \ kazanmıştır. Şiirlerini 1911’den itibaren yedi kitap halinde? yayınladı. 1. Safahat (1911): 1908’den itibaren Sırat-ı Müstakim’de yayınladığı şiirler yer alır. Bunlar genellikle manzum hikâyelerdir. 2. Süleymaniye Kürsüsünde (1912): Doğu Türklerinden Abdürreşid ağzından vaaz şeklinde söylenmiş tek man zumedir. 3. Hakkın Sesleri (1913): Ayet ve Hadis tefsirleriyle “Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi” adlı şiiri yer alır. 4. Fatih Kürsüsünde (1914): İslam dünyasının çeşitli meselelerinin işlendiği vaaz şeklinde tek şiir. 5. Hatıralar (1917): 1913 başlarında Mısır ve Hicaz’a, 1914’te Berlin’e ve Necid’e yaptığı seyahatlerin intihaları nı ve ayet-hadis tefsirlerini ihtiva eder. 7
İSTİKLÂL MARŞI 6. Asım (1924): Muhavere şeklinde yazılmış tek bir manzumedir. Akif bu ünlü eserinde, özlediği “garbın ilmini almış” ve “İslamı asrın idrakine söyletmiş” gençliği Asım tipiyle sembolleştirir. 7. Gölgeler (Mısır 1933): Son yıllarda yazdığı kısa ve lirik şiirler yer alır. Mehmet Akif’in bütün şiirlerini daha sonra damadı Ömer Rıza Doğrul, “Safahat” adıyla tek kitapta toplamış tır. Bu kitapta, Akif’in kitaplarına almadığı şiirler de bulunmaktadır. Bu şiirlerden biri de, büyük şairin, millete armağan ettiği için kitabına almadığı “İstiklâl Marşı” dır.
İSTİKLÂL MARŞI
Birinci Bölüm
MEHMET AKİF ANADOLU YOLLARINDA Aralarında Hakkı Tank Us’un da bulunduğu birkaç kişi, ölümünden kısa bir süre önce Mehmet Akif’i Nişantaşı Sağlık Yurdu’ndaki odasında ziyaret ederler. Sohbet sırasında söz bir ara İstiklâl Marşı’ndan açılır ve misafirlerden biri, durup dururken "Acaba yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı?” diye sorunca, yatağından bitkin bir halde yatan Akif birden doğrulur ve kesin bir tavırla cevap verir: "Allah bir daha bu millete bir İstiklâl Marşı yazdırmasın!”
Türk istiklâlsiz yaşamaz Bu cevabın ne mânaya geldiğini anlayabilmek için İstiklâl Marşı’mn hangi şartlarda ve nasıl yazıldığını bilmek gerekir. Birinci Dünya Savaşı, ardında büyük acılar ve yıkıntılar bırakarak sona ermiş ve biz Yahya Kemal’in deyişiyle “İnsan oğluna bir şeyn olan mütareke”yi imzalamak zorunda kalmışızdır. Fakat hiç bir vatansever Türk’ün bu zilleti kabullenme si düşünülemezdi. Mehmet Akif, Sebilürreşad mecmua sında Türklerin yirmi beş asırdan beri istiklâlini korumuş bir millet olarak yaşadığını ve esarete asla tahammül edemeyeceğini haykırıyor, “manda”cılığı şiddetle eleştirivordıı 9
İSTİKLÂL MARŞI Asırlar boyunca muhteşem zaferlerin zevkini yaşamış bir milletin çocukları şimdi işgal acısını yaşamakta, hakarete uğramaktaydı. Daha dün Çanakkale’de destanı kahramanlıklar yaratarak gücünü ve imanını dünyaya isbat eden Mehmetçik, şimdi silahsız, cephanesiz, aç ve bitkindi. Akif in şair yüreği buna dayanamazdı. Fakat asla ümitsiz değildi; biliyordu ki, Asım’m nesli bu milletin namusunu şimdiye kadar çiğnetmedi ve çiğnetmeyecek. Ye’se düşmemek gerekirdi, “Âtâyi karan lık görerek azmi bırakmak” korkaklıktan başka bir şey değildi onun nazarında. Nitekim işte Asım’m nesli düşman çizmeleri altmda ezilmeye, zelil olmaya rıza göstermemiş, Yunan işgaline karşı yiğitçe direnmeye başlamıştı. İşte bu “anne vatan”m kıyamıydı. O günlerde Yahya Kemal ve arkadaşları da, kısa bir süre sonra çıkaracakları Dergâh mecmuasının çekirdek kadrosu halinde, çevrelerine ümit ve iman aşılamaya çalışıyor, asır başlarında ülkemizde kuvvetle hüküm sürmeye başlayan pozitivizm, mekanizm ve materyalizm cereyanlarına karşı dinamik bir fikir ve sanat cephesi kuruyorlardı. Dergâhçı aydınlar, Anadolu’da başlayan hareketi Bergson'un anla,dığı mânada bir “hayat hamlesi” olarak görmekteydiler. Onlara göre, Anadolu’da başlayan istiklâl mücadelesi, “vitalite’nin istatistiğe karşı mücadelesiydi” ve mutlaka zafer kazanacaktı. Türkçülük ideoloji sinin teorisyeni Ziya Gökalp’ın da aşağı yukarı aynı düşüncede olduğu söylenebilir: iki ordu ve iki millet birbiriyle savaşırken, bis birisinin galip, diğerinin mağlup olması neticesini veren başlıca âmiller, iik tarafın felsefeleridir. Ferdî hayatı vatanın istiklâlinden, şahsî menfaati namus ve vazifeden daha kıymetli gören bir ordu, mutlaka mağlup olur. Bunun aksi felsefeye malik olan ordu ise mutlaka galebe çalar. O halde, halk felsefesi itibariyle Yunanlılarla İngilizler mi daha yüksektir; yoksa Türkler mi? Bu sualin cevabım verecek Çanakkale muharebeleri ile Anadolu mulıarebeıe10
İSTİKLÂL MARŞI ridir. Türkleri bu iki muharebede de galip kılan, maddî kuvvetleri değildi. Ruhlarında hükümran bulunan millî felsefeleri idi.” Mehmet Akif in de söylediği pek farkı değildi; yalnız o Dergâhçıların “vitalité”, Gökalp’m “millî felsefe” dediği güce “iman” diyordu. Nitekim kısa bir süre sonra Ankara’da, Taceddin Dergâhı’nda kaleme alacağı İstiklâl Marşı’nda bu imanı en yüksek perdeden haykıracaktı: Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var Balıkesir yolculuğu Mehmet Akif, İzmir’in işgali haberini almca nasıl üzülmüşse, ilk direniş haberlerini duyunca da öyle heyecana kapılmıştı. Artık bütün ümidi Anadolu’daydı. Anlamıştı ki Asım’ın nesli dipdiri ayaktadır, hür ve müstakil yaşamaya kararlıdır. “O halde, diye düşündü, Anadolu’daki kıyamı desteklemekten başka çare yoktur!” Bir gün aniden kararını verip Sebilürreşad idarehanesine gitti, mecmuanın müdürü Eşref Edip’e: “Haydi hazırlan, gidiyoruz!” dedi. Çok heyecanlıydı, yerinde duramıyordu. Eşref Edip, onun bu haline bir mâna verememişti. Şaşkın bir halde: “Nereye üstâd?” diye sordu. “Harekât-ı milliyenin başladığı yere! Artık burada duramam!” Hemen ertesi gün mücadele bayrağının açıldığı şehirlerimizden biri olan Balıkesir’e hareket ettiler. Akif, kendisini büyük bir coşkuyla karşılayan BalIkesirlilerde ki imanı ve her ne bahasına olursa olsun vatanı korumaya kararlı olduklarını görünce, Asım’m neslinin namusunu çiğnetmeyeceğine imanı bir kat daha arttı. Şimdi Zağnos Paşa Camii’ni hıncahınç dolduran muhteşem bir cemaat karşısındaydı ve ışıltılı gözlerini kendisine dikmiş bekleyen müminlere bu imanı haykırmalıydı. Derin bir nefes aldı ve yüksek sesle: 11
İSTİKLÂL MARŞI “Ey müslüman!” dedi. Bu davûdî sesin yarattığı mutlak sessizlik, birkaç saniye sonra aynı sesin tüyler ürperten âhengiyle dağıldı: Cihan altüst olurken seyre baktın, böyle durdun da Bııgün bir serserisin, derbedersin kendi yurdunda Akif, bu mısralarla başlayan ünlü şiirini okuduktan sonra, BalIkesirlilere Türk’ün asla istiklâlsiz yaşayama yacağını, ümitsizliğin, ye’sin ve bedbinliğin en büyük korkaklık olduğunu haykırdı, “Başarının sim birliktedir” dedi ve sözlerini şu cümlelerle bağladı: “Kapılarınıza kadar dayanan, onu kırıp içeri girmek, harîm-i namus ve şerefimizi çiğnemek isteyen düşmanın bu namert taarruzuna karşı kadın erkek, çoluk çocuk, genç, ihtiyar, herkese büyük vazifeler düşüyor (....) Ey Balıkesir’in muhterem mücahitleri! Anadolu’yu müdafaa hususunda diğer vilayetlere ön ayak olma şerefini ihraz ettiniz. Sa’yiniz meşkûrdur. İnşallah bu şan ve şeref kıyamete kadar gider. İnşallah vatanımızın haysiyeti, istiklâli, saadeti, refahı, ümranı, dünyalar durdukça masun ve mahfuz kalır.” Bütün yüreklerden muhteşem bir “âmin” sadası yükseldi. Halk heyecan içindeydi, ağlayanlar vardı. Allah’tan sabır, sebat ve zafer temenni ederek kürsüden inen Akif, mücahitlerle bir müddet daha görüştükten sonra hepsiyle birer birer kucaklaşarak Balıkesir’den ayrıldı. İstanbul’da gizli mücadele Mehmet Akif, Balıkesir yolculuğu ve Zağnos Paşa Camii’nde halka verdiği vaazla Milli Mücadele’ye fiilen katılmış, düşmana karşı direnen yiğit mücahitlerin safında yer almış oluyordu. Bunun Damat Ferit hükümeti nin ve İngilizlerin hoşuna gitmeyeceği açıktı. Nitekim onu çok geçmeden Darülhikme’deki görevinden azlettiler. 12
İSTİKLÂL MARŞI Akif, hükümetin ve işgal kuvvetlerinin baskısına rağmen Sebilürreşad’a yazdığı yazılarla Anadolu’daki mücadeleyi desteklemeye devam ediyor, çok inandığı milletine ümit ve iman aşılamaya çalışıyordu. Hatta Hindistan’ın değerli fikir adamlarından olan Müşir Hüseyin Kıdvay’m Anadolu’daki mücadeleyi destekleyen yazılan ve kitapları, Akif’in damadı Ömer Rıza tarafından Türkçeye tercüme edilmiş, çok gizli bir şekilde basılarak Sebilürreşad mecmuası vasıtasıyla Anadolu’ya sevkedilmişti. Bu çok tehlikeli bir işti. Öte yandan Anadolu’dan gönderilen mektuplar ve gazeteler, özel kuryelerle Sebilür reşad idarehanesine geliyor, buradan gerekli yerlere dağıtı lıyordu. Ne var ki Anadolu’da durum o sıralarda pek iyiye gitmiyordu. İstanbul’da da yiyecek içecek kıtlığı başlamış, bu yetmiyormuş gibi, “fırkacılık” mücadeleleri artmıştı. Akif, bilhassa bu fırkacılık mücadelelerine çok üzülü yor, bir milletin gerçek düşmanının “tefrika” olduğuna inanıyordu. Ona göre, “Girmeden tefrika bir millete düşman giremez - Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez”di. Abdullah Cevdet’in de İçtihat mecmuasın da İslâm’a saldırarak milletin mâneviyatını bozmasına çok öfkeleniyordu. Fakat asla ümitsiz değildi; yazdığı bütün şiirlerle Türk milletini ve bütün müslümanlan birleşmeye çağmyordu. Anadolu yolunda Mütarekenin acı günleri birbirini kovalıyor, fakat Anadolu’daki hareket de gitgide genişliyordu. Güçler Ankara’da toplanmaya başlamıştı. Bazı kaynaklar, o günlerde Akif’i yürüyüşünden asker olduğu anlaşılan birinin Çengelköy’deki evinde ziyaret ettiğini, odalardan birinde yirmi beş dakika kadar konuştuklarını, bu görüşmeden sonra Akif’in düşünceli bir hal aldığını bildirmektedir. Dört gün kadar sonra Sebilürreşad idarehanesinde Eşref Edip’i bir kenara çekerek şöyle dediği naklediliyor: 13
