say覺 3 / eyl羹l-ekim
Önsöz 3. sayımızın dosya konusu “Hayatın Yalın Hali: Kriz”. Bu çerçevede uzun yıllar İsviçre Basel’de Basel Üniversitesi Psikiyatri Polikliniği Krize Müdahele Servisi’nin şefliğini yapmış olan Prof. Dr. Ali Tarık Yılmaz’la bir söyleşi gerçekleştirmek istedik. Ama onun yoğun programı, bizim dergi çıkarma konusundaki acemiliğimiz nedeniyle derginin çıkışına yetiştiremedik söyleşiyi. Kriz dosyasına katkıda bulunan yazarlar Alper Hasanoğlu, Burcu Gençer-Türk ve Sevgi Güney. Bu sayıdan itibaren bir köşemiz daha var. İnsan ilişkilerinin başka bir alanında, reklam sektöründe uzun yıllardır çalışan Pelin Onat Mırıldanmalar başlıklı köşesinden insan hakkında yazacak. Son yıllarda öykü alanında öne çıkan isimlerden Şule Öncü psikoterapi nedir’i yazdı kendi bakış açısından. O aynı zamanda bir psikolog. Mecburi hizmetini bitirdikten sonra birkaç aydır tekrar İstanbul’da olan Dr. İmbat Taşkın‚ taşrada psikiyatriyi’ yazdı. Alper Hasanoğlu sanal ortamdaki ilişkilerin ulaşabildiği patolojik boyutları herhangi bir psikiyatrik yorum yapmadan hikaye ediyor ‘gerçek bir sanal aşk hikayesi’nde. Patolojik aşk hikayeleri Heidegger ve Arendt’le devam ediyor. Aydın Parmaksız çok az bilinen bir masalı anlatıyor bu sayıda. Psikanalitik yorumlamasını gelecek sayıda yapacak. Doğrusu ben merakla bekliyorum. Masal hiç de bizim alışık olduğumuz masallardan değil çünkü. Ceylan Özge Kunduz’dan iki çeviri var bu sayıda. ‘Homofobik insanlar gerçekten de kendilerini kabullenememiş eşcinseller mi?’ başlıklı olanını Psikiyatri İnternet Grubu’nda dönmüş olan eşcinselliğin tedavi edilmesi gerekne bir hastalık olup olmadığıyla ilgili şaşkınlık verici tartışmayı yürütenlere adıyoruz. Gelecek sayı dosya konumuz Borderline kişilik yapısı. Katkıda bulunmak isteyenlere sayfalarımız açık. İyi okumalar Therapia
2
| Therapia Sayı 3
İçindekiler Dosya konusu Hayatın Yalın Hali: Kriz
Travma ve krize ilişkin bir gözden geçirme: yöntemler ve farklılıklar– Sevgi Güney Stresin nörofizyolojisi– Alper Hasanoğlu Anne-babası boşanan çocuk… – Burcu Gençer-Türk Krize sıra dışı bir müdahale...– Alper Hasanoğlu Bir Varmış Bir Yokmuş: Ardıç Ağacı – Aydın Parmaksız Patolojik Aşk Hikayeleri - 2: Heidegger ve Arendt – Alper Hasanoğlu Mırıldanmalar: Klişe – Pelin Onat İntikam ne zaman tatlıdır? Kısa bir intikam öyküsü – Arne Sjöström Ferhat’la dağları delmek – Şule Öncü Homofobik insanlar gerçekten de kendilerini kabullenememiş eşcinseller mi? – Brian Mustanski Taşra psikiyatrisi – İmbat Taşkın Gerçek bir sanal aşk hikayesi – Alper Hasanoğlu
Künye: Genel Yayın Yönetmeni: Dr. Alper Hasanoğlu Editör: Ceylan Özge Kunduz Sanat ve Grafik: Dr. Doğu Çankaya Tasarım: Busy İstanbul
Bu Sayıya Katkıda Bulunan Yazarlar (Alfabetik sırayla): Burcu Gençer-Türk İmbat Taşkın Pelin Onat Şule Öncü
Therapia Sayı 3 | 3
Travma ve krize ilişkin bir gözden geçirme: yöntemler ve farklılıklar Travma ve kriz aynı şey midir yoksa birbirinden ayrıştırılması gereken iki farklı kavram mıdır? Travmaya farklı terapötik yaklaşım modelleri nelerdir? Kriz aynı zamanda yeni bir başlangıç olarak da düşünülebilir mi? Krize nasıl müdahale edilmelidir? sevgi güney, klinik psikolog, maps, ankara üniversitesi
4
| Therapia Sayı 3
konumdadır. Sağlıklı bir insan iyi günlerde olduğu kadar kötü günlerde de yaşamına odaklı, sorumluluklarının üstesinden gelen, esnek ve yaratıcıdır. Herhangi bir ruh sağlığına maruz kalmış birey bunu yapamaz. Günlük yaşam işlevselliğinde belirli derecelerde problemler yaşar.
Giriş Ruh sağlığı bireyin olası birçok farklı değere sahip olduğu bir süreğen skala olarak ele alınabilir. Ruh sağlığının tanımı, duygusal iyi oluşun, yaratıcı ve doyumlu bir yaşam kapasitesinin ve yaşamın kaçınılmaz zorlanmalarına karşı esnek olmanın içinden geçmektedir. Ruh sağlığıyla ilgili yapabildiğimiz bu birkaç cümlelik tanım, ruh sağlığı hastalıkları için pek geçerli olamamaktadır. Nitekim ruh sağlığı hastalıkları deyince aklımıza bu hastalıkların belirti ve semptomları, bunların yoğunluk dereceleri ve süreleri gelir. Ruh sağlığı hastalıkları ile ilgili tartışma götürmeyen tek gerçek kişide belli bir şiddet (yoğunluk da diyebiliriz biz buna) ve sürede gelişen bilişsel ve duygusal bozulmaların olduğudur. Bu bozulmaların şiddeti ve süresi, ruh sağlığı hastalıklarının adını ve düzeyini belirlemektedir. Bu aynı zamanda normal ve anormal sorusunun da en net yanıtıdır. Ruh sağlığı hastalıklarına neden olan tek bir faktör olmadığı için ruh sağlığı süregiden bir skala olarak ele alınır. Bu süregiden skalada bireyler, yaşamın zorlayıcı dönemleriyle nasıl başa çıkacaklarına ilişkin becerilerini, üretken ve dolu dolu çalışıp yaşama kapasitelerini, içinde yaşadıkları topluma katkıda bulunma potansiyellerini öğrenegelirler. Bu öğrenmelerinde kuşkusuz yaşam olayları tetikleyici
Yaşamsal döngümüz içinde karşılaştığımız her türlü değişiklik beraberinde bir zorlanmayı da getirmektedir. Günlük yaşamın içinde yer alan bu zorlanmalar, var olan bireysel psikososyal dengemiz içinde yaşamımıza renk katar, üretkenliğimizi ve yaşam enerjimizi arttırır. Bazen deneyimlediğimiz bu zorlayıcı yaşantılar, içinde barındırdıkları travmatik etki itibariyle sahip olduğumuz psikososyal dengemizi bozarak, bir kriz durumu oluşmasına neden olabilir, bir ruh sağlığı problemi olan travma sonrası stres bozukluğuna ve hatta başka bir ruh sağlığı bozukluğuna maruz kalmamıza neden olabilir. Buradaki zorlanma, neredeyse üstesinden gelinemeyecek düzeydedir ve travmatik etkisi yıkıcı, benliğin gücünü harap edecek durumdadır. Birey bu noktada korkuları ve ilgileri itibari ile neredeyse bir “aşırı doz” durumundadır. Peki bireyleri bu “aşırı doz” durumunun eşiğine getiren faktörler içinde yaşam olayları yok mudur? Vardır. Nedir bu yaşam olayları? Her hangi bir kronik hastalığa yakalanmak; fiziksel, cinsel saldırıya maruz kalmak, doğal afetler vb. en özet haliyle, bireysel psikososyal dengemizi bozacak, ani, beklenmedik, her türlü yaşam olayı bir kriz durumunu ya da travma sonrası ruh sağlığı hastalıklarından her hangi birine maruz kalmamızı açıklayan her türden yaşam olayını “nedir bu yaşam olayları?” sorusuna yanıt olarak verebiliriz. Biri için sıradan bir olay başkası için kriz yaratacak denli ani ve travmatik olabilir. Araştırmalar bir dizi yaşamsal faktör ve tetikleyicinin bir araya gelip ruh sağlığı hastalıklarını oluşturduğunu ortaya çıkarmıştır (Sayıl, 2004). Kriz durumları aynı zamanda travmatik durumlar mıdır? Öyleyse krize müdahaleyi bilen tüm profesyoneller aynı zamanda travmaya da müdahale edebilir mi? Bunların ikisi de aynı kavramlarsa eğer, ruh sağlığı alanında neden hem kriz durumları ve buna müdahale edenler, hem travma durumları ve buna müdahale edenler var? Bu çeşitlilik neden? Bu türden sorular aklınıza düşüyorsa, buna açıklık getirmek için bu konuyu başlıklar halinde ele almakta fayda var demektir. Aşağıdaki başlıklar halinde ifade edilenler bir nebze de olsa bu ve bu türden birçok sorunun yanıt bulmasına katkıda bulunacaktır. Therapia Sayı 3 | 5
Psikolojik Travma Nedir? Psikolojik travma bireyin psikolojik durumunun ani ve hızla gelişen bir travmatik olay ya da olaylar dizisi nedeniyle hasara uğraması durumudur (Yüksel, 2009; Jaycox et.al., 2002; Herman, 1997). Bireyin üstesinden gelmekte yetersiz kaldığı, yaşamını tehdit eder düzeyde olan duygusal yaralanma durumlarına psikolojik travma denmektedir. Bireyin deneyimlediği, tanık olduğu ya da yüz yüze kaldığı gerçek ya da olası düzeyde yaşamı tehdit eden ya da ciddi bir yaralanma ya da başkalarının veya kendinin fiziksel bütünlüğünü tehdit eden olay ya da olaylar bütünü travmatik yaşam olayları olarak adlandırılagelmektedir (Caplan, 1961; Foa & Meadows, 1997). Ruh sağlığı hastalıkları kısmen de olsa normal korku ve ilgilerin “aşırı doz”da olmuş halidir diye ifade edildiğini hatırlayacak olursak, bu çizgide psikolojik travma da potansiyel olarak alışılmadık, ani ve ekstrem bir olaya karşı bireyin verdiği “normal bir tepkidir” aslında. Zira anormal durumun normal bir tepki verilerek çözülemeyeceği gerçeği, anormal duruma anormal tepki vermeyi spontan kılmıştır. Bu durum Selye (1976) kuramında şöyle açıklanır: Organizma bir çatışma halinde tüm gücüyle o çatışmadan bir an evvel kurtulmaya çalışır. Bunun için kendini bir teyakkuz durumuna sokar; nöronlar organizmanın bu savaştan mağlup ayrılmasına neden olacak her türlü iletiyi götürmemeye, sadece ilgili noktaya odaklanmaya şartlı hale gelir. Selye’nin bu açıklaması şu örnekle daha anlaşılır hale gelir: “Siz hiç kavga ettiğinizde bir yerinizin ağrıdığını hissettiniz mi?”. İşte travmatik yaşam olayına maruz kalmakta olan bireyin tepkisi de tıpkı böyledir. Olay anında hiçbir şey hissetmez, olaydan sonra olayın etkilerine ilişkin tepkiler geliştirir. Travmatik olay deneyimlenirken verilen tüm tepkiler normal olarak kabul edilir. 3 aya kadar buna akut stres bozukluğu denir. 6 aydan sonra yaşanan ve 6
| Therapia Sayı 3
verilen tüm tepkiler eğer “normal”in dışındaysa, bu durum artık Travma Sonrası Stres Bozukluğu halini almıştır. Bazen travmatik yaşam olayları ilk 6 aydan sonra sadece travma sonrası stres bozukluğuna neden olmaz, bazı anksiyete ve uyum bozukluklarına yol açtığı gibi, remisyonda olan bir şekilde bireyin yaşamı içinde tedavi edilmiş bir ruh sağlığı hastalığının da tekrarlamasına neden olabilir. Bu durumların hepsi klinik oluşumlardır ve mutlaka bir klinisyen tarafından tedavi edilmelidir.
