’nin iş dünyasına yönelik bültenidir. 3 ayda bir yayımlanır. Parayla satılmaz.
hayat
www.tchayat.org
SAYI 16 ISSN 1304-8147
Bizden Haberler Necdet Coşkunüzer İlköğretim okulu açıldı Gezi G.Afrika, Zambiya, Zimbabwe 12 Güzel Ülkem Safranbolu 04 Bir Sektör Ayakkabı 42
33
PVC & HIGH GLOSS KENAR BANTLARI > www.tece.com.tr
Tayfur Coşkunüzer
MERHABA
tcoskunuzer@tece.com.tr
Acılar ve sevinçler hayatın akışkanlığını bozabilir mi?
Asla! Öyle olsaydı döngü bozulurdu... Hayat döngüsünün acımasızlığı içerisinde yaşarken bazen karşımıza şiddetli acılar çıkabiliyor. Ne acılar ne de sevinçler bizim diyebiliriz, çünkü hepsi mutlaka geçmişte kalıyor. Herhangi bir zaman dilimine sahip olmadığımız için hayat zaman girdabında akıp gidiyor. Yaşanılan her şey kendini unutturabiliyor. Acı, keder, mutluluk, heyecan... Hayat bir döngü ve biz de bu döngü içerisinde yaşadığımız deprem acısına ve onca zorluğa rağmen yaşamaya devam ediyoruz ve zaman zaman yurtdışı seyahatlerinde, bazen de çeşitli nedenlerle farklı mekanlarda bulunabiliyoruz. Son seyahatlerimden bir tanesini Çin'in Guangzhou şehrine yaptım. Fuar nedeniyle ziyaret ettiğim şehir beni her zamanki gibi şaşırttı ve aklımın karışmasına neden oldu. En son 2009 yılında seyahat ettiğim Guangzhou'da gördüklerim karşısında şok yaşadım diyebilirim. 5 yıl önce metruk bir şekilde olan bölgenin bir anda inanılmaz bir düzene kavuşması beni fazlasıyla şaşırttı. Tesadüfen çekmiş olduğum bir fotoğrafta bu bölge çok izbe görüntü verirken, son seyahatimde gördüklerim benim için ciddi şaşkınlık yaşamama sebep oldu. Aşağı yukarı 5 km uzunluğunda, 500 metre genişliğinde bir boşluk bırakılıp etrafında opera binaları, müzeler, sanat galerileri, kütüphaneler, gökdelenler, mimarileriyle ve tarzlarıyla insanın başını döndürecek kadar muhteşem birçok bina karşımızda duruyordu. Guangzhou'da "zhujiang" denilen bölgenin bu kadar hızlı değişmesinin nedenini fuar standımızı yapan mimara sorduğumda "yabancılarla beraber yaptıklarını ve bu güzel şehri daha da güzelleştirmek istediklerini" söyledi. Opera binasını Iraklı mimar Zaha Hadid tasarlamış
1
ve birçok ödül almış. Opera binasının karşısında yeni yapılan Guangdong müzesi de Hong kong’ lu "Rocco" mimarlık şirketi tarafından tasarlanmış ve geçmişle geleceği bir arada barındıran bir tasarım harikası. Bu müzede dikkatimizi çeken bir sergiyi dolaştım. "Motherland" (anavatan) adlı bu resim sergisi Orta Asya’ daki yaşamı anlatıyor. 50’ ye yakın ressamın çalışma yaptığı bu belgesel tadındaki resim sergisinde başta Orta Asyalı olmak üzere Çin, Hong Kong, Kore ve dünyanın birçok ülkesinden ressamların resimlerini görme şansına sahip oldum. Motherland sergisi resim sanatının boyutunu gözler önüne seriyordu. Kullanılan sulu ve yağlı boya resimler fotoğraflardan ayrılamayacak kadar kaliteliydi. Eminim ki, birçoğunuz Guangzhou'ya gitmiş, o şehri görmüşsünüzdür. Bu değişimi ve gelişimi hızlı bir şekilde yapmalarının nedeni para mı, inanç mı yoksa kollektif akıl mıdır? Bilemiyorum, ama şunu söyleyebiliriz; sanat insanların ufkunu ve vizyonunu genişletiyor, yani sınırın da ötesine geçiriyor, amaç da bu değil midir zaten? Bizim düşünce sınırımızın ötesinde bizi biz yapan iç alemin dış aleme yansımasını sağlayan değerleri kentler ortaya çıkartabilirler. İçinde sanatsal eserleri ve güzel mimari yapıları barındıran kentler bizim tutunduğumuz yaşam dalları olabilirler. Acılar ve sevinçler hayatın akışkanlığını bozabilir mi? Asla! Öyle olsaydı döngü bozulurdu. Her şeye rağmen insanoğlu en güzeline ulaşmak istiyor. Bu bazen sanatını bazen de ruhunu geliştiriyor. Bu akışkanlığı zaman dilimlerinde icra ediyor. Bazen taslak halindeki nice projeler kayıp zamanda yok olabiliyor, tıpkı bizim ülkemizdeki gibi.
’nin iş dünyasına yönelik bültenidir. 3 ayda bir yayımlanır. Parayla satılmaz.
hayat
Kürsü 26 Serbest Müslümanların yeniden uyanışı
03 Editörden Acılar yaşanmışlığıyla kalmasın
30 Söyleşi Mehmet Zeki Yılmaz
Ülkem 04 Güzel Safranbolu
Haberler 33 Bizden Okulumuz açıldı
10 Günlük GEN’imle oynama
Sektör 42 Bir Ayakkabı
12 Gezi G.Afrika, Zambiya, Zimbabwe
Bakış 44 Sanatsal Art Brut
www.tchayat.org
SAYI 16 ISSN 1304-8147
Bizden Haberler Necdet Coşkunüzer İlköğretim okulu açıldı
Merhaba 01 Guangzhou
34
Gezi G.Afrika, Zambiya, Zimbabwe 12 Güzel Ülkem Safranbolu 04 Bir Sektör Ayakkabı 42
KAPAK
22 Gündem Zeytin mucizesi Köşe 23 Akademik Deprem gerçeği ve Türkiye
04
44
Güzel Ülkem
23
Köşesi 47 Hukuk Elektrik faturaları Akademik Köşe
33
Sanatsal Bakış
İÇİNDEKİLER
Bizden Haberler
12
Gezi
İMTİYAZ SAHİBİ
YAYIN YÖNETMENİ
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
GRAFİK & TASARIM
BASKI
Tece Dekor A.Ş.
Alper YILMAZ
Ekrem KUTLU
Yeryüzü Tanıtım
Promat
SAYI: 16 - Haziran 2012 Dergimizde yayınlanan yazı ve makaleler kaynak gösterilmek şartıyla alıntı yapılabilir. Makalelerin sorumluluğu yazarına aittir. Bu sayımız 5.000 adet basılmıştır.
KAPAK FOTOĞRAFI : TAYFUR COŞKUNÜZER
İLETİŞİM: Bursa Organize Sanayi Bölgesi 75.Yıl Bulvarı No:12 Nilüfer / BURSA / TÜRKİYE Tel.:+90.224 242 21 00 (pbx) Fax :+90.224 243 85 25 e-mail:info@tchayat.org www.tchayat.org
Ekrem Kutlu
EDİTÖRDEN
ekutlu@yeryuzu.com.tr
Acılar yaşanmışlığıyla kalmasın... Merhaba değerli tchayat okurları Huzur hiçbir gürültünün sıkıntının yada zorluğun bulunmadığı yer demek
Bir gün bir kral ama halkı tarafından sevilen bir kral, huzuru en güzel resmedecek sanatçıya büyük bir ödül vereceğini ilan eder. Yarışmaya çok sayıda sanatçı katılır. Günlerce çalışırlar, birbirinden güzel resimler yaparlar. Sonunda eserleri saraya teslim ederler. Tablolara bakan kral sadece ikisinden hoşlanır. Ama birinciyi seçmesi için karar vermesi gereklidir.
değildir. Huzur bütün bunların içinde bile yüreğimizin sükun bulabilmesidir. Saygılarımla.
Resimlerden birisinde sakin bir göl vardır. Göl bir ayna gibi etrafında yükselen dağların görüntüsünü yansıtmaktadır. Üst tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süslemektedir. Resim bakanları mükemmel bir huzur resmi olduğunu düşündürecek kadar güzeldir. Diğer resimde de dağlar vardır. Ama engebeli ve çıplak dağlar. Üst tarafta öfkeli bir gökyüzünden boşanan yağmurlar ve çakan şimşek resmi daha da sıkıntılı hale sokmaktadır. Dağın eteklerindeki bir şelale ise insana gürültüyü, yorgunluğu hatırlatacak kadar hırçın resmedilmiştir. Kısaca resim, pek de öyle huzur verecek türden değildir. Fakat kral resme dikkatli bakınca, şelalenin ardında kayalıklardaki çatlaktan çıkan mini minnacık bir çalılık görür. Çalılığın üstünde ise anne bir kuşun örttüğü bir kuş yuvası göze çarpmaktadır. Sertçe akan suyun orta yerinde anne kuşun kurduğu yuva, harika bir huzur ve sükun örneği sunmaktadır izleyenlere.... Ödülü kim kazandı dersiniz? Tabi ki ikinci resim... Kralın açıklaması çok da uzun değildir:
3
Gamze Şafak
GÜZEL ÜLKEM
gamze@tece.com.tr Fotoğraflar : Tayfur Coşkunüzer
Safranbolu
kadim zamanların kıymetli kenti Tarihin donduğu yer Safranbolu, birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış üç bin yıllık mirası, adını almış erguvan renkli safranı, gezmeye doyamayacağınız arnavut kaldırımları, buram buram tarih kokan konakları, bir masal gibi durur karşında Safranbolu. Bu büyüleyici kente yaklaşırken başladı merak dolu bakışlarım daha aracın içinden seyrederken puslu dağları, sandıklara sarılmış hazineyi keşfetme heyecanıyla çektim tertemiz dağ havasını ciğerlerime ve başladı Safranbolu. Unesco tarafından "Dünya Mirası" listesine alınan daha çok eski Türk evleriyle tanınan Safranbolu; tarihi dokusuyla, kültürel eserleri korumasıyla, enfes manzarasıyla gün geçtikçe daha çok ilgi görmektedir. Bizde her geçen gün artan ilgiyi gözönüne alarak Safranbolu'yı bir kez daha dergimize taşımaya kara verdik.Belki hatırlıyorsunuz önceki sayılarımızdan birtanesinde bu canım şehrin teorik bilgilerini vermiştik size bu sefer de her taşın altını kaldırıp bakmak istedik, bir gezi tadında huşu içerisinde okuyun istedik. Karabük'ün en gelişmiş ilçesi olan Safranbolu bir İyon prensesi tarafından kurulmuştur.Tarihsel veriler zaman içinde bu topraklarda ;Gaslar, Hititler, Dorlar, Frigler, Kimerler, Galatyalılar, Bitinyalılar ve Romalılar gibi kavimlerin yaşadıklarını ve önemli izler bıraktıklarını gösteriyor.Ayrıca İpek yolunun Kastomonu-Gerede-İstanbul kesimi üzerinde önemli bir konaklama merkezi olmuştur. Bu kültürel süreklilik günümüze bir karmaşa olarak değil aksine
Fotoğraflar Tayfur Coşkunüzer
bir çok farklı kültürün adeta bir sentezi olmuştur. Safranbolu, kuzeybatıdan doğuya doğru 1200-1544 metre arasında değişen bir yükseltiyle çevrelenmiş, eteklerin ve vadilerin arasında kurulmuş göz kamaştıran bir yerleşim yeridir. Anadolu'da yer yer görülen yamaç yerleşimlerin güzel örneklerinden biri olan Safranboluyu benzer gelişimlere tanık olan diğer kentlerden ayıran özellik, onun hala Anadolu- Osmanlı kültürünü bir bütün olarak yaşatan önemli bir kent olmasıdır. Safranbolu gibi bir kenti anlamlı kılan da evden sokağa, sokaktan mahalleye, mahalleden meydana ve şehre uzanan bir akrabalıktır. Safranbolu sadece bir yerleşme merkezi olarak algılanmaz, kentten yansıyan doğa-insan ilişkisinin büyüleyici sonuçlarıdır. Yaşam doğa ile uyum içinde gelişir. Safranboluya hangi tepeden bakılırsa bakılsın farklı bir manzara ile karşılaşılır. Sanki birden çok Safranbolu vardır. Herkes ayrı bir Safranbolu yaratmak için uğraş vermiş gibidir.
DİLLERE DESTAN SAFRANBOLU EVLERİ Kente ilk girdiğinizde geleneksel ve özel mimariye sahip olan Safranbolu evleri dikkatinizi çeker, bu evler 18.yy ve 19.yy Türk toplum yaşantısını günümüze kadar getiren nadide örneklerdendir. Kalabalık ailelerin rahatlıkla yaşayabileceği, yöredeki iklim özelliklerine uygun olarak oluşturulmuş, tarihin kokusunu içine hapsetmiş bu evler, görkemli çatıları
4
GÜZEL ÜLKEM
nedeniyle "Beş Cepheli Eser" olarak nitelendirilir. Bizlere miras kalan 2000 geleneksel Türk konak larının 800 kadarı yasal koruma altındadır. Kültür Bakanlığı, Kaymakamlık ve özel teşebbüsler tarafından restore edilip hala dipdiri ayakta duran bu konaklar yılların verdiği yorgunluğa adeta meydan okumaktadır.
18.yy ve 19.yy Türk toplum yaşantısını günümüze kadar getiren yaklaşık 2000 gelenek sel Türk konaklarının 800 kadarı yasal koruma altındadır. Kültür Bakanlığı, kaymakamlık ve özel teşebbüsler tarafından restore edilip hala dipdiri ayakta duran bu konaklar yılların verdiği yorgunluğa adeta meydan okumaktadır.
5
GÜZEL ÜLKEM
Ben de hemen adımlarımı atmaya başladım arnavut kaldırımlarında, baktığım her yerde zenginlik saçan bu güzellik beni içine çekmeye başladı derken kendimi konaklardan birinde buldum. Etrafı süzdüğümde bu konakların yalnızca dört duvarı olan mekanlar değil, yaşanmışlıkları olan, aile bireylerini bir arada tutan, düğünlerin, derneklerin, ölümlerin olduğu acıların, sevinçlerin paylaşıldığı; taştan, kerpiç ahşaptan yapılan sevgi dolu yuvalar olduğunu gördüm.
sokaklara renkli bir görünüm kazandırmaktadır. Üzülerek ayrılırken bu güzel konaklardan orada hayalimde yaşattığım kalabalık bir aileyi bırakıyorum. Taşlıkta top oynayan çocuklar, ocağın başında gözleme pişiren hanımlar, köşede havuzun başında dua eden nineler, dedeler. Tıpkı Safranbolu gibi mutlu ve huzurlu. Eğer birgün yolunuz düşerse bu kıdemli kente Türkiye Turing Otomobil Kurumu'nun 1976 yılında otele dönüştürdüğü "Havuzlu Asmazlar Konağı" 1979'da kamulaştırılarak restore edilen "Kaymakamlar Evi" ile "Yemeniciler Arastası" , "Asiye Asmazlar Konağı", "Kileciler Konağı", "Mümtazlar Konağı", "Karaüzümler Konağı" 'nı görmeden, köy kahvaltısı yapmadan gitmeyin derim.
Safranbolu'da evler genelde 2-3 katlı, 6-8 odalı, cumbalı, her odasında fazla sayıda penceresi olan ve odaların her ayrıntısı büyük bir ustalıkla meydana getirilmiş yapılardır. Bu yapılarda taşın estetik kullanımı, ahşap işçiliğinin akıllara durgunluk veren kalitesi, tavan ve duvar süslemeleri, iç mekanlara kurulmuş havuzlar, merdiven korkulukları ve nihayet kapı tokmakları... Hepsi seyredenleri hayran bırakacak güzelliktedir.
DOĞAL GÜZELLİKLER Safranbolu tarihi eserleri ve evlerinin yanı sıra ilgi çekici doğal güzelliklerine de sahiptir. Yoğun orman alanları, kanyonlar ve vadiler piknik yapmaya elverişli olduğu kadar yürüyüş, tırmanma ve bisiklet gibi diğer turistik etkinliklere de olanak sağla maktadır. Kentin turistik ve tarihi eserlerin yoğunlaştığı bölge Çarşı kesimidir. Çarşı diye adlandırılan şehir merkezi
Komşuluk da önemlidir bu kentte, arazi ne şekilde olursa olsun geometrik bir bütünlük sağlanmıştır ve hiç bir ev başka bir evin ışığını, manzarasını kapatmamaktadır. Dar sokaklar insanları birbirine yaklaştırırken, evlerin cumbaları ve çıkmaları bu dar
6
GÜZEL ÜLKEM
Sahip olduğu mirasın yanı sıra Safranbolu Geleneksel Türk Evleri 1994 yılında UNESCO tarafından "Dünya Mirası Listesi" ne alınmıştır. Bugün Türkiye'de nerdeyse hiç bir yerde göremeyeceğiniz, geleneksel yaşam tarzını benimsemiş toplumlarda aynı meslek erbablarının biraraya gelmeiyle oluşan lonca geleneği Safranbolu çarşılarında yaşatılmaktadır. Osmanlı döneminde ticaret, el sanatları ve zanaatlar bu sistemler ile yürütülüyordu. Demirciler, bakırcılar, semerciler ve kalaycılar arastaları bu geleneğin en önemli örneklerindendir.
iki derenin birleştiği üçgende yer alır. Resmi binalar camiler, okullar, ticaret hanları, el sanatları ve alışveriş birimleri buradadır. Yüzyılların alınterinin, el emeğine dönüştüğü bu çarşı tüm yorgunluğuna rağmen geleneksel üretimin ayakta kalan örneklerini yaşatmaya devam ettrir. Görgülü ve bilgili usta eller sanki hiçbir şey değişmemiş gibi sabır kanaat dolu çabalarını sürdürür. Bugün eski kentin merkezi olarak hala işlevini sürdüren Safranbolu çarşısında kalan izler Safanbolunun Osmanlı döneminde özellikle 1850' lerden sonra oldukça gelişmiş bit ticari idari merkez olduğunu gösterir.