İSTİKLÂL MARŞI “Artık burada durmak zamanı değildir, gidip çalışmak lâzım. Bizim tarafımızdan halkı tenvire ihtiyaç varmış. Çağırıyorlar. Mutlaka gitmeliyiz. Ben yarın Ankara’ya hareket ediyorum. Hiç kimsenin haberi olmasın. Sen de idarehanenin işlerini derle topla, Sebilürreşad klişesini al, arkamdan gel. Meşihattekilerle de temas et, harekât-ı millîye aleyhinde bir halt etmesinler.” Eşref Edip, Akif in elini öptü, vedalaştılar. Akif o gün evine dönerken vapurda damadı Ömer Rıza (Doğrul) ile karşılaştı. Hemen hiç konuşmadılar. Vapurdan indikten sonra, damadının kulağına eğilen Akif: “Ben artık gidiyorum Ömer” dedi. “Nereye?” “Anadolu’ya.” “Ne vakit?” “Yarın sabah. Birkaç arkadaş Üsküdar Parkı’nda birleşeceğiz; çoluk çocuk sana emanet Ömer. Şimdilik senden başka kimsenin, hatta evdekilerin bile haberi olmasın.” Ömer Rıza, on gün kadar sonra “Yenigün” gazetesinden kayınpederinin Ankara’ya sağ salim vardığını öğrenince rahat bir nefes aldı. Fakat Akif bu ilk gidişinde Ankara’da pek kalamamış, ayağının tozuyla Konya’ya gönderilmişti. Konya’da Milli Mücadele’ye karşı bazı kıpırdanmalar vardı. Mehmet Akif, eşrafla uzun uzun konuştu, memleketi düşmana karşı hep birlikte savunmak zorunda oldukları nı, böyle günlerde en büyük düşmanın “tefrika” olduğunu anlatmaya çalıştı. KonyalIlardan birinin şu sözü ona çok dokunmuştu: “Biz Selçukluyuz. Bizden olmayan bir hükümetin yıkılmasından bize ne?” Akif, sık sık bu sözleri nakleder ve gözleri dolarak “Allah, diyordu, bir hükümeti zayıf bırakmasın. En büyük felâket budur. Hükümet zaafa düşünce her yer oğul verir.” Bununla beraber, zor da olsa KonyalIları nisbeten ikna etmeyi, Millî Mücadele’nin lüzumuna inandırmayı başar 14
İSTİKLÂL MARŞI mıştı. Ankara’ya döndüğünde Burdur milletvekili seçildi ğini öğrendi. Kısa bir süre sonra Sebilürreşad klişesini alarak Karadeniz yoluyla İnebolu’ya, oradan da Kasta monu’ya geçen Eşref Ediple buluşmak üzere yola çıktı. Sebilürreşad’ı orada çıkarmayı düşünüyordu. Kastamo nu’da yayınlanan Açık Söz gazetesi 21 Teşrinievvel 13 36 (1920) tarihli sayısında onun gelişini şöyle haber veriyor du: “Büyük İslam şairi, edîb-i a’zam Mehmed Akif Beyefendi iki gün evvel şehrimize gelmiştir. Sebilürreşad’daki yazılan ve sair âsâr-ı ber-güzîdesiyle İslam âleminin yegâne şairi tanınan Mehmed Akif Beyefendi’ye gazetemiz adına beyân-ı hoş-âmedî eyleriz.” Nasrullah Camii’nde Mehmet Akif, Kastamonu’ya gelir gelmez Sevr Muahe desi ve Milli Mücadele konusunda halkı aydınlatma ihtiyacını hissetmiş ve Nasrullah Camii’nde heyecanlı bir vaaz vermişti. Sevr’in ne mânaya geldiğini o zamana kadar pek anlayamamış olan Kastamonu halkının dehşetle açılan gözleri karşısında, ne kadar vahim bir vaziyet içinde bulunduğumuzu uzun uzun anlattı ve davudi sesiyle, şöyle devam etti: “Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile, ordularla, tayyareler le yıkılmaz. Milletler ancak aralanndaki rabıtalar çözüle rek, herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatine, kendi menfaatini temin kaygusuna düştüğü zaman yıkılır. “Bizi mahviçin tertip edilen muahede-i sulhiye paçav rasını mücahitlerimiz şark tarafında yırtmaya başladılar. Şimdi beri taraftaki dindaşlarımıza düşen vazife, Ana dolu’muzun diğer cihetlerindeki düşmanlan denize döke rek o murdar paçavrayı büsbütün parçalamaktır. Zira o parçalanmadıkça İslam için bu diyarda bekâ imkânı yoktur. 15
İSTİKLÂL MARŞI “Ey cemaat-i müslimîn! Düşmanlarımızın bu gün bizden istedikleri ne Ulan vilayet, ne filan sancaktır; doğrudan doğruya başımızdır, boynumuzdur, hayatımız dır, devletimizdir. “Ey cemaat-i müslimîn! Ağyar eline geçen müslüman yurtlarının hali bizim için en müessir bir levha-i ibrettir. İslam’ın son mültecası olan bu güzel toprakları düşman istilası altında bırakmayalım. Ye’si, meskeneti, ihtirası, tefrikayı büsbütün atarak azme, mücahedeye, vahdete sarılalım. Cenabı kibriya hak yolunda mücahede için meydana atılan azim ve iman sahipleriyle beraberdir.” Cemaat heyecandan gözyaşlarını tutamaz hale gelmiş ti. Akif de fevkalâde heyecanlı ve yorulmuş görünüyordu; ellerini kaldırdı ve ünlü manzum duasını okumaya başladı: Yâ ilahı bize tevfikım gönder! -Amin! Doğru yol hangisidir, millete göster! -Amin! Rûh-ı İslâmî şedaid sıkıyor, öldürecek, Zulm-i te’dib ise maksud-ı mehibin gerçek, Nâre yansın mı beraber bu kadar mazlumîn Bî-günâhız çoğumuz yakma ilahî! -Amin! Boğuyor âlçm-i İslamı bir azgın fitne; Kıt’alar kaynayarak gitti o girdâb içine. Mahvolan aileler bir sürü masumundur; Kalan âvârelerin hâli de malûmundur. Nasıl olmaz ki tezelzül veriyor arşa enîn; Dinsin artık bu hazin velvele yârab!-Amin! O gün şark ordusunun büyük bir zafer kazanarak Kars’a girdiği haberi gelmiş ve camide halka müjdelenmişti. Halk Akif’in vaazının verdiği heyecanla ve bu 16
İSTİKLÂL MARŞI müjdenin sevinciyle gözyaşı döküyor, kucaklaşıyordu. İkindi namazından sonra kışla meydanında toplanarak zaferi kutladılar; nutuklar söylendi, şenlikler yapıldı. Bir telgraf Mehmet Akif’in Nasrullah Camii’nde verdiği vaaz, iki gün sonra, 464. sayısından itibaren Kastamonu’da yayın lanmaya başlanan Sebilürreşad mecmuasında çıktı. Bu vaaz çevrede büyük yankılar yaratınca, Akif, hükümet tarafından kazalardaki halkı “irşad” etmesi için görevlen dirildi. Kastamonu’da çıkan bütün Sebilürreşad nüshaları bu vaazlarla doludur. Ayrıca bu nüshalar Anadolu’daki bütün vilayetlere, sancak ve kazalara gönderilerek camiler de okutturulurdu. Mahallî gazetelerde yayınlandı ve risaler halinde bastırılarak cephelerde dağıtıldı. Bir gün Akif’e Elcezire Cephesi kumandanı Nihat Paşa’dan şöyle bir telgraf geldi: “Nasrullah cami-i şerifinde irad buyurduğunuz mev’izayı havi mecmuanızın ancak bir nüshası elde edilebil miştir. Diyarbekir’in cami-i kebirinde Cuma namazından sonra kıraat edilerek mü’minîn-i hâzıra envâr-ı mâneviyesinden hisseyâb-ı tenevvür ve tefeyyüz olmuşlardır. Fakat bu istifade pek mahdud kalacağından cephe mıntakasını teşkil eden Elaziz, Diyarbekir, Bitlis, Van vilayetleriyle civar müstakil mutasarrıflıklar halkı da nasibedâr edilmiş ve şeref ile hukuku doğrudan doğruya^ zât-ı âlinize ait olmak üzere Diyarbekir vilayet matbaa sında teksir edilerek bütün cepheye tevzi olunmuştur. Cenab-ı Hak mesai-i diniyye ve vatanperverânenizi meşkûr eylemesi temennisiyle ihtirâmâtımı takdim eylerim.” Mehmed Akif ise Nihat Paşa’ya şu cevabî telgrafı çekti: “Hakk-ı âcizânemdeki teveccühât-ı devletlerine en samimi’l-kalb teşekkürler ederim. Nasrullah kürsüsün 17
İSTİKLÂL MARŞI deki mev’izanın o havalide ve o cephedeki bütün dindaşlarımıza tebliğine himmet ve delâlet cidden sezâvâr-ı minnettir. Cenabı Hak pek kıymetdar bir rüknü bulunduğunuz kahraman ordumuzu zaferden zafere îsâl ve ümmet-i İslamiyede belirmeye başlayan intibahı müzdad buyursun âmin.” Mehmet AMfin kısa bir süre sonra yazacağı İstiklâl Marşı, gerçekte bütün Anadolu’da ve bütün cephelerde büyük heyecanlarla okunan bu vaazların veciz bir hülâsasıdır. Taceddin Dergâhı Mehmet Akif le Eşref Edip, Kastamonu’da bir ay kadar kaldılar. Hatırı sayılır bir kış yaşanıyordu. Akif, Kasta monu’daki vazifesini tamamladığını düşünerek Ankara’ ya dönmeye karar verdi. Sebilürreşad klişesini alıp yola çıktılar. İlgaz dağlarını kar kaplamıştı, arabaları çok zor ilerliyordu. Eşref Edip, İlgaz’daki muhteşem kış manzara sının Akif’i âdeta büyülediğini ve arabadan inerek dağın tepesine yürüyerek çıktığını anlatıyor. Zor bir yolculuk sonunda Ankara’ya vardılar. Taceddin Veli’nin torunlarından Taceddin Efendi, bir zamanlar dergâh olarak kullanılan tek katlı evi Mehmet Akifin ikametine tahsis etmişti. Siraceddin Mahallesi’ndeki taş medresenin meşrutası olan bu ev, ufak bir köşk gibi muntazam yapılmış, tertemiz boyalı, konforsuz, güzel bir Türk eviydi. Meyva ağaçlarıyla dolu bahçesinde şırıl şırıl sular akan bir de şadırvanı vardı. Akif, dergâhın odalarından birine yerleşti. Ankara’da yazdığı bütün şiirlere artık bu “dergâhım duvarları şahit olacaktı. Mehmet Akif Müzesi Şimdi Hacettepe Üniversitesi sınırları içinde bulunan Taceddin Dergâhı, son zamanlarda resmî bir dairenin 18
İSTİKLÂL MARŞI kömür deposu olarak kullanılıyordu ve yıkıldı yıkılacak bir haldeydi. Merhum Faruk Kadri Timurtaş’ın basında çıkan ve bu durumu şiddetle eleştiren yazıları üzerine, o yıllarca Hacettepe Üniversitesi Rektörü olan Prof.Dr. Ihsan Doğramacı, konunun üzerine giderek binanın restore edilmesini sağladı. Böylece Taceddin Dergâhı, 29 Aralık 1973 Cumartesi günü sade bir törenle “Mehmet Akif Müzesi” olarak hizmete açıldı. Büyük şairin doğumunun 100., ölümünün 37. yıldönümüydü. Dergâhın odaları aslına uygun şekilde, eski Ankara’nın sade evleri tarzında döşenmişti. Şairin İstiklâl Savaşı hatırası mavzeri duvarda asılıydı. Hakkında yazılmış eserlerle, Safahat’ın ilk baskıları, elyazısıyla şiirlerin fotokopileri ve fotoğraflar vardı. Müzeyi gezenler, o gün büyük şairin Milli Mücadele yıllarında yaşadığı ve İstiklâl Marşı, Bülbül gibi büyük şiirlerini yazdığı bu binadan rûhuna fatiha okuyarak ayrıldılar. Ne yazık ki Taceddin Dergahı’nın bugünkü durumu da pek iç açıcı değildir. Bir müze görevlisi bulunmadığı için, Akif’in eşyaları ve diğer parçalar üniversitede muhafaza edilmekte, ancak ziyaret günlerinde müzeye konulmakta dır. Türkiye’nin tek seyyar müzesi, belki de “Mehmet Akif Müzesi”dir.