Travmaya maruz kalmış birey: Travmatik semptomları olan birey kendini, başkalarını, dünyayı ve geleceğini algılamasında, değerlendirmesinde ve çıkarımlar yapmasında ciddi bozulmalar yaşar. Psikolojik bütünlüğü oluşturan bilişsel, duygusal, davranışsal ve hatta biyolojik alanlarda çok belirgin bozulmalar oluşur. Bu bozulmalar yoğun duygu durumlarına ve aşırı duyarlılığın eşlik ettiği tepkiselliğe yol açar. Yüksel (2009) “Travma, yaşayan herkesi etkiler ve bazılarında ruhsal sorunlara yol açar. Travma sonrası ortaya çıkan tepkiler tek tip değildir. Travmatik deneyimlerin ardından, travma dışında farklı nedenlerle de görülebilen, depresyon, panik bozukluğu, alkol ve madde kullanımında artış, disosiyatif bozukluklar, uyum bozukluğu, bedensel bozukluklar, intihar düşünceleri gibi, geniş bir yelpaze içinde değişebilen ruhsal hastalıklar gelişebilir. Anksiyete bozuklukları arasında yer alan akut stres reaksiyonu (ASR) ve travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) ise travma ardından gelişen rahatsızlıklardır. Travma sonrası gelişen bu iki özgün hastalık ilk kez DSM-III (1980) ile ruhsal hastalık sınıflandırmalarına girmiştir”. Travmatik yaşam deneyimi ile birlikte günlük işlevsel rutinin alanlarından mental, seksüel ve fiziksel düzeyde hasar yaşanır. Bu bozulmalar açıklanamayan, geçici statüde
kişilik değişimlerine yol açabilir. Bu değişimler travmatik bireyin geçmişini, mevcut durumunu ve geleceğini kavramlaştırmasında ağır hasara yol açabilir. Dikkatinde, oryantasyonunda ve kendine ilişkin algılamalarında, temel güven duygusunda, genel olarak duygu durumunda ve davranışlarında bozulmaları deneyimler hale gelir. Travmatik deneyiminden sonra bu deneyimini düşüncelerinde tekrar tekrar yaşar (zihinsel geviş getirme/ruminasyon). Bu zihinsel uğraşlar ironik olarak deneyimlenen travmatik durumu çağrıştıran her türlü durumdan kaçınmaya yönelik olmakla birlikte travmatik deneyimi aynı zamanda tetikler. Birey huzursuzdur, travmatik deneyiminin neden olduğu ıstırap içindedir. Bu durumundan kurtulmak için çabalar ancak travmatik deneyim bireyin etkili başa çıkma becerilerinde bozulmalara yol açtığı için, uygun başa çıkma stratejileri geliştiremez. Bu beceri eksikliği travmatik bireyin kendisini daha güç durumlara sokmasına neden olur. Madde kullanım bozukluklarının ortaya çıkış biçimini alandaki otoriteler buna bağlamaktadırlar. Deneyimlenen travmatik olay sonucu kızgınlık ve çaresizlik duygularının yoğun bir şekilde yaşanması ağır kaygı ve buna bağlı duygu durumlarının deneyimlenmesine sebep olur. Birey panik atak dönemleri bile deneyimleyebilir. Bu durum travma sonucu ortaya çıkan anksiyete bozuklukları çerçevesinde ele alınır. Travmatik deneyimi sonucu birey acı ve üzüntü dolu imajlar, düşünceler ve hatta görüntülerin (flashbacks) etkisi altına girer. Bazen küçücük bir uyaran dalıcı (intrusive) düşünce içeriğinin oluşmasına yol açabilir. Huzursuzluk, ajite hal, korku hali temel güvenlik duygusunun zedelenmesi travma deneyimleyen bireyin en göze çarpan özelliklerindendir. Bu klinik tablo bireyin distrakte ve disosiye olmasına yol açabilmekte ve zaman zaman konfüzyona neden olabilmektedir. Net düşünce içeriğinin tamamen kaybolduğu dönemler yaşar travmatize birey. Belki de bu yüzden başkalarının hiç tepki vermediği
çok sıradan küçücük bir uyarana, bu uyaran deneyimlenen travmatik olayın tekrar yaşanmasına neden olduğundan, çok aşırı tepki vermesine neden olur. Genel olarak tüm bu sözü edilen klinik tablo ile travmatik birey alerttir, dikkatini verme ve sürdürme becerilerinde ağır bozulmalar olmuştur, temel güvenlik duygusu zedelendiğinden huzursuz ve ajitedir, kendini “aşırı düzeyde” koruma ihtiyacı içindedir. Travmatize olmuş birey deneyimlediği travmatik yaşam olayına çok çeşitli tepkiler verir. Bu tepkileri genel olarak proaktif tepkiler, reaktif tepkiler ve pasif tepkiler olarak kategorize edebiliriz (Guney, 2012). Proaktif tepkiler yaşam rutinini belirgin bir şekilde etkilemeden zorlayıcı yaşam olayı ile başa çıkmak ve üstesinden gelmek için yapılan her türlü girişime karşılık gelmektedir. Reaktif tepkiler zorlayıcı yaşam olayı ile karşılaştıktan ve muhtemelen olası bir travma oluştuğu zaman meydana gelir. Son olarak, pasif tepkiler sıklıkla zorlayıcı yaşam olayının yok sayılması ya da duygusal küntlükle karakterize olmaktadır. Travmaya proaktif tepkiler veren birey sıklıkla travmatik durumun üstesinden gelir. Ayrıca beklenmedik, ani zorlayıcı yaşam olaylarıyla da başa çıkma becerileri gelişmiştir. Öte yandan travmatik yaşam olaylarına reaktif tepkiler veren birey sıklıkla beklenmedik, aniden gelişen zorlayıcı yaşam olayından daha çok etkilenir. Pasif tepkiler veren birey maruz kaldığı travmatik olayı tamamen bir kurban psikolojisi içinde algılar ve neredeyse sıfır düzeyde olayın etkilerinin üstesinden gelmeye çalışır. Bu durum onu uzun dönemli travma sonrası ruh sağlığı bozukluklarını çıkarmaya yatkın hale getiren bir faktör olarak işlev göstermektedir. Unutulmamalıdır ki, travmatik yaşam olaylarına maruz kalan travmatize birey, bu maruz kalışının, paylaşım, bireysel başa çıkma yolları ve sosyal desteklerle sıklıkla üstesinden gelir. Ancak bazı vakalarda bir ruh sağlığı profesyoneli ile psikoterapötik görüşmelerin yapıldığı psikolojik olarak daha yapılandırılmış, güvenli koşullar altında Therapia Sayı 3 | 7
deneyimlenen travmanın orijininin belirlenmesi ayrıca kritik bir önem taşımaktadır. Son zamanlarda yapılan araştırmaların (Guney, et. al., 2011; Guney, 2012; Rashid, 2008; Seligman, 1996; 2002; Seligman et. al., 2000), sonuçları göstermiştir ki bireysel düzeyde yaşanan bu zorlayıcı, yaşamı tehdit edici ve negatif yaşam olaylarının kapsandığı travmatik yaşam deneyimlerinde bu bozulmalar belli bir süre yaşanır. Sonra bu deneyimleri olan bireylerin küçük bir yüzdesi, bu yüzde 1-10 arası değişmektedir, travma sonrası bir ruh sağlığı bozukluğuna maruz kalır. Geri kalan çok büyük bir yüzde, deneyimledikleri bu yaşam olaylarını kişisel gelişim süreçlerine “başarılı” yaşam deneyimleri olarak kodlar ve bu kodlama “yılmazlık” ve “dirençli” olmayı da beraberinde getirir. Üstesinden gelindikten sonra deneyimlenen zorlayıcı travmatik yaşam olayı, artık üstesinden gelinmiş, başarılı yaşam deneyimi olarak algılanır ve bireyin kişisel gelişim sürecindeki yerini alır (Guney, 2012; Seligman, et. al., 2005; Rashid; 2012).
Travmanın kategorileri: Genel olarak iki ana kategoriye ayırabiliriz. 1. İnsan eliyle oluşturulan travmatik yaşam olayları, durumsal travmalar adını alır. Bunlar fiziksel saldırı, psikolojik saldırı, seksüel saldırı, tecavüz, istismar vb. dir. 2. Doğal afetler, deprem, sel, su baskınları, hortum, doğal yangınlar vb.
Travmanın değerlendirilme süreci: Travmatik bir deneyimi olan bireyin değerlendirme sürecinden önce mutlaka kendini güvende hissedebileceği şekilde emniyetinin sağlanması gerekir. Bu emniyet içinde barınma, beslenme ve tüm gerekli tıbbi ihtiyaçların karşılanmasını kapsar. Hatta gerekli durumlarda, örneğin 8
| Therapia Sayı 3
tecavüz ya da cinsel istismar vakalarında, bireyin istemesi doğrultusunda derhal hukuki işlemlerin başlatılması için ilgili düzenekler ve stratejiler kurulur ve hayata geçirilir. Değerlendirme sürecinde travmanın kişiye özgü özelliği unutulmadan, travmatize bireyin deneyimlediği travmatik olayı nasıl algıladığı ve bu deneyimine ne türden yüklemlemeler yaptığı dikkatle değerlendirilmelidir (Guney, 2011). Yine bilgi işleme süreçleri, dikkatini verme ve sürdürme becerileri, oryantasyonu, anlık ve volanter dikkati, geriye dönüşleri (flashbacks), zihinsel geviş getirmeleri (ruminasyonlar), dalıcı düşünce içeriği (intrusive thoughts), gece kabusları, bunların sıklığı, yoğunluğu ve travmatize birey için ne denli hırpalayıcı olduğu, düşünce, duygu ve davranışlarındaki bozulmaların titizlikle ele alındığı klinik bir değerlendirme süreci mutlaka bir klinisyen tarafından yapılır. Psikolojik değerlendirme ölçeği alabilecek düzeye gelince travma semptomlarının şiddeti ve süresinin ölçüldüğü psikolojik testler uygulanabilir. Değerlendirme işlemi başından sonuna değin dikkatle yapılır zira travmatik deneyimlerin bireye özgü özelliği yanlış tedavi stratejilerinin oluşturulmasına kolayca zemin hazırlayacağından, en uygun tedavinin başlatılmasını bu değerlendirme süreci belirler. Yüksel (2009) değerlendirme sürecinde dikkate alınması gerekenleri şöyle ifade etmektedir; “Travma öncesi dönem: Öykü, temel işlev düzeyi, kişinin daha önceki travmaları, travma öncesinde psikososyal durum, deneyimlediği travmatik olay/lar: olayın özellikleri, süresi, şiddeti, sayısı, olay sırasında ve hemen sonrasında ortaya çıkan başa çıkma yanıtları, travmatik olay nedeni ile yaşananlar, duygusal ve ekonomik kayıplar, travma sonrası psikososyal ortam: Aile yapısı, iş ve sosyal çevre ilişkisi kişinin travmaya verdiği anlam, travma sonrasında sahip olduğu duygusal ve ekonomik destek kaynaklarına ilişkin bilgiler dikkatle ele alınmalıdır.“ “Mağdur travmatik deneyimini, doğrudan veya farklı bedensel
ve psikolojik belirtilerle dolaylı olarak açıkladığında, ruh sağlığı profesyonelinin travmayı işitmesi kritik bir değer taşır. Profesyonelin; mağdurun hissedebileceği kırgınlığı, öfkeyi, yaşadıklarının anlaşılamamasını, kendisine karşı hissedebileceği güvensizliği ve benzeri karışık duygularını nesnel olarak değerlendirme ve gerektiğinde mağduru yönlendirme yükümlülüğü vardır. Bu ikisi için de zorlu bir süreç olacaktır.” (Yüksel, 2009). Son 10 yıldır çözümlenmemiş travmanın farklı bir ruh sağlığı hastalığına yol açtığı, bu hastalığın travma sonrası stres bozukluğu ve uyum bozukluğu kriterlerini karşılamadığını ifade eden Alman psikiyatrist Linden(2003) hayata küsme bozukluğu adında yeni bir travma sonrası hastalık olduğunu belirtmiştir. Unal ve ark. (2011) travma sonrası oluştuğu öne sürülen bu yeni hastalık kategorisini tanılandırmak ve objektif kriterlere oturtmak için Linden (2009)’in geliştirdiği ölçeğin Türkiye’ye adaptasyon çalışmasını yapmışlardır.
Travma’ ya terapötik yaklaşım modelleri: Travmatik bireyin tedavisinde çok çeşitli tedavi yöntemleri kullanılır. Ancak travmaya müdahale eden ruh sağlığı profesyonelinin yaklaşımı ne olursa olsun, genel olarak üç evrede kategorize olur tüm travma tedavileri. 1.Evre: travmatize bireyin tepkileri yönetilerek, stabilize edilir. 2.Evre: bireyin deneyimlediği travmatik yaşam deneyimine ilişkin anıları ile çalışılarak, travmatik deneyime ilişkin hırpalayıcı ve yıkıcılığının elimine edilmesine çalışılır. 3.Evre: bireyin deneyimlediği travmadan sonra çevresi ve dünya ile yeniden bağlantı kurmasına çalışılır. Birinci evrede, bireyin travmatik tepkilerini yönetmek büyük
önem taşır. Bireyin güvenlik duygusu ile çalışılır, kendini güvende hissetmesi için tüm yapılması gerekenler, fiziksel önlemler de dahil, yapılır. Kendine ya da başkalarına zarar verme potansiyeli dikkatle değerlendirilmeli, en küçük bir şüphede bile mutlaka ilgili müdahale ve tedavi yöntemleri devreye konmalıdır. Psikoeğitim seansları bu evrede daha işlevseldir. Bireyin deneyimledikleri ile ilgili bilişsel düzeyde bilgi sahibi olarak travmanın aniden ve beklenmedik gelişmesi ile bağlantılı belirsizlik duygusunun neden olduğu kaygı hali bir ölçüde bu seanslarda yatıştırılır. İkinci ve üçüncü evrelerde ruh sağlığı profesyoneli kullanacağı psikoterapötik yaklaşımı belirginleştirmiştir ve uygulamaya başlar. Nedir bu yaklaşım modelleri? En genel anlamda şöyle özetlenebilir; 1.Bilişsel – Davranışsal Yaklaşımı Temel Alan Terapiler: bu yaklaşımın altında nefes alma, gevşeme egsersizleri, biofeedback, bilişsel yeniden yapılandırma, öfke yönetimi teknikleri yer almaktadır. Bu yaklaşımda gelecekte oluşabilecek travma semptomlarını ele alma, yönetme, hastalığım tekrarlamasının önlenmesi, madde kötüye kullanımının önlenmesi için kullanılan kaygı, düşünce eksersizleri, düşünce sistemindeki gerçeklikten sapma ve bozulmaların giderilmesi, ve yeniden yapılandırılmış hayal/imgelem de dikkati çeken müdahale yöntemlerindendir. Yaygın olarak kullanılan belli başlı teknikler içinde maruz bırakma (exposure) terapisi, sistematik duyarsızlaştırma, kaygı yönetme teknikleri, stres inoculasyon terapisi, EMDR, en yaygın kullanılanlar arasındadır. 2.Kısa Dönemli Psiko-Dinamik Yaklaşımı Temel Alan Terapiler: Psikodinamik psikoterapinin kısaltılmış formudur. Travmatik olayla ilgili duygusal çatışma ve çelişkiler, travmatik bireyin erken dönem yaşantıları çerçevesinde travmatik olaya Therapia Sayı 3 | 9
odaklanılır. Horowitz, Marmar, Weiss, en çok göze çarpan profesyonellerdendir. 3.Travma Tedavilerinde Evre Oryantasyonlu Travma Tedavi Modelleri: 3.1. Herman (1997) travmatize bireyin iyileşme sürecini tanımlayarak 3 evreli bir model oluşturmuştur. Bu model evre spesifik model (stage spesifik model for traumatik recovery) olarak isimlendirilmektedir. Bu modelde Herman güvenlik duygusunun, zamanlamanın, travmatik anıların hatırlanması ile ilgili, yasın ve yeniden yaşamla sağlıklı ilişki kurmanın (reconnection to the World), yaşama bağlanmanın önemini ve nasıl olması gerektiğini detayları ile anlatmıştır. 3.2.1 Briere (1996) self-travma modeli (self trauma model) adı altında geliştirdiği modelinde humanistik, psikodinamik ve bilişsel davranışsal teorileri harmanlamıştır. Model saygı, pozitif odaklanma, travma sonrası büyüme üzerinde önemle durulmakta ve bunlara yönelik teknikleri ön görmektedir. 3.2.2 Chu (1998) evre oryantasyonlu başka bir travma tedavi modeli ortaya atmıştır. Chu’nun modelinin adı “evre oryantasyonlu tedavi modeli (stage oriented treatment model) dir. Bu modelde özbakım, işlevselliğin iyileşmesi, yaşanan duyguların ifade edilmesinin sağlanması ve çevresiyle/dış dünyayla bozulmuş olan ilişkilerinin yeniden inşa edilmesi amaçlanmaktadır. Chu bunları S (self-care), A (acknowledgement), F (functioning), E (expression), R (relationship) şeklinde formüle etmiş, bu 5 evreli tedavi modeli kendi içinde erken, orta ve geç evre kategorilerine ayırarak, her bir komponent’in detaylı uygulama önerilerini açıklamıştır.