Yemeniciler Arastasında bir zanaatkarla sohbetimde bana çok ilginç ve dürüst gelen bir hikaye anlattı. Sizinlede paylaşmak istedim;
7
GÜZEL ÜLKEM
emeği ile aldığı parayı haketmeliymiş. Diyelim yemeni kusurlu çıktı veya iyi bir şekilde tamir edilmedi mi o zaman, çarşıda bulunan esnaflardan oluşan heyete gelir, şikâyet edilirmiş. Heyet hem ustayı, hem de müşteriyi dinledikten sonra eğer müşteri haklı ise o yemeninin bedelini öder, yemeniyi de ibreti alem olsun diye imal veya tamir edenin ustanın dükkânının çatısına atarmış. Böylece pabuçları dama atılan usta maddi kazançtan olur ve gerçekten pabucu dama atılırmış. Bunu gören halk oradan alış veriş yapmazmış." Ayrıca arastalarda, yörenin geleneksel el dokumaları, bakırcılar çarşısındaki bakır eşyalar ve ahşap oymaları, Yöresel giysiler, yemeniler, seramik ve deri eşyalar bulup, Safranbolu hatırası olarak sevdiklerinize hediye edebilirsiniz. Bu güzel şehri gezdikçe kapılarını aralıyor size ve her yeni yer başka heyecanlar yaşatıyor, onlardan biri de Kent Tarih Müzesi nam-ı diğer Eski Hükümet Konağı; pek heybetli olan bu bina yapı itibariyle 2 katlı olup alt katta Safranbolu‘da halkın kullandığı tarihi eser niteliğinde malzemeler, şehrin eski resimleri, eski el yazması kitaplar, üst katta makam odası ve çeşitli eserler yer alır. En alt kat yani mahsende farklı esnaf kolları kullandıkları
"Evvelce zaman içinde başlaya bu gelenek günümüze kadar süregelmiş. Yemeniciler arastasından bir ayakkabı aldınız veya buradaki ustaya tamir ettirdiniz mi usta o işin hakikatini vermeli
78
GÜZEL ÜLKEM
çiçeği geleneksel boya işlemlerin sarı rengin kaynağı olarak kulanılır. Kendi ağırlığının binlerce kat fazla suyu boyama özelliği olan bu bitki sentetik boyaların kullanıma girmesiyle eski özelliğini yitirmiştir.
malzemelerle birlikte balmumu heykeller ve resimlerle tanıtılmaktadır. Binanın hemen arkasında halen çalışmakta olan 200 yıllık Tarihi Saat Kulesi, Cezaevi Binası ve ufak bir mescit yer almaktadır. Uzun uzun gezdim buraları gözümü kapattım yaşadım tarihi, iç huzurumu dinledim. Kısa bir süreliğine de olsa soluklandım bu eşsiz vahada derken ticari yolların üzerindeki Sarfranbolu'da 17.yy oratalarında inşa edilen Cinci Hanı karşıladı beni. Başka kentlerdeki benzerlerini gölgede bırakan 60 odalı mimari bir görkeme sahip bu han. Cinci Hanı, halen kullanılmakta olan Cinci Hamamı, Sultan Deli İbrahim'in danışmanlığına kadar yükselen Safranbolulu Cinci Hoca tarafından yaptırılmıştır. Şu anda da onu görmeye gelen misafirlerine sergiliyor kendini.
1975 yılında Avrupa Konseyi Anıtlar ve Sitler Komitesi'nin "Geçmişimiz İçin Gelecek" sloganıyla başlatığı mimari miras kampanyası kente olan entellektüel ilgiyi yoğunlaştırmış, Türkiye'nin gözbebeği haline gelmiştir. 1994 yılında Birleşmiş Milletler'in kültür kuruluşu olan UNESCO tarafından "Dünya Mirası" listesine alınmıştır. Bugün 16 mahallesi ve önemli tüm sivil ve anıtsal eserleri koruma altına alınan Safranbolu’da "koruma kültürünü ve bilincini geliştirmek" için Kültür Bakanlığı ciddi örnekler yaratmaya çalışmıştır.
Bir başka ihtiyar güzellikse; bölgeye yerleşen Türkmenlerin kurduğu 750 yıllık geçmişi olan Yörük Köyü adeta bir açık hava müzesi niteliğindedir. Bu köyde en yaşlı ev 450 yaşında, en yeni ev ise 90 senelik. Tarihten kalan nadide eserleri seyrederken, eski ve yıpranmışlığa karşı nasılda hala meydan okuyor bilmem kaç katlı gökdelenlere...
Umarız ki sadece Safranboluda değil güzel ülkemizin her bir köşesinde saklı kalmış tarihi mirası korur nice nesillere aktarabiliriz. Çünkü bu topraklar çok alçakgönüllü. Sizlerin de Safranbolu’yla buluşması dileğiyle...
Velhasıl-ı kelam Safranbolu öyle bir yer ki, adımınızı attığınız andan itibaren büyüleniveriyorsunuz ve o kadar çok kültür taşıyor ki her yerinden hangi birini anlatacağımı bilemedim. Her taşın altında sırlar gizli sanki, her kapının ardında sizi karşılayan mutlu bir gülümseme var. Bu önemli kentimizin adı Safran denilen (crocs savitus) ve bugün geçmişe oranla dar bir alanda tarımı yapılan bitkiden alır. Çok pahalı olan Safran
9
Ziyaret Edilecek Diğer Yerler Kaya Mezarları Höyükler Cinci Hanı ve Hamamı Köprülü Mehmet Paşa Camii Yemeniciler Arastası İncekaya Su Kemeri Konaklar Kent Tarihi Müzesi Hıdırlık Tepesi Saat Kulesi Yörük Köyü Bulak (Mencilis) Mağarası
Doç. Dr. Murat Baş
GÜNLÜK
drmuratbas@gmail.com
“GEN”imle Oynama
Bilim kendi adına müthiş ilerlemeler kaydetme iddiasındadır. Bilim adamlarına ‘Ulaşabileceğimiz son noktaya ulaştık’ dedirten bu son günlerde henüz başlangıç noktasında bulunan bir bilim var: ‘Genetik Mühendisliği’. Mendel’den günümüze genetik sahasındaki çok büyük gelişmelerden çok, asıl mesele bu elde edilen gelişmelerin mühendislik alanında kullanılmasıyla ortaya çıkan problemler, yani Biyo-etik (Biyoloji Ahlâkı) problemlerinin nasıl çözüleceğidir. Gattaca “Biyo-etik” konusunda verilebilecek en güzel örnek geçtiğimiz yıllarda çevrilmiş filmlerden birisi ‘Gattaca’ film çok da uzak olmayan bir gelecekte geçmekte. Filmin genetik yapı itibariyle zayıf olan baş kahramanının hayali, astronot olup feza yolculuğuna çıkmak. Fakat şartlar buna el vermemekte. Astronot olabilmesi için seçilen okul; öğrencilerini tamamen DNA yapısına göre seçmekte ve kahramanımızın hiç şansı yok. Daha doğduğunda genetik olarak zayıf olduğu anlaşılan Vincent, hayatı boyunca ne kadar gayret gösterirse göstersin, genleri tamamen biyoteknoloji lâboratuarında hazırlanmış ‘ısmarlama bebek’ olan erkek kardeşine üstün gelemiyor. Kendisini zorlasa da hiçbir gelişme elde edemediği gibi,
gen yapısının tamamen farkında olan ailesi de onu her zaman vazgeçmeye zorlamakta. Vincent’in tek suçu anne ve babasının, onun doğumu hakkında; “Çocuğumuzun doğumunu tamamen kadere bırakalım. Gen dizilişi ne olursa olsun, bu daha doğal kararını vererek onun dünyaya gelmesine vesile olmaları. Bu karar bütün hayatını değiştiriyor. Hiç de sağlam genleri olmayan Vincent iş için başvurduğu her şirketten hayır cevabı almakta. Şirkete giriş için ne bir mülakat, ne imtihan hiç bir şey yok. Tek yapması gereken kan veya idrar örneği vermesi ve daha sonra DNA testini beklemesi. Üstün bir gene sahip olmak bütün kapıları açmakta.” Filmin senaryo yazıları geleceğin dünyasının en büyük problemlerini nasıl da günümüze taşımış. İngiltere’deki sigorta şirketlerinin manasız davranışlarına bakarsak bunu çok iyi anlayabiliriz. Gen yapısı itibariyle çeşitli hastalıklara yakalanma tehlikesi yüksek insanların sigorta ücretleri ya daha yüksek ya da imkansızlaşıyor. Bunu bir manada “genetik ayrımcılık” olarak algılayabiliriz. İnsani açıdan çok büyük bir yanlış olan bu ayrımcılık, yavaş yavaş, toplumların düşünce dünyalarında yer etmeye başlamış durumdadır. Karşısına çıkan her türlü ahlaki problemi akıl yoluyla çözmeye çalışan toplumlarda gen bilimi çok tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Küreselleşen dünyamızda, çok hızlı tedbirler alınarak milletlerarası platformda geçerli olacak Bio-etik kanunları derhal oluşturulmalıdır. Aksi takdirde geometrik hızla ilerleyen bu bilim, çok acı sonuçlar doğurabilir. Son zamanlarda gündemde oldukça yer alan konulardan biri de “clonning yani kopyalama”. Klonlama için tek ihtiyacımız olan şey, kopyalamak istediğiniz canlının DNA’sı ki, bunu elde etmek için canlının saçı, kılı, kemik hücresi veya benzeri bir parçası yeterli olmaktadır. Kopyalama yoluyla istediğiniz her canlının “genetik yapı olarak” aynısını teorik olarak üretmeniz mümkün. Tabi ki hedef insan olunca işin içine “ruh” kavramı giriyor. İnsan klonlamak belki şu anda teknik olarak mümkün olmasa da (mümkün olma ihtimali de çok yüksek), insanı kopyaladığımızı düşünürsek, ikiz kardeş üretme işlemine benzer bir uygulama yapmış oluruz. Ancak klonlanan insan, morfolojik, anatomik ve genetik olarak aynı olsa da, ruh tamamen farklı oluyor. Tabi ki yetiştirme ortamı, beslenme vs şartların tesiriyle fiziki olarak da, zamanla benzememesi kuvvetle muhtemel, klonlama her ne kadar ikiz kardeş üretmeye benzese de, bilim adamları çoğunlukla, toplumda oluşturacağı yaraların oldukça büyük olacağı düşüncesindeler. Bilhassa belli bir zaman
10
GÜNLÜK
yaşayıp ölmüş bir insanı kopyalamanın toplum psikolojisine vereceği zararları tahmin etmek çok güç. Bu da toplumda derin yaralar açacak ve ekolojik olarak da gen havuzundaki çeşitlilik prensibine büyük zararlar verecek. Çok güçlü bir geni çoğaltarak güçlü ordular kurmak, aynı fiziki yapıdaki insanları kullanarak casusluk uygulamalarına başlamak, geçmişte büyük işler başarmış, tarihe adını yazdırmış insanları kopyalayarak bundan fayda gözetmeye çalışmak dahi mümkün gibi görünüyor. Bunlar her ne kadar fantastik hikayeler gibi gözükse de, insanlığı bekleyen iki ağzı da keskin kılıç gibi. Genetik biliminin suistimalinin doğuracağı acının neticelerini henüz bilemiyoruz. Bio-etik ve dini ölçüler üzerine çok acil araştırmalara başlayıp gelecekte yaşanılması muhtemel Frankenstein benzeri hilkat garibeleri ve korkunç özelliklere sahip özel mikropların şimdiden alınacak tedbirlerle önüne geçebiliriz. Yazımızın başında bahsettiğimiz filmde senaryo yazarı başka bir tehlikeye daha dikkat çekmekte. Sahip olduğu genetik diziliş ile astronot okuluna girip eğitim görmesi imkansız olan ve Vincent, olağanüstü bir genetik yapıya sahip eski bir sporcu ve olimpiyat şampiyonunun DNA’sı sayesinde okula kabul ediliyor. Nasıl mı? Şu şekilde: Jerome, eskiden başarıdan başarıya koşan bir sporcu. Fakat talihsiz bir kaza sonucu bacaklarını kullanamaz hale geliyor. Elbetteki genetik yapısında bir bozulma yok. Bu arada zayıf kahramanımız Vincent, okula girme yolları ararken biriyle karşılaşıyor. Bu insan ona okula girebileceği ümidini veriyor. Vincent, okula giriş için yapılacak olan DNA testi için Jerome’un idrar ve kan örneklerini kullanıyor. Tabi ki okula kabul ediliyor. Okula girdikten sonra da değişik taktiklerle kendisinin Jerome olduğuna herkesi inandırmayı başarıyor. Burada, “genlerimiz acaba güvende mi?” sorusuyla karşı karşıyayız. Kötü niyetli bir insan, şifrelenmesinde sizin hiçbir müdahalenizin olmadığı masum DNA’nızı kötü emellerine alet edebilir. Mesela suç olaylarının çözümünde DNA incelemelerinden sıkça faydalanılan günümüzde, suç mahalline konulacak size ait bir deri parçası, saç teli veya kan damlası sizi zor duruma sokabilir. Şu sıralar üzerinde çalışılan DNA’nın nüfüs cüzdanı mahiyetinde kullanılmasını hedefleyen sistem eğer gerçekleşecek olursa, filmden de hatırlayacağımız gibi, başkasının DNA’sını kullanarak bundan faydalanmak veya kötüye kullanmak mümkün gibi görünüyor. Bunun için, böyle sistemler kullanılacak olursa, buna uygun güvenlik sistemleri de mutlaka hazırlanmalıdır. Fakat tam bir güvenlik sistemi olmadan uygulamaya geçmek çok
tehlikeli olacağa benziyor. İnternette bildiğiniz gibi hiç kimsenin tahmin bile edemeyeceği vakalar ve tehlikelerle karşı karşıya kalındı. Bunun tek sebebi yeterli ve sağlam bir güvenlik sistemi oluşturulmadan kullanıma geçilmiş olmasıydı. Bence “Genetik mühendisliği, insanın hayal gücüyle sınırlıdır. Ama insanın hayaline sınır tanımakta pek mümkün gözükmüyor. Yani masallarda karşımıza çıkan eksantrik yaratıkları ortaya çıkarabilir, dev meyveleri üretebilirsiniz. Tehlikeli virüsler, bakteriler elde edebilirsiniz. Bu sebeple, hızla gelişen dünyamızda bizi bekleyen en büyük tehlikelerden biri gibi görünen DNA teknolojisi, biran önce kesin kanunlarla kontrol altına alınmalıdır. Fakat pek çok kişinin gözünden kaçan ve yukarıda zikrettiğimiz felaketlerin en korkuncu olan bir başka tehlikeye dikkat çekmek gerekir: Allah’ın yarattığı hücre, kromozom ve genlerin yapılacak sınırlı bir müdahale ile bazı biyolojik yapıların farklı gelişme yollarına çekilmesi, inanç dünyasını allak-bullak edebilir. Genetik bilimindeki gelişmelerin gerçek boyutunu doğru yorumlarıyla ortaya koymalı ve bu olayın bir “yoktan var etme-yaratma”, yani Tanrısal bir eylem olmayıp, sadece yaratılmışlar üzerinde kısmi bir tasarruf olduğunu vurgulamalıdırlar. Ancak, gelecekte inançlarımızı allak bullak edecek sürprizlerin bizi beklediği kesin.