19
İSTİKLÂL MARŞI
İkinci Bölüm
İSTİKLÂL MARŞI’NI AKİF YAZMALI “Ankara... Yarabbi ne heyecanlı, halecanlı günler geçirmiştik. Hele Bursa’mn düştüğü gün... Ya Sakarya günleri... Fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik, asla ye’se düşmedik. Zaten başka türlü çalışabilir miydik? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz, fakat imanımız büyüktü.” “İstiklâl Marşı’m nasıl yazdınız? Yavaşça yatağından doğruluyor, yastıklara yaslanıyor, sesi birden canlanıyor: “Dağacaktır sana vâdettiği günler Hakkın... Bu, ümitle, imanla yazılabiliri O zamanı düşünün... imanım olmasaydı yazabilir miydim? Zaten ben başka türlü düşünüp başka türlü yazanlardan değilim. Bu elimden gelmez. İçimde ne varsa, bütün duygularım yazılarımdadır. Şu var ki, İstiklal Marşı’nın şiir olmak üzere bir kıymeti yoktur, ancak tarihi değeri vardır.” Gözleri yemyeşil Şişli sırtlarında, dilinde bir dua gibi aynı nağme titriyor: “Kim bilir belki yann, belki yanndan da yakın!” (Kan Demir)
Millî Marş için ilk teşebbüs Taceddüı Dergâhı, Akif kaldığı müddetçe, Millî Mücadele’nin ilk yıllarında yaşanan büyük heyecanlardan, büyük acılardan kısa bir süre olsun uzaklaşmak istiyenlerin bir nevi ilticagâhı olmuştu. Büyük şair, etrafına ümit ve iman 20
İSTİKLÂL MARŞI saçıyordu. Sık sık edebiyat ve musiki toplantıları yapılıyor, şiirler okunuyor, neyler, nısfiyeler üfleniyordu. O günlerde Garp Cephesi Kurmay Başkam olan İsmet Bey (Paşa) in Maarif Vekili Dr. RızaNur’u ziyaret ettiğini ve Fransızların Marseyyez’ine benzeyen, askeri şevklendire cek bir millî marş yazdırılması hususunda anlaştıklarını biliyoruz. Rıza Nur, İsmet Bey’i bu işlere bakan Orta Öğretim Müdürü Kâzım Nami (Duru) Bey'e gönderir. Kâzım Nâmi, İsmet Bey’in ziyaretini hatıralarında şöyle anlatıyor:
“Bir gün orta tedrisat müdürü odasında çalışıyordum. Kalpağımı masanın bir kenarına koymuştum. Kapı açıldı. İçeriye kısa boylu bir Erkân-ı Harbiye albayı girdi. Onu görünce ayağa kalktım, kalpağımı giydim, buyrunuz dedim; bu zat “Ben Garp Cephesi Erkân-ı Harbiye Reisi İsmet” dedi. Kendisini masanın önündeki iskemleye buyur ettim, oturdu. “Beni size Dr. Rıza Nur Bey gönderdi. Orduca karar verdik, bir İstiklâl Marşı istiyoruz. Bıınun güftesini, bestesini ayn ayn müsabakaya korsunuz. Her birini kazanana beşer yüz lira vereceğiz” dedi. Emirlerini hemen yapacağını söyledim (...) Kâzım Nami, hatıratında müsabakanın gazetelerde ilân edilmediğini söylerse de, Fevziye Abdullah Tansel, 7 Kasım 1920 tarihli Hakimiyet-i Milliye’de bir ilana rastladığını söyler. “Türk şairlerinin nazar-ı dikkatine - Maarif Vekâleti’nden” başlıklı bu ilanda, gönderilecek eserlerin 23 Kânunıevvel 1336 (23 Aralık 1920)da Maarif Vekâleti’nce, edebî bir heyet tarafından seçileceği, 500 lira mükâfat verileceği, bestesi için de müsabaka açılarak kazanana 500 lira verileceği bildirilmektedir. O sıralarda Dr. Rıza Nur’un yerine Maarif Vekilliğine getirilen Hamdullah Suphi ise, millî marş yazabileceği tahmin edilen şairlere mektup gönderilerek müsabakanın bildirildiğini söyler. 21
İSTİKLÂL MARŞI Yarışmanın tek şartı, yazılacak güftenin Millî Mücadele ruhunu ifade etmesidir. Birinciliği kazanacak olan şaire beş yüz lira verilecekti. Çok sayıda şah’ hemen kaleme sarılarak yazdıkları güfteleri Maarif Vekaleti’ne gönder meye başladılar. Orta Tedrisat Müdürü Kâzım Nazmi Bey, gelen şiirleri bir zarf içinde biriktiriyordu. Hamdullah Suphi Bey sonuçtan hiç memnun değildi, gelen 724 şiirden hiç biri Millî Mücadele’nin rûhunu ifade edecek güçte değildi. Asıl beklediği şiir, Akifin şiiriydi, fakat o da bir türlü gelmiyordu. Bir gün Akifin yakın dostlarından Balıkesir Mebusu Haşan Basri Bey’i Meclis’te gördü, kısa bir sohbetten sonra, şimdiye kadar müsabakaya 500’den fazla şiir geldiğini, fakat hiç birinin kendisini tatmin etmediğini söyledi. “Acaba, diye ilâve etti, Üstâd’ı ikna edemez misiniz?” Haşan Basri Bey: “Akif Bey müsabaka şeklini ve ikramiyeyi kabul etmiyor, diye cevap verdi, eğer bir çare ve bir şekil bulursanız yazdırmaya çalışırım.” Gerçekten de Mehmet Akifin müsabakaya katılmama sının tek sebebi, kazanana 500 liralık ödül verileceğinin ilân edilmiş olmasıydı. Haşan Basri’ye “Ben ne müsabakaya girerim, ne de caize alırım” demişti. Haşan Basri Bey, bunları anlatınca Hamdullah Suphi biraz düşündü: “Dur, dedi, ben kendisine bir tezkire yazayım. Arzusuna tabi olacağımızı bildireyim. Fakat tezkireyi kendisine siz verirsiniz.” Haşan Basıl Bey bu yolu uygun buldu. Hamdullah Suphi’nin Akif’e yazdığı tezkire şöyleydi: Pek aziz ve muhterem efendim, İstiklâl Marşı için açılan müsabakaya iştirak buyurmam al arındaki sebebin izalesi için pek çok tedbirler vardır. Zât-ı üstâdânelerinin nıatlub şiiri vücuda getirmeleri maksadın husulü için son çare olarak kalmıştır. Asıl 22
İSTİKLÂL MARŞI endişenizin icab ettiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve tehyic vasıtasından mahrum bırak mamanızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve mahabbetimi arz ve tekrar eylerim efendim. 5 Şubat 1337 (192İ) Umûr-ı Maarif Vekili Hamdullah Subhi İstiklâl Marşı doğuyor Haşan Basri (Çantay), Akifnâme’de anlatıyor: Meclis’te Akif’le yanyana oturuyoruz. Çantamdan bir kâğıt parçası çıkardım. Ciddî ve düşünceli bir tavr ile sıranın üstüne kapandım, güya birşey yazmıya hazırlan mıştım. Üstâd ile konuşuyoruz: “Neye düşünüyorsun, Basri?” “Mani, olma, işim var!” “ Peki. Birşey mi yazacaksın?” “Evet.” “Ben mani olacaksam kalkayım.” “Hayır, hiç olmazsa ilhamından ruhuma birşey sıçrar!” “Anlamadım” “Şiir yazacağım da.” “Ne şiiri?” “Ne şiiri olacak? İstiklâl şiiri! Artık onu yazmak bize düştü!” “Gelen şiirler ne olmuş?” “Beğenilmemiş.” “Ya!” “Üstâd, bu marşı biz yazacağız!” “Yazalım, amma şartlan berbat!” “Hayır, şartlar filan yok. Siz yazarsanız müsabaka şekli kalkacak.” “Olmaz, kaldırılmaz, ilân edildi.” Canım, vekâlet buna bir şekil bulacak. Sizin mars^uz yine resmen Meclis’te kabul edilecek, güneş varken yıldızı kim arar?” 23
İSTİKLÂL MARŞI
Akife bir mektup yazarak İstiklâl Marşı’nı yazmasını lemin eden devrin Maarii Vekili Hamdullah Suphi Tannöver
“Peki, bir de ikramiyye vardı?” “Tabii alacaksınız!” “Vallahi almam!” “Yahu lâtife ediyorum, onu da bir hayır müessesesine veririz. Siz bunları düşünmeyin.” “Vekâlet kabul edecek mi ya?” “Ben Hamdullah Suphi Bey’le konuştum. Mutabık kaldık. Hatta sizin namınıza söz bile verdim!” “Söz mü verdiniz, söz mü verdiniz?” “Evet!” “Peki ne yapacağız?” “Yazacağız!”
İSTİKLÂL MARŞI Tekrar tekrar “Söz verdin mi?” diye sorduktan ve benden aym kat’i cevaplan aldıktan sonra elimdeki kâğıda sarıldı, kalemini eline aldı, benim daldığım yapma hayale şimdi gerçekten o dalmıştı. Meclis müzakere ile meşgul, Akif marş yazmakla. Ben müddeti kendisine kısaca göstermiştim. Birkaç gün sonra marşı vermiş olacağız! Müzakere bitti, Akif de hayalinden uyandı. Aradan iki gün geçti, sabahleyin erkenden Üstâd bizim evde. Marşı yazmış bitirmiş. Fakat vaktin darlığın dan müşteki... “Yarına kadar sizde kalsın, göstermeyin, belki tadilât yaparsınız” dedim. Artık Millî istiklâl Marşı yazılmıştı. Şimdi bunu -Üstâd’ı rencide etmeden- Meclis’ten nasıl geçirebiliriz? Ben ve marşı çok beğenen Hamdullah Suphi Bey hayli günler bu gizli endişe ile yaşadık. Marş yazıldıktan sonra tezkireyi de göstermiştim. Bu tezkireyi Mehmet Aldf in görüp görmediği hususun da değişik rivayetler vardır. Mehmet Emin Erişirgil “İslâmcı Bir Şairin Romam”nda, Akif in mektubu almca iki defa okuduğunu ve bir vazife telâkki edip Tekke’deki odasına çekilerek İstiklâl Marşı’nı yazmaya başladığını söylüyor. Muhittin Nalbantoğlu ise, kaynak belirtmeksizin, fakat Haşan Basri Çantay’m ağzından Hamdullah Suphi’ nin mektubunu Akif Bey’in hiç görmediğini iddia etmekte dir. Halbuki Haşan Basri, “Akifnâme”de, yukarıda da söylediğimiz gibi, tezkireyi Akife gösterdiğini yazmakta dır. Nizameddin Nazif’in anlattıkları Nizameddin Nazif (Tepedelenli), o günlerin Ankara’sın da Hakimiyet-i Milliye gazetesinin müdürlüğünü yapmak tadır. Gazetenin idarehanesi Maarif Vekaleti /alarak kullanılan binanın alt kat odalarından biridir. Akif, Hakimiyet-i Milliye’nin tercüme kısmım idare e,den Kân^il Paşazade Hikmet’i zaman zaman ziyaret eder, m ahallesinde 25
İSTİKLÂL MARŞI büyümüş çocuk gözüyle baktığı Nizameddin Nazif le de arasıra şakalaşırmış. Bir gün yine Hikmet Bey’i ziyarete gelir. Biraz dalgındır. Hikmet Bey olmadığı için masalar dan birinin başına geçerek elinde tuttuğu kağıt tomarına birşeyler yazmaya başlar. Aradan yarım saat kadar zaman geçmiştir. Birden neş’eli bir sesle Nizameddin Nazife: “Dinle bakalım delikanlı!” der. “Buyur üstâd...” “Sana birşey okuyacağım, bakalım nasıl bulacaksın?” Ve Nizameddin Nazif in “estağfurullah” demesine vakit bırakmadan gayet hafif bir sesle okumaya başlar: Korkma, sönmez bu şalaklarda yüzen al sancak, Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak. O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak, O benimdir, o benim milletimindir ancak! (« »»
“Nasıl buldun?” “Sehl-i mümtenî...” “O kadar ileriye gitme... Beğenirler mi dersin?” “Hakimiyet-i Milliye’nin bunu neşredecek sayısı kapışı lır kanaatindeyim. Tamamladınız mı?” “Henüz değil... Fakat yarın öğle üzerine kadar bitirmeye mecburum.” “Neden bu acele üstâdım?” “Acele mi? Çapkın, bunu İstiklâl Marşı komisyonuna vereceğim; Hakimiyet-i Milliye’ye değil. En son müddet yarın.” “Öyle ise Üstâd, beş yüz lirayı kazanacağınıza yemin edebilirim.” Akif, gözlerini ödanın bir köşesine daldırarak heyecan dan boğulan bir sesle: “Beş yüz lira mı?” der, “Onu almay.acağıma seni temin ederim. Fakat bugünkü isyanı en iyi ■'ben ifadelendirmek istiyorum. Bunun için bilmezsin, içimde ne' büyük istek var!” 26
İSTİKLÂL MARŞI Beş yüz liralık mükâfat konusunda Mehmet Akif gerçekten çok hassastı, en büyük korkusu para için yazdığının zannedilmesiydi. Eşref Edip, onun İstiklâl Marşı’m yazdığı günlerde maddî bakımdan bir hayli sıkıntı içinde olduğunu söyler. Hatta paltosu olmadığı için ceketle gezer, çok soğuk günlerde ise Meclis’e giderken yakın dostu Baytar Şefik Bey’in paltosunu giyermiş. Şefik Bey, birgün, “Aldf Bey, şu mükâfaatı reddetmeyip de bir muşamba, yahut palto alsaydınız daha iyi olmaz mıydı?” diyecek olmuş. Eşref Edip diyor ki: “Hiddetinden ne hallere girdiğini görmeliydiniz. Böyle söylediği için tam iki ay Şefikle konuşmadı.” Marş tamamlanıyor Bütün dostlan, Akifin evde, sokakta, camide, Meclis’te, uyurken, yürürken, yemek yerken, âdeta bütün hücreleriyle İstiklâl Marşı’nı düşündüğünü, yazıp bitirinceye kadar tam bir “istiğrak” halini yaşadığını söylemektedirler. O günlerde Taceddin Dergfthı’nm odalarından birinde kalan Konya mebusu Hafız Bekir Efendi, tarihçi Cemal Kutay’a anlatmış: “Akif, bir gece birden uyanır, kâğıt arar, bulamayınca kurşun kalemiyle yer yatağının sağındaki duvara marşın “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşanm” mısraıyla başlayan kıt’asım yazar. Sabahleyin namaza kalktığımda, Üstâd’ı çakısıyla duvardaki yazıyı kazırken gördüm.” Haşan Basri (Çantay) ise, Akifin İstiklâl Marşı’nın bazı mısralarını Meclis’te müzakereler yapılırken yazdığını anlatıyor: “Meclis en hararetli müzakerelere daldığı anlarda bile, O, bütün dikkatini mısralarda toplamış, etrafından habersiz muttasıl yazar, yazar ve tâ ki müzâkereler bittiği anda o da daldığı ulvî âlemden uyanır gibi kendine gelirdi. Ve öylece Meclis’i terkederdik.” Akifin bu “istiğrak” halini Eşref Edip de şöyle anlatmaktadır: “Odanın bir tarafına çekilmiş, elinde ufak bir kâğıt. Tefekküre dalmış. Arasıra bir kelime yazıyor. Bazen 27
İSTİKLÂL MARŞI yazdığını çiziyor. Sonra tekrar yazıyor. Bazen saatlerce düşünüyor.” “Kahraman ordumuza” ithaf edilen marş nihayet son şeklini alır ve 17 Şubat 1337 (1921) tarihli Sebilürreşad’da yayınlanır. 21 Şubat’ta da Kastamonu’daki Açık Söz gazetesinde yayınlanmıştır. Akif, Kastamonululara duy duğu sevgi ve saygı dolayısıyla, İstiklâl Marşı’ndan kendi el yazısıyla bir nüshayı da oraya göndermişti. Açık Söz’de, istiklâl Marşı’nın başında şu açıklama yer alıyordu: “Şair-i a’zam ve muhterem Mehmed Akif Beyefendi üstâdımız “İstiklâl Marşı” ünvanlı bir bedia-i nefiselerinin ilk neşri şerefini gazetemize lütûf buyurmuşlardır. Her mısraında Türk ve İslam rûhunun ulvî ve mübarek hisleri titreyen bu âbide-i san’atı kemâl-i hürmet ve mübahatla dercederiz.” Böylece Hamdullah Suphi’nin büyük arzusu gerçekleş miş, Akif müsabakaya katılmıştı. Midhat Cemal (Kuntay) bundan sonraki safhayı şöyle anlatıyor: “Maarif Vekaleti müsabaka için bir heyet seçmişti. Dr. Şair Hüseyin Suat, Bursa mebusu şair Muhiddin Baha, onlar da bu heyette bulunacaklardı. Fakat nasıl bulunurlar dı? Onlar da birer İstiklâl Marşı yazıp vermişlerdi. Sonradan Akifin marş yazacağım duyunca ikisi de şiirlerini geri aldılar ve heyete girdiler. Hüseyin Suat bana bunu anlatırken: “İmzasız gönderilen marşlardan, dedi, alelusul, üçünü seçtik; fakat Akifin şiirini imzasıolmadığı halde tamdık ve... “... ve, dedim, onun için beğendiniz. Hüseyin Suat yüzüme baktı, “Hayır, dedi, çok güzel olduğu için.” “Bu intibaha himaye karıştırmadığınıza yemin eder misiniz doktor?” Zavallı doktor namusuna yemin etti; sonradan ciddiyetle sordu: “Fakat bu şüphe neden?” '
,28
İSTİKLÂL MARŞI
Mehmet AkiFitı Taceddin Dergâhı'nda İstiklâl Marşı m yazdığı oda.
