SAYI: 04 Ekim-Kasım-Aralık 2016
Ücretsizdir
BİLİM İLE DÜŞÜNCE: DÜŞ GÖRMEK, DÜŞMEK, DÜŞÜNMEK
s.16
Mahremiyetin Değişen Yüzü Nihal KOCABAY ŞENER
Ömer KARAOĞLU İle
s.24
Sahne Gerisinden Bir Söyleşi
s.48
ENGELLİLİK:
Fatih Muhammed ÇAKMAK
KARŞILIĞI CENNET OLAN AĞIR SINAV
Prof. Dr. Bünyamin
tdvkagem.org.tr
ISSN:2458-892X
SAYI: 04 Ekim-Kasım-Aralık 2016
Ücretsizdir
Editör’den Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.. KAGEM Bülten dördüncü sayısıyla ilk yılını tamamlamış oluyor. Bizi yaratan, yaşatan, iyi ve güzel işler yapmak için şevk ve heyecan ihsan eden Rabbimize hamd olsun. Yeryüzünde insanın macerası iyiliğin ve kötülüğün tarihini veriyor bize. İnsanoğlunun aklı ve hür iradesiyle tercihte bulunacağı iki yol var önünde. Ya iyilerden olacağız yahut da kötülerden. İyiler, yani salihler, bütün hatalarıyla beraber yüzünü geçici olana değil kalıcı olana dönen ve yeryüzünde bir yolcu gibi yaşayan insanlardan.. Yahut da kötülerden, yani yeryüzünün geçiciliğini idrak edemeyen, hırs, kibir, öfke, intikam gibi türlü hastalıklarla insanlık yolculuğunda geride kalanlardan. Bütün bir insanlık tarihi bu yolculuğun tarihi aslında. Ve her bir insanın kendi yolculuğu, şartlar ne olursa olsun, yapmış olduğu tercihlerle biçimleniyor. Durup düşünerek, teenni ve vakarla kendisine bahşedilen akıl ve irade hürriyetini, bedeli ne olursa olsun doğruluktan, adaletten, ihsandan yana kullanmalı insan. Dar geçitleri, yokuşları, karanlık koridorlarıyla bu geçici dünya yurdunda bizi selamette tutacak asıl emniyetimiz, tercihlerimizdir çünkü. Ülkemizin içinden geçtiği bu zorlu günlerde zihnimizi, kalbimizi istikametten ayırmayalım. Birbirimize sahip çıkmaktan asla vazgeçmeyelim. Şüphesiz yaşam bir yolculuktur ve o da aldığımız sayılı nefeslerden ibarettir. Hesabını veremeyeceğimiz bir nefes bile bizim için zulümdür. Değerli Dostlar, KAGEM Bülten’in bu sayısında da ilim, kültür, sanat dairesinde devam eden etkinliklerimizin ve sosyal çalışmalarımızın çıktılarını sizlerle paylaşmaya devam ediyoruz. Bülten Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu’nun Bilim ile Düşünce: Düş Görmek Düşmek, Düşünmek başlıklı konferansının dökümüyle başlıyor. Bu makalede KAGEM’de Nisan ayına kadar devam edecek olan Bilim ile Düşünce seminerlerinin çerçevesi çiziliyor. Yine bu sayıda küresel bir iletişim ve manipülasyon aracı haline gelen ve artık yadsınamaz bir biçimde hemen her konuda belirleyici etkisiyle sosyal medya araçlarını yeniden tartışmaya açıyoruz. Nihal Kocabaş Şener ve Yrd. Doç. Dr. Nilüfer Demir sosyal medyanın değişen yüzünü sizler içinde değerlendirdi. Röportaj bölümümüzde ise şahsiyeti ve sanatıyla özellikle 1990’lı yıllarda Türkiye’de Müslüman gençliğe umut ve direnç aşılayan değerli ağabeyimiz Ömer Karaoğlu’nu ağırladık. Ayrıca Yusuf Dalkılıç, koruyucu aile olma serüvenini sizler için anlattı. Bu sayıya katkı veren yazarlarımız arasında Prof. Dr. Bünyamin Erul, Doç. Dr. Emel Topçu, Burcu Bayer, Erhan Tosun ve Abdurrahman Terzi yer alıyor. Var olsunlar. Son olarak diyerek topyekûn soykırıma maruz bırakılmış bir milletin eşsiz önderi, 20. yüzyılın bilge kralı Aliya İzzetbegoviç’i dar-ı bekâya irtihalinin yıldönümünde rahmetle, minnetle anıyoruz. Ve onun sözleriyle bir kez daha sesleniyoruz dünyaya: “Hayat, inanan ve salih ameller işleyenler dışında hiç kimsenin kazanamadığı bir oyundur.”
Hicret K. TOPRAK
Türkiye Diyanet Vakfı Adına Sahibi Mazhar BİLGİN TDV Mütevelli Heyeti II. Başkanı Genel Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Hicret K. TOPRAK TDV KAGEM Müdürü Yayın Koordinatörü Ayşe Nur MUTLU Yayın Ekibi Ayşe TAŞKIN DEMİRALAY Fatih Muhammed ÇAKMAK Gülşah EMLİKLİ Gülyaşar ŞEN Nurcan YAVUZYİĞİT Tashih Ayşe TAŞKIN DEMİRALAY Şeyma ÖZKAN Fotoğraf Ahmet Sami ACAR Mehmet ÖZTÜRK Özlem ÖZKUL Adres Dr. Mediha Eldem Sokak No:72/B 06640 Kocatepe/Ankara T: (0.312) 416 90 00 F: (0.312) 416 90 90 www.diyanetvakfi.org.tr Grafik ve Görsel Tasarım Ankagraf Reklam Ltd. Şti. Üsküp Caddesi No:16/28 Çankaya /ANKARA T: (0.312) 428 29 85 F: (0.312) 428 29 86 arda@ankagraf.com Matbaa TDV Yayın Matbaacılık ve Ticaret İşetmesi Alınteri Bulvarı 1256. Sokak No: 11 Ostim- Yenimahalle / ANKARA T: (0.312) 354 91 31 F: (0.312) 354 91 32
GMK Bulvarı, Şehit Adem Yavuz Sokak No: 10 Kızılay / ANKARA T: (0.312) 418 69 11 F: (0.312) 417 29 87
İÇİNDEKİLER EĞİTİM-AKADEMİ
BİLİM İLE DÜŞÜNCE: DÜŞ GÖRMEK, DÜŞMEK, DÜŞÜNMEK Prof. Dr. İhsan FAZLIOĞLU
s.4 KÜLTÜR-SANAT
SOSYAL MEDYA: Yrd. Doç. Dr. Nilüfer DEMIR
2
s.20
YAZIMIZDA KARDEŞLİK VAR
s.34
SOSYAL-PROJELER
MODERN DÜNYADA ŞAHSIYET SORUNU YA DA KIŞI NASIL KENDI OLUR - II
s.12
MAHREMİYETİN DEĞİŞEN YÜZÜ: SOSYAL MEDYA
s.16
KAGEM Kitaplığı
s.23
KALEM SÖYLEŞILERI
s.28
MUHABBET, KIRAAT, KAHVE
s.30
SOSYAL AĞLARIN İNSAN VE TOPLUMSAL OLAYLAR ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ FENOMENLER ILE RÖPORTAJ
s.40
YARDIM EDIYORUM DERKEN YARDIMA MUHTAÇ DURUMDA OLMAK
s.54
KORUYUCU AILE RÖPORTAJI
s.58
KAGEM’de Gönüllü Olmak
s.62
Burcu BAYER
Nihal KOCABAY ŞENER
Sabit ve Değişken
Mine SOTA Necip TOSUN
ENGELLİLİK: KARŞILIĞI CENNET OLAN AĞIR SINAV Prof. Dr. Bünyamin ERUL
s.48
Erhan Tosun
Doç. Dr. Emel TOPÇU
Gülşah EMLİKLİ
Abdurrahman TERZI
ÖMER KARAOĞLU ILE SAHNE GERİSİNDEN BİR SÖYLEŞİ Fatih Muhammed ÇAKMAK
s.24
3
Prof. Dr. İhsan FAZLIOĞLU İstanbul Medeniyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı
EĞİTİM-AKADEMİ
BİLİM İLE DÜŞÜNCE:
DÜŞ GÖRMEK, DÜŞMEK, DÜŞÜNMEK İhsan Fazlıoğlu'nun “Bilim ile Düşünce: Düş Görmek, Düşmek, Düşünmek” adlı konferansından derlenmiştir.
Felsefe-bilim tarihine ilişkin sahîh bir idrâk geliştirmek adına, anlamlandırmak için anlama; anlamak için ise açıklama ve çözümleme eylemlerinin nazarî olarak çerçevelenmesini, İslâm felsefe-bilim tarihine ait örneklerle tasvir eden İhsan Fazlıoğlu'nun “Bilim ile Düşünce: Düş Görmek, Düşmek, Düşünmek” adlı konferansından derlenmiştir.
B
Prof. Dr. İhsan FAZLIOĞLU İstanbul Medeniyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı
1985’te Kadıköy İmam Hatip Lisesi’ni, 1989’da İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi. “Felsefe-Bilim” tarihi ile matematik tarihi ve felsefesi üzerine yoğunlaşan Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu, özellikle bu yapıların İslam ve Türk Medeniyet Tarihi içerisindeki gelişmelerini el yazması kaynaklara dayanarak incelemekte ve yayınlar yapmaktadır. 2012 yılından bu yana İstanbul Medeniyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde görev yapan Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi dekanıdır.
4
ilindiği gibi insanın en önemli özelliği, anlamlandırmadır. İnsan her şeyi anlamlandırır: Toprağı vatan edinir; kadınsa erkeği, erkekse kadını eş kılar; mekânı yola dönüştürür... İnsanın her türlü olgu ve olayı anlamlandırarak başka bir şeye, bir simgeye dönüştürme yeteneği vardır. Mesela Evreni, Kâinatı, Âlem kılar; Âlemi de Alem... Âlem, alametlerin birliğidir... Maddenin hem küçük hem de büyük ölçekte belirli yasalara göre iş gören düzenine Âlem diyoruz; topyekun bu yapıyı da bir alâmet olarak görüp, hepsine alem diyoruz. Ne demektir alem? Tanrı’ya delâlet eden tüm Âlem, bir alâmet olması bakımından Tanrı’ya alemdir; yani bayrak, işâret. Bu elbette biz Müslümanların inancıdır... Nasıl oluyor da başta fiziksel olmak üzere değişik varlık kürelerindeki olgu ve olayları anlamlandırarak simgesel yapılara dönüştürebiliyoruz? Hangi yetimiz bunu sağlıyor? Bu ve ilişkili sorular meselenin odak noktasını oluşturur. Çünkü bir câmiye baktığımız ya da bir savaşı okuduğumuz zaman aslında baktığımız o câmide, okuduğumuz o savaşta ya da diğer dinlere ait o tapınaklarda -renksiz bir dille konuşursak- o kültürün, o insanların, onu inşa eden, üreten insanların anlamlandırmaları neticesinde ortaya çıkan bir yapıyı muhatap alıyoruz. Öyle değil midir? Mesela, bize yakınsa titriyoruz, heyecanlanıyoruz. İnsanı titreten taşlar ya da oradaki süsler değildir; tüm o bütüncül (holistik) yapıdır; çünkü bütüncül yapı duygusal duruma bir zemin teşkil eder...
Metafizik Çanak Anlamlandırma etkinliğini idrâk için nasıl oluştuğuna ilişkin düşünürsek her kültürün, her medeniyetin bir metafizik çanağı olduğu hakikati ile karşılaşırız. Metafizik aynı zamanda bir kültür ve medeniyetin asgarî metafizik zeminini, sınırını da oluşturur... Bu noktayı özellikle vurgulamak isterim çünkü günümüzde yapılan tartışmalarda sanki mutlak özgürlük, mutlak bir serbestiyet varmış gibi konuşuluyor. Hiçbir dizge, dinî ya da gayr-i dinî inanç, mutlak özgürlük veremez; zaten mutlak özgürlüğün kendisi bizâtihi mutlak olamaz; çünkü insan düşüncesi mutlak kelimesini düşündüğünde bile onu mukayyet hâle getirir. Bu zihnimizin doğal bir özelliğidir. Kısaca metafizik çanak aynı zamanda metafizik sınırdır ki bir dizgeye tüm meşrûiyetini verir. Örnek olarak, “İslâm dini çok özgürlükçü bir dindir.” kabilindeki yaklaşımların mutlak anlamda alınmaması gerekir; daha çok
Dikkat edilmesi gereken en önemli nokta hayata ilişkin herhangi bir beşerî olgu ve olayı içeriden mana, dışarıdan madde kuşatır. Bu nedenle madde ve mana birlikteliği önemlidir; çünkü hayatta ne tek başına manayı yakalayabiliriz ne de maddeyi...
asgarî/minimal metafizik, kısaca metafizik çanak ve sınır açısından kaydı düşünülmelidir. Bu nedenle diyoruz ki: "Metafizik çanağı olmayan kültürler ve milletler başka kültürlerin ve milletlerin çanak yalayıcısı olurlar."
bütüne ilişkin kavramsal bir tasavvurdur ve parçaya hem anlamını hem de meşrûiyetini verir. Başka bir açıdan madde ile mana varlık düzleminde iç içedir. Onun için, bir yazımda ifade ettiğim gibi: “Akıl ne kadar maddî ise taş da o kadar manevîdir.” Yani biz taşa baktığımızda sırf bir madde gördüğümüzü zannediyoruz. Hâlbuki bu mümkün değildir; çünkü biz ona bir kavramsal çanak içinden bakıyoruz. Bu yargının tersi de doğrudur: Akıl sadece saf, soyut, manevî bir şey değildir; onun da maddî bir taraf vardır; çünkü beyin dediğimiz yapının içinde cereyân eder; fizyolojik, kimyasal işlemlerin ile birlikte...
Dikkat edilmesi gereken en önemli nokta hayata ilişkin herhangi bir beşerî olgu ve olayı içeriden mana, dışarıdan madde kuşatır. Bu nedenle madde ve mana birlikteliği önemlidir; çünkü hayatta ne tek başına manayı yakalayabiliriz ne de maddeyi... İkisi her zaman birliktedirler; insan gibi… Beden olmadan akıl olmaz çünkü. İşte kültür ve medeniyet için bunu sağlayan metafizik çanaktır; minimal metafiziğin taşıyıcısı ise kendilik dediğimiz Bu açıdan metafizik, fiziğe bitişikhâdisedir; zîrâ en temel metafizik en- tir, ilişiktir; fiziğin üzerinde kurulur. Bu nedenle metafizik derken ilahiyatı, tetite kendiliktir. olojiyi kast etmiyoruz. Başka bir ifade ile metafizik çanak sadece Evren'i aşFizik ve Metafizik kın, onun dışındaki bir varlığa nispetle Tam da burada metafizik kelimesinin kurduğumuz bir yapı değil. Biraz önce üzerinde durmak gerekiyor. Metafizik dediğimiz gibi bütüne ilişkin nazarî bir genelde fiziğin üstünde gibi tercüme çerçevedir; o kadar önemlidir ki diğer ediliyor. Ancak üzerinde demek daha tüm tekil bilme durumlarımızı bir aradoğru olur; başka bir deyişle fizik ile da tutar, onları anlamlı kılar ve onlabitişiktir metafizik. Çünkü metafizik ra meşrûiyet verir. Ateist olabilirsiniz
ama ateist bir metafiziğiniz vardır; deist olabilirsiniz ama deist bir metafiziğiniz vardır; teist olabilirsiniz ama teist bir metafiziğiniz vardır. Kısaca ne tür bir inanç dizgeniz olursa olsun olgu ve olayları kendisiyle yakaladığınız, temellendirdiğiniz ve onun içinden gördüğünüz, onunla gördüğünüz bir metafizik çanağınız mevcuttur.
İslâm Metafizik Çanağı İslâm metafizik çanağının üç temel ilkesi vardır. İlk ilke, Tevhîd'dir ki bizim Varlık ve Evren tasavvurlarımızın zemininde bulunur. İkincisi birlikte yaşamanın, yani hem topluluk hem de toplum olarak yaşamanın zemini olan Adalet'tir. Üçüncü ilke ise kişinin hem kendine hem de kendi-olmayan tüm var-olanlara karşı bakışının ve davranışının ilkesi olan Ma(u)habbet'tir... Tevhîd, adalet ve muhabbet: Bu üç ilke üzerine kuruludur İslam metafizik çanağı. Tevhîd'den kelâmı türetiriz; adaletten fıkhı; muhabbetten de ise tasavvufu ve dahi sanatı... Sözgelimi Orta-Afrika’daki bir İslâm toplumunu çözümlüyorsak, bu çanak içinde orada üretilenlere bakıyoruz ve görüyoruz; çünkü asgarî/minimal metafiziğin dışına çıkıldığında o yapıya mensubiyet biter. Söz konusu
5
BİLİM İLE DÜŞÜNCE: DÜŞ GÖRMEK, DÜŞMEK, DÜŞÜNMEK
EĞİTİM-AKADEMİ
Anlam ve gerçeklik
metafizik ihmal edilerek Müslüman olunamaz ya da eğer Marksist iseniz Marksizm’in de bir tür asgarî metafiziği vardır; o size bir çerçeve çizer; bu çerçeveyi ihmal ederek, sınırlarını çiğneyerek Marksist kalamazsınız. Asgarî metafiziğini kaybeden insan, kültür ve medeniyet anlamlandırma yetisini de kaybeder. Etrafında olup biten hiç bir olgu ve olayı anlamlandıramaz ki bunun en nihâî noktası kişinin, kültürün ve medeniyetin kendini imhasıdır. Metafizik çanak ve ona dayanan anlamlandırma yetisi şöyle bir benzetme ile temsil edilebilir: Bir gardırop düşünün; elbiselerin bir yeri vardır gardıropta... O yer fikri bir düzeni ifade eder. Elbiselerinizi ütüleyip astığınızda bir düzen de vermiş olursunuz onlara... İşte inançlarımızın, değerlerimizin, düşüncelerimizin de bir düzeni vardır ve o düzeni onlara metafizik çanak verir; bu düzen de anlamlandırma etkinliğimizi belirler. Çağdaş dünyada siyasi, iktisadi, vb. Olgu ve olayları anlamlandırmakta zorlanmamızın temelinde bu düzeni inşa edemememiz yatıyor. Bu nedenle iletişim ve bildirişim kaotik bir yapıya dönüşüyor. Mesela Gazâlî anlamlandırma yeteneğini kaybettiğinde kekeme olmuştur; hâlbuki dönemi-
6
nin en iyi hatibidir; ömrünün belirli bir anında yaşamını anlamlandırma güçlüğü yaşıyor. “Ben ne yapıyorum?” sorusunu soruyor. Cevabı da kendi veriyor zaten: “Ahlaksızlık yapıyorum; çünkü bunca yıl hep menfaat için, gösteriş için, makam için, desinler için ilim yapmışım.” yaptığı iş anlamını kaybedince kekeme oluyor ve bir daha da dilini düzeltemiyor. İşte anlamlandırma bu kadar önemlidir; o kadar ki, sağlığı bile ciddi bir şekilde etkileyebilir. Tabii, bu dürüst insanların, kendine saygısı olan insanların yapacağı bir şeydir. Tekrarda fayda var: Anlamlandırma yetisi basit bir hâdise değildir; kaybettiğinizde bildirişimi de, iletişimi de kaybedersiniz, birbirinizle konuşamaz hâle gelirsiniz. Herkes bir şey söyler ancak hiç kimse anlamaz, anlaşamaz dolayısıyla anlamlandıramaz... Ne yapılır böyle durumda, eğer dürüst olup susulmaz ise, anlıyor ve anlaşıyor gibi yapıp sözcüklerle konuşulur ama hakikatte, mefhum düzeyinde bir irtibat kurulamaz. Türkiye’de bu durumun örnekleri çok fazla... Bırakınız aynı dini, aynı mezhebi, hatta aynı meşrebi, aynı neşvenin müntesipleri bile iletişimde sorun yaşıyorlar. Güncel olayları anlamak bakımından bu ifadelerin altını çizmek gerekiyor...
Tüm kültür ve medeniyet olayları, anlamlandırma yetimizin tecessüm etmiş, tahakkuk etmiş hâlleridir. Bir toplumun mimarisine, sanatına, edebiyatına baktığımızda o kültürü görürüz. Mesela Balkan ülkelerine gidiyorsunuz; orada Osmanlı döneminden kalma bir mimarî eseri gördüğünüz zaman -mesela, Bulgaristan’da ise- onu, salt Bulgar kültürüyle değerlendiremezsiniz. Tersine gördüğünüz bir cisim/yapı için “Bunun anlamı şu olmalı; çünkü bunu Osmanlılar yaptı; hatta Osmanlı’nın şu yüzyılında yapıldı; dolayısıyla onun şöyle bir anlamı var.” dersiniz. Yinelemek gerekirse, tüm kültür ve medeniyet yapıları bu anlamlandırma sürecinin cisimleşmiş hâlleridir. Buna anlam-eğer örüntüleri, formları denebilir. Zira bizim bir kültür ve medeniyet içinde ürettiklerimiz aslında bizim örgülerimizdir, örüntülerimizdir; oya gibi, kilim gibi, halı gibi... Kap-kacaklarımız, evlerimiz de böyledir. Yani ne yaparsak yapalım, aslında kendimiz için inşa ettiğimiz o anlam-değer dünyasının içinde yaşıyoruz. Bunu da iki türlü yapıyoruz; yani bir anlamlandırma etkinliği bilgi nazarîyesi (epistemoloji) açısından iki tür yetiyle yapılıyor.
Fıtrî Akıl ve Bilgi En temelde fıtri akılla yapılan, hemen hemen her insanın katkıda bulunduğu bir etkinliktir. Çünkü kültürü bir piramit gibi düşünürseniz piramidin tabanı, büyük çoğunluğu temsil eder. Kısaca önceden verili, öğretilmiş herhangi bir kurala göre davranmayan aklımıza fıtrî akıl diyoruz. Kurumsal, bilimin, mantığın ya da öğrenilmiş veya öğretilmiş bir dille değil, insanla-
“Orası Bağdat, burası Mısır. Buradaki insanların coğrafyası değişik; yedikleri içtikleri farklı; gelenekleri görenekleri muhtelif." diye cevap veriyor. Elbette ilkeler büyük oranda değişmiyor; usûl bile benzer; ancak usûlün uygulandığı gerçeklik küresi değişmiş, dolayısıyla nesne alanı başkalaşmış; zorunlu olarak sonuç da değişecektir.
rın kendi bireysel iradeleriyle katkıda bulunduğu yapı; işte fıtrî, ümmî ya da hanîflik dediğimiz yapı da böyledir. Bir de bunun üstünde nazarî (teorik) aklımızla ürettiğimiz yapılar var; bunun adı bilgidir işte. Öbürü de bilgi değeri taşır ama o bilgi âlet kullanım bilgisidir, zanaattır, deneyimdir ama nazarî akılla, teorik akılla ürettiğimiz bilgi dediğimiz hadisedir. Bu tür bilgi bütüne ilişkin bir bakış açısıdır ki, parçanın hem bilinmesini hem de anlamlandırılmasını mümkün kılar. Bilgi günümüzde malumât (enformation) ile karıştırıldığı için çok hafife alınıyor. Osmanlı son döneminin en önemli âlimlerinden Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi: “İnsan, âlem ile hayatı, hayat ile dini ancak ilim ile ilişkiye sokabilir.” diyor. Önemli bir noktaya dikkat çektiğini düşünüyorum: Âlem dediğimiz, içinde yaşadığımız bir Evren var; bir de Hayat denilen, insan türü olarak kendi inşa ettiğimiz bize ait bir gerçeklik küresi var. İşte bu ikisi arasındaki ilişkiyi ilimle kuruyoruz. Deprem bilgisinden meteorolojiye; fizik biliminden astronomiye kadar tüm dünya ve evren ile olan ilişkimiz ilimledir, ilim üzerindendir. Elbette bu bilginin insanın pratik ihtiyaçları için
de ciddi bir anlamı var. İnsan hayatının devamı bilgilerle alakalıdır. Mesela neden deprem bölgelerine ev yapmıyoruz; oralarda yaşamıyoruz? Çünkü bilgiyle öğrendik ki, oralarda yerleşim yeri kurmak tehlikeli; çünkü zemin hareket edebilir. O kadar ki, fakihler avcı bir hayvanın etinin yenmesine dinen izin verilmesini bile, o hayvana insan tarafından yüklenen bilgiye bağlarlar; yani bilginin yüzü suyu hürmetine... Hayat ve dini de bilgiyle ilişkilendirebiliriz ancak... Mevcut durumda söz konusu bağ, sağlıklı bir biçimde kurulamadığı için, dinin dinamik yapısı donuk bir hâle dönüştü. Böylece belirli bir dönemde yapılmış yorumları sabitledik; buna da din dedik. Tarihteki tecrübemizi mutlaklaştırıp yenilenmeyi/dinamikliği/sürekliliği kaybettik. Hâlbuki ne diyor Mustafa Sabri Efendi: “Hayat ile dini, gidiş-gelişler üzerinden sürekli ilişkide tutmak zorundayız.” diyerek sürekliliğe işaret ediyor. Bilinen bir olaydır: İmâm Şâfiî, Bağdat’ta içtihat ediyor ve bu içtihatlar etrafında bir mezhep (metodoloji) kuruluyor; Mısır’a gittiğinde ise sorulan sorulara farklı fetvalar veriyor. “Bağdat’ta böyle demiştin; burada ise şöyle diyorsun!" diye sorulunca da:
Elbette kadim tecrübeyi hiç ciddiye almayıp tamamen mevcut gerçeklikle iş görme yanlışına düşülmemelidir. Her şey yeni, itikatlar sanki yeni gelmiş(!) zannıyla bin beş yüz yıllık tecrübeyi çöpe atmak da yanlış bir yaklaşım biçimidir. Bin beş yüz yıllık tecrübeyi çöpe atamayız. Bu nedenle tarihî tecrübe ile şimdiyi ve geleceği süreklilik ekseni içinde devamlı etkileşime sokmak, etkileşimde tutmak gerekir.
İnsan ve Bilgi Mustafa Sabri Efendi’nin dediklerini devam ettirirsek, Tanrı'yla bile bilgi üzerinden ilişki kurduğumuzu görürüz. Tanrı’yla, Evrenle, toplumla, hatta başka insanlarla ve dahi kendimizle ilişkimiz her dâim bilgi üzerindendir. Hz. Ali “İnsan eşittir bilgidir.” diyor. Fuzûlî’nin deyişiyle ise "İnsan ancak bilgiyle insanlaşıyor." Çünkü insan, beşer doğar; öğrendikçe insanlaşır... Bilgi o kadar önemlidir ki, Fuzûlî’nin ifadesiyle “İnsanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı bilgidir.” İslâm'da metafizik çanağının gereği olarak insanlar arasında ontolojik bir eşitsizlik yoktur; ancak epistemolojik eşitsizlik kaçınılmazdır. Çünkü bilgi bizi eşitsizleştirir; eşitsiz kılar. Çünkü bilen, bilmeyenden üstündür; ister kişi ister kültür olsun. İslâm hayat görüşü açısından insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı mal-mülk, ırk, âile, memleket değil, bizâtihi bilgidir. Düşünün ki kendim ile ilişkimi bile bilgi üzerinden kuruyorum. Uçak da bir bilgidir bir bomba da... İnsana ait her şey bil-
7
BİLİM İLE DÜŞÜNCE: DÜŞ GÖRMEK, DÜŞMEK, DÜŞÜNMEK
EĞİTİM-AKADEMİ
gidir kısaca. Bilgi, kendisini hafife alan toplumlardan intikamını alır; kötü alır hem de; almıştır da... Bilim felsefesinde bilginin oryantasyonu dediğimiz bir tabir var. Yani bilgi her şeye siner; kan gibidir. İnsanın vücudunda kanın rolü ne ise bilginin toplumdaki rolü de odur. Bu nedenle Kâtip Çelebi âlimleri insan kalbine benzetir. Nasıl ki kalp devamlı, sürekli, hiç yorulmadan pompalarsa kanı; aynı şekilde ulema, bilginler de, bilgiyi benzer şekilde sürekli topluma pompalamalılar... Bırakırlarsa, kan dolaşımı olmayan bir beden gibi o toplum da yavaşça çürümeye başlar; çünkü toplumun hayatiyetini, canlılığını, vücuttaki kan gibi, bilgi sağlar. Dolayısıyla, bilginin oryantasyonunu, bilginin kılcal damarlara kadar nüfuz etmesini sürekli göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Bu tespit çerçevesinde yeni bilginin kabul veya reddi ile tezler bile yeniden gözden geçirilmelidir. Çünkü bir toplumda bilgi her yerdedir; özellikle kılcal damara kadar sinmiş, bir değer hâline gelmiş bilgi kolayca vazgeçilecek bir şey değildir.
Bilgi, Örf ve Adet O kadar ki, insan ilişkileri dahi bir süre sonra bilgiye göre cereyan eder; alışkanlıklara, örflere dönüşür. Örf ne demektir? Bilgideki gelenek demektir. Âdet, davranıştaki gelenek, çünkü âde fiili geri dönmek demektir; yani davranırken dönüp müracaat ettiğimiz toplumun davranış biçimleri. Sanki orada bir kılavuz, bir yönerge gibi vardır. Çünkü doğuştan itibaren “Şöyle otur! Şunu yapma! Büyüklerin yanında böyle yap!” gibi davranış biçimleri bize yüklenir. Bu yükleme eğmekten gelen eğitim, yani terbiye ile yapılır. Benzer şekilde örf de... Nerededir bunlar? O toplumun davranış ve bilgi pratiklerindedir. Toplum, belirli bilgileri süreç içinde pratiklere dönüştürür. Bunların hesabı verilmiştir tarih içinde. Bu çerçevede örf, bilgideki gelenektir ve öğretim yani talîm yoluyla mensuplarına aktarılır. İşte bu nedenle bilginin oryantasyonu son derece önemlidir. İster varlık ister doğa ister bizâtihi bilginin kendi üzerine; ister ise siyâsî, iktisâdî ve estetik değerler üzerine olsun sahip bulunduğumuz her şey kül-
türün kılcal damarlarına kadar sirâyet eden bilgidir, bilgiyledir. O kadar ki, bilgi dahi bir değere dönüşür artık; ahlâkî, dinî ve estetik bir değer; hatta bizâtihi bir değer olur. İşte tüm bu nedenlerle bilgiden vazgeçmek belirli bir süreden sonra kolay değildir artık, ne birey ne de toplum için...
Anlamlandırmada Bütünlük Şimdiye değin söylenenlerden hareketle; mesela, yirmi birinci yüzyılda, İslâm medeniyetindeki felsefe-bilim hayatını inceleyen bir araştırmacının sorması gereken soruları sıralayabiliriz: Bu toplum bilgiyi nasıl tanımlıyor? Bu toplumda bilginin amacı nedir? Bilgiyi tanımlayan, üreten, kullanan kimdir? Bilgiyi üreten ve tüketen kurum hangi kurumlardır? Bilgi kurumları, eğitim kurumları diğer kurumlarla -ticari kurumlarla, politik kurumlarla- ne tür ilişki kuruyorlar? Bilgiyi üreten insanların toplumsal statüleri nelerdir? Bilginin moral değerleri nelerdir? Bilginin ahlâkî ve dinî değerlerle ilişkisi nedir? Bilginin kullandığı teorik diller -lisanlar- nelerdir? Diyelim ki fizikte, matematikte, ahlakta, felsefede ne tür teorik diller kullanıyor? Ne tür kavramsal şemalar var? Psikolojik sâikler nelerdir? Çünkü bilimi insanlar üretiyor; bilimi üreten insanların, bilginlerin psikolojik sâikleri nelerdir? Dediklerimizi nazarî seviyeden biraz daha somut bir düzleme taşıma adına Kâtip Çelebi üzerinden bir örnek verebiliriz. Kâtip Çelebi diyor ki: “Hiçbir şey bilinmeyecek kadar değersiz olamaz.” Bu sözün, başta Gazâlî olmak üzere, bilgiyi faydalı ve zararlı diye ikiye ayıran zümrelere karşı söylendiği iddia ediliyor ve bu nedenle Kâtip Çelebi için rasyonel, liberal, laik, Türk aydınlanmasının öncüsü gibi nitelemeler yapılıyor. Fakat gözden kaçırılan bir husus var: On yedinci yüzyılda bugün bizim
8
Anlamlandırmanın İlkeleri
düşündüğümüz anlamda rasyonel mütefekkirler yoktur. Ne Kâtip Çelebi ne de Newton... Kâtip Çelebi ne demek istiyor bu cümleyle? Bunu anlamak için yukarıda işaret ettiğimiz soruların yanıtlarına bakmamız gerekir: Bilginin tanımı; bilgiyi üreten, tüketen, bilginin kurumları, psikolojik sâikler vb. nedenle en genel anlamıyla tarihî bağlamı; özel olarak da Kâtip Çelebi’nin kendi kaleme aldığı otobiyografisi ya da daha sonra yazılan biyografileri dikkate almadığımızda bu tür cümleleri anlaşılmaz ve dahi yanlış yorumlar yapılır. O kadar ki anakronik bir niteleme olarak “büyük aydınlanmacı!” dahi denilebilir. Aydınlanma, Avrupa'da bile Kâtip Çelebi’den yüz yıl sonra başlamıştır. Onun döneminde aydınlanma diye bir kavram yoktur. Böyle bir durumda anakronizme düşüldüğü gibi İslâm medeniyetinin bir çocuğu olan Kâtip Çelebi, Batılı olur; bambaşka bir düşünür tipi ortaya çıkar. Bu nedenle düşünceye tarih eşlik etmelidir; düşüncenin derinliği tarihle mümkündür. Yoksa o düşünce derin olmaz; yüzeysel, sathi olur; çünkü çağın ruhunu
yakalamadan o çağdaki herhangi bir olgu ve olayı bilmek, anlamak ve yorumlamak zordur. Bu çerçevede Kâtip Çelebi'nin cümlesi şu anlama gelir: Kendisi gizli ilimlerle, havas ile astroloji vb. okült ilimlerle uğraştığı için, çağının anlam-değer dünyasında bu tür uğraşılar da hoş görülmediğinden, kendi meşguliyetine meşrû bir alan açmaya çalışmak... Bu yüzyılda sadece Osmanlı bilginleri değil, modern bilimin kurucuları, Kepler, Newton gibi isimler de bu tür bilimlerle uğraşıyordu.