11
Tayfur Coşkunüzer
GEZİ
tcoskunuzer@tece.com.tr
Güney Afrika, Zambiya ve Zimbabwe
Güney Afrika, Zambiya ve Zimbabwe’ ye yapacağımız seyahat için küçük bir araştırma yaptığımızda değişik seyahat alternatifleri karşımıza çıkmıştı ama bizi en çok ilgilendiren Viktorya Şelalesi oldu. Safari kısmı da bize bir nevi bonus gibi gelecekti. Afrika hep çekicidir; kendinizi kaptırdınız mı alimallah vazgeçemiyorsunuz, tıpkı bizim yaptığımız gibi, her yıl mutlaka bir veya iki kez gitme fikri oluşuyor aklınızda. Zaten amaç seyahat edip kendini geliştirmek değil midir, hepimiz her şeyi yollarda öğrenmedik mi? Paulo Coelho’ nun son kitabı "Elif" te dediği gibi "bildiğim her şeyi yollarda öğrendim"... Dinamik Afrika’ ya seyahat etmek için hazırlıklarımızı hem safari hem yeni keşif modunda yaptık. Bu seyahatte Faik Çelik, Ertuğrul Kaplan, Faik Kaplan ve ben vardık. Haziran sonu ve temmuz başını kapsayacak gezimiz 12 gün sürmesini planlıyorduk. Önce THY ile Johannesburg 'a 9 saatte gece uçuşu yaptık. Güney Afrika'nın en büyük kenti olan Johannesburg
12
sadece vahşi doğaya yakın bir kent değil aynı zamanda Afrika el sanatlarının kalbi olarak nitelendirilebilir. Güney Afrika‘da halkın %80’ni İngilizce konuşuyor. 11 tane resmi dil var ülkede. Bu 11 resmi dilden birisi de İngilizce. Johannesburg’ dan sonra G. Afrika’nın başkenti Preotorya’ dan geçtik. Her şeyiyle yeni sayılacak yapıları, düzeni ve temizliği dikkatimizi çekiyordu. Şehircilik bu kadar güzel ifade edilebilir diye düşünmeden edemiyor insan. Geniş park alanlarını bu kadar büyük görünce bizim belediyecilerimizin burayı görmeleri gerektiğini konuştuk. Preotorya daki heybetli bir camiyi uzaktan görüyorduk. Bu cami Selimiye Camii’nin bir kopyası resmen. Bir Türk iş adamı tarafından yaptırılıyormuş. Hakikaten çok ilginç ve gurur verici bir şey olarak bizi
GEZİ
şaşırtıyordu. Preotorya’da konaklamadan, vahşi yaşamın yoğun olduğunu bildiğimiz Waterberg’e hareket ettik. Waterberg, Kruger Park’la birlikte G. Afrika’daki en büyük vahşi yaşam alanlarından biri. İçerisinde bir çok yabani hayvanı barındırıyor ve tabiki bizim gibi safari tutkunlarına da sık sık ev sahipliği yapıyor. Waterberg aslında farklı safari tarzı geliştirdiği için bizim ilk tercihlerimizden oldu. Çünkü atlı safari ve değişik alternatifler sunuyordu. Waterberg’e yaklaşık 4 saatlik bir araç yolculuğundan sonra ulaşabildik ve ulaştığımızda etrafta hayvan göremeyince umutlarımız biraz yıkıldı açıkçası. Yerleştiğimiz kamp etrafa hakim bir tepe üzerine kurulu olmasına rağmen, koca kampta bizden başka kimsenin olmaması garip geldi. Kamp; etrafında yaban hayatının yaşandığı, uçsuz bucaksız toprakların göründüğü en iyi alana kurulmuştu. Hepimizin birlikte kalacağı büyük bir ev vermişlerdi ve evde kocaman bir şömine vardı. Güney yarım kürede olduğumuz için Türkiye'nin tam aksine yaz ayları oldukça soğuk kış mevsimini yaşıyordu ve bu yüzden bizi safari konusunda düşüncelere sevk ediyordu. Sabah safariye çıktığımızda, etrafta birkaç hayvandan başka beklediğimiz 5 büyükten (safari
tutkunlarının aslan, fil, leopar, bufalo ve gergedana taktığı bir lakap) sadece gergedan ve fil görebilmek bizi derinden sarsıyordu. Koca vahşi yaşam alanında nerdeyse boş boş dolaşıp duruyorduk, çünkü kurumuş bitkiler ve kış soğuğu hayvanların otlak alanlara göç etmesine neden olmuştu.Burada 4 gece kalma fikri bize artık cazip gelmiyordu. Bu bölgede gördüğümüz hayvanların ve birkaç köydeki insanların fotoğraflarını çekip onlarla sohbet ettik. Buraya yerleşmiş ve turistlere rehberlik yapan bir Mısırlıyla tanıştık. Mısırlı “burada mutlu olduğunu ve burayı çok sevdiğini” söylüyordu. 3 gece kaldığımız Waterberg’ de yaptığımız safari gezisi pek istediğimiz gibi olmasa da yeni tecrübeler edinerek bir gün önceden Johannesburg'a döndük. Johannesburg, G. Afrika’nın kalbi ve ticaretin döndüğü yerdir. Aynı zamanda ülkenin ekonomik başkenti. Şehir merkezi dışındaki tüm evlerin ve işyerlerinin etrafındaki yüksek korunaklı duvarlar dikkat çekecek kadar enteresan geliyordu. Eskiden siyahlar tarafından saldırılar olduğunu söylüyordu bize otelin yöneticisi. Kaldığımız otel Down Town’ a yaklaşık 20 dakika mesafedeydi; otel, ağaçlar içerisinde olmasına rağmen etraftaki duvarlar bu yeşilliği görmemize mani oluyordu. Johannesburg, düz diyebileceğimiz bir alana yayılmış. Bunu şehrin
13
GEZİ en yüksek binası olan Carlton Centre’ ye çıkarak daha iyi görebiliyorduk. Bu bina 1973 yılında yapılmış ve 220 metre yüksekliğinde. Buradan gördüğümüz kadarıyla şehirciliğin güzel örnekleri sunulmuş diyebiliriz. Geniş bir alana yayılan şehrin nüfusu 3 milyondan biraz fazla, Johannesburg dünyanın altın merkezi olarak da kabul edilmektedir. Ayrıca bu şehrin yemekleri gerçekten enfesti. Merkezde bulunan ünlü bir otelin lokantasında yediğimiz şatobiryan (chateaubriand) yanında domates, tereyağı, kızarmış patates ve sunumları bizleri farklı lezzetlere götürdü. Johannesburg’ tan Viktorya Şelalesi’ne gitmek üzere G.Afrika havayollarına ait bir uçakla Zambiya’nın başkenti Lusaka’ ya hareket ettik. Lusaka’ya ulaştığımızda bizi şaşırtan eski ve küçük havaalanı oldu. Lusaka’dan Viktorya Şelalesi’nin olduğu şehir Livingstone’a gitmek üzere küçük pervaneli bir uçağa bindik. Şelalenin üzerine geldiğimizde oldukça yükseğe çıkan su parıltıları çok güzel görünüyordu. Livingstone’a indiğimizde arkadaşlarımızla beraber havaalanı hatırası fotoğrafı çektirdik. Sonra şehrin içinde küçük bir tur atıp kaldığımız kampa hareket edecektik. Livingstone, Zambiya’ nın Lusaka’ dan önceki başkenti. Şehri 1855 yılında ziyaret eden ve Mosi-Oa-Tunya Şelalesi’ne “Viktorya Falls” diyerek kendi kraliçesinin adını vermiş olan İskoç kaşif Dr. David Livingstone’ nun adı verilmiştir. Viktorya Şelalesi'nin Livingston’ a uzaklığı 10 km,
14
ama kalacağımız kampın şelaleye yakın olduğunu söylüyordu bizi karşılayan rehber. Zambezi Nehri kıyısında kurulu Tongabezi Kampı’na yerleştik. Kamp geniş bir alana yayıldığı gibi nehrin içerisinde bulunan adalarda birkaç kamp yeri de vardı. Zambezi Nehri Afrika’nın 4. büyük nehri olarak geçiyor. Zambiya’ da doğan nehir kıvrılarak birkaç komşu ülkeden geçtikten sonra Mozambik’ te Hint Okyanusu’na dökülüyor. Yaklaşık 2700 km. uzunluğunda olan bu nehir zaman zaman 5 km. genişliğe kadar ulaşabiliyor. Bizim kaldığımız kamptan nehrin genişliğini görmek rahatlıkla mümkündü, çünkü nehrin içerisinde irili ufaklı birçok ada mevcut. Kaldığımız kampta her birimize ayrı çadırlar verdiler. Etrafta adını sonradan öğrendiğimiz macaque
GEZİ
bir sohbetten sonra tüm elektrikler kapatıldı, her birimize ayrı el fenerleri verildi, gece hayvanların sesleriyle uyuduk, sabah uyandığımızda güzel bir kahvaltı bizi bekliyordu.
(makak) maymunları oldukça fazlaydı. Gün batımı Tambezi Nehri’nde ayrı bir güzellikte karşımızda duruyordu. Bizim için hazırlanan nehir balığından yediğimiz zaman farklı lezzetlere yolculuk yaptık. Değişik soslu fıstık ezmesi tadında ve bitkilerden oluşan salata ve meyvelerden yedik. Ateşin başında yediğimiz bu enfes akşam yemeği bizim için Viktorya Şelalesi’ne hoş geldin” yemeği oldu. Tatlı
İlk günümüzde araçlarla Zambezi Nehri’nin kıyısını takip ederek şelaleye ulaştık. Şelalenin döküldüğü derinlikten yukarı fırlattığı su parıltıları yerli halkın da
15
GEZİ
dediği gibi "gürleyen duman" kilometrelerce uzak tan bile görülebiliyordu. Şelaleye ulaştığımızda inanılmaz bir su debisi vardı. Bizim gördüğümüz bu durum suyun en yüksek olduğu mevsimdi. Çünkü dökülen suların oluşturduğu su damlacıklarından sürekli yağmur yağıyormuş gibi bir hisle karşı karşıya kalmamıza neden oluyordu. Viktorya Şelalesi, dünyanın en geniş şelalesi ünvanına sahip. 1.7 km. genişliğiyle, 120 metre yüksekliğiyle ve su debisiyle dünyanın harikaların-
bir gökkuşağı oluşuyor bu nerdeyse sürekli diyebileceğimiz bir şekilde, çünkü her gittiğimizde havada asılı duruyordu. Şelaleyi daha yakından görmek ve etraflıca dolaşmak için ayakkabılarımızı ve çoraplarımızı çıkartıp terliklerimizi giydik, üzerimize kalın ve uzun yağmurluklarımızı alarak şiddetli oluşan yağmur efektlerinin ve su damlacıklarının altında dolaşıp fotoğraflar çektik. İnanılmaz keyifli bir yer burası. Başka bir atmosferde suyun gücünü hissediyorsunuz. Suyun 120 metre yüksekten
dan birisi olarak kabul ediliyor ve UNESCO dünya mirası listesindedir. Zambiya ve Zimbabwe topraklarına dökülen sular birçok turistin buraya akın etmesini sağlıyor. Zambezi Nehri’nin etrafında birçok kamp ve otel inşa edilerek turistlere kalma imkanları sunulmuş, yanlış anlaşılmasın bu tür kamplar doğayı bozmadan ve kamufle edilerek hizmetlerine devam ediyorlar.Şelalenin döküldüğü alanda müthiş
düşerken çıkardığı sesi ve suyun heybetini kavrayabiliyorsunuz. Çağlayanın sesi birbirimizle konuşmamızı engelliyordu, sanırım burada sadece suyun dili geçerliydi. Çekebildiğimiz kadar fotoğraf çektik. Sağ olsun Faik Kaplan Bey hepimizin bir çok fotoğraflarımızı çekti, ben de herkesin yağmur altında ve yağmurluklarıyla fotoğraflarını çekmeye çalıştım.
16
GEZİ
Viktorya Şelalesi’ni bir gün sonra da ziyaret etmek üzere ayrıldık. Şelalenin yukarıdan fotoğrafını çekmek amacıyla helikopter için başvurduk, kişi başına 1 saatlik gezinin 300 dolar olduğunu söylediler kabul ettik, fakat 5 gün boyunca doluymuş, bu bizim başka alternatifler aramamıza neden oldu. İkinci günümüzdeki safari turunda Waterberg’ te göremeyeceğimiz kadar hayvan gördük. Etrafta kocaman ağaçlar ve ağaçların tepesinde oldukça fazla maymunlar, babunlar vardı. Ayrıca burada birçok fil de görme imkanımız oldu. Safari süresince gördüğümüz köylere de uğrayarak onların yaşamlarını fotoğraflıyorduk. Buralarda gördüklerimiz, aslında buralara gelerek komple bir köyün her türlü bakımını ve eğitim giderini karşılayabileceğimizi düşündürüyordu bize. Bu aslında zor bir şey olmamasına rağmen bu tür bir girişimin nasıl olabileceği konusunda bizde soru işaretleri oluşturdu. Yaşam alanları sadece topraktan yapılan evlerin içerisinde küçücük barınaklar, sanırım bizim gibi insanlar sadece geliyoruz ve bir kompozisyon öğesi olarak bunu görüp geri dönüyoruz, bu konuda keşke bir şeyler yapabilme şansımız olabilse. Gittiğimiz köylerdeki bir kaç aileye
17
verdiğimiz bir kaç dolar onları ne kadar idare edebilecek ki. Etrafta birçok çocuk gördüm ve bu mahzunların elleri, yüzleri, kıyafetleri yıkanmamış, kir içinde. İnsani bir dokunuş yapmak isteseniz bile hastalık geçme riski sizi frenliyor. Keşke dünya Zambiya ve Zimbabwe’ yi görüp gerçekten bir şeyler yapabilse. Çocukların ve kadınların hayat mücadeleleri, eminim ki bizim kadar buraya gelen herkesi derinden sarsmıştır. Safari turumuzdan sonra tekrar şelaleyi farklı açıdan görmek üzere Zimbabwe tarafına yöneldik. Zambiya ve Zimbabwe arasındaki köprüden, biraz daha yukarıdan ve farklı açılardan şelaleyi görüntületebiliyorduk. Birçok açıdan fotoğraflar çekerek helikopter arzumuzu törpülemeye çalıştık. Köprü yaklaşık 200 metre; yarısı Zambiya ve diğer yarısı da Zimbabwe’ de kalmakta. Çelikten yapılan bu köprü İngilizler tarafından 1905 yılında inşaatına başlanarak bitirilmiş. Dünyanın en büyük bungee jumping atlayışlarından birisi kabul edilen bu köprü yaklaşık 110 metre yüksekliğinde. Biz köprüden geçerken birçok batılı genç atlamak için sıra beklemekteydi. Faik Kaplan da sıraya girip atlamak istemesine rağmen ısrarlarımızla vazgeçirdik.
GEZİ
heyecanlandık ve hemen kabul ettik. Eşyalarımızı hemen toparlayarak nehrin kıyısında bekleyen küçük tekneye bindik.
Zimbabve’ ye kısa bir giriş yaparak bir kaç fotoğraf çektik. Zambiya’ ya kıyasla daha fakir ve zor şartlarda yaşayan bir ülke Zimbabwe. Afrika’nın dolayısıyla dünyanın kişi başına en az geliri olan ülkesi ...