10
| Therapia Sayı 3
3.2.3 Farmako-terapi Modeli: travmatize bireyin stabilizasyonunda oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Psikiyatri uzmanı hekim tarafından verilen ilaç yaşanan kaygı, depresyon, uykusuzluk ve tüm travma semptomlarının kontrolünde oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Tricyclic antidepresanlar (TCA), monoamine oxidose inhibitörleri (MAO-I’ leri) ve seçici serotonin reuptakeleri (SSRI’ lar) oldukça etkilidir. Farmoko-terapinin gerekliliği ve etkililiği, travmatize olmuş bireylerin tedavisinde mutlaka bir psikiyatri alanında uzmanlığını almış hekimin olması gerektiği gerçeğini de hatırlatmaktadır. Zira birçok travma vakasında, travmatize kişinin uygulanılan teknikleri anlamakta ve eşlik etmekte ağır sıkıntılar yaşadığı günümüzde tüm ruh sağlığı profesyonelleri tarafından bilinmektedir. Yine travmatik yaşam deneyimleri ile travmatize olmuş ve comorbid bozukluklara maruz kalmış popülasyonla çalışırken, semptom overlap’ leri ve karmaşık bir şekilde filtre olmuş görünümlü klinik tablo bu gerekliliği en üst noktaya çıkarmaktadır. Hangi tedavi yaklaşım dahilinde hangi tedavi modelinin kullanılacağına karar verirken, ruh sağlığı profesyonelinin bunu mutlaka bir klinisyenle birlikte yapmasında yarar olduğu inancı, travmatize bireye eksiksiz, tam bir tedavi prosedürü sunulması için önem taşımaktadır. Travmatize bireyle çalışırken hangi yöntemle çalışılacağı sorusuna ikinci sırada verilecek yanıt, profesyonelin alanla ilgili eğitimi ve oryantasyonudur. Bir de travmatize bireyin maruz kaldığı travma ve deneyimlediği travmayı bireysel bağlamında yüklediği anlamı, kapsayan tedavi ve müdahale ihtiyaçları belirlemektedir. Tedavinin nasıl olacağına karar verirken yukarıda bahsedilen sıra her zaman bu tarzda işlememektedir ancak travmanın klinik bir durum olduğu ve içinde klinisyen olmadan yapılan herhangi bir müdahalenin eksik ve belki de başka sonuçlar doğuracak denli etkide bulunabileceği gerçeğinin sırası hiçbir zaman değişmemektedir.
Psikolojik kriz nedir? Sayıl (2008) krizi “bireyin süregiden yaşamında ortaya çıkan, ani ve beklenmedik bir yaşam olayı ile tüm ruh sağlığı dengesinin geçici olarak bozulup, alt-üst oluş hali” olarak tanımlamaktadır. Kriz sözcüğü gündelik yaşamımızda aşina olduğumuz, yaşamın içinde bir kavram olmasına rağmen, psikiyatrik krizlerin bireysel yaşam işlevlerini ağır bir şekilde tahrip edebildiği gerçeğini içinde barındırmaktadır. Bireyi zorlayan, hırpalayan çeşitli durumların ve yaşam olaylarının ruh sağlığına olumsuz etkileri çok eskilerden beri bilinegelen bir gerçektir. Kuşkusuz yaşam inişler çıkışlarla dolu iken bazen inişler kısmında birey kendini içinden çıkamadığı, sonu olmayan bir tüneldeymiş gibi hisseder. Krizin duygusal alandaki bu yansımaları psikolojik ve psikiyatrik kriz kavramlarını konuşma diline ve ruh sağlığı alanına eklemiştir. Zira yaşamın tam da içinde olan “kriz durumları” sadece “normal” popülasyon’da günlük yaşamını sürdürürken ani yaşam olayıyla sarsılan bireyin deneyimlediği bir “altüst” oluş hali değildir. Her hangi bir kronik hastalık tanısı almış örneğin bipolar duygu durum bozukluğu, obsesif kompulsif bozukluk vb., tedavisini alarak hastalığı stabilize edilmiş bir hasta, karşılaştığı ani ve beklenmedik yaşam olayıyla bir kriz durumuna girebilir. Hastalığı bu kriz durumuyla tekrarlar, hem krizin belirtileri hem de hastalığın semptomları birbirine karışır. Bu yüzden hem psikolojik hem de psikiyatrik kriz kavramlarını kullanmakta fayda vardır. Kriz durumunda bireyin günlük yaşamını problemsiz sürdürebilmesi için gerekli işlevlerinde yani kişisel iyi oluş halinde yaygın ancak geçici bir çökme durumu söz konusudur. Sorun genel olarak kişisel iyi oluş hali ile ilgili olduğundan kriz durumundaki bireye yardım da bir tedavi biçimi değil bir müdahale biçimidir. Yapılan iş müdahale olduğundan bu müdahaleyi nasıl yapacağına ilişkin yeterli eğitim alan tüm ruh sağlığı profesyonelleri krizdeki bireye yardım edebilmektedir. Bu yüzden Kriz merkezlerinde
klinisyenin süpervizyonları ile multi-disipliner bir ekip hizmet vermektedir. Ülkemizde ilk ve tek Kriz Merkezi Prof. Dr. Işık Sayıl tarafından Ankara Üniversitesi’nde 1989 yılında kurulmuştur. Bu merkezin, Ankara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Psikiyatri kliniği ile organik bağının olmasının yanı sıra, Ankara ve Psikiyatri kliniği olan her il ile işbirliğiyle çalışmaları ülkemizde gerek koruyucu ruh sağlığı alanında, gerekse intiharların sistematik bir şekilde ele alınıp, dolayısıyla önlenmesinde çok önemli katkıları vardır. Zira Merkez Prof. Dr. Işık Sayıl başkanlığındaki intihar önleme programlarıyla, bir yandan ülkemiz sağlık sektöründe intihar vakaları ile çalışan profesyonellere eğitim verirken, diğer taraftan intihar riski taşıyan bireylerle karşılaşma potansiyeli olan sağlık personelinin bilgilendirilme çalışmaları sürdürülmektedir. Bu merkezde yalnız krizdeki bireye değil, intihar girişiminde bulunmuş, psikiyatrik tanı almamış intihar vakalarına da nitelikli ve girişim sonrası gerekli psikososyal tedavi ve bakımın sağlanması hizmeti verilmektedir. Literatürde Caplan (1964) krizi ilk tanımlayan psikiyatri profesyoneli olarak “bireylerin çözümleyemeyecekleri problemlerle karşılaştıkları anlarda kriz durumları oluşur” şeklinde tanımlamıştır. Bu çözümleyememe durumu, bireyin yaşadığı gerginliği, kaygıyı, duygusal aşırı huzursuzluk halini ve işlevsellikte belirgin bir beceriksizlik halini basamak basamak arttırır. Çok yakın zamanda, kriz bireyin tüm kaynaklarının ve başa çıkma yollarının çözümleyemeyeceği bir düzeye çıkan, tolere edilemez zorlanmalar olarak algıladığı her türden durumlar ya da olaylar olarak tanımlanmıştır (James, 2008; Flannery & Everly, 2000). Bu dayanılmaz zorlanmanın arkasında gerçekte pozitif ve bireye ivme kazandıracak bir fırsatı da barındırmaktadır kriz durumu. Çince kriz sözcüğü, içinde hem tehlike hem de fırsat anlamlarına gelen iki karaktere karşılık gelmektedir Therapia Sayı 3 | 11
(Greene, Lee, Trask, & Rheinscheld, 2000). Bu çerçevede krize müdahale, kriz durumundaki birey için, yeni başa çıkma yollarını öğrenip, kendini geliştirdiği bir yaşam deneyimi olanağı sunmaktadır. Bu çerçeve’de kriz “kişisel gelişim ve büyümenin tohumları” olarak isimlendirilip, anlamlandırılmaktadır (Myer&Moore, 2006; James, 2008). Tüm kriz yaklaşımlarında krize neden olan yaşam olayları içinde “sevilen birinin kaybı, doğal afetler, her hangi bir kaza olması, kronik gidişli fiziksel bir hastalık tanısı alma, ayrılma, boşanma, işsizlik, beklenmeyen/istenmeyen hamilelik, ekonomik güçlükler”, sayılmaktadır. Bu yaşam olayları kuşkusuz herkeste müdahale ihtiyacını doğuracak kadar ciddi bir durum olan kriz durumunu yaratmaz ancak bu olaylar her bireyde denge durumunun bozulmasına yol açabilmektedir.
Psikolojik kriz durumundaki kişi: Kriz durumu içindeki birey, maruz kaldığı “altüst oluş” hali nedeniyle hızlı ve yaratıcı düşünme yeteneğini neredeyse yitirmiştir. Kendini karanlık bir tünelin içindeymiş gibi gördüğünden, alternatifleri ve olasılıkları algılayamaz, düşünemez. Karşılaştığı durum karşısında birey alıştığı başa çıkma yolları ile durumun üstesinden gelemez. İç ve dış kaynaklarını harekete geçiremez. Bir dezorganizasyon hali içindedir. Yaşadığı kriz durumu korkularını, gerginliğini arttırmış, hatta onu konfüzyona sokmuştur. Günlük yaşamının mevcut dengesi tamamen bozulmuştur. Krizdeki bireyin duygu durumu gergin, kaygılı, korkulu, öfkeli, utanmış, panik içinde, çaresiz, umutsuz, kötümserdir. Ağır bir belirsizlik yaşar, duyguları ambivalandır. Bu duygu durumu krizdeki bireyi kolay incinebilir ve hatta psikiyatrik hastalıklara maruz kalma anlamında da yatkın yapar. Zira bireysel savunma mekanizmalarında belirgin bir çöküş vardır. Birey içinde bulunduğu kriz durumunun oluşumuna katkıda 12
| Therapia Sayı 3
bulunan yaşam olayını bireysel bütünlüğüne bir tehdit olarak algılar. Bu tehdit algısı, kriz durumlarının bireysel düzlemde çözümlenemeyişine ciddi bir zemin hazırlar. Sayıl (2008) her hangi bir doğal afete maruz kalmış bireyin kriz durumu ile ilgili olarak şunları vurgulamıştır: Yaşanılan olayın büyüklüğü ve gürültüsü ile kalbi çarpar, ağzı kurur, kasları gerilir, sinirleri ayağa kalkar, duyarlılığı artar, korkulu bir bekleyişe geçer, yoğun bir endişe, kaygı, korku yaşar. Bir uyarı yapılırsa neler olup bittiğini anlayabilir. Şaşkınlık, gerçek olamaz duygusu, korku yaşanır. Uzun bir süreliğine olayın görüntüleri, sesleri, kokuları bellekte yerleşir. Yaşama ilişkin temel inançlar sarsılır. Temel güven duygusu, kendine güveni kaybolur. Kaybettiği kişilerin, eşyaların, işinin, sahip olup da kaybettiği ne varsa hepsinin yasını tutmaya başlar doğal bir felakete maruz kalmış kriz durumundaki birey. Sayıl (2008) doğal felaketler sonrasında yaşanan travmaya müdahalenin teorik ayaklarının yas, kayıp ve kriz teorilerine dayandığını vurgulamaktadır. Kriz durumundaki birey krizin dezorganize durumu ve yaşadığı konfüzyonun eşlik ettiği duygu durumu ile intihar fikirleri içinde olabilir, intihar girişiminde bulunabilir. İntihar fikirleri ve davranışı herhangi bir ruh sağlığının uzantısı konumunda değil ise krize müdahale görüşmeleri içinde intihar davranışına 6-8 seanslık bir krize müdahale uygulaması yapılagelmektedir. Krize müdahale yaklaşımının bu vakalarda oldukça işlevsel ve intihar davranışının toplumlarda önlenmesinde oldukça kritik bir önem taşıdığı belirtilmektedir. Krize müdahalenin bu kritik önemi ruh sağlığına intihar davranışı sonrası psikoterapötik krize müdahale modellerinin ele alınmasını getirmiştir (Gordona Dedic, 2012). Dedic (2012) intihar girişiminin akabinde uygulanacak psikiyatrik krize müdahale
yaklaşımının intiharların önlenmesinde çok önemli bir ivme kazandırdığını belirtmektedir.
Farklı Kriz Formları: En genel anlamda krizler iki alanda meydana gelirler. Birinci alanda kişisel kriz durumlarını sayabiliriz. Örneğin, bireyin deneyimlediği durumsal krizler, yaşamsal krizler, travmatik yaşam deneyimlerinden kaynaklanan krizler, gelişimsel krizler, bir psikiyatrik hastalığın neden olduğu krizler ve psikiyatrik acillerdeki krizler. İkinci alanda yaşanan krizler toplumsal düzlemde bir toplumun ya da topluluğun tümünün maruz kaldığı kriz durumlarıdır. Örneğin, silahlı saldırılar, terörist saldırıları, doğal afetler vb.
Psikolojik krizin durumunun değerlendirilmesi: Krizdeki birey herhangi bir ruh sağlığı hastalığına maruz kalmamıştır. Tanı konabilecek bir patolojisi yoktur. Deneyimlediği kriz durumu öncesinde uyumlu bir yaşamı vardır. Yaşadığı ağır konfüzyon hali geçicidir (Sayıl, 2008). Kriz durumundaki bireyi değerlendirirken, bu durumun 1-5 hafta içinde bir şekilde sonlanacağının hatırlanması gerekmektedir. Bu bilgiyi akılda tutarak, yaşanan krizin akut bir durum mu yoksa bir kronik gidişli psikiyatrik hastalığın ani bir yaşam olayıyla alevlenme hali mi olduğu dikkatle belirlenmelidir. Bireyin, ailesinin tutumları, kişilik yapısı, kriz durumu ile ilişkili geçmiş deneyimleri, bireysel ve sosyal kaynakları, yardım almaya ne kadar açık olduğu ve yine ailesinin de bu yardım sürecinde ne kadar sorumluluk almaya ve işbirliği yapmaya istekli olduğu özenle belirlenmelidir (Sayıl, 2008). Krizde bireyin bulunduğu yaşam dönemi, kültürel ve çevresel özellikleri, fizyolojik durumu ve genetik yatkınlığı deneyimlenen kriz durumunun üstesinden gelmeye çalışan bireye yardım sürecinde oldukça etki eden faktörler
olarak işlev görmektedir. Nitekim sonucu, bireyin aldığı profesyonel yardım kadar, kişisel faktörleri, sosyo-kültürel ortamı ve aile yapısı kritik düzeyde etkilemektedir. Krizdeki bireyi değerlendirirken altı basamaklı bir model önerilmektedir. Bireyin güvenlik duygusunu zedeleyecek muhtemel fiziksel koşullar kontrol alına alındıktan sonra sırasıyla problemin belirlenmesi, bireyin kendini güvende hissettiğinden emin olunması ilk basamakta yapılacaklar arasındadır. 2. basamak harekete geçme evresidir. Burada alternatifler araştırılır, planlar yapılır ve krizdeki birey ve sosyal çevresindeki ebeveyni, yoksa onun için önemli olan kişiyle bu işbirliğinin kurulması ve birlikte çalışılacağına ilişkin sınırları belirli iyi bir bağlantı kurulması gerekmektedir. Bu özellikle intihar riski olan kriz vakalarında mutlaka yerine getirilmesi gereken bir durumdur. Homosid (başkasına zarar verme) riski taşıyan kriz vakalarında bu işbirliğinin mutlaka ilgili kurumsal bağlantılar kurulduktan sonra ailesinden veya sosyal çevresinden bir kişi ile krize müdahale sürecinde ve kriz durumuna müdahale edildikten sonra gideceği kuruma devredilmesine kadar sürdürülmesi kritik bir önem taşır. Hatta bazen bireyin hospitalize edilmesi gerekebilir, burada da ilişki kişisine sorumluluk verilir.