Her türlü anlamlandırma üç temel ilkeye dayanır: Açıklama, çözümleme ve anlama. Yani bir şeyi anlamlandırmak için, öncelikle şeye ilişkin bir açıklama yaparız. Açıklama bir olgu ve olayın dış şartlarına, çevresine göre yapılır. Mesela biyoloji felsefesinde epigenetik tartışmalar vardır: Gen ve çevre; bilgi de böyledir. Hangi alanda olursa olsun her bilginin bir çevresi vardır; bu çevreye dış şartlar diyoruz. Gen ise iç şartlara karşılık gelir. İşte bu ikisini birlikte düşünmek zorundayız. Bizim yaptığımız okumalar genelde dış şartları tırnak içine alarak yürüyor: Siyâsî, iktisâdî, ticârî, askerî vb. örgütlenmeleri dışarıda bırakıyoruz; bilgiyi yalıtılmış bir uzayda, hareketsiz bir uzayda geometrik bir entite gibi okuyoruz; dolayısıyla anlayamıyoruz. Anlamayınca da kendimizi dayatıyor, birilerini aydınlanmacı, ilerici; birilerini de mutaassıp, gerici yapıyoruz. O filozofa/düşünüre, kesinlikle haberdar olmadığı yüklemeleri yapıyoruz. Kısaca; açıklama, bilginin dış şartlarını ciddi bir şekilde dikkate almayı gerektirir. Anlamanın ikinci ilkesi çözümlemektir. Çözümlemek iç şartlara ilişkindir. Bilginin kullandığı kavramlar, o kavramların referansları, sözlük ve terim anlamları, yargılar ve ilişkiler... Çünkü kavramı bilmez isek –daha önce de ifade etmiştik- filozof/düşünür bir kelime kullanır, onu çağdaş bir içerikle doldurma yanılgısına düşeriz. İç şartları çözümlemek zorundayız. Kısaca; açıklama ve çözümleme yapmadan anlayamayız. Bugün dünyada olup biteni anlayamıyorsak olguları ve olayları çözümleyebilip açıklayamadığımızdandır...
Şimdiye değin anlatılanlar, tarihte herhangi bir kültürün ürettiklerini tekillikleri içinde anlamak için bütünü nasıl idrak edeceğimizi çerçevelemek içindi. Unutulmamalıdır ki bütün, parçayı bilmeyi ve anlamlandırmayı mümkün kılar ve dahi parçaya ilişkin bilginin ve anlamın meşruiyetini sağlar. Tarih boyunca tüm nazarî çerçeveler böyle bir bilmeyi, anlamlandır- Olup biteni duygularımızla ve mensumayı ve meşruiyeti verecek bütüncül biyetlerimizle yakalamaya çalışıyoruz, inşalarıdır. Peki, bu bütünü nasıl çö- bilgimizle değil; ya övgüyle ya yergiyle zümleyeceğiz, nasıl idrak edeceğiz? ya da duyguyla... Bilgiyle yakalarsak
9
BİLİM İLE DÜŞÜNCE: DÜŞ GÖRMEK, DÜŞMEK, DÜŞÜNMEK
EĞİTİM-AKADEMİ
yani açıklarsak ve çözümlersek o zaman olup biteni anlamış oluruz; kimse bizi yanıltamaz; anlayanı kimse kandıramaz. Anlamanın gerektirdiği bu iki koşulu ihmal edersek, anlayan insanların metinlerini tercüme eder ve dinleriz; onlar da doğal olarak bize anlamamızı istediklerini anlatırlar. Bu nedenle olup biteni açıklayacağız ve çözümleyeceğiz, sonuçta anlayacağız. İşte ancak ve ancak anladığımız zaman da anlamlandırabiliriz; anlamadığımız şeye anlam yükleyemeyeceğimizden anlamlandırmayız da... Mesela olup bitene duygularımızı yüklersek birbirimizle konuşamaz, birbirimizle iletişim kuramayız. Bırakalım farklı ideolojilerdeki ve dünya görüşündeki insanları, aynı dünya görüşünü, hayat görüşünü paylaşan insanlar dahi anlaşamaz. Mevcut anlaşmazlıkların temelinde de bu yatıyor ki, birbirimize “anlaşamıyoruz seninle” diyoruz. Açıklamadan ve çözümlemeden birbirimizi anlamayız yani anlaşamayız. O zaman tasallut ve tahakküm çıkar ortaya. Zorbalık baş gösterir. Bu da şiddet üretir, birbirimize baskı yapmaya başlarız. Bu baskı sadece fiziksel olmayabilir; sözlerimiz, gözlerimiz, mimiklerimiz, vb. bile baskı yapar. Hâlbuki olgu ve olayları açıklayıp çözümlesek, anlasak akabinde de bir anlam versek yani anlamlandırsak sorun büyük oranda halledilmiş olur. Anlam veremiyoruz; olup bitenlere mana veremediğimiz için ya korkuyoruz ya da saldırıyoruz. Korkunca çekiliyoruz kendi köşemize ya da zalim oluyoruz. Bilen insan, anlayan insan, akl-ı selîm sahibi olur. Kısaca anlam veren yani anlamlandıran insan korkmaz ya da saldırmaz. Konuşur; anlaşmak ister. Anlam veren insan anlamlandırdığı için ad koyabilen insandır. Bir şeye isim vermek ancak anlamak ve anlamlandırmaktan sonra mümkündür. Ad koymak en büyük güçtür. Atom bombası sahibi, nükleer silah sahibi
10
olmak kadar önemlidir olgu ve olaylara ad verme gücünü elinde tutmak. Kuralları koyan yarışmayı kazanır. Ancak ve ancak anlayan ve anlamlandıran ad verebilir. Hatırlayalım isim, sınır demektir; isim koyamaz isek sınırlandıramayız; sınırlandıramadığımız şeyi tanımlayamayız; çünkü sınırsızlık, belirsizliktir. Olgu ve olaya sınır koyamadığımızda bir hamur olur, birbirinden ayırt edilemez. Anlamlandıramayan susar. Anlamlandıramadığımız bir şey hakkında konuşmamak, susmak fitneyi engeller; en azından büyümesini engeller. Aklında fikir olmayanın dilinde küfür olur. Birbirimizi anlamadığımız için anlaşamıyor; birbirimize küfretmekle yetiniyoruz. Küfür, düşünce değildir; çünkü küfür, hakikati örtmektir; kâfir yani örten, çiftçi oradan gelir. Hakikati örtüyoruz; hakikati/gerçekliği örtmemek için hakikatle yüzleşeceğiz; acı da gelse yüzleşeceğiz; onu anlamaya çalışacağız yani açıklamaya ve çözümlemeye; anladığımızda da anlamlandırabileceğiz; en nihayetinde adını koyacağız, sınırlandıracağız yani belirleyeceğiz, belirgin kılacağız. İşte bunu başaramadığımız için birbirimize küfretmekle başlıyoruz; bazen el küfrü bazen dil küfrü, zulüm yani... Tasallut ve tahakküm ederek birbirimize fikirlerimizi benimsetmeye çalışıyoruz. Karşımızdakini korkutarak ve ürküterek, bastırarak. Bunun nedeni anlamlandırma yetimizin olmamasıdır; anlamlandıramıyoruz çünkü anlamıyoruz; anlamıyoruz çünkü açıklayamıyor ve çözümleyemiyoruz. Bu imkânlara sahibiz hiç şüphesiz ancak bunları işlevsel kılamıyoruz.
vardır: "Bir bilgi ifâde ve istifâdeye konu değilse paylaşılamaz.” Dolayısıyla paylaşılabilir bilgi, ifâde ve istifâdeye konu olan bilgi, formel ve yöntemsel bilgidir; temellendirilebilir, makûldür; gerekçelendirilebilir; tekrar edilebilir. Karşınızdaki insan size bir iddiayı, bir yargıyı dile getirdiğinde bunu temellendiremiyorsa, gerekçelendiremiyorsa: “Dediklerinize saygı duyuyorum; bu sizin bilginiz; siz bununla eyleyebilirsiniz; ancak lütfen bana karışmayınız" deme cüretini ve cesaretini göstermek zorundayız. Gönlümüzü kontrol edemeyebiliriz; ama aklımız kimseye teslim etmememiz gerekir. Çünkü "Aklınızı kime teslim ediyorsanız Rabbiniz odur." Biz inanalar için sonuç açıktır: Rabbimiz Allah ise aklımızı sadece Allah’a teslim ederiz; kula değil... Kula kulluk edilmez; bu kul kişi de olabilir, kurum da olabilir; ekonomik bir değer de olabilir. Çünkü kulluk sadece puta tapmak demek değildir; paraya da kulluk edilir; politikaya da; kişiye de...
Kısaca bir kültürü, bir medeniyeti, anlamlandırmak için önce anlamak; anlamak için de açıklamak ve çözümlemek gerekir. Şunu unutmamalıyız: Bir kültür, bir medeniyet, bir metafizik çanak içinde anlar, anlamlandırır ve anlaşılır. Bu ister Bâbil ister Mısır ister Yunan ister İslâm ister Osmanlı ister Çin ister Batı olsun... Burada şu soruyu sorabiliriz: Bu şemayı nasıl uygulayabiliriz? Bunun için üç şey yapılmalıdır: Öğrenilmeli, öğrenilen düşünülmeli, düşünülen bilinmeli. Çünkü her düşünülen bilinen değildir, çok şey düşünürüz ama onu ifâde ve istifâdeye konu olabilecek bilgiye çevirmek kolay değildir. Tüm bunlar için ne yapmalıyız, nereden başlamalıyız sorusuna gelinAnlamanın Eşiği ce; bu sorunun tek cevabı var: Yola çıkmak... Çünkü yol bize bir anlam verir ki Peki, denilenleri elde edebilmek için anlamlandırmamızı mümkün kılar. nasıl bir yapı ortaya koymak gerekir? Eskilerin çok sık kullandığı bir deyiş
Burcu BAYER Yıldırım Beyazıt Üniversitesi - Felsefe Bölümü Arş. Gör.
EĞİTİM-AKADEMİ
MODERN DÜNYADA ŞAHSIYET SORUNU YA DA KIŞI NASIL KENDI OLUR - II Ö
nceki sayıda modern kapitalist dünya düzeninin gerektirdiği hayat şartlarında insanın kendini ve kendilik bilincini arayışı ile “kişi nasıl kendi olur?” sorusuna cevaplar bulmaya çalışmıştık. Bu sayıda ise kapitalist düzenden ve bürokrasiden bahsederek bu iki temel elemanın kişiyi kendisi olmaktan nasıl alıkoyduğunu tartışmaya devam ediyoruz.
Burcu BAYER
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi - Felsefe Bölümü Arş. Gör.
1989, Trabzon doğumlu. Bilkent Üniversitesi Felsefe bölümünden mezun. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Felsefe bölümünde asistan olarak çalışıyor. Estetik, sanat, edebiyat üzerine düşünüyor. Eleştiri ve incelemeleri çeşitli dergilerde yayımlandı.
12
Karakter aşınmasına neden olarak kişinin kendi olmasını engelleyen etmenlerden biri, klasik ahlak teorileri ve pratiğinin yerini almakta hiç de nazikâne davranmayan yeni kapitalist düzenin dikte ettiği zihniyet ve değiştirdiği değer yargılarıdır. Richard Sennett Karakter Aşınması (2002) nam çalışmasında yeni kapitalist düzende iş ve çalışmanın kişinin karakteri üzerindeki etkilerini araştırmıştır. Bu düzende öne çıkan kavram “esneklik” olmuş; ideal insan ise esnek, kendini değişen koşullara uydurabilen ve ondan zarar görmeyen kişi olarak arz-ı endam etmiştir. Klasik kapitalizmdeki Fordist düzen yerini yeni kapitalizmde üretimdeki esnek uzmanlaşmaya bırakarak bir işçinin sahip olması gereken yeteneklerin ve yapması gereken işlerin sürekli değiştiği ve işçinin buna ayak uydurabilmesiyle işini elinde tuttuğu bir sisteme bırakmıştır. Esnekliğin bir diğer ayağı olan esnek çalışma saatleri ise görünürde çalışana bir özgürlük alanı yaratsa da, çalışan üzerinde kontrolünü yitirmekten korkan işverenin yöneldiği diğer kontrol mekanizmaları nedeniyle işçi üzerine fiziksel olmasa da psikolojik bir yük binmektedir. İş ve çalışma hayatında uzmanlaşmanın kendini esnekliğe bıraktığı bir dünyada kişinin değişen piyasa koşullarında kendini adapte edebilmesi gerekir. İnsan kendi varoluşunu yalnız gününün bir kısmını geçirdiği iş hayatında kurmaz; vaktinin geri kalanında da o kişi olmaya ve kendini kurmaya, kendinden tutarlı bir bütün inşa etmeye gayret eder. Klasik dünyada bir değere malik olan zanaatkârlığı ele alalım. Bir zanaatkâr, örneğin bir terzi, günün bir kısmında ömrünü o işin ustalığına adadığı zanaatla meşgul olur. Ustalığa doğru ilerlerken yalnız işinin inceliklerini öğrenmekle kalmaz, esnaflığı, insan ilişkilerini, dünyaya bakışını da incelterek belli bir kemalat süreci geçirir. Sennett’in bahsettiği karakter, kişinin zanaatında uzun yıllar geçireceği ön kabulüyle kurulur. Klasik dünyada bir terzi, ömrünü terzi olarak geçirebiliyordu. Bu iş güvencesi ona emin bir alan sunuyor, bir zihni rahatlığı da yanında getiriyordu. Ancak bugün, hazır giyim sektöründe çalışan biri işe ortacılıkla başlıyor, atölye kapandığında başka bir işe geçerek belki ütücülük yapıyor, başka bir kariyere yönelerek tezgâhtarlığa geçebiliyor. Tüm bu iş alanlarında kişiyi bekleyen gelecek kaygısı ve iş garantisinin olmayışı, bireyi ikircikli bir halde tutarak onun zihnini sürekli meşgul ediyor. Ayrıca, tüm bu iş kollarında kişiden beklenen yeteneklerin farklılaşması, henüz o iş kolundayken dahi sektörün değişmesiyle kişinin yeni ve farklı uzmanlıklar edinmek zorunda kalması bir bakımdan kendi-
ni geliştirme olarak görülebilir. Ancak gelişen bu şey, hadi kendilik diyelim, bir terzinin zanaatında ustalaşmasıyla kökten bir farklılık içeriyor. Sürekli bir “update” olma hali, kişinin durmaksızın, kendini dinleyip bir kendilik bilinci oluşturmaksızın kendini piyasanın ihtiyacı olan şeye dönüştürmeye gayret etmeye dönüşüyor. Hayatın metalaştığı, insanın yalnız maddi ve fiziksel hasletlerini geliştirmeye çalıştığı bir ekonomik düzenin içine hapsolan insanın yaşadığı hayata dışarıdan bakarak manevi hasletlerinin farkına varması, esas geliştirmesi gerekenin bu manevi hasletler olduğunu idrak etmesi imkânsız olmasa da sistemin sürekliliği, canlılığı ve hep hızlı ve “update” hali bunu engelleyen başat etmen. Zanaatkârın usul ve ahenkli hayatında kendi kendini kurması, bir kendilik ve şahsiyet inşa etmesi ile modern kapitalist düzende insanın kendi kendini tüketmesi arasındaki uçurum da tam olarak bu yeni halin inşa ettiği zihniyetten neşet ediyor. Daha önce modernizm bahsinde ele almaya çalıştığımız ve insanı bir ahlak krizine iten bu zihniyet ve dünya görüşünü besleyen ve sistemin bir an nefes almaksızın devam etmesini sağlayan ana etmenlerden biri olarak da modern kapitalist düzeni ve onun insandan beklentilerini görüyoruz. Meseleyi biraz daha açacak olursak yeni kapitalizmin şekil verdiği modern toplumlardaki esneklik, süreklilik kazanan değişime uyum, sil baştan olan yaşam tarzı, kaybetme tehlikesiyle dolu risklerle baş etme, hiçbir şeye bağlanmama, oto kontrol sisteminin dinamikliğine bağlı olarak kişi iç dünyasında sürüklenmekte ve savrulmaktadır. Hiçbir geçmişi yokmuş gibi davranmak, kendi kontrolü dışında gerçekleşen durumlardan sorumlu tutulmaktan dolayı modern insan suçluluk duymaktadır. Esnekliğe olumlu bir anlam yükleyerek belirsizliği ve istikrarsızlığı normal
kabul eden kapitalizmin modern hâli, kişinin davranışlarını saptırmakta; güven ve sadakat bağlarını zayıflatmakta; bağlılık, süreklilik ve kalıcılık gibi ayırıcı özelliklere dayalı toplumsal ilişkileri yerinden ederek bireyin iradesiyle davranışı arasında bir kopma meydana getirmektedir. İleri teknoloji ve bilgi aktarımına dayalı yeni kapitalizmin zaman boyutu, insanların işyeri dışındaki duygusal yaşantılarını derinden etkilemektedir. “Uzun vade yok” sloganı insan ilişkilerine özellikle aile yaşantısına sinmeye başladığında, “bırak git”, “kendini adama” ve “fedakârlıkta bulunma” anlamına gelen bir ilişki düzeni gizli bir şekilde kendine etki alanı yaratmaktadır. Başta aile olmak üzere sorumluluğu, güvenirliği ve hedef sahibi olmayı esas alan toplumsal ilişkiler, ekonominin yüzergezer değerleriyle karşılaştıkça zedelenmektedir. Kısa vadeli epizotlar ve fragmanlardan oluşan bir toplumda, güvene dayalı kalıcı toplumsal ilişkilerin nasıl kurulacağı cevapsız kalmaktadır. Sürekli baştan başlamak, her gün kendini tekrar kanıtlamak zorunda kalmak, riski hayatın her alanında hissetmek, muğlak koşullarda ayakta kalmayı bilebilmek, kişinin karakterini aşındırmaktadır. Çünkü uzun süre ve belli bir orandaki kalıcılık, insanın zihinsel ve ruhsal sağlığı için oldukça gereklidir. Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımlamış olduğu “sağlam bir toplumda sağlam bir beden ve sağlam bir ruh” ilkesinin gerçekleşebilmesi oldukça uzun bir süreye bağlanmaktadır. Ancak, hayatını geçmişine bağlı kalarak şekillendiren, bugünü dünün devamı olarak yaşayan; toplu yaşamını karşılılık ilkesi, süreklilik ve düzenle koruyan; alışkanlıklarına göre davranmayı kendine rasyonel açıklayan; sorunlarını benzerleriyle içine girdiği yardımlaşma, dayanışma ve işbirliğiyle çözen insan teki, yeni ekonominin ya da enformasyon toplumunun dayattığı değişiklikler karşısında bocalamaktadır. İnsan, sürekli değişen eko-
nomik ve sosyal yaşama, uyum sağlamaya çalışır. Bunu başarabilmek için gücü ölçüsünde türlü yollar ve yöntemler deneyen insan, çabasının sonuçsuz kaldığı noktada toplumsal uyumsuzluk yaşar. Yaşanan değişimler karşısında ruhsal dengeyi kuramayan kişi, toplumsal yaşam için önemli bir öğe olan uyumu kaybeder. Kaygı, denetleme, ertelenme, kendine ve başkalarına güvensizlik, çalışma ve çabayı yeterli bulmama, aşırı çaba ve çalışma eğilimi, gibi duygu ve durumlarda beliren süreklilik, kişinin bireysel ve toplumsal zorlanmasıyla sonuçlanır. Sonu gelmeyen, bitmez tükenmez amaçlar, beklentiler ve isteklerle karşılaşan birey, aşırı yüklenmeye dayalı olarak zorlanmaya yatkın bir kişilikle tanışır. Günümüzde giderek daha hızlanan yarış ve rekabet, korku duygusunun artmasına neden olmaktadır. Yenilgi gibi başarı da, getirdiği sorumluluklardan ötürü, kişide yetersizlik duygularına ve yeteneksizliğin ortaya çıkacağı korkularına yol açabilir. Modern insan hızlı değişimin yarattığı bir “aşırı yüklemeye” maruz kalmaktadır. Ortaya çıkan her değişim, muhatabı olan kişiden uyum, özümseme ve hayatında ona yer açma istemektedir. Bu da onun hayat karşısındaki görev ve sorumluluğunu artırmaktadır. Bu hususta şöyle bir itiraza başvurabiliriz: Sennett, araştırmasını ve argümanlarını Amerika ve Avrupa’daki iş ve çalışma dünyasını temel alarak, dünyanın batısının dinamiklerinden yola çıkarak kurguluyor. Dünyanın doğusu ve İslam topraklarında sistemin farklı işlediğini, bu argümanların bizim için geçerli olmadığını söyleyebiliriz. Ancak, kapitalizm adlı ekonomik sistem yalnız batıda değil, dünyanın çok küçük kısmı hariç hemen her yerde uygulanıyor. Bu ekonomik sistemin bir manevi dünya oluşturduğunu, değerler ve bakış açıları inşa ettiğini, insanın kendisiyle ve ötekiyle kurduğu ilişkiyi belirlediği söy-
13
MODERN DÜNYADA ŞAHSIYET SORUNU YA DA KIŞI NASIL KENDI OLUR - II
EĞİTİM-AKADEMİ
lemek aşırı olmayacaktır. Medya, moda, sosyal iletişim ağları da bu ekonomik sistemin gölgesi olan zihniyet dünyasını da yaymaya anbean devam ediyor. O nedenle, dünyanın doğusu, özelde de Türkiye için Sennett’in argümanlarının geçersiz olduğunu söyleyemeyiz. Söyleyebileceğimiz ancak esneklik ve bu esnekliğin neden olduğu karakter aşınmasının bizde Batı kadar keskin şekilde olmadığıdır. Öte yandan, Türkiye için konuşursak, Müslüman bireyin değer yargıları ile modern kapitalist dünyanın değerleri ve beklentileri arasındaki çatışmayı kaybedenin Müslüman birey olduğunu gösteren veriler elimizde bulunuyor. Müslümanlar alternatif bir ekonomik sistem ve dünya görüşü üretemedikleri gibi, bu ekonomik sistemin ortaya koyduğu değerler dünyasının karşısında da sürekli aşınıyorlar, daha çok para ve meta uğruna kendilik bilinçlerini, Müslüman değerlerini feda ediyorlar. Örnekler üzerinden konuşursak, “işçiye ücretini alnındaki ter kurumadan veriniz” diyen bir peygamberin ümmetinde herkesin maaşının vaktinde yatması beklenir. Peygamberin “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” düsturuna göre Türkiye’de hiçbir maaşın açlık sınırının altında olmaması gerektiği gibi açlık gibi bir sorunun emarelerinin bile görünmemesi gerekir. Örnekleri artırabiliriz ancak temel bir şekilde görünüyor ki, Müslüman ahlaki değerlerini temayüz edebilmiş olsaydık, ekonomik sistemimiz bugünkünden radikal biçimde farklı olacaktı. Meseleye tersinden bakarsak, modern kapitalist sisteme ve onunla birlikte paket olarak gelen zihniyete, dünya görüşüne ve metaya değer verme düsturunu kabul ettiğimiz için ve bu sistem insana bir an olsun durup düşünme, kendinin farkına varma şansı tanımadığından; yıpranan, aşınan, ödün verilen taraf ister istemez kişinin manevi dünyası, karakteri, şahsiyeti oluyor.
14
Ahlak krizinde ve kişinin kendi olmasının önündeki engelde karşımıza çıkan temel düstur olan modernizmin en etkili dönüştürücü aracı olan kapitalizm çok daha geniş biçimde alınabilir. Tüketim kültürü, gösteri toplumu gibi kavramlar ve bunlar üzerine yazılan kütüphaneler dolduran literatür bunun göstergesi. Ancak, doğrudan iş ve çalışma dünyasının, kapitalizm sistemi içinde maişet derdini güden bir kişinin kendi hakkındaki bilgisini ve kendine yaklaşım tarzını nasıl etkilediğini göstermesi açısından Sennett’in araştırması dikkate değer nitelikte. Kişiyi sürekli esnek olmaya ve risk almaya iten bir dünya içinde tutarlı, dengeli ve sağlam olmaya gayret etmek aşağılanan değerler olduğu sürece, karakter inşa etmek için gerekli olan asgari şartlar da sağlanamıyor. Kişinin önünde onu bekleyen asude bir hayat değil, adeta bir cangıl bulduğundan, bu cangıla ayak uydurup hayatta kalmaya çalışmaktan, otantik, özgün, şahsiyet sahibi bir birey olmaya ne vakit bulabiliyor ne de bunun hayatiliğinin farkına varabiliyor. Bu cangılın diğer bir yönü ise modern hayatın vazgeçilmez bir unsuru olan bürokrasi ve bürokrasinin beklentilerinin insanın karakteri üzerindeki etkileri. Makalemizin bu aşamasında modern, endüstriyel ve teknolojik dünyada bürokrasinin insanı nasıl gayri şahsiliğe yönelttiğini incelemeye çalışacağız. Rasyonel aklın egemen ve en yüce değer olarak görüldüğü çağda bürokrasi özellikle farklılaşmış ve parçalara ayrılmış bir toplumda işin rasyonel kurallara göre yerine getirilmesinin en etkili yöntemi olarak tanıtılmaktadır. Buna göre karmaşık bir iş, her biri işin bir kısmını yapan ve yaptıklarının nasıl bir işin parçası olduğunu bilmeleri gerekmeyen insanların beceri ve iş bölümünü gerektirdiği zaman, bütün çaba, genel hedefe varılması için birbirine eklenmeli
ve aralarındaki eşgüdüm sağlanmalıdır. Sıkı bir emir komuta zinciri vasıtasıyla sağlanan bu durumda zincirin en altındakiler yalnızca kendilerine verilen emirleri yerine getirmekle mesuldürler. Kişi, kendine verilen görevi yerine getirirken ne vicdanına danışabilir ne de aksi yönde bir inisiyatif alabilir. Devlet dairelerinde memurların kendilerine işi düşen vatandaşlara “ne yapalım, biz de emir kuluyuz” demelerinin arkasında yatan sebep tam da budur. Bu durumda bürokrasi doğası gereği insanların kendi kişisel tercihleri ve duygu durumlarını dışladığından tam anlamıyla gayri şahsi bir ortam yaratmaktadır. Bauman'ın çözümlemesine göre modern örgütlenme tarzı ve bürokrasi, insanların hareketlerini kişisel inanç ve duygularından muaf kılmak üzere tasarlanmış bir aygıttır. İnsanın kendi kişiliğini, inanç ve duygularını, vicdanını rafa kaldırarak örgütsel rasyonel aklın emirleri doğrultusunda hareket ettiği bir sistem yaratan modern bürokraside kişiler, eylemlerinden sorumlu ahlaki özneler olmaktan çıkıyor hatta kendi ahlaki yargılarını eylemlerinde denkleme katmamak üzere eğitiliyorlar. Modern bürokrasiler, doğaları gereği, duygu dışı davranışlar ve gayri şahsi ilişki matrisleri oluşturduklarından, kişisel davranmanın önünü alırlar. Bu örgütlerde, sistematik şekilde işleyen düzenek, “kişiliksizleştirme” amelesidir. Amaç, “yüzlerin silinmesi”, bireysel özerkliğin yok edilmesidir. Kişiler yerine roller ikame edilir, üyeler amaca erişme ya da sorun çözme temelli rollere yönlendirilir. Bürokrasi, özelliğini, üyelerinin bireysel niteliklerinden çok sayılardan alır. Bir başka deyişle, bürokrasi, kişisellikten sıyrılarak, anonim bir karaktere bürünür. Modern kurumların katı, baskıcı ve otoriter yanları, iş görenin araçsal bir değere sahip oluşu, rasyonalite ve kişilik dışılık bireyin insani yönünü gölgede bırakır. Bu durum belli bir süre-
ci takip eder; birey, önce, araçlarla ya da nesnel iş ilişkileri ile uyumlu-barışık olmaya başlar, sonra ilişkilerinde ikincil ve resmi yanlar öne çıkar, kendi kendisine yetmeyi öğrenir, yalnızlıktan rahatsızlık duymamaya, hatta hoşlanmaya başlar. Ömer Aytaç, modern bürokrasilerin insan üzerindeki etkilerini incelediği etraflı makalesinde şu tespitlerde bulunur. “Bireysel düzlemde zihinsel deformasyon, iş tatminsizliği, iş stresi, anksiyete, depresyon gibi psikolojik rahatsızlıklara ek olarak toplumsal ve örgütsel düzlemde, düşük üretkenlik, bozuk moral ve ahlaki değerler, yüksek işgücü devri, performans düşüklüğü ve işten kaçma (kaytarma) eğilimlerinde artış gözlenir. Ayrıca, pek çok ruhsal temelli fiziki rahatsızlık (psikosomatik) da, aslında örgütsel baskı ve zorlanmaların bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bunun dışında, yabancılaşma, dışa dönük extrem dışavurumlarla da kendisini gösterir. Bunlar, artan suç oranları, sabotaja yönelme, sağlık ve sosyal güvenlik harcamalarındaki artış, iş yavaşlatma, grevler, intihar ve türlü sapma davranışları olarak karşımıza çıkar” Modern bürokrasilerdeki bu otoriter yapı, kuralcılık, ileri akılcılık ve gayri şahsilik kişiyi sağlıklı bir ruh haline sahip olmaktan alıkoyduğu gibi, iş yerindeki baskı ve kendi olamama hali kişinin sivil hayatında narsist ve bencil davranışlara, öfke nöbetlerine, depresyon ve hayatın anlamsız olduğu hissine varacak denli uç tezahürlere neden olabilmektedir. Makalemizin başında belirttiğimiz gibi elbette insanın kendi üzerinde bir kişilik bilinci geliştirip kendinin bir ahlaki özne olduğunun farkına varabileceğini ve hayatını bu düstura göre yönlendirebileceğini kabul ediyoruz. Ancak modern
hayatın kapitalizm ve bürokrasi gibi iki temel ve kapsayıcı etmen üzerinden kişi üzerinde kurduğu dayatmalar ve belirlenmelerin de es geçilemeyecek denli önemli faktörler olduğunu göstermeye çalıştık. Birbirleriyle organik olarak ilişkili olan bu etmenlerden yeni kapitalist sistem ve bürokrasi, insanı, sistemin bekası için kendi işine gelen değerler ile şekillendirirken kişiye kaçıp nefes alacak ve kendinin ahlaki bir özne olduğunun farkına varacak imkân tanımamaktadır. Özellikle bürokrasinin insan üzerinde kurduğu iktidar nedeniyle insan tek boyutlu olmaya mahkûm kalarak gayri-şahsi olmaya zorlanmakta. Bu sürece teslim olanlar örgüt adamı olarak sistemin içinde bürokrasinin istediği salt rasyonel, eleştirmeyen ve kendi vicdani ve ahlaki değerlerini yok sayan kimselere dönüşmektedir. Bauman’un bu bağlamda Holocaust’u bir anomali değil de tam olarak modern rasyonel örgütsel aklın doğal bir sonucu olarak görmesi tam da bu nedenledir. Öte taraftan, kişinin maişet derdiyle dâhil olduğu yeni kapitalist sistem insandan kendini sürekli sistemin istekleri yönünde yenileyen esnek bir makineye dönüştürmesi yine insanın bir karakter geliştirmesi için gerekli olan tutarlı, sürekli, düzenli ve öngörülebilir bir hayattan mahrum bırakmaktadır. Ahlak felsefesine yeni bir bakış atmak, çağın ahlaki problemlerine çözüm olabilecek bir yaklaşım sahibi olmak için yalnız klasik ahlak felsefelerini ve onların çözüm önerilerini göz önünde bulundurmanın yeterli olmayacağı açıktır. Nitekim insan hep insan olmaya devam etse de, içinde bulunduğumuz çağ ve onu kuşatan zihniyet insana insanlığını, biricikliğini ve onu halifetullah yapan kendilik bilincinden uzaklaştırmak için olağanüstü bir çaba içindedir. Modern hayat; bürokrasi, kapitalizm, gösteri toplumu, tüketim kültürü, sosyal iletişim ağlarının baştan çıkarıcı
gücü vasıtasıyla insanı şimdiye kadar olmadığı kadar kendisinden uzaklaştırdı. Kişi nasıl kendisi olur sorusunu dahi unutturarak soruyu değiştirerek insanı daha popüler, daha zengin, daha güçlü, daha muktedir, daha havalı yapmanın yollarını aratmaya icbar etti. Bu nedenle, insanın kendisi olması, bir şahsiyet geliştirmesi için önce bu kuşatıcı ve kör edici sisteme özge bir bakışla bakabilmesi, ardından da esas sorunun peşine düşmesi gerekmektedir.