“Taceddin Dergâhı’nda Akif’in davetlerine gittiğiniz zamanlar o muhteşem saat beş çayları, sonra tekkede kaldığınız geceler dergâhın o güzel konforu, bunlar insanda bitaraflık bırakmaz da...” Hüseyin Suat, gözünden yaş gelecek kadar gülerek tekkenin konforunu hatırlıyordu: Köşede paslı küçük semaver; yerde pösteki; yazın geldiğini isbat etmek için tekkenin yanındaki mezarlıkta bir miktar yeşillik.” Diğer şiirler Akif’in İstiklâl Marşı dışında, Maarif Vekâleti’ne gönderilen şiirlerin sayısı, yukarıda da söylediğimiz gibi, 724’ü bulmuştu. Müsabakaya katılan şairler arasında Muhiddin Baha Pars, Kemâlettin Kami, Hüseyin Suad, Kâzım Karabekir Paşa, İshak Refet gibi isimler vardı. Bunlar arasında Akif inki de dahil olmak üzere yedi şiir seçilmiş, Meclis’teki ilk görüşmelerden sonra bastırılarak mebuslara dağıtılmıştı. Bu şiirleri aşağıda sunuyoruz: 29
İSTİKLÂL MARŞI I Türk’ün evvelce büyük bir pederi Çekti sancağa hilâl-i sehari Kanımızla boyadık bahr ü berri Böyle aldık bu güzel ülkeleri İleri, arş ileri, arş ileri Geri kalsın vatanın kahbeleri Seni ihya için ey nâmı büyük Vatanın uğruna öldük öldük Ne büyük kaldı bu yolda ne küçük Siper oldu sana dağlar gibi Türk Yürü ey milletin efradı yürü Ak süt emmiş vatan evlâdı yürü Vatan evlâdım kurban edeli Milletin hür yaşamaktır emeli Veremez kimseye bir Çamlıbeli Bağlanır mı acaba Türk’ün eli İleri, arş ileri, arş ileri Çiğnenir çünkü kalan yolda geri. HÜSEYİN SU AD II Millet aşkı, din aşkı, vatan aşkı uyansın Yurdumuza göz dikenler alkanlara boyansın Ya ben ya onlar diyen silâhına dayansın Türk oğludur bu millet Türk’ündür bu memleket Türk oğludur bu millet Türk’ündür bu memleket Düşman gözü tutamaz yanar dağlar başmı Bağrımızda saklarız vatanın her taşını Yurdumuza yan bakan döker gözün yaşım 30
İSTİKLÂL MARŞI Türk oğludur bu millet Türk’ündür bu memleket Türk oğludur bu millet Türk’ündür bu memleket Can veririz her zaman hürriyet yoluna “Ya gazi, ya şehid”lik ne devlettir kuluna Ata emanet etmiş namusunu oğluna Bize Türk oğlu derler Hep bizimdir bu yerler A.S.
in Göz yaşma vedâ et Ey güzel Anadolu! Hakkını korur elbet Türk’ün bükülmez kolu Cenk ederiz genç, koca Bugün değil, yarın da Yadımız ağladıkça İzmir ezanlarında. Hak yolunda kan olur, Dünyalara taşarız; Ya şerefle vurulur, Ya efendi yaşanz. Her gün yeni bir hile Arkasından satıldık; Her gün yeni bir dille Yurdumuzdan atıldık Yeter, ey Ka’be’mizi Elimizden alanlar Alıkoyamaz bizi Yolumuzdan yalanlar. 31
İSTİKLÂL MARŞI
Hangi alçak el alır, El zinciri boynuna? Kim Yunan’ı biralar Türk kızının koynuna? KEMALEDDİN KÂMİ
IV Ey müslüman, ey Türk oğlu Açıldı istiklâl yolu Benim bu son günlerimdir, Diyor bize Anadolu. Çek sancağı Türk ordusu Olmaz Türk’ün can korkusu Esarete dayanır mı Türk vatanı, Türk namusu? Bu son savaş bize farzdır, Fırsatımız gayet azdır; Muzaffer ol da ey millet Altın ile tarih yazdır. Birleşelim özümüzden, Dönmeyelim sözümüzden, Hem silelim bu lekeyi, Tarihdeki yüzümüzden. İSKENDER HÂKÎ
V Altı bin yll efendilik yaptın, “Kahraman Türk” idi cihanda adın. Bir ateşten siperdin İslam’a Sönmeyen bir güneş gibi yaşadın. Ey büyük ünlü milletim ileri! Hasmına çiğnetme koş bu şanlı yeri! Düşmanın bir cihansa dostun Hak Hakkın elbette müstakil yaşamak.
İSTİKLÂL MARŞI
Atıl ez, vur, şenindir istiklâl, Ebedî parlasın şu al bayrak... Ey benim şanlı milletim ileri; Ele çiğnetme koş bu ülkeleri! M.
VI Yıllarca altı cephede ateşle kanlara; Türk’ün hilâl ü dînine düşman olanlara; Ceddin o; Yıldırım gibi saldın zaman zaman Yüksek başın eğilmedi bir an cihanlara Ey kahramanlar ordusu, ey yıldırım-Şitab. Göster cihan-ı mağribe bir kanlı inkılab Ey mazi-i havari ki bin destan olan; Garbın zalam-ı zulmüne yüz yıl kılınç salan Arslan yürekli ordu; demir giy; silah kuşan! Zira hududu kapladı ateşle kan, duman. Ey kahramanlar ordusu, ey yıldırım - Şitab, Göster cihan-ı mağribe bir şanlı inkılab! Arslan mücahid ordusu, ey haris-i salah Destinde seyf-i hak gibi pek şanlı bir silah Açtın sema-yi millete pür-nûr bir sabah. Ati bizim... bizim artık vatan, zafer, felâh. Ey kahramanlar ordusu; ey yıldırım - Şitab. Göster cihan-ı mağribe bir şanlı inkılâb MEHMET MUHSİN
33
İSTİKLÂL MARŞI
Üçüncü Bölüm
İSTİKLÂL MARŞI’NIN KABULÜ Akif’in yakın dostu Midhat Cemal Kıuıtay, birgün büyük şairi hastalığında ziyarete gider, söz arasında İstiklâl Marşı’m kastederek: “Bu şiiri Safahat’a niçin koymadın?” diye sorar. Akif’in cevabı, Akifcedir: “O, benim değil, milletindir!”
Meclis’te ilk görüşme 1 Mart 1337 (1921). Meclis’in ikinci toplantı dönemi. Bütün mebuslar hazır ve dinleyiciler locaları doldurmuş. Başkanlık kürsüsünde Mustafa Kemal oturuyor. Bu, istiklâl mücadelesinin tarihî günlerinden biridir. Mustafa Kemal nüıayet açış konuşmasına başlar ve Mütareke’den sonraki vahim vaziyeti kısaca anlattıktan sonra, “Bugün her cephede muzafferâne harbeden ve vatan müdafaasının ne demek olduğunu tamamen müdrik ordularımız” bulundu ğunu anlatır. Sık sık alkışlarla kesilen konuşmasına şöyle devam eder:
. “... Bu ordular sayesinde Şark’ta Ermenistan muzafferiyetini kazandık ve Garp’ta Yunanlalıan mağlup ettik. Şark ordumuzun vâz’ı müessiri,bizi, esâsât-ı milliyemizin nikât-ı mühimmesinden olan Kars, .Ardahan ve Artvin’i istirdada muvaffak etti. Ordularımız memleketi müdafaa ve memleketin istiklâl-i tammını muhafaza kudretini izhar ve isbata müheyya bulunuyorlar. İnşaallah, pek uzak olmayan bir âtide hayat ve istiklâl-i katimizi temin edecek olan kahraman ordularımızın kumandanlariyle zabitân ve 34
İSTİKLÂL MARŞI
efradına ve keinâl-i şan ve şerefle müdafaa-i milliyeye fiilen iştirak eden ahaliye ve bilhassa vatanlarının müdafaasında müstesna kahramanlıklar gösteren Gazi Aymtab ahali sine ve umumiyetle halkın başmda vazife-i resmiyelerini vatanperverâne ve fedâkârâne ifa etmekte bulunan memurîn-i hükümete bütün milletin ve heyet-i celilenizin hissiyatına tercüman olarak arz-ı minnettarı eylemeği vecibe addederim.” Düşmanların aşağı yukarı bir senelik gayretlerine rağmen, neticede bugün Sevr muahedesi hükümlerinin artık geçerli olmadığını söyleyerek konuşmasına devam eden Mustafa Kemal, sözlerini şöyle bitirir:
“Artık ye’s ve fütur günleri çok arkada kaldı. Memlekete halâs ve hakikat yolunu işaret etmiş ve bütün milleti kendi istiklâl bayrağı altında toplamış olan meclis-i âliniz, ikinci sene-i mesaisine dahil olurken, ben ufkumuzda inkişafa başlayan ışıkların bu kadar felaket görmüş olan bedbaht vatanımızda bir sabah-ı hayr olmasına dua ediyorum.” Mustafa Kemal’in nutkundan sonra, ikinci celsede, o günden itibaren “Paşa” ünvamyla Meclis’e gelmeye başlayan İsmet Bey, İnönü zaferi dolayısıyla milletvekilleri tarafından hararetle tebrik edilir. Alkışlarla kürsüye çıkan İsmet Paşa, cephelerden hayırlı müjdeler getirdiğini söyleyerek sözlerine başlar. Yunan ordusunun artık muahedeyi tatbik ettirecek gücü kalmadığını, telâşlı bir vaziyette olduğunu belirttikten sonra şöyle devam eder: “Bugün murahhaslarımız Londra’da, ordularımız cepheler de olduğu halde müzakereye girmişlerdir. Cephelerimiz vardır, müdafaa ediyoruz ve müdafa,a edeceğiz.” Henüz yerine getirmek zorunda oldukları birçok vazife bulundu ğunu, inşaallah ordularımızın milletine ve tarihe karşı, hiç bir milletin ordusuyla kıyaslanamayacak kadar ağır vazifelerini yüz akıyla yapacağını söyleyerek sözlerini bitirir. Ve milletvekillerinin çeşitli konuşmalarından sonra, Kars mebusu Haşan Basri Bey’le Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey’in İstiklâl Marşı’yla ilgili olarak verdikleri takrire geçilir: 35
İSTİKLÂL MARŞI
Reis Paşa: Efendim, iki takrir vardır. Arkadaşlardan Basri Bey’in, Hamdullah Subhi Bey’in İstiklâl Marşı’nm kürsüden okunmasına dair teklifleri var. Muhiddin Baha Bey: Hangi İstiklâl-Marşı, Basri Bey söylerler mi? Besim Atalay: Daha kabul edilmedi efendim. Bir encümlan teşekkül edecekti. Basri Bey: Maarif Vekâleti’nce yedi tanesi intihab edilmiş. Bunlardan biri okunsun. Reis Paşa: Maarif Vekâleti’nce intihab edilmiş olanlar dan birisinin kıraati tensib ediliyor. Muhiddin Baha Bey; Hamdullah Subhi Bey, Basri Bey hangisini isterlerse okusunlar. Reis Paşa: Efendim, Basri Bey’in bu teklifini kabul buyuranlar lütfen ellerini kaldırsınlar. Kabul olunmuştur efendim. Hamdullah Subhi Beyefendi buyurun (“Şimdi gelir” sesleri). Maatteessüf bu dakika için te’hir ediyoruz. Reis Paşa: İstiklâl marşlarından bir tanesinin kürsüden okunmasına hey’et-i celile karar vermişti. Hamdullah Subhi Bey: Arkadaşlar, hatırlarsınız, Maarif Vekâleti son mücadelemizin ruhunu terennüm edecek bir marş için şairlerimize müracaat etmiştir. Birçok şiirler geldi. Arada yedi tanesi en fazla evsafı - haiz olarak görülmüş ve ayrılmıştu-, Salih Efendi: İsimleri nedir? Hamdullah Subhi Bey: Ayrıca arzedilecektir. Yalnız Vekâlet yapmış olduğu tedkikatta fevkalâde kuvvetli bir şiir aramak lüzumunu hissettiği için, ben şahsen Mehmed Akif Beyefendi’ye müracaat ettim ve kendilerinin de bir şiir yazmalarını rica ettim.Kendileri çok asil bir endişe ile tereddüt gösterdiler. Bilirsiniz ki bu şiirler için bir ikramiye vâdedilmiştir. Halbuki bunu kendi isimlerine takrîb etmek arzusunda bulunmadıklarını ve bundan çekindiklerini ızharettiler. Ben şahsen müracaat ettim, lâzım gelen tedâbiri alınz ve icab eden ilânı yaparım dedim. Bu şart ile büyük dinî şairimiz bize fevkalâde nefis bir şiir gönderdiler. 36
İSTİKLÂL MARŞI Diğer altı şiirle beraber nazar-ı tedkikinize arzedeceğiz. İntihab size aittir. Arkadaşlar, re’yimi ihsas ediyorum. Beğenmek, takdir etmek hususunda haiz-i hürriyetim. İntihabımı yapmışım. Fakat sizin intihabınız benim intihabımı nakzedebilir. Arkadaşlar bu size aittir efendim.