Krize müdahale yöntemleri nelerdir? Krize müdahale literatüründe üç yaklaşım modeli krize müdahale yöntemlerine temel oluşturur. Bu modeller; 1. Denge (equilibrium) modeli: İlk kez Caplan (1961) tarafından ortaya atılan bu model, bireyin kendisi ile sosyal çevresi arasında etkileşimini oluşturan bir dengenin varlığından bahseder. 2. Bilişsel Model: Bu modelde Albert Ellis, Donald Meichenbaum ve Aron T.Beck ilk göze çarpan kuramcılardır. Therapia Sayı 3 | 13
Kriz durumlarıyla bireyin bilgi işleme süreçlerinde dolayısıyla da düşünce sisteminde aşırı genellemeler, ciddi bozulmalar ve çarpıtmalar olduğunu, dolayısıyla bireyin yaptığı yüklemlemeler ve çıkarımlarında da ve başına gelenleri muhakeme etme, değerlendirme ve yordama süreçlerinde de bozulmalar olduğunu vurgulamaktadır. 3. Psikososyal geçiş modeli: Bu modelde birey genleri ve kuşaklar boyu öğrenmeleri olan bir organizma olarak ele alınır. Kriz durumu bu psikososyal geçiş dönemlerinden yola çıkılarak değerlendirilir. Bu model hem gelişimsel ekolojik modeli hem de bağlamsal ekolojik modeli kapsamaktadır. Gelişimsel ekolojik modelde gelişim dönemleri ile krizdeki bireyin sosyal çevresinde var olup, kriz durumunun oluşmasına katkıda bulunan faktörlerin önemi vurgulanır. Bağlamsal ekolojik modelde krizin oluşmasına katkıda bulunan bağlamsal sosyal çevre elementleri üzerinde durulur (James, 2008). Kriz durumundaki bireyle çalışılırken aktif ve önyargısız dinleme becerileri ön plana çıkar. Bireyin kriz durumunda hangi evrede olduğunu belirlemek oldukça önem taşır. Krizdeki bireyin şok evresinde mi, sorunu çözmede ağır başarısızlık yaşadığı evrede mi, bireysel ve sosyal kaynaklarını harekete geçirmeye çalışıp bunu gerçekleştiremediği evrede mi yoksa son evre olan çözüme ulaşma ya da dağılma evresinde mi olduğu belirlenir. Krizin evresi belirlendikten sonra üç genel evre halinde krize müdahale yapılır. Sayıl (2008) krize müdahale sürecini şöyle açıklamaktadır; 1.Başlangıç Evresi: Problemin Belirlenmesi ve terapötik amaçların formülasyonu: Şimdi ve burada ilkesi çerçevesinde krize neden olan olayın detaylı anlatılması sağlanır. Burada kriz profesyoneli debriefing tekniğinden yararlanabilir. Ancak bu tekniğin eğitimini almış olmak kritiktir zira son yıllardaki 14
| Therapia Sayı 3
araştırmalar debriefing’in eğitim alınmadan yapılması halinde bireye yarardan çok zarar verdiği ve bazı dezorganize durumlara yol açıp, yaşanan kriz durumunu başkalaştırdığını göstermiştir (Hawker, et.al., 2010; Sijbrandig, et.al, 2006). Kriz profesyoneli durumu tekrar, kısa cümlelerle özetler, en önemli sorunun ne olduğu ve nereden başlanacağına ilişkin sorulara cevap aranmak için üzerinde çalışılacak sorunu birlikte belirlemeye çalışılır. Bu evreden sonra yapılacaklar ile ilgili kontrat yapılır. 2. Orta Evre (2 – 5 görüşme): İlk görüşmeyi izleyen aşamadır. Unutulanlar, son durum, ve yakın geçmişle olayın ve mevcut durumun ilişkileri üzerinde durulur. Olayın etkileri yeniden konuşulur. Bu aşamada krizdeki bireyin benlik saygısı, kayıpları, üzerinde durulur. Davranışlarındaki değişim gözden geçirilir. Görüşmeler boyunca fikir birliğine varılan noktalar hatırlatılır. Geçmişteki sorunları ve işe yaramayan başa çıkma stratejileri konuşulur. Etkili yönleri, potansiyelleri, güçlü yanları vurgulanır. Yeni başarılar deneyimlemesi için kısa zamanda uygulanmak üzere görevler verilir. Mevcut başarıları üzerinde konuşulur ve benzerlikler kurulmaya çalışılır. Çözümler için cesaretlendirilir. Çözüm için yeterli olduğuna ilişkin inancının gelişmesi için çalışılır. 3. Sonuçlandırma (6. Görüşme): bazı durumlarda bu seans 2 seans olarak yapılabilmektedir. Geçmiş görüşmeler gözden geçirilir. Sonlandırma ile ilgili dirençlerle baş edilmek için krizdeki bireyle çalışılır. Kat edilen yol, gelişimleri, değişimleri, ana konu ve etkin yaklaşımları gözden geçirilir. Görüşmeler süresince yaptığı ödevler ve görevler vurgulanarak başarı deneyimleri yaşaması sağlanır. Gelecek planlanır. Yaşamında bir dönemin kapandığı ve zorlansa da bu dönemi çözümleyerek kapattığı vurgulanır. Kontrol randevusu verilir. Her ayda 1 kez 3 ay olmak üzere kontrole çağrılır. Kontrol görüşmeleri krizdeki bireyin yaşadığı kriz durumuna ve
yüklemlediklerine göre değişir. Bazen kontrol görüşmelerine gerek kalmaz. Bazen tek bir seanslık görüşme krizdeki bireyin bulunduğu durumdan çıkmasına destek olur.
Kısa Dönemli Psikoterapiler ve Krize Müdahale Kriz teorisi ile kısa dönemli psikoterapilerin teorilerini birbirinden ayırmak gereklidir. Lindeman (1944) ve Caplan (1961) çalışmaları psikolojik görüşme ve kısa dönemli psikoterapilerin kullanılmasına ivme kazandırmıştır ancak unutulmamalıdır ki kısa dönemli terapi duygusal problemlerin düzenlenmesi için bir tedavi yöntemidir. Öte yandan krize müdahale ani gelişen, beklenmedik bir yaşam olayı ile bilişsel, duygusal ve davranışsal alanlardaki bozulmaların fark edilip, düzeltilmesi yolunda, yardım etmeye odaklanmaktadır. Bazı kısa dönemli terapiler krize müdahale ile benzerlikler gösterse de, genel olarak kısa dönemli psikoterapiler, hatta çözüm odaklı kısa dönemli psikoterapiler bile, krize müdahale ile ilişkilendirilmemelidir. Bu farklılık krizdeki bireyin yoğun olarak karşılaştığı kriz durumunu ne kadar katlanılmaz algıladığı, bozulan rutin dengenin ne denli şiddetli olduğu gerçeğinde gizlidir.
Travma mı? Kriz mi? Bir olayın krize mi, ya da travmaya mı yol açacağı konusunda farklı farklı görüşler olabilir. Ancak bu ayrıştırmaya şöyle katkıda bulunmak mümkündür: Kriz durumları zamanlama, hızlıca, en fazla 2- 5 hafta içinde, çözümlenmesiyle travmatik durumlardan farklılaşır. Travmada hem hasta hem de hasta olmayan bir popülasyon ile çalışılır. Ancak her ikisi ile çalışılırken tüm materyal kliniktir ve bu tedaviyi yapacak profesyonelin de travma terapileri alanında eğitimi, dolayısıyla en azından bu alana özgü donanımı olması gerekir. Öte yandan krize müdahale bir terapi yöntemi değil bir
müdahale yöntemidir. Uygulama esnasında çok fazla klinik bilgi gerektirmez. Klinik bilgi gerektirecek durumlar zaten organik bağ içinde çalışılan kliniklere refere edilerek ya da kriz ekibinde çalışan klinisyene sevk edilerek çözümlenir. Birçok kriz durumu aslında travmatik durumların da içinde oluşabilmektedir. Ancak birçok travma önce kriz olarak başlayabilmektedir. Krizde sosyoekonomik statü, duygusal desteğin bulunabilme kolaylığı ve krizin kendi doğası krizdeki kişinin krizinin nasıl çözümlenebileceğine ilişkin oldukça net sonuçlar verebilir. Ancak travmatik durumlar için aynı cümleleri bu kadar kesinlikle kuramamaktayız. Örneğin ani gelişen beklenmedik bir durum bir kişide kriz durumu yaratırken, diğerinde ağır bir travma sonrası stres bozukluğunun tetikleyicisi olabilmektedir. Krize müdahale süreç oryantasyonlu değildir. Krizin kendisi zaten bir süreç değildir. Kriz aksiyon oryantasyonludur ve duruma odaklıdır. Krize müdahale görüşmelerinde ruh sağlığı profesyoneli spesifik bir olayın sağlıklı yollardan yönetilmesine destek olur. Olayın etkilerini fark etmesine ve bunun duygularına ve davranışlarına nasıl yansıdığını anlamasına yardım eder. Kriz görüşmeleri boyunca krizdeki birey başa çıkma becerileri, bireysel ve sosyal kaynaklarını, destekleri ile ilgili bir öğrenme süreci yaşar. Kendini kurtarma planı yapmayı öğrenir, yaşadığı sorun yumağını kendi başına da çözebileceği deneyimlerini yaşar. Travmada bu süreçler bu denli basit bir sıralamada işleyemez, zira travma daha süreç odaklıdır. Krize müdahale görüşmelerinde ruh sağlığı profesyoneli krizdeki kişiyi değiştirmeye çalışmaz, aktif dinleyici ve gerektiğinde yönlendiricidir fakat bireyde bir kişilik değişimine temel olarak değişimleri oluşturacak müdahalelerde bulunmaz. Travmatik birey travma terapi görüşmeleri ile bir değişim içine girer. Tüm terapilerde olduğu gibi travma terapilerinde de bireyin düşünce, duygu durum Therapia Sayı 3 | 15
ve davranış yapısında değişim hedeflenir. Bu yüzden belki de travma terapilerinde zaman zaman “şimdi ve burada” yaklaşımı “orada ve o zaman” yaklaşımına dönüşebilir. Kriz durumlarında yaklaşım “şimdi ve burada”ya endekslidir. Travmatik durumlar üç aşamalı ruh sağlığı hastalığı sürecini içinde barındırır. Travmatik deneyimi olan birey ilk aşamada akut stres bozukluğu evresindedir. Atlatırsa, ki popülasyonun çok büyük bir yüzdesini kapsar, bu evreden sonra eski uyumlu yaşamına geri döner. Atlatamaz ise travma sonrası stres bozukluğu evrelerine giriş yapar. Halen tedavi alma şansı yoksa kronik travma sonrası stres bozukluğu, uyum bozukluğu ve komorbid rahatsızlıklara maruz kalma olasılığı artar. Travmatik yaşam deneyimleri benliği zayıflatmaz, tam tersine güçlendirir. Birey travmatik yaşam olaylarının ve kriz durumlarının üstesinden geldikçe gelişir, büyür ve daha dirençli bir hale gelir. Son yıllarda, travmatik deneyimi olan kişilerin ancak % 8-10’unun travmaya bağlı bir ruh sağlığı sorununa maruz kaldıkları, geriye kalan %90-95’lik oranın eski uyumlu yaşamlarına daha da güçlenerek ve gelişerek döndükleri saptanmıştır (Calhoun & Tedeshi, 2006; Rashid, 2008) Travma deneyimlerinin üstesinden gelebilmek için pozitif psikoterapi ilkelerini ve otantik mutluluğu (Seligman, 2002; 2011) devreye sokmak, travmanın tedavisinde yeni bir dönüm noktası olmuştur.
Kaynaklar
Aguilera, D., C. & Messick, J.,M. (1982) Crisis Intervention: Theory and methodology (4th Ed), St. Louis MO. Beardslee, W.(1989) The role of self understanding in resilient individuals:The development of a perspective, American Journal of Orthopsychiatry, 59, 266-277. Beck, A. T. (1976) Cognitive therapy and the emotional disorders. New York, International Universities Press. Briere, J. (2002) Treating adult survivors of severe childhood abuse and neglect: further development of an integrative model, Briere, J. J.E.B. Myers, L. Berliner, J. Briere, C.T. Hendrix, T. Reid, & C. Jenny (Eds.) The APSAC handbook on child maltreatment, 2nd Edition. (pp. 175-202), Newbury Park, CA: Sage Publications. Burgess, Ann.,W.; Holmstrom, Lynda, L. (1974) Rape, trauma syndrome, The American Journal of Psychiatry, Vol 131 (9), 981 – 986. Calhoun, L.,G. & Tedeshi, R., G. (2006) Handbook of posttraumatic growth; Research and practice, Mahwak, N.Y.: Lawrence Erlbaum Associates. Caplan, G. (1961). An approach to community mental health. New York: Grunne & Stratton. Chu, J. A. (1998). Rebuilding shattered lives: The responsible treatment of complex post-traumatic and dissociative disorders. New York: Wiley. Dedic, g. (2012) Model of Psychotherapeutic Crisis Intervention following suicide attempt, Vojnosanit Pregl,69 (7), 610 – 615.
Teşekkür
Greenstone, J.L. & leviton, S.C. (2002) Elements of Crisis Intervention, second edition, Pacific Grove, CA:Brooks/Cole
Bu makaleyi 1 yıl boyunca aldığım travma terapileri eğitimimle hazırladım. Bana bu eğitimimi veren Dr. Francis A. Macnab’e, Cairnmillar Psychotherapy Institute and School of Psychology, Melbourne - Avustralya ve bu eğitimi almam için beni 2547/ 39 uncu maddesine göre Üniversitemden görevli gitmemi sağlayan Prof. Dr. Işık Sayıl’a minnettarım. Aldığım bu eğitimimin bilgi dağarcığıyla ihtiyacı olanlara yardım etme koşulum oldu.
Flannery, R.,R. & Everly, G.,S. (2000) Crisis Intervention: A review, International Journal of Emergency Mental Health, 2(2), 119 – 125.
16
| Therapia Sayı 3
Foa, E. B., & Meadows, E. A. (1997). Psychosocial treatments for post-traumatic stress disorder. Annual Review of Psychology, 48, 449–480. Guney, S. (2011) Perceived Trauma and the Strengthspotting in Turkish Population ,Procedia – Social and Behavioral Sciences 29, 75 – 80. Guney, S. Akca, F. and Gulcilem, S. (2011)” The Interrelation Between Traumatic Life Events and Mental Health in Turkish University Students” Procedia Social
and Behavioural
University of Pennsylvania.
Sciences (Elsevier), vol. 12, 122-125.
Rashid, T. (2008) Positive Psychotherapy, In Pursuing human flourishing, New York Press.
Ünal, S., Guney, S., Kartalci, Ş., Reyhani, İ. (2011) “The Post-Traumatic Embitterment Disorder Self-Rating Scale (PTED Scale): The Reliability and Validity Study in Turkish Population” .Dusunen Adam The Journal of Psychiatry and Neurological Sciences, 24, 32-37. Hawker, D.,M., Durkin, J. & Hawker, D., S., J. (2010) To debrief or not to debrief our heroes: that is the question, Clinical Psychology and Psychotherapy, DOI: 10.1002/ccp. 730. Herman, J. L. (1997). Trauma and recovery. New York: Basic Books. James, R.K. (2008) Crisis intervention strategies. Thomson Brokes/Cole, Six edition, CA, USA. Jaycox, L. H., Zoellner, L., & Foa, E. B. (2002). Cognitive behavior therapy for PTSD and rape survivors. Psychotherapy and Practice, 58(8), 891–906. Liem, J.,J., James, J.,O’Toole, and Boudewyn, A. (1997) Assessing resilience in adults with histories of childhood sexual abuse, American Journal of Orthopsychiatry, 67 (4): 594 -606. Lindeman, E. (1944) Symptomatology and management of acute grief, American Journal of Psychiatry, 101, 141 – 148. Linden M. Posttraumatic Embitterment Disorder. Psychother Psychosom 2003; 72:195-202. Linden M, Baumann K, Lieberei B, Rotter M. The Post-Traumatic Embitterment Disorder Self-Rating Scale (PTED Scale). Clin Psychol Psychother 2009; 16:139–147. Macnab, F.A. (1991) The Contextual Modular Therapy: New Directions for Clinical Practice, spectrum publications, Victoria, Australia. Macnab, F.A.(1984) Conflict and stress: The malcolm millar lecture in psychotherapy. Aberdeen:University Press Aberdeen. Macnab, F.A. (1999) The doctor’s case book: Discovering wisdom and contentment. Melbourne: Information Australia. Macnab, F.A. (2000) Traumas of life (volume 1).Melbourne:Spectrum Publications, Australia. Macnab, F.A. (2000) Traumas of life (volume 2). Melbourne:Spectrum Publications, Australia.