KAYNAKÇA Aristoteles (1993), Politika. Çev. Mete Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi. Aristoteles (1997), Nikamakos'a Etik. Çev. Saffet Babür, Ankara: Ayraç Yayınevi. Aytaç, Ömer (2005), “Modern Bürokrasiler ve Yabancılaşma Ethosu”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C.15, S.2, ss 318-348. Farabi (1990), İlimlerin Sayımı, Çev. A. Ateş. Ankara: MEB. Farabi (1990), El- Medinetü’l Fazıla, Çev. N. Danışman. Ankara: MEB. Geçtan, Engin (2004), İnsan Olmak, İstanbul: Metis Yayınları. Kınalızade Ali Çelebi (2007), Ahlak-ı Alai, Haz. Mustafa Koç, İstanbul: Klasik Yayınları. Sennett, Richard (2002), Karakter Aşınması, Çev. Barış Yıldırım, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Şan, Mustafa Kemal (2006), “Zygmunt Bauman: Modernlik Ve Postmoderlik Arasında Bir Sosyolog”, İ.Ü. Sosyoloji Dergisi, Vol. 3, ss.63-90. Şentürk, Ünal (2010), “Değişen Ekonomik ve Sosyal Koşulların Bir Ürünü Olarak ‘Karakter Aşınması’”, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S.7, s. 113-124. Zygmunt Bauman (1998), Postmodern Etik, Çev. Alev Türker, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. (1998), Sosyolojik Düşünmek, Çev. A. Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. (2001) Parçalanmış Hayat Postmodern Ahlak Denemeleri, Çev. İsmail Türkmen, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. (2003), Modernlik ve Müphemlik, Çev. İsmail Türkmen, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
15
Nihal KOCABAY ŞENER İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü Arş. Gör.
EĞİTİM-AKADEMİ
MAHREMİYETİN DEĞİŞEN YÜZÜ: SOSYAL MEDYA
Ç
ağmızda bizi uçsuz bucaksız bir mekana (aslında mekan olmayan bir mekana) doğru çekiyor ve bu çekime neredeyse kimse karşı duramıyor. Bu girdabın adı ‘sosyal medya.’ Görsellik çağı tanımı, artık yerini kendini görünürlük çağı tanımına bırakıyor. Artık görünmek var olmak ile neredeyse eş anlama geliyor. Sosyal medyada kendimizi göstermek artık günümüzün şiarı.
Nihal KOCABAY ŞENER İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi
2008 yılında İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünden mezun olmuştur. Aynı üniversitede yüksek lisans ve doktorasını tamamlamıştır. İletişim sosyolojisi, yeni medya, medyada temsil ve görsel kültür üzerine çalışma yürüten Kocabay Şener’in yayınlanmış makaleleri, kitap bölümleri ve kitap editörlüklükleri bulunmaktadır. Nisan 2015’de düzenlenen Medya ve Din Sempozyumu’nun düzenleyicileri arasında yer almıştır.
Her yeni teknoloji gibi sosyal medya da bireylere kendi kurallarını getiriyor ve hatta belki de dayatıyor. Toplumsal kurallar ile sosyal medyanın kendi kuralları ise zaman zaman çatışma gösteriyor. Peki kim galip? Popüler hale gelen sosyal medya akımları karşısında geleneksel toplum kuralları mağlup olmuş gibi duruyor. Belki de sosyal medya kullanıcıları da bu mağlubiyetten şikayetçi değiller. Zira kendini göstermek çağımızın en önemli isteği ve aynı zamanda sorunu. Sosyal medya bireylerin düşüncelerini, duygularını, fotoğraflarını, anlarını aslında hayatlarını başkaları ile paylaşabilmeleri için tasarlanmış bir yapıya sahip. Hayatın çoğu zamanını sosyal medya arkadaşları ile paylaşmayı arzu eden bireyler, belki zaman zaman gerçeklikten de koparak kendilerini teşhir ve ifşa etmeye başladılar. Dolayısıyla günümüzün en tartışılır kavramlarından biri mahremiyet oluverdi. Mahrem kavramı, sosyal medya ile büyük bir değişikliğe uğradı. Artık mahrem sayılan şeyler mahrem olmaktan çıkmaya, normal olarak kabul edilmeye başlandı. Ancak bazı şeyler halen tartışılabilir boyutta. Kültür ve toplumsal kurallarla karşıtlaştığını düşündüğümüz örneklerden yola çıkarak sosyal medyanın nasıl bir değişim yaşattığını tartışmaya çalışacağız.
Sosyal Medya Bizi Şekillendiriyor mu? Günümüzün belki de en sık kullanılan kavramlarından biri artık sosyal medya. Gençlerin ve hatta ileri yaştakilerin de dahil olduğu sosyal medya, Web 2.0 teknolojisinin ortaya çıkmasıyla birlikte toplumların hayatlarına girmiş olan yeni bir mecra. Bir vazgeçilmez haline gelen sosyal medyayı basitçe eşzamanlı ve çift taraflı olarak bireylerin birbirleriyle paylaşımlarda bulunmalarını sağlayan bir ağ yapısı olarak tanımlayabilmek mümkün. “Sosyal medya insanlar tarafından iletişimi kolaylaştırmak amacıyla yaratılan web tabanlı bilgi sunmakta, insanlar birbirleriyle hikayelerini ve deneyimlerini paylaştıklarından şu anda dünyadaki temel sosyal etkileşim kaynaklarından birini temsil etmektedir.”
16
Sosyal medya tanımı, insan hayatını ko- Mahremiyet Algısının laylaştırıcı ve daha fazla etkileşimde bu- Dönüşümü lunmayı öngören bir çerçeveyi kapsıyor. Sosyal medyanın yola çıkış amacı tanım- Sosyal medya bireyleri birbirine bağdaki gibi olsa da toplumlarda ciddi değişik- larken aynı zamanda yeni bir iletişim liklere neden olabildiğini ve bireyi dönüş- biçimi de ortaya çıkarır. Bir sanal gertürebildiğini söyleyebilmek mümkün. çekliğin ortaya çıktığı ağlarda bireyler kendilerine farklı profiller çizebilirler, Hatırlamakta fayda var ki toplumlar, iç olduklarından farklı davranabilirler. Bu veya dış faktörlerden etkilenerek çeşit- farklılaşma son yıllarda üzerine çokça li değişimler gösterirler. Hiçbir toplum tartışılan bir alanı oluşturdu. Tüm bu yıllar boyunca sabit kalmaz, kültürel farklılaşmanın dışında toplumsal deöğeler değiştikçe toplum da değişir. ğer yargıları sosyal medya ile birlikte Toplumda yaşanan değişimlerin fak- bir değişimden ve dönüşümden geçtörlerinden biri de teknolojide yaşanan meye başladı. Değişim ve dönüşümü gelişmelerdir. Teknolojik determinist bir tartışırken pergelimizi sabitlememiz tavır geliştirmek doğru olmasa da tek- gereken nokta mahremiyet algısı, zira nolojideki gelişmelerin toplumu değiş- sosyal medyanın temelden sarstığı tiren unsurlardan biri olduğu ortadadır. yahut farklılaştığı kavram bu.
Sosyal medya bireylerin düşüncelerini, duygularını, fotoğraflarını, anlarını aslında hayatlarını başkaları ile paylaşabilmeleri için tasarlanmış bir yapıya sahiptir Her teknolojik gelişme gibi sosyal medya da bireyler ve toplumlar üzerinde değişimlere neden oldu. Teknolojik gelişmeler kendi kültürleriyle birlikte insanların hayatlarına girerler, dolayısıyla teknolojinin getirdiği kültür ile toplumun içinde var olan kültür bir çatışma içine girebilir. Sosyal medyada ortaya çıkmaya başlayan bazı akımlar bireylerin kendi kültürleriyle ters düşüyor olsa da kabul edildi ve uygulanmaya başlandı. Sosyal medyada oluşan toplum -özellikle gençler arasında- bireylerin onaylanılması gereken bir yer haline geldi. Bu durum sosyal medya akımlarının öncelikle bireyleri ardından ise daha geniş bir kitleyi şekillendirdiği bir mecra haline gelmesine yol açtı.
Belirtmek gerekir ki mahrem ve mahremiyet kavramları tanımlanması son derece zor alanlardır. Toplumdan topluma farklılık gösteren mahremiyet kavramının, aynı toplum içinde dahi farklı gruplar tarafından sınırları farklı çizilebilir. Ayrıca bu kavramın dönemden döneme değişiklik arz ettiği de söylenebilir. Şimdi mahremiyet kelimesinin etimolojisine bakalım öncelikle, ardından kavram alanına değindikten sonra sosyal ağlarla birlikte yaşanan değişimi tartışalım. Mahrem kelimesi Türkçe’ye Arapça’dan geçmiştir ve kökü haram kelimesine dayanır. Mahremin anlamsal alanına bakıldığında “1. Şeriatın yasak ettiği, haram. 2. Evlenmeyi şeriatın yasak ettiği nikah düşmeyen. 3. Yakın akrabadan olduğu için kadınların kendisinden kaçmadığı. 4. Biriyle içli dışlı, her türlü işlerini bilen. 5. Gizli, herkese söylenmez; herkesçe bilinmemesi gerek” anlamları ile karşılaşılır. Mahremden türetilen mahremiyet ise, “Mahrem olma durumu, bir kimsenin gizli özelliği. İslam hukukunda şer’an nikah düşmeme durumu” karşılıklarını verir.
Gizlilik ve herkese kapalılık tanımlamaları içinde şekillenen mahremiyet, bu özelliklerinden dolayı ifşaya ve ifşaata kapalı olandır. Mahremiyetin sınırları hem toplum hem de birey tarafından belirlenir. Bireyin kendine çizmiş olduğu sınır mahremiyetini ortaya koyar ve bu sınır onu toplumsal alana karşı korur. Bireyin izin verdiği ölçüde bu alana girmek mümkün olur. Şunu da belirtmek gerekir ki; bireyin kendi mahremiyetini çizdiği alan da kısmen toplum tarafından belirlenir. Toplumun bireylere öğrettiği, yansıttığı hatta bazen dayattığı bazı sınırlar vardır ve bireyin bu sınırların dışında hareket etmemesi beklenir. Dolayısıyla kişisel mahremiyet toplumun da koyduğu görünmez sınırlarla bireylerin kendileri tarafından çizilir.
Bireyin kendine çizmiş olduğu sınır mahremiyetini ortaya koyar ve bu sınır onu toplumsal alana karşı korur Günümüzde belki artık sosyal medyasız bir sosyallik düşünülemese de sosyal medyanın hayatımızda olmadığı günlerde bireylerin mahremiyetlerini kendi elleriyle ihlal etmeleri ve bu eylemden hoşnut olmaları çok mümkün gibi durmuyor. Fakat bugüne baktığımızda Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg’in söylediği gibi “mahremiyet artık norm değil. İnsanlar sadece daha çok ve çeşitli bilgiyi paylaşmakla kalmıyor, daha çok insanla ve daha açık bir şekilde paylaşıyorlar ve bundan memnunlar.” Webster’s New World Dictionary’e giren “abartılı paylaşım” kavramı şahsi bilgileri ortaya sermek; kişinin bir blogda veya başka bir yayın organında özel hayatını teşhir etmesi; teşhire maruz kalan kişiden ısrarla onay beklemesi anlamını taşıyor. Mesele sadece ifşa ve teşhir değil, aynı zamanda başkalarının da onayını alma
17
MAHREMİYETİN DEĞİŞEN YÜZÜ: SOSYAL MEDYA
EĞİTİM-AKADEMİ
arzusuna dönüşüyor. Bu arzu sosyal medyada ne yaş, ne cinsiyet dinliyor. Descartes’in meşhur sözü olan “Düşünüyorum, öyleyse varım”, “Görülüyorum, öyleyse varım”a dönüşüyor.
medyada paylaşmakta artık bir sakınca görmez hale gelmişlerdir. Evin içerisinde yapılan bazı değişikliklerin ya da eve yeni alınan bir eşyanın sosyal medyada paylaşılması neredeyse olağan karşılanır olmuştur. Evimizin kapılarını açmadığımız kişiler hatta belki hayatımız boyunca neredeyse 10 dakika bile konuşmadığımız Facebook arkadaşlarımız artık evlerimizin içine sızmışlardır. Evimizin anahtarlarını ise bizler onlara kendi isteğimiz ile teslim etmişizdir.
Görülmek ve kendini teşhir etmek aslında pek çok insan açısından sorunlu iken dini hassasiyetleri olan kişiler için daha problemli bir nokta olarak karşımıza çıkıyor. Burada biraz uzunca bir alıntı ile Nazife Şişman’a kulak verelim: “Müslümanların nefs terbiyesinin temel ilkesinin az konuşmak olduğunu; Fotoğrafla ilgili diğer bir konu ise kenayıpların örtülmesinin temel ahlak kai- dimize ait olan fotoğraflardır. Belirli bir desi olduğunu; kendini övmenin en bü- zaman öncesinde ve hala günümüzde yük ahlak zaafı ve ‘görünme’nin de ‘ol- suret yasağını tartışan Müslümanların ma’nın önündeki en büyük engellerden biri olduğunu kabul ederler. Bu kabulHayatımız boyunca lere rağmen Müslümanların, görmenin ve görünmenin hiyerarşisini değiştiren neredeyse 10 dakika bile yeni teknolojileri sorgulamaksızın ve konuşmadığımız hiçbir filtre ya da kasis koyma gereği duymaksızın hayatlarına dahil ediyor Facebook arkadaşlarımız oluşu, zamanımızın en çelişkili ve en artık evlerimizin içine eklektik durumu.” sızmışlardır
Sosyal Medya Kuralları ve Diğer Toplumsal Kurallar Sosyal medya kendi kurallarını herhangi bir aidiyet dinlemeden bireylere dayatabiliyor. Ayrıca bireylerin toplum içinde varlıklarını sürdürebilmeleri, kabullenilmeleri ve onaylanmaları da bu dayatmaları kabul ile mümkün olabiliyor. Ancak zaman zaman toplumun kültürü ile sosyal medyanın kültürü birbiri ile çatışır hale gelebilir. Bu çatışmayı örnekler üzerinden yorumlamak daha yerinde olacaktır. Bireylerin mahrem alanlarından biri de hanesidir. Kültürel kodların bizlere söylediği evin, eve ait olan şeylerin kapıları samimiyete dahası yakınlığa bağlı olarak başka kişilere açılır. Ancak öncesinde bu hassasiyetlere bağlı olan kişiler dahi evlerinden görüntüleri sosyal
18
bazıları artık kendi görüntülerini yayınlamakta herhangi bir sakınca görmemektedirler. Sadece bir profil fotoğrafı belirlemenin ötesinde hayatlarının farklı zamanlarına yönelik anları takipçileriyle ya da arkadaşlar’ıyla paylaşmakta herhangi bir sakınca duymazlar. Sosyal medyada görünür olmak kimileri için çoğu tartışmanın önüne geçmiştir. Elbette kendi hassasiyetlerine özen göstererek bu akımlara yenilmeyen kişilerin de varlıklarını ifade etmek gerekir. Fotoğraf ile ilgili olarak değinilebilecek diğer bir konu ise bireylerin çocuklarının fotoğraflarıdır. Çocuğun elbette ki fotoğrafının yayınlanıp yayınlanmama konusunda herhangi bir tercihi bulunamaz, buna karar verecek olan onun ailesidir. Ancak kendi fotoğrafını yayınlamaktan imtina eden ve bunu
doğru bulmayan bireylerin çocuklarının fotoğraflarını sosyal medyada paylaşmaları, kendi fotoğraflarını kullanmamak için çocuklarının fotoğraflarını profil fotoğrafı olarak kullanmaları bir çelişkiyi de beraberinde getirir. Kendi fotoğrafını sergilemeyi uygun bulmayan bir kişi neden çocuğunun fotoğrafını paylaşmakta bir sakınca görmez? Bir diğer tartışılabilecek konu ise özellikle bir dönem furyaya dönüşen yemek fotoğraflarıdır. Özellikle özenli bir şekilde hazırlanmış olan yemeklerin fotoğraflarını çekerek paylaşmak sosyal medya kullanıcılarının bir dönem sıklıkla paylaştıkları fotoğraflar arasında yer aldı. Çoğunluğu “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” Hadis-i Şerif’i ile yetişmiş olan bir toplumun sosyal medya trendlerini takip etmek, üstten dayatılmış olan bir kültüre boyun eğmesi tartışılır konulardan biridir. Yediği ve ulaşabildiği yiyeceği ekonomik ve sosyal statü göstergesi olarak görmeye başlayan bireyler, içinde yetişmiş oldukları diğer toplumsal değerleri düşünmeksizin kendilerini sosyal medyada oluşan değerler sisteminin rüzgarına bırakıvermişlerdir. Dışarıda lokanta ya da cafelerde yediklerinin fotoğraflarını teşhir etmekten çekinmeyen bireyler aynı zamanda evlerinde hazırlamış oldukları sofraların da fotoğraflarını ifşa etmekten geri durmazlar.
Sosyal Medya ile Aracılandırılan İbadet Sosyal medyada eleştirilebilecek paylaşım örnekleri ayrıca ibadet sırasında yapılanlar olabilir. Gidilen camiden konum bildirmek sıralayabileceğimiz örneklerden belki de en masum olanı. İbadethanede bulunup maneviyatı yaşamanın yanı sıra ayrıca sosyal medya arkadaşlarını da durumdan haberdar etmek arzusu ortaya çıkar. Zira sosyal medya her attığımız adımı duyurmaya
Sosyal medya her attığımız adımı duyurmaya yönelik bir sistem ile işler yönelik bir sistem ile işler. Namaz kılarken çekilmiş fotoğraflar ise manevi arayış dışında farklı arayışları da imler niteliktedir. Hacc’dan paylaşılan fotoğraflar hatta sosyal ağlar üzerinden yapılan canlı yayınlar ibadetin mi yoksa sosyal ağ ‘cemaati’ne duyurunun mu önemli olduğu sorusunu/sorununu akıllara getirir. Her şeyi gören ve bilen Allah’a yapılan ibadeti, bireyler, her şeyi göremeyen ve bilemeyenleri de görür ve bilir hale getirmek için sosyal medyayı kullanır. Sosyal medya ile yapılan ibadeti göstermek neredeyse sosyal medya ‘farz’larından biri haline dönüşmüştür. Sosyal medya ve ibadet ile ilgili olarak karşımıza çıkanlardan biri dini aracılandırmak olarak tanımlayabileceğimiz olgu. Bu olgu ile sosyal medya üzerinden yapılan duaları belirtmeye çalışıyoruz. Çeşitli sosyal medya araçları ile paylaşılan dualara çokça şahitlik ediyoruz. Burada birey ya da inanan, Allah’a yapması gereken duayı sosyal ağ ile aracılandırıyor yani Allah’a bu yol ile ulaşmaya çalışıyor. Eğer bunu yapmıyor ise –ki böyle düşünmediğini düşünmek isteriz- o zaman ibadetini teşhir etmeye çalışıyor. Belki gün içerisinde, iftar sofrasında etmediği duayı sosyal medya hesaplarından paylaşmayı tercih eden bir grubun olduğunu söyleyebilmek hiç de zor değil.
Değerlendirme Az bir süredir hayatımızın içinde olan sosyal medya her geçen gün alışkanlıklarımızı, değerlerimizi daha fazla etkileyen ve hayatımızı şekillendiren bir hal almaya başladı. Toplumun hangi kesiminden olursa olsun sosyal medya kültürüne direnç odakları geliştirebilmek pek mümkün olamıyor, değer yargıları ile sosyal ağlar üzerinde yapılanlar birbiri ile çelişiyor. Kültürümüzün getirdiği bazı yaşam pratikleri sosyal medya devreye girdiğinde unutulup gidiyor. Sosyal medyada oluşan kültür ile toplumların kendi kültürlerinin karşı karşıya geldigi zamanlarda sosyal medya kültürü kazanan oluyor. Bireyler sosyal medyada varlıklarını gösterebilmek için bağlı oldukları kuralları hiçe sayabiliyor. Yıllardır kabul edilmiş olan kurallar yavaş yavaş değil, oldukça hızlı bir şekilde yerlerinden sarsılıyor. İbadetler sosyal ağlar üzerinden canlı olarak yayınlanmaya başlıyor, diğer yandan mahremiyet kavramının sınırları en hassas olan inananlar için bile yeniden çiziliyor.
KAYNAKÇA:
Wright, D. K., & Hinson, M. “Sosyal Medyanın Halkla İlişkiler Uygulamaları Üzerindeki Etkisine Güncel Bir Bakış”, Yeni Medya Üzerine-Kavramlar, Yaklaşımlar ve Uygulamalar, ss. 140-165, Antalya, Akdeniz Üniversitesi Yayınları, 2012. Özön, M. N. Büyük Osmanlıca-Türkçe Sözlük, 6. Bs., İstanbul, İnkılap ve Aka Kitabevleri, 1979. Ayverdi, İ. Misalli Büyük Türkçe Sözlük, 2. Cilt, İstanbul, Kubbealtı Neşriyat, 2005. Şişman, N. Dijital Çağda Müslüman Kalmak, İstanbul, İnsan Yayınları, 2016 Niedzviecki,H. Dikizleme Günlüğü, Çev. Gökçe Gündüç, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2010.
Çözüm önerisi sunmaktan daha ziyade tespitte bulunmak için kaleme aldığımız bu yazı sadece bir farkındalık oluşturmayı hedefledi; sorunları görmek ve çözümü birlikte oluşturabilmek için.
19
Yrd. Doç. Dr. Nilüfer DEMIR Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi
EĞİTİM-AKADEMİ
SOSYAL MEDYA:
TÜKETIMIN NESNESI HALINE DÖNÜŞEN BIREYLER
S
osyal etki, toplumsal hayatta bireyin ya da bireylerin bilinçli veya bilinçsiz olarak toplumdaki diğer birey ya da bireylerin herhangi bir konuda duygu, düşünce ve davranışlarını değiştirme işlemi olarak tanımlanmaktadır. Kısacası sosyal etki, bireylerin birbirlerinin tutum, duygu ve davranışlarını etkileme çabasıdır. Sosyal etkinin oluşumu iki kaynaktan birine bağlıdır. Bunlar; sosyal kurallara bağlı sosyal etki ve bilgiye dayalı sosyal etkidir.
Yrd. Doç. Dr. Nilüfer DEMIR Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi
3 Mayıs1966 yılında doğdu. Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji bölümünde öğretim üyesi. Çevre Sosyolojisi, Göç Sosyolojisi, Toplumsal Kimlikler konuları ilgi alanlarıdır. Çok sayıda makalesi ve Toplum Bilim, Sosyoloji; Temel Kavramlar, (2016 Ankara: Turhan Kitabevi) adlı bir kitabı bulunmaktadır.
Sosyal kurallara bağlı etki çeşidinde bir insanın gruptan ya da bir insandan ödül almak (sevilme, sayılma), cezadan kaçınmak (reddedilme, nefret edilme) için uyum sağlaması ve sosyal emirlere boyun eğmesi durumunda oluşur. Bu etki biçiminde, insan diğerlerini mutlu etmek ister. Sosyal uyumun nedeni; sosyal onay almak, kabul görmek, reddedilmekten kaçınmaktır. Örneğin; arkadaş grubunda bir erkek küpeleri ve dövmeleri ile kabul görmeyecekse, reddedilmemek için bunları yapmaz. Sosyal etkileşim mekanizmalarından uyum mekanizması ile yakından ilişkilidir. Sosyal etkileşim bir süreç olarak ele alındığında içeriğini oluşturan sosyal etkinin, bireylerin birbirlerinin tutum, duygu ve davranışlarını değiştirme süreci olduğu kabul edilmektedir. Burada değiştirilmeye çalışılan tutum, duygu, davranış; politik, sosyal ya da ekonomik kaynaklı olabilir. Bu noktada sosyoloji özellikle davranışlarda oluşan değişimle yakından ilgilenmektedir ( Demir 2014: 75). Bilgiye dayalı sosyal etki çeşidinde ise; bireylerin tam bilgi elde etmek için bir kişiye ya da gruba uyması ile olur. Birey bu durumda nasıl davranması gerektiği konusunda tam ve doğru bilgiye sahip değildir. Bilgiye diğerlerini gözlemleyerek ulaşır. Burada da bir uyum vardır ancak öncekinden farklı olarak uyum onaylanmak, reddedilmemek için değil, bilinmez bir konuda doğru bilgiye ulaşmak için gösterilir. Örneğin; üniversiteye yeni başlayan birinci sınıf öğrencileri, kendilerinden bir üstteki sınıfların bilgilerine ihtiyaç duyarlar. Bu etki daha çok grup düşüncesinin kabul edilmesiyle ilgilidir ve kalıcı bir değişme yaratır. Oldukça uzun sürelidir (Sakallı 2011: 14-28). Arkadaşınıza bir fikri değiştirmesi için verdiğiniz uğraş, kendi beğendiğiniz bir şeyi yapması için gösterdiğiniz çaba hepsi etkileşim ortamında gerçekleşir. Etkileşim sırasında etkilemeye uğraşan kişi/şey; sosyal etki kaynağı, değiştirilmek istenen de sosyal etki hedefi olarak adlandırılır. Kendimizi görmek istediğimiz imaj ile hayatımızda olup bitenler örtüşmediğinde benlik algımızı tehdit altında hissederiz. Bu tehditle başa çıkabilmek için de inançlarımız ve yaşanan durum arasındaki farkı telafi etmeye çalışırız. Sosyal medya işte bunun için bir araçtır.
20
Genelde telafi davranışları, sarsılmış olan öz değer duygumuzu onaracak belli ürünler ya da aktiviteler aramak şeklinde gerçekleşir. Telafi Edici Tüketim olarak tanımlanan bu ilke, araştırmalarla da incelenmiştir. 1981 yılında Basic and Applied Social Psychology’de yayımlanan bir çalışma, MBA öğrenci-
leri arasında diğerlerine göre daha başarısız olanların (notlar ya da iş teklifleri açısından) başarıyı temsil eden ürünleri daha fazla kullandığını göstermiştir. Örneğin, bu kişiler daha fazla lüks marka saatler ya da tasarım çantalar kullanarak başarısızlık duygularını telafi etmeye çalışmaktadır. Journal of Consumer Research’te yayımlanan yeni bir araştırmaya göre de bu yetersizlik duygularını tüketimle telafi etmeye çalışmak, kişileri daha kötü hissettirmektedir. Yapılan deneylerle, benlik algıları ile ilgili tehdidi telafi etmeye çalışan deneklerin, sonrasında nasıl hissettiği ve davrandığı test edilmiştir. Bu arada tek problem de kendilerini kötü hissetmeleri olmamış, şaşırtıcı bir şekilde zedelenmiş öz değer duyguları onların kendi kişisel kontrollerinin de azalmasına yol açmıştır. Yapılan daha farklı deneylerde de yetersizlik duygularının kişileri nasıl etkilediği test edilmiştir. Katılımcılardan kendilerini yetersiz hissettikleri zamanları ve bu dönemde
kendilerini daha iyi hissetmelerine yardımcı olan ürünleri yazmaları istenmiştir. Örneğin, üst düzey bir çalışan, terfi fırsatını kaçırdığı bir durumda, pahalı marka giysiler satın alarak kendisini başarılı hissetmeye çalıştığını belirtmiştir. Ancak pahalı giysiler giymek, kişinin terfi edememiş olduğunu daha
Baudrillard’a göre “biz, hayatın TV içinde ve TV’nin hayat içinde kaybolduğu bir çağda yaşıyoruz fazla düşünmesine neden olabildiği ve terfiyi hatırlattığı için daha ters bir etki yaratmaktadır. Bireyin kendi eksikliklerini kafasına takması da kişisel kontrolünün azalmasına ve başka baştan çıkarıcıları reddetmekte zorlanmasına da neden olmaktadır.
etmektedir. Sosyal medya işte bu hiper gerçeklik alanıdır. Toplumsal yaşamda üst gerçekliğin önemli bir boyutu olan hiper gerçekliği, kültürün üyelerinin gerçek yerine sanal benzetimde yaşama eğilimi ve arzusunun oluşması hali olarak tanımlamaktadır. Örneğin bir kot pantolonun anlamı; dayanıklılık, rahatlık, kolaylık vb.dir. Nesne bu anlamlardan ayrıldığında, yerine sembolik anlamlar; şekilcilik, çekicilik, aktiflik, gençlik anlamları gelebilmektedir. Böylece yeniden üretilen şey gerçekliğin yerini almakta ve bu anlamlar için kullanılmaktadır. Sonuçta modern hayat içinde bireylerin hareketlerinin, ürünlerin yapıları ve özellikleri tarafından belirlenmesi durumu yaşanır. Baudrillard’a göre, günümüzdeki tüketim, mal ve hizmetler aracılığıyla bireylerin ihtiyaçlarının tatmin edilmesinin ötesinde; “Bir gösterge sistemidir.” Buna şöyle bir örnek verebiliriz; pahalı bir güneş gözlüğü kullanmak bir göstergedir ve insan için bu; bir yüzü göstermekten daha anlamlı ve değerlidir. Tüketim hem bir ideoloji hem de bir dil olarak ele alınıp incelenmelidir. Baudrillard’a göre, tüketim toplumu; tüketimin öğrenilmesi toplumu, yani tüketime toplumsal bir biçimde alıştırılma toplumudur. “Yeni üretim güçlerinin ortaya çıkması ve verimlilik taşıyan ekonomik bir sistemin tekelci yapılanmasıyla orantılı yeni ve özgül bir toplumsallaşma tarzı”dır (Baudrillard 1997:90).
Kitle iletişim araçları ve tüketim üzerine 20. yy’ın en önemli düşünürlerinden Bauman’a göre ise, (http://vesaire. biri olan Baudrillard’a göre “biz, hayatın org/zygmunt-bauman-sosyal-medTV içinde ve TV’nin hayat içinde kay- ya-bir-tuzak/) bu yeni toplumsallaşma bolduğu bir çağda yaşıyoruz.” biçiminde, sosyal medya, bireye herşeyin kendi kontrolü altında olduğu izleBaudrillard, günümüz toplumlarının nimini verir. Örneğin; sosyal medyada medyanın gerçekliğinin bir aynası ol- bireyler isterlerse arkadaş eklemekte maktan çıktığını ve bizim gerçekliğin isterlerse silmektedirler. Kontrol birebizzat “gerçeklik” haline geldiği bir hi- yin elindedir. Sosyal medyada etkileşim per gerçeklik içinde yaşadığımızı ifade içindeyken, kendilerini biraz daha iyi
21
EĞİTİM-AKADEMİ
Sosyal medyada bireyler isterlerse arkadaş eklemekte isterlerse silmektedirler. Kontrol bireyin elindedir hissederler, çünkü bireyci çağımızın en büyük korkusu yalnızlık, terk edilmişliktir. Bunu etkileşim içinde çok daha az hissederler. Ancak internette arkadaş ekleyip çıkarmak o kadar kolaydır ki, bireyler sokağa çıktıklarında, işe gittiklerinde, mantıklı bir etkileşime girmeleri gereken çok sayıda insanı bir arada bulacakları herhangi bir yerde gerekli gerçek sosyal becerileri edinmeyi başaramazlar. Sosyal medya bize diyalog kurmayı öğretmez, çünkü anlaşmazlıktan kaçınmak çok kolaydır. Ancak bireylerin çoğu sosyal medyayı, bir araya gelmek veya ufuklarını genişletmek için değil, tam tersine, kendilerine kendi seslerinin yankıları olan sesleri duyacakları, kendi yüzlerinin yansıması olan yüzleri görecekleri bir konfor alanı yaratmak için kullanmaktadır. Bu konfor alanında birer nesne haline dönüşmüş olan insan için sosyal medya içinde ve dışında tüketilenler de sadece maddi nesneler olmaktan çıkmış, soyut nesneler biçimine dönüşmüştür. Bu dönüşümün mottosu da “ Göstererek tüket. Hemen tüket. Daha fazla tüket.”tir. Baudrillard’ın en çok dikkatimizi çektiği nokta, tüketim toplumundaki alışverişin tamamının olmasa da büyük
22
bir bölümünün sosyal medya aracılığıyla gösterge değerine göre yapılmasıdır. Her meta diğer metalarla göstergesel bir ilişki içerisindedir. Dekoratif bahçe odunlarından, kıyafetlere, nereden alışveriş yaptığınıza ve hatta aldıklarınızı eve neyin içinde (plastik, kâğıt poşet ya da tekrar kullanılabilir torba) götürdüğünüze ve onu sosyal medyada nasıl sergilediğinize kadar herşey birebir etkileşim ve ilişki içindedir. Baudrillard’a göre (2006b: 11-12) artık gerçekliğin yerini simülasyonun aldığı Batı toplumlarında, kitleler giderek ortadan kalkmakta, buharlaşmakta ve onların yerini “sessiz yığınlar” almaktadır (2010c:25-32). Sonuç olarak günümüzde artık sessiz yığınların alışverişi, sosyal medya üzerinden bir göstergeler nesnesini satın almaktır. Böylece tüketim, bir var olma modu haline gelmiştir. Sosyal medya aracılığıyla tüketim nesneleri üzerinden insanlara, neyi, nasıl, nerede ve ne zaman tüketeceklerine ilişkin bilgi verilmektedir. Tüketimin nesnesi ha-
Günümüzde artık sessiz yığınların alışverişi, sosyal medya üzerinden bir göstergeler nesnesini satın almaktır. Böylece tüketim, bir var olma modu haline gelmiştir
line gelen bu insanı etki altına almada sosyo-psikolojik süreçler çok etkilidir. Baudrillard’ın da belirttiği gibi; sosyal medya kendinden önceki biçimleri egemenliği altında tutmaktadır. Tüm güncel eylem biçimleri, sosyolojik olarak ifade edersek toplumsal davranışlari sosyal medya içinde birbirine benzemeye çalışmakta ve pek çoğu da bu biçimin içinde yok olup gitmektedirler.