Hamdullah Subhi, bu sözleri söyledikten sonra Mehmet Akif in İstiklâl Marşı’nı kürsüden ahenkli sesiyle ve büyük bir heyecanla okur. Meclis’te, her kıt’a okundukça şiddetli alkışlar kopmaktadır: Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak (Şiddetli alkışlar) Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak, O benimdir, o benim milletimindir ancak! Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl, Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet, bu celâl? Sana olmaz dökülen kanlarımız soma helâl. Hakkıdır HaJkk’a tapan milletimin istiklâl. (Alkışlar) Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım, Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım! Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım, Yırtarım dağlan, enginlere sığmam taşanm. (Şiddetli alkışlar) Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar, Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar, “Medeniyyet” dediğin tek dişi kalmış canavar? (Şiddetli alkışlar) Arkadaş, yurduma alçaklan uğratma sakın Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın. Doğacaktır sana vâdettiği günler Hakk’m Kim bilir belki yann belld yarından da yakın. (Şiddetli alkışlar) Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı! Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. 37
İSTİKLÂL MARŞI
Sen şehîd oğlusun, incitme yazıktır atanı, Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı. (Alkışlar)
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ? (Alkışlar) Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan, şühedâ! Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ, Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ. (İnşallah sesleri) Ruhumun senden İlâhi şudur ancak emeli: Değmesin mâbedir.ıin göğsüne nâmahrem eli; Bu ezanlar -ki şahadetleri dinin temeliEbedî yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım; Her cerihamdan İlahî boşanıp kanlı yaşını, Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden nâşım; O zaman yükselerek Arş’a değer belki başım! (Alkışlar) Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl; Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl; Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl: Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet, Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin İstiklâl. (Sürekli alkışlar)
İstiklâl Marşı’ıun resmen kabulü O gün Meclis bir alkış tufanına boğulmuştu. Fakat İstiklâl Marşı’nm resmen kabulü, 12 Mart 1337 (1921) tari hinde yapılan oturumda gerçekleşti. Başkanlık kürsüsünde Dr. Adnan oturuyordu. O günkü görüşmeler şu şekilde cereyan etmiştir: Hamdullah Subhi Bey: Arkadaşlar, İstiklâl marşları hakkında Vekâlet tarafından vaki olan davet üzerine ne kadar marş elimize gelmiş ise bunları bir encümen marifetiyle tetkik ettik, neticeyi hey’et-i celîlenize arzettik. Bunları görmek arzu buyurdunuz, matbu olarak tevzi edildi 38
İSTİKLÂL MARŞI efendim. Bu nokta üzerine nazar-ı dikkatinizi celbetmek isterim. Bu istiklâl marşları taraf-ı âlînizden tedkik edildikten sonra intihabınız hangi şiir üzerinde temerküz ederse ikinci bir muamele daha yapılacaktır: Bestekârlara yollayacağız, bestekârlar dahi bize muhtelif besteler yollayacaklardır. Onlar arasında da bir intihab yapılacaktır. Anadolu mücadelesi uzun müddetten beri devam ediyor. Bunu ifade etmek, bunun ruhunu söylemek üzere yazılmış olan bu şiirler ne kadar evvel bir karara iktiran ederse şüphesiz daha fazla müstefid oluruz. Hey’et-i celilenizden istirham ediyorum. Şiirler mütalâa edilmiştir. Bunu bir hey ete birencümene mi verirsiniz,hey’et-i umumiyece bir karara mı rabtedersiniz, ne arzu buyurursanız yapınız. Reis: Maarif Vekâleti bu İstiklâl Marşı’nm bugün ruznâmeye alınarak müzâkeresini arzu ediyor. Bugün müzâkeresin i kabul edenler lütfen el kaldırsın. Kabul edildi. Muhiddin Baha Bey: Muhterem efendiler, söyleyeceğim sözlerin yanlış anlaşılmamasını, bir maksad-ı mahsusa hamledilmemesini te’minen ibtida bir hakikatten bahsede ceğim. Bu millî marş müsabakası ilân edildiği zaman müsabakaya ben de iştirak etmek istedim. Fakat bu mesele öyle bir cereyan almıştır ki, bendeniz bu müsabaka işinden sarf-ı nazar ediyorum. “M” imzalı şiir bendenizindir. Bunu idhal buyurmayınız. Yine Kemâleddin Kâmi nâmında biri vardır ki aynı sebepten dolayı gazetemizde kendi şiirini geriye almıştır. Bunun üzerine mütalaanızı beyan buyurur sunuz. Bir encümen-i edebî teşkil edersiniz, ne yapılacaktır,! ona göre. Reis: Burada bir mes’ele var. İstiklâl marşlarını doğrudan doğruya hey’et-i umumiyede müzakere ederek bir karar mı vereceksiniz, yoksa bir encümene mi havale edeceksiniz? Besim Atalay Bey (Kütahya): Efendim, şiirler iki türlüdür Ya hislerin mâkesidir, yahud derin veyahud ağlatıcı bir ruhun, ağlatıcı bir galeyânm aksidir. Şiir bu iki şekil üzerine doğarsa makbul ve mu’teberdir. Dünyâda o şiirler ki halk arasında yaşar. Ya yüksek ve bedîî bir hisden doğar, yahud bir halecandan doğar. Böyle olmayıp da 39
İSTİKLÂL MARŞI ısmarlama tarîkiyle yazılırsa bu şiirler yaşamaz. Bizim Cezâir marşımız vardır. Bu, halk arasında yaşıyor. Bu, müsâbaka ile yazılmamıştı. Bu, ağlayan bir ruhun eline silâhını alarak düşmana koşan, vatanına koşan bir ruhun hissiyyâtına terennüm eder. Marsiyez’in nasıl söylendiğini bilirsiniz. İnkılâbı kebîr esnasında silâhını almış koşan bir gencin söylediği şiir birdenbire teammüm etmişdir. Evvelâ bu gibi şiirlerin memleketin ma’ruz kaldığı felâketlere ağlayarak, titreyerek evvelâ güftesi değil, bestesi söylenir. Ismarlama şiirlere verilecek memleketin parası yoktur. Hamdullah Subhi Bey (Antalya): Arkadaşlar, bir hatâ üzerine, bir galatı rü’yet üzerine dikkati âlînizi celbetmek isterim. Bilhassa para mes’elesi ile bu şiirler arasında bir münâsebet bulmak gayet yanlış bir noktai nazardır. Memleketin kuvâyi maddiyye ve ma’neviyyesi vardır. İstihlâsı vatan mücâdelesini yapan milletin vekilleri, onun vekillerinin vekilleri halkın heyecânını ifâde etmek üzere memleketin şâirlerine mürâcaat etmişdir. Bu şâirler ilk defa şiirlerini yazmamışdır. Arkadaşlar, bize şiirlerini yollayan şâirler, seneler arasında bütün memleketin kederlerini, ıztırablarım, bütün mefâhirini söyleyen şiirler yazmışlardır. Demek para mukaabilinde şiir mevzuu bahs değildir. Biz halkın ruhunu, heyecânını ifâde eden şiirler yazmak için şâirlerimize mürâcaat etdik. Hiç biri para hakkında bir şey söylememişdir: Geçen defa işâret ettiğim üzere nazarı dikkatinizi celbediyorum: Mehmed Âkif bey ki bu şâirler arasmda para mes’elesinden kaçman arkadaşla rımızdan birisidir. Zâten senelerden beri en yüksek en İlâhî bir belâğatla yazmışdır. Yeniden yazmakdan çekinmesi ba’zılarının hatırına para gelir diye korkmasındandır ve ona binâen yazmamışdır. Ben gelen şiirleri okuduktan sonra bu işde vazîfedar etdiğiniz bir arkadaşınız sıfatiyle arzu etdim ki bir kuvvetli şiir daha bulunsun ve kendilerine mürâcaat etdim. Bunun üzerine kendileri de bir şür yazdılar, gönderdiler. Besim Atalay beyin halk şiirlerinin - bilhassa büyük vekaayii milliyyeye tealluk eden şiirlerinbir sipârişi mahsus üzerine doğmadığı sözü gayet vâriddir.Yalınız bizim şimdiye kadar mevcud olan şiirleri40
İSTİKLÂL MARŞI miz bugünkü mac&delemizi ifâde etmiyorsa, şâirlerimizin kendi duygularını ifâde etmeleri kat’iyyen doğru değildir. Kendileri şu noktada haklıdırlar: Bütün şiirler ve millî şiirler cihanın en ma’ruf olan şiirleri halk hareketleri arasından doğmuş olan şiirlerdir. Fakat i’tiraf ederim ki bu şiirler aramızda daha doğmamışdır. Doğmasını arzu etmek bizim için vazifedir. Şâirlerimize müracaat ettik ve bize çok güzel şiirler yazdılar. Bu şiirler arasında intihab hakkı hey’et-i aliyyenize âittir. Şiirleri okuyunuz. Ben istirham ediyorum ki, bir an evvel bu şiirlerin bestelenmesi için bir karar ittihaz ediniz ve bütün milletin lisânına geçmesi için isti’cal buyurunuz. Doktor Suad Bey (Kastamonu): Beyler, esâsen meslekim şiirle, edebiyyatla iştigale müsâid değildir. Bu i’tibarla arzedeceğim îzâhatı şiir vf edebiyyat tenkidatı gibi arzetmeyeceğim. Ancak Hamdullah Subhi bey efendi geçenlerde bu kürsüde, bu şiirleri inşad etdiği vakit, Meclisde büyük bir gürültü olmuşdu. Ondan anlaşılıyordu ki bu İstiklâl marşı olarak, bu şiirlerden birisinin intihab edilmesini teklif ederlerse çok güzel birşey olacak. Bendeniz Âkif beyin diğer eserlerini de okumuşum. Esâsen bir marş bir milletin heyecanlarını, tehassüsâtmı terennüm etmek i’tibariyle kıymetli ise Akif beyin son yaptığı İstiklâl marşından evvel inşad etmiş olduğu şiirler zâten bidâyeti inşadından çok evvel bizim hissiyâtımızı, tehassüsâtımızı ifâde etmişdir. Kendisinin memleketin tehassüsâtma karşı ne kadar bir kudreti şi’riyyesi olduğunu ve garb ve şark âlemi hakkmdaki tehassüsâtmm en güzel nümûnelerini “Safahat” ismindeki eserleri gösterir. Bu i’tibar ile bu kahramânı edebî tebcil etmemek elden gelmez. Bendeniz kendi namıma Mehmed Âkif beyin büyük bir ünvan ile tertib etdiği eseri tedkik etmek istemem. Tahsîsen bu mes’elede bunların içinde yazmış olduğu marşların en güzeli İstiklâl marşıdır ve bundan evvel de Meclisde büyük bir vecd uyandırmıştır. Onun için dürü diraz mütâlaa etmeksizin bunun tasvib edilmesini teklif ederim. Hacı Tevfik Efendi (Kengırı): Efendiler, bendeniz bu şiirin şu hakikat kürsülerine naslı çıkdığma tehayyür 41
İSTİKLÂL MARŞI ediyorum. Bunu Meclisi Meârif kendisi intihab eder, kendisi tercih eder, kendisi yapar. Gerçi şiir bir meziyetdir, gerçi şiir bir zî verdir. Lâkin bir hayâldir. Bu kürsü hakikate çıkması doğru değildir. Eğer tercih lâzım geliyorsa Âkif beyin şiir gayet güzel yazılmışdır. Lâkin biz âşiyanda değiliz. Millet Meclisinin kürsüsünde olduğumuzu unut mayalım, bunu Maârif Encümeni kendisi mütâlaa etsin, kendisi takdir etsin, kendisi tercih etsin (doğru sesleri). Tunalı Hilmi Bey (Bolu): Arkadaşlar, mes’ele gayet mühimdir. Eğer bu marş milletin ruhunu kavrayabilecek bir marş ise onda ufacık bir yakışıksızlık diyelim, sonra o marş için pek büyük düşüklük verir. Biraz serbest söyleyemiyorum, kusura bakmayınız. Burada edebî tenkîdâta girişecek değilim. Binâen’aleyh yalımz fikrimi kısaca arzedeceğim. Kat’iyyen Hamdullan Subhi beyin istî’câline iştirâk edemem (biz ederiz sesleri), edemem. Bir kerre bu marş milletin ruhundan doğan bir marş değildir. Besim Atalay beyin hakkı vardır. Milletin ruhuna tercüman olacak bir marş olmalı (gürültüler). Reis: Kesmeyelim, böyle müzâkere edemeyiz ki... Tunalı Hilmi bey (devamla): Bu, o kadar müzâkereye lâyıkdır ki siz takdir edemezsiniz. Refik Şevket Bey (Saruhan): Reis bey, usulü müzâkere hakkında söz isterim. Müsaâde buyurur musunuz? Şiirler sahihlerinin malıdır. Beğenirsek re’y veririz, beğenmezsek re’y vermeyiz. Herkesin muhterem şahsiyyâtına tecâvüz etmeyerek kabul edelim veyahud etmeyelim, recâ ederim. Tunalı Hilmi Bey (Bolu): Gerek şu şiire ve gerek şu manzumelere karşı birşey söyledim mi ki böyle söylüyor sunuz? İsim zikretmedim, iyi dinleyiniz, kulaklarınızı açınız. Arkadaşlar, istirham ederim, bunu bir encümeni mahsus teşkil edelim, otaya havale edelim, bu manzumele rin birini intihab etsin. Asıl mes’ele buradadır. O encümeni mahsus intihab ettiği manzumenin sahibini çağırır, der ki ona, şu mısraı terk ederseniz veya şu meâlde tebdil ederseniz ve şu kelimenin bununla tebdîlı elzemdir, o zaman o manzume daha parlak olur. Sahibi muvâfakat eder ve manzume daha iyi olur. İstirham ederim, bu noktaya; dikkat 42