Rashid, T. (2008) Positive psychotherapy, In Lopez SJ (ed.) Positive Psychology: Exploring the best in people. Vol:4, Westport, C.T.: Praeger Publishers; 187 – 217. Rashid, T., & Seligman, M. E. P. (in press). Positive psychotherapy: A treatment manual. New York: Oxford University Press. Saleebey, D. (1997) The strengths perspective in social work. White Plains. N.Y.: Longman Sayıl, I. (2008) Krize Müdahale ve İntiharı Önleme, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara-Türkiye. Sayıl, I. (2004) Bireyden topluma ruh sağlığı. Erler Matbaacılık, İstanbul-Türkiye Seligman, M. E. P., & Maier, S. F. (1967). Failure to escape traumatic shock. Journal of Experimental Psychology, 74, 1–9. Seligman, M.E.P. (2011) Flourishing: A visionary new understanding of happiness and well-being, Free Press, N.Y., USA. Seligman, M. E. P. (1996). Science as an ally of practice. American Psychologist, 51, 1072–1079. Seligman, M. E. P. (2002). Authentic happiness: Using the new positive psychology to realize your potential for lasting fulfillment. New York: Free Press. Seligman, M. E. P., & Csikszentmihalyi, M. (2000). Positive psychology: An introduction. American Psychologist, 55, 5–14. Seligman, M. E. P., & Yellin, A. (1987). What is a dream? Behavior Research and Therapy, 25, 1–24. Seligman, M. E. P., Steen, T. A., Park, N., & Peterson, C. (2005). Positive psychology progress: Empirical validation of interventions. American Psychologist, 60, 410–421. Selye H.(1976) Stress in health and disease. Reading, MA: Butterworth. Sijbrandig, M., Olff, M., Reitsma, J.,B., Carlier, I., V. And Gersons, B., P., R. (2006) Emotional or educational debriefing after psychological trauma: Randomised controlled trial, The British Journal of Psychiatry, 189: 150 – 155. Wollman, D. (1993). Critical Incident Stress Debriefing and crisis groups: A review of the literature. Group, 17, 70-83. Yüksel , Ş. (2009) Travmatik yaraların açığa çıkmasında ve onarılmasında görüşme ortamı, Klinik Gelişim, cilt. 22, no: 4, 11 – 17.
Meichenbaum, D., H. (1977) Cognitive – behaviour modification: An integrative approach. New York: Plenum. Murphy, S., Irving, C., B., Adams C., B., and Driver, R. (2012) Crisis Intervention for people with severe mental illness, Cochrane database Syst. Rev., May 16, 5: CD001087. Myer, R. A. & Moore, H. (2006) Crisis in context theory: An ecological model, Journal of Counselling and Development, 84 (2), 139 – 147. Rashid, T. (2005). Positive Psychotherapy Inventory. Unpublished manuscript, Therapia Sayı 3 | 17
18
| Therapia Say覺 3
Stresin nörofizyolojisi Stresi nasıl tanımlarız? Stres sırasında ortaya çıkan fizyolojik reaksiyonlar hayatta kalmamız için neden önemlidir? Stresin nörofizyolojisine doğru kısa bir yolculuğa çıkıyoruz. alper hasanoğlu
Aynı zamanda, homeostatik süreçlerde değişiklere neden olan herhangi bir durum olarak da değerlendirilir. Örneğin, zararlı bir etkenin deney hayvanına akut olarak uygulanması sonucu “genel adaptasyon sendromu” olarak adlandırılan bir tablo ortaya çıkar. Bu sendromda gözlenen semptomlar, zararlı etkenin yapısından bağımsız olarak ortaya çıkar.
özelliklerinden biri, birçok stresör tarafından oluşturulabilen bu fonksiyonel değişimlerin, uygulanan stres uyaranlarının yapısal ve genel özelliklerinden bağımsız olmasıdır. Bundan dolayı da stres, nonspesifik bir yanıt olarak tanımlanmış ve bu nonspesifik yanıtların ortaya çıkmasını sağlayan uyaranların tümüne stresör denmiştir.
“Genel adaptasyon sendromu” üç aşama içerir: Birinci aşama ilk 24 saati kapsar ve endokrin organların hacimlerindeki ani azalma, gastrointestinal sistemde erozyonlar, adronokortikal lipid ve kromafin maddelerin kaybı ile ekzoftalmi, lakrimasyon ve salivasyon gibi kimi davranışsal bulgularla karakterizedir. İkinci aşamada adrenallerin büyüdüğü, gonadların atrofiye olduğu, vücut gelişiminin durduğu gözlenir. Stres koşullarının devam etmesi durumunda, nihai tükeniş-tükenme evresi olarak kabul edilen üçüncü aşama ortaya çıkar.
Stres teorisindeki nonspesifiklik boyutu daha sonra başka bir araştırmacı tarafından geliştirilmiştir. Bütün yaşam sürecince karşı karşıya kalınan tehdit edici veya hoşa gitmeyen faktörlere karşı gösterilen emosyonel reaksiyonlarda yer aldığı düşünülen psikolojik boyut can alıcı bir öneme sahiptir. Psikolojik uyaranlar hipofiz adrenal sistemi harekete geçiren en güçlü uyaranlar arasında yer alır ve birey bu stresörlere karşı bir hipofiz adrenal yanıtı gösterir. Fakat, adrenokortikal yanıtların çok geniş bir uyaran grubuna karşı gösterilir, bunun nedeni de fiziksel bir strese maruz kalan bireylerin mutlaka emosyonel bir stres de yaşıyor olmalarıdır.
Tarif edilen “genel adaptasyon sendromu”nun en önemli Therapia Sayı 3 | 19
Anksiyete ya da stresörlere karşı bir reaksiyon olarak ortaya çıkan korku ister gerçek ister gerçekdışı olsun, psikolojik stresi ortaya çıkaran tehlikelerle ilişkilidir.
Bunun sonucunda, “nonspesifik” olarak tanımlanan yanıtın davranışsal ya da psikolojik bir doğasının bulunduğu ve yorumlanmaya çalışılan “nonspesifik” yanıtların altında yatan süreçlerin büyük olasılıkla daha önce kabul edilenden daha “yüksek” santral sinir sistemi (SSS) fonksiyonlarını içermesi gerektiği iddia edilmiştir. Stres yanıtlarının nonspesifisitesi ile ilgili bu revizyonist kavramsallaştırma çabası stresin tanımını daha modern ve gerçeğe yakın bir duruma getirmiştir. Stres böylece, “psikolojik homeostatik süreçlerde değişikliğe yol açan etken” olarak da tanımlanmaya başlamıştır. Anksiyete ya da stresörlere karşı bir reaksiyon olarak ortaya çıkan korku ister gerçek ister gerçek dışı olsun, psikolojik stresi ortaya çıkaran tehlikelerle ilişkilidir. Stres sırasında ortaya çıkan biyolojik değişikliklerin bir kısmı klasik olarak “kaç ya da mücadele et” (flight or fight) şeklindeki defans yanıtları olan fizyolojik reaksiyonları içerir. Bu fizyolojik yanıtlar davranışların oluşmasına ve gösterilmesine katkıda bulunarak canlı organizmanın hayatta kalma olasılığını arttırmaya yöneliktir. Bu yanıtlar genel olarak kardiyovasküler, solunum ve diğer viseral sistemlerde gözlenen ve içinde bulunulan duruma uygun değişiklikleri içermektedir. Bunun yanında kronik stres ve anksiyete organlara fiziksel olarak zarar verebilir ve kardiyovasküler, gastrointestinal, pulmoner ve diğer organlara dair patolojiler ile birlikte maladaptif davranışların ortaya çıkmasına neden olabilir. Strese bağlı ortaya çıkan rahatsızlıkların önlenmesi ve tedavisi, akut ve kronik stres sonucu ortaya çıkan viseral değişiklikler ile ilgili yüksek beyin yapılanmalarının daha iyi anlaşılabilmesine bağlıdır. Yukarıdaki gibi bir stres tanımı kabul edildiğinde, stres düzeyini ölçen en güvenilir ve duyarlı yöntem kortikotropin salgılatıcı faktör (CRF) üretimindeki artışın ölçülmesidir. İç ve dış etkenler, nörohumoral mekanizmalar üzerinden 20
| Therapia Sayı 3
(büyük olasılıkla CRF), bir uyaran biçiminde ön hipofize ulaşır ve hipofizde adrenokortikotropik hormon (ACTH) salgılanmasına neden olur. ACTH da adrenal korteksi uyararak glukokortikoidlerin salgılanmasına yol açar. Glukokortikoidlerin glukoneogenezis, hiperinsülinemi, lenfoid dokularda lizis, gastrik sekresyonun artışı, enflamatuar ve antikor yanıtta azalma gibi birçok fizyolojik olayı içeren geniş bir etki spektrumu vardır. Çok geniş spektruma yayılan bu fizyolojik yanıtlar, ‘feedback’ etki ile SSS fonksiyonlarını ve sonuç olarak büyük olasılıkla stres yanıtlarının ortaya çıkmasını sağlayan psikolojik değişkenleri düzenler. Stresin algılanması ve sunumundan sorumlu SSS bölgeleri devamlı olarak yoğun çalışmalara konu olmaktadır. Stres yanıtlarının ortaya çıkmasını sağlayan psikolojik değişkenler ile ilgili en önemli olgu, duysal uyaranlarla, nihai nöroendokrin yanıtların ilişkilendirilebilmesi sürecinde nörolojik yapılara ihtiyaç duyuluyor olmasıdır. Stres yanıtının inen kolu, büyük olasılıkla, emosyonların işlenmesinde ve sunumunda önemli bir rol oynadığı bilinen bir beyin sistemidir: Limbik sistem. Bu bağlamda en çok dikkate alınması gereken sistemlerden biridir. Limbik sistem primer olarak diensefalik ve telensefalik yapılardan meydana gelir. Bu yapılar, neokorteksle somatomotor, viseromotor ve nöroendokrin sistemleri kontrol eden beyin sapı ve spinal kordun birbirleri ile ilişki içinde olmasını sağlar. Bütün bu kavramsallaştırmaların sonucunda, adrenal sistemin aktivasyonu (ACTH ve kortikosteroidler) bir anlamda limbik sistemin de aktivasyonunu yansıtıyor denebilir. Zamanla ortaya çıkmış olan kanıtlar CRF’ye SSS içinde nörotropik bir rol atfetmişlerdir. Ortaya atılan bu kanıtlarda, stresin davranışsal yanıtının oluşumunda alternatif bir boyutun varlığına işaret edilmektedir. Psikolojik uyaranların limbik sistem üzerinden CRF-hipofiz-adrenal aksı aktive
etmesi sonucu emosyonel yanıtlar oluşturmasının yanında, aynı yol ile yani limbik sistem aracılığı ile bir SSS-CRF sistemini de aktive ettiği ve bu SSS-CRF sisteminin strese karşı gösterilen davranışsal yanıtların yanında emosyonel davranışların kendilerinin oluşumuna da önemli boyutlarda katkıda bulunduğu düşünülmüştür.
sapındaki bu hücre topluluğunun HPA aktivasyonu üzerine olan eksitatör etkisini göstermektedir. Fakat ayağa elektrik şoku uygulayarak oluşturulan streste ortaya çıkan PVN c-fos induksiyonu bu tür bir deafernsiyonla bloke edilememektedir. Bu da bu tür stresörlerle oluşturulan stres durumlarında alternatif bir döngünün işlevselleştiğini göstermektedir.
Selye’nin klasik stres tanımını ve tarif ettiği “genel adaptasyon sendromu”nu temel alarak baktığımızda, üçüncü aşama olarak kabul edilen fazda kronik olarak strese maruz kalınmasının birçok nöropsikiyatrik ve nörodejeneratif hastalıklara neden olduğunu vurgulamıştım. Bunlar arasında kimi sistemik hastalıkları (ör. kolit, asthma bronchiale, hipertansiyon), afektif bozukluklar (ör: depresyon, fatik sendrom, posttravmatik stres bozukluğu) ve nörodejeneratif bozukluklardan Alzheimer Sendromu sayılabilir. Bu hastalıkların ortaya çıkışı ve gelişiminin başlangıçta adaptif olan yanıtların zamansal olarak uzun sürmesinden dolayı hastalık oluşturucu etkenlere dönüşmesi sonucu olduğu düşünülmektedir.
Ek bir HPA eksite edici informasyonun amigdala aracılığı ile PVN`ye ulaştığı düşünülmektedir. Amigdalanın stres koşullarında gözlenen davranışsal ve kardiyovasküler yanıtları ortaya çıkardığı bilinmektedir. Amigdala lezyonlarının adrenolektomi sonrası gözlenen ACTH artışını azalttığı gösterilmiştir, bu bulgu da amigdalanın HPA aktivasyonunu etkilediğini gösteren bir bulgudur. Daha detaylı araştırmalar amigdalanın HPA fonksiyonlarına olan eksitatör etkisinin amigdalanın santral, medial ve kortikal amigdaloid nukleusları ile ilgili olduğunu göstermektedir. Medial ve kortikal amigdala nukleuslarının uyarılması kortikosteron sekresyonunu arttırır, bu da bu bölgelerin stresi eksite edici rollerine dikkat çeken bir bulgudur. Bu nukleusların stres koşullarındaki rolleri yüzme ve restraint streslerinden sonra bu bölgelerde gözlenen yoğun c-fos induksiyonu ile de desteklenmektedir. Lezyon çalışmaları amigdalanın HPA eksitasyonundaki rolünü doğrulamaktadır. Örneğin mediyal veya santral amigdala nukleuslarının haraplanması akustik ve fotik stimulasyona karşı gösterilen HPA yanıtını bloke eder. Başka çalışmalar da santral nukleus lezyonlarının restraint ve ürkü şartlanmasına karşı oluşan ACTH ve kortikosteron yanıtlarını azalttığını göstermektedir. Bunun yanında medial ve santral amigdaloid lezyonlar etere kartı ortaya çıkan HPA yanıtını bloke etmemektedirler, bu da amigdala stres yolaklarının stres-spesifik olduğunu göstermektdir.