Kaynaklar: Baudrillard, Jean (1997) (Çev:F. Keskin ve H. Deliceçaylı) “Tüketim Toplumu”, İstanbul: Ayrıntı yay. Baudrillard, Jean (2006) (Çev: Oğuz Adanır), “Simulasyon ve Simulakrlar”, Ankara Doğu Batı yay. Baudrillard, Jean (2010) (Çev: Oğuz Adanır), “Sessiz Yığınların Gölgesinde”, Ankara: Doğu Batı yay. Demir, Nilüfer (2012) Birey Toplum Bilim; Sosyoloji temel kavramlar, Ankara: Turhan Kitabevi Sakallı, Nuray (2001) “Sosyal Etkiler”, Ankara: İmge Kitabevi. http://vesaire.org/zygmunt-bauman-sosyal-medya-bir-tuzak/
KAGEM KİTAPLIĞI SABİT VE DEĞİŞKEN H
ayatın seyrinde, sosyal hareketlilikte kişilerin sığınabildikleri bir takım sabitelerin olması kaçınılmazdır. Bu sabiteler kimine göre aile, kimine göre değerler, kimine göre sıkı sıkıya bağlı olunan inançlardır. Fakat toplumsal, sosyal hareketlilik içinde bireylerin de iradesi ile yer yer sabiteleri etkileyen değişimler mevcuttur. Bu değişimleri ortaya çıkaran pek çok değişken vardır. Öyle ki dinin bile akaid gibi değişmez sabiteleri var iken fıkhın ibadet alanı dışında kalan kısmı yani muamelatı değişkendir. Burada söz konusu değişime her yönden tabi olmak, değişimi benimsemek değil, değişimi doğru algılamak ve bu değişimin süreçlerini, kendi sistematiğini doğru şekilde anladıktan sonra sabiteleri devreye sokabilmek asıl meseledir. Zıtlıkların dikotomisi çok geniş bir yelpaze, geniş bir tartışma eksenidir. Diyanet İşleri Başkanlığı sabit ve değişken kavramları üzerinden hayatın devinimi içerisinde sabitelerimizi ortaya koymak, değişkenlerimizi yeniden sorgulamamızı sağlamak için Diyanet TV’de alanlarında uzman kişilerin gerçekleştirdiği programlardaki münazaları 3 ciltlik bir set halinde kitaplaştırmıştır. Bu 3 ciltlik setin mahiyeti, sabit ve değişken kavramları etrafında varlıktan hayata, tarihten felsefeye, hukuktan sanata, dinden edebiyata pek çok konunun yetkin kişiler tarafından irdelenmesi, analiz edilmesidir. Bu iki kavram kapsayıcılığı itibariyle dünü, bugünü ve geleceği tartışma imkânı vermektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanan bu eser ise zamanın ruhunu, zamanın akışını doğru bir şekilde analiz etmemize, gerçekliği ise olduğu gibi karşılayabilecek bir bakış açısı kazandırmada etkin rol oynamaktadır.
23
Fatih Muhammed ÇAKMAK TDV KAGEM-Uzman
KÜLTÜR-SANAT
ÖMER KARAOĞLU ILE SAHNE GERİSİNDEN BİR SÖYLEŞİ
Ömer Karaoğlu Kimdir? 1967 tarihinde İstanbul’da doğdu. 1991 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinden mezun oldu. Aynı bölümde 1998 yılında doktorasını tamamladı. 2014 yılında Sosyal, Beşeri ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Tarihi Bölümünde Doçent unvanını alan Karaoğlu, Sakarya Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat Bölümünde görev yapmış, halen İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinde görevine devam etmektedir. Çok sayıda solo albümü olan ve sanatçı dostlarıyla ortak çalışmalar da yapmıştır. Çeşitli vakıf ve derneklerin eğitim-kültür çalışmalarında yer almış olup halen bu çalışmalarını sürdürmektedir. Fatih Muhammed ÇAKMAK TDV KAGEM-Uzman
1990 yılında Bolu’da doğdu. Ankara Üniverstesi İlahiyat Fakültesinden 2014 yılında mezun oldu. Aynı yıl Konya Necmettin Erbakan Üniverstesi İslam Tarihi ve Sanatları Ana Bilim Dalında yüksek lisansa başladı. Halen Ankara Üniversitesi bünyesinde aynı alanda ihtisasa devam ediyor. Ayrıca 2011 yılında King Saud Üniversitesinde bir yıl Arapça eğitimi aldı. İslam Tarihi ve Edebiyat alanlarında yayımlanmış çalışmaları bulunmaktadır. Çeşitli gençlik çalışmalarında proje editörlüğü ve koordinatörlük yapan Çakmak, halen Türkiye Diyanet Vakfı Kadın Aile ve Gençlik Merkezinde Eğitim ve Akademik Faaliyetler Uzmanı olarak çalışmaktadır.
Ömer Karaoğlu ile 1985’te başlayan müzik çalışmalarından akademiye, sanata, gönüllülüğe ve hayatın içinde olup bitenlere dair konuştuk. Hayat hikâyenize baktığımızda aramakla başlamışsınız işe. Aslında her birimizin aşina olduğu bir durum var: Yakın çevrenin olmasını istediği kişilik; kişinin kendisinin olmak istediği şahsiyet. Bir yanda babanızın, çevrenizin sizden bekledikleri, bir yanda sizin yapmak istedikleriniz… Böyle bir harmanda eğitim hayatından sosyal konum itibariyle radikal sayılabilecek tercihler yapan Ömer Karaoğlu kendini bulabildi mi? Sözünü ettiğiniz harmanda aile, çevre ve sevdiklerimizin olduğu kadar sevmediklerimizin ve reddettiklerimizin de payı olmuştur. Sizden beklentiler de yapmak istedikleriniz de yolculuğunuzu biçimlendiriyor. Bu bakımdan benden beklentiler umurumda değil. Tavrını olumlu bulmadığım gibi beklentiler böyle deyip inanarak yapmak istediklerimden vazgeçmeyi de düşünmedim diyebilirim. Yolculuk devam ediyor. Bir yere varmış ya da bulmuş değiliz. Hayata, hakka ve adalete tanıklık edebilmek gerektiğine inanıyorum. Ne kadar güç yetirebilir ve aldanışlardan kurtulabilirsek… “Hiç müzik yorumcusu olmak, müzisyen olmak gibi bir niyetim yoktu ilk zamanlarda. Zaten babam benim müftü olacağım günün hayaliyle yaşarken hayal bile edemezdim bugünleri” diyorsunuz bir söyleşinizde. Ne oldu, nasıl oldu da başladı bu serüven? Müzik yorumculuğumuzu öne çıkaran çalışmalar esasında tabii bir zeminde oluştu. Yani tasarlanmış ve sonraki safhaları planlanmış bir yolculuk değildi. Çocukluktan gençliğe yürürken çevresinde bulunduğumuz semt camimizde, öğ-
24
Fert ve toplum planında her alan için olduğu gibi sanata dair de ümitvar olmalıyız
Çocukluktan gençliğe yürürken çevresinde bulunduğumuz semt camimizde, öğrenmeye ve anlamaya çabalayan bir toplulukla beraberdik renmeye ve anlamaya çabalayan bir toplulukla beraberdik. Duyuşlarımızı, düşünüşlerimizi sese ve söze yüklemek adına amatörce başlayan ilk denemelerden bugüne geldik. Onca eser, albüm, konser… Sözün özü nağmelere yüklemeye çalıştıklarımız düşündüklerimiz ve hissettiklerimizden ayrı bir hikâye değildi. Okumak, dinlemek, söylemek, paylaşmak, hissetmek gibiydi müziğimiz… Grup Selika, bant kayıtları sonra albümler, salon programları, konserler derken muhteşem bir coşku ile söylendi ezgileriniz. Şehit Türküsü, Mekke, Adı İçin Yaşamak, Hasret Kafesi, Doğ Ey Güneş, La ilahe illallah, Kuşlar, Sızı, Toprak, Sevdalar Aldı Beni, Bilemezler gibi eserler daha fazla öne çıktı. Deyim yerindeyse üç dört kuşağın vazgeçilmez ezgileri oldu. Söz konusu eserlerin bu kadar çok sevilmesi, sahiplenilmesi ya da içselleştirilmesinin arka planında ne olabilir?
malı ve tabii iddiamızı görünür kılabilecek donanımımız. Biraz daha kendimiz olabildiğimizde, neyin/nelerin değerli ve önemli olduğunu tekrar keşfettiğimizde, emek ve yürek koyabildiğimiz ölçüde daha iyi sonuçlar alabileceğimizi düşünüyorum. Çünkü uzun bir travmalar tarihi aklımızı ve yüreğimizi hırpaladı. Saldırı altındayız hala… Pek çok şey tashihe muhtaç. Sanat da bu cümleÖnce bu buluşmalar ilahi bir lü- den. tuf. Bunu hamd ile ikrar etmeliyim. Sözünü ettiğiniz süreçlerde hüSakarya Üniversitesinde Sabahatzünler, umutlar, acılar, direnişler, tin Zaim Hoca ile başlıyor akadecoşkular saklı. Yani yaşanmışlıklar, bu mideki günleriniz. Üstadı nasıl tanıdınız? yolculuğu sahici kılıyor diye düşünüyo- O günlerden bugüne taşıdığınız nasihatrum. Sanat âleminin çoğu sentetik ürü- leri bizimle de paylaşır mısınız? nü ya da sahte ilişkileri gibi değil. Hikâye bizimdir ve bu ülkede yaşanmaktadır. Merhum hocamızla birlikte çalışHatasıyla sevabıyla bizim hikâyemizdir madım ancak Fakültede hocaanlatılmak istenen. mız oldu. Ardından asistanlığa girişimizde ve Sakarya’da kurucu dekanımız Peki, Ömer Karaoğlu, bir dinleyici olarak görev yaptığı dönemde emekleolarak, en çok hangi ezgisini seviyor? rini minnetle anmalıyım. Hocanın pek çok hayırlı girişime öncülüğü ve emek Şehid Türküsü, Adı İçin Yaşamak, vermesi yanında bilhassa akademide Yol mu Dayanır, Arzuhal… Müba- zor zamanlarda bir kısım insanın maalağa yok, hepsi “bir” ezgi gibi gelir bana. lesef Müslüman kimliği gizleme çabalarına rağmen onurla ifade ve temsil Hâl-i hazırda, özelde müzik genel an- etmesi çok değerliydi. Nazik ve aynı lamda sanata dair atılan adımları zamanda ilim gayretinde ciddi, yüreknasıl okuyorsunuz? Sözgelimi bulunduğu- lendirici idi. Sakarya’daki günlerimizde nuz mecradan baktığınızda yeni isimleri bir dönem haftada bir akademiden bir dinleyebilecek miyiz? toplulukla buluşmalar yapıyorduk. Biz genç birer asistan iken tek tek her biriGürültü, hız ve hazza indirgenen mizle sohbet eder, neler çalıştığımızı bu yeni vakitlerde, güzel sesler, takip eder ve tavsiyelerde bulunurdu. sözler, güzel eserler oluyor zaman za- Müslümanca bir dünya düzeni ve özelman. Bu coğrafyanın yürek hafızası de iktisadi düzenin tesis edilmesi geregeri geldikçe iyi işler olacak buna inanı- ğine olan inanç ve iddiasını sohbetleyorum. Fert ve toplum planında her rinde açıkça görürdünüz. Menfi bir dil alan için olduğu gibi sanata dair de kullandığına, suçladığına tanık olmaümitvar olmalıyız. Ne var ki iddiamız ol- dım. Yapılması gerekenlerle ilgili, iddia
25
KÜLTÜR-SANAT
sahibi, umutlu ve teşvik ediciydi diyebilirim. Akademik kariyeriniz henüz başlangıcında iyi bir Hoca ile çalışma fırsatı yakalamışsınız. Öte yandan post-modern darbe olarak nitelendirilen 28 Şubat süreci yaşanıyor. Böyle bir dönemde Ömer Karaoğlu neler yaşadı? Sıkıntılı günlerdi elbet. Canımızı yakan gelişmelere tanıklık ettik. Doğrusu direnenlerle beraber olmaya çalıştık. Nihayet ihraç baskısı sonucu istifayı seçtik. Bu süreç yeni eserlere katkı yaptı diyebilirim. Resmi görevden uzunca bir süre uzak kaldım ve şaka değil, ilimle olan bağlarımı bu sayede güçlendirebilme imkânı elde ettim. Daha iyi okuyabildiğim, müzik çalışmalarına daha fazla vakit ayırabildiğim, sokakla daha sık buluşabildiğim yıllardı. Rızkın bankamatik maaşından öte bir anlamı olduğu bu yıllarda daha iyi kavranmıştı. (Tebessüm ediyor) Sınav vardı ve sınanmaya devam ediyorduk işte. Son nefese kadar da devam edecekti. Darlık ya da bollukla.
26
15 Temmuz gecesi meydana dökülenler, yapılması gereken asıl işi yapanlardı. Allah şahitliklerini kabul etsin O zor günleri yaşayan biri olarak 15 Temmuz gecesi neler hissettiniz? (Doğ Ey Güneş ezgisi geliyor hatırımıza) Şehitlerimiz ve gazilerimiz başta olmak üzere o gecenin kahramanlarına ne söylemek istersiniz? İstanbul dışında bir köyde idik o gece. Ülke ağır bir saldırı yaşıyordu ve ailece üzgün ve fakat öfkeliydik. Köy evinden dışarıya baktığımı hatırlıyorum, can sıkıcı bir ıssızlık hâkimdi. O gece, eyleme yetişemedik maalesef. Arkadaşlarımızla ilk saatlerden itibaren iletişimdeydik. Köprüdeki, Çengelköy’deki, Vatan’da, Bayrampaşa’daki arkadaşlarla görüştük. Gecenin özeti “bu olmamalı” idi. Ama ilahi yasa işliyordu ve biz istisnası değildik; sevda bedel istiyordu. Ertesi günden itibaren
nöbetlerde dostlarla beraber olduk. Ay boyunca yetişebildiğimiz yerlerde insanımızla birlikte durmaya ve nerede durmamız gerektiğini hatırlamaya, hatırlatmaya ihtiyacımız vardı. Hiç olmazsa nöbetlerde olmak, stratejik tahlil ve öngörülerden daha anlamlı ve değerli idi. Hoş hiç birimiz bu tahlil ve tartışmaların dışında kalamadık. İlk gece meydana dökülenler yapılması gereken asıl işi yapanlardı. Allah şahitliklerini kabul etsin. Geride kalanlar “izi sürmesi gerekenler”, yani “bekleyenler” olmalıydı. Bu topraklar ve bu vakitler zordu ve yüreğimiz her an yanımızda olmalıydı. Memuriyetten sonra kendi deyiminizle sivilliğe intibak ettiniz. Zalime hasım, mazluma dost oldunuz. İnsan hakları mücadelelerinde daha etkin yer aldınız. Bu meyanda gönüllülüğü nasıl tanımlarsınız? Esas olan gönüllü olmaktır. Aksi gönülsüzlüktür. Yahut profesyonellik diyelim. Ücreti kadar hizmet. Mazlum-Der’in o günkü ekibiyle birlik-
te sahada ve masada olmak gerçekten önemli bir tecrübeydi. İHH gibi kuruluşlarımızla yetim destek etkinliklerinde bulunmak ayrı bir bahtiyarlıktı. Bu arada daha yerel Bayrampaşa’da -ki doğduğum ve büyüdüğüm yerdi- arkadaşlarımla ve gençlerle haftalık dersler ve sohbetler şükür ki halen devam ediyor. Buna ihtiyacımız var çünkü. Hakkı ve sabrı tavsiyeleşenler olmak ebedi bir hüsrana karşı güvenlik önlemlerimizden, olmazsa olmaz.
İnsan ferden önemli. Her bir insan bir âlem. Birey bize batılı adamın öğrettiği birey değil elbet. Bir topluluğu inşa edebilecek nitelik ve yetkinlikte şahsiyet sahibi fert anlamına yükselmeli. Özüne ve insanlığa yabancılaşan, “ben”lik merkezinde azgınlaşan birey sorunlu. Cemiyete değer taşıyan, değer katabilecek, gereğinde “ben” inden geçebilecek fertlerin çoğalmasına çalışmalı. Ölçümüz hak ve adalet olmalı. Ona, bana, sana göre değişmeyen bir hakkaniyet. İnancım o ki yaratıcıdan “Sahne Geri(ci)si’nden Bir Vaaz Bir kayıtsız bir hak ve adalet anlayışı muDiyalog” adlı otobiyografik kitap hal, mesnedinden mahrum. çalışmanızda “vakıf adam” olarak nitelediğiniz imam-hatip Ahmet Sarıoğlu Hoca Yetimlere olan muhabbetinizi bilivar. Hocanın sizde bu denli iz bırakmasınyoruz. Kısa bir süre önce TDV KAda etkili olan neydi? GEM öncülüğünde yürütülen Farkındayım Yanı Başındayım projesi kapsamında Tanıdığım iyi bir âlim, din ve ilimle Suriyeli çocuklarla, yetimlerle aynı sahnetanışmamıza vesile, abartısız, yi paylaştınız. Neler hissettiniz? sade, kısa bir ömre çok güzel işler sığdırmış ve birçok arkadaşımızda derin Onur duyduk. Farkında olmaya izler bırakmış bir adamdı Ahmet Hoca. davet eden TDV KAGEM ’e ayrıca Allah rahmetiyle muamele etsin. Çocuk müteşekkiriz. Onlarla beraber olabilyaşlarımda tanıdım. Kur’an ve sünnetle, mek bizi daha insan kılabilir. Yüreğimiklasik eserlerle, dinin temel kaynakla- zin yerinde olup olmadığını onlarla rıyla tanışmamızın vesilesi oldu. Sadece yoklayabiliriz. Bu kısa anları çoğaltmaöğreticilik ve rehberliği ile değil paylaş- ya ihtiyacımız var. Onlardan çok bizim ması ve adanmışlığı ile bir imam maa- buna ihtiyacımız var. şıyla insanın ne kadar zengin bir hayat Ezgilerinizin muhakkak her birinin sürebileceğini öğretip Rabbine kavuştu. ayrı bir hikâyesi vardır. Şehit TürküMedrese kökenli, İstanbul Hukuk Fakültesi mezunu, on çocuklu bir ailenin de sü adlı eserinizi hepimiz çok seviyoruz. reisi idi. Türkiye’de Müslüman bilincin ve Dilimizden düşmüyor. Onun hikâyesi ile kimliğin inşası için elinin uzanabildiği bitirelim isterseniz… yerlere koşan güzel adamlardan biriydi. Mekânı cennet olsun. Bir şehidin yaşadığını ve diri olduğunu bildiriyor Allah, O mutlak Gönüllülük, yaş, konum, statü ayırt hakikati söyler. Eser yoğun karlı bir kış etmeksizin muhatap kitleyi birey gecesinde bir şehidin öyküsünü konuolarak kabul etmek ve buna göre mua- şurken yazıldı. Tüm zamanların canlı melede bulunmaktır diyebilir miyiz? tanıklarına ithafen uzunca bir süre dar bir arkadaş grubu içinde paylaştık. Tüm insanlık davetin muhatabı. Sonraları Seyyid Kutub bant tiyatrosu Fıtratından koparılmışlar bir içinde yer buldu. yanda. Fıtratı parçalamak gayretinde, bunu karakter edinmişler bir tarafta.
Sadece öğreticilik ve rehberliği ile değil paylaşması ve adanmışlığı ile bir imam maaşıyla insanın ne kadar zengin bir hayat sürebileceğini öğretip Rabbine kavuştu
27
KÜLTÜR-SANAT
KALEM SÖYLEŞILERI Fikir dünyalarını renklendirmek isteyen gençlere; eleştirel düşünme, modern dünyanın ruhunu sorgulama ve farklı bakış açılarını dinleme imkânı sunan “Kalem Söyleşileri” hız kesmeden devam ediyor. Gençler, düşünce, edebiyat, kültür ve sanat alanlarında kitaplarını okudukları yazar ve akademisyenlerle buluşarak hem onları daha yakından tanıma imkânı buluyor hem de kitaplarını imzalatabiliyorlar. “Kendimden Geçiyordum Uğradım” Siz Adamı Ölmekten Güldürürsünüz, Gülme Başına Gelir Komşuna, Kendimden Geçiyordum Uğradım, Delireceğim de Vakit Bulamıyorum, Müsait Bi Yerde Gülecek Var, Ne Haliniz Varsa Gülün ve Kim Güldüye Gittim Geleceğim gibi kitapların yazarı Çiğdem Can, bilinen ismiyle Mine Sota, keyifli ve neşeli bir KALEM söyleşisi gerçekleştirdi. Kitap isimlerinden de anlaşıldığı üzere Mine Sota bir mizah yazarı. Söyleşiye mizahın ve mizahçının özelliklerinden bahsederek başlayan yazar, “Kendi gülmediğin şeye başkasını da güldüremezsin.” diyerek gülme ve güldürmenin bir zekâ işi olduğunu, güldürürken düşündürmenin ise mizahın kalitesini 1972’de Kocaeli’de doğdu. Türki- ve sağlığını belirlediğini gençlere anlattı. ye’deki pek çok aylık ve haftalık dergide yazıları yayımlandı. Önemli yazar ve “Mutluluk asla isteklerimize ulaşmak değildir. Sahip olduklarımızın kıymetini eleştirmenlerin övgülerini aldı. Ağustos bilmektir. İnsanı asıl güldüren şey saf sevgidir. Yaptığım ve yazdığım her şeyi in2006’da yayımlanan ilk kitabı, peş peşe sanlar birbirini daha çok sevsin diye yazıyorum” baskılar yaptı. Türkiye’deki genç kuşak yazarlar arasında, özellikle mizah alaYazar, mizahın ve mizahçının tanımını şöyle yapıyor: “Mizahçı demek, kendine nında önemli bir isim olarak görülmek- ve etrafındakilere hatta bulunduğun yerden Satürn’e çıkıp oradan Dünya’ya batedir. kabilmek demek. Ayrıca mizah insanları güldürmenin yanında düşündürebiliyorsa çok daha sağlıklıdır” diye de ekledi. Mine SOTA
“Gülmek Dünyanın en ciddi işidir” Yazar, “mizahı ciddiyetsizlik olarak algılamak, kesinlikle mizahı beceremeyecek kadar kafası çalışmayan insanların ortaya attığı bir durumdur” diyerek mizahın çok ciddi bir iş olduğuna, gülmenin ise dünyanın en ciddi eylemi olduğuna dikkat çekti. Her saniye acıların yaşandığı bir dünyada gülmeyi başarabilmenin hiç basit bir şey olmadığını söyleyen yazar, mizahın önemini ve kaliteli mizahçılara olan ihtiyacın her geçen gün daha da arttığını vurguladı. Yazarlık ve mizaha olan ilgisinin çocukken ortaya çıktığını, her şeyi sorgulayan, merak eden bir çocuk olarak öğretmenlerini bunalttığını anlatan Sota, yazarlığın çok özel bir iş olduğunu, kişilerin hayalini görünür hale getirdiğini ve bu durumun ise bir nevi illüzyon olduğunu söyleyerek bütün hayatını buna verebileceğini gençlere aktardı.
28
"Öykümüzün Sınır Taşları" Mavera, Dergâh, Eşik Cini, Hece, Karagöz, Kitap-lık, Dünyanın Öyküsü, Post Öykü, İtibar gibi dergilerde yazıları yayımlanan birçok değerli kitabın da sahibi, öykü, eleştiri ve sinema yazarı Necip Tosun, son kitabı "Öykümüzün Sınır Taşları" ile KALEM söyleşilerine katılan bir diğer önemli isim oldu. Türk Edebiyatı ve Türk Edebiyatında öykünün yerine dair gerçekleştirilen söyleşide yazar Tosun, “Öykümüzün Sınır Taşları” adlı kitabında yer verdiği TürkiNecip TOSUN ye’nin en iyi 100 öykü kitabını seçerken nelere dikkat ettiğini anlatarak söyleşisine başladı. Tosun, “Öykümüzün Sınır Taşları” adlı kitabında 100 temel öykü eseri olduğunu, bu kitapları seçerken hiçbir zaman ideolojik angajman içerisine 1960 Kırıkkale doğumlu yazar ilk ve girmediğini, edebiyatta bunu şiddetle kınadığını ve bir insanın inancının olmasını, ortaöğrenimini Kırıkkale’de tamamladı. bir şeyi sevmesini ve bir ideolojiye bağlanmasını çok normal hatta gerekli gördü- Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimğünü söyledi. ler Fakültesini bitirdi. 1988 yılından beri bir kamu kurumunda görev yapmak“Günümüz eleştirmeninin en büyük handikabı ideolojik körlüktür” tadır. İlk öyküsü “Yangın” 1983 yılında Aylık Dergi’de yayımlandı. Öykü, eleştiİnsanların gündelik hayatlarında her türlü ideolojiye sahip çıkabileceklerini ve ri ve sinema yazıları, Mavera, Dergâh, tüm bunları bir hayat biçimi olarak yaşayabilmelerinin çok tabi olduğunu belirten Eşik Cini, Hece, Heceöykü, Karagöz, yazar, işin edebiyat eleştirisi yaparken değişmesi gerektiğini, bütün bu ideoloji- Kitaplık, Dünyanın Öyküsü, Post Öykü, lerin bir kenara bırakılarak adalet, ahlak, bilgi ve tecrübe ile hareket edilip eleştir- İtibar dergilerinde yayımlandı. Otuzümenlerin ise edebiyat metinlerine bu tutumla yaklaşması gerektiğini vurguladı. çüncü Peron adlı öykü kitabıyla 2005 Türkiye Yazarlar Birliği “hikâye”, Modern "Edebiyat dediğimiz şey aslında sizden hayatınızı hiç ara vermeden kendisine vak- Öykü Kuramı kitabıyla 2011 yılı “Edebî fetmenizi istiyor" Eleştiri”, Ansızın Hayat kitabıyla 2014 "Ömer Seyfettin Öykü" ödülünü aldı. Edebiyata adım atacak gençlere de tavsiyelerde bulunan yazar, öncelikle bu yola baş koyacak gençlerin seçimlerini doğru yapmaları gerektiğini ifade etti. Edebiyat denen şeyin devamlılık ve ısrar istediğini yani edebiyata hayat vermeden yol kat edilemeyeceğini katılımcılara aktardı. Bu konuda Sezai Karakoç’un kendisine “Eğer siz otel odalarında ölmeyi göze alıyorsanız gelin” dediğini, aslında Sezai Karakoç’un söylemek istediğinin eğer siz bürokratik bir yükselme peşindeyseniz ya da çok konforlu bir hayat sürmeliyim diyorsanız, edebiyattan uzak durun demek olduğunu anlattı. Kendisini yazarlığa iten şeyin yazmış olduğu günlükler olduğunu söyleyen Tosun, gençlere, günlük tutmalarını da önerdi. Cahit Zarifoğlu’nun kendisine “Sözlük oku” tavsiyesinde bulunduğunu söyleyen Tosun edebiyatta bir diğer önemli hususun öz ve biçimin ayrıştırılamaz bir şekilde bize aktarılması meselesi olduğundan bahsederek yazmaya eğilimli gençlerin bu konuyu önemsemeleri gerektiğini, bir edebiyatçının temel meselesinin dil olduğunu, dilin mesaj taşıdığını söyledi. Bu doğrultuda iyi bir öykü okuduğumuzda, nasıl öykü yazacağımızı da öğreneceğimizi iyi bir örneğin bütün kuramlardan daha öğretici olduğunu anlatarak genç öykücülere yol gösterdi.
29
Erhan TOSUN
KÜLTÜR-SANAT
MUHABBET, KIRAAT, KAHVE İnsanlığın yeryüzü macerasını anlamlı kıldığı bazı anlar vardır. Bu bazen seyahat, bazen bir akşam yürüyüşü, bazen okunan bir kitabın dimağımızda bıraktığı keşif duygusu, bütün yüzleşmelerimiz, merhametimizin kabardığı anlar... Bütün bu anlar, varoluşumuza yeni manalar kazandırıp geçip giderler. İnsanın anlama ve öğrenme arzusunu giderdiği, idrakin doruğa ulaştığı bu anlar içerisinde kuşkusuz en dikkate şayan ve insanlık tarihinde çok uzun bir geçmişe sahip olan alışkanlık, kahve eşliğinde karşılıklı sohbet etmedir. İnsanın zamana ve mekâna bu ihtiyaç etrafında nizam verdiği bu alışkanlık, kimi zaman karşımıza Erhan TOSUN bir seremoni olarak, kimi zaman bir bilim dalının seyrini değiştiren düşüncelerin tohumlarının atıldığı sohbetlere eşlik ederken, kimi zaman sosyalleşme mekânı, 2 Ağustos 1981 yılında Burdur’da kimi zaman meslek gruplarının buluştuğu bir okul, kimi zaman da sözel kültür doğdu. İlk ve orta öğrenimini İzmir’de alışverişinin yapıldığı bir ocak olarak karşımıza çıkmakta. tamamladı. Yükseköğrenimini Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi Güzel Neredeyse her kültürde karşımıza çıkan bu evrensel insani alışkanlık mekânSanatlar Fakültesi Tiyatro Oyun Yazar- ları, günümüz toplumunun vazgeçilmezleri arasındadır. Ahlaki, dini veya dünyevi lığı ve Dramaturji Bölümünde tamam- varlığımızın anlaşılmasına ilham kaynağı olan sohbetlerin vazgeçilmez mahalli ladı. Halen Türkiye Diyanet Vakfında olan bu mekânların özellikle de İslam kültürünün sözel akışı içerisinde yaklaşık 500 yılı aşkın bir tarihi bulunmaktadır. Bu akışla özdeş olarak uyanık tuttuğu çalışmaktadır. gerekçesiyle ilk önce Yemenli sûfiler tarafından başlayan kahve kültürü, kaynatılarak içim şeklinde 15. yüzyıl sonlarına doğru yayılmış ve ilk kahvehaneler ortaya çıkmıştır. 1500-1510 yılları arasında önce Mekke-Medine’de; daha sonra da Kahire’de tüketilmeye başlanmıştır. 1540-1550’li yıllarda ise Suriye’ye kadar ulaşmıştır. 1543’te Anadolu’ya giren kahve Osmanlı toplumunda ilk olarak karşımıza Camilerin organik bir uzantısı olarak çıkar. Namaz vakitlerinden önce camiye gelen veya iki namaz arası vakit geçirmek isteyenlerin bir müddet oturması ve beklemesi için ilk olarak bir yer tahsis edilmiş, Hicretin onuncu asrında Yemen’den kahve gelince buralarda kahve içilmesi gelenek halini almış ve adına da “Kahvehane” denmiştir. Kahvehane hakkında malumat nakledenlerden biri Evliya Çelebidir. Gezdiği dönem içerisinde İstanbul’da 55 adet kıraathanenin bulunduğunu, 200 kadar da çalışanı olduğunu belirtmiştir. Yine kıraathanenin tarihinden bahseden İbrahim Peçevi şunları nakletmiştir:
30
“1554 yılında, Halepli Hakem ve Suriyeli Şems adında iki şahıs, Tahtakale’de birer kebir dükkân açıp kahve-furuşluğa başladılar. Keyfe müptelâ bazı yârân-ı safâ, hususiyle okuryazar makulesinden nice zürefa toplanır oldu. Yirmişer, otuzar yerde meclis durur oldu. Kimi kitap okur, kimi tavla ve satrançla meşgul olur, kimi nevgüfte gazeller getirip marifetten bahsolunurdu.1” Bu şekilde gündelik hayatımıza giren kahvehanenin zaman içerisinde bazı düzenlemelerle (özellikle Kanuni döneminde) birer kıraathane (okuma odası) olarak tasarlandığını, buraların zamanla edebi faaliyetlerin merkezi haline geldiğini de görmekteyiz. Toplumsal işlevleri bakımından İmparatorluğun uzak noktalarından gelen insanların kültürel olarak buluştuğu bu maarif mekânlarının, folklorik kültürün şehir hayatıyla kaynaştığı mekânlar olduklarını söyleyebiliriz. Zaman içerisinde toplumsal grupların birbiriyle kaynaştığı söz konusu mekânlar zamanla meslek erbaplarının, edebiyatçıların, musikişinasların, esnaf gruplarının ve işçilerin ayrı ayrı kıraathanelere kapı aralamıştır. Yeniçeri kahvehaneleri, tulumbacı kahvehaneleri, semai, âşık, meddah başlıca kahvehane türleri olarak benimsenmiş, hatta birbirlerinin mirasına sahip çıkmışlardır.