İSTİKLÂL MARŞI buyurunuz. Arkadaşlar, manzumenin başdan başa iyi olmasını bütün samîmiyyetimle arzu ediyorum ve bu teklifde bulunuyorum (gürültüler). Müsâade buyurunuz, bana biri imzalı,biri imzasız iki mektub geldi. Bu mektubda deniliyor ki: diğer verilmiş olan manzumeleri de okuyunuz, onların içinde intihab edilmiş olanlardan daha muvâfıkı vardır (Handeler — “Memiş Çavuş” sesleri). Sahibi mektup garb ordusuna gitdi, imzasiyle gösterebilirim. Arkadaşlar, tekrar ısrar ediyorum, bir encümeni mahsusi edebî teşkil edilmelidir ve intihab onun re’yine bırakılmalıdır (hayır sesleri — gürültüler). Reis: Efendim, müsâade buyurunuz. Trabzon meb’usu Celâl beyin İstiklâl marşı ile bir takriri var:
Riyâset-i Celîleye Min gayri haddim karaladığım gayri matbu’ İstiklâl marşının Meclisi âlî huzurunda kıraat olunmasını teklif eylerim. Trabzon meb’usu Celâl Reis: Müsâade buyurunuz, recâ ederim. Zannediyorum ki bu hey’eti celîlelerine dağıtılan manzumeler müddeti muayyene zarfında toplanıp da şimdi intihab edilenlerdir. Bunun müsâbakaya idhali kaabil midir? (hayır, hayır sesleri). İhsan Bey: (Cebeli Bereket): Şekil aramıyoruz, iyi ise dinleyelim .(muvafık sesleri). Reis: Efendim, müsâade buyurunuz. Tekrar ediyorum: Muayyen bir zaman zarfında marş müsâbakası i’lân edildi. Onlardan Maârif Vekâleti intihab etmiş, göndermiş. Şimdi bu gönderdiği marşlardan birinin intihabım hey’eti umumiyyede kendisi ta’kîbediyor. Bunu kabul etdikten sonra yaruı vaakî olarak mürâcaatları da reddedemeyeceğiz. Refik Bey (Konya): Nasıl reddedeceksiniz? İlânihâye devm edecekdir. İhsan Bey (Cebeli Bereket): Marş lâzımdır. Hangisi güzel olursa o lâzımdır. Reis: Bu marşın okunmasını kabul buyuranlar lütfen el kaldırsın (kabul edilmedi efendim). 43
İSTİKLÂL MARŞI
Hamdi Namık Bey (İzmit): Efendiler, millî bir marş yapmak ihtiyacı hasıl olmuş, Maârif Vekili şâirleri musâbakaya da’vet etmiş, bir çok şiirler içerisinden bir kaç parça intihab ve tab’edilmiş. Bendeniz anlamıyorum, bu, bir . Meclisi Millî işi midir, bir Encümeni Edebî işi midir? (millet işidir sesleri). Millet işidir şübhesizefendiler.Fakatnia’lum-u âlîniz şiir mes’elesi bir san’at meselesidir. Eğer bunu tercîh etmek hakkını biz der’uhde ediyorsak,aramızda şiirle tevağğul etmiş arkadaşlarımızdan bir Encümeni Edebî teşkîl edelim, onar tedkik etsinler. Geçen gün bu maksadla söylediğim bir söz sûi telâkkiye uğramışdır. Binâen’aleyh eğer bunun tedkîki için içimizden bir encümen teşkîl etmeyecek olursak o hak doğrudan doğruya Maârif Vekâletine âiddir. Noktai nazarım îzah etsin, ya kabul edersiniz, yahud kabul etmezsiniz. Bunun uzun uzadıya sürünmesine hacet yokdur (gürültüler). Hüseyin Bey (Ma’muretul’aziz): Maârif Vekâletine ne kadar şiir verilmiş ise yeniden bir encümene verilsin ve orada tedkik edilsin. Hamdullah Subhi Bey (Maârif Vekili): — Arkadaşlar, Refik Şevket beyin sözünü tekrar ediyorum. Bu şiirler mevzuu bahs olduğu vakit lüzumsuz yere, hattâ arzumuz hilâfında şiirler yazmış olan arkadaşlarımız için böyle bir söz buradan çıkmamalıdır. Bahusus ki, arkadaşlar, ısmar lama sözü ve halkın tercümanı olmaz sözü yanlışdır. Çünkü halkın mümessilleri olan sizlerin huzurunda okunan şiirin hey’eti alîyyeniz üzerindeki a’zamî te’sîrine bendeniz de şâhid olurum. Eğer halkın te’sîrini anlamak için kendi kalbimizden başka mîyârımız varsa o başkadır. Eğer halkın te’sîrini kendimiz anlayacak olursak halkın kalbini de anlamış oluruz. Şimdi, arkadaşlar bendeniz diyeceğim ki yeni bir Encümen-i Edebîye havâle edersek bir fâide mutasavver olabilir, eğer encümen kararını verip bitirecek ise. Fakat zannediyorum, Meclisinizin verdiği karar ve ısrar,etdiği nokta kendisi bu işi halletmekdir. O halde Encümenden çıkıp yine hey’etinize gelecekdir, yine bu vaz’iyyet hasıl olacakdır. O halde burada yedi tâne şiir vardır. Riyâset bunları ayrı ayn re’ye vazetsin. Hangisi 44
İSTİKLÂL MARŞI tarafınızdan mazharı takdir olursa onu kabul edersiniz (doğru sesleri).
Reis: Efendim, müzâkerenin kifâyetine dâir takrirler var. Müzâkerenin kifâyetini re’ye koyacağım. Müzâkereyi kâfi görenler lütfen el kaldırsın (kabul edildi). Kırşehir meb’usu Yahya Galib beyin bir takriri var: Riyâseti Celîleye Muhiddin Bey’in inşad ettikleri marşın kürsüde tarafla rından okunmasını teklif eylerim. 12 Mart 1337 Kırşehir meb’usu Yahya Galib Reis: Kabul edenler lütfen ellerini kaldırsın (kabul edilmedi). Reis: Efendim, Muş meb’usu Abdülgani beyin bir takriri var: Riyâseti Celîleye İstiklâl marşı Maârif Vekâletince müsâbakaya vaz’edilmiş ve intihabı Vekâleti .mezbureye âid bulunmuş olduğundan ve Meclisi âlî bir Meclisi Edebî olmadığından intihabın dahi Maârif Vekâletine âid olduğunu arz ve teklif eylerim. 12 Mart 1337 Muş meb’usu Abdülgani Reis: Kabul edenler lütfen el kaldırsın (kabul edilmedi efendim). Reis: Efendim, Saruhan meb’usu Avni beyin takrir var: Riyâseti Celîleye İstiklâl marşı vatanî bir parça olmakla beraber her halde şâyânı teslimdir ki şiir, mûsiki, vatanî olması lâzım gelen bu marşın tedkîki her halde bir ihtisas ve ehli hibre mes’elesidir. Binâen’aleyh bu marşın tefrik ve kabulü için erbabı ihtisasdan mürekkeb bir encümene tevdiini ve ba’dehû bestelenmesini teklif eylerim. 12 Mart 1337 Saruhan meb’usu Avni Reis: Efendim, bu teklifi kabul edenler lütfen ellerini kaldırsın, (kabul edilmedi). 45
İSTİKLÂL MARŞI
Reis:— Şimdi, efendim, müzâkerenin kifâyetine dâir muhtelif takrirler var. Yahud her marşı hey’eti aliyyenizin re’yine koyalım. Basri bey (Karesi): Reis bey, bizim bir takririmiz vardır. Suad Bey’in de bir takriri var. Reis: — Meclisi âlî re’yini ne suretle izhâr ederse, ondan sonra anlaşılacaktır. Riyâseti Celîleye Müzâkerenin kifâyetini ve Mehmed Âkif Bey’in İstiklâl marşının kabulünü teklif ederim. 12 Mart 1337 Kastamonu meb’usu Doktor Süad Riyâseti Celileye İstiklâl marşının şu’belerce teşkil edilecek bir encümeni mahsus tarafından tedkik ve tasdik olunmasını teklif ederim. 12 Mart 1337 Bolu meb’usu Tunalı Hilmi Reis: Bu takriri kabul edenler ellerini kaldırsın (red olundu). Riyâseti Celileye Şiirin besteye gelip gelmemesi mes’elesi vardır. Şuarâ ve bestekârlardan mürekkeb bir encümen teşkilini teklif eylerim. 12 Mart 1337 Ertuğrul meb’usu Necib Reis: Aynı meâlde bir çok takrirler vardır. Necib Bey’in takririni kabul edenler lütfen ellerini kaldırsın (reddedildi). Riyâseti Celileye Bütün Meclisin ve halkın takdirâtmı celbeden Mehmed Âkif Beyefendinin şiirinin tercihan kabulünü teklif ederim. 12 Mart 1337 Karesi meb’usu H. Basri Riyâseti Celileye^ Müzâkerenin kifâyetiyle Mehmed Âkif Beyin marşının kabul edilmesini teklif eylerim. 12 Mart 1337 Ankara meb’usu 46 Ş em şeddin
İSTİKLÂL MARŞI
Riyâseti Celileye İstiklâl marşlarını matbu’ varakalarda hepimiz ayn ayn - tedkik ettiğimiz için encümen havalesine lüzum yoktur. Mehmed Akif Bey e âit olanın Millî marş olarak kabulünü teklif ederim. 12 Mart 1337 Bursa meb’usu Operatör Emin Riyâseti Celileye Kâffei ervahı İslâm üzerine kırâati. heyecanlar tevlid edecek derecede i’cazkâr olan İslâm şâiri Mehmed Âkif Bey’in marşının takdîren kabulünü teklif eylerim. 12 Mart 1337 Bitlis meb’usu Yusuf Ziya Riyâseti Celileye Müzâkerenin kifâyetiyle Mehmed Âkif Bey’in marşının marşı her vech ile müreccah ve Meclisi âlînin ruhi ma’nevîsine evfak olmağa kabul edilmesini teklif ederim. 12 Mart 1337 İsparta meb’usu İbrahim Riyâseti Celileye Mehmed Akif bey tarafından inşad edilen marşm kendi tarafından kürsüde kıraat edilmesini teklif eylerim. Kırşehir meb’usu Yahya Galib Reis: Bu takrirlerin hepsi Mehmed Âkif Bey’in şiirinin kabulünü mütezammmdır (re’ye sesleri) müsâade buyuru nuz, recâ ederim, müsâade buyurunuz efendiler. Tunalı Hilmi Bey (Bolu): Reis bey, müsâade buyurursa nız Mehmed Âkif beyin marşını re’ye vaz’mdan evvel bendeniz ufacık bir recâ edeceğim. Tebdil edilmesi ihtimâli vardır. Reis — Müzâkere bitmişdir efendim, recâ ederim. Salih Efendi (Erzurum): Bendeniz bir şey arzedeceğim. Reis: Müzâkere bitmişdir. Maârif Vekâletinin teklifi _•
47
İSTİKLÂL MARŞI vardır. Her marşı ayrı ayrı re’ye koyunuz diye teklif etmişlerdi. Her marşın ayrı ayrı re’ye vaz’ını kabul buyuranlar lütfen el kaldırsın (kabul edilmedi). O halde bu takrirleri re’ye koyacağız. Basri Bey’in takririni re’ye koyuyorum (Basri beyin takriri tekrar okundu). Reis: Basri beyin takririni kabul buyuranlar lütfen el kaldırsın (kabul edildi efendim). (Gürültüler ve ı-ed sadâları) Refik Şevket Bey (Saruhan): Mehmed Âkif beyin aleyhinde bulunanlar da ellerini kaldırsın ki ona göre muhaliflerin mikdarı anlaşılsın (muvafıkdır, anlaşılsın sadaları). Reis: Bu takriri kabul edenler, yani Mehmed Âkif Beyefendi tarafından yazılan marşın, İstiklâl Marşı olmak üzere tanınmasını kabul edenler lütfen el kaldırsın (ekseriyyeti azime ile kabul edildi). Müfid efendi (Kırşehir): — Reis bey, yalnız bir şey arzedeceğim. Hamdullah Subhi Bey’in bu marşı, bu kürsüden bir daha okumasını recâ ediyorum (gürültüler). Refik Bey (Konya): Milletin rûhuna tercüman olan işbu İstiklâl Marşı’nın ayakta okunmasını teklif ediyorum. Reis Bey: Müsâade buyurunuz efendim. Hey’et-i muhte reme bu marşı kabul ettiğinden tabii resmî bir İstiklâl Marşı olarak tanımıştır. Binâen’aleyh ayakta dinlememiz icab eder. Buyurunuz efendiler. Hamdullah Subhi (Tanrıöver) kürsüye gelerek İstiklâl Marşı’nı büyük bir heyecanla tekrar okudu. Bütün milletvekilleri, Millî Mücadele’nin rûhunu fevkalâde bir ifadeyle terennüm eden bu büyük şiiri ürpertiler geçirerek dinlediler. Bu, İstiklâl Marşı’nın resmî niarş olarak ilk terennümü ve ayakta dinlenilişiydi. Fakat Âkif o sırada Meclis’te yoktu, çünkü görüşmeler başladığında mahcubiyetinden fazla kalamamış, sessizce, bir gölge gibi çıkıp gitmişti. İstiklâl Marşı resmen kabul edildikten sonra, Taceddin Dergâhı, Âkif in dostlarıyla, tebrike gelenlerle dolup taştı. Koyu çaylar içildi ve koyu sohbetler yapıldı. 48
İSTİKLÂL MARŞI 500 liralık ödül ne oldu? Mehmet Âkif, müsabaka birincisine verilecek olan 500 lirayı almış ve Darü’l-Mesai adlı kuruluşa armağan etmiştir. Darü’l-Mesai, fakir müslüman kadınlara ve çocuklara çeşitli işler öğreterek yoksulluklarına son vermek gayesiyle kurulmuş bir hayır derneğidir. Yine soğuk Ankara kışlarında ceketle gezmeye devam eden AMfin seciyesi bu parayı kendi ihtiyaçları için harcamaya müsait değildi. Sadece mükâfatı değil, İstiklâl Marşı’m da Türk milletine armağan etmiş, bunun için Safahat’ma almamıştır. Ne yazık ki, ölümünden sonraki baskılara, İstiklâl Marşı, Âkif in arzusu hilâfına konmuş tur.