Sürpriz şöyleydi; önemli misafirleri Sindabezi Adası’nda ağırlıyorlarmış. Biz de bu ilginç seyahatin değişiklik olacağını düşündük. Üçüncü gecemiz daha güzel geçecek diyerek tekneye bindik. Daha önce nehirde hiç seyahat etmediğimiz için önce tereddüt yaşadık. Çünkü nehrin kıyısında timsahlar,
Kampa erken döndüğümüzde bizi kampın müdürü Mozambikli aslen Fransız kökenli olan Rudy Boribon karşıladı ve bize bir sürprizi olduğunu söyledi. Biz de sürprizin ne olduğunu öğrendiğimizde çok
18
GEZİ
su aygırları oldukça saldırgan duruyorlardı. Rehberimiz bize bunların sadece kıyıda yaşayabildiklerini, nehrin iç kısımlarına gidemedikleri için bize zarar veremeyeceklerini söyledi. Biz de buna istinaden can yeleklerimizi giyerek yolculuğumuza başladık. Zambezi Nehri hakikaten bu konuda çok tehlikeli ve bu konuyla ilgili yaşanmış bir çok hikayeye sahip. Su aygırları su yüzeyinde durabiliyorlar, maazallah kazara tekneye çarptığın da tekneye zarar verebileceğini düşündük, fakat rehberimiz bizim rahat olmamızı söyledi. Tekneyi kullanan rehberimizin vücudunda birçok kesik görünce kesiklerin nedenini sordum. Daha önce timsah avcısı olduğunu söylüyordu. Etrafta gördüğümüz su aygırlarının fotoğraflarını çekerek ilerliyorduk, nehrin kenarında gördüğümüz birçok filin de fotoğraflarını çektik. Gün batmadan önce yaklaşık 30-40 dakikalık bir nehir yolculuğundan sonra Sindabezi Adası’na ulaştık. Bizi karşılayanlar rehbere tekneyle ana kampa gitmesini söylediler ve koca adada yalnız kaldık. Yaklaşık 1.5 km çapındaki adanın, büyük ağaçlardan mütesekkil ve kırık dalları göze çarpan
19
ıssız bir görünümü vardı. Adada ayrıca bizim kampa ait 6 adet çadır görülüyordu, ince taneli kumlara basarak adaya çıktık. Gün aydınlık olduğu için ilk başta pek ürpermedik, bizi karşılayan görevliler her birimize ayrı çadırlar verdiler. Fakat Faik Çelik ile Faik Kaplan bir arada kalmak için tek çadır istediler. Ben kendi çadırıma gittiğimde etrafta birçok hayvan ve ıssız bir ortam görünce hemen geri dönüp çadırımızın Ertuğrul Kaplan’la birlikte Faik Beylerin çadırına yakın bir yerde olmasını istedim. Çadır değişiminden sonra adanın ortasında yakılan ateşin etrafında toplandık. Görevliler bize bilgi vereceklerini söyleyerek şunları ifade ettiler: “Gece fillerin adaya geldiğini, çadırdan çıkmamamızı ve dikkatli olmamızı anlattılar, yemeği yedikten sonra herkes çadırlarında oturabilir” dediler. Biz ilk başta şaka yaptıklarını zannettik. Çünkü filler adaya nasıl gelecek diye konuşurken etraftan ağaç dallarının çıkardığı sesler gelmeye başladı. Yapılmış olan yemek hazırlığı vs. her şey toparlandı. Görevliler bizi çadırların ortasında olan kocaman bir ağacın üzerine yapılan sedir tarzı yere çıkardılar. Filleri görünceye kadar bunun hala bir şaka olduğunu zannediyorduk. Çünkü daha önce böyle bir mizansen Kenya’ da Masai Mara’ da başımıza
GEZİ
gelmişti. Ama şaka olduğunu sonradan anlamıştık. Oysa buradaki tamamen gerçekti. Kocaman 2 fil çadırların etrafında olunca ister istemez huzurumuz kaçtı ve yiyeceğimiz yemeği de tam manasıyla yiyemeden fillerin gitmesini bekledik. İlerleyen saatlerde filler farklı alanlara gidince biz de ağaçtan inerek hemen çadırlarımıza geçtik. Uyumak ne mümkün korku başa bela misali, ha geldiler gelecekler diye ben hep teyakkuzda bekledim. Gece 2-3 gibi bir fil bizim çadıra doğru dalları savurunca kalktım ve öylece kaldım. Faik Beylerin çadırına da filler hortumunu vurunca bizimkiler hemen kıyafetlerini giymişler ve hazır kıta beklemeye başlamışlar ne olur ne olmaz diye. Tabii bu arada çadırlarımızdan çıkamıyorduk, gün ışıyınca fillerin
ayak izleri çadırlarımızın etrafında oldukça net görünüyordu. Sabahın ilk ışıklarında bizim için kahvaltı hazırladıklarını söylemeye gelen görevliye Rudy'e ulaşıp bizi buradan aldırmasını söyledik, bir daha da adada kalmayacağız diyerek başımıza gelen olaylarla beraber sitemlerimizi ilettik. Kahvaltımızı burada yaparak gelen tekneyle ana kampa geçtik. Burada yaşadığımız maceralar sonradan bizim için güzel sohbet konusu oldu. Sonraki günlerde ana kampta kalarak bu tür bir şeye mahal vermedik. Son günümüzde öğlen yemeği için bizi "Livingstone island" dedikleri ve şelalenin döküldüğü yer olan adada ağırladılar. 120 metrelik yüksekliğin en uç
20
GEZİ
noktasında bulunan bu adada adrenalin en doruktaydı. Gerçekten burası bizi çok mutlu etti. Etrafta "gürleyen duman" gölgesinde çektirdiğimiz fotoğraflarla birlikte, görevlilerin şelalenin döküldüğü yerin fotoğraflarını bize çektirmek için gösterdikleri gayretten ziyadesiyle memnun olduk. Bizim için hazırlanan sofra ve balıklar da ayrı bir güzellikteydi. Buradan ayrılırken Zambezi Nehri’ne, Livigstone’a ve bu harika topraklara tekrar gelmeyi umut ediyoruz. Ben ve Faik Kaplan Lusaka’ya gitmeye karar verdik. Faik Çelik ve Ertuğrul Kaplan da Johannessburg’ a dönüp orada alışveriş yapmak istediler. Neticede biz yine küçük pervaneli bir uçakla Lusaka’ya gitmek üzere havaalanından yola çıktık. Lusaka’ ya ulaştığımızda, bookingten ayarladığımız ve gördüğümde şaşırdığım daha önce Hindistan’da otellerinde kaldığım "Taj Mahal" otelinin görevlileri bizi karşıladı ve otele gittik. Otele yerleştikten sonra Lusaka turu atmak üzere otelimizden yalnız ve yaya bir şekilde ayrılarak etrafın bol bol fotoğrafını çektik. Gördüğümüz pazarlar ve hareketlilik bizim için bulunmaz bir kompozisyondu. Eski demiryolu rayları ve bu raylar üzerinde oturan insanlar genel Afrika görüntüsünü anlatıyordu bize. Pazarlardaki canlılık dinamik Afrika’yı ifade ediyordu. Şehrin işlek caddelerinden birinde gördüğümüz bir caminin fotoğrafını
21
çekmeye çalışırken bize mani olanlara müslüman olduğumuzu söyleyerek müsaade istiyorduk. Camiden aldığımız bir kaç kareden sonra şehrin merkezinde eski turistler için yapılan köye gittik. Burası yöresel ve el emeği ile yapılan hediyelik eşyalarla doluydu. Buradan biraz hediye alarak tekrar şehrin ilginç olan yerlerine gitmek üzere yola çıktık. Lusaka’ da ayrıca büyük bir de alışveriş merkezi mevcut. Birçok dünya markasını burada görmek mümkün. Etrafta oldukça fazla Avrupalı beyaz var bunu rahatlıkla görebiliyorsunuz. Ama maalesef Zambiya ve Zimbabwe’ de henüz bizim büyükelçiliklerimiz yok. Umarız buralarda da yakın zamanda büyükelçilik açılır ve THY buralara seferler düzenler.Dönüşümüz yine Johannesburg’ tan oldu ve memleketimize 12 günlük bir gezimizden sonra ulaştık. Bu gezide çektiğim fotoğraflar umarım sizi oralara götürecek kadar güzel olmuştur...
Özkan Özipekliler
GÜNDEM
ozkan@sedef.com.tr
Zeytin mucizesi... En iyi sofralık zeytin Gemlik Trilye sahil bandında yetişir. Marmara denizinden esen rüzgardan mıdır, yağan yağmurdan mıdır, bilinmez. Gemlik körfezinde yetişen sofralık zeytinin yerini başkası tutmaz. Zeytinler danenin siyahlaştığı, et kısmının menekşe mor renk aldığı zaman hasat edilir. Zeytinin hasadı elle toplanarak veya sırıkla ya da makineyle ağacın silkelenmesiyle yapılır. Ağacı silkelerken dalları incitmemek gerekir. Nedendir bilinmez zeytin ağacı, bir yıl bol ürün verirken, arkasından gelen yılda adeta dinlenir ve verimi azalır. Sonuçta, bir yıl çok, bir yıl az ürün verir. Buna bilimde Periyodisite halk arasında var yılı ve yok yılı denir. Salamura sele gibi işlemlerle acı suyu uzaklaştırılan zeytin ile ulaşamadığımız oleuropein, zeytin yaprağı içerisinde bulunmaktadır. Zeytin yaprağı çay olarak tüketildiğinde vucuda alınan oleuropein elenolik aside dönüştürülür. Elenolik asit, vücüttaki mikroplara ve bakterilere savaş açar. Vücudun bağışıklık sistemini kuvvetlendirir , kansere karşı dirençli olmasını sağlar. Zeytin yapraklarındaki antioksidan madde C vitaminindekinden 5 kat daha fazladır. Zeytin yapraklarında, zeytin yağında bulunan kimyasal bileşiklerin aynıları kalorisiz olarak bulunmakta dır. Zeytinin, tekniğine uygun olarak fermantasyona tâbi tutularak; ya da laktik asit veya katkı maddeleri ilave edilerek; yahutta, su içerisinde bekletilerek, acılığı giderilir. Piyasaya sunuş şekillerine göre zeytin; sele, teneke , salamura , fason grek, hurma, kalamata usulü, kırma, çizik, karışık, salata zeytin olarak isimlendirilir. Salamura yönetminde zeytinler sulanıp yıkanır ve plastik tanklara yada beton depolara dökülür. Üzerine %10 tuzlu su ilave edilir. En hızlı ve lezzetli şekilde sofralık siyah zeytin işleme yöntemidir. Kalamata yöntemi salamuraya benzer yeşil zeytinlerin çizildikten sonra tuzlu su dolu tanklarda acı suyunu bırakması beklenir. Sele lezzetli bir siyah zeytin işleme türüdür. Sele yada çuval içerisine bir kat zeytin bir kat parça tuz döşenerek yapılır. Sele kapları bir kaç günde bir acı suyunu akıtmak için ters yüz edilir. Yağ oranı yüksek gemlik zeytinini az tuzla işlemek için yapılan yöntemdir. Teneke zeytin yönteminde zeytinler ağzı kapalı tenekelerde bekletilir. 10 kg zeytin 1 kg orta irilikte tuz ile birlikte , 1 kg zeytinyağı eklenir ve tenekenin kapağı hava almayacak şekilde kapatılır. Tenekeler serin bir yere konularak 2-3 günde bir alt üst edilir. Zeytinlerin acılığı tuzun oluşturduğu osmoz ve kapalı kapta ki fermantasyonla kısa sürede kaybolur. En az tuzlu ve pahalı siyah zeytin işleme yöntemidir. Çiğnenmeden yutulduğu takdirde sindirim sistemi, zeytini olduğu gibi dışarı atmaya çalışır. Çünkü zeytinin dışındaki ince zarını mide eritemez, bu nedenle çiğnenmelidir. Ama zeytin çekirdeğinin boğaz boşluğundan mideye inene kadar eridiği, bilimsel çalışmalarda tespit edilmiştir. Hazmı en kolay olan yiyecek maddesi zeytin çekirdeğidir. Zeytin çekirdeğinin içerisinde zeytini mucizevi yapan tüm özellikleri içinde barındırıan koyu bir sıvı bulunur. Mide özsuyu zeytin çekirdeğini çok kısa bir sürede parçalayarak bu saf, şifalı sıvıya ulaşır ve geriye kalan posa ise bağırsakları onararak rahatlatır. Midesinde yanma olan kişiler, zeytin çekirdeğini yuttuktan sonra rahatladıklarını ifade etmişlerdir. Peygamberimizinde zaman zaman zeytin çekirdiğini yuttuğu ifade edilir. Zeytinyağı, zeytin meyvesinin katkısız , tamamen doğal suyudur. Tıpkı portakalı sıkıp suyunu içebildiğimiz gibi zeytini de sıkıp yağ olarak kullanıyoruz. Diğer yağlardan
farkı da buradan gelmektedir. İklim, zeytinağacının yetiştiği bölge, zeytinin toplandıktan sonra sıkılana kadar bekletilmesi, zeytinin erken veya geç toplanması, zeytinin her yıl renk , koku ve tat açısından değişiklik göstermesi, zeytinin sıkımında kullanılan yöntemler zeytinyağının tat açısından farklılık göstermesine neden olur. Farklı bölgelerin farklı asit oranındaki yağları farklı tatlara sahiptir. Isı ve ışık zeytinyağının düşmanlarıdır. Zeytinyağı farklı kokulardan da çok çabuk etkilenip bozulabilir. Zeytinyağı ışık almayan, serin ve kokusuz bir ortamda cam, seramik veya teneke kutularda saklanabilir. Zeytinyağının kızartmaya en uygun yağ olduğu bilimsel araştırmalarla kanıtlanmıştır.Zeytinyağı yüksek ısıya daha dayanıklı bu yüzden kızartma yağı olarak daha sağlıklıdır. Diğer yağların aksine tekrar tekrar kızartma işlerinde kullanılabilir. Rafine yada riviera olarak adlandırılan , kimyasal metod ile üretilen zeytinyağı kızartma işlemine uygun olan zeytinyağıdır. Fakat salata ve yemekler için en iyi zeytinyağı kimyasal yöntemlerle değil de doğal olarak sıkma yontemiyle üretilen katkısız sızma olanıdır. Zeytinyağı inek sütüne katıldığında anne sütüne yakın özellikler gözlenir. E vitamini ve oleik asit içerdiğinden gebe ve emziren annelere yararlıdır. Zeytinyağı ile beslenen annenin sütü verilen bebeğin beyin ve sinir sistemi daha sağlıklı gelişir. Zeytinyağı kansere karşı hücreleri korur. Sabah kahvaltıdan önce alınan 1 veya 2 çorba kaşığı zeytinyağı sindirim sistemi rahatsızlıklarına iyi gelir. Gastrit ve ülsere karşı korumada etkin yardım sağlar. Zeytinyağı; yanmayı giderici ve yumuşatıcı özellikleriyle cilt rahatsızlıklarında merhem olarak da kullanılır. Ciltteki kırışıklıkları önler , sivilceleri azaltır, deriyi yumuşatır. Saçlara parlaklık verir . Saç dökülmesini önler. Romatizma yada adale incinmelerinde yumuşatıcı olarak fayda sağlar. Zeytinyağı yüksek tansiyonu düşürür. Kan şekeri seviyesinin düşmesine yardım eder. Safra taşı oluşum riskini azaltır. Dalakta taş oluşumunu önler. Sarılığa ve karaciğer sancılarına iyi gelir. Yaşlanmayı geciktirir. Hayvansal yağların aksine zeytinyağı kalp krizi riskini azaltır. Kalp dostudur. Ağızda çalkalandığında ,dişlerin beyaz olmasını sağlar,diş etlerini korur, diş çürümelerini önler. Mutfakları zeytinyağlı yemekleri ile ünlü akdeniz ülkeleri insanları sıcak kanlı , cana yakın kimselerdir. Zeytin yaşam kültürüdür. Fidanın dikiminden hasata kadar üretimi bir şölen , masaya sunuluşundan zeytinyağlı yemeklerin hazırlanışına kadar tüketimi ayrı bir şölendir. Zeytin nasıl kapkara ise zeytinin sıkılmasıyla elde edilen , yağların en kıymetlisi ve en sağlıklısı olan zeytinyağı da altın rengindedir. Altın bugün için önemli bir yatırım aracıdır. Bununla beraber tüm dinlerin ortak olarak övgü ile değindiği , insanoğluna sayısız katkılar sunan, zeytin ve zeytinyağı da henüz yeterince kıymeti bilinmeyen ancak geleceğin muhtemel yatırım aracıdır Zeytinyağı rengindeki altın yerine kara fakat mucizevi bir ürün olan zeytin ve altın renkli zeytinyağına yatırım yapın sağlık bulun. Zeytin kültürü edinin. Bol zeytinli rüyalar temennisiyle dertlerimiz zeytinyağı gibi hafif olsun. Hayatta karşılaştığınız en karanlık olaylar bile zeytin gibi hayırlara vesile olsun. Tanıştığınız en karanlık kişiler bile zeytin gibi verimli ve faydalı olsun. Yaşamınız zeytinyağı gibi parlak ve ışıltılı olsun. Dostluklarınız zeytin ağacı kadar uzun ömürlü olsun.
22
Prof. Dr. Bekir Parlak
Uludağ Üniv. Yönetim Bilimleri Anabilim Dalı Bşk. bparlak21@gmail.com
AKADEMİK KÖŞE
Deprem gerçeği ve Türkiye... Deprem Türkiye’nin bir gerçeği. Kıtalararası geçiş koridoru oluşturan Anadolu yarımadası bulunduğu coğrafyada sahip olduğu jeolojik, jeofizik ve topoğrafik özellikleri itibariyle dünyanın önde gelen deprem bölgelerinden biri durumunda. Deprem, bu toprakları ve üzerinde yaşayanları yüzyıllar boyunca acılara boğmuş, nice insanın canına mal olmuştur.
insanları depreme karşı, tıpkı düşmana karşı olduğu gibi daima uyanık ve hazırlıklı olmak zorunda. Türkiye’de, depreme meyilli 15 bin km uzunluğunda canlı fay hattı mevcut. Bu fayların ana kolları, ülkemizi bir uçtan bir uca adeta ahtapot gibi sarmakta. Bilhassa Kuzey Anadolu Fay Hattı doğu sınırımızdan Çanakkale vilayetimize kadar kalın bir yay çizerek Anadolu’yu bir baştan bir başa katetmektedir. Kuzey Anadolu Fay Hattı içinde İstanbul, Bursa, Kocaeli, Sakarya, Erzincan, Balıkesir ve kısmen Samsun gibi büyük ve ekonomimizin can damarlarının attığı vilayetler yer almakta. Bu fay hattıyla birleşen ve bir ucu Van, diğer ucu Hakkari’den çıkan bir fay hattı da soluğu Hatay’da almakta, bu hat üzerinde Bingöl, Muş, Bitlis, Elazığ, Malatya, Adıyaman ve Osmaniye vilayet topraklarını boydan boya geçmektedir. Diğer taraftan deprem bakımından en şanssız bölgelerimizden olan Ege Bölgesinde, Antalya’nın kuzeyinden Eskişehir’in batısına kadar çizilen hattın batı kısmında kalan neredeyse tüm İç ve Kıyı Ege vilayetleri mizi deprem sarmalı adeta esir almaktadır. Bu sayılan bölge ler birinci ve ikinci deprem bölgeleridir. Deprem den uzak gördüğümüz beşinci ve dördüncü bölgeler, Anadolu topraklarında büyük bir yer tutmaz. Kaldı ki, bu bölgeler içinde yer alan Karaman, Konya ve kısmen Ankara vilayetlerimizde can kaybına neden olmasa da depremlerin yaşandığı, özellikle son zamanlarda buna daha çok rastlandığı bilinmektedir.