Türk tarihçisi ve vakanüvisi Mustafa Naima, kahvehaneyi tanımlarken; “Mecma-i zürefa” yani zarif konuşmaların yapıldığı yer olarak tanımlamıştır. 16. yüzyıla gelindiğinde artık kahvehanelerin sözlü iletişimin ve şifahi kültürün yoğun olarak yaşatıldığı mekanlar haline geldiğini görüyoruz. Bir çeşit kültürel ortam olan bu mekânlarda Muhammediye, Battalnâme ve Hamzanâme gibi dinî muhtevalı destanımsı kitapların okunması bir gelenek hâline gelmişti. Umuma okunan bu destansı hikâyelerin yanında, müdavimler için değişik kitaplar da bulundurulurdu. Kahvehanelerde paylaşımlar sadece edebiyat sohbeti gibi söylemsel yollarla değil, teatral formlarla da ortaya çıkıyordu. Bir nev’i günümüzdeki sinema ve televizyonun yerini tutabilecek olan karagöz ve meddah gösterilerinin ve âşık atışmalarının sunulduğu mekânlardı. Özellikle âşık ve meddah kahvehanelerinde, sanat icra ediciler, bir taraftan kahvehane müdavimlerini eğlendirirken, diğer taraftan da onlara bir kültürel birikimi aktarırlardı. Bu eğitici rollerinden dolayı bir benzetme yoluyla kahvehaneler, “Mekteb-i İrfan” hatta Farisî gelenekte “Medresetü’l Ulema” olarak adlandırılmıştır. 16. veya 17. yüzyıllarda Osmanlı Devleti İstanbul’unda dolaşıyor ol-
saydık muhakkak bir kıraathane ya da kahvehanede kendimizi bulabilirdik. Zamanının “Mekteb-i İrfanı” olarak adlandırılan bu dinlence/istirahat mekânları, dönemi içerisinde artık vazgeçilmez bir uğrak noktası haline gelmiştir. Osmanlı toplumu insanını kuşatan, bütünlük duygusunu pekiştiren, bir tür toplumsal güvencedir kıraathaneler. Toplumsal hafızamızda izler bırakan birçok düşüncenin, anlayışın temellerinin kıraathanelerde ya da kahvehanelerde atıldığını düşünebiliriz. Kahvehane kültürümüz üzerinde yapılan çalışmalardaki ortak payda budur. Kahvehaneler her ne kadar günümüzde zihni algısı değişmiş olsa da bu toprakların gündelik yaşamından koparak, Avrupa kıtasında da zaman içerisinde gelişerek gündelik hayat içerisindeki yerini almıştır. Kahvehane kültürünün Avrupa’da yer bulmasının bir hayli ilginç bir geçmişe dayandığını görüyoruz. Viyana Kuşatmasının başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından ganimet olarak kalan erzaklar Avusturyalıları çok sevindirmiştir. Fakat kahveyi tanımayan Avrupalılar deve yemi sandıkları yaklaşık 500 çuval kahveyi yakmaya başlarlar. 1 http://www.academia.edu
31
KÜLTÜR-SANAT
Osmanlı ordusunda tercüman olarak görev yapan bir Polonyalı Georges Kolschitzky Osmanlı ordusundan kaçarak Avusturyalılara sığınır. Bütün çuvallar yanmadan yetişir. Uygun bir fiyata anlaşıp Viyana yakınlarında Stephan’da ilk kahvehaneyi açar ve böylece Kahvehanenin Avrupa macerası başlamış olur. Kahvehane kültürü Viyana’dan sonra 1645’te Venedik'e, 1652’de Londra’ya ve 1672’de Paris’e girmiştir. Batı’da kahvehaneler, dinlenme, rahat düşünebilme ortamı, gezinti yaparken gezintiyi zenginleştirme mekânlarıdır. Felsefecilerin, yazarların, tiyatrocuların, ressamların buluştukları düşünce alışverişinde bulundukları, dostluklarını sürdürdükleri yerlerdir aynı zamanda. Bu çerçevede anımsamak gerekirse 1. Dünya Savaşı’ndan önce Carl Gustav Jung ve Sigmund Freud 1907 yılında Cafe Central’de buluşmuş ve 13 saat süren bir sohbetin sonunda belki de yeni bir bilim dalının temellerini atmışlardır. 1511 yılında Yemen’den gelen kahvenin, mekân eşliğinde sunumu, sadece birkaç yüzyıl içerisinde Ön Asya ve Avrupa’yı etkisi altına almış bu vazgeçilmez gündelik yaşam alışkanlığı modern dünyanın da belirlendiği mekânlar haline gelmişlerdir. Avrupalı bazı düşünürler, kahvehaneleri modern zamanlarda, toplumsal gelişmelere yön veren ve toplumun ortak karar alma refleksini geliştiren mekânlar olarak da tanımlamışlardır. Gerçekten de Tanzimat sonrası Osmanlı toplumunda kahvehaneler modern bir kimlik kazanmış ve yazılı iletişim araçları olan gazete ve dergiler kahvehane ortamında etkili olmuşlardır. Kitapların az sayıda ve uzun sürelerde basılması, 1875 yılına kadar meskûn bir kitapçının olmaması, yetişmiş bürokrat kesimin kahvehanelere rağbetinin artmasıyla birlikte kahvehaneler tam anlamıyla kıraathaneye dönüşmüşlerdir. Aydınların, sanatçıların,
32
nazari ilimlerle uğraşanların odak ve iletişim merkezi haline gelen kahvehaneler birer okul haline gelmiştir. Kahvehaneler, edebi dostlukların kurulma mekânı olarak fonksiyon üstlenirken dergi çıkarma kararları buralarda alınmakta ve “edebi kavga”lara ev sahipliği yapmaktadırlar. Bazı kıraathaneler aydınların konferans ve konuşmalarına dahi ev sahipliği yapmış, hatta makale okuma ve şiir okuma yarışmaları yapılmış ve en güzel makaleler ve şiirler kahvehanede okunmuştur. Bundan dolayıdır ki kıraathaneler birçok romanda, tiyatro oyununda, sinema perdesinde vazgeçilmez mekânlarımızdandır. Peyami Safa kahvehanelerin önemine vurgu yaparken şunları belirtmiştir: “Gerçekten o devirde kahve akademinin, meslek cemiyetinin, kulübün, salonun, fikir ve sanat meclisinin bütün vazifelerini küçük tahta masalarının etrafında elinden geldiği kadar yapıyordu. O zaman anladım ki, biz bir kahve milletiyiz. Köyde kahve, mahallede kahve, mektebin önünde, cezvesinde bütün milli ve dini şuuru pişiren, ibriğinde kolektif vicdanı demlendiren, tezgâhın dibinde halkı ve münevveri birbirine kenetleyen, iptidai olduğu için basit, fakat ananesi olduğu için derin ve canlı, tek ve tam bir cemiyet mihrakıdır.2” Bu konuda tipik bir örnek olarak 1930’larda İstanbul Beyazıt’ta edebiyatçıların buluştuğu yer olarak ismini duyuran “Küllük Kahvesi”, ilim-irfan meraklılarının toplandığı ilmi ve edebi cazibe merkezleri arasında akla gelir. Küllük Kahvesi, faaliyet gösterdiği yıllarda edebiyat çevrelerinden bilim adamlarına, şairlerden gazetecilere ve öğretmenlerden akademisyenlere dek pek çok farklı daldan ve meşrepten insanların tanıştığı, toplantılar düzenlediği ve müdavimi olduğu bir kahvehanedir. Özellikle 1940 kuşağı edebiyatçılar buranın müdavimidir. Yahya Kemal,
Sait Faik, Abdülhak Şinasi, Tarık Buğra vb. isimler kahvehaneyle iç içe olmuş ve bu kültürü yansıtmış önemli şairlerimizdendir. Bunların yanı sıra “Küllük” adına birtakım şiirler yazan Sıtkı Akozan, Feyzi Halıcı, Beşir Ayvazoğlu, Oktay Akbal, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Mina Urgan, Mehmet Kaplan, Şevket Rado, Rıfat Ilgaz gibi ünlü yazarlardan da söz etmek mümkündür. Denebilir ki edebiyatçılar, şairler, romancılar, gazetecilerin tercih ettiği ve günümüzde var olmayan bu tür mekânlar geçmiş dönemlerin adeta akademi kimliğindeki ünlü kahvehaneleridir. Yakın geçmişten günümüze “Kahvehane” kültürü anlam ve içerik kaybına uğramış olsa da son yıllarda açılan KALEM Kültür Sanat gibi mekânlarla muhabbet, kıraat ve kahvenin bütünleşik atmosferin eski günlerine kavuştuğuna tanıklık etmekteyiz. Bütün ümidimiz, kaybettiğimiz bütün değerlerin yeniden keşfedildiği, bunların ihyası için yeni ufukların belirlendiği, sağlam bir toplumsal pekişmenin gerçekleştiği günlere kavuşmadan yanadır.
Cem Sökmen, “Eski İstanbul Kahvehaneleri”, Ötüken Yayınları, Şubat 2016
2
DERS ÇALIŞMAK İÇİN NEZİH BİR ORTAM ARAYANLAR İÇİN...
Kalem Kitap Kültür Sanat bünyesinde bulunan İbn-i Haldun Kütüphanesi haftanın yedi günü hizmet vermekte.
Haftanın altı günü: 09:00-20:00 arası Pazar günü: 10:00-19:00 arası Kütüphanemizin nezih ortamında istediğiniz kadar ders çalışıp araştırma yapabilirsiniz.
KÜLTÜR-SANAT
YAZIMIZDA KARDEŞLİK VAR K
azılan hendekler ve yaşanan çatışmalar sebebiyle eğitim, sağlık ve sosyal hayatları kısıtlanan, terörün mağdur ettiği çocuklara yönelik olarak Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı işbirliği ile 23 Temmuz – 14 Ağustos tarihleri arasında Diyarbakır, Hakkâri, Şırnak ve Mardin'den gelen, 12-16 yaş arasında iki yüz yetmiş dört kız, iki yüz doksan yedi erkek olmak üzere toplamda beş yüz yetmiş öğrenci Bursa, Konya, İstanbul ve Ankara illerinde düzenlenen "Diyanet Yaz Kampı" na katıldı. Terörün tüm yıkıcılığı ile hissedildiği, silah ve bomba seslerinin eksik olmadığı bir ortamda, acı ve gözyaşının ağır yükünü küçük yaşlarda taşımak zorunda kalan çocukları huzur ve güven içindeki tebdil-i mekânla buluşturarak ferahlamalarını sağlamak için TDV KAGEM olarak var gücümüzle seferber olduk.
34
Karşılamaya gittiğimizde yüzlerindeki tebessüm, gözlerindeki umut, yüreklerinden gelen sevgi parıltısından tanıdık onları. Sevinç ve mahcubiyet arasında bir yerde sağa sola bakarlarken içten bir “Merhaba” ile karşıladık her birini. “Hoş geldiniz” demeye kalmadan uçak maceralarını anlatmaya başladılar tüm samimiyetleriyle. Çocuk olmanın güzelliği bu olsa gerek: Yaşananlar ne kadar ağır olsa da dünya gülmeye yaşamaya değer. Anlatmaya, paylaşmaya…
Üç hafta su gibi akıp geçti
Hazırlanan üç haftalık kamp programını gerçekleştirmek üzere Kur’an’ı Kerim öğreticileri, psikolojik danışmanlar ve kamp liderleri görev aldı. Hafta içi her gün Kur’an’ı Kerim, Din ve Hayat dersleriyle bilinenler tekrar gözden geçirildi, farklı bir anlayışla bilgi birikimi sağlandı. Örnek sahabe hayatları, kıssalar, temel dini bilgiler, ilmihal bilgileri sistematik bir şekilde işlendi. Ebru, tezhip, musiki gibi sanat derslerinde ise yeteneklerini, Ankara’da yüz otuz dokuz kız öğren- ilgilerini sergileme ve keşfetme fırsatı cinin katıldığı yaz kampı, böylesi güzel buldular. bir atmosferde başladı. Kur'an-ı Kerim ve temel dini bilgilerin yanı sıra zengin- Köşe bucak Ankara gezileri leştirilmiş kültür ve sanat etkinlikleri ile sosyal aktivitelerin yer aldığı kampın her Öğrencilerimizle Diyanet İşleri Başgünü ayrı zenginlikte geçti. kanlığı, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi gibi Türkiye’nin karar mekanizmalarını oluşturan
Darbe girişimi haberini alınca hepimiz çok üzüldük, üzüntümüzü sizin emrettiğiniz salalarla, ezanlarla dindirdik, çok mutlu olduk. Dualarımız Türkiye ile bizler olduğumuz sürece ezan dinmez, bayrak inmez, vatan bölünmez.
bir hale geldi. Kimi yaşadığı şehrin güzelliklerini anlatırken kimi ise toplum olarak yaşadığımız elim hadiselerden bahis açtı. Nusaybin’den gelen bir öğrencinin 15 Temmuz gecesi yaşananlara dair: “Darbe girişimi haberini alınca hepimiz çok üzüldük, üzüntümüzü sizin emrettiğiniz salalarla, ezanlarla dindirdik, çok mutlu olduk. Dualarımız Türkiye ile. Bizler olduğumuz sürece ezan dinmez, bayrak inmez, vatan bölünmez.” şeklindeki sözleri gözleri buğulandırdı.
le başlayan program tüm öğrencilerin ortak katkısı ile zengin içeriğiyle adeta kampın hatıratına dönüştü.
Sahne gösterileri Kürtçe ve Türkçe seslendirilen ilahi ve ezgiler, zeybek oyunu ve okunan şiirler, tüm öğrencilerin katkısı ile zengin bir gösteriye dönüştü. Sinevizyon esnasında öğrencileri bir anda sahnede bulduk. Zira Altınpark gezisinde kendi hikayelerini anlatmışlar, Diyanet TV ekibi de kayda almıştı. İşte o anlara yeniden tanıklık etmeleri belki de en çok onları mutlu etti. Asıl sürprizi biraz sonra yaşadık. Güzel bir eserde yüzden fazla öğrencimizle "Hep Beraber Yaşadık Bu Vatan Toprağında" dedik. Bunu bir kez daha hep birlikte haykırdık dünyaya. Sahiden de eşsiz bir deyişe, haykırışa tanıklık ettik hep birlikte.
yerleri gezdik. Gazi Meclis’in 15 Temmuz gecesi bombalanan bölümlerini ziyaret ederek şehitlerimize minnet ve şükranlarımızı hayır dualarımızla ilettik. Kardeşlerimize bulundukları şehri tanıtmak için Ankara’yı gezdirdik. Bu kapsamda Hacı Bayram-ı Veli Türbesi ve Camii, Hamamönü, Taceddin Dergâhı, Mehmet Akif Ersoy Müzesi, Gençlik Parkı köşe bucak gezildi.
Mehmet Amca’ya misafirlik Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in makamında misafir olduk. Hocamız, öğrencilerimize Başkanlığı, kendisini ve kürsüdeki diğer konukları tanıttıktan sonra hoş bir sohbet başladı. “Bana Mehmet Amca demenizi istiyorum.” ifadesini kullandıktan sonra muhabbet daha samimi ve keyifli
Ankara’nın önemli camileri ziyaret edildi Ankara’nın Millet Camii, Kocatepe Camii, Maltepe Camii, Ahmet Hamdi Akseki Camii gibi önemli camilerinde vakit namazları kılındı. Eller birleşti, hep birlikte dualar edildi. Öğrenciler, İslam mimarisi ve sanat anlayışımıza dair yerinde gözlem yapma fırsatı yakaladı. Zira ziyaret edilen camiiler kadim tecrübe ile modern anlayışın buluştuğu mekânlardan oluşuyordu. Haliyle gözlem ve mukayese kaçınılmaz oldu.
Çocukların program boyunca giydikleri ve üzerinde “Yazımda Kardeşlik, İyilik ve Huzur Var” yazılı tişörtler ise güne damgasını vuran en güzel görüntü oldu.
Çocukların eli silah değil; kalem tutacak
Muhteşem final
Öğrencilerin hazırladığı bu güzel günde onları yalnız bırakmayan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez selamlama konuşmasında: "Her biri muhteşem bir yapıya ve fıtrata sahip bu çocuklarımızın eline kalem yerine silah veren o zalimler, keşke bu sahneyi görselerdi. Onlar bilsinler ki bizim bundan böyle onlara verecek bir tek çocuğumuz yoktur." vurgusu ile sözlerine başladı.
Üç haftalık serüven Türkiye Diyanet Vakfı Konferans Salonu'nda düzenlenen kapanış programıyla sona erdi. Kamp öğrencilerinden Muhammed Kızılkaya’nın Kur’an-ı Kerim tilavetiy-
"Diyanet Yaz Kampı" projesinin devam edeceğini belirten Görmez, "Doğuda olan bütün çocuklar batıya, batıda olanlar ise doğuya gidecek. Sizler Cizre'den, Nusaybin'den, Şırnak'tan,
35
KÜLTÜR-SANAT
Bu çocuklarımızın eline kalem yerine silah veren o zalimler keşke bu sahneyi görselerdi. Onlar bilsinler ki bizim bundan böyle onlara verecek bir tek çocuğumuz yoktur Önemli olan iyi insan olabilmek
Silvan'dan, Yüksekova'dan, Şemdinli'den, İdil'den gelen çocuklarımızsınız. Sizin geldiğiniz gibi Ankara'daki çocuklarımızı da Cizre'ye göndereceğiz. Bursa'dan arkadaşları Nusaybin'e, İstanbul'daki çocuklarımızı Silvan'a göndereceğiz." ifadesini kullandı. Eğitim alan çocuklarımıza hitaben: "O kardeşlerinizi ağırlayıp bağrınıza basacak mısınız?" sorusunu yönelterek yeni bir kardeşlik safhasını başlatmış oldu.
Esas olan İslam kardeşliğidir
Efendimiz Veda Hutbesinde “Ey insanlar, hepiniz âdemsiniz. Âdem de topraktandır.” buyuruyor. Arap'ın Arap olmayana, Arap olmayanın ise Arap'a, beyazın siyaha, siyahın beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvadadır, iyiliktedir, erdemli, faziletli, ahlaklı olmaktadır. Bizim dinimiz Türk, Kürt, Arap, Acem ayrımı yapmaz, hepimiz kardeşiz." ifadeleriyle İslam kardeşliğini öncelememiz, aidiyet temellerimizi buna göre “Konya'dan mektuplar yazan ço- inşa etmemiz gerektiğini vurguladı. cuklarımız Konya'da yaşadıklarını da paylaşarak Mevlana'yı anlattılar, Eğitimin süreci, 15 Temmuz darbe giriAnkara'dakiler Kocatepe Camii'ni şimi günlerine denk geldi. Görmez, pusziyaretlerini anlattılar. Bursa'dan lu geceye dair çocukların yazdığı mekyazanlar, Çanakkale ziyaretlerini an- tuplara da yansıyan ifadelere yer verdi. lattılar. Bu ülkede dili, ırkı ne olursa olsun hepimizin ecdadının Çanakka- "Bize haber geldi, Diyanet sizi bir kamle'de nasıl şehit olduklarını ve nasıl pa davet ediyor. Sonra 15 Temmuz geldi ortak bir ecdadın torunları olduğu- ve hayallerimiz yıkıldı. Fakat birkaç gün muzu anlattılar. 'Biz Türk kardeşle- sonra Diyanet bizi aradı, yola koyulduk. rimizin bu kadar iyi insan olduklarını 15 Temmuz'da şehit olanları unutmailk defa gördük.' demişler. Buna üzül- yın. O şehitlerin ailelerine söyleyin, biz düm çünkü bizim öyle bir inancımız hepimiz o ailelerin çocuklarıyız.” cümlevar ki bizi, renklerimizi, dillerimizi, leri duyulduğunda salonda adeta nefesfarklılıklarımızı bir tarafa bırakıp kar- lerin tutulduğu en önemli anlardan biri yaşandı. deş ilan ediyor."
36
“Sevgili gençler! Size 'Büyüyünce ne olacaksın?' diye sorduklarında, onlara, 'Ben iyi bir insan olacağım.' cevabını verin. Mühim olan iyi insan olmak. İnsan yeryüzüne bir kez gelir. Bilginin eşiğini bırakmadan, okuyup araştırarak, her biriniz iyi insan olacaksınız. Cizre'yi Cizrelilere, Nusaybin'i Nusaybinlilere, Sur'dan ve Şırnak'tan gelenler, oraları da size emanet ediyorum. Oralara bundan sonra silah girmeyecek" sözlerini duyan kardeşlerimiz aziz ülkemizin teminatı olacaklarının sözünü verircesine coşkuyla alkışladılar Mehmet amcalarını.
Ayrılık vakti Üç haftanın sonuna geldiğimizde ilk karşılamadaki sevinç yerini hüzne bıraktı. Ayrılık vakti gelip çattı. Veda cümleleri kurulurken gördükleri değeri ömürleri boyunca asla unutmayacaklarını kampta yaşadıklarını, öğrendiklerini çevrelerindekilerle paylaşacaklarını ifade ederek gittiler. Daha sistemli ve kapsamlı olarak önümüzdeki yıllarda da devam edecek olan Diyanet Yaz Kampında yeniden buluşmak üzere uğurladık her birini. Silah ve bomba seslerinin kesildiği, yaşıtları gibi okula gidip derslerine çalışabildikleri günlerde bir araya gelmek niyazıyla tabi.
"Sevgili gençler unutmayın ki siz, acılar içinde kıvranan İslam coğrafyasının ve bütün insanlığın umudusunuz. Sevinip mutlu olun ki siz, ‘Vaktini Rabbini ibadetle geçiren gençler, kıyamette Allah’ın arşı altında gölgelenecekler’ buyuran sevgili Peygamberimizin müjdelerisiniz." Prof. Dr. Mehmet Görmez
KÜLTÜR-SANAT
YENİDEN KAGEM YAZ OKULU
bütün olduğunu hep birlikte müzakere ettik. Tanımadığımız bir insana gülümsemenin, sevdiklerimize ve kendimize vakit ayırmanın, hayatı okumanın, bir arada olmanın yani yaşama fırsatının, Genel itibariyle hedef kitlesini li- tadını çıkarmamız gerektiğini hatırladık. sans-lisansüstü öğrenciler olarak belirleyen TDV KAGEM hizmet anlayı- Seminerler birbirini tamamladı şına yeni bir vizyon katarak ilk olarak 27 Temmuz-27 Ağustos 2015 tarihleri Alanında uzman hocaların rehberliğinarasında düzenlediği KAGEM Yaz Oku- de sağlık, temizlik ve doğru beslenme luna ikinci kez ev sahipliği yaptı. gibi hayatın içinde önemli yer tutan alanlara dair bilgiler aldık. İlim, irfan, 25 Temmuz-18 Ağustos 2016 tarih- hikmet, sanat ve estetiğin kadim meleri arasında 14-16 yaş grubu kız ve deniyetimizin özü olduğunu ve bu özerkek öğrenciler için düzenlenen Yaz den ilham alarak hepimizin yeryüzünOkulunda insanın özü, var oluş gayesi, de iyilik ve adaletin hâkimiyeti için çaba hayatın anlamı, sorumluluk nedir gibi sarf eden bireyler olmamız gerektiği temel soru ve yaklaşımlarla dört haf- hususu KAGEM Yaz Okulunu verimli talık bir süre içerisinde; bir dizi etkinlik kılan önemli bir farkındalık boyutu oldu. gerçekleştirildi. “Ben de Olabilirim” başlığı ile düzenProgram boyunca doğrudan bilgi lenen seminerler ile her hafta çeşitli sunmak yerine bilginin temeli/kayna- meslek gruplarından uzmanları dinğı, nerede ve nasıl kullanılacağına dair leyerek meslek seçimleri konusunda ipuçları ile bilginin öğretilmesi yöntemi düşünme imkânı yakaladılar. Her hafta benimsendi. düzenlenen spor etkinliklerinin yanında Ankara Üniversitesi Kreiken RasatHer gönül vahyin aydınlığında hanesi ve Altınköy Açık Hava Müzesine yapılan bilimsel ve kültürel geziler de buluştu yer aldı. Başlangıç, orta ve ileri şeklindeki kur sistemine göre Kur’an-ı Kerim’i yüzün- Programın bir başka bölümü olan den okuma seminerleri günlük olarak Söyleşi ve Kitap Kritiği saatlerinde öğdevam etti. Okunan ayetler, öğrenilen rencilerimiz hem sevdikleri yazarlarla duaların Türkçe meali üzerinden Allah bir araya geldi, hem de yeni yazarlarla ve Resulünün hikmetli mesajlarıyla tanışma fırsatı yakaladı. buluşma imkânımız oldu.
hüznü vardı. Kur’an-ı Kerim tilavetinin ardından öğrencilerin hazırladıkları şiir dinletileri ve dört hafta boyunca yaşananların ifade edildiği konuşmalar yer aldı. Etkinliklerde çekilen fotoğraf karelerinin yer aldığı sinevizyonla, birlikte geçirdiğimiz zamanlara yolculuk ettik. KAGEM Müdürü Hicret Toprak, selamlama konuşmasında dört haftalık süreçte öğrencilerin eğitim döneminde yeterince zaman ayırma imkânı bulamadığı etkinliklere yer verildiğini, tüm içeriklerin hazırlanmasında özellikle, din ve hayat arasında sağlam ve sahih bir ilişki kurmaya odaklanıldığının altını çizdi. Öğrencilerin hocalarına olan yakınlığı, buna karşılık hocaların içtenliği, sıcaklığı, samimiyeti ve özverili çabalarının birleşimi ile KAGEM Yaz Okulunda geleceğe dair umut yeşerten bir iklim oluştu. Yeni arkadaşlıklar, taze ufuklar, koridorlardaki tatlı telaşlar, heyecan dolu anlar bunun en somut yansıması oldu.
İlim, irfan, hikmet, sanat ve estetiğin kadim medeniyetimizin özü olduğunu ve bu özden ilham alarak hepimizin yeryüzünde iyilik ve adaletin hâkimiyeti için çaba sarf eden bireyler olmamız gerektiği hususu Kapanış Programında sevinç KAGEM Yaz Okulunu verimli Din ve Hayat ile yaşama fırsatı ve hüzün bir aradaydı hatırlandı kılan önemli bir farkındalık Bu yıl ikincisi düzenlenen Yaz Oku- boyutu oldu.
Din ve Hayat seminerleri ile İslam’ın hayatımızın her alanını kuşatan yaşam biçimi olduğu hakikatine adım attık. İslam ve hayat diye bir ayrım olmadığını; bilakis, öğrencilik hayatından meslek hayatına, temizlik anlayışından ahlaki tutumlara değin İslam ile hayatın bir
38
lu programı velilerin de hazır bulunduğu kapanış programıyla sona erdi. Her aşamasında öğrencilerin yer aldığı programda bir yanda dört haftalık emeği nihayete erdirmenin sevinci, bir yanda geçen süre zarfında sevilen bir ortamdan, dostlardan ayrılmanın
KAGEM YAZ OKULU
KÜLTÜR-SANAT
SOSYAL AĞLARIN İNSAN VE TOPLUMSAL OLAYLAR ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ FENOMENLER ILE RÖPORTAJ
@detroitlikizil: Sosyal medya benim hem işim hem de severek kullandığım bir alan. İşim olduğu için zamanımın büyük kısmını buraya ayırmak zorundayım. Okumalarım dijital dünya ile ilgili oluyor genelde. Fakat ben üniversitedeyken internet bu deSosyal medyada yüzlerce takipçisi rece yaygın değildi ve sosyal medya da yoktu. Çok kitap okurdum. Şimdi o olmak nasıl bir duygu? günler çok uzak maalesef. @detroitlikizil: Zor bir duygu. İnsanlar sizin birçok şeyi yapabile- @kendinelaik: Bir kesim bunu kabul ceğinizi düşünüyor. Etkili yerlerde işleri- etmese de adının da “sosyal” olmani ve sorunlarını çözecek kişilere sından dolayı bir yerde etkinlik alanıulaşabileceğinizi düşünüyorlar. Bunun nız haline geliyor. Yani sosyal medya böyle olmadığını anlatınca da pek inan- hesaplarınız size ait bir “profil.” Kimisi mıyorlar, inanmak istemiyorlar. Bunun gizli bir kullanıcı olarak düşüncelerini dışında sosyal medya nicelik üzerinden ifade ediyor, kimisi de açık bir hesap yürüyen bir alan. Ne kadar çok takipçin üzerinden bunu yapıyor. Bazen işiniz ve etkileşimin varsa o kadar başarılı gö- bazen okumanız bazen de günceli takip ettiğiniz bir alan haline geliyor. rülüyorsun. Kendi özelimizdeki okumalarımıza, @kendinelaik: Aslında bizde oluşan sohbetlerimize ya da icraatlarımıza duygu deviniminin takipçi sayısıyla pek menfi etki oluşturduğunu söyleyebir alakası yok. Kendi gönlümüzdeki mem. Sonuçta iş de okuma da kişiduygusal çağırım bizleri kitleye hitap nin iradesine bağlı birer eylem. Hatta etmeye sevk ediyor ve takipçilerimizde doğru kullanıma bağlı olarak müsbet gönlüne değen bu paylaşımları beğenip anlamda etkilediğini söyleyebilirim. takipte kalıyor. Çıkış noktamız da illa bir Bazen sosyal medyada hararetli bir kesime hitap edelim, takipçilerimiz art- tartışmaya ya da anlamlı bir okuma sın, popüler bir kitlemiz olsun da değil. silsilesine denk gelerek bunu takip Bu, hayatımızda dostlarla bir araya gel- ediyorsunuz. Bu da sizi düşünmeye ve diğimizde bizi birbirimize sevdiren etkin bir anlamda hayatınıza renk katmaya çevrenin sosyal medyada da bir boşluk sevk ediyor. Az önce de söylediğim gibi kişinin duygu ve düşünce dünhaline gelmesinden kaynaklı bir çıkış. yası iradesi ve olgunluğuna bağlı. Bir Sosyal medyada fenomen oluşu- de kişi olduğundan farklı görünmeye nuz hayatınızı etkiliyor mu? Nasıl çalışmıyorsa arayıp da bulamadığımız biri haline geliyor. etkiliyor?
Türkiye’de yaşanan infial/kriz durumlarında sosyal medyanın etkisi tartışılmaz. Özellikle Facebook ve Twitter üzerinden oluşturulan kamuoyunun ve yapılan çağrıların gücünü görmezden gelemeyiz.