49
İSTİKLÂL MARŞI
Dördüncü Bölüm
İSTİKLÂL MARŞI BESTELENİYOR Mehmet Âkif ixı İstiklâl Marşı resmen kabul edildikten sonra, sıra beste yarışmasına gelmişti. Fakat Meclis işlerinin çokluğu dolayısıyla bu işi Maarif Vekâleti’ne bıraktı. O günlerde Ankara’da büyük bir heyecan yaşanı yordu; Yunan ordusu Anadolu içlerine kadar girmiş, PolatlI’ya yaklaşmıştı. Muhacir kafileleri Kayseri ve Kastamonu taraflarına akın ediyor, hatta hükümetin ve Meclis’in Kayseri’ye nakli bile düşünülüyordu. Mehmed Âkif, Ankara’nın tahliyesine şiddetle karşı olanlar arasındaydı; ona göre, bir kere dağılınca, artık toplanmak imkânsızdı. Sonunda, Meclis’te ordunun Sakar ya’da savunma düzenine geçmesi fikri galip gelmiş, Ankara’nın tahliyesinden vazgeçilmişti. Bununla beraber, Mehmet Âkif, her ihtimale karşı Eşref Edip’i Kayseri’ye gönderdi; Sebilürreşad bir müddet orada neşredilecekti. Bu arada Maarif Vekâleti, İstiklâl Marşı için bir beste yarışması açmış, fakat sonuçlandırmaya vakit bulamamış tı. Bu yarışmaya 24 bestecinin katıldığım biliyoruz; Ahmet Cemalettin Çinkılıç, Ahmet Yekta Madran, Ali Rıfat Çağatay, Giriftzen Asım Bey, Bedri Zebaç, Haşan Basri Çantay, Hüseyin Saadettin Arel, İsmail Hakkı Bey, İsmail Zühdü, Kâzım Uz, Lemi Atlı, Mehmet Baha Pars, Mustafa Sunar, Rauf Yekta, Sadettin Kaynak, Zati Arca, Zeki Üngör, Ahmet Muhtar Ataman, Bimen Şen, İsmail Fenni Ertuğrul, 50
İSTİKLÂL MARŞI
İzzettin Hümayi Elçioğlu, Kâzım Karabekir, Leyla Saz, Muhlis Sabahattin, Musa Süreyya Bey, O. Şevki Uludağ, Mustafa Nezihi Albayrak, Santuri Edhem Efendi, Sedat Öztoprak, Suphi Ezgi. Beste yarışması sonuçlanmamıştn’ ama, bazı bestekâr lar, bestelerini kendi muhitlerinde yaymaya çalışmış, bu yüzden Türkiye’nin değişik bölgelerinde değişik besteler çalınıp söylenmeye başlamıştır. Bu durumu Eteni Üngör, Türk Marşlan adlı kitabında şöyle anlatıyor:
“O sıralarda Edirne’de müzik öğretmeni bulunan Ahmet Yekta Madran kendi marşını Edine ve havalisinde yaymaya ve söyletmeye başlamıştır. İzmir’de müzik öğretmeni bulunan İsmail Zühdü de kendi marşım İzmir ve hayalisi ile Eskişehir’de yaymakta idi. Ankara’da da Zeki Üngör’ün marşı söylenmekte olup İstanbul’da ise iki marş söylenip yayılmakta idi. Bunlardan İstanbul tarafında birçok mekteplerde öğretmenlik yapan Zati Arca’nın, Kadıköy tarafında ise Ali Rıfat Çağatay’ın bestesi söylenmekte idi. “Bu durum birkaç yıl böyle devam etmiş ve 1924’de Ankara’da Maarif Vekâleti’nde toplanan bir kımıl Ali Rıfat Çağatay’ın marşını resmi marş olarak kabul ederek ilgili kurullar ile bütün okullara bildirmiştir. Bu marş 1924’ten 1930 yıllarına kadar söylenip çalındıktan sonra 1930 sıralarında yeni bir emirle Riyaset-i Cumhur Orkestrası Şefi Zeki Üngör’ün bestesi milli marş olarak kabul edilmiştir. Zeki Üngör, İstiklâl Marşı’nın besteleniş hikâyesini şöyle anlatmıştır: “İstiklâl savaş mm devam ettiği sıralarda ben Muzıka-i Humayun muallimi idim. Yani doğrudan doğruya saraya ve Vahdettin’e bağlıydık. Bando, fasıl takımı ve orkestra benim emrimde idi. “Şişli’de Uğurlu Han'ın 4 numarasında oturuyordum. Kurtuluş ordusu süvarilerinin İzmir’e girdiklerinden iki veya üç gün sonra evimde, Talim-Terbiye Hey’eti azası ve 51
İSTİKLÂL MARŞI
tçrbiye mütehassısı dostum Haydar merhumla oturuyor duk. Kapı çalındı. İlkokul öğretmeni İhsan merhum geldi. Büyük bir heyecan içinde süvarilerin İzmir’e gmşlerini anlatmaya başladı. Hepimiz coşmuştuk. Hemen kalkıp piyano başına geçtim. Ve derhal içimden doğan parçayı çalmaya koyuldum. “Böylece marşın ilk “ti” yerine kadar akoru çıktı. Bu şekilde iki üç mezür yaptım. Arkadaşlarım: “Aman, dediler, bu çok güzel bir şey olacak.” Bunun üzerine İhsan’a rica ettim. O anlattı, ben çaldım. Böylece kısa zamanda eserin taslağı ortaya çıktı. Ertesi gün de çalıştım. İki gün soma beste bitti. Götürüp arkadaşlara gösterdim. Çok beğendiler. Bunun üzerine bu müziği millî marş olarak takdime karar verdim. Kıymeti hakkında daha kati bir fikir edinmek maksadı ile besteyi Viyana Konservatuvan direktörüne gönderdim. On gün sonra direktörden gelen bir mektupta eserin çok orijinal bulunduğu ve melodisinin Türk ihtişamına yakışacak şekilde olduğu belirtilerek tebrik ediliyordum. “Bu mektup geldikten onbeş gün sonra beni Ankara’dan çağırdılar, gittim. Bana Muzıka-i Hümayun’u bütün kadrosu ile Ankara’ya nakletmek vazifesi verildi. Bunun üzerine tekrar İstanbul’a döndüm. Ve Ankara’ya ilk olarak başlarında piyanist Sadri’nin bulunduğu beş kişilik bir hey’et yolladım. Vahdettin henüz padişah olduğu için bu işleri gizli yapıyorduk. Bir ay sonra da kimseye birşey söylemeden Ankara’ya gittim. Ve hemen İstanbul’daki arkadaşları bir telgrafla çağırdım. Üç gün sonra geldiler. Böylece milli marşı bu hey’ete ilk defa olarak Ankara’da verilen o baloda Atatürk’ün huzurumda çaldık. İşte millî marş böyle bestelendi.” Mustafa Kemal’in Zeki Üngör’e ait marşı beğendiği ve diğerlerine tercih ettiği bir gerçektir. O, İstiklâl Marşı’nın Batı müziği ve “millî marş” anlayışına uygun olmasını istiyordu. Bunun için ister istemez Zeld Üngör’ün bestesi kabul edilmiştir. Etem Üngör, Zeki Üngör’ün yukarıda 52
İSTİKLÂL MARŞI
Ali Rıfat Çağatay’ın İstiklâl Marşı bestesinin ilk basımının kapağı.
naklettiğimiz sözlerinden, eseri önce sözsüz olarak beste lediği, daha sonra Mehmet Âkifin şiirini bu besteye giydirdiği neticesine varmaktadır. Bu yüzden meydana gelen prozodi hataları birçok uzman tarafından şiddetle tenkit edilmiştir. Etem Üngör, sözlerine şöyle devam ediyor:
“Bestekâr yukarıdaki beyanatının bir yerinde her ne kadar “Bu müziği millî marş olarak takdime karar verdim” diyorsa da, eserdeki ses'sahasını halk tabakasını nazar-ı dikkate almadan kullanması bestenin millî marş olarak 53
'i
İSTİKLÂL MARŞI
bestelenmediğini meydana çıkarmaktadır. Marş’taki bu teknik hatalardan başka, esas ritminden ağır çalınıp söylenmesinde bestekârının kusuru başta gelmektedir. Besteci bu durum şöyle anlatır: “Ben İstiklâl Marşı’nı bestelerken kulaklarımda İzmir’e koşan atlıların dörtnal sesleri vardı. Bir de marşın bugün aldığı şekli düşünün. Eserin başında metronomu 1 dörtlük 80 olan bir eser hiç bir vakit cenaze marşına benzemez. Plaklardaki ağır tempolu çalmışı ise, “Sahibinin Sesi” stüdyosunda orkestra ile plağa çaldığımız zaman teknis yenler, bunun çok sür’atli bir marş olduğunu ve dolayısı ile plağın ancak yansım doldurduğunu söylediler. Bu sebeple plağın aynı yüzüne bir marş daha çalmamızı rica ettiler. Ben böyle bir teklifi kabul edemezdim. O anda aklıma birşey geldi: “Marşı biraz ağır çalalım, böylece plak dolar. Sonra çalınırken gramofon biraz hızlıya ayarlanır, olur biter” dedim. Bu fikir pek münasip görüldü ve dediğim gibi yapıldı. Fakat bilahare böyle bir fikir vermekle hata ettiğimi anladım. Çünkü marş çalınırken gramofonun hızlıya ayarlanması icab ettiğini kim bilebilirdi?” “Görüldüğü gibi tam bir alaturka davranışla İstiklâl Marşı’mızm en can alacak noktası, ritmi ölü doğurtulmuştu. “Plak yapıldıktan sonra ağır ritim de bütün hafızalara yerleşti ve besteci ölümüne kadar bu ağır ritmi yürüğe götürmeye uğraştı durdu. “Ayrıca marşın Türk temlerini ifade etmediği ve hatta “Karman Silva” isimli bir operetten alındığı da iddia edilmiştir. “Bu konudaki makul olan umumi kanaat; her ne kadar yeniden daha iyisini yapmak imkânsız değilse de eskisinin artık bir tarih olmuşluğu hakikati nazara alınarak bunun üzerinde gerekli rötuşlarla mevcudu onarmaktır...”