Geçmişte yaşanan büyük çaplı depremleri bir yana bırakıp, sadece yüz yıl öncesinden bugüne bakacak olursak; 1903 yılından günümüze, hasara sebep olan 130 depremde 110 bin canımızı kaybettik. Yüz binlere varan sayıda yaralı ve sakat kalan insanımız oldu. Binlerce çocuk yetim ve öksüz kaldı, bir o kadar ana-baba da evlatsız... Bu depremlerde 2 milyon evimizi kaybettik. Yine milyonlarca ev hasarlı veya oturulamaz duruma geldi. Son yüzyıl içinde depremlerde yaklaşık olarak her yıl ulusal gelirimizin yüzde 1’ini yitirdik. 1999 Gölcük ve Düzce depremlerinde ulusal gelirimizin yüzde 15’e yakın bir bölümü birkaç dakika içinde yok oldu. Anadolu’da yaşanan bazı depremler çok ağır faturalar ödetti bize. 1939 yılında Erzincan’da meydana gelen depremde 60 saniye içinde 33 bin vatandaşımızı kaybettik. Bunun bir benzerini 1999’da Doğu Marmara’da (İzmit, Gölcük, Adapazarı, Yalova, Düzce) ve 2011’de Erciş ve Van’da yaşadık. Binlerce insanımızı toprağa verdik. Binlercesi de bedenen ve ruhen yaralı kaldı. Acıları dindirmek de, depremin izlerini silmek de kolay olmadı. En son yaşadığımız büyük deprem olan Erciş-Van depremi bir kez daha bize gösterdi ki, bu toprağın
O zaman tüm ülke olarak ve her birimiz birey olarak başımızı dövmeden, başımızı iki elimizin arasına alıp
23
AKADEMİK KÖŞE
depreminin, 50 bine yakın can kaybına yol açacağı, bunun yanında 100 binin üzerinde insanımızı yaralı ve sakat bırakacağı, 40 bin civarında binaya ağır hasar vereceği 2 milyona yakın vatandaşımızın evsiz kalabileceği, 1 milyon kişini işsiz kalacağı ve fiziksel hasarın maddi boyutlarının 100 milyar dolara ulaşacağı hesaplanmaktadır. Bu hesaplamaların üzerinde kayıpların olabileceği de düşünülmektedir. Bir gerçekle karşı karşıya olduğumuz ayan beyan ortadadır. “Depremde yaşamak istiyorsak depremle yaşamayı” öğrenmeliyiz. Esasında bizi yıkan deprem değil, depreme hazırlıksız olmamızdır. Üstelik bu topraklarda olan afet sadece depremlerle de sınırlı kalmıyor. Torak kaymaları, sel baskınları, orman yangınları, kuraklık ve çölleşme, çığ ve yıldırım felaketleri gibi diğer doğal afetlere de maruz kalmaktayız. Bunların yanı sıra teknolojik afetler dediğimiz kimyasal ve endüstriyel kazalar, uçak kazaları, demiryolu afetleri, gemi kazaları da yaşanmaktadır. Öyleyse deprem başta olmak üzere tüm bu afetlere yönelik bütünsel, kapsamlı, gerçekçi ve güncel bir afet yönetimi planına sahip olmamız ve bunu yeri geldiğinde disiplinli bir şekilde uygulamamız lazımdır.
dikkatlice düşünmeliyiz. Depremden kaçmak, depremi engellemek mümkün değilse ne yapmalı? Tabii ki cevabı bellidir bu sorunun: “Depremle birlikte yaşamayı öğrenmek”. Bunun açılımı şudur; depreme hazırlıklı olmak, binalarımızı sağlam yapmak, deprem öncesi, sırası ve sonrası aşamalarda nelerin yapılması gerektiğini iyi planlamak, bunları sırası geldiğinde disiplinle uygulamak, insanımızı bu konuda eğitip bilinçlendirmek, imar ve yapı konusundaki resmi prosedürleri ciddiyetle ve manipüle etmeden uygulamak, kentlerimizdeki depreme dayanıksız yapıları yıkarak yeni ve dayanıklı binalar inşa etmek, bu alanlarda yetkili ve sorumlu olan kamu görevlilerinin görev ve mesuliyetlerini en iyi şekilde yerine getirecekleri tedbirleri almak, denetim konularında taviz vermemek ve diğer gerekli önlemleri zamanında almak. Bütün bunları yaparken iki yol takip etmemiz gerekir.: İlki kendi geçmişimizden ders çıkarmak. İkincisi de, depreme hazırlık konusunda bizden çok daha ileri olan, yani geçmişlerinden gereken dersi iyi alıp bunları hayata geçiren ülkelerden örnek ve destek almak. Bunun için vakit geçirmeden çalışmalara başlamamız ve durup usanmadan hazırlıklarımızı yapmamız elzemdir. Halen ülkemizde büyük depremler beklenmekte ve bu konu zaman zaman hararetli tartışılmalara sebep olmaktadır. Muhtemel bir İstanbul
Türkiye’nin önünde afete hazırlık için önemli bir fırsat var. Bu fırsat, kamuoyunda “kentsel dönüşüm” yasası olarak bilinen, “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştü-
24
AKADEMİK KÖŞE
yeniden yapma ya da sağlamlaştırma yöntemleriyle depreme hazırlıklı kılınmalıdır.
rülmesi Hakkında Kanun” dur. Bu Kanun geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanımız tarafından onaylanmıştır. 16 Mayıs 2012 tarihinde TBMM’de kabul edilen 6306 sayılı kanun, Türkiye için tarihi bir fırsata dönüştürülebilir. Afet riski altındaki alanlar ile bu alanlar dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde, fen ve sanat norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere iyileştirme, tasfiye ve yenilemelere dair usul ve esasları belirlemeyi amaçlayan bu kanun, yerli yerince uygulandığında depreme dayanıksız kentsel çöküntü alanlarındaki yaklaşık 10 milyon konutu sağlıklı ve depreme dayanıklı hale dönüştürmüş olacağız. Maddi çerçevesi yaklaşık 400 milyar dolar olan ve 15 yıla yakın bir zaman diliminde uygulanacak bu büyük dönüşüm, ülkemizde afet riski altındaki dayanıksız yapıları yeni ve sağlam yapılarla dönüştüreceği gibi, aynı zamanda kentlerimizdeki sağlıksız koşullarda bulunan gecekondu bölgelerinin ve kentsel bozulma ve yıpranmanın yaşandığı alanların sağlıklı, estetik ve düzenli bir görünüme kavuşturulmasına da hizmet edecektir.
Vatandaşlarımızın afet eğitimi de depreme hazırlığımız açısından çok önemli bir çalışmadır. Bu çalışma içinde örgün eğitim, yaygın eğitim, mesleki eğitim, hizmet içi eğitim ve halk eğitimi yollarıyla bir toplumsal bilinçlenme seferberliği başlatmamız, olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Eğitimlerin uygulamalı olarak yapılması ve tekrarlanması kalıcılığını devam ettirir. Depreme hazırlığımız, kişisel bazda ve ev hazırlığı, bina ve site hazırlığı, semt ve kent hazırlığı ile toplumsal hazırlık boyutlarıyla planlanmalıdır. Bu planlar, afet öncesinde, afet sırasında ve sonrasında olarak zaman boyutlu programlara uyarlanmalıdır. Ayrıca hem bireysel ve grup bazında, hem de toplumsal bazda, sivil, özel ve kamu sektörlerinin konum ve sorumluluklarını içeren geniş kapsamlı bir hazırlık gerçekleştirilmelidir. Doğal afetler, yeryüzünün ve yaşamın bir gerçeği olarak in sanoğlunu tehdit etmeye devam edecektir. Afetler den mümkün olduğunca en az düzeyde etkilenme ve afet sonrasında hayatın en kısa sürede normale dönmesi, yine insanoğlunun elindedir. Büyük felaketler, insanı derinden etkilemekte ve yıllar boyunca giderilemeyen silinmesi zor yaralar açmaktadır. Etkileri büyük çaplı felaket yaşayan insanların psikolojik olarak normale dönmesinin çok kolay olmadığı bilinmektedir. Uzmanların belirttiğine göre aradan geçen uzun yıllara rağmen insanlar depremin etkilerini üzerlerinden atamamaktalar. Örneğin; on katı asansör kullanmak yerine yürüyerek çıkmayı tercih edenler, iç çamaşırı ya da mayo ile duş alanlar, ya da sırf üst katlarda oturuyor diye arkadaşlarını ziyarete gidemeyen depremzedeler gözlenmektedir. Deprem acıları bunu yaşayanların zihinlerinden silinmemekte ve onlara kabuslar yaşatmaktadır. Bu acıları bir kez daha yaşamamak için her birey ve kurum, üzerine düşeni en iyi şekilde yapmanın sorumluluğunu taşımak zorundadır. Yarınlarımızın, bugün yaptıklarımıza ve yapamadıklarımıza bağlı olduğunu bir kez daha hatırlayalım.
Toplam konut stoğu 20 milyon olan ülkemizde, bunun 5 milyonluk kısmı 1999 depreminden sonra inşa edilen ve ilgili mevzuata uygun olan yeni ve sağlam binalardır. Yine yaklaşık 5 milyonu aşkın konut, depreme dayanıklı haldedir. Kalan 10 milyon konut bu dönüşüm hareketi kapsamındadır. Öncelikli olarak İstanbul, Bursa, İzmir, Kocaeli ve Sakarya gibi deprem riski yüksek, nüfus ve ekonomik güç itibariyle büyük olan vilayetlerimizden başlayacak olan kentsel dönüşüm, Türkiye’de kentsel alanlardaki fiziki yapının depreme hazır hale getirilmesini sağlayacaktır. Bunun için çalışmaların hemen başlaması, hızlı bir şekilde ve aksamadan yürütülmesi, böylelikle olası depremleri yaşamadan insanlarımızı ve kentlerimizi koruma altına almamız beklenir. Yukarıda da değinildiği gibi salt bu uygulamayla depremler başta olmak üzere afetlere hazırlıklı olmamız da mümkün değildir. Konutların yanı sıra tüm kamu binaları, fabrikalarımız, ulaşım artellerimiz üzerindeki yol, köprü, viyadük, tünel ve diğer unsurlar ve stratejik tesislerimiz de deprem ve afet riskleri yönünden fenni olarak detaylıca ve reel bir şekilde incelendikten sonra, yıkıp
25
Yılmaz Ekinci yekinci07@hotmail.com
SERBEST KÜRSÜ
PETROL, UYGARLIĞIN KOORDİNATLARI VE
MÜSLÜMANLARIN YENİDEN UYANIŞI
Bir zamanlar dünyada ticaret denince Araplar ve bu ticareti gerçekleştiren Arap bezirganları akla gelirdi. Çölün getirdiği yokluk duygusu, Arapların gözünde ticareti ölümsüz kılmıştı. Araplar bunda haksız da değillerdi. Uzak diyarlardan gelen mallar hem güvenliği hem de zenginliği doğurmuş. Kurulan panayırlar, yol güzergahları ve bazı aylarda çatışmazlıkların ilanı (haram aylar) vb. olgular ticaretin gelişmesine sebep olmuş. Araplar ve Ben-i İsrailoğulları dünyada ticaretle uğraşan yegâne iki millet iken, bugün ne yazık ki Araplar üretici özelliklerini petrol sayesinde yitirmiş durumdadırlar. Ben-i İsrailoğulları ise Araplardan farklı bir strateji izleyerek bugün neredeyse dünya ticareti onlardan sorulur haldedir. Bir zamanlar Arapların ticaret ile uğraşmaları onlara parlak bir medeniyet ve İslam güneşinin geniş bir coğrafyaya yayılmasına sebep olduğu bilinen bir realitedir.
İslam dünyasına ilişkin gelişmelere bakıldığında 19. yüzyılın Batı uygarlığı için heyecanlı ve devrimci bir çağ, İslam alemi için ise suskun ve durağan geçtiği bir çağ olduğu söylenebilir. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra İslam alemi için beklenen gelmiş fakat arzulanan gerçekleşmemişti .Ufukta görülen güneş, Kaf Dağı’nın ötelerinde sönük bir halde ve müslümanları uyandırmaktan uzaktı. Müslüman coğrafya da durum bu iken, 80’li yılların sonraları 90’lı yılların başlarında Doğu bloğunun(sosyalist ülkeleri) çökmesi ve şeytanın yenilmiş olması Batılıları fazla sevindirmeyecekti. Çünkü; Batının yeni bir şeytana ihtiyacı vardı. Batı yeni bir şeytan icat etmekle gecikmedi. İstenilen şeytan bulunmuştu: İslam!.. 11 Eylül’de kulelerin çöküşü ile İslam’a yeni bir damga vurulmuştu. İslam, ‘bulaşıcı’, Müslümanlar ise ‘şeytani’(!) yaratıklardır. Bilgi kirliliği ve enformasyonist cehalet, bütün bir Batıyı rehin aldı. Batı artık İslam’ı tanımak, bilmek istemiyordu. Topyekun bir savaş açılmıştı; sahrada, Hindikuş dağlarında, Irak çöllerinde ve dünyanın her yerinde. Bu savaşta bir yanlışlık vardı. Her şey tersyüz edilmişti. Zerdüşt’ün dili ile söylersek her şey iyilik ile kötülük arasında cereyan ediyormuş gibi gösteriliyordu. Düşman, her yerde görünmezlik kisvesine bürünmüştü. Hakikatın somutluğu karşısında yalanın sanallığı Batı medyasında kendisine rahatça yer bulabiliyordu. Batı elindeki bütün gücünü enformatik süreçlere bağladı ve geniş kitleleri bu yalana tutsak etti. Ne de olsa İsrafil’in suru onların elinde idi: Medeniler ve vahşiler, yerliler ve yabancılar, onlar ve ötekiler… Ötekiler, Batının gözünde ‘efsel-i safilin’ idiler. Efseli safilin’in Eşrefül mahlukat’a dönüşmesi için gerçeğin üzerinden birilerin örtüyü çekmesi gerekiyordu. Onlara Allah’ın açık delili geldiği halde yalanda ısrar etmeleri
Müslüman tüccarlar, Arap yarımadasından çıkıp Doğu’ya; Çin seddine, Endonezya adalarına, Batı’da; Sicilya, İber Yarımadasına, Kuzey’de; Rus steplerine ve Güney’de ise Afrika çöllerine kadar gitmeleri, İslam’ın geniş bir alana yayılmasına etki etmiş. Petrolün ekonomik bir değer olarak öne çıkışı Arapların ticari kapasitelerini öldürmüştür. Bir zamanlar Müslüman Araplar dünyada ticarette en başarılı insanlar iken bugün tüketim fetişizmi tarafından adeta kuşatılmış durumundadırlar. Petrol kuyuları, Araplara uygarlığı değil esareti getirmiştir. Arapların diğer milletlerle olan temasları petrol sayesinde ne yazık ki geriye gitmiştir. Bir zamanlar sosyal yaşamda konforu, sanatta estetiği ve bilimde hakikatin temsilcisi konumunda olan Araplar, bu gün ne yazık ki tüketim toplumun bir parçası olmuşlardır.
26
SERBEST KÜRSÜ
simülasyon çağın alameti olarak görmek gerekir. Fakat, “güneş balçıkla sıvanmaz” gerçeği ortada iken kıyamın sesleri, Mağrip’te yükselmeye başlamıştı bile. Mağrip’teki devrimin sesi ve yayılma frekansı, herhalde daha Arapları çok sarsacağa benziyor. Bu durumun Müslümanlar için büyük bir uyanış, diğer halklar içinse küçük bir meşale olacağını, şimdiden söylemeyi mübalağa etmiş olmayız.
tezimizi ilginç kılmaktadır. Tarihte ne Kuzey’in ve ne de Güney’in büyük çaplı siyasal hareketlere ve teknolojik gelişmelere beşiklik etmediğini kolaylıkla ifade edebiliriz. Bazı istisnalar dışında hiçbir hareketin kuzeyden güneye veya güneyden kuzeye doğru olmadığını da biliyoruz. 1980’li yıllardan sonra Doğu Blok’unun çözülmesiyle birlikte 50. kuzey enleminde bu fay hattının kırıldığını görmekteyiz. Kuzeyde vuku bulan “ Turuncu Devrim” bu bölgede demokratikleşmeye, sivilleşmeye, serbest piyasanın oluşumuna ve benzeri süreçlerinin tetiklenmesine ve siyasal yapıların el değiştirmesine neden olduğu görülmektedir. Buna karşılık, 30. enlem kuşağında yer alan, özellikle Müslüman ahalinin yoğun bulunduğu koordinatlarda diktatoryel devletlerin hüküm sürdüğü ve Batılı güçler tarafından korunduğunu görmekteyiz. Kuzeydeki devinim devam ederken güneydeki sessizliğin uzun sürmeyeceği belliydi. Biriken enerjinin açığa çıkması için bir kıvılcımın çakılması yeterliydi. Bu kıvılcım Akdenizin güneyinde, kıyı şeridinde çakıldı. 2011 yılının şafağında, Müslüman ahalinin yoğun yaşadığı yerlerde domino etkisini gösterdi. Müslüman halklar tarihe meydan okuyarak önce Tunus, sonra Mısır, Libya, Cezayir, Yemen, Suriye ve Bahreyn gibi ülkelerde kıyama kalkıştılar. 50. kuzey enleminde sonra 30. enlem üzerinde fay hattının da kırıldığını görmekteyiz. Kimi sosyologlar bu duruma Westfalya Anlaşmasının ve ulus-devlet organizasyonunun çöktüğü iddiasındadır.