40
Paylaşımlarınızda içeriği nasıl belirliyorsunuz? @detroitlikizil: Planlı programlı giderseniz sosyal medyanın savruk ve düzensiz yapısına ayak uyduramazsınız. Günlük akışta gördüğüm ilginç bir şeyi paylaşıyorum. Ülke gündemindeki bir konuya herkesin baktığı yerden değil, farklı noktadan bakmaya çalışıyorum. Esprili ve sosyal medyanın ruhuna uygun bir dille yazmaya çalışıyorum. Nedir bu sosyal medya dili? Enerjik, esprili ve sürekli kendini yenileyen. Eğer bu hızın gerisinde kalırsanız popülerliğiniz ve etkiniz söner. @kendinelaik: Buna şöyle bakabiliriz. Gün içinde işe gidiyorsunuz, orada bir etkileşim ağınız var. Bir gündeminiz, sizi seven, sizi eleştiren yani beşeri ilişkiler içinde bulunduğunuz etkin çevreniz var. Onlarla konuşuyorsunuz, paylaşımlarda bulunuyorsunuz ve bir etkileşim alıyorsunuz ve o kişi sizsiniz. Bundan mutlu olduğunuz da oluyor muzdarip olduğunuz da… Sosyal medyayı da böyle düşünüyorum. Evet, bir takipçi kitlesi var, birinci ağızdan yüzbinlere ulaşabiliyorsunuz illa ki etkilenecekleri, sevinecekleri, üzülecekleri, bazen de düşünüp kafa yorabilecekleri mevzulara kapı aralamak gibi düşünceniz oluyor. Günlük olarak takip ettiğim sürekli paylaşımlarım oluyor. Takipçi kitlesini de ayakta ve etkileşim ağında tutabilmek için onları etkileyecek paylaşımlarda bulunuyorum. Bundan nefret eden,
kızan hatta galiz ifadelerde bulunanlar niyoruz bundan. Haliyle kendi “arkada oluyor. Herkesi memnun edemiyor- daşlarımızın çıkarı” bazen objektifliğin sunuz. önüne geçiyordur. Bunu bilerek yapmasam da eşyanın ve insanın tabiatı bunu Paylaşımlarınızda beslendiğiniz gerektiriyor sanırım. kaynaklar nelerdir? @kendinelaik: Şunu diyebilirim ki inanç, @detroitlikizil: Yazılı bir kaynak hayatta taraf ve bitaraf olmak üzere iki yok. Sosyal medya hayatın ken- değere sizi yönlendiriyor. Tarafsız olma disinden beslenir. Sosyal medyada gereği duymadım ve bunu da zorundaakımları/trendleri siz belirleyemezsiniz. lık olarak algılamadım. Hak olan neyse Trend/akım oluşur ve siz katılırsınız. onu dile getirmek için bu mecrayı kullanmaya başladık diye söylemiştim. Ta@kendinelaik: Klasik olacak belki ama rafsız olma güdüsü benim değerlerimi, bizzat kendim. Biz hesabı açtığımız ilk inancımı, mukaddesatımı rencide edegünden bu yana hep kendimizin sesi cek bir ölçüdeyse ben tarafsız değilim. olalım, bir davamız var ve buna sahip Fakat tarafsızlık, meseleyi öncesinde çıkalım, buna da yaşadığımız hayat- tartıp doğrusunu yanlışını öğrendikten ta nasıl sahip çıkıyorsak sosyal medya sonra taraf olmaksa evet ben tarafsıüzerinden de aynı şekilde sahip çıka- zım. Şu ana kadar sosyal medyada çok lım isteğiyle yola çıktık. Evet, belirli bir karalama kampanyası yürütüldü. Hatta okuma dairemiz, ilmi münasebet içinde bir yön verme gücünün olduğu da yadbulunduğumuz ve muhabbet ettiğimiz sınamaz. Sonra arkadaşlarla bir karara büyüklerimiz var. Onların hayat tecrü- vardık. Artık herkesin ak dediğine ak belerinden yahut hayat hikâyelerin- demektense meseleyi sonuna kadar den, geçmiş hadiselerden besleniyoruz. araştırıp ona göre tepki vermeyi düstur Dava diye bahsettiğimiz olguyu bizzat edindik. insanın kendisi oluşturuyor. Rol model olarak seçtiğimiz profil kendisine benPaylaşımlarınıza yapılan yorumlazemeye çalıştığımız İslam büyüklerimiz rı okuyor musunuz? Sizi etkileyen ve mütefekkirlerimiz oluyor. Hakkı hak- ve beğendiğiniz yorumları paylaşıyor ça ifade edip batıldan olabildiğince ka- musunuz? çabilmek için… @detroitlikizil: Yorumları okuyor Sosyal medya son 10 yılda olmazsa ve çok kıymet veriyorum. Etiketolmazlarımız arasında yerini almış bu- leyenleri paylaşıyorum da. Bu takipçilelunuyor; re bir gönül borcu aslında. 70 bin kişi sizi izliyor. Bu çoğu gazetenin ve derginin Toplumsal olaylarda/krizlerde yap- satış rakamından yüksek. Bu muhtetığınız paylaşımlarda tarafsız oldu- şem bir etki. İnsanlar sizi severek takip ğunuzu düşünüyor musunuz? Ya da kendi- ediyorsa onlara borçlusunuz. Bu borcu nizi tarafsız olmak zorunda hissediyor bu şekilde ödüyorum. Mesela bir sorunları varsa ben genellikle retweet musunuz? ederek, çözüm bulacak insanlara ulaş@detroitlikizil: Tarafsız olmaya tırırım onları. Çoğu zaman da bir çözüm çalışıyorum ama içinde yetişti- bulunur. ğim ve hâlihazırda içinde bulunduğum bir düşünce yapısı ve toplumsal yapı @kendinelaik: Vaktim oldukça okumavar. Biz istesek de istemesek de etkile- ya çalışıyorum. Sosyal medyada tanış-
tığım ve fikrine önem verdiğim herkesin yorumlarını okumaya özen gösteririm. Çünkü bu ortamda sizi şişiren, sürekli övgüler düzen bir kitle olduğu gibi sürekli yeren, aşağılayan, hakaret eden bir kitle de var. İkisinin ortasında gerçekten fikir beyan eden yorumların hepsini okumaya gayret ediyorum. Gezi ve 15 Temmuzu sosyal medyada nasıl okumalıyız? @detroitlikizil: Gezi sosyal medyayı mahvetti. Kutuplaştırdı. Öncesinde eğlenen gülen insanlar kavgaya tutuştu. Binlerce sahte hesap açıldı. Haysiyet cellatları türedi. 15 Temmuz ise safları iyice keskinleştirdi. Çünkü o gün artık ölüm kalım savaşımızdı. @kendinelaik: Gezi çok büyütüldü. Devlet nezdinde artısıyla eksisiyle konuşulup tartışılmıştır. Bize gelince Türkiye tarihi boyunca unutamayacağımız ve sosyal medya etkinliğine tanıklık ettik. 15 Temmuz darbe girişiminde ise halkımızın meydanlarda bir araya gelmesine aracı olarak yine bu mecrayı kullandık. 15 Temmuz gecesinde ortada anormal bir durum vardı. Birileri gerçek ortamda bir kliği harekete geçirirken, bir kesim de sosyal medya üzerinde algı oluşturmaya ve buradan yanlış yönlendirme yapmaya hazırlanıyordu. Biz 15 Temmuz gecesi ve onu takip eden günlerde bazen hiç uyumadan bazen de sıralı olarak; dayatmaya, zulme ve vesayete hem meydanlarda hem de sosyal medyada güçlü bir şekilde karşı koyduk. 15 Temmuz gecesi asker görünümlü teröristler köprüyü kapattıktan sonra ilk paylaşımınız/tepkiniz ne oldu? @detroitlikizil: Güvendiğim bazı hesaplar bunun “terör ihbarı” üzerine yapıldığını yazınca, ben de buna inandım. Ama siyasete yakın bazı kay-
41
KÜLTÜR-SANAT
naklardan telefonla darbe haberini alınca insanları parti binalarına ve meydanlara davet eden tweetler attım. Bulunduğum ilin meydanına geçerek gösterilere katıldım. Cumhurbaşkanımızın ve ailesinin güvende olduğuna dair bir telefon gelince bunu takipçilerimle paylaştım. Darbe girişiminde bir ay sonra bir takipçim “O tweetinizi okuyunca sevinçten ağladım.” yazdı. Burada da sosyal medyanın aslında çok güçlü olduğunu anladım bir kere daha. @kendinelaik: İlk paylaşımlarımız bizleri takip eden kitleyi sokağa çağırmak oldu. Nitekim gecenin ilerleyen saatlerinde Cumhurbaşkanımız bu çağrıyı yineledi. Ondan sonra biz de fiili olarak meydanlara inip meydanlardan paylaşımlar yapmaya başladık. Bir ateş yakılıyor ve içine mukaddesatımız konuluyor. Ne bu ateşin yanmasına izin vermeliydik ne de kutsal değerlerimize saldırılmasına. Çok şükür başaramadılar. Aynı havayı solumaktan şeref duyduğumuz milletimiz buna izin vermedi. Devam eden süreçte de sosyal medya algısına boyun eğmedik ve bir ay bo- ve kararlılıkta paylaşımlar yapanlar varyunca süren nöbetlerden bilfiil canlı ya- sa da bir o kadar da değerlerinize saldıran karanlık ve kirli düşüncelere sayın ve paylaşımlarda bulunduk. hip kişiler de var. Lakin bu sesi kesmek Sosyal medyanın darbe girişimin- inandığınız ve doğru bildiğinizi yapmak deki rolünün nasıl bir etki oluştur- durumundasınız. Bir tweet ya da bir duğunu düşünüyorsunuz? paylaşım sizi takip edenlerin yoğunluğuyla çok fazla kişinin etkileşim ağına @detroitlikizil: Kesinlikle etkilidir düşüyor. Bir kişi bundan hissesini alsa darbenin püskürtülmesinde. bizim için yeterli. Bu yüzden durmaksıŞimdi diyebilirsiniz televizyon daha et- zın hak olanı eğip bükmeden ifade etkili diye. Ancak Sayın Cumhurbaşkanı- meye çalıştıkça inanan kitlenin ümidine mız televizyona Facetime ile bağlandı. katkı sağlamış oluyorsunuz. Facetime bir sosyal medya aracı özünde. Cumhurbaşkanımız insanları meydanlara çağırınca herkes sosyal medyadan örgütlendi. Bu etkiyi yadsıyabilir miyiz? Bu etkiyi küçümsersek çok büyük bir organizasyonu ıskalamış oluruz. @kendinelaik: Sosyal medya kaynar kazan. Her ne kadar sizinle aynı fikirde
42
Aliya İzzetbegoviç 8 Ağustos 1925 - 19 Ekim 2003
"HAYAT inanan ve salih ameller işleyenler dışında hiç kimsenin kazanamadığı bir oyundur."
Nurcan YAVUZYİĞİT TDV KAGEM - Uzman
SOSYAL PROJELER
SOSYAL DESTEK VE EĞİTİM MERKEZİ
Farkındayım Yanıbaşındayım
B
ilindiği üzere Türkiye’de bulunan Suriyeliler ‘kamplarda’ ve ‘kamp dışında’ yaşayanlar olarak ikiye ayrılıyorlar. Kamplarda yaşayanların büyük kısmı, refah ve sosyal imkânlar açısından kamp dışındakilere göre daha iyi durumdalar. Buna karşın Suriyelilerin yaklaşık %85’lik kısmı kamp dışında yaşamakta. Dolayısıyla Türkiye’deki Suriyelilerin karşı karşıya kaldığı sorunların esas boyutunu kamp dışında, şehir merkezlerinde yaşayanlar oluşturmakta. Şehirde yaşamayı tercih eden sığınmacıların sosyal hayata uyum sorunları olduğu yadsınamaz bir gerçek. Bu durum vatanından göç etmek zorunda bırakılan ve göç etmiş insanlarla birlikte yaşamak zorunda olan insanların psikolojilerini ve tepkilerini kaçınılmaz olarak etkilemekte. Nurcan YAVUZYİĞİT
TDV KAGEM - Uzman
“Farkındayım Yanı Başındayım” projesinin amaçlarından bir tanesi de ülkemize sığınan, ülkemizde yaşayan Suriyelilere yönelik oluşan algıyı başarılı bir şekilde yönetmek. Dikkatle incelendiğinde olumsuz yöne doğru eğilim gösteren bir önyargı ve algı olduğu hemen fark edilmekte. Dolayısıyla bu önyargıların ve algının ciddi anlamda önemsenmesi ve giderilmesine yönelik çalışmaların oluşturulması; buna yönelik projeler üretilmesi ve üretilen projelerin hayata geçirilmesi önem kazanmakta. Söz konusu projeleri hazırlama ve uygulama aşamasında kamu kurumlarının varlığı ve desteğine ihtiyaç var. Aynı şekilde sivil toplum örgütlerinin de bunun güçlü bir ayağı olması ve bu çalışmaları hem psiko-sosyal destek yönüyle yaygın eğitimlerle desteklemesi gerekmekte.
1981 yılında Eskişehir’de doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini Eskişehir’de tamamladı. Viyana Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünden mezun oldu. Aynı üniversitede “Avrupa-Akdeniz Ortaklığı (EUROMED) ve Türkiye” başlıklı teziyle yüksek lisans yaptı. Yurtdışında olduğu yıllarda çeşitli sivil toplum kuruluşlarında görevler aldı. Evli ve iki çocuk TDV KAGEM işte bu mevcut durumdan hareketle yapmış olduğu tüm programannesi olan Yavuzyiğit, TDV KAGEM’de larında, bulunduğu platformlarda, dahil olduğu projelerde, Ankara’da ve kamplarSosyal-Kültürel Projeler Uzmanı olarak da “Farkındayım Yanı Başındayım” projesi çerçevesinde dokunduğu insanların hikayelerini, başarı öykülerini kamuoyuyla paylaşmaya gayret ediyor. Merkez, görev yapmaktadır. olumsuz algıları gidermek için kurulmadı… Yaşadıkları travmaları geride bırakmaları ve yeniden hayata tutunmalarına yardımcı olmak gibi amaçlarla 0-3 yaş grubundan ilkokula, liseden üniversiteye, kadın - erkek tüm yetişkinlere ulaşmak için bir “Sosyal Destek ve Eğitim Merkezi” kurulması için çalışmalarına başladı.
Kurulacak olan merkezde, savaş sebebiyle ülkemize sığınan ve Ankara’da ikamet eden Suriyeli ailelerin, daha kaliteli bir yaşam ve eğitim imkânlarına kavuşmaları, içinde bulundukları zorlu koşulların bertaraf edilerek rehabilite olmaları ve sağlık, istihdam, resmi işlemler, güvenlik vb. konularda danışmanlık hizmeti almaları hedefleniyor. Ankara'da sayıları 70.000’e ulaşan Suriyeli misafirlere yönelik yapılacak tüm faaliyetlerin tek bir merkezde planlı ve sistemli bir şekilde uygulanmasının önemi göz önünde bulundurularak proje Suriyelilerin yoğun olarak yaşadığı Altındağ bölgesinde uygulanmaya başladı.
44
şıyoruz. Geldiğimde iki çocuğum vardı. Bu sene üçüncü çocuğumu dünyaya getirdim. Eşim burada matbaada çalışıyor.” Türkiye’de olmaktan mutlu olduğunu söyleyen Raşa: “Özlüyorum vatanımı, Şam’ı. Annem, kız kardeşim, akrabalarım hepimiz dünyanın farklı yerlerindeyiz.” diyerek duyduğu hasreti dile getirmeye çalıştı. TDV KAGEM tarafından verilen yaygın eğitimlere katılmış Raşa Kafi. Türkçe dili ve mesleki eğitimlerden de magnet yapımı ve hediyelik eşya yapımı kurslarında çok şey öğrendiğini ve öğretmenlerini çok sevdiğini ifade eden Raşa: “İlk önce Türkçe kursuna katıldım. Türkçe burada yaşamak için çok gerekli. Hastanede, okulda çok lazım oluyor. Öğrenmem gerekiyordu. Çocuklarım var, okula gidiyorlar. Türkçem B seviyesinde. Doğum yaptıktan sonra devam edemedim. Fakat bu seviyede almış olduğum kurs bile çok işime yaradı.” diyerek şükranlarını ifade etti.
1.000 m² kapalı alana sahip olan bi- Suriyelilerle katıldıkları eğitimler ve nada sınıflar, konferans salonu, idari Türkiye’deki yaşamlarına dair sohbet Yeni açılacan olan Sosyal Destek ve Eğitim Merkezinden bahsettiğimizde bölüm için ayrılmış odalar, çocuk oyun etme fırsatı bulduk. alanı gibi bölümler bulunuyor. ise ayrıca mutlu olduğunu dile getiren Raşa Kafi Raşa: “Bize özel yapılan şeyleri görüyoTDV KAGEM tarafından çeşitli işrum. Anladım ki; Türkiye artık bir kaçış birlikleriyle gerçekleştirilen Türkçe ve yeri değil, bir varış yeri. Güvenilir bir yer en Türkiye artık bir kaçış yeri değil, meslek edindirme kurslarına katılan az Şam kadar. Ben böyle hissediyorum.” bir varış yeri dedi ve ekledi: “Fakat, şimdi haber gelse, Eşi avukat olan 30 yaşında 3 çocuk savaş bitti deseler yarın Suriye’ye yola çıannesi ve bilgisayar mühendisi olan karım. Vatan çok değerli, paha biçilemez Raşa Kafi üç yıl önce gelmiş Türkiye’ye. bir şey.” Suriye’nin Şam şehrinde eşinin avukatlık bürosunu, evini, sevdiklerini bırakarak kaçmış savaştan. Cabir El-Ali “Sınır ülkemiz Türkiye olduğu için burayı tercih ettik. Aslında düşünmek için çok vaktimiz de yoktu. Otobüsle geldik. Yolculuk çok uzundu ve 3 gün sürdü. Şam, Humus, Halep ve Türkiye hattını takip ettik. Kilis, Gaziantep ve Ankara Türkiye’deki duraklarımız oldu. 3 yıldır Ankara’da ya-
Allah kimseyi savaşla, yoklukla, açlıkla imtihan etmesin. 30 yaşında bir Suriyeli olan Cabir, 13 Kasım 2012 tarihinde gelmiş Türkiye’ye. Aklına kazımışçasına bir solukta söyleyiverdiği tarihin üzerinden tam
45
SOSYAL PROJELER
dört yıl geçmiş fakat o hiç bir şeyi unutmamış. İki çocuğu ve eşiyle birlikte kaçmışlar savaştan. Suriye’nin İdlip şehrinde imamlık ve öğretmenlik yapıyormuş. İlahiyat mezunu olan Cabir’in eşi de coğrafya öğretmeniymiş. 4 yıl içinde mükemmele yakın bir seviyede Türkçe konuşmayı öğrenen Cabir El-Ali ile röportaj yapmak da çok zevkliydi. İdlip’te savaş nasıl başladı sorusuna verecek uzun bir cevabı vardı ve başladı anlatmaya. “1946 yılında Suriye bağımsızlığı kazanmıştı. Fakat 1970 yılına kadar birçok darbe, askeri/siyasi hareketlilik yaşayan Suriye 1970 yılında Hafız Esad’ın yönetime gelmesiyle tek partili ve baskıcı bir rejim kurulmuş oldu. 1982’de Hama’da katledilen 55.000 kişiyi unutmak mümkün değil. 2000 yılında vefat eden ve yerine gelen oğul Beşar Esad de beklenilen, istenilen reformları ve düzenlemeleri gerçekleştirmedi. Mısır, Libya ve Tunus’da başlayan özgürlük hareketleri Suriye’ye sıçradı ve eylemler yapılmaya başladı. Katledilen ve kaybolan insanların hesabını sormak için herkes
46
sokağa çıktı. Fakat asker halkın üzerine kurşun yağdırdı. Yavaş yavaş her yere yayıldı olaylar. İlk zamanlarda bile ekmek bulamadık, yollar kapalıydı. Şimdi ne haldedir oradaki insanlar düşünemiyorum.” dedi ve sustu bir müddet. “Kaçak yollardan geldik Türkiye’ye. O zaman sınırlar açık değildi. Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde bir ay yaşadık. Sonra bir arkadaş Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesinde bize ev iş verecekler dedi. Oraya gittik. Orada altı ay yaşadık. Mobilyacıda çalıştım. Daha önce hiç bilmediğim bir işi yaptım. Sonra Ankara’ya geldik. Çubuk ilçesinde yaşamaya başladık.” diyerek uzun bir solukta Ankara’ya varış hikâyesini bizlerle paylaştı.
Kayıt işlemleri ve oturum işlerinde onlara yol gösteriyorum.” Düzgün ve anlaşılır bir Türkçesi olmasına rağmen TDV KAGEM tarafından düzenlenen Türkçe kursuna da katılmış olan Cabir: “Bazen konuşmak yeterli olmadı. O dili okumak, okuduğunu anlamak ve yazmak da çok önemliydi. Türkçe dil gramerini öğrenmek için kursa katıldım. Çok istifade ettim.” diyerek sözlerine devam etti.
Babası ve bir ablası hala Suriye’de olan Cabir El-Ali, savaşta bir amcaoğlunu ve dört dayıoğlunu şehit vermiş. Kendisini Ankara’da hiç yabancı gibi hissetmediğini ifade eden Cabir şükrederek tamamladı cümlelerini: “Allah Çubuk'ta bir Kur’an kursunda Arapça kimseyi savaşla, yoklukla, açlıkla imtiöğretmeye başlamış. Sonra da Rama- han etmesin.” zan aylarında teravih kıldırarak imamlık yapmaya başlamış Cabir. 2013 yılında Çubuk'ta yaşayan ilk Suriye aile biz iken şimdi burada 300 aile var diyor ve ekliyor. “Bu ailelerle ilgileniyorum. Hastanede, belediyede kaymakamlıkta işleri olanlara tercümanlık yapıyorum.
Prof. Dr. Bünyamin ERUL Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis ABD Öğretim Üyesi
SOSYAL PROJELER
ENGELLİLİK:
KARŞILIĞI CENNET OLAN AĞIR SINAV Müslümanlar için her yönüyle “güzel bir örnek” olan Hz. Peygamber’in engellilere yönelik hikmetli ilişkisini ortaya koyabilmek adına Hadislerle İslam adlı külliyattan derlenmiştir.1
سو ُل اللَّ ِه صلى الله عليه وسلم ُ ع ْن أَبِى ه َُري َْرة َ قَا َل قَا َل َر َ ُ ص َو ِر ُك ْم َوأ َ ْم َوا ِل ُك ْم َولَ ِك ْن يَ ْن ُ إِ َّن اللَّهَ الَ يَ ْن ظ ُر إِلَى قُلُوبِ ُك ْم َوأ َ ْع َما ِل ُك ْم ُ ظ ُر إِلَى Ebû Hüreyre (r.a.)’den, Rasulüllah (sav) şöyle buyurur: Prof. Dr. Bünyamin ERUL Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
“Allah, sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz, lakin sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.”
Hadis ABD Öğretim Üyesi
1965 yılında Bolu’da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini Bolu’da tamamladı. 1987 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. 19871989 yılları arasında Hadis Ana Bilim Dalında “Sünnet’in Kur’an Dışında Hükümler Getirmesi Meselesi” adlı tezi hazırlayarak yüksek lisans yaptı. Dokuz yıl Diyanet İşleri Başkanlığında görev yaptı.1993 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Bölümünde Araştırma Görevlisi olarak çalışmaya başladı. “Sahabenin Sünnet Anlayışı” adlı tezi ile Doktor oldu. 2008 yılında Profesör unvanı aldı. 2008 yılında DİB Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi oldu. Evli ve iki çocuk babasıdır.
(M6543, Müslim, Birr ve Sıla, 34) Peygamberliğin ilk yıllarıydı. Kutlu Elçi, çevresindeki insanları İslam’a açıkça davet etmeye başlamıştı. Risalet görevinin verdiği sorumluluk ile her fırsatı değerlendirmeye çalışıyordu. Gece-gündüz demeden kendisini dinleyen herkese Allah’ın gönderdiği mesajları anlatıyordu. Putlara tapan halkı, bir olan Allah’ı tanımaya çağırıyordu. İşte o günlerden birinde Mekke’nin ileri gelen müşriklerinden biriyle konuşmaktaydı. İslam hakkındaki sohbet hayli koyulaşmıştı. Tam o esnada âmâ sahabilerden Abdullah b. Ümmü Mektûm kendisini irşad etmesi için seslenerek çıkageldi. “Beni aydınlat ey Allah’ın Rasulü!” diyordu. Onun zamansız gelişini gören İslam Peygamberi, ondan yüz çevirip konuştuğu şahsa dönüyor ve “Söylediklerimde herhangi bir sakınca görüyor musun?” diye soruyordu. Adam “hayır” diyordu. İşte belki de Peygamberimizin tam ümitlendiği bu esnada Yüce Allah şu ayetlerle araya giriyordu: “(Peygamber), âmânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve çeviriverdi! Sen nereden biliyorsun, belki o temizlenecek yahut öğüt alacak da o öğüt ona fayda verecek! Kendini muhtaç görmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun! Oysa sen onun temizlenip arınmasından sorumlu değilsin! Fakat koşarak ve (Allah’tan) korkarak sana gelenle ilgilenmiyorsun! Hayır! Şüphesiz bunlar (âyetler), değerli ve güvenilir kâtiplerin elleriyle (yazılıp) tertemiz kılınmış, yüce makamlara kaldırılmış 1
48
Komisyon, Hadislerle İslâm, c. IV, s. 263, DİB Yayınları, 4. Baskı, Ankara, 2013.
mukaddes sahifelerde (yazılı) bir öğüttür, dileyen ondan öğüt alır.” (T3331, Tirmizi,Tefsîru’l-Kur’ân, 80; Abese, 80/1-16)
ları ile Allah yolunda cihat edenler bir olmaz” âyetini (Nisa 4/95) yazdırmak istemişti. Tam bana yazdırdığı sırada yanına İbn Ümmü Mektûm çıkageldi ve:
Rahmet Elçisi’nin bütün arzusu, Mekke’nin ileri gelenlerinden olan Utbe b. Rabîa’yı (Taberî, Tefsîr, XXX. XXX) kazanmaktı. Şayet onu kazanabilirse, belki de bütün kabilesi İslam’a girecekti. Belli bir kıvama gelen sohbetin kesilmesini istemiyordu. İbn Ümmü Mektûm’a biraz sonra da dönebilir, sorularına cevap verebilirdi. Onun zamansız gelişi, Rahmet Elçisi’nin sadece beden diliyle dışa yansımıştı. Hatta O’nun yüzünü çevirdiğini İbn Ümmü Mektûm hissetmemişti bile. Fakat herşeyi gören ve işiten Yüce Allah, Rahmet Elçisi’nin bu tavrını eleştiren birkaç ayetle başlayan Abese Suresi’ni indiriverdi. Şüphesiz Yüce Allah, Rasulü’nün niyetini çok iyi bilmekteydi. Fakat Allah’ın dinine davet adına da olsa, Müslüman bir âmâdan yüz çevirilip, müşrik birine iltifat edilmesine müdahale etti. Zira o bir âmâ idi, gözleri kapalıydı ama gönlü açıktı. Arınmaya, korunmaya, öğrenmeye, öğüt almaya gelmişti ve beden diliyle de olsa yüz çevirilmemeliydi…
- “Ey Allah’ın Rasulü! Vallahi cihada gücüm yetseydi, seninle birlikte mutlaka ben de savaşırdım! Benim gözlerim görmüyor, benim hakkımda ne buyurursun (ben ne yapacam?)” dedi. Bu soru üzerine Allah tekrar vahyetti ve ayetin devamına “ğayra uli’d-darar” “özür sahipleri hariç” kısmını indirdi. (B4592, Buhârî, Tefsîr 4/18; T3031, Tirmizi,Tefsîr, 4)
Rahmet Elçisi, gelen bu mesajlardan payına düşeni alacaktı. Uyarılmasına sebep olan bu gönül insanını daha yakından tanıyacak ve bir ömür boyu ona hak ettiği değeri verecekti. Hicretten önce onu genç sahabî Mus’ab b. Umeyr ile birlikte Medine’deki Müslümanlara Kur’an öğretmek üzere görevlendirdi.2 Hicret sonrasında ise Bilal-i Habeşi ile birlikte Mescid-i Nebevî’de uzun yıllar müezzinlik görevini yaptı. Bu âmâ sahabî, diğer bir konuyla ilgili olarak başka bir âyetin inmesine vesile oldu. Allah Rasulü’ne vahy katipliği yapan Zeyd b. Sâbit anlatıyor:
Zu’l-Uşeyre, Suveyk, Gatafân, Uhud, Necrân, Zâtu’r-Rikâ’ vb. seferlere/savaşlara giderken, Medine’de yerine onu vekil bırakmış, Peygamber Mescidi’nde namazları o kıldırmıştır. Peygamberimizin aynı zamanda Medine’de toplumun lideri ve devlet başkanı olduğunu dikkate alırsak, O’nun bu âmâ dostuna ne kadar önem verdiği daha kolay anlaşılır. Allah Rasulü bu vekaleti ona vermekle, engellilerin gerektiğinde en üst düzey görevlerde dahi istihdam edilebileceğini de göstermiş oldu.
Gerek hakkında inen âyetler, gerekse kendisine verilen görevler, onun son İlginçtir, özürlülerin savaştan muaf ol- derece mutemet bir şahsiyet olduğunu duğunu ifade eden bu kısmın inmesine ortaya koymaktadır. Nitekim ilk muhacirlerden olan Fatıma bint Kays’ı, kocası üç talakla boşadığında, Hz. PeygamHz. Peygamber’in, ber iddet müddetini geçirmesi için onu âmâ olan Itbân’ın davetine amcasının oğlu olan İbn Ümmü Mekicabet ederek evine kadar tûm’un evine göndermişti.4
gitmesi, gösterdiği yerde namaz kıldırması, ikram edilen yemeği yemesi, O’nun tevazuunu ve engellilere olan sıcak ilgisini göstermektedir.