Yapılan hayvan deneylerinde stresin türüne özgü santral stres döngülerinin var olduğu görülmüştür. Bu döngülere katılan yapılardan bir tanesi, beyin sapında, katekolamin üreten ve PVN’deki CRF içeren nöron gruplarına direk projeksiyonları olan nöron yolaklarıdır. Buradan kaynaklandığı düşünülen katekolaminerjik aktivitenin hemoraji, hipotansiyon ve respiratuar distres benzeri stres durumlarında arttığı ve ayrıca büyük olasılıkla ACTH’nın immun mücadelenin oluşumundaki rolüne katkıda bulunduğu düşünülmektedir. Katekolaminlerin HPA aktivasyonuna neden olan eksitatör etkisinin PVN`deki alfa-adrenoreseptörleri aracılığı ile olduğu varsayılmaktadır. Beyin sapından PVN’ye giden yolaklar kesildiğinde, hipofizotrofik nöronlardaki c-fos mRNA ve protein induksiyonu inhibe olmaktadır, bu da beyin
Genel olarak limbik stres yolakları ‘higher order sensory processing’e gereksinim gösteren stresörlere karşı duyarlıdır. Therapia Sayı 3 | 21
22
| Therapia Say覺 3
Örneğin, ‘restraint’, ürkü şartlanması veya yabancı bir çevre ile karşılaşınca gösterilen HPA yanıtları prefrontal korteks, hipokampus veya amigdala lezyonlarından etkilenirler. Bu stresörlerin şu ortak özellikleri vardır: 1. Bir stres yanıtı oluşmadan önce yüksek merkezlerde değerlendirilip işlenmeye ihtiyaç gösterirler, 2. hiçbirinin fizyolojik homeostasisi tehdit edici özelliği yoktur, stresör özellikleri geçmişte edinilen deneyimlere bağlıdır. Eter ve hipoksi gibi fizyolojik uyaranlara karşı oluşan HPA yanıtları limbik sistem lezyonlarından etkilenmezler. Bu stresörlerin ortak özellikleri şunlardır: 1. Bu tür stresörler viseral yolaklar aracılığı ile doğrudan PVN`ye iletilirler. 2. Her iki stresör de yaşam için bir tehdit oluşturan respiratuar distres sendromunun oluşumuna neden olabilir. Bu nedenle de kognitif işlenmeye gerek duyulmadan ve onu atlayarak PVN`ye hızlı bir eksitatör sinyal iletimi gerçekleşir. Limbik-duyarlı ve limbik-duyarsız stresörlerin varlığı iki ayrı stres yolağının bulunduğuna işaret etmektedir. Limbikduyarlı stresörler “prosesif ” olarak adlandırılabilirler, çünkü
fizyolojik karşılıklarına karar verilebilmesi için bir dizi değerlendirilmeye gerek duyulmaktadır. Uyarılar kortikal düzeyde değerlendirilir ve bu değerlendirmede farklı yapılar yer alır. Limbik sistemdeki amigdala kompleksi yeni ya da tehdit edici stresör uyaranı integre eder, işler ve uyaranın aversiflik düzeyine göre otonomik, endokrin ve davranışsal yanıtlara dönüşümüne bir anlamda karar verir; bu işlenmiş bilgi daha sonra PVN’ye kompleks bir etki olarak iletilir. Limbik döngü bu nedenle daha önceki deneyimlere veya varolan aktivasyonun düzeyine bağlı olarak HPA yanıtını arttırabilme ve azaltabilme yeteneğine sahiptir. Respiratuar stresörler, kardiyovasküler ve immun uyaranlar gibi limbik duyarsız stresörler ise “sistemik” stresörler olarak adlandırılabilirler ve hızla direk yolakları aracılığı ile PVN`ye iletilirler. Bu bağlamda stresle ve stres sonucunda ortaya çıkması muhtemel nöropsikiyatrik ve nörodejeneratif bozukluklar ile ilgili yapılan araştırmalarda en çok üzerinde durulması gereken sistemler SSS-CRF sistemi ile limbik sistemdir.
Therapia Sayı 3 | 23
Anne-babası boşanan çocuk Anne-babası boşanan çocuk ne yaşar, neler hisseder? Gittikçe artan boşanma vakaları çocukların gelişimini ve geleceğini nasıl etkiliyor? Tüm aile için kriz anlamına gelen boşanma sürecinde çocuklara nasıl destek olunmalıdır? burcu gençer-türk
24
| Therapia Sayı 3
Eşlerin boşanma kararı verirken çocuklarına dair en büyük endişesi bu yaşam krizinin ileride onlarda bırakacağı izler
Son dönemde bana danışan anne babalar çoğunlukla boşanma döneminde çocuklarına nasıl davranmaları gerektiğini soruyorlar. Gün geçtikçe parçalanan aileler hayatımızın doğal bir parçası haline geliyor. Bundan 23 yıl önce annem bana boşanacaklarını söylediğinde ilk aklıma gelen, sınıfımda annesi babası ayrılmış tek çocuk olacağımdı. Dehşete kapılmıştım. Oysa şimdi baktığımda, ailesi bir arada olan çocuk görmek gitgide zorlaşıyor. Boşanma elbette tüm aile bireyleri için bir kriz süreci. Var olan sistemin değişmesi ve yeni yaşam koşullarına adapte olma mecburiyeti, yetişkinleri de çocukları da etkiliyor. Ancak bu demek değil ki bu krizin sonucu illa ki mutsuzluk olacak. Kriz süreci doğru yönetildiğinde, bir süre sonra herkes yeniden dengesini bulup, huzurlu bir hayata devam edebilir. Çocukların dengelerini bulma olasılığı, kendi kişisel özellikleri dışında ebeveynlerin süreci nasıl yönettiğiyle de doğrudan alakalı. Eşlerin boşanma kararı verirken çocuklarına dair en büyük endişesi bu yaşam krizinin ileride onlarda bırakacağı izler. Her anne-baba çocuğunu sağlıklı bir birey olarak yetiştirmek ister ve onun geleceğinde herhangi bir sorunun nedeni olma ihtimali çok acı vericidir. Gelecekte oluşabilecek sıkıntıları önlemenin en kolay yolu, şu anki duruma doğru müdahale etmekten geçiyor. Doğru müdahale edebilmek için ise önce anlamak gerekiyor. Ailesi parçalanan bir çocuk ne hisseder, neler düşünür? Kendi anne-babamın boşanma dönemi anılarıma geri döndüğümde farkettim ki, kitaplarda okuduğumuz tüm duyguları yaşamışım. Derin bir üzüntü, suçluluk, öfke, güvensizlik, terk edilmişlik, “şimdi bana ne olacak” korkusu, “ya artık beni sevmezlerse” endişesi... Bütün bu duygular, henüz hayat tecrübesi ve baş etme stratejileri kısıtlı olan bir çocuk için gerçek bir kriz demek ve bu krizi atlatabilmek için desteğe ihtiyacı var.
Çocuklara boşanma krizinde verilebilecek desteği iki ayrı kategori olarak kurguluyorum. İlki günlük hayatlarını yeniden düzene koymak için yapılacaklar diğeri ise duygusal dünyalarında bu yeni oluşa alışmalarına verilecek destek. Her ikisi de oldukça önemli olmakla beraber, ilk kategori çoğu anne babanın artık hakim olduğu, her yerde yazılan çizilen konular. Mesela evden ayrılan babaysa babanın yeni evinde çocuğa, ona ait bir oda verilmesi, haftalık görüşme günlerinin önceden belirlenmesi, eğer mümkünse çocuğun günlük rutininin değişmemesi, yani aynı okula gitmesi, aynı evde yaşaması gibi... Bunlarla hedeflenen, çocuğun boşanma durumunda zaten artan belirsizlik hissini en aza indirgemek. Anne-babanın birlikte olduğu yaşam biçimi çocuğun kendini en güvende hissettiği alan ve aile parçalandığında çocukta ilk zedelenen bu güvende olma hissi. Çocuk yeni yaşam tanımında belirsizlik ne kadar az olursa, kendini o kadar az tehdit altında hisseder. Bu yüzden ilk adım ona öngörebildiği, yeni bir güvenlik alanı oluşturabileceği fiziksel ortamı sağlamak. Bu amaca paralel olarak, boşanan çiftlere önemle önerdiğim güvenilir, dengeli insan modeli olmaları. Yani verdikleri sözleri tutan, diğer ebeveyni kötülemeyen, bu yaşadıkları zor zamanların kimsenin suçu değil ortak bir kararın sonucu olduğunu ifade eden... Hafta sonu görüşme sözü verip gelmeyen bir ebeveyn çocuğun güvenlik duygusuna zarar verdiği gibi belirsizliği de pekiştirir. Ben çocukken, annemle babam her bayram öncesi benim tatili kimle geçireceğime dair uzun bir kavgaya tutuşurlardı. Yılın en keyifli zamanı olan bayramlar benim pek hevesle beklediğim zamanlar değildi o yüzden. Büyük bir belirsizlik ve stres nedeniydi. Kendimi arada kalmış ve sıkıntıya yol açmış gibi hissederdim. Karar ne olursa olsun, diğer taraf üzüldüğü için ben de mutsuz olurdum. Oysa bu durum önceden aralarında karara bağlanmış olsa hepimiz için işler ne kadar kolay olurdu.
Therapia Sayı 3 | 25
Anne babasının boşandığını öğrenen çocuklarda suçluluk duygusu da oldukça sıktır. Özellikle okul öncesi dönemdeki bir çocuk, yaşanan herşeyin sebebinin kendi olduğunu düşünür, anne babasının boşanması da dahil. Krizin atlatılması ve dengenin yeniden kurulması sürecinde verilmesi gereken ikinci destek konusu çocuğun yaşadığı duygularla ilgili olmalı. Bu da aslında önemi sıkça vurgulanan ancak nasıl yapılacağı belirsiz kalan bir konu. Ebeveynler çocukları ile ilgili danışmaya geldiklerinde bana genelde gözlemledikleri davranışları anlatıyorlar. Çok sakin bir çocuk olan kızlarının en ufak şeye sinirlendiğinden veya okulda hiç sorun yaşamamış oğullarının bir anda kötü notlar almaya başladığından bahsediyorlar. Çocuklar söz konusu olduğunda dikkatimizi çeken ilk konu nasıl davrandıkları oluyor. Oysa davranışların oluşmasına neden olan düşünceler ve duygular. Çocuklar duygularını isimlendirmek ve onlarla baş etmek konusunda bizim kadar tecrübeli değiller. Üstelik bunu başarmak için gerekli olan zihinsel becerileri de henüz gelişimini tamamlamış değil. Bu yüzden olumsuz düşünce ve duygularını davranışları yoluyla ifade ediyorlar. Tepkiler çocuğun yaşına, cinsiyetine ve ebeveynlerine yakınlığına göre elbette değişir. Ama çoğu çocuğun anne ve babasının boşanmasıyla ilgili bazı ortak hisleri vardır. Hisleri anladığımızda neden çocuğun bir anda bebek gibi davranmaya başladığını veya niçin annesiyle babasını devamlı aynı ortama sokmaya çalıştığını da daha rahat anlayabiliriz. Çoğu çocuk ayrılık haberini aldığında, benim de bir zamanlar deneyimlediğim gibi, farklı duyguları bir arada yaşayabilir. Üzüntü, korku, suçluluk, kaygı, öfke boşanma durumularında en çok öne çıkan duygular. Çocuklar anne-babalarının
26
| Therapia Sayı 3
ayrılıklarına üzülür çünkü artık eskisi gibi bir arada yaşayan bir aile olamayacaklarını fark ederler. Çok sevdikleri her iki ebevenylerini bir arada göremeyeceklerdir artık. Bir süre yas tutmalarını normal kabul etmek gerek. Bu yas sürecinde onlara yakın olmak ve anlaşıldıklarını hissettirmek çocuklara iyi gelir. Bir çocuğun boşanma sürecinde baskın olarak yaşadığı bir başka duygu korkudur. Korkunun temelini oluşturan düşünce ise anne babasının artık onu eskisi kadar sevmeyeceği, hatta terk edip gideceği. ‘Birbirlerini sevmekten vazgeçtilerse bir gün beni de sevmeyebilirler.’ özellikle okul öncesi çocuklara ait bir düşünce. Bu yaşlarda hem anne hem de babanın yoğun ilgi ve sevgisine ihtiyaç doruk noktada. Bu yüzden de en çok korktukları şey bu sevgiden mahrum kalma olasılığı. Korkularını genelde evden giden ebeveynden ayrılmak istememe, gideceği zaman ağlama, yanında olduğunda hep kucağına çıkmaya çalışarak belli etmeye çalışırlar. Bu davranışları veya ‘anne gitme’ gibi yalvarışları çok sık gözlemliyorsak demek ki çocuğun biraz daha fazla güvenceye ihtiyacı var. Ona sık sık hem annenin hem de babanın da onu ne kadar çok sevdiğini, ne olursa olsun onu hiç bırakmayacağını hatırlatmak gerek. Anne babasının boşandığını öğrenen çocuklarda suçluluk duygusu da oldukça sıktır. Özellikle okul öncesi dönemdeki bir çocuk, yaşanan her şeyin sebebinin kendi olduğunu düşünür. Anne-babasının boşanması da dahil... Aklından geçen, ‘Ben daha iyi bir çocuk olsaydım babam gitmezdi.’ veya ‘Odamı toplasaydım kavga etmezlerdi.’ gibi düşünceler suçluluk duygularını besler. Bu tip düşüncelerin ve suçluluk duygusunun etkisini biraz olsun azaltmak için onlara bu durumun onlarla ilgili olmadığını defalarca anımsatmakta fayda var. Bunlar anne-babası boşanmış çoğu çocuğun yaşadığı ortak duygular. Ama tabii ki her çocuk birbirinden farklı. Kendi kriz süreçlerinde kendilerine has pek çok duygu ve düşünceye sahipler. Bu yüzden duygusal destek verirken her ebeveynin kendi çocuğunun duygularını ve içinde bulunduğu durumu fark edebilmesi lazım.