UYGARLIĞIN KOORDİNATLARI Uygarlığın gelişip serpiştiği coğrafi koordinatlara baktığımızda en bereketli toprakların Akdeniz Havza’sı olduğu görülür. Akdeniz Havza’sında yeşerip, dünyanın diğer tarafına yayılan çeşitli uygarlıkları görmekteyiz. Mezopotamya uygarlığı, Mısır uygarlığı, Eski Yunan uygarlığı, Roma uygarlığı bu coğrafya orijinli olup, buradan dünyanın diğer taraflarına yayılmışlar. Uygarlığın dünyadaki dağılım koordinatlarına baktığımızda, 20. kuzey enleminin biraz yukarısında (yengeç dönencesi) başlayıp, 50. kuzey enlemin biraz aşağısında bittiğini görmekteyiz. İklimsel özellikler, bitki çeşitliliği, insan popülasyonunun zenginliği, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının bolluğu ve farklı uygarlıkların bu bölgede olmaları bu tezimizi haklı çıkarmaktadır. Dünya tarihi incelendiğinde, genellikle insanoğlunun yeryüzündeki büyük yürüyüşünün Doğu’dan Batı’ya veya Batı’dan Doğu’ya doğru olduğu görülür. Örneğin Perslerin, Hunların, Türklerin ve benzeri kavimlerin Doğu’dan Batı’ya yürüyüşleri, kavimler göçü ve bunun akabinde Büyük İskender’in Batı’dan Doğu’ya seferleri, Roma İmparatorluğu’nun Akdeniz havzasına yayılması, Çin ve Hindistan uygarlıkların bu enlemde olması, İslam uygarlığın bu enlem arasında hem Doğu’ya hem de Batı’ya doğru yayılması, bu
Globalizm süreci ile internetin ve sosyal paylaşım ağlarının yaygınlaşması ile birlikte yeni devrimler çağının başladığını söyleyebiliriz. Otoriter yönetimlerin yıkılmasına sebep olan bu süreç, kimileri tarafından “Ağ Devrimi “ (Twitter, facebook, msn vb.) olarak betimlendirilmektedir. Nasıl isimlendirilse isimlendirilsin bu enlem civarında vuku bulan olayların, insanlık için yeni gelişmeleri tetikleyeceği ortadadır.
27
SERBEST KÜRSÜ
Yaklaşık olarak 300 yıldır dünyaya hükmeden Batı uygarlığının dönüşümüne veya gerilemesine etki edeceği aşikardır. Çünkü Batı, 300 yıldır kendi halkları dışında diğer halklara aynı beşeri, siyasi, iktisadi ve hukuki hakları götürmekte başarısız kalmıştır. Dikta rejimlerle kol kola girmekten çekinmemiştir. Globalizm süreci ile birlikte ulusüstü mekanizmaların oluşturulmasında yetersiz ve pasif kalmıştır. Batı, kendi periferisinde yaşayan toplulukları uzunca bir zaman tüketici olarak görmüş ve sömürgeciliğin yeni bir kolu olan modernizmin buralarda yaygınlaşması için elinden geleni yapmıştır. Batı için önemli olan diğer halkların kendi ayakları üzerinde durmaları değil; önemli olan onların ürettiklerini tüketen iktidarların işbaşında olmalarıdır. Demokrasinin derinleşmesi, insan hakları, çevre, katılım ve benzeri haklar hak getire…
teyiz. Ontolojik olarak sebeb-i hikmeti; barış, esenlik ve huzur anlamına gelen İslam, günümüzde ne yazık ki terörle anılmaktadır. İslam’ın terör ile anılmasında genelde iki faktör söz konusudur. Birincisi, uzunca bir zamandır Müslüman ahaliyi Batılı sömürge devletleri yönetmekte ve sömürülmektedirler. İkincisi ise İslam coğrafyasında suni bir şekilde tesis edilen elitist, jakobenist ve diktatoryel eğilimli ulus devlet yapılanmasının varlığıdır. Bu durum ister istemez Müslüman ahali ile mevcut idari yapı arasında meşruiyet krizlerini tetiklemiştir. Başka bir deyişle, ahalinin istek ve talepleri ile yerleşik modernistlerin istek ve talepleri hep farklı şekilde tezahür etmiştir. Taleplerin örtüşmemesi, siyasal kırılmalara, iç çekişmelere neden olmuştur. Halk idaresinin idari yapılanmada kendine yer bulmaması, siyasi meşruiyet krizlere zemin oluşturmuştur. İdari erki elinde bulunduran militarist yapı, gücü otoritenin tek meşru aracı olarak görmüş ve bu topraklarda özgürlüğün serpişmesine müsaade edilmemiştir. İslam coğrafyasında halk iradesinin idare de temsil edilmemesinin birçok nedenlerini sayabilir. Militarist ve milliyetçilik jargonu üzerinde vücut bulan devlet yapısı ve batılı sömürge güçlerin ajandaları tarafından kontrol edilen bu tür yönetimlerin kendi halklarına özgürlüğü ve mutluluğu götüremeyeceği aşikardı. Bu yapıyı bütün islam coğrafyasında görebilmekteyiz. Batılı sömürge güçleri tarafından desteklenen devletlerin(!) hiç birisi sosyolojik anlamda devlet olma vasıflarına haiz olmadıklarını biliyoruz. Şeyhlik ve kabile diskuru üzerine inşa edilen yapının ne kadar demokratik olduğu açıktır. Ayrıca, Batı kendisi için geçerli olan parametreleri başkaları için öngörmemekte ve “böl yönet” politikaları rahatlıkla uygulayabilmektedir. Kendileri için geçerli olan parametreleri ‘ulus-devlet’ şeklinde
Eğer bu kıyam, halklara yeni özgürlükler temelinde bir şeyler sunabilirse, modernist modernleşme döneminin bittiği ve yeni kırılmaların başladığını söyleyebiliriz. Bu hareket kısa sürede vuku bulduğu coğrafyayı - bir baştan diğer başa- bir etkileme gücüne sahip ise uzun vadede Batı dünyasını da etkileyeceği aşikardır. Batı dünyası için iki tercih sözkonusudur ya yeni bir medeniyetin öncülüğüne soyunacak veya da parçalanıp dağılacaktır. Özellikle Çin, Hindistan ve İslam coğrafyasının yeniden uyanışı, başka halkların da uyanışını tetikleyecektir. Bu bağlamda, gerçekten Batı için tarihin sonu görünmektedir. Ya bütün dünya milletleri için’ ulusüstü’ bir yapılanma ya da kaotik, kaos ve kabus dolu bir dünyanın çığlıklarını şimdiden duymaya hazırlıklı olmalıyız. Yukarıdaki analizden sonra İslam coğrafyasında vuku bulan hadiseleri tahlil ettiğimizde şunları görmek
28
SERBEST KÜRSÜ
temellendirenler, iş Arap coğrafyasına geldiğinde bütün bu parametreler unutulmakta ve ne hikmetse bugün Arabistan yarımadasında aynı dine, toprağa, geleneğe sahip olanlar bir çatı altında değilde, adeta” her kabileye bir devlet” yapılanmasını onlara uygun görmüşler. Bu gerçeği görmemiz gerekiyor. Bunu hiçbir düşünür, aydın tahlil etmiyor. Bu coğrafyada var olan devletlerin hiç birisi ideolojik anlamda siyasi meşruiyete sahip değildir. İstek ve taleplerin polis ve askeri güçler tarafında bastırıldığı, en küçük bir talebin bile tuğyan ve isyan olarak görüldüğü ve asla muhalefete tahammülün gösterilmediği yönetimler söz konusudur.
toplumuna dayatılan bu ideolojik yapı, Arap milliyetçiliği ve sosyalizm jargona sahip iken, ülkemizdeki bu olgu laisizm ve Türk Milletçiliği şeklinde vücut buluyor. İslam ümmetinin yaşadığı yerlerde milliyetçiliğin zuhru ancak Batı tipi örgütleme ile mümkündür. Çünkü İslam kavmiyetçiliğe ve milliyetçiğe prim veren bir din değildir. Ulus-devlet olgusu bu toprakların yabancısı olduğu bir olgudur. Türkiye’nin stratejik bir kavşakta olması, militarist anlayışla topluma hükmedilmesini uzun vadede bu olguyu mümkün kılmıyor. Onun için on yılda bir askeri darbelerle siyasal alan dizayn ediliyor. Batı için önemli olan Türkiye’nin ne çok uzakta ne de çok yakında tutulması gereken bir ülke konumunun muhafaza edilmesidir. Avrupa Birliğine bir de bu babta baktığımızda, hakikatin spektrumlarının bizleri yanıltmadığını görmekteyiz. Sonuncusu, her ne kadar bu ülkeler yeraltı zenginliklerine sahipseler de milli gelir acısından adil olmayan bir bölüşüm sözkonusudur. Petrol bu coğrafya da adil olmayan bir sosyoekonomik yapının kurulmasına ve beşeri sermayenin ölümüne neden olmuştur. Sonuç olarak, bu kadim topraklarda tarihin ve kültürel olguların yeniden neşet bulmasının, ancak petrolün ekonomik bir değer olmaktan çıkmasıyla mümkün olacağını söyleyebilirim.
İslam coğrafyasındaki bu yapıyı ikiye ayırıp inceleyebiliriz. Birincisi geleneksel yapıya dayalı, geniş petrol yataklarına sahip olan, daha çok şeyhlik ve kabile şeklinde örgütlenen bir yapı; ikincisi ise geleneksel çizgiden kopmuş, Batı değerleri şekilsel olarak kabul eden, otoriter, milliyetçi, millitarist ve siyasi bürokrasiye yaslanan bir yapının varlığı. Birincisine örnek olarak Suudi rejimi, Kuveyt ,BAE, Umman ,Katar vb rejimler; ikincisine Baasçılık ideolojisinin sebep olduğu Irak’ta Saddam rejimi, Suriye’de Hafız Esad yönetimi ,Libya’da Kaddafi ile şekillenen otoriter bir yapı. Baasçılık hareketi; Hristiyan Micheal tarafında ortaya atılan ve Arap milliyetçiliğini ve lider kültünü yücelten otoriter bir ideolojidir. Baasçılık hareketi ülkemizde kemalist sol tarafında, özellikle” yön” ve” kadro” dergileri etrafında gizlice yüceltilen bir harekettir. Arap
29
Abdullah Coşkunüzer
SÖYLEŞİ
acoskunuzer@tchayat.org
Füze denemesi... Çift devre fren sistemi patenti... Ve eğitim sevdası... Farklı bir yaşam hikayesi...
Dergimizin bu sayısında sıradan ama ilginç bir yaşam öyküsünü sizlerle paylaşacağız. Mustafa Zeki Yılmaz Amca ile yaptığımız söyleşiyi ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz. tchayat : Zeki Bey sizi tanıyabilir miyiz? M.Zeki Yılmaz : 1932 yılı Yenişehir Çiçeközü Köyü doğumluyum. Asker emeklisiyim. 7 yaşından sonra belli bir süre halamla yaşadım. Yani beni bir süre büyütme görevini o üstlendi diyebiliriz. tchayat : Neden askerlik mesleğine karar verdiniz? M.Zeki Yılmaz : Halamın oğlu askerdi, ona hep imrenirdim. Ancak asıl askerliğe başlayışım tesadüfe dayalı. Halamla yaşadığım yıllarda Kütahya'da kalıyordum. Birgün arkadaşlarımla gezerken bir afiş gördüm "Uçmak istiyorsanız gelin sizi uçuralım!" gibi bir şeyler yazıyordu hatırladığım. Neden bilmiyorum ama o afiş beni çok etkilemiş ve aynı zamanda çok da heyecanlandırmıştı. Yaşam şartlarımızı da ele alınca pilotluğun benim için biçilmiş kaftan olduğunu düşündüm ve Hava Kuvvetleri'nin Eskişehir'de açmış olduğu Havacılık Okulu'na katılmaya karar verdim. tchayat : Bu yıllarınızdan biraz bahseder misiniz? M.Zeki Yılmaz : Eskişehir'e gittim başvuru yapmak için ama içten içe de endişelerim vardı. Bizim zamanı mızda ortaokul bitince diploma verilmezdi, mezun olunduğuna dair bir belge, işte o kadar. Diplomasız nasıl katılırım diye düşündüm durdum. Ancak bunun sorun yaratmayacağını söylediler ve kaydımı oldum. Daha sonra bazı sınavlar ve elemeler için büyük bir grupla Ankara'ya gönderildik. Pilot olmak isteyen 50 kişiydik ve ben ilk sıralardaydım. Üç kere elemelere girdim ve başardım, benimle beraber 28 kişi pilot olmak için eğitim alacaktık. O zamanlar iki sene okumayla pilot olunuyordu her şey bu kadar kolaydı.Okula başladıktan bir süre sonra, her ne kadar istemesem de bazı ihtiyaçlardan dolayı pilotluk eğitimi alamayacağımızı öğrendik, başka eğitimler verilecekti ve sonuçta otomakinist oldum. Otomakinistlik işin daha teknik boyutuydu, yine uçaklarla ilgilenecektim ama yerde olacaktım. Böylece pilotluk serüvenim başlamadan bitmişti.
30
SÖYLEŞİ
1948'de, 16 yaşında başladığım askeri eğitimim 2 yıl sonra sona erdi ve orduya katıldım. tchayat : Nerelerde görev yaptınız? M.Zeki Yılmaz : Birçok yerde bulundum. Mezun olur olmaz Bursa'da görev aldım. 2 sene burada kaldıktan sonra dizel motor eğitimi almak için Ankara'ya gittim. Kurs bitince Erzincan Havaalanı’nda 1 sene kadar görev aldım. Sonra yine eğitim almak için Ankara'ya geldim. Teknik bilgi düzeyimizi geliştirmemiz gerekiyordu. Sonrasında ise, şark görevi olarak 4 sene Diyarbakır'da kaldım ve ardından Bandırma'ya geldim. tchayat : Bildiğimiz kadarıyla askerlik mesleğine girdikten sonra A.B.D.'de bu alanda eğitim aldınız. Bundan bahsedebilir misiniz? M.Zeki Yılmaz : Bandırma'da gedikli çavuş olduğum yıllarda (o zamanlar astsubaylar gedikli çavuş olarak adlandırılırdı), bölük komutanımla iyi ilişkilerimiz vardı, beni severdi. Birgün kendisinin A.B.D.'de bir füze eğitimine katılacağını öğrendim. Farklı deneyimler edinmek istiyordum ve ben de gitmek istediğimi söyledim. İyiki de söylemişim çünkü bu ilgimi görüp kabul etti ve 6 ay, A.B.D.'ye gidebilmek için, lisan eğitimi aldım. Bu büyük bir imkandı, herkes gitmek istiyordu çünkü Jüpiter Füzeleri yeni çıkmıştı ve herkes bu füzeler hakkında bir şeyler öğrenmek istiyordu. Sonuç itibariyle Teksas'a gittim ve 8 aylık bir eğitim aldım. tchayat : Türkiye'ye döndüğünüzde aldığınız bu eğitimle, ülkemizde ilk füze denemeleri yaptınız fakat bu durum çok uzun sürmedi. Bunun sebebi nedir? M.Zeki Yılmaz : Evet, A.B.D.'den döndükten sonra ilk denemeler için İzmir Hava Kuvvetleri'nde görevlendirildim. Başta her şey çok yolunda gidiyordu. Ordu, Türkiye bu işe çok hevesliydik. Ancak A.B.D. ve Rusya'nın kendi aralarında anlaşma sağlamaları sonucu Türkiye'deki bu füze eğitim merkezi faaliyetlerini durdurmak zorunda kaldı. Daha sonra üzerinde çalıştığımız projeleri, her ne kadar denemeler iptal edilse de incelemeye devam ettim. Bir şekilde üstlerimle görüşüp onları bu çalışmalara devam etmek adına ikna ettim. Ancak ne olduysa oldu ve projeler bir şekilde ortadan kayboldu ve de birkaç başarılı füze denemesi sonrası füzelere ve projeye veda ettim. tchayat : Emekliliğe erken karar vermenizin bu durumdan kaynaklandığı doğru mudur? M.Zeki Yılmaz : Aslında erken emekli olmuş değilim, evet yaşım gençti ama 20 sene askeri hizmette bulundum ve 1969'da emekli oldum. tchayat : Bu arada askerlik mesleğine devam ederken ilginç bir buluşa imza atıyorsunuz.