54
İSTİKLÂL MARŞI
Ek Bölüm
İSTİKLÂL MARŞI’NIN MANASI İstiklâl Marşı’nın manasını en güzel anlatan Nihad Sami Banarlı’nın “İstiklâl Marşı’nın Mânası” adlı yazısıdır. Bu yazıyı okuyucularımıza sunuyoruz (bk. N.Sami Banarlı; Kültür Köprüsü, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 1985,s.346 vd.) Her dilin, bir takım söz ve söyleyiş incelikleri vardır; dilin dehâsından ve asırlarca işlenmesinden doğan ifâde sırlan vardır. Dillerde anahtar kelimeler vardır ki mânâsı nice iz’âna kapalı cümlelerin ve mısralarm hazînesini açar. Bunun için o dildeki umûmî üslûbu, dilin yapısını, cümle ve mısrâ mimârîsini, kelimelerin târihini, kısaca o dili iyi bilmek gerekir. Böyle bir bilgi,bilhassa dili öğrenme yaşmda ve durumunda olanlara husûsî bir okuma metodu ile öğretilir. Metodun ilk şartı kelimeleri bilmek ve onlara büyük kıymet vererek yetişmektir. Diller, asırlarca, en çok ses bakımından güzelleşip tekâmül ettikleri için de okumanın diğer büyük bir şartı kelimelerden yükselen sesi duymaktır. Böyle bir görüş ve anlayışla okunduğu takdirde, İstiklâl Marşı’nm, kapalı hattâ mânâsız samlan nice mısrâları, güneş ışığında parıldar: Bir mektepte okumadık ları hâlde, Türk saz şiirinden, mâni, koşma, destan ve türkülerden yükselen sesi duymaya alışık oldukları için, okumamış Türk halkının böyle sözlerdeki mânâyı sezme leri çok defâ okumuşlardan daha sağlam bir irfan temeline dayanır. 55
İSTİKLÂL MARŞI İstiklâl Marşı, 1921 yılında yazılmıştır. Bu târihte Anadolu’nun nice şehri düşman işgâlindeydi. Muazzam bir imparatorluğu dört yılda kaybeden Türk milletinin istiklâli tehlikedeydi. Yunanlılar, Batı Anadolu’da ancak Yunan ordusuna mahsus, vahşî bir üslûpla ilerliyorlardı. Türk orduları henüz derlenip toparlanmış değildi. Bu hengâme içinde geleceğe ümidle bakmak çok zordu. Buna rağmen Mehmed Akif, Türk milletinin geleceğinden ve Türk imânının zaferinden ümidini kesmeyen bir duygu içindeydi. İstiklâl Marşı’nda söylediği:
Garb’in âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar, Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var! inancıyla doluydu. Türk askerindeki bu millî ve dînî îmânı, O, daha Çanakkale Şehitleri için söylediği âbidede şiir’in duygularıyla dolup taştığı zamanlarda görmüştü.' İstiklâl Harbi başlayınca, belki de en müslümanımız olduğu halde Âkif, Halîfe’nin emrini, Şeyhülislâm’ın fetvâsmı dinlemiyerek Anadolu’ya koştu. İstanbul’dan Ankara’ya kadar hemen hemen yürüyerek gitti. Giderken de inandığı milletini daha yakından gördü ve her yerde onu coşturacak sözler söyledi, vaazlar verdi. Aynı günlerde vatan topraklarını adım adım dolaşmak tan doğan bir cesâretle bu topraklara:
Ey benim her taşı bir mâbed-i îmân yurdum, Seni er geç bana bir gün verecek, mâbûdum! diye seslenen O’ydu. Sonra, Bursa şehri düşünce, Bülbül şiirini yazdı. O kadar rûhânî bir fetih ve kuruluş şehrinin; bir câmiler ve türbeler diyânnın düşman eline geçmesi yürekler acısıydı. Üstelik, bir Yunan subayı, Bursa’da Sultan Osman’ın Türbesi kubbesine çıkarak Osmanlı Devleti’nin kurucusuna hakâret savurmuştu. 56
İSTİKLÂL MARŞI Böyle bir ıztıraptan doğan Bülbül şiirinde yalnız ıztırâbın ve şiirin yüceliği değil, aynı zamanda Türkçe’nin sırlan vardı. Bu şiirde Türk dili’nin, canlı varlıkmış gibi, ıztırapdan inleyen sesi duyuluyordu. Şiirin: Eşin var, âşiyâmn var, baharın var ki beklerdin, Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin O zümrüd tahta kondun, bir semavî saltanat kürdim Cihânın yurdu hep çiğnense çiğnenmez senin yurdun! Bu gün bir yemyeşil vâdî, yarın bir kıpkızıl gülşen, Gezersin, hânümâmn şen, için şen, kâinâtm şen. Neden öyleyse mâtemlerle eyyamın perişandır, Niçin bir katracık göğsünde bir umman hurûşandır? gibi mısrâlardan yükselen sesleri farkedenler hemen duyarlar ki bu şiirde kelimeler ağlıyor. Bu ağlayış, Bülbül şiirini meydana getiren kelimelerin nice hecelerinde ısrarla tekrarlanan in, m, un, iri,m seslerinin âhengindedir. Türkçe’nin sırlarından olan böyle alliterasyon’lann yine böyle şiirlere bilerek değil de kendiliğinden gelip sıralan ması, ancak dilin dehâsını kavramış büyük şâirlerin eserlerinde görülen mazhariyettir. İşte Türkçeyi, bir şehrimizin kaybı için böylesine inleten büyük şâir, birgün bu milletin ve bu vatanın istiklâli için şür söylerse bu şiir elbette o ulvî heyecâna yakışacaktı. Nitekim öyle oldu: O günlerin ıztırâbı, sonsuzdu. Millet kan ağlıyordu. Bakışlar, nerde bir al görseler, şiddetle ürperiyor, her alı bayrak sanıp onun geleceğinden endişe duyuyordu: Acabâ bütün Balkanlarda, Kafkaslarda ve dünkü yurdun daha nice ülkelerinde ve adalarında olduğu gibi, bu bayrak, anavatandada bir gün sönecek miydi? 57
İSTİKLÂL MARŞI Bir milletin bütün gönülleri bu en büyük azâb içinde iken, yurdda yine akşamlar oluyordu. Yine ufuklarda bayrak renkleri yanıyor ve sonra sönüyordu. Bir gurub ufkuna bakan gözler; önce hiç sönmiyecek sanılan bu al renk tûfanları kısa zamanda yok olup da yerini karanlıklar sarınca, ister istemez, aynı sızıyı duyuyordu: — Acaba albayrağın sonu da böylece sönmek midir? İşte Mehmed Akif’in İstiklâl Marşı’nda yükselen erkek sesi, vatan semâlarında böyle zamanda gürledi:
Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen alsancak! Neden? Çünkü korkmak, her zaman ödü patlamak mânasında değildir. Korkmak, çoğu zaman, asîl bir his, bir endişe’dir: “Çocuğun, çok ateşi var, doktor, korkuyorum!” diyen bir annenin asîl korkusu gibi... Bir tren istasyonunda, bir uçak alanında tren veyâ uçak gelmeyip de yollan kar, ufukları karanlıklar sarmca: “Ge ciktiler, yolda kalmalarından, bir kazaya uğramaların dan korkuyorum!” diyenler, hiçbir zaman bu sözü can korkusuyle söylemiş değillerdir. Demek ki korku, her zaman ödleklik değil, çoğu zaman bir fazilet, bir asîl his, bir endişe’dir. İstiklâl Marşı şâiri ise, büyük milletine seslenerek, şunu söylüyor: — Senin için bu endişe de yoktur. Batı ufuklarını kaplayan bu al renk sönebilir. Hattâ sönecektir. Çünkü onun ardında bu rengin sönmemesi için, kanının son damlasını vermekten çekinmeyen, büyük bir millet yoktur. Rengi, şafak renginde alevlenen al sancak ise sönmez! Çünkü onun sönmesi için bu yurdun üzerinde tek bir tüter ocak kalmaması, tek bir âile, tek bir Türk kalıncaya kadar, bütün Türk milletinin millet hâlinde ölmesi lâzımdır. 58
İSTİKLÂL MARŞI Bu da mümkün değildir. Ancak, İstiklâl Marşı’nın daha ilk mısralarmda bu mânâ olduğunu anlamak için bu mısralardaki kelimelerin mânâsını iyi bilmek^ lâzımdır. Çünkü Marş’m ilk mısramdaki şafak kelimesi, orada, bugünkü yaygın mânâsında değildir. Orda şafak, kendi hakîkî mânâsında kullanılmış. Buna göre şafak «Gün doğmadan önce doğu ufkunda beliren kızıl aydınlık» değil, bunun tam aksine «Güneş battıktan sonra batı ufkunda kalan al aydınlık» demektir. Kısaca, şafak, bu mısrâda sabah değil, akşamdır; güneşin doğuşunu değil, batışını anlatır. Bunun içindir ki güneş doğarken endîşe’ye kapılmayan gönüller, o ıztırap yıllarında güneş batarken bu endîşe’yi bütün şiddetiyle duymuşlardır. Demek ki mes’ele, her şeyden önce kelimenin mânâsmdadır. Bize, burada kelimenin akşam ve gurûb mânâsmı düşündüren diğer «anahtar kelime» sönmek sözüdür: Çünkü ancak akşam şafağıdır ki gittikçe söner. Sabah şafağı ise, gittikçe sönmek şöyle dursun, gittikçe aydınlanır. O halde burada şafak, yerini karanlıklar alan, yâni sönen şafaktır. Düşünmek lâzımdır ki Mehmed Âkif gibi, dilin rûhuna mantığına kuvvetle nüfûz etmiş bir büyük şâir, böyle ciddî ve mütekâsif bir söyleyişte boş ve mânâsız bir kelime kullanamaz. Hatta yüzmek sözünü bile. Çünkü yüzmek fiilinin Türkçedeki mânâlarından biri, su üstünde durmak sa, dîğer bir mânâsı da bir bolluk ifâdesidir: Filân kimse servet içinde yüzüyor, diyenlerin söylemek istedikleri, servetin bolluğudur. İstiklâl Marşı’nda Âkif, bu kelime ile, akşam ufkunda duran alrenginbolluğunu belirtmiş,şiirinde çok zengin bir gurûb tablosu çizmiştir. Şafak kelimesinin, Türkçede gurûb mânâsmda yâni ufuktaki akşam kızıllığı için hiç kullanılmadığı iddiası yanlıştır. Bu kelime öteden beri Türkçede akşam kızıllığı mânâsında kullanılmıştır. Şâir Bâld’nin bir Ramazan ayının ilk görünüşü için söylediği kasidenin: 59
İSTİKLÂL MARŞI
Dehr bir şâh-ı spend urdu mi emerine? Meh-i nev sanma şafakdâ görünen zâr ü nizâr beytinde yâhut Şeyh Gâlib’in:
Çeşm-i sevdâ-zedeye hûn-ı şafak • Rengine şâm-ı gamın ben de boyandım bu gece söyleyişinde şafak, akşam kızıllığıdır. İstiklâl Marşı’mn her kıt’ası üzerinde durmak, sözü fazla uzatmak olur. Fakat bir şiirin zevkine yarmak için sesinin bilinmesi ne kadar lüzumludur. Meselâ İstiklâl Marşı’nm şu dördüncü mısraı:
O benimdir, o benim milletimindir ancak! ■nasıl okunacak? Bilhassa «benim milletimindir» mi? Yoksa O benim «milletimindir» mi? Bir çokları bunu ikinci sesle söylüyor ki doğrusu birinci söyleyiştir. Neden? Bunu o tarzda birkaç defâ söyleyince sebebi de mânâsı da çok iyi anlaşılır. Burada ehemmiyetle belirtmek ve tekrarlamak yerinde olur ki Türk İstiklâl Marşı, gerek söz gerek şiir kalitesi bakımından yeryüzündeki millî marşların hiç birisiyle ölçülemiyecek kadar üstün ve zengin manâlı bir şiirdir. Bu marşı, Türk milleti gibi, hükümrân olmak için yaratılmış bir milletin bir gün bir İstiklâl Harbi yapmasmdaki büyük tezâdı çok iyi kavramış bir şâii’ söylemiştir. Bu marşın:
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ? Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan, şühedâ! gibi mısrâları, şiir ve mısrâ hâline konulmuş, dokuz asırlık, bütün bu Türk târihi ve bütün bir Türkiye toprağı’dır. Bu Kadar büyük bir târihi ve bu kadar mukaddes bir vatanı bu derece kuvvetli iki mısrâ içine sığdıran bir şâir, milleti tarafmdan ne ölçüde sevilse ve övülse lâyıktır. Aynı marşın:
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşanm! Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! 60
ÎSTİKİAL MARŞI
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım, Yırtarım dağlan, enginlere sığmam, taşarım! mısrâlan, bir tedâî güzelliğiyle de olsa, Ergenekon Türklerini hatırlatır; târihde dağ yırtmış bir millet olmanın hatırasını ve gururunu tâzeler. Yine aynı şiirin:
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar, Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar? mısraları da çoğu zaman hem yanlış anlaşılıyor hem de yanlış okunuyor. Bir kere, burada «ulusun»: kelimesi, £yücesin büyüksün» mânâsında değildir. Bu söz: «Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar (bırak) ulusun (dursun). Merâk etme, o tek dişi kalmış canavar, böyle bir îmânı boğamaz!» mânâsmdadır. Akif’in burada, medeniyete hücûm ettiğini ileri sürerek, onu bir medeniyet düşmanı göstermeğe kalkanlara gelince, bunlar eğer çok câhil değillerse ne yaptıklarını bile bile kötü iş yapanlardır. Bunlar, o yıllarda İngiliz, Fransız, İTalyan hele Yunan işgali altındaki Türk illerinin yaşadığı ıztırâbı bir an bile duymamış olanlardır. Hele, Yunanlıların: «Biz Anadolu’ya medeniyet götürüyoruz!» diye dünyâ ölçüsünde yaptıkları yaygarayı, ne dışarıdan ne de içlerinde duymamışlardır. (1) Çanakkale’de dize getiremedikleri Türk kudretini, müt tefiklerimizin mağlûp olmalanyla yendiklerini sanan işgal kuvvetlerinin medeniyetleri kadar, Anadolu’da yapmadık zulüm bırakmayan «Yunan medeniyeti» (!) için de Mehmet Âkif, hakikatte çok nâzik bir lisan kullanmıştır. İstiklâl Marşı’nm ilk mısrâında şafak, akşam kızıllığı mânâsında ise de bu kelime, aynı marşın son kıt’asında, bu sefek, sabah penbeliği ve gittikçe ağaran şafak mânâsmdadır. Böylelikle şâir, İstiklâl Harbi’nin başlangıcında al rengin gurûbu ihtimâliyle muztarip gönüllere cesâret verir; ikinci kullanışta ise onun bir sabah şafağı gibi parlayışın daki neş’eyi bir müjde gibi söyler. Şu demek ki bu şiir, büyük bir îmânın kıt’a kıt’a kuvvetlenmesi ve en kuvvetli 61
İSTİKLÂL MARŞI kıt’ayla sona ermesi şeklinde, yüksek bir kompozisyondur.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl! Olsım artık dökülen kanlarınım hepsi helâl. Ebediyyen sana yok, ırkıma yk izmihlâl. Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet, Hakkıdır hakka tapan milletimin İstiklâl! sözleri, onun, istiklâl bir ümidken bile buna ne çok ve ne haklı olarak inandığını gösterir. Şâirin burada kullandığı ırkıma sözü de ayııca manâlıdır. Çünkü başlangıçta İslâmî bir ümmet şâiri vazifesini yüklenen Mehmed Âkif, giderek, İslâmî Türk milliyetçiliği diyebileceğimiz bir îmânın yegâne büyük şâiri olmuştur. (l)Bunu duymak ve öğrenmek için şimdi, şu esere bakılmalıdır: Yahyâ. Kemal, Eğil Dağlar, Yahyâ Kemal Enstitüsü Neşriy&tı, İst. 1966.
BİBLİYOGRAFYA Banarlı, Nihad Sami: Resimli Türk Edebiyatı Tarihi II, MEB Yayını, İstanbul 1971 Banarlı, Nihad Sami: Kültür Köprüsü, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 1985 Çantay, Haşan Basri: Akifnâme, İstanbul/tarihsiz Erişirgil, M. Emin: Mehmet Akif- İslamcı Bir Şairin
Romanı, 1956 Ersoy, Mehmet Akif: Safahat, 10. baskı, İstanbul 1975 Fergan, Eşref Edip: Mehmet Akif, Hayatı Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazılan Sebilürreşad Neşriyatı, İstanbul 1960 Kabaklı, Ahmet: Mehmet Akif, Toker Yayınları, İstanbul 1975 * Kuntay, Midhat Cemal; Mehmet Akif, Semih Lütfi Kitabevi, İstanbul 1939 Nalbantoğlu, Muhittin: Mehmet Akif ve İstiklâl Marşı, Zümrüt Yayınları, İstanbul/tarihsiz
62
İSTİKLÂL MARŞI Tansel, Fevziye Abdullah: Mehmet Akif Ersoy, İrfan Yayınevi, İstanbul 1973 Üngör, Etem: Türk Marşları, Türk Kültürün Araştırma Enstitüsü Yayım, Ankara 1966 Yund, Kerim: İstiklâl Marşı Bilgisi, İstanbul 1961
İstiklâl Marşı Jî'.'sl«*:
’tehi
Utfgnv
Güfte : Mehmet Akif Krsoy
(J.80) m MA S0»_MEZ 6ü ■ rıtf--------------------------- • m
ı
M m
'T*'
rrrr
ÖE ?7tt?T7T
dli
ggplİpgiggÜ W W_ZEN AL SANACAK
I.UE.KN WC.W- MM W»KlWJ)E7U.TMEHSOHO_CAKOi:
Zeki Üngör bestesinin notası.
63
4. KİTAP Türk'ün Şeref Destanı
ÇANAKKALE SAVAŞLARI 14 Mart 1986 Cuma günü Tercümanız birlikte
Kokusu, DemI, İçimi, Doyumuyla...
Bugün ve Bundan Böyle Çay.