Aynı İbn Ümmü Mektûm evi ile mescidi arasında hurmalıkların ve ağaçların olduğunu ve her zaman kendisini götürecek birilerinin bulunmadığını söyleyerek, Peygamberimizden evinde namaz kılma izni istemişti. Hz. Peygamber ezanı işitip işitmediğini sorduğunda “evet” demesi üzerine “Öyleyse gel!” buyurmuştu. sebep olmasına rağmen şehadet arzu- (D552, D553, Ebû Dâvûd, Salât 46) suyla yanıp tutuşan İbn Ümmü Mektûm, Kâdisiyye Savaşına katılmaktan Bir başka âmâ sahâbî Itbân b. Mâlik geri kalmamış hatta sancaktarlık yaptı- anlatıyor: “Kabilem olan Sâlim Oğullağı bu savaşta şehid olmuştu.3 rı’na namaz kıldırmaktaydım. Onlarla benim evim arasında bir vadi bulunAbese Suresi’nin inişinden sonra Hz. maktaydı ve seller gediğinde onların Peygamber ile aralarında gelişen sa- mescidine geçmem zorlaşmaktaydı. mimi ilişkiler ona daha büyük görevle- Bir defasında Hz. Peygamber’e: “Ey Alrin verilmesini de sağlamıştı. Gözüyle lah’ın Rasûlü! Bazen karanlık veya sel değil, gönlüyle gören bu yüce sahabi, oluyor ve ben göremeyen bir adamım. tam 13 defa Hz. Peygamber’e vekalet Evimin bir yerinde namaz kılsan da ben etmişti. Rasul-i Ekrem, Ebvâ, Buvât, orayı mescit edinsem?” diye ricada buBkz: Suyûtî, İtkân, II. 18. İbnu’l-Esîr, Usdu’l-Gâbe, IV. 264; Nesâî, es-Sunen (el-Kebîr), V. 181, no: 8605. 4 Ahmed, Musned, III. 411-4. 2
Allah Rasulü “Müminlerden (cihada katılmayıp) oturanlarla malları ve can-
3
49
SOSYAL PROJELER
ENGELLİLİK: KARŞILIĞI CENNET OLAN AĞIR SINAV
lundum. Hz. Peygamber de gelip gös- sabrederse, iki göze bedel olarak ona müştü. Bunu gören bazı sahâbîler naterdiğim yerde iki rekat namaz kıldırdı... cenneti veririm.” (B5653, Buhari, Merdâ, maz içinde gülmüşlerdi. Namaz bitince 7; T2400, T2401, Tirmizi, Zühd, 57) Hz. Peygamber, gülenlerin hem abdesti, (B1186, Buhârî, Teheccüd 36) hem de namazı iade etmelerini istedi.8 Bu rivayette Hz. Peygamber’in, âmâ Allah Rasulü, kulların sabır ve şükür olan Itbân’ın davetine icabet ederek bakımından nasıl sınandıklarını verdiği Kur’an-ı Kerim’deki birçok âyette olevine kadar gitmesi, gösterdiği yerde alacalı, kel ve âmâ ile ilgili meşhur kıssa duğu üzere, “kör, sağır ve dilsiz” gibi namaz kıldırması, ikram edilen yemeği ile çok güzel bir biçimde ortaya koymak- bazı nitelemeler,9 mecâzî olarak Hz. yemesi, O’nun tevazuunu ve engelli- tadır. Peygamber tarafından da kullanılmıştır: lere olan sıcak ilgisini göstermektedir. Hz. Peygamber’in Itbân’ın kendi evinde Yüce Allah İsrail Oğulları’ndan, biri ala- “Birşeyi (aşırı) sevmen, seni kör ve namaz kılmasına ve kıldırmasına izin calı, biri âma ve biri kel üç kişiyi imtahan sağır eder!” hadisinde10 olduğu gibi, verdiği halde, İbn Ümmü Mektûm’a izin etmek ister. Herbirine melek göndere- ahir zamanda ortaya çıkacak bir fitne vermemesi, evinin mescide ezanı ve rek onları iyileştirir ve en çok istedikleri de “kör ve sağır” nitelemesiyle takdim ikâmeti işitecek kadar yakın olmasıyla malların doğurgan olanlarından verir ve edilmiştir.11 Diğer taraftan Hz. Peyaçıklanmalıdır. Burada bir taraftan ce- onları zengin eder. Yıllar sonra Melek gamber, âmâ olan bir sahâbîsinden söz maatle namaz kılmanın önemine zım- herbirinin önceki suretine girerek Al- ederken, onu “basîr” diye nitelemektenen vurgu yapan Hz. Peygamber, diğer lah’ın kendilerine verdiği bu mallardan dir. Câbir b. Abdullah’ın anlattığına göre taraftan da İbn Ümmü Mektûm gibi ye- Allah için ister. Alacalı ile kel, bu mal- birgün Hz. Peygamber “Haydi, Vâkıf tenekli bir sahâbîsini, -mescide devam- ları miras yoluyla elde ettikleri yalanını Oğulları’ndaki şu ‘iyi gören’ (basîr) adada zorluk çekse de- aralarında görmeyi savurarak birşey vermezler ve ikisi de ma götürün beni!” buyurdu. Kasdettiği eski haline döner. Amâ ise: “Ben bir şahıs âmâ idi.”12 arzulamış olmalıdır. âmâ idim. Allah bana görmemi geri verAllah Rasulü’nün âmâ olan ashabıy- di. Fakirdim, beni zengin etti. İstediğini Zayıfların, düşkünlerin, fakir ve yokla ilişkileri ve onlara karşı ilgisi sadece al! Vallahi Allah için aldığın hiç birşeye sulların gerçek dostu ve hâmisi olan bunlarla sınırlı değildi. Mekke fethedil- karışmayacağım!” dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü, engellilere yapılacak her diğinde, Hz. Ebû Bekir, yaşlı ve de âmâ melek: “Malını elinde tut! Siz sadece türlü yardımın bir sadaka olduğunu olan babası Ebû Kuhâfe’yi sırtına yükle- imtahan edildiniz ve Allah senden razı söyler. Ebû Zer’den nakledilen bir hadinerek Hz. Peygamber’in huzuruna ge- oldu, diğer iki kardeşine ise kızdı” der.7 se göre, Hz. Peygamber, doğan her gün için sadakaların verilmesi gereğinden tirmişti. Bu durumdan rahatsız olan Hz. Peygamber: “Bu ihtiyarı evde koysaydın Hz. Peygamber’in engellilerle ilişkisi söz eder. Sahabe, kendilerinin bu kadar da, onun yanına biz gitseydik ya?!” bu- çerçevesinde, kaynaklarımızda bazı il- mal varlıklarının bulunmadığını hatırlatınca sevgili peygamberimiz, sadakanın yurarak Ebû Kuhâfe’ye olan saygısını ginç haberlere de rastlamaktayız: birçok çeşidinin bulunduğunu belirtir ifade etmişti.5 Dârekutnî’nin naklettiğine göre, Hz. ve buna dair örnekler verir: “Amâya Engelliler içinde belki de en zoru olan Peygamber birgün sabah namazını kıl- rehberlik etmen, sağır ve dilsize anlagörme engelliliktir. Nitekim âmâ bir şair dırırken, âmâ bir şahıs mescide gelmiş yacakları bir şekilde anlatman, ihtiyacı olan Hassân b. Sâbit’in durumuna işa- ve Hz. Peygamber’in namaz kıldığı yerin olanın hacetini tedarik etmesi için bilretle, Hz. Aişe: “Ve eyyu azâbin eşeddu yakınlarında bulunan bir çukura düş- diğin yere delalet etmen, derman aramine’l-amâ”=”Amâlıktan daha büyük hangi azap vardır?” demesi de bunu 5 Ahmed b. Hanbel, III. 160, VI. 349-350. teyit eder.6 Bundan dolayıdır ki görme 6 Buhari, Meğâzî 34, V. 61; Tefsîru Sure 24/10, VI. 10-11;, Muslim, Fedâilu’s-Sahâbe 155, II. 1934. engeli, birçok ayet ve hadislere konu ol- 7 Buhari, Enbiya 51, VI. 146-7; Muslim, Zuhd 10, III. 2275-6. muştur. Sözgelimi, Enes b. Mâlik’in Hz. 8 Dârekutnî, es-Sunen, I. 167-171. Beyrut-1986. 9 Peygamber’den naklettiği kudsî bir ha- Bkz: 2 Bakara 18, 171, 8 Enfâl 22, 11 Hûd 24, 16 Nahl 76, 17 İsrâ 97, 25 Furkân 73, 43 Zuhruf 40. 10 dise göre Yüce Allah şöyle buyurmuştur: 11 Ahmed, Musned, V. 194, VI. 450. “Ben kulumu –iki gözünü kastederekiki sevgilisiyle imtahan ettiğimde o buna
50
Ahmed, Musned, V. 386, 406; İbn Ebî Şeybe, el-Kitabu’l- Musannef, VII. 463, 509. tak. Kemal Yusuf el-Hut, Beyrut-1989, I-VII. 12 Beyhakî, Sunen, X. 199-200.
yan dertliye yardım için koşuşturman, koluna girip güçsüze yardım etmen, konuşmakta güçlük çekenin meramını ifade edivermen, bütün bunlar sadaka çeşitlerindendir...”13 Engellilere yapılacak bu tür yardımların sadaka olduğunu, diğer bir ifade ile Allah’a olan sadâkatin bir ifadesi olduğunu belirten Hz. Peygamber’in, herhangi bir âmâyı yoldan saptıranları, onu kasten yanlış yola yönlendirme sadakatsizliğini gösterenleri de lanetliler içerisinde sayması tabiî karşılanmalıdır.14 Cibril ile ilk karşılaşmasının ardından yaşadığı korku ve endişeler sonucu,15 başından geçen bu ilk tecrübenin verdiği telaş ve heyecanla örtüsüne bürünen Hz Peygamber vefakâr eşine kendisine birşeyler olmasından korktuğunu söyleyince, Hz. Hatice onu “Hayır, Allah seni asla utandırmaz! Çünkü sen akraba ilişkilerini sürdürür, güçsüzü yüklenir, yoksulun ihtiyacını karşılar, misafiri ağırlar ve mazlum hak sahibine yardım edersin!” diyerek tesellî etmekteydi. 16 Hz. Hatice’nin bu veciz tanıtımındaki ikinci madde olan “Ve tahmilu’l-kelle” = “Güçsüzü yüklenirsin” ifadesindeki “el-kell”, kendi işini kendisi yapamayan, zayıf ve güçsüz olması hasebiyle insanlara muhtaç olan âciz kimse diye tarif edilmektedir. Burada sözü edilen “güçsüzler” tabirinin içerisine engelliler evveliyetle girmektedir. Buradan anlaşılmaktadır ki, Hz. Peygamber daha risalet öncesinde dahi zayıf, güçsüz ve âciz olan kimselere arka çıkmış, onların sıkıntılarını ve ihtiyaçlarını yüklenmiştir. Hz. Peygamber’in engellilerle olan ilişkilerinin en güzel bir göstergesi, onları çeşitli kademelerde istihdam etmesinde ortaya çıkmaktadır. Rahmet Elçisi, onları asla başkalarına el açan birer dilenci olarak görmemiş, aksine çeşitli hizmetlerde kendilerinden yararlanma
cihetine gitmişti. Örneğin, topal olmasına rağmen Muâz b. Cebel’i Yemen’e vali olarak göndermişti. Engelli ve mazeretli olmalarına rağmen kendi istekleriyle asker olarak savaşa iştirak edenler vardı. Topal bir sahabî olan Amr b. elCemûh birgün Hz. Peygamber’e gelerek: “Ey Allah’ın Rasulü! Ne dersin, eğer ben şehid oluncaya kadar Allah yolunda savaşırsam, cennette bu (topal) ayağım düzelmiş bir şekilde yürüyebilecek miyim?” diye sorunca Hz. Peygamber: “Evet” dedi. Bunun üzerine Amr, kardeşinin oğlu ve hizmetçileri Uhud Savaşı’nda birlikte savaştılar. Savaş esnasında onu gören Hz. Peygamber: “Ben sanki seni cennette bu ayağın iyileşmiş bir vaziyette yürürken görüyor gibiyim” buyurdu. Üçü de o savaşta şehid oldular ve Hz. Peygamber’in emriyle aynı kabre konuldular.17 Amr b. el-Cemûh, Ensâr’ın nakiblerindendi ve topal olmasına rağmen ordunun önündeydi.18 Amr’ın dört
Engellilere yapılacak bu tür yardımların sadaka olduğunu, diğer bir ifade ile Allah’a olan sadâkatin bir ifadesi olduğunu belirten Hz. Peygamber’in, herhangi bir âmâyı yoldan saptıranları, onu kasten yanlış yola yönlendirme sadakatsizliğini gösterenleri de lanetliler içerisinde sayması tabiî karşılanmalıdır.
oğlu vardı ve Hz. Peygamber ile savaşlara katılıyorlardı. Babalarının topal olması sebebiyle Allah’ın kendisine verdiği ruhsatı kullanmasını telkin etmeye çalışıyorlardı. Amr ise Hz. Peygamber’e başvurarak, oğullarının kendisine engel olduklarını, şehit olmak istediğini söylüyordu. Neticede Uhud Savaşı’nda şehid oldu.19 Yüce Allah tarafından savaşa katılmama ruhsatı verilmesine rağmen (Feth, 48/17), biri âmâ, biri topal olan ve cennet arzusuyla tutuşan bu iki sahâbî, ruhsat yerine azîmeti tercih etmişler ve şehadet şerbetini içmişlerdi. Kendilerine verilen bu ruhsatı kullanan, zayıf bedenleri Medine’de kalan ama duaları ve gönülleriyle cephede olan hasta, güçsüz ve engelliler hakkında ise Hz. Peygamber bir savaşta şöyle buyurmuştu: “Medine’de öyle insanlar kaldı ki, geçtiğimiz herbir dere ve tepede onlar da bizimle beraberdi. Onları mazeretleri alıkoydu.”20 Onların gerek bu vazifelerde görevlendirilmelerinde, gerek savaşlara katılmalarına izin verilmesinde ve gerekse mescide gidip-gelmelerinde güçlük olmasına rağmen Hz. Peygamber’in bu görme engelli sahâbîlerin cemaate devam etmelerini israrla istemesinde, kanaatimizce onların toplumdan tecrid edilmemeleri, yeteneklerine uygun alanlarda istihdam edilerek üretici bireyler olmaları, ideallerini gerçekleştirmelerine engel olmama ve onların kişiliklerini gerçekleştirmelerine yardımcı olma gibi hikmetli bir espiri
Ahmed, V. 168-9, 154. Ahmed, Musned, I. 217, 309, 317. 15 Bkz: 73 Müzzemmil 1-2; 74 Müddessir 1-2; 68 Kalem 1-2; İbn Sa’d, I. 194-5; Taberî, Tarih, II. 302 16 Buhârî, Bed’u’l-Vahy 3, I. 3; Muslim, İman 252, I. 139-142. 17 Ahmed b. Hanbel, Musned, V. 299. 18 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, VIII. 226. 19 Beyhakî, Sunen, IX. 24; İbnu’l-Esîr, Usdu’l-Gâbe, IV. 207-8. 20 Buhari, Cihâd 35, III. 213; Beyhakî, Sunen, IX. 24. 13 14
51
ENGELLİLİK: KARŞILIĞI CENNET OLAN AĞIR SINAV
SOSYAL PROJELER
yatmaktadır. Nitekim günümüzde de, pekçok engelli kardeşimizin arzu ettiği şey budur ve onlar, toplumun kendilerine acımlarından rahatsız olmaktadırlar. Birçoğu, çevresinin yardımlarıyla hayatını sürdüren bir tüketici olmayı değil, herşeye rağmen kendilerine verilen imkanlar nispetinde üretici olmayı tercih etmektedirler. Birincisinde çoğu zaman hayata küsme, kabuğuna çekilme ve psikolojik rahatsızlıklara maruz kalma sözkonusu iken; ikincisinde ise kendilerini daha mutlu ve umutlu hissetmektedirler. İşte Allah Rasûlü’nin tam da gerçekleştirmek istediği şey budur. Sahâbe’den doğuştan âmâ olanların veya gözlerini hastalık ya da savaşta yaralanmalar sonucu sonradan kaybedenlerin sayısı hayli fazladır. Tespit edebildiğimiz âmâ sahâbîler arasında, Berâ b. Azib, Câbir b. Abdullah, Ka’b b. Mâlik21, Ebû Sufyân, Sa’d b. Ebî Vakkâs, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ebî Evfâ, Abdullah b. Cahş,22 Abbas b. Abdulmuttalib,23 Mâlik b. Rabîa ile hanımlardan da Abdullah b. ez-Zubeyr’in annesi Esmâ24 zikredilebilir. Sahabeden engelli bir başka sahâbî de Imrân b. Huseyn’dir. Karnına su toplanmış ve uzun seneler süren bu hastalığa sabretmiştir. Rahatsızlığının 30 yıl devam ettiği, hatta bir ara karnı açılarak yağlarının alındığı bildirilmektedir. O kadar ki onun bu durumunu görmeye dayanamadığı için ziyaret edemediklerini dahi söyleyenler vardır.25 Vefat etmeden önce kabrinin kare şeklinde kazılmasını vasiyet etmesinde bunun payı olsa gerektir.26 Yine ağır ve iri vücuduyla Hz. Peygamber’in hanımı Sevde bint Zem’a27 da bu katagoride değerlendirilebilir. Dikkat çeken bir diğer husus da, engelliler hakkında birçok zayıf ve uydurma rivayetin çeşitli eserlerde yer almasıdır. “Özürlülerden sakının!” şeklindeki
52
rivayet, Kur’an’a aykırı olduğu gibi,28 kırılanlar Hz. Peygamberin okuması, “güçsüzü yüklenen”, engellilere yapılan üflemesi veya dokunması ile eski haline her yardımı sadaka kabul eden Rasûl-i dönmüş, hatta daha da iyileleşmiştir.31 Ekrem’in sünnet, sîret ve hadislerine de ters düşmektedir. Kanaatimizce bu tür rivayetler, tıpkı Hz. İsa’nın “körü ve alacalıyı iyileştirdiği” “Allah, her kimin dünyada görmesini gibi (Âl-i Imrân, 3/49; Mâide, 5/110), alırsa, onun gözlerinin cehennem ateşi- Hz. Peygamber’in de çeşitli engellileri ni görmemesi Allah üzerinde gerekli bir iyileştirdiğini ifade ederek, O’nun Hz. haktır.” 29 Muhtemelen engellileri teselli İsa’nın gösterdiği mucizelerin benzeamaçlı olarak uydurulmuş olan bu riva- rini, hatta daha iyisini, daha büyüğünü yeti de, mükellefiyet anlayışıyla bağ- gösterdiğini ispatlamayı amaçlamakdaştırmak mümkün değildir. Daha önce tadır. Hz. İsa’nın bu mucizesinin iki naklettiğimiz sahih hadislerde geçtiği âyette açıkça zikredilmesine karşın, Hz. üzere, görme veya duyma yetisini yitir- Peygamber’in böyle bir mucizesinden diği halde sabredenlerin ecir alacakla- Kur’an’da bahsedilmemiş olması bir rında şüphe yoktur. Hatta onların sağ- tarafa; birçok engelli sahâbînin neden lıklı iken yaptıkları ecri alacaklarına dair aynı yöntemle iyileştirilmediği merak hadisler de mevcuttur.30 Fakat sadece konusudur. Dolayısıyla bu tür rivayetbu duyuları yitirmenin, günahlar için lere ihtiyatla yaklaşılmasından yanayız. mağfiret ve cehennemi görmeme hakkı Engelliler, tarihin her döneminde topolarak takdim edilmesi kabul edilemez. lumların gözardı edemeyecekleri bir Çeşitli eserlerde yer alan bir başka kesitini oluşturmuşlardır. Aynı durum grup rivayette ise, Hz. Peygamber’in, yaşadığımız modern çağ için de geçerlikendisine müracaat eden birçok en- dir. Genel olarak bütün dünyada, özelde gelliyi mûcizevî bir şekilde iyileştirdiği ise ülkemizde nüfusun önemli bir oranı anlatılmaktadır. Özellikle, Delâil, Şemâil engellidir. Geçmişte salgın hastalık ve ve Hasâis türü çalışmalarda bunlara savaşların etkisiyle artan bu oran, gübenzer birçok rivayete rastlanmakta- nümüzde ise çeşitli tedbirsizlikler, iş, tıp dır. Nakledilen bu haberlere göre, çeşitli ve trafik kazaları vb. değişik sebeplerle savaşlarda gözüne ok isabet edip gözü had safhaya ulaşmıştır. Özellikle az geçıkan, kör olan, kol veya ayakları kılıç lişmiş veya gelişmekte olan ülkelerdeki darbesiyle kopan gaziler, düşüp ayağı Ahmed, III. 456-9; Buhari, Meğâzî 79, V. 130. Tirmizî, Tefsir 5, (sure 4) no: 3031-3, V. 241-2. 23 Bkz: İbn Kuteybe, Maârif, s. 589. 24 Ahmed, Musned, VI. 348. 25 İbnu’l-Esîr, Usdu’l-Gâbe, IV. 282. İbn Sa’d, Kitâbu’t-Tabakâti’l-Kebîr, VII. 11-2, Beyrut-1985. 26 İbn Sa’d, a.g.e, VII. 12. 27 Bu durumunu dikkate alan Hz. Peygamber Sevde’yi, Muzdelife’den geceleyin göndermiş ve diğer insanlar gelmeden evvel şaytan taşlamasına izin vermiştir. Bkz: Muslim, Hac 293-5, I. 939. Hayatı için bkz: İbnu’l-Esîr, Usdu’l-Gâbe, VII. 157-8. 28 Engellilerle ev içi ilişkiler, birlikte yemek yeme gibi hususlarda inen 24 Nûr 60-61. âyetlere bakınız. 29 İbnu’l-Cevzî, Kitâbu’l-Mevzûât, III. 203’te “Bâbu sevâbi men zehebe basaruhû” başlığı altında nakletmiştir. tah. Abdurrahman Muhammed Osman, Kahire-1987, Mektebetu Ibn Teymiye, II. baskı. I-III. 30 Bkz: Buhârî, Cihâd 134, IV. 17. 31 Bu doğrultuda birçok rivayeti derleyen bir çalışma için bkz: Nebhânî, İsmail b. Yusuf, Peygamber Efendimizin Mucizeleri, çev. Abdulhâlık Duran, I. 596-610, İstanbul-1997. 21 22
engelli nüfus oranının, gelişmiş ülkelerden kat kat fazla olması gerçeği, ister istemez -ülkemizde ve Japonya’da yaşanan şiddetli depremlerin sonuçlarının düşündürdüğü gibi- % 8.5 oranındaki engellerin önemli bir kısmının ihmal ve tedbirsizlikler sonucu ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Esbâba tevessülün (sebeplere sarılmak), tedbiri elden bırakmamanın ve tedavi olmanın Hz. Peygamber’in altını çizdiği en önemli sünnetler olduğu unutulmamalıdır. Kişinin elinden geldiği kadar bu sünnetleri yerine getirmeye çalışmasına rağmen, ilâhî irâde ve takdir karşısında ise engelli sabretmeli, gücü nisbetinde sorumlu olduğu bilinciyle hayatını sürdürmeye ve sınavı kazanmaya gayret etmelidir. Diğer taraftan engelli olmayan kimselerin de, Allah’ın kendilerine verdikleri bu önemli nimetlerin kadrini bilmeleri, şükretmeleri, ayrıca engelli kardeşlerine gereken yardımı yapmaları gerekmektedir.
ve dilsiz kesilen kimseleri iyileştirmeye len herhangi bir hastalık, dert, hüzün ve hatta gam yoktur ki, Allah (c.c) bunu çalışmıştır. onun hataları için keffaret kılmış olmaBurada Allah Rasûlü’nin hasta bir sın!”32 “Allah, batan bir diken de dahil sahâbîsinin iyileşmesi için dua etmesi olmak üzere, başına gelen her bir muveya o günün etkili tedavî yöntemlerini sibet sebebiyle müslümanın hatalarını önermesi gayet tabiidir. Fakat körlüğü, ve günahlarını örtmekle kalmaz, onu bir ahraslığı, topallığı ve deliliği tedavi et- derece de yükseltir.”33 tiğini ifade eden bu rivayetlere ihtiyatla Her yönüyle bizler için yaklaşılması, konunun enine-boyuna analiz edilmesi, çoğu zayıf veya uy- “usve-i hasene” olan Hz. durma olan bu rivayetlerin ortaya çıkış Peygamber’in özetle vermeye sebeplerinin ciddi bir şekilde incelenmesi gerekmektedir. Zira, tam otuz yıl çalıştığımız engellilere yönelik yatalak bir engelli olan Imrân b. Husayn, hikmetli ilişkisi, engellilerle topal olarak valilik yapan Muâz b. Cebel ilişkilerimizde son derece yol ve Hz. Peygamber’in yerine defalarca vekalet eden İbn Ummu Mektûm gibi göstericidir. meşhur sahâbîlerin tedavi edilmeyip, iyileştiği ifade edilen şahıslarınsa ya hiç tanınmaması, yahut haklarında çok az bilgiler olması, bu tür rivayetlerin sıhhatleri konusunda çekince koymamız için yeterlidir.
Her yönüyle bizler için “usve-i hasene” olan Hz. Peygamber’in özetle vermeye çalıştığımız engellilere yönelik hikmetli ilişkisi, engellilerle ilişkilerimizde son derece yol göstericidir. Onun engellilerle ilgili engin öğretisi, birçok yönüyle daha geniş bir şekilde araştırılıp ortaya konulmalı, engellilerle ilişkilerde Hz. Peygamber’in bu rehberliğinden azami şekilde yararlanılmalıdır.
“Allah’tan af ve sağlık dileyin, çünkü bir kimseye imandan sonra, sağlıktan daha hayırlı bir şey verilmemiştir.” Ebû Dâvûd, Edep, 101; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 42.
Özellikle Delâil ve Hasâis literatürüne girmiş olan ve Hz. Peygamber’in mucizevî şekilde iyileştirdiği engellilerden söz eden haberlerin, peygamber anlayışıyla doğrudan ilgisi vardır. Allah Rasûlü, tabîbu’l-ebdân değil, tabîbu’l-kulûbdür, yani o bedenlerdeki hastalıkları, sakatlıkları tedavi etmek için değil, kalplerdeki hastalıkları ve eğrilikleri tedavi etmek için gönderilmiştir. Birçok âyette dile getirildiği gibi O, fiziken sağlıklı olmalarına rağmen, rûhen hasta olan, hakikat karşısında kör, sağır
“Allah’ım! Bedenime, gözlerime ve kulaklarıma sıhhat bahşet.” Ebû Dâvûd, Edep, 101; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 42. “Ey insanlar, içinizde müslümanları dinden soğutanlar var. Herhangi biriniz namaz kıldıracak olursa hafif tutsun. Çünkü cemaatin içinde zayıf, yaşlı, iş-güç sahibi olanlar vardır.” Buhârî, Ezân, 61, 62, 63; Müslim, Salât, 182-184. Allah Rasûlü’nün hadislerinde belirttiği üzere, “Bir müslümanın başına ge-
Ahmed, Musned, III. 24. Buhari, Merdâ 1, VII. 2; Muslim, Birr 46-7, III. 1991-2. 32 33
Doç. Dr. Emel TOPÇU Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Öğretim Üyesi
SOSYAL PROJELER
YARDIM EDIYORUM DERKEN YARDIMA MUHTAÇ DURUMDA OLMAK B
aşlık aslında tamamen bana ait sayılmaz. Wolfgand Schmidtbauer’in “Yardıma Muhtaç Yardımseverler” kitabından esinlendim. Kitap, sosyal yardım işlerinde çalışan insanlar üzerine yapılmış ilk çalışmalardan. Bu çalışma sonunda önemli bir kavram ortaya çıkıyor: “Yardım Sendromu.” Yardımlaşma genelde bütün toplumlarda övülen, öncelenen bir davranış. Peki yardımlaşma bu kadar önemliyken “yardım sendromu” da ne oluyor demek, sanırım herkesin vereceği ilk tepkilerden. Ama işi biraz derinliğine ele alınca sanırım konu ilginizi çekecek.
Doç. Dr. Emel TOPÇU
Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Öğretim Üyesi
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Gazi Eğitim Enstitüsü Matematik Bölümünü bitirdi. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Kamu Yönetimi alanında yüksek lisans ve doktora yaptı. Hindistan hükümet bursu ile Yeni Delhi’de araştırmalar yapan Topçu, Dünya Bankasından kazandığı burs ile Cincinnati Üniversitesinde (ABD) yüksek lisans yaptı. Almanya merkezli olmak üzere Avrupa’da, insan hakları ve kültürlerarası öğrenme projelerinde çalıştı. Osmanlı İmparatorluğu Fatih Dönemi Kamu Yönetimi Yapısı ve Modernizmden Postmodernizme Dönüşümcü Liderlik adlı yayınlanmış iki kitabı olan Topçu’nun yerli ve yabancı kaynaklarda yayınlanmış birçok makalesi bulunmaktadır.
Kitabın ele aldığı konulardan birisi; yardım işlerinde çalışan kişilerin, bir süre sonra kendilerinin, özellikle psikolojik olarak yardım alacak duruma düştükleri tespitinin yapılması üzerine. Kitabın yaptığı diğer tespit daha ilginç geliyor bana; başkalarına yardım etmeye çalışan kişilerin çoğu, aslında kendi duygu ve ihtiyaçlarını bastırmak için yardım faaliyetlerinde bulunuyorlar ve böylece kendi yetersizliklerini, başka alanda aşırı faaliyet göstererek bastırmaya çalışıyorlar. Bu durumda olan kişilerin durumlarını anlatmak üzere yazar, bu ruh halini “yardım sendromu” olarak kavramlaştırıyor (Schmidbauer, 1977). 1 Suriyeli kardeşlerimizin gelmesinden sonra Türkiye’de de yardım faaliyetleri hızla artmaya başladı. Bu durumdan hareketle yardım sendromu konusunu bu yazıda ele almak ilginç olur diye düşündüm. Suriye göçü sonrası bir çok STK hemen harekete geçti ve duruma el attılar. Bu göç akımı aslında Türkiye’de ve dünyada başka bir hareketi daha doğurdu. Herhangi bir kurum ya da organizasyondan bağımsız olan insanlar kendi aralarında, özellikle Whatsapp üzerinden organize olarak yardım halkaları oluşturdular ve bu halkalar vasıtası ile düzenli, sürekli ve kaliteli yardım faaliyetleri sunuyorlar. Bu yazıda Ankara’da faaliyet gösteren ve bağımsız olarak bir araya gelen iki kadın grubu üzerinde yaptığımız çalışmalardan hareketle yardım sendromu bağlamında konuyu irdelemeyi düşündüm. Bu gruplardan birisi bir Tarih öğretmeni tarafından kuruluyor. Diğeri de İlahiyat ön lisans mezunu Merve Hanım. Merve Hanım’ın grubunun adı: “Ensar Kardeşliği.” Tarih öğretmeni gruba kendine özel bir ad koymamış o yüzden biz Schmidtbauer, W,1977, Die hilflosen Helfer. Über die seelische Problematik der helfenden Berufe. Reinbek bei Hamburg, ISBN 3-498-06123-2.
1
54
onları “Gönüllüler Grubu” olarak tanımlıyoruz. İsmi biz koyduk. İsim koymak önemli. Aslında bu isim koyma, kavramlaştırma işini önce modern zamanlara bağlayarak yazacaktım ama şu anda aklıma Peygamber Efendimizin elbiselerine bile isim koyuşu geliyor ve hemen zihnim başka bir şekilde işlemeye başlıyor. (Aslında şu an düşünme şekillerimiz ve onların hayatımızı şeklillendirmesi üzerine de bir kaç şey döktürmek geçiyor içimden ama konuyu dağıtmamak adına burda bırakıyorum.) İki grup hemen hemen aynı zamanlarda kuruluyor. Faaliyete 2014 yılında başlıyor. Her iki grup da Suriyelilere yardım etme duygusu ile harekete geçiyor ama çıkış noktaları birbirinden farklı. Merve Hanım Suriyelilerin gelmeye başlaması ile birşeyler yapmaları gerektiği hissine kapılıyor ama ne yapacağını bilemiyor. “Önce sadaka vererek başladık” diyor. Ankara’da sokaklarda görmeye başladığı Suriyelilerin bir vesile ile evlerine gidiyor. Ondan sonra Merve Hanımı tutmak mümkün olmuyor. “Göz görmeyince gönül katlanıyor.” diyor. Gönlün harekete geçmesi için gözün görmesi gerekiyormuş. İşte burada hemen benim aklıma; görmek istiyor muyuz, istemiyor muyuz? Görmek istediklerimizi mi görüyoruz? Gördüğümüzü hangi süzgeçlerden geçirerek görüyoruz? gibi sorular geliyor. Gönüllü Grubu da görerek işe başlıyor. Oturdukları semtte yavaş yavaş Suriyelilierin kendine komşu olarak taşındığını görüyorlar. Alışverişte, hastanede dertlerini anlatamadıklarına şahit oluyorlar. Hatta derdini anlatamadığı için hastanede ölen genç bir Suriyeli kadının hikâyesini duyuyorlar. İçlerinden biri evinin yakınındaki, babasına ait depoyu biraz gayretle sınıf
Yardım sendromu içinde olan kişiler, içlerindeki boşluğu, ya da çocukluklarından gelen reddedilmişlik duygusunu bastırmak için, sürekli başkalarına yardım eder haline getirip çevresindeki Suriyeli ailelere hazırladığı, Türkçe kurs verileceğine dair Arapça bildiriyi bir arkadaşı ile teker teker dağıtıyor.
bünyesine taşınıyor. Dil kurslarının düzenli hale gelmesi, yardım faaliyetlerini de daha sistematik hale getiriyor. Her ikisi de sahada önemli bir boşluğu dolduruyor. İnsanlara ulaşıyorlar. En acil ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Ev buluyorlar. Evlerini eşya ile döşüyorlar. Elektrik ve su paralarını ödüyorlar. Aile fertlerinden birine iş buluyorlar. Hastaneye ve diğer resmi kurumlara giderken, gerek tercümanlık gerek refakat etme adına onları yalnız bırakmıyorlar. Yaz kış demeden sahadalar. Kapı kapı dolayışıyorlar. Onlardan bahsederken kâh ağlıyorlar, kâh yaşadıkları güzellikleri anlatıp gülümsüyorlar.