31
SÖYLEŞİ
M.Zeki Bey bildiğimiz kadarıyla ilk defa Kabe görüntüsünden mihrap yaptırmış. Fotoğraftaki tasarım da kendisine aittir. Otomobillerde kullanılan çift devre fren sistemini ilk sizin bulduğunuz ve patentini aldığınızı duyduk. Bu konuda neler söylemek istersiniz? M.Zeki Yılmaz : Bu otomakinistlik dönemimde farkettiğim bir durumdu. Mekanikte iyiydim, ilgiliydim ve bir şeyler üretmekten zevk alıyordum. Bu sistemi geliştirip bir işe yarar mı diye A.B.D.'ye gönderdim. Çok ilgilerini çekmişti, hemen oraya gidip bu sistemin patentini alıp, büyük otomobil fabrikalarına satmayı teklif ettiler. Fakat bazı sebeplerden ve biraz da Türkiye'den ayrılmak istemediğimden gitmedim. O zaman için gitmenin doğru olmadığını düşündüm. Sonra bu buluşum için Türkiye'de patent aldım, fakat otomobil üretimimiz yoktu ve bu yüzden pek de bir işime yaramadı. O zamanlar A.B.D.'ye gitmiş olsaydım, sanırım hem ülkemiz için hem de kendi geleceğim için çok iyi şeyler yapmış olacaktım. Kısmet değilmiş. tchayat : Eğitime önem verdiğinizi biliyoruz. Oğlunuzu Robert Koleji gibi o dönemin hatirı sayılır okullarından birine gönderdiniz ve de kendisi halen BM’de calışıyor. Torunlarınız da şu an A.B.D.'de Cornell ve Michigan Üniversiteleri'nde okumuş, master ve de doktora yapmışlar, Harvard gibi ünlü bir okula araştırma görevlisi olarak kabul edilmişler. Bu konu hakkında bir şeyler söylemek ister misiniz? M.Zeki Yılmaz : Eğitim tabiki hayatlarının iyi bir şekilde devam etmesi için önemli, çocuklarımı ve torunlarımı bu konuda her zaman destekledim. Ancak torunlarımın yurtdışında eğitim almaları kendi fikir ve istekleriydi. Elbette onlarla çok gurur duyuyorum fakat, ben sanırım ülkesine fazla bağlı
32
bir insanım. Eğitimlerini tamamlayıp dönmelerini ve ülkeleri için çalışmalarını isterim. Ama tabiki hayat onların hayatı ve ne seçerlerse onların arkasında olmaya devam edeceğim. tchayat : Siz ticaretle uğraşıp şehir hayatı yaşıyor iken, birden bire her şeyi bırakıp köyünüze dönerek mütevazi bir hayata başladınız. Neden böyle bir seçim yaptınız? M.Zeki Yılmaz : Köy yaşamını seçtim çünkü, burada mutluyum, huzurluyum. Daha fazlasına ihtiyaç duymadım hiçbir zaman. Hayat önüme ne getirdiyse onunla yetindim, mutlu olmaya çalıştım. Önüme geleni ya kabul ettim ya da reddettim. Yani seçimlerimi hep bu yönde yapmaya çalıştım. Emeklilikten sonra da mutluluğum buradaydı, buraya yerleştim. tchayat : Köyünüze bir cami inşa ettirdiniz. Bununla ilgili neler söylemek istersiniz? M.Zeki Yılmaz : Aslında bu benim eskiden beri hayalim olan bir şeydi. Ben defalarca hacca gittim. Ama 1975'te ilk gittiğimde Kabe'den çok etkilenmiştim. Gerçi her gidişinizde etkilenmeden dönmeniz mümkün değil, ama ilk gidiş en çok etkileyeniydi ve cami yaptırma isteğim biraz daha arttı. Ben de imkanlarımı bu yönde kullandım. tchayat : M.Zeki Bey, sizinle gerçekleştirdiğimiz bu hoş sohbete minnettarız, sizi tanıdığımıza çok memnun olduk. Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı? M.Zeki Yılmaz : Sizlere çok teşekkür ederim ilginiz için, ben de sizleri tanıdığıma çok memnun oldum.
BİZDEN HABERLER
NECDET COŞKUNÜZER İLKÖĞRETİM OKULU AÇILDI.
33
BİZDEN HABERLER
Osmangazi ilçesi Yeniceabat’ta yapımını tamamladığımız 12 derslikli Necdet Coşkunüzer İlköğretim Okulu 27 Nisan 2012 tarihinde büyük bir törenle hizmete açıldı.Açılış törenine, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin , Bursa Valisi Şahabettin Harput, Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, Ak Parti İl Başkanı Sedat Yalçın, İl Milli Eğitim Müdürü Atilla Gülsar , ilçe kaymakamları, Bursa milletvekilleri, birçok siyasetçi, işadamı ve bürokrat katıldı.
34
BİZDEN HABERLER
Açılışta öğrencilerin folklor gösterisi de büyük beğeni topladı.
Bursa Valisi Şahabettin Harput’ta konuşmasında: “Kentimizde devlet ve millet işbirliğinin en güzel örnekleri sergileniyor. Bu okulumuzu Bursa eğitimine kazandıran Tayfur Coşkunüzer’e ve tüm hayırseverlerimize teşekkür ediyoruz. Bu okullarda eğitim alacak olan çocuklarımız, büyük Türkiye’nin büyük hedeflerine ulaşmasına katkı sağlayacaklardır” dedi.
Açılışta konuşan İçişleri Bakanımız Sayın İdris Naim Şahin şunları söyledi: "İnanıyorum ki bu eser, Bursa'da yapılan pek çok hizmet kapsamında mahiyeti itibari ile farklı bir özellik taşımakta. Her eser insanımız içindir, insanımız için yapılır, bir işe yarar, fayda sağlar bir hizmet üretir. Ama her hizmet birbirinden farklı özellik ve değer taşır. Kuşkusuz hizmetler arasında öneme ve değere sahip olan insanların ruhlarının zenginleşmesine ve olgunlaşmasına, bilgilerinin artmasına, kişiliklerinin şekillenmesine katkı veren ibadethaneler gibi eğitim yuvaları gibi hizmet mekanları diğerlerine göre biraz daha ayrıcalıklı ve önemli konumdadırlar." Necdet Coşkunüzer İlköğretim Okulu’nun hayırlı olmasını diliyorum.”
Okula adı verilen merhum Necdet Coşkunüzer’i rahmetle andığını belirten İl Milli Eğitim Müdürü Atilla Gülsar, eğitime yaptığı katkıdan dolayı Tayfur Coşkunüzer’e teşekkür etti.
35
BİZDEN HABERLER
Açılış töreninde konuşan Tece Dekor A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Tayfur Coşkunüzer şunları ifade etti: "Bu okulun fikri oluşumunda bizi cesaretlendiren ve okulun imar sürecinde destekleyen Bursa Osmangazi Kaymakamımız Sayın Osman Taştan’a ve Bursa İl Milli Eğitim Müdürümüz Sayın Atilla Gülsar’a gönülden teşekkürler ediyorum. Eğitim kuşku götürmez bir şekilde bilgiyi kavrama ve gelişme sürecidir, bu sürecin sonunda mutlak üstünlük vardır, bu bakımdan eğitimli ve bilgili toplumlar eğitimsiz toplumlara açık ara üstünlük sağlamaktadırlar. Dünyanın gelişimine ayak uydurmak ve gelişmiş toplumların eğitim düzeyine ulaşmak bizim ülke olarak en temel sorunumuzdur. Bu sorunun giderilmesinde bu okulu yaparak memleketimize ve ülkemize kumsalda bir kum tanesi misali katkı sağlayabildiysek ne mutlu bize. Rahmetli babamın adına inşa edilen bu okulda, dünya ölçeğinde donanımlı, ülkeye ve millete faydalı nesiller yetişmesi bizim en büyük temennimizdir. Hayırlı uğurlu olmasını canı gönülden dilerim. Necdet Coşkunüzer’in eğitim sevdasının ve istikbale ilişkin hayallerinin burada hayata geçirilmesi bizi sonsuz derecede mutlu etmektedir."
36
BİZDEN HABERLER
“Kurdela töreni”nin ardından Tayfur Coşkunüzer’in Bursa Valimiz ve İçişleri Bakanımızla derslikleri ziyareti.
37
BİZDEN HABERLER
Tayfur Bey Bakanımız ve yanındaki heyete okulun çevre düzenlemesi hakkında bilgi veriyor. Coşkunüzer Ailesi bu gurur tablosunu birlikte yaşıyorlar.
38
BİZDEN HABERLER
1987’den 2012’ye: Tece 25 yaşında 1987 yılında kenar bandı üretimine başlayan Tece çeyrek asırdır bu sektörde kalitesinden, dürüstlüğünden ödün vermeden ve sürekli yenilenen ürün gamıyla adından söz ettiriyor.
İnternet sitelerimiz
tchayat.org: Değişen dünyaya ayak uydurmak için dergimizin web sitesini yeniledik. Yeni site daha kullanıcı dostu ve birçok özellik sunuyor. Siteyi görüntülemek için lütfen birkaç dakikanızı ayırınız. Ziyaret için adresimiz www.tchayat.org tece.com.tr: Sitemiz yeni görsel tasarımıyla, şıklığıyla ve içeriğiyle göz doldurmaktadır. Sitemize kenar bulucu ve e-bülten eklenmiştir. Yeni sitemizde keyifli geziler dileriz
Nerede fuar orada Tece... Tece’nin sektöründeki yurtdışı fuarlarına katılımı sürüyor.
39
Zow Almanya 2012 ZOW - Bad Salzuflen fuarı 6-9 Şubat 2012 tarihlerinde gerçekleşti. Bir çok kişinin Avrupa'da büyük bir kriz olduğunu söyleme sine rağmen, fuara ilgi çok iyiydi. Almanya ve komşu ülkelerden çok sayıda ziyaretçi geldi. Bir kez daha gördük ki ZOW fuarı misyonunu iyi bir şekilde yerine getirdi.
Halil Yazar
halil@tece.com.tr
Interzum-Guangzhou 2012
BİZDEN HABERLER
Interzum Guangzhou fuarı 27-30 Mart 2012 tarihleri arasında Çin' de yapıldı. Tece Dekor 'un bu seneki stand dekoru göz kamaştırdı.
Beklenildiği gibi fuar çok olumlu geçti. Dünya'nın her tarafından standımıza gelen ziyaretçiler memnuniyetle karşılanmış olup, önemli bağlantılar gerçekleşti.
Tece Hindistan Indiawood Fuarında
Tece, Hindistan pazarındaki yerini sağlamlaştırmak için Güney Hindistan distribütörüyle 10-14 Şubat 2012 tarihlerin de katıldığı Indiawood fuarında birçok yerli firma ile görüştü. Hindistan melamin kenar bandı pazarının önemli bir kısmını elinde bulunduran Tece, yerli üreticiler ve Çin menşeli ürünlerin rekabetine sahne olan pazar da, PVC kenar bantlarıyla mev cut konumunu daha da güçlendirmek istiyor.
Medex-İran 2012
Tece,18-21 Şubat 2012 tarihlerinde İran’da gerçekleşen medex fuarındaydı. İran pazarında daha güçlü yer almak isteyen Tece, PVC ve melamin kenar bantlarını sergilediği fuarda Tece standına ilgi büyüktü. 40
BİZDEN HABERLER
Tece Libya’da
Sicam 2011 Fuarı
Tece'nin Libya'daki iş ortağı El- Ghammudi Ticaret, 20-24 Mayıs 2012 tarihlerinde Libya'nın Trablus kentinde düzenlenen yapı ve yapı malzemeleri Libya Build Emex Fuarı'na katıldı. Katılımcı ve ziyaretçi yoğunluğuyla, uzun zamandan beri düzenlenen, en büyük ve en çok ilgi gören fuar olarak dikkat çekti.
İtalya'nın Pordenone şehrinde her yıl düzenlenen Sicam fuarına ilk defa katıldık. Sicam fuarı İtalya'daki en önemli mobilya yan sanayi fuarıdır. 19-22 Ekim tarihleri arası düzenlenen fuarda standımıza ilgi çok olumluydu. 2012 Ekim ayı için şimdiden stand yerimizin rezervasyonunu yaptık. Ve Ekim 2012 de görüşmek üzere.
Technomebel-Bulgaristan Tece Bulgaristan’da Technomebel fuarına katıldı. Fuar 23-27 nisan tarihleri arasında Sofya'da gerçekleşti. Yerel katılımcıların yanı sıra bazı uluslar arası şirketler de (Kastamonu Bulgaristan, Kronospan) fuarda yer aldı. Bu yerel fuarda Bulgaristan civarından ve bazı komşu ülkelerden birçok ziyaretçiyi ağırladık. Küçük ölçekli bir fuar olmasına rağmen, fuar süresince başarılı görüşmelerimiz oldu. Gelecek yıl Sofya’da tekrar ziyaretçilerimizle görüşmeyi ümit ediyoruz.
41
Ebru Arslan
ebru@tece.com.tr
BİR SEKTÖR
Ayakkabı Sektörü
azalmamıştır.
Başlangıçta sadece ayakları dış etkilere karşı koruma amacıyla üretilen ayakkabı, günümüzde kişisel imajın en önemli aksesuarlarından biri olmuştur. Birbirinden farklı renkler ve modellerde üretilen ayakkabılar tüketicinin her daim ilgi odağında kalmayı başarırlar.
İnsanların zorunlu ve sürekli ihtiyacı olan ayakkabıların üretimi ve satışı birçok kişiye iş imkanı sağlamaktadır. Sektörde 20.000 kişi sanayileşmiş, kalanı sanayileşmemiş işletmelerde çalışan 300.000 kişinin istihdam edildiği varsayılmaktadır. En başta İstanbul olmak üzere ayakkabı üretiminde önemli diğer şehirler; İzmir, Konya, Bursa, Ankara, Gaziantep, Manisa, Denizli, Adana, Malatya ve Çorum (İskilip)’ tir.
Kullanım yüzdelerine bakıldığında kadınların ilk sırada yer aldığı listelerde, erkekler ikinci, çocuk ayakkabıları üçüncü sıradadır. Çeşitli ülkelere göre farklılık gösterse de bugün kişi başına yıllık ayakkabı tüketimi ortalama 2 çifttir. Avrupa ülkelerinde bu rakam 7 ile 9 çift arasında değişmektedir.
Sektörde üretimin %30-35’i sanayileşmesini tamamlamış, %65-70’i ise yarı makineleşmiş işletmeler tarafından gerçekleştirilmektedir. Özellikle 1980’li yıllarda oldukça ciddi makine parkı yatırımları yapılmıştır.
Ayakkabı sanayi, lastik ve/veya plastik hammaddeden yapılanlar da dahil olmak üzere, ayağa giyilen her türlü ayakkabıyı kapsar. Bileği örten ayakkabılar, botlar, çizmeler, spor ayakkabılar, terlikler gibi çeşitli türleri olan ayakkabıların bilinen en eski olanı sandaletlere günümüzde de ilgi hiç
Yakın zamana kadar üretiminin büyük bir çoğunluğunu iç pazara yapıp satan ayakkabı
1000 ABD Doları YIL
DEĞER
2002
131.883
2003
183.788
2004
204.916
2005
215.792
2006
237.069
2007
316.739
2008
344.889
2009
289.432
2010
395.624
2011
441.300
42
BİR SEKTÖR
Kullanıcıların ayakkabı seçerken önem vermesi gereken ilk kriter rahatlık olmalıdır. Bunun için ayakkabının doğal malzemelerden üretilmiş olmasına özen göstermeliyiz. Doğal malzemeden üretilen ayakkabılar cilt sağlığının korunmasını sağlamakta ve rahatsızlıkların oluşmasını engellemektedir. Ayakkabı alırken her ikisini de giyip yürüyerek test etmeliyiz. Genişler düşüncesiyle alınan ayakkabılar, basmayı güçleştirerek, nasırlara, mantarlara, tırnak batmalarına ve parmaklarda kalıcı şekil bozukluklarına sebep olabilirler. Ortopedik ayakkabıların ayakta önemli taşıyıcı noktaları desteklediği için yürüyüşü rahatlatıcı yönü bulunmaktadır.
sektörü, son yıllarda ihracata ağırlık vermeye başlamıştır. Ancak yıllık üretimin büyük çoğunluğunun iç piyasada tüketildiğini göz önünde bulundurursak, kapasitenin yalnızca çok az bir bölümünün ihracatta kullanıldığını söyleyebiliriz. Türkiye’nin ayakkabı ihracatını yıllar bazında aşağıdaki tablodan inceleyebilirsiniz. Değer bazında artan rakamlar gözümüze çarpsa da dünya ayakkabı ihracatı içinde Türkiye’nin payı sadece % 0,4 olup, bu durum dünya ihracatı içinde önemli bir yere sahip olmadığımızı göstermektedir. Ayakkabı ithalatımızda aşağıdaki tabloda da görüldüğü gibi yıllar içinde artış olmuştur. Ayakkabı ithalatımızın yaklaşık yarısı Çin’den yapılmak tadır. İthalatımızın artmasının en önemli nedeni, AB ve Türkiye arasındaki Gümrük Birliği ile mevcut gümrük vergilerinde %60-70’ler oranında indirim sağlanmasıdır.
Ayakkabılarımızın uzun ömürlü olmaları için kullanımdan sonra birkaç gün dinlendirmek ve kalıba koymak çok doğrudur. Ayrıca uygun boyalarla boyanması, boyamadan önce de iyice temizlenmesi kullanım sürelerini arttırır.