Yetişkin de olsa çocuk da genelde olumsuz duyguları yok sayma eğilimimiz var. Sanki bunları dillendirmezsek yok olacaklar gibi... Parkta oğlumu gezdirirken çok kez tanık oldum. Bir çocuk köpekten korkuyor ve ağlamaya başlıyor, annesi onu kucağına alır almaz ‘Korkacak bir şey yok oğlum, hiçbir şey yapmaz.’ diyor veya, istediği bir şey olmayınca suratı düşen çocuğa hemen bir ‘üzülme’yi yapıştırıveriyoruz. Böyle davranıldığında çocuklar hem yaşadıkları duygunun yanlış olduğunu düşünüyorlar hem de bu duygudan kurtulamadıkları için kendilerinde yolunda gitmeyen bir şeyler varmış gibi hissediyorlar. Yakınlarındaki insanların onları anlamadığı düşüncesi de cabası. Boşanma tecrübesi yaşayan bir çocuğa verilebilecek en büyük destek yaşadıkları olumsuz duygularda bir gariplik olmadığını göstermek. ‘Üzülme kızım, biz hala seni seviyoruz.’ içeriği çok güzel bir cümle olsa da, aynı zamanda ‘Bu üzüntü duygusunu yaşamaman gerek.’ gibi bir de alt mesaj içeriyor. Bunun yerine yaşadığı duygunun anlaşıldığı ve kabul edildiği ‘Bu duruma çok üzülüyorsun, anlıyorum. Yine de seni çok sevdiğimizi unutma.’ gibi bir ifade diğerinden çok farklı görünmese de çocuğun duygusunu hasıraltı etmeye çalışmıyor. Hatırlıyorum da, annemle babam boşandığında onları üzmemek adına bütün olumsuz duygularımı gizlerdim. Bu konuda o kadar başarılı olmuştum ki ‘ne kadar olgun bir çocuksun’ etiketini almaya hak kazanmıştım. Çevremdeki neredeyse herkesten bu cümleyi duyduğumu hatırlıyorum. Yani üzülmeyen, ağlamayan, laf dinleyen, annesine babasına sorun çıkarmayan örnek bir çocuk. Oysa içimde hâlâ bazen hissettiğim bir dolu endişe, korku, güvensizlik ve yalnızlık hissi vardı. Aldığım tepkilerden anladığım, bunları saklamakla ne kadar iyi bir şey yaptığımdı. Şimdi geri dönüp bakıyorum da, 9 yaşındaki bir çocuk için ne kadar ağır bir yükmüş.
ortaya koyabilirler. Olumsuz duygularıyla kabul edildiklerini gördüklerindeyse kendi sorunlarını çözebilirler. Onların en çok ihtiyacı olan anlaşılmak ve kabul görmek. Ama ‘Ne hissediyorsun?’ gibi direkt sorular onlar için cevap vermesi kolay sorular değil. Oyuncakları bir aracı olarak kullanıp hem yaşadıklarını ifade ediyor, hem de kendilerini güvende hissedip sıkıntılarına çözüm bulabiliyorlar. Oynarken ortaya koydukları duyguları onlara yansıtan bir yetişkinin varlığı da, anlaşıldıklarını ve kabul ettiklerini gösteriyor. Oyun oynamak yetişkinlerin dünyasında boş vakit değerlendirmek gibi algılansa da çocuklar için ciddi bir iş. Boşanma gibi bir yaşam krizi yaşarlarken de kendilerini ifade edebilecekleri bir oyun ortamı yaratmak onlara destek vermenin en güzel yolu.
Boşanma tecrübesi yaşayan bir çocuğa verilebilecek en büyük destek yaşadıkları olumsuz duygularda bir gariplik olmadığını göstermek. ‘
Boşanma tüm aile için bir sistemin bitişi ve yeni bir sistemin başlangıcı. Var olan düzenin bozulması çocuklar için krizin başlaması demek. Bu krizin bitip bitmeyeceği, ne kadar süreceği pek çok değişkene bağlı. Ebeveynlerin tutumu bu değişkenler içinde belki de en önemlisi. Bu şekilde ifade edince yapması kolay gibi algılanıyor. Oysa işin zor tarafı, onların da aynı dönemde kendi krizlerini yaşıyor olmaları.
Kendi yaşam deneyimimden de anlıyorum ki, çocuklar her zaman göründükleri gibi hissetmiyorlar. Bazen bizim algıladığımızdan çok farklı bir dünyaları oluyor. Ama bunu yetişkinlere göstermeyi her zaman beceremiyorlar. Bu sebepledir ki, onlarla iletişim kurarken, onları anlamaya çalışırken ve hatta sorunlarını çözmek gerektiğinde en etkili yol oyun oynamak. Oyun onların doğal iletişim yolu. Yönlendirilmemiş, kararları onların verdiği, güvenli bir oyun ortamı kurduğumuzda bu dönemde yaşadıkları sıkıntıları Therapia Sayı 3 | 27
Soteria Bern, sekiz yatak kapasiteliydi. Bu alternatif tedavi yönteminde yukarıda belirtildiği gibi ilaç vermekten mümkün olduğu kadar sakınılıyordu ama bu San Fransisco Soteria-House’daki kadar tabu değildi.
28
| Therapia Sayı 3
Krize sıra dışı bir müdahale... Psikotik ataklarda ilaçla tedavinin tek alternatif olmadığını kanıtlayan Soteria projesinde krize müdahalenin hastayı tecrit etmeden ama yine de güvenli bir ortamda nasıl yapılabileceğini görüyoruz. Psikotik atak yaşayan hastanın yalnız bırakılmadığı, hümanistik bir yaklaşımla tedavi edildiği Soteria Bern’de yaşananlar…
alper hasanoğlu
Laing’in Londra’daki Kingsley Hall deneyiminden bir yıl sonra, 1971 yılında, Loren Mosher’in San Fransisco’da hayata geçirdiği alternatif psikoz tedavisi projesi Soteria-House, Lozan Üniversitesi Psikiyatri Kliniği profesörlerinden Luc Ciompi’yi çok etkilemişti. Loren Mosher, aşırı uçlar ülkesi Amerika’da antipsikiyatrinin “olumlu” etkisiyle akut psikiyatrinin yüzünü değiştirebilecek bir çalışma başlatmıştı. Mosher, hayatlarındaki ilk şizofreni ya da daha doğru bir deyişle psikotik ataklarını yaşayan hastaların antipsikotik ilaç vermeden milyöterapötik (yaşam alanı tedavisi) yöntemlerle ve yoğun bire bir eşlik aracılığıyla düzelebileceklerini iddia ediyordu. 1971 ile 1982 yılları arasındaki deneyimlerinin analizine göre, klasik yöntemlerle (esas olarak ilaçla tedavi) tedavi edilen kontrol grubuyla Soteria-House’da tedavi edilen hastalar
arasında psikopatolojik düzelme ve tekrar hastaneye yatırılma kriterleri açısından anlamlı fark yoktu, yani Soteria’daki tedavi yöntemi de en az klasik psikoz tedavisi kadar etkiliydi. Soteria’daki hastalar, sosyal uyum açısından, diğer gruba göre daha iyi durumdaydı. Kontrol grubundaki bütün hastalar antipsikotik ilaç alırken ve bu antipsikotik ilaçla taburcu edilirken, Soteria’daki hastaların yalnızca yüzde 24’ü, ki onlar da daha düşük dozda, antipsikotik ilaç kullanmıştı. Bütün bu sonuçlardan çok etkilenen Luc Ciompi 1984 yılından itibaren Bern’de bu alternatif projeyi hayata geçirme şansı buldu. Şehir içinde üç katlı güzel bir binada faaliyetine başlayan Soteria Bern, sekiz yatak kapasiteliydi. Bu alternatif tedavi yönteminde yukarıda belirtildiği gibi ilaç vermekten mümkün olduğu kadar sakınılıyordu ama bu San Fransisco Therapia Sayı 3 | 29
Soteria-House’daki kadar tabu değildi. Hastalar sıkıntılarını kaldıramaz duruma geldiklerinde, intihar eğilimleri çok kuvvetli olduğunda hastanın da isteği doğrultusunda ilaç kullanılıyordu. Sanrıları, varsanıları, korkuları ve tüm güvensizliğiyle kliniğe kabul edilen hastalar önce kendi rızaları alınarak, psikotik kriz geçene kadar 24 saat bire bir eşlik edildikleri “yumuşak oda” olarak adlandırılan odaya alınıyorlardı. Akut psikiyatride olduğu gibi klasik bir izolasyon söz konusu değildi. Krizdeki hastaya yumuşak odada eşlik eden kişi 24 saatte bir değişiyordu. Burada yaşanan şey hastayı anlamaya çalışmak ve ona krizi süresince eşlik etmekti. Eşlik eden de aynı odada uyuyordu, tabii hasta uyursa. Psikotik kriz atlatıldıktan sonra, birey yurdun günlük hayatına dahil oluyor, ama hiçbir şekilde bir şey yapmaya zorlanmıyordu. Bundan sonraki stabilizasyon, sosyal ve mesleki entegrasyon süreçleri adım adım ve demokratik bir ortamda, yani tedavinin her aşamasına hastanın kendisi de dahil edilerek sürüyordu. Luc Ciompi’nin belirttiği gibi, bu klasik biyolojik tedavi yöntemini yok sayan bir yöntem olmaktan çok, onu tamamlayan, bireyin ruhsal ve toplumsal gereksinimlerini de göz önünde bulunduran “alternatif” bir tedavi yöntemiydi. Kliniklerdeki yapay uğraş tedavilerinin (resim, elişi, atölye çalışması, vb.) yerine yurt ortamında yemek yapma, yurdun temizliği, bahçenin bakımı, yurtta bozulan şeylerin onarımı, yurdun alışverişi gibi hayata dahil, hayatın içinden yöntemlerin kullanılması bireylerin bu korunaklı ortamı terk ettiklerinde kendi ayakları üzerinde durabilmelerini sağlıyordu. Öte yandan tedavi süreci içinde kendilerini yardıma muhtaç psikiyatrik bir hasta gibi hissetmelerinin, dolayısıyla etiketlenmelerinin de büyük ölçüde önüne geçilmiş oluyordu. Şimdi sözü Soteria Bern’in yöneticisi Michel Broccard’a bırakıyorum. Onun kelimelerinden ‘yumuşak oda’da psikotik 30
| Therapia Sayı 3
atak geçiren hastanın krizine nasıl müdahale edildiğini okuyalım: “Soteria Bern’de psikoza edilen eşlik konusunda oldukça vahşi fanteziler söz konusudur. En başta da böyle bir şeyin mümkün olmadığıyla ilgili şaşkınlık içeren tepkiler... Konseptimizi en basit olarak şöyle özetleyebilirim: Yumuşak odada uyaranların mümkün olduğunca azaltılarak kaygının üstesinden gelinmesi ve huzurun sağlanması. Eşlik edenler empati, gerçek bir ilgi ve karşılarındakinin ihtiyaçlarına özgecil bir yaklaşımla ikâmet edenleri (hastaları) sakinleştirmeye çalışırlar. Eşlik etme konuşmayı, susarak yanında olmayı, masajı, elini tutmayı, basit hareket ve nefes egzersizlerini, öylece yatakta yatmayı ve yerde oturmayı vs. içerir. Beklemek. Yumuşak odada uzun zaman geçiririz. Saatler, saatler boyunca hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey söylemeden… Beklemek, söylemek istediğimizi bir yandan doğru, diğer yandan yanlış ifade eder. Karşımdakinin güvensiz ya da bana çok mesafeli olması dolayısıyla aramızda bir bağlantı kurulana kadar beklemek zorundaysam, bu ifade doğrudur. Bu durumda beklemek, başarmak zorunda olduğum bir sınav gibidir. Karşımdaki bana güvenene kadar bekleyebildiğimi, bunun için sabredebildiğimi kanıtlamak zorundayımdır. Ama bekledikçe farkında olmadan belli bir beklenti içine girebilirim. Karşımdakinin benim gerçekliğime uyum sağlaması için nasıl davranması gerektiği yönündeki beklentilerimi bir şekilde karşımdakine iletebilirim. Oysa olması gereken karşımdakini, nasılsa öyle alabilmek, kabul edebilmektir. Ama yine de belli bir normalleşme beklerim, çünkü işimin amacı da budur. Bekleyerek eşlik etmek… Ben sana bir adım atarsam sen de bana bir adım atabilirsin.
Yumuşak odada uzun zaman geçiririz. Saatler, saatler boyunca hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey söylemeden… Beklemek, söylemek istediğimizi bir yandan doğru, diğer yandan yanlış ifade eder.
Dışarıda bırakmak. Eşlik ederken her şeyi dışarıda bırakabilmeliyim. Yapacak hiçbir şey yok. Yalnızca buradayım. Bu odanın dışında olan biten her şeyi bir kenara bırakmak zorundayım. Evdekilerin işleriyle meşgul olmak zorunda olan nöbetteki diğer arkadaşımın neler yapmak zorunda olduğunu unutmak zorundayım. Burada yer döşeğinin üzerinde uyuklamak yerine, içeride arkadaşıma yardım etmem çok daha iyi olur aslında. Yalnızca evin diğer kısmını değil, dünyayı da dışarıda bırakıyorum. Buna bir örnek: Körfez Savaşı’nın başladığı sabah benim de 48 saatlik nöbetim başlamıştı. Çok yoğun bir yumuşak oda nöbeti söz konusuydu. Savaşla ilgili bir sürü fotoğraf televizyon ekranlarındaydı. Nöbetim başladığında savaşla ilgili haberleri duymuştum ama gerçekten ne olduğunu hiç algılamamışım. Körfezdeki dünya, savaş nedeniyle tamamıyla değişirken, benim için önemli olan yumuşak odadaki olası değişimdi. Zaman. Yumuşak oda zamanın dışında bir mekandır. Psikotik bir insana eşlik ederken kendi alışkın olduğum zaman ritmimi terk etmeye hazır olmalıyım. Psikotik yaşantı zamansal olarak verili olanı radikal bir şekilde yok sayar. Eşlik eden olarak bunu kabul etmek zorundayım, yoksa eşlik mümkün olmaz. Karşımdakinin emosyonel olarak yaşantıladığı şimdiki zamana giremezsem, eşlik edebilmeyi unutmak zorundayım. Psikotik şimdiki zaman geçmişle ve gelecekle, hatıralar ve korkularla bezelidir. Psikotik şimdiki zaman, aynı anda farklı zamanlarda yaşayabilmektir. Yumuşak odada eşlik etmek için geçirdiğimiz süre oldukça farklı olabilir. Alt sınır 3-4 saatken, üst sınır 24-36 saat arasındadır.
şaşırtabilir. Oysa geceyi birlikte geçirebileceğimizi öğrenince hastalarda büyük bir rahatlama olur. Akşamları korku daha şiddetli olur çünkü. Dışarıda sokaklar sessizleşir. Evin içi de daha sessizdir. Bu, psikotik hastanın içindeki seslerin daha çok duyulması demektir. Birçoğu kendini korunmasız hissettiği için uyumaktan korkar. Eşlik eden personelin her birinin hastayı uykuya hazırlamak için kendine göre bir ritüeli vardır. Ayak banyosu yapmak, mum yakmak, bir şeyler okumak hastaya, yatağın kenarına oturup beklemek, birlikte bir fincan çay içmek, günün kısa bir değerlendirmesini yapmak, havadan sudan konuşmak gibi. Bazen gece, konuşabilmek, bir şeyler anlatabilmek için en uygun zaman dilimidir. Odadaki ya da mutfak masasındaki lambadan gelen hafif ışık anlatabilmek için ihtiyaç duyulan güven dolu ortamı sağlayabilir. Gece böylece bir tehdit olmaktan çıkıp korunaklı bir sığınağa dönüşür. Derin konuşmaların yapılabilmesi mümkün olur. Belki de gece, gündüze kıyasla zamanın, mekanın, normalliğin ve kesin çizgilerin dışında kaldığı için bu olanağı sağlar. Korku. Sabaha karşı saat 05.00. Beni uyandırıyorsun, sessizce; beni rahatsız ettiğin için özür dileyerek. Yüzünün ifadesinden korkunun boyutunu anlayabiliyorum ve hemen ayılıyorum. “Neden bitmiyor bu?” diye soruyorsun bana, “sona ermiyor?” diyorsun. “Yanındayım” diyorum, “yatağına yat tekrar.” Seni yatağına götürüyor, üstünü örtüyor ve yatağın kenarına ilişiyorum. Gözlerin gözlerime kenetlenmiş durumda, bırakmıyor beni. Başka bir yöne bakamıyorum, gözlerin ruhuma nüfuz ederek orada kendine güvenli bir yer bulup yerleşmeye çalışır gibi bakıyor bana. Ama benim dudaklarımdan da aynı soru dökülüyor: “Neden sona ermiyor bu?”