Eski tanıdıklardan oluşan Whatsapp grupları kuruluyor, ihtiyaç içindeki Suriyelilerin ev halleri resim olarak paylaşılıyor ve kimlerin yardım edebileceği soruluyor. Herkes yardım etmek için “Neden yardım ediyorsunuz?” diye can atıyor. soruyorum. Biz de o durumda olabilirdik, müslüman kardeşlerimize yardım “Ensar Kardeşliği” grubu ev ev dola- etmemiz lazım, Allah rızası için, biz şıp yardımları tespit edip acil ihtiyaçla- yardım edersek devletimizin üzerinrı karşılarken, “Gönüllü Grubu” Türkçe deki yük de kalkar, gibi cevaplar alıdersi veriyor. Kurs hergün kalabalıkla- yorum. Olayı biraz daha anlayabilmek şıyor. Kursa gelenler dertlerini de anla- için “yardım sendromu” kavramından tıyorlar. Duyan kulak harekete geçiyor bahsediyorum. Yardım sendromu ve dil kursunun yanında diğer ihtiyaç- içinde olan kişiler, içlerindeki boşluğu, ları karşılayacak yardım faaliyetleri de ya da çocukluklarından gelen reddebaşlıyor. dilmişlik duygusunu bastırmak için, sürekli başkalarına yardım ederek, onHer iki Whatsapp grubunda da 100 lar tarafından değer verilme ve “Ben kişi kadar yardım halkası oluşuyor yardım ediyorum, ondan daha iyi duama aktif çalışanlar daha sınırlı. “En- rumdayım düşüncesi ile kendilerini iyi sar Kardeşliği” grubunda iki kişi sürekli hissetmeye çalışırlar.” diyorum, şok sahada aktif çalışırken “Gönüllü Gru- oluyorlar. “Biz hasta mıyız?” deyip gübu”nda aktif olarak 10 kişi çalışıyor. lüyorlar. Aktif çalışan bu 10 kişi aynı zamanda dil kursunda Türkçe öğretmenliği de Konuşmalarda geçen “Allah rızası” yapan gönüllü öğretmenler. Öğret- kavramından yola çıkarak, işlerin germen olarak çalıştıkları için her gün öğ- çekten sadece Allah rızası için yapılıp rencilerinden durumları hakkında yeni yapılmadığını, eğer sadece Allah rızası hikâyeler geri bildirimler alıyorlar. için yapılıyorsa, neden birçok yardım severin yardım ettiği kişiler kendile“Ensar Kardeşliği” grubu kurulduğu rine biraz ters davransa ya da kendi şekilde devam ederken “Gönüllü Gru- istedikleri doğrultuda davranış sergibu” çalışmaları projelendiriliyor ve dil lemese buna kızdığını soruyorum. Sukursu çalışmaları sistematik bir hale suyorlar… dönüştürülerek Sıdıka Kınacı İlkokulu
55
SOSYAL PROJELER
Yine halk arasında çok duyduğumuz “etrafa bak neler var, haline şükret” ifadesinin aslında gerçek bir şükür mü, yoksa başkasının kötü durumundan kendine bir iyilik çıkarmak mantığı mı taşıdığını sorguluyoruz. Yapılan yardımın arkasındaki niyetin ‘ahirette karşımıza nasıl çıkacak’ mantığıyla yapılmasının bile içinde gizli bir menfaat taşıyıp taşımadığı felsefesine dalıyoruz… Grup üyeleri soruları çok ciddiye alıyor. Bir hafta boyu üzerinde düşünüyor. Birisi tanıdığı felsefe öğretmenine soruyor. Kitaplardan ve internetten
İyilik sendromu kavramını duyduktan sonra Suriyelilere yardım yapanların hayatları kolaylaşmadı aksine zorlaştı. Her hareketi yapmadan önce yapacakaları işin gerçek niyetini kendi içlerinde uzun uzun sorgulamaya başladılar araştırıyorlar. İyilik yapıyoruz sanırken aslında kendimizi başka yerlerde konumlandırıp yardım ettiğimiz kişilerin aciz durumlarından hareketle kendimizi daha mı iyi hissediyoruz diye kendilerini sorguluyorlar. Bütün bunları bunun için mi yapıyoruz düşünceleri kafalarında dönüp duruyor bir hafta boyunca. İyilik sendromu kavramını duyduktan sonra Suriyelilere yardım yapanların hayatları kolaylaşmadı aksine zorlaştı. Her hareketi yapmadan önce yapacakaları işin gerçek niyetini kendi içlerinde uzun uzun sorgulamaya başladılar. O zamana kadar doğaçlama yaptıkları işler, birden bire sorgulanması gereken işler haline dönüştü. Hayatta yaptığımız işleri genelde hiç farkına varmadan, gerçekten doğru olduğuna
56
retmenler iyilik sendromu hakkında bir hafta düşündükten sonra, en çok Suriyelilerin gözlerindeki mutluluktan etkilendiklerini belirtiyorlar. Yardım götürmek üzere ev ziyaretlerine gittiklerinde, bu mutluluğu paylaşma fırsatı bulduklarını belirterek, aslında kendilerinin sadece bir dağıtıcı olduklarını ekliyorlar. “Birisi getiriyor ben sadece bir köprü vazifesi oluşturuyorum” diye ifade ediyorlar. “Bu işe başladığımda Suriyelileri merak ediyordum. Acaba Arapça da öğrenebilir miyim diye düşünüyordum. Aslında asıl önemli olan insanın kendisi ve insanlar arasındaki güzel ilişkilerdir, meslek veya kariyer Modernizm ile bir paradigma değişi- değil” diye ekleyerek, yardım işindemi yaşadık. Bu değişim hayattaki ön- ki niyetlerini hem anlatmaya hem de celiklerimizi ve hayatımızı değiştirdi. kendileri anlamaya çalışıyorlar. Seküler hayat, biz her ne kadar dindar olduğumuzu iddia etsek de hepimizi Bu konuşmalar bizi, Suriyelilere yaretkiledi. Daha çok dünyevi düşünme- dım etmenin, yardım sendromunye başladık. Ancak emek verdiğimiz dan çok empati kurma ile ilgili olduğu işlerden maddi olarak kazanç elde sonucuna götürüyor. Neden yardım ettiğimizde bunun bizi mutlu edeceği etmeye başladıklarını anlatırken, çevrelerindeki insanların, Suriyelileri, işin yanılgısına düşmeye başladık. aslını bilmeden çok rahat eleştirdikGerçek mutululuk nedir ve nerede- lerini, bunun da onları rahatsız ettidir? “Kalpler ancak Allahı anmakla mut- ğini görüyoruz. Genelde, Türkiye’deki lu olur” 2 ayeti hayatımızı ne oranda insanların Suriyeli gerçeğine; neden şekillendiriyor? Allah ve emirleri ha- savaşmamışlar da gelmişler, diye yakyatımızın ne kadarını dolduruyor? Bu laştığını, bu yüzden de, değil yardım sorular genelde hayat rutunimiz içinde etmek, onları suçladıklarını belirtiyorlar. Gönüllüler olayların bütün boyutfazla yer tutmuyor. larını bildikleri için, Suriyelilerin kime Bir sonraki görüşmemizde grup üye- karşı savaşmaları gerektiğini de ayrıca leri; “Onların gözlerindeki mutluluğu tartışmak gerektiğini çok iyi biliyorgörmek bize de mutluluk veriyor.” di- lar. Şu durumda, onları yargılamayı yorlar. Kendilerinin yaşadığı bu mut- bırakıp, mademki bu kadar iş oldu ve luluk paylaşımı ile yardım sendromu bu insanlar buraya kadar hiç bir şeygöstergelerinden biri olan, yardım et- leri olmadan geldiler, işte bu noktada, tiğiniz kişinin sizi onaması ile kendinizi ben ne yapabilirim diye baktıklarını değerli hissetme arasında, büyük fark belirtiyorlar. Asıl amacın, bu insanların hayatına bir şekilde dokunmak olduğu olduğunu belirtiyor. gereği üzerinde duruyorlar. Kışın biz Gözler önemli bir gösterge. Gözler doğal gazla ısınıyoruz. Onların içinde gönlün dışarı yansıması. Gönüllü öğ- kömürü bile olmayanlar var. İşte beni inandığımızdan değil, atalarımızın bize öğrettiği şekilde otomatiğe bağlanmış gibi yapıyoruz. Pek sebep ve sonuçlarını hesaplayıp değerlendirmiyoruz. Acaba bunu gerçekten Allah rızası için mi yapıyorum, gerçekten sadece karşıdakinin iyiliği için mi yapıyorum, yoksa kendimi biraz daha iyi hissetmek, kendime yaptığım işten bir pay çıkarmak için mi yapıyorum sorgulamasını hemen hemen hiç yapmıyoruz. Yapsak bile kendimize bile dürüst davranmıyor ve yaptığımız işi yine kendimizin dini ve ahlaki bir şekilde onaylayacağı çıkarsamalarda bulunuyoruz.
2
Ra’d suresi 28
şu an, sadece, onlara kömürle de olsa, birazcık olsun sıcak bir ortama nasıl kavuşturabilirim, düşüncesi meşgul etmeli diyorlar. Yaptıkları işin sadece kendilerinin başkalarına yardım etmeleri ile sınırlandırılamayacağını belirten bir başka gönüllü, aslında kendilerinin de Suriyelilerden çok karşılık gördüklerini belirtiyor. Suriyelilerle ilişkilerinde kendilerine, sevgi ve güven duyulan bir insan olmanın geri bildirim olarak dönmesinin, kendilerini iyi hissetirdiğini belirtiyor. Samimiyet, sevgi, güven duymak, güven duyulmak gibi kavramların yardım sendromunun içinde yer alamayacığını düşünüyor. Aslında bu işi, Suriyelilerin kendilerini sevmesi için yapmadıklarını, ama yapılan işin böyle bir sonuç doğurduğunu ve bunun da onları mutlu ettiğini belirtiyorlar. Bu işe girdikten sonra daha da duygusallaşan, kendini iyice kaptıran, gece gündüz ilgilendiği Suriyelileri düşünen bir duruma gelmişler. Ama bazıları işini kendini biraz daha koruyarak yaparken, bazıları yapamıyor, bu konuda da birbirlerine yardımcı oluyorlar. Gönüllü Grubu genellikle bir arada çalıştıkları için, olayları tartışma, birbirinden fikir danışma ve birbirini teselli etme, yeni boyutlar açma konusunda da birbirine çok yardım ediyor. İyilik sendromu bahsi çerçevesinde tartışarak, olayların bir yandan analizini yaparken, bir yandan da kendi hayatlarında dengeyi nasıl oluşturduklarının ipuçlarını da veriyorlar. Öğrencilerinin 30 Ağustos kutlamaları sırasında uçak seslerini duymaları ile nasıl masaların altına saklandıklarını anlatan bir gönüllüye arkadaşları, duygusallığın tabii ki iyi ve önemli bir şey olduğunu, ancak bu duygu yoğunluğunu eve taşımaması gerektiği tavsiyesinde bulunuyorlar. Eş ve evdeki çocuklarını
da düşünmeleri gerektiğini belirtirek, kendi özellerinde yaşadıkları bazı örneklerden hareketle, olabilecek muhtemel olumsuz gelişmeler konusunda birbirlerini uyarıyorlar.
Mağdur olmuş insanların durumlarından kendilerine kazanç çıkarmaya çalışanların insanların yanında yardım sendromu içinde olan kişilerin durumu elbetteki çok masum kalıyor. Yine de ne yapılıyorsa yapılsın gerçek halis Çok aşırı uçlarda örneklere şahit ol- niyetle yapmak kişinin kendi gerçek muşlar. Küçük bir kız çocuğunun üvey mutluluğunun da yolunu açan önemli anne tarafından nasıl kötü davranışa bir adım. maruz bırakıldığını, aslında küçük bebeği olan üvey annenin de bir lokma Yardım etmek aslında kendi içinde bir ekmeğe muhtaç bir durumda olduğu- hiyerarşisi olan bir ifade. O yüzden kulnu, paraya ihtiyacı olan ailenin nasıl landığımız kelimeleri bile çok dikkatli 15 yaşındaki kızlarını istemediği hal- seçerek, çevremize karşı duyarlı yaşade evlendirmeye kalkıştıklarını, küçük mak en büyük insanlık görevimiz. Sayaştaki erkek çocuklarını para kazan- dece maddi menfaat kazanacağımız ması için işe yollamak zorunda kal- işleri yapmak modern zamanların bize dıklarını, Türkçe bilmediğinden derdini öğrettiği bir durum iken, yaptığımız işi, anlatamayan bir genç kadının nasıl kendimizi daha iyi hisstemek, onların öldüğünü anlattılar. Bunlara dayan- kötü durumunu bir şükür vesilesi olamak mümkün değil. Üzülüp kendimizi rak kullanıp, manevi iş yaptığımız saparalasak da olmuyor. Yardım sendro- nısını uyandıran bir durumdan bile sıymu ile hareket ediyor olsaydık bu ka- rılıp, sadece ve sadece Allah rızası için dar bizi üzen olaylara bile katlanamaz iş yapmak, ancak kendimizi her hareyarıda bırakırdık. Toplumda böyle bir ket ve düşüncemizde ihlaslı bir şekilde durum var ve birilerinin bu işin ucun- sorgulayarak mümkün olabilir. Yardım dan tutması lazım. İşte o işin ucundan değil, durumla hem hal olmak lazım. tutan kişiler bizler olduk. Rabbim bize nasip etti. O yüzden çok üzüldüğümüz Yardım etmek aslında zamanlarda da işi Rabbimize havale kendi içinde bir hiyerarşisi olan ediyoruz. Rabbim her şeyin sahibi. O görüyor. Adil. Bize insanlığımızı gös- bir ifade. O yüzden termek için bir fırsat sundu, biz de bu kullandığımız kelimeleri bile fırsatı değerlendirmeye çalışıyoruz. çok dikkatli seçerek, Elimizden geleni yapıyor gerisini de Allah’a havale ediyoruz. Elbette ki bu çevremize karşı duyarlı alanda daha fazla insan aktif olsa bu yaşamak en büyük insanlık problemler daha azalır diyorlar. görevimiz Sahada aktif olup, gelen yardımları kötüye kullanan insanlara da rastlamışlar. Gelen yardımların çok olması üzerine bir büro açan, yardımları bu büro üzerinden dağıtan kişi, zamanla yardımları Suriyelilere küçük ücretlerle satmaya başlıyor. Hatta durumu o kadar iyileşiyor ki, oğlu da işinden istifa edip onunla çalışmaya başlıyor.
57
Gülşah EMLİKLİ TDV KAGEM - Halkla İlişkiler Görevlisi
SOSYAL PROJELER
KORUYUCU AILE RÖPORTAJI K
oruyucu aile, çeşitli nedenlerle öz ailesi yanında bakımları bir süre için sağlanamayan çocukların kendi aile ortamlarında eğitim, bakım ve yetiştirilme sorumluluğunu kısa veya uzun süreli olarak, ücretli veya gönüllü statüde devlet denetiminde paylaşan, hissettikleri toplumsal sorumluluğu gösterebilen uygun aile ya da kişilerdir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan, Türkiye’de sürekli ikamet eden, 25-65 yaşları arasında olup en az ilkokul mezunu olan, düzenli gelire sahip, evli ya da bekâr, çocuklu ya da çocuksuz, şefkatli, merhamet sahibi, kalbindeki sevgi ile bir çocuğun hayatına dokunabilecek herkes koruyucu aile olabilir. Bültenin bu sayısında bir çocuğa sahip çıkan, evini, yüreğini açan Yusuf Dalkılıç ile röportaj gerçekleştirdik. Kastamonu Pırlaklar camisinde 10 yıldır imam hatiplik Gülşah EMLİKLİ yapan Yusuf Dalkılıç kendisini ve görev bilincini: “Bir imamın görevi sadece cami TDV KAGEM - Halkla İlişkiler Görevlisi çevresinden camide namaz kıldırmaktan ibaret olmamalı. Bulunduğu mahallenin evleriyle, ailevi sorun yaşayanlarıyla, düğün yapanlarıyla, cenazesi olanlarla, sevin1991 yılında Ankara’da doğdu. İlköğ- ciyle kederiyle her açıdan ilgilenmeli. Her anlamda her an hayatın içinde insanlarla renimi Sinop, ortaöğrenimini İzmit’te birlikte olmalı, onlara manevi destek olmalıdır. İmam olmak hayata 1-0 önde baştamamladı. Hacettepe Üniversitesi Sos- lamaktır. Ben mesleğime böyle bakıyorum.” sözleriyle başladı. yoloji bölümünden 2014 yılında mezun oldu. Aynı yıl bir gençlik merkezinde yöneticilik yaptı. Çeşitli kurumların gençlik Koruyucu aile uygulamasını ilk defa kimden ve nerede duydunuz? projelerinde proje yazımı ve saha yürüKastamonu müftülüğünde bir toplantıda duydum. Sosyal hizmetlerden tücülüğü pozisyonlarında çalıştı. Ayrıca görevli kişiler gelmişti ve konu ile ilgili çeşitli bilgiler verdiler. Onların koaile danışmanlığı ve hipnoz alanlarında nuşmalarının bitiminde müftümüz de koruyucu ailelik hakkında olumlu uzman kişilerden süpervizörlük eğitimi aldı. 2016 yılı itibariyle Türkiye Diyanet görüşlerini beyan etti. Açıkçası o konuşmadan çok etkilendim ve o seminerden Vakfı KAGEM bünyesinde görev yap- sonra Aile Bakanlığının İl Müdürlüğündeki görevlilerle irtibata geçtim. Sonra kenmaktadır. di görev yaptığım camide yaz Kur’an kurslarında devlet koruması altında bulunan çocukları ağırlamaya başladım. Çocuklar ile aramızda samimi bir bağ oluştu. Koruyucu aile olma yönündeki karar sürecinizi anlatabilir misiniz? Eşinize nasıl anlattınız? İlk önce koruyucu aile olmalı mıyım? diye çok düşündüm. Olursam bu sorumluluğu üstlenebilir miyim? Çocuğu aldıktan sonra bakamadım diyerek geri vermenin çocuk içinde olumsuz birçok duruma sebebiyet vereceğinden bunun muhasebesini içimde çok teferruatlı yaptım. Sonra bu işin hem ailemiz adına hem de alacağımız çocuk adına hayırlı bir iş olduğuna karar verdim. Peygamber Efendimiz de malumunuz birçok çocuğu himaye etmiş. Hz Enes, Hz Ali sahabenin büyüklerinden kimseler Peygamber Efendimizi babaları bilmiş.
58
Sosyal çevreniz bu durumu nasıl karşıladı? Başta şaşırdılar, “çocukları varken neden çocuk aldı?” gibi söylemler oldu. Gördükçe ve muhatap oldukça bunun aslında ne kadar yerinde bir karar olduğunun, o çocukların aile şefkatinden ve ilgisinden mahrum kalmamaları gerektiğinin idrakine vardılar. Çevrenizde sizden etkilenerek koruyucu aile olan var mı?
Nikâhladığı hanımlarının çocukları da aynı şekilde. Hepsini düşünürsek Efendimiz hayatı boyunca 10 çocuğu himaye etmiş, onlara bugünkü adıyla koruyucu ailelik yapmış. Bu da bizim için en büyük örnektir. Aslında temeli dinimizde mevcut. Allah yetim himayesine özel bir önem veriyor. Kur'an-ı Kerim’de, yetimlerden bahsediyor. İşte bunlar benim için en önemli artılarını oluşturdu. Konuyu kafamda şekillendikten sonra eşime anlattım. Bizim bu çocuklara el uzatmamız lazım. Bir küçüğün hayatını değiştirmemiz lazım diyerek eşimden düşünmesini istedim. O da olumlu karşıladı hatta kayınvalidem ikimizi de takdir etti. Daha sonra çocuklarımızla fikrimizi paylaştık. Zaten çocuklarıma konuyu açmadan önce kendileri camide yaz kursumuza sevgi evlerinden gelen arkadaşlar edinerek, onlarla kaynaşmış ve aynı şeyi bize söylemişlerdi.
ğumlu bir kız çocuğu, yaşları birbirine yakın. Abla, abi diye hitap ediyor. Zehra evimizin kızı olalı 3 yıla yaklaşıyor. Aralarında tam manasıyla kardeşlik mevcut. Öz çocuklarımdan hiç bir farkı yok. Aslında kardeşlik duygusu camide o kursta başlamış değil mi?
Aynen öyle. Çocuklara konuyu açmadan önce orada konuyu pişirmiş ve bir nevi alt yapısını oluşturmuştum. O çocuklar da bizim çocuklara imreniyorlardı. Sonuçta bu çocuklar bakıyor; bizim çocukların aileleri var, anne babası var, özgürler. Bizim çocuklar onlara bakıyor; ekonomik anlamda daha rahat, imkânlarını devlet sağlıyor. Hani bir söz vardır ya “çitin diğer tarafındaki çimler her zaman daha yeşil görünür.” Sonra çocuklar hariç herkesin haberi vardı. Bayramda koruyucu aile olacağım çocuğu deneme süreci olarak eve misafir ettim. Kurumdan da Biyolojik çocuklarınız kaç yaşın- geldiler, kontrol ettiler. Sonra çocuklarım da? bana teklif etti sanki hissetmiş gibi “Zehra hep bizde kalsın baba” dediler. O Birisi 2004 doğumlu kız diğeri zaman dedim, “Biz Zehra'yı alacağız. 2005 doğumlu erkek. Himaye Kardeşiniz olacak.” ettiğim evladım da 2007 do-
Tabi oldu. Şu anda süreci devam edenler var, başlayanlar var. O konularla alakalı benim ismim duyulunca herkes bana danışır oldu. Ya da Müftülüğe bir soru geldiğinde hemen bana telefon açılıyor. Telefon numaramı ilgili kişilere veriyorlar. Böylelikle çember gittikçe genişledi. Siz bir adım atın gerisi geliyor ve yayılma oluyor. Kastamonu’da bu uygulama yaygın mı? Maalesef değil, özellikle bizim camiada yaygın değil. Başkanlığımızın protokolü var ama konunun yeterince anlaşılmadığını veya anlatılamadığını düşünüyorum. Bu konuda ikna edici bilgilerin kişilere aktarılması gerekiyor. Koruyucu Aile uygulamasını yaygınlaştırmak adına ne gibi önerilerde bulunursunuz? Konu, hem Diyanet aracılığıyla fıkhi boyutunun ele alındığı, hem de Aile Bakanlığının yetkililerince resmi prosedürün detayları konusunda bilgilendirici toplantı, broşür vs. hazırlanmalı. Evlatlık ve koruyucu aile mefhumunun ayrımını henüz yapabilen bir halk değiliz. Bu gibi ayrımların ya da detaylı bilgilerin herkes tarafından bilinirliği artırılmalı diye düşünüyorum.
59
SOSYAL PROJELER
Koruyucu aile olmadan önce kimlere danıştınız? Tam olarak izlediğiniz yol neydi? Zaten İl Müdürlüğü ile diyalog halindeydim. Fiziki olarak da sevgi evleri bize çok yakın. İl Müdürlüğünde birçok görüştüğüm yakın okul arkadaşım var. Prosedür ile ilgili bilgileri onlardan aldım. Düşüncelerimden bahsettim. Onlar da olumlu karşıladılar. Diyanet personeli olmam ve bu camiada örnek teşkil etmemin de önemli ve güzel bir adım olduğunu vurguladılar. Beni araştırmalarını istedim. Çünkü kurum her türlü aile tipi, aile modeli ile karşılaşıyor. Yaklaşık 2- 2.5 ay kadar sıkı denetimler ve araştırmalar yapıldı ki yapılmalı da. Çocuğu aldıktan sonra İl Müdürlüğü takibi nasıl sağlıyor? İlk sene her ay geliyorlar. Çocuğun okuluna gidiliyor, çocukla görüşülüyor, okul idaresi ile görüşülüyor. Kurum bizimle ve çocukla düzenli olarak irtibatta bulunuyor. Çocuğun
60
Tabi ki hitap ediyor. Daha gelmeden başlamıştı. Onların ihtiyaç duyduğu şey zaten anne diyebilmek, baba diyebilmek. Camiye yaz kursuna geldiklerinde onlara en çok ne istersiniz diye sorduğumda hepsinin ortak cevapları; “ailemle birlikte parka gitmek, oyun oynamak, anne baba diye hitap edebilmek, ailemle lokantaya gidebilmek!” kısacası onlar zaten buna ihtiyaç duyuyorlar. Uyum problemi nadiren karşılaşılan bir durum. O çocuklarla kurstayken onları düzenli parka götüreyim, oyun oynatayım lokantaya götüreyim diye düşündüm. Fakat hepsi ile düzenli ilgilenebilmem, başa çıkabilmem mümkün değildi. Hem zaman açısından hem de maddi açıdan neredeyse imkânsızdı. Ben de kendi adıma bir kişiye ulaşmayı hedefledim. Herkes bu şekilde kendine, kalbine bir hedef uyumu ve bizim çocuğa yaklaşımımız koysa kimsesiz çocuk kalmaz. konusunda uzmanlar eşliğinde öneriler ve yönlendirmelerde bulunuluyor. BunYusuf Bey bir din görevlisi olarak dan da rahatsız olmamak lazım. ÇocuZehra için mahremiyet eğitimine ğun iyiliği için çocuk merkezli, çocuğun yaklaşımınız ve önlemleriniz nelerdir? menfaati ön planda olacak şekilde bir yol takip ediliyor. Zehra evimizin kızı onu öz çocuklarımızdan ayrı tutmuyoruz. Koruyucu aile olduğunuz 3 yıl içe- Aynı zamanda ona mahremiyet ölçülerisinde Zehra'da ve kendi çocukla- rine riayet ederek yaklaşıyoruz. Bizim rınızda ne gibi değişimler oldu? işimizi kolay kılan, ona yakın yaşta bir ablası olması. Ablası ile aynı odada kaGenel anlamda kendi çocukla- lıyorlar ve ablası ona her konuda ilk rımda çok büyük değişikler ol- yardımcı olan kişi oluyor. Biz de ayrıca madı. İki kardeştiler üç oldular ama Zehra’ya bu ölçüleri anlattık, o da nasıl Zehra evimize geldiği ilk zamanlar ile davranması, nasıl hareket etmesi geşimdiki hali karşılaştırıldığında çok bü- rektiğini biliyor. yük değişimler söz konusu. Hayat dolu cıvıl cıvıl bir kız çocuğu ve bizlere çok Koruyucu aile olmak nasıl bir duybağlı. Yurt veya sevgi evleri ortamlarıngu? Bu konuda nasıl tavsiyelerde dan kopmuş bir şekilde bizimle bir bü- bulunuyorsunuz? tün oldu. Tam manasıyla ailesi olarak İnsan her şeyden önce mutlu bizi benimsedi. Benim için de öz çocukoluyor. Evini, sofranı paylaşıyorlarımdan hiçbir farkı yok. sun. İnsan manevi haz duyuyor. Devlet Size anne baba diye hitap ediyor maddi imkânı sağlar ancak manevi boşluk kurumla sağlanamaz. Diyanet mu? İşleri Başkanımız Mehmet Görmez ’in
“Devlet yetim başı okşayamaz” sözünü duymuştum. Gerçekten de bu uygulama ile yetim başı okşamanın ötesinde bir yetimin ailesi olma durumu söz konusu. Anne baba oluyorsunuz. Çocuk gerçek bir aile ortamında hayata hazırlanarak büyüyor. Sevgi evlerinde ise çocuklar imkânsızlık bilmeden sıkıntı yaşamadan yetişip 18 yaşında evden ayrılmış oluyorlar ve hayatın zorluklarıyla karşılaşınca da bocalıyorlar. Aldığı maaşı ile yetinemeyince ise başka yollara tenezzül edenler olabiliyor. Maalesef bunun örnekleri oldukça fazla. Koruyucu ailenin yapması gereken sadece gerçekçi olmak. Benim takip ettiğim yol, öz çocuklarımdan ayırmadan büyütmek. Bu şekilde davrandığınızda çocuk kendisini oraya ait hisseder. Herkese tavsiyem adalet duygusundan asla taviz verilmemesi. O zaman çocuk kendini güvende hissediyor, çocuk kendini güvende hissettiği zaman ailenin bir parçası olduğu fikrini taşıyor. O zaman da tüm sıkıntılar ortadan kalkmaya başlıyor ama bu benim çocuğum değil başkasının çocuğu diye bir ayrıma tabi tutarsak ileride hem sıkıntılar hem de uyumsuzluklar baş gösterir. Çocuk ilk başta tabi ki uyum problemleri yaşaması çok normal. Bu evrede ise aile sabırlı olacak, o uyum süreci sevgi ile sabırla atlatılacaktır.
gulandırır. Kendi çocuklarım bu şekilde konuya yaklaşmamıştı. Çocuk kalbindeki bu hassasiyet ve düşünce benim için çok özel bir anı. Çevrenizde olumsuz bir eleştiri ile karşılaştınız mı? Üzüldüğünüz sıkıldığınız bir durum oldu mu? Çevrenin çok etkisinde kalmamak lazım sonuç olarak toplumu rahatsız edecek bir durum yok. Aksine bir boşluk dolduruluyor. Hiç pişman olmadım ama şunu belirteyim; koruyucu ailelerin şaşırmaması ve hazırlıklı olmaları gereken bir şey var. Bazı kişiler menfaat odaklı aldı gibi düşünebilir. İnsanlar bu şekilde zan üretebiliyorlar.
O çocukların ihtiyaç duyduğu şey anne-baba sevgisi. "En çok ne istersiniz?" diye sorduğumda hepsinin ortak cevapları; “ailemle birlikte parka gitmek, oyun oynamak, anne-baba diye hitap edebilmek, ailemle lokantaya gidebilmek!
Benim sorumluluk sahibi, merhamet sahibi herkese tavsiyem; koruyucu aile olmaları yönünde adım atmalarıdır. Eğer masrafsa, devlet masrafını veriyor. Para için çocuk bakılmaz ama parasız da herkes bakamaz. Bu minvalde belirlenen şartları sağlayan herkes koruyucu aile olabilir.
Peki Zehra ile duygusal bir anınızı bizimle paylaşabilir misiniz? O kadar çok ki şimdi bile gözlerim yaşardı. Bir defasında acil bir para lazım olmuştu. Benim çocuklarımın hepsinin kumbarası var. Onları birikime teşvik ediyorum. Zehra hemen kumbarasını kaptı geldi. “Baba ben sana destek olayım, benim harçlığımı kesebilirsin. Evimize harca bu parayı ben hiç harçlık almayayım sen beni servise verme. Ben okula yürüyerek giderim.” demişti. Bu olay beni çok duy-
61
SOSYAL PROJELER
..
..
‘de
..
GONULLU OLMAK GÖNÜLLER KAZANMANIN MUTLULUĞU Satır aralarında gizlidir hayata anlam katan cümleler. Bir soru, yaşamın derinliği oluverir. Hal böyle iken bazen bir cümle bazen bir soru usulca dönüştürür insanı. Göremediklerini gösterir; fark ettirir. TDV KAGEM ‘in web adresinde “Gönüllümüz olmak ister misiniz?” sorusu bu kabilden bir farkındalığa sebep olmuş ve Abdurrahman Terzi’nin hayat meşgalesinde yeni bir başlangıca kapı aralamış. Bir yandan “Gönüllükten maksat nedir?”, “Benim de bir katkım olabilir mi?” diye kafa yorarken diğer taraftan “Din gönüllüsü olmak sadece camide değil, cami TDV KAGEM Gönüllüsü dışında da gönüllü olmayı gerektirir.” düşüncesiyle harekete geçen Terzi “Sevgi 1977 Ankara doğumludur. Anadolu Evleri: Değerler Eğitimi” projesinde yer almış. Üniversitesi İlahiyat Ön lisans ve Kamu Yönetimi Lisans mezunu olan Terzi, “Grupta bulunan gönüllü arkadaşlar ve hocalarımızla birlikte 7-8 yaşlarında o Atılım Üniversitesi Kamu Yönetimi Ve küçük yavrulara İslam’ı anlatma gayretinde olduk. Uykudan önce dua etmeyi öğSiyaset Bilimi Yüksek Lisans Progra- retmeye çalıştığımız miniklerden birinin bir hafta sonra ‘Ben ezberledim. Önce mını tamamlamıştır. Halen Ankara’da ben okuyacağım.’ diyerek öne atılmasına, yaşadığı heyecana tanık olmak tarifsiz İmam Hatip olarak görevimi sürdür- bir mutluluk. Düşünsenize, bir çocuğun hayatına dokunuyorsunuz. Onun anlam mektedir. Ayrıca KAGEM’de Değerler dünyasına, ruhuna, gönlüne… Bunları yaşadıktan sonra çocuklarımızın hayırlı biEğitimi Projesi’nde dezavantajlı grup- rer insan olabilmeleri için her konuda gönüllü abilere, ablalara, arkadaşlara ne lara yönelik din eğitimi ve Kuran öğren- kadar ihtiyaçları olduğunu hissettim.” diyor Abdurrahman Terzi. mek isteyenlere yönelik Kur’an-ı Kerim Gönüllü olmanın, sadece hissetmekle, bir şeylere üzülmekle bitmediğinin, bir eğitimleri vermektedir. gönlün hatırı için zaman ayırmak, ne katabilirim, ne üretebilirim diye düşünmek gerektiğinin altını çiziyor. “Bir süre sonra anlıyorsunuz ki her bir çabanın karşılığında, o çocukların öğrendiklerini gördüğünüzde manevi bir duyguyla gönüller kazanmanın huzurunu yaşıyorsunuz. Daha fazla çaba göstermeniz gerektiğini görüyorsunuz.” Abdurrahman TERZİ
Huzurevlerinde Kur’an-ı Kerim dersleri veren hayır elçimiz, gönüllülüğü Allah’ın kelamını öğretmek, “Sizin en hayırlınız Kur’an-ı Kerim’i öğrenen ve öğreteninizdir.” Hadis-i Şerifince hayırlı bir insan olma gayreti, insana dair en faziletli amellerden bir tanesi olarak görüyor. “Büyüklerimizin aylarca emek verdikten sonra Kur’an’ı okumaya başladıklarını görmek tüm yorgunluğunuzu tatlı bir sevince bırakıyor. İnsan bildiklerinin zekâtını da ancak bu şekilde verebiliyor.” Allah’ın rızasının insanların rızasına bağlı olduğuna vurgu yapan hayır elçisi: “Her insan bilgisini, emeğini, sevgisini, şefkatini, zamanını etrafındaki insanlara harcayabilmelidir.” diye de ekliyor.
62
tdvkagem.org.tr
TDVKAGEM
TDVKadinAileVeGenรงlikMerkezi
TÜRKİYE MESELELERİ SÖYLEŞİLERİ Modaratör : Doç. Dr. Lütfi SUNAR İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Ali Yaşar SARIBAY
Prof. Dr. Mustafa AYDIN
Prof. Dr. Celalettin ÇELIK
Türkiye’de Devlet-Toplum İlişkilerinin Değişimi
Türkiye’de Millîlik ve Yerlilik Fikri ve Söylemi
Günümüz Koşullarında Din-Devlet İlişkilerinin Değişimi
Yrd. Doç. Dr. Bekir S. GÜR
Doç. Dr. Alev ERKILET
Prof. Dr. Bilal KEMIKLI
Türkiye’de Eğitimi Yeniden Düşünmek: Model mi Sistem mi?
Kentin Çeperleri Nerede Biter: Yerleşikler ve Yeni Gelenler
Türkiye’de Kültür Politikaları
“Doç. Dr. Lütfi Sunar’ın moderatörlüğünde “Türkiye Meseleleri” konulu programda Türkiye’de güncel sosyal meseleler etrafında söyleşiler gerçekleştirilecektir. Program tarihlerini sosyal medya duyurularımızdan takip edebilirsiniz.
tdvkagem.org.tr
TDVKAGEM
TDVKadinAileVeGençlikMerkezi
Göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. İçinizdekini açığa vursanız da, gizleseniz de Allah sizi, onunla sorguya çeker de dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Bakara: 284
GMK Bulvarı, Şehit Adem Yavuz Sokak No: 10 Kızılay / ANKARA
tdvkagem.
TDVKAGEM
TDVKadinAileVeGençlikMerkezi