1000 ABD Doları YIL
DEĞER
2002
116.478
2003
191.057
2004
303.284
2005
412.786
2006
514.969
2007
569.928
2008
672.917
2009
539.470
2010
659.673
2011
871.393
43
Canan Temizelli
SANATSAL BAKIŞ
cnntemizelli@hotmail.com
Toplumla iletişim kurmayı başaramamış yaratıcı ruhların sessiz çığlığı
Art Brut
Art Brut; sanatın en yalın hali. Art Brut akımına dahil eserlerin sahipleri; yapıtlarının eleştirilmesi, sergilenmesi veya beğenilmesi kaygısından uzak, sadece kendileri için üreten kişiler. Keşfedilmek, ünlenmek ya da tanınmak amacının tamamen dışında ve bazen bu kavramlardan bihaber… Art Brut ya da Raw Art olarak adlandırılan sanat akımının sözlük karşılığı Ham Sanattır. Aslına bakılırsa bir akım bile sayılamaz; çünkü bu sanat akımının sahipleri; eserlerini, sanatsal bir eylem gerçekleştirmek üzere yaratmamışlardır. Çünkü bu kişiler; bazen bir akıl hastası, bazen bir mahkum, bazen de toplumdan izole edilmiş veya kendini bilinçli olarak toplumdan izole etmiş insanlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Fransız ressam Jean Dubuffet 1947 yılından itibaren akıl hastalarının, mahkûmların, sağır ve dilsiz insanların, körlerin eserlerinin koleksiyonunu yapmaya başlar ve bu eserlere dair bir tanım
olarak da “Art Brut”u getirir. 1948’de Dubuffet ile eleştirmenler André Breton ve Michel Tapié, Ham Sanat çalışmalarını toplayıp incelemek üzere, kâr gütmeyen bir şirket olan Companie de l’Art Brut’u kurarlar. Koleksiyondaki en ünlü Ham Sanat sanatçılarından biri, Adolf Wölfli’ydir. Bu koleksiyon beş bini aşkın eser ile 1972 yılından itibaren kalıcı olarak Lozan’daki Ham Sanat Müzesi’nde sergilenmeye başlama dan önce, Paris’te ve Amerika’da gerek sanatçılara, gerekse halka sergilenir ve yoğun ilgi görür. Lozan’daki müzede Ham Sanat şu şekilde tanımlanır: "Ham Sanat şu ya da bu nedenle toplumsal ve kültürel standartlara göre yetişmemiş insanlarca meydana getirilen eserlerden oluşur. Genelde yalnızlar, bazen psikiyatri kliniğindeki hastalar, mahkumlar, herhangi bir şekilde topluma entegre olamamış insanlardır. Bu insanlar geleneklerden
44
SANATSAL BAKIŞ
yazan ve resmeden Wölfli’nin eserleri, 1972 yılında Bern’de kurulan Adolf Wölfli Vakfı tarafından koruma altına alınır ve Bern Güzel Sanatlar Müzesi’nde sergilenmeye başlar. Helen Martins ve Owl House Jean Dubuffet’in Ham Sanat akımını ortaya attığı senelerde, Güney Afrika’nın orta kesimine denk gelen Nieu-Bethesda isimli küçük bir köyde yaşamını sürdüren Helen Martins; Ömer Hayyam rubailerinden, İncil’deki hikayelerden ve William Blake’in resimlerinden esinlenerek yaşadığı ortamı bir sanat eserine dönüştürmeye başlar. Martins’in amacı sanat yapmak değil; yaşadığı mekanda, kendi iç dünyasından gelen düşsellikleri gerçeğe dönüştürme çabasıdır. Helen Martins’in bu dönüştürme çalışmaları önce evin içinden başlar, cam kırıkları ile evin duvarlarında ve tavanında yaptığı figürler aynı zamanda evin dış dünya ile iletişimini sağlayacak işlevselliği de taşımaktadır. Kemerde kullanılan baykuş figürü, sabah ışığını evin içine ulaştırma görevindedir. Baykuş figürünü evin çevresinde ve bahçenin bir çok yerinde görmek mümkün. Aynı şekilde yatağın başucundaki pencereye renkli camlarla yapılan Güneş Yüz’ün de görevi de odayı aydınlatmaktır. Evin içinde yaptığı dönüşümden sonra bahçedeki dönüşüme devam eden Martins, 1964 yılından itibaren Koos Malgas isimli bir inşaat ustasıyla çalışmaya başlar. Martins’le 12 yıl çalışmış olan Malgas, 1991 yılında Baykuş Evi’nin müzeye dönüşmesi misyonunu da üstlenir. Bahçede bulunan çeşitli insan ve hayvan heykellerinin sayısı üç yüz kadardır. Helen Martins, içine kapanıklığı ve yarattığı bu masalsı dünya sebebiyle, yaşadığı çevre tarafından dışlanmış ve sıra dışı kabul edilmiştir. 1976 yılında yine sıra dışı bir hareketle kostik soda içerek hayatına son veren Martins’in, ölümü bilinçli olarak seçmesinin sebebi ise; görme yeteneğini kaybetmeye başlaması ve yıllarca hayallerini gerçeğe dönüştürdükten sonra, gerçekleri hayal etmek zorunda kalacak olmasıdır.
ya bihaber ya da bunları önemsemiyorlar. Bu nedenle işleri çok orijinal..." Jean Dubuffet’in bu akımı desteklemesinin altında yatan sebepler ise; akademik sanatın dayat malarına ve kazanılmış kültürün ürünleri olan sana ta karşı çıkıştır. Özellikle hayranlık duyduğu şey, Ham Sanatın yalın gücü ve dizginlenmemiş anlatımcılığı olmuştur. İsviçreli Şizofren Adolf Wölfli Ham Sanat; Jean Dubuffet tarafından sanat literatürüne kazandırılmadan önce, psikiyatrların hastalarını izlemelerine olanak sağlamıştır. Bunun en çarpıcı örneği, Adolf Wölfli’nin eserleridir. Dr. Morganthaler’ın hastası olarak 31 yaşında akıl hastanesine yatırıldığında geride; iki cinsel taciz suçlaması ve bir mahkumiyet bırakan Wölfli, hastanede yattığı sürece on binlerce desen çizmiş, hikayeler yazmış ve besteler yapmıştır. Dr. Morganthaler, Wölfli’nin işlerini dokümantasyona tabi tutar ve Wölfli’nin 35 yaşından sonra yapmaya başladığı resimlerin toplandığı 25000 sayfalık bir kitap oluşturur. 1921 yılında basılan bu kitap ve 1922 yılında Dr. Hans Prinzhorn’un “Akıl Hastalarının Sanatkarlığı” adlı eseri dönemin sürrealist sanatçılarının ilgi odağı haline gelir. Otuz yıl boyunca hastane odasında hayatının gerçek ve düşsel taraflarını en ince detaylarıyla
Nek Chand ve The Rock Garden Sıradan bir yol bakım işçisi olan Nek Chand, modern Hint şehri Chandigar’da bir bahçenin gözlerden uzak, ağaç kütükleriyle kapalı bir bölgesinde tam 18 yıl boyunca atık maddeleri
45
SANATSAL BAKIŞ
birleştirerek binlerce heykel yapar. 1970’lerin başında sırrı keşfedilince , imar ve iskana tamamen kapalı bir bölgede, illegal olarak üretilen işlerin yok edilmesini Chandigar halkı önler. Nek Chand’a daha sonra belediye bir maaş bağlar ve emrine 50 işçi verilir. ‘The Rock Garden’ adı verilen 25 dönüm üzerine kurulu bahçede, durmadan genişleyen bir ham sanat koleksiyonu var ve dünyanın modern harikalarından biri kabul edilmektedir.
yan bu insanlar tarafından, mistik bir içgüdüsellikle yaratılmış eserler, akılda şu soru işaretini de bırakıyor: Ruhsal bozukluklar sanatsal yaratıcılığı kışkırtıyor mu?
Gabriel Joaquim dos Santos ve Casa da Flor 1892 – 1985 yılları arasında Brezilya’da yaşamış olan Gabriel Joaquim dos Santos, 1923 yılında rüyasında gördüğü evi inşa etmeye başlar. Bir rüyanın gerçeğe dönüşmesi olarak nitelendirilebilecek olan Casa da Flor yani Çiçek Ev; fakir, siyah, yarı okur-yazar bir adamın hayallerinin ve hayallerinden esinlenerek gerçekleştirdiği spontane mimarinin eseri bir yapı. Çiçek ve süslemeli motiflerle kaplanan mekanda; çöpten topladığı cam, porselen, duvar karosu, ampul, şişe kapakları, araba farı gibi birbirinden bağımsız malzemeleri bir arada kullanan Santos’a göre; her küçük kırık parça bir güzelliğe dönüşür. Tressa Prisbrey ve Grandma Prisbrey’s Bottle Village Tressa Prisbrey’in 1956 yılında 60 yaşındayken Kaliforniya’daki çiftliğinde kalem koleksiyonunu korumak amacıyla inşa etmeye başladığı mekan zamanla bir sanat eserine dönüşür. 1981 yılına kadar süren bu mekan çalışmasında atık cam şişeleri kullanan Prisbery için bir hobi olarak başlayan geri dönüşüm etkinlikleri sonunda bu "Şişe Köyü" oluşturur. Grandma Prisbrey’s Bottle Village olarak anılan bu köyün inşaatında Prisbrey, on bine yakın şişe kullanmış ve kısa zamanda bir geri dönüşüm müzesi olarak kabul görmüştür. 1988 yılında hayatını kaybeden Prisbrey, tüm çabalarını şu cümlelerle özetliyor: "Bir milyon dolarla herkes çok iş yapabilir. Disney'e bakın... Ama hiçbir şeyden bir şeyler üretmek için paradan çok daha fazla şeyinizin olması gerekir." Ham Sanatın en önemli özelliklerinden biri üretmeye adanmışlık. Sadece kendileri için üreten ve sebebi ne olursa olsun, norm dışı hayatlar yaşa-
46
Naci Özdamar
HUKUK KÖŞESİ
Avukat naci.ozdamar@gmail.com
Satıcı, tüketici ile yaptığı abonelik sözleşmesini tüketicinin izni olmadan tüketici aleyhine değiştiremez
Sayın tchayat dergisinin değerli okuyucuları elektrik faturalarına eklenen Kaçak - Kayıp bedeli (K/K bedeli) ile ilgili kamuoyunda çeşitli yorumlar yapıldı. Bu konu ile ilgili yazılı basında ve tvlerde değişik görüşler ileri sürüldü.
Örneğin (A) isimli kişi tarımsal sulama amacıyla elektrik abonelik sözleşmesi yapsa bu kişi tüketici sıfatına haiz değildir. Çünkü satın aldığı elektriği tarımsal sulama alanında kullanmaktadır.
Basına yansıyan haberlere göre bir kaç Tüketici Mahkemelerinden bu konuda tüketici lehine karar lar verildiği belirtildi. Değerli okurlar öncelikle tüketici kime denir. Kayıp/Kaçak ne anlama gelmektedir. Bu hususları açıklamak gerekir.
4077 sayılı Yasanın 4. Maddesinde (“….tüketici malın teslim tarihinden itibaren 30 gün içerisinde ayıbı satıcıya bildirmekle yükümlüdür….” Davacı 12.10.2009 tarihinden itibaren adına gelen faturalarda haksız bedel alındığı iddiasında bulunduğu için 30 günlük yasal süre içerisinde bu faturalara karşı ihbar şartını yerine getirmemiştir.
4077 sayılı Tüketici Yasanın 3. Maddesine göre; Mad.3/f Satıcı: Kamu Kurulu tüzel kişilerde dahil olmak üzere ticari veya mesleki faaliyetleri kapsamında tüketiciye mal sunan gerçek veya tüzel kişiler satıcıdır. Bu nedenle iş yeri, imalat atölyesi, ticari amaçla yapılan tarımsal faaliyette bulunan her kes satıcı konumundadır. Tacirler ve ticaretle uğraşan kişilerin elektrik idaresi ile yaptıkları sözleşmeler onları bağlar.
Bir çok kişi kayıp kaçak elektrikten dolayı kendisinden haksız bedel tahsil edildiğini iddia etmektedir. Faturada belirtilen kaçak kayıp tabirinin anlamı kaynaktan müşteriye ulaşıncaya kadar şebekede kaybolan enerji karşılığı tahakkuk ettirilen bedeldir. Faturada yer alan kaçak kayıp tahakkuku kaçak enerji kullanımından kaynaklanan bir bedel olmayıp elektrik sisteminde dağıtım sırasında ortaya çıkan teknik kayıplara ilişkin maliyetin
Mad.3/e Tüketici: Bir mal veya hizmeti ticari veya mesleki olmayan amaçlarla edinen, kullanan veya yararlanan gerçek yada tüzel kişi tüketicidir.
47
HUKUK KÖŞESİ
karşılanabilmesi amacıyla belirlenmiştir.
belirlenen bir bedel olmayıp bu bedel 2011 yılı öncesinde de perakende satış lisansına sahip olan dağıtım şirketinden elektrik satın alan tüketicilere aktif enerji bedeli içerisinde tahakkuk ettirilen bir bedel olup 2010 yılı ve öncesinde yürürlükteki perakende satış birim fiyatları içerisinde yer alan kayıp enerji bedelinin 2011 yılı için faturalarda şeffaflık gözetilmesi kapsamında ayrıştırılarak ayrıca tahakkuk edilmesi yönünde yeni bir düzenleme yapıldığı nedenle dava konusu edilen faturalara bu hususunun ve bu düşüncelerinin yansıtıldığı saptanmıştır.
Kamu oyunda izah edildiği üzere kayıp- kaçak elektrik enerjisinin “ çalınmasına” yönelik bir işlem değildir. Elektrik hırsızlığı Türk Ceza Kanununda da karşılığı belirtilen bir suçtur.Bu suçu işleyenler Ceza Mahkemelerinde ayrıca yargılanır. 4628 Sayılı Elektrik Piyasası Kanunun 1. Maddesinde elektriğin yeterli, kaliteli, sürekli, düşük maliyetli ve çevreyle uyumlu bir şekilde tüketicilerin kullanımına sunulması için rekabet ortamında özel hukuk hükümlerine göre faaliyet gösterebilecek mali açıdan güçlü istikrarlı ve şeffaf bir elektrik enerjisi piyasasının oluşturulması ve bu piyasada bağımsız bir düzenleme ve denetiminin sağlanması amaçlanmıştır.
Yukarıda da izah edildiği üzere elektrik piyasasına mevcut yasal düzenlemeleri ve fiyatları EPDK’nın belirleyip aracı kurum konumunda olan şirketlerin EPDK’nın kurallarını uygulamakla yükümlü olup davalı şirketi belirlenen kuralları değiştirme yetkisi yoktur.
Yine aynı kanunun 4. Maddesinde “ kamu tüzel kişiliğine haiz idari ve mali özerkliğe sahip ve bu kanun ile kendisine verilen görevleri yerine getirmek üzere Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu kurulmuştur.” Bu kurul kanunda yer alan fiyatlandırma esaslarını tespit edip tüketicilere yapılan elektik satışında uygulanacak fiyatlandırma esaslarını tespit etmek ve bunların denetlenmesine ve kanuna uygun şekilde işlem yapılmasını sağlamaktır.
Sonuç olarak Elektrik enerjisi dağıtım ve ücretin tahsili 4077 Sayılı Yasanın 4/a maddesinde belirtilen hizmet niteliğinde olmadığı, Kayıp/kaçak ihtilafın idari yargı kapsamında yer aldığı,tahsilat yapan şirketlerin elektrik faturasında belirtilen ücretleri ve tarifeleri belirleme yetkisi bulunmadığı, faturada belirtilen fiyat ve tarifeleri ve kayıp kaçakla ilgili düzenlemeyi Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu tarafından belirlendiği,
Elektrik piyasası kanunu 5. Maddesinin 6. Fıkrasının (c) bendi gereğince “ tüketicilere güvenilir kaliteli kesintisiz ve düşük maliyetli elektrik enerjisi hizmeti verilmesini, teminen gerekli düzenlemeleri yapmak” hususu da yer almaktadır.
Enerji Piyasası Düzenleme Kurulunun kararlarına karşı ilk derece mahkemesi olarak Danıştay’da dava açılması gerektiği neden yazıl ve görsel basında yer alan bigilerin yanıltıcı olduğu bilgileri nize sunulur. Unutmayın ki her birey evinde tüketici, iş yerinde satıcıdır. Sevgilerimle….
Kayıp kaçağa ilişkin uygulama ilgili mevzuat hükümlerinin yanı sıra elektrik piyasası tarifeler yönetmeliği ve ilgili tebliğler gereğince 16.12.2010 tarih 2932 sayılı kurul kararı ile 2011-2015 dönemini kapsayan 2. Uygulama dönemi için 21 dağıtım şirketi için kayıp kaçak hedefleri belirlendiği her bir dağıtım bölgesinin kayıp kaçak oranları dikkate alınarak elektriğin üretilmesi gerektiği üretilen elektriğin maliyetinin tüketicilere yansıtılmasının faaliyetin doğal sonucu olduğu teknik kayıpların makul seviyeye indirilmesi için gerekli düzenlemelerin yapıldığı, elektrik dağıtım şirketlerinin ilan edilen tarifeleri değiştirmeye veya farklı olarak uygulama yetkisi bulunmadığı, kayıp kaçak bedeli 2011 yılı itibariyle tanımlanan ve
48
Van - Erciş 23 ekim 2011 13.41
unutmadık unutmayacağız!
.