Gece. Psikotik bir hastaya eşlik etmek, doğaldır ki akşam 22.00 ya da 23.00’te bitmez. Çoğunlukla geceyi de yumuşak odada hastayla birlikte geçirmemiz gerekir. Bu ilk bakışta birçok insanı Therapia Sayı 3 | 31
Yavaşça elimi yüzüne götürüyorum. Bana izin veriyorsun, ben de gözlerini kapatıyorum. “Gözerini kapa, bakma ve görme artık, yalnızca elimi hisset. Artık arama, artık sorma, yalnızca elimi hisset.” “Neden sona ermediğini bilmiyorum.” diye ekliyorum. Elimin altında göz kapakların titriyor. Bütün bedenin kaskatı, hareketsiz. Öylece duruyoruz. Her şey yavaşlıyor. Kendi içime dönüyorum ben de, senden ayrılıp. Bizi incecik ve çelimsiz bir köprü birleştiriyor yalnızca. Senin gözlerin, benim elim. Bu nasıl bir hayat? Ya benimki? Bu neden sona ermiyor? Buradayız, hareketsiz, adeta taşlaşmış bir vaziyette. Birdenbire yapayalnızım. Bizi unutuyorum. Bir titremeyle kendime geliyor ve elimi çekiyorum. İrkiliyorsun. “Buz gibisin” diyorsun, “bu yüzden titredin.” Ellerimin buz gibi olduğunu fark ediyorum. Odanın ne kadar soğuk olduğunu hissediyorum, ne kadar üşümüş olduğumu. Ne kadar zaman geçti acaba? “Sen de bir fincan çay içer misin?” diye soruyorum, “Ben biraz ısınmak istiyorum.” Sen gözlerini kapadın. Nefes alıp verişini duyuyorum tekrar. Bunun dışında her yer çok sessiz. Mutfağa gittiğimde soğuktan ve gerginlikten hâlâ titriyorum. Suyu koyuyorum ocağa ve üzerime bir kazak geçiriyorum. İki fincan çayla geri döndüğümde ağlarken buluyorum seni. “Bu Allahın belası duruma daha fazla tahammül edemeyeceğim.” diyorsun. Öfkeyle gözyaşlarını siliyorsun. “Böyle devam ederse, her şeyi paramparça edeceğim.” Yanına oturuyorum, arkama bir yastık alıyor ve çayımı içiyorum. Öfke birdenbire, geldiği gibi gidiyor. Sonra anlatmaya başlıyorsun. Korunma. Eşlik etmek korumaktır. Yumuşak oda korunaklı bir bölgedir. En başta bunun için düşünülmüştür. Uyaranlardan korumak için... Nötral bir mekandır, mobilyasızdır, duvarlarında resim yoktur. Hastaların kendilerini duygusal ve fiziksel olarak geri çekebilecekleri bir yerdir. Bu odada olan, 32
| Therapia Sayı 3
Soteria’nın günlük hayatına katılmak zorunda değildir. Tekrar günlük rutine entegre olmak istediğinde bunu yavaş yavaş ve hiçbir zorlamaya maruz kalmadan kendi yapar. Koruma aynı zamanda benim de bedensel olarak orada olmam anlamına gelir. Ben çocuğunu kollarına alan iyi bir anne ya da iyi bir babayımdır. Bu duruşu yalnızca ‘ifade etmek’ yetmez. Bunun bedensel olarak da yapmalıyım. Bedeni koruduğumda ruhu da korumuş olurum. Psikotik insan çok sık olarak bedensel yakınlığa ihtiyaç duyar. Yanına oturmalı, elini tutmalı, eğer gerekirse onu kollarıma almalıyım. Samimiyet. Samimi olmak ne demek? Otantik olmak? Spontan olarak tepki göstermek, aklından geçeni olduğu gibi söylemek mi? Buna bir örnek: Soterai Bern’de uzun zamandır kalan genç bir kadın. Çok gergin ve kaçırılmaktan çok korkuyor. Erkeklere güvenmiyor. Bu nedenle bizde kaldığından beri geceleri kendisine kadın personel eşlik ediyor. Bir gece bir kadın meslektaşım ve ben nöbetçiydik. Genç kadınla geceyi kadın meslektaşım geçirecekti. Ama akşam yemeğinden sonra hastadan korktuğunu ve geceyi onunla geçiremeyeceğini ifade etti. Genç kadın da yumuşak odada yalnız kalmaktan korkuyordu. Bu durumda kararı hastanın kendisine bıraktık. Sonunda geceyi, onun yanında geçirmemi istedi. Kötünün iyisi. Gece yarısından sonra uyumak için hazırlandık. Genç kadın her iki yatağı, daha önceki gecelerde olduğu gibi yan yana koymak istedi. Işığı kapattıktan sonra elimi tuttu ve bir daha bırakmadı. Elimi tutmak korkunun azalmasına yardımcı oluyormuş. Peki, deneyelim bakalım, nasıl olacak. Belki de uykuya dalabiliriz. Böylece üç saat geçirdik, kâh yatarak kâh oturarak. Durmadan ışığı açtı, ayağa kalktı, tekrar yattı. Her defasında yanında kalıp kalmayacağımı sordu, yalnız olmak istemiyordu. Sabaha karşı saat üçte artık dayanamadım. Sabır ve iyi niyetin de bir sonu vardı. Birden patladım: “Yeter artık,
Karşı tarafın bedensel bütünlüğüne saygı göstermem, aynı zamanda kendi bedensel bütünlüğüme de saygılı olmaktır. Örneğin kendimi iyi hissetmiyorsam, bana istediği gibi dokunmasına da izin vermemeliyim.
dayanamıyorum. Bırak durmadan hareket etmeyi. Gece uyumak içindir. Ben şimdi uyuyacağım. Sen ne istersen yap.” Yatağıma yattım. Oldukça şaşırmıştı. Işığı kapattım ve soğuk bir sesle “İyi geceler.” dedim. Birkaç dakika içinde uykuya daldı, üstelik benden de önce. Otantik olmanın sözlük anlamı ‘samimi’ ve ‘inandırıcı’ olmaktır. Psikoza eşlik etmek söz konusu olduğundaysa, hiçbir durum için önceden bilinen bir çözüm olmadığını kabul etmek demektir. Karşıdakine saygı göstermek ama kendi ihtiyaçlarını da yok saymamaktır. Beden. Eşlik ederken bedensel temas merkezî rol oynar. Yumuşak oda, içinde yürünebilecek, yere yatılabilecek şekilde döşenmiştir, daha doğrusu döşenmemiştir. Oda yapılandırılmamıştır. Odayı yapılandıran içindeki bedenlerdir. Yapılandırılmamış olması içsel gereksinimlerin ifade edilmesine olanak tanır. Bedensel duruş ve hareketler odada ne olduğunun, yaşantılandığının da ifadesidir. Eşlik eden olarak, bazen inisiyatifi ele almam gerekir. Bedenimle, hareketlerimle huzurun inşasını sağlarım. Örneğin örtü ve yastığı odanın bir köşesine yerleştirir, rahatça sırtımı yaslar, çayımı yudumlarım . Ya da psikotik kişinin yakınına oturur, kendini güvende hissetmesini sağlarım. Bazen de mümkün olduğunca uzaklaşır, ihtiyaç duyulan mesafeyi veririm ona. Karşımdakinin hareket ve duruşuna da dikkat etmek zorundayım. Eşlik ederken, ne umursamaz ve bedenimi neredeyse hiç kullanmadığım bir mesafelilik içinde olmalıyım ne de teklifsizce karşımdakinin üzerine gitmeliyim. Örneğin durup dururken elimi omzuna koyarak güven vermeye çalışmamalıyım.
Karşı tarafın bedensel bütünlüğüne saygı göstermem, aynı zamanda kendi bedensel bütünlüğüme de saygılı olmaktır. Örneğin kendimi iyi hissetmiyorsam, bana istediği gibi dokunmasına da izin vermemeliyim. Bedensel temas her zaman çift anlamlı olabilir ve cinselliği çağrıştırabilir. Üzerinde konuşulmayacak tek şey cinselliğin kesinlikle yasak olduğudur. El, kol, omuz, sırt ya da ayak dışında bedenin başka bölgelerine dokunmayız.” Bilinen psikiyatrik-psikolojik tedavi modellerinin antropolojik ve felsefi düşüncelerle tamamlanması olarak düşünülen Soteria projesinin yeniden tartışılması, biyolojik psikiyatrinin sanki tek ve mutlak doğruymuş gibi dayatılmaya çalışıldığı zamanlarda bence çok önemlidir. İlerlemek bazen geriye bakabilmektir çünkü. Bu nedenle ileriki sayılarımızda Soteria projesiyle ilgili daha ayrıntılı yazılar Therapia’da yer alacak. Ama acelesi olanlar aşağıdaki linklerden daha ayrıntılı bilgiye ulaşabilirler. http://www.soteria.ch http://www.soterianetwork.org.uk/ http://en.wikipedia.org/wiki/Soteria
Yararlanılan kaynak Broccard M. (2011). Praxis der Milieutherapie und Psychosenbegleitung. Wie wirkt Soteria? içinde. (Edt. Ciompi L., Hoffmann H., Broccard M.) Bern, Göttingen, Toronto, Seaatle. Verlag Hans Huber. Wie wirkt Soteria? kitabının editörlerinden ve Soterai Bern’in yöneticisinin bir makalesinden faydalanılmıştır.
Therapia Sayı 3 | 33
34
| Therapia Say覺 3
Jacob ve Wilhelm Grimm kardeşlerden Ardıç Ağacı Grimm Kardeşler’in ürpertici masallarının büyük bir kısmını biliriz. Peki ya yamyamlık, kan ve suçluluk duygusu dolu Ardıç Ağacı masalını? Cevabınız hayır ise okumaya başlayın. aydın parmaksız
Bizim kültürümüzde çok da bilinmeyen ‘Ardıç Ağacı’, yamyamlık, gözyaşı ve suçluluk duygusu gibi ögelerini yoğun bir şekilde yer aldığı, rahatsız edici bir masaldır. Pek çok masal gibi bu masalın da değişik versiyonları ve farklı isimli benzerleri bulunmaktadır. Bu yazıda, İngilizceye Margaret Hunt tarafından çevirilen ve 1884 yılında basılan ‘Household Tales’ kolleksiyonunda 47 numaralı masal olarak yer alan versiyonunu sizlere aktarıyorum. Belki de sevimsiz ve yıkıcı görünen içeriği yüzünden çok da yaygın olmayan bu masalın, şimdilik sadece metnini paylaşıyorum sizlerle. Bir sonraki sayıda bu masalın psikanalitik teori ışığında yorumlandığında dinleyicisine neler anlattığından bahsedeceğim. İyi okumalar...
Ardıç Ağacı (The Juniper Tree) Çok uzun yıllar önce, en azından iki bin yıl önce, güzel ve inançlı bir karısı olan çok zengin bir adam varmış, adam ile karısı birbirlerini çok severlermiş. Ancak, çok istemelerine rağmen hiç çocukları olmazmış, kadın gece gündüz dua edermiş ama yine de çocukları olmazmış.
Bahçesinde ardıç ağacı olan güzel bir evde yaşarlarmış. Bir kış günü kadın, bu ardıç ağacının altında kendine bir elma soyuyormuş, elmayı soyarken parmağını kesmiş ve karların üzerine bir damla kan düşmüş. ‘Ah’ demiş düşen kan damlasına bakarken, kendini çok mutsuz hissediyormuş, ve ‘Keşke kan gibi kırmızı, kar gibi beyaz bir çocuğum olsaydı.’ diye geçirmiş içinden. Bu dilekle birlikte rahatlamış, dileğinin gerçekleşeceğini hissediyormuş adeta. Sonra evine dönmüş, bir ay geçmiş karlar gitmiş, iki ay geçmiş her taraf yemyeşil olmuş, üç ay geçmiş çiçekler açmış, dört ay geçmiş ormandaki ağaçlar büyümüş, dallar birbirlerine dolanmış, kuşların sesleri ormanda yankılanmış, ağaçlar çiçek açmış, sonra beşinci ay geçmiş, kadın güzel kokusu insanı heyecanlandıran ardıç ağacının altında durmuş, diz çöküp mutlu bir şekilde ağaca yaslanmış ve altıncı ayın sonunda ağacın meyveleri iyice olgunlaşmış ve yedinci ayın sonunda ardıç dutlarını toplamış ve oburca yemiş, sonra hastalanmış, mutsuzlaşmış, sekizinci ayın sonunda, kocasını yanına çağırmış ve ağlayarak ‘Eğer ölürsem beni ardıç ağacının altına gömün.’ demiş. Bunu söyledikten sonra rahatlamış, ve mutlu olmuş, ta ki bir sonraki ayın sonuna dek, sonra kar gibi beyaz, kan gibi kırmızı bebeği olmuş, ve bebeğini gördüğünde o kadar mutlu olmuş ki, bu mutlulukla beraber ölmüş.
Therapia Sayı 3 | 35
Kocası, onu ardıç ağacının altına gömmüş ve keder içinde ağlamış. Bir süre sonra acısı bir parça hafiflemiş, hâlâ karısı için ağlasa da artık bu acıya dayanabiliyormuş ve bir süre daha geçmiş, sonra yeniden evlenmiş. Adamın, ikinci karısından bir kızı, ilk karısından ise küçük bir oğlu varmış, oğlu kan gibi kırmızı, kar gibi beyazmış. Kadın kızına baktığında çok mutlu oluyormuş, sonra küçük oğlanı gördüğünde, onun daima yollarına çıkacağı düşüncesi kalbine saplanıyormuş, ve sürekli olarak tüm mirasın kendi kızına kalmasını nasıl sağlayabileceğini düşünüp duruyormuş. İblis, küçük oğlana karşı dayanılmaz bir öfkeyle dolana kadar kadının zihnini bu kötü düşünceler ile dolduruyormuş, öyle ki kadın onu her gördüğü yerde tokat atıyor, dövüyormuş. Zavallı çocuk ondan çok korkuyor, okuldan eve geldiğinde huzur bulacağı, saklanabileceği bir köşe bile bulamıyormuş. Bir gün, kadın üst kattaki odasına çıkmış, küçük kızı da peşinden gidip, ‘Anne bana bir elma ver.’ demiş, ‘Tabii, yavrum’ demiş kadın ve sandıktan güzel bir elma çıkarıp vermiş. Sandığın ağır büyük bir kapağı ve yine büyük demir bir kilidi varmış. ‘Anne’ demiş kız, ‘Kardeşim de bir tane alamaz mı?’ Bu, kadını kızdırmış, ancak ‘Tabii, okuldan geldiğinde alabilir.’ demiş. Kadın, pencereden çocuğun geldiğini görünce, içine şeytan girmiş gibi kötü düşünceler ile dolmuş, kızının elinden elmayı çekip almış ve ‘Kardeşinden önce alamazsın.’ demiş. Elmayı sandığın içine atıp, sandığın kapağını kapatmış. Derken çocuk kapıdan içeri girmiş, kadının içindeki şeytan ona nazik bir şekilde ‘Oğlum, elma ister misin?’ diye sordurtmuş ve ona kötü bir şekilde bakmış. ‘Anne’ demiş çocuk, ‘Ne kadar korkunç görünüyorsun. Evet, bir elma isterim’. ‘Benimle gel’ demiş çocuğa, sandığın kapağını açmış, ‘Kendin alabilirsin’ demiş ve çocuk elma almak için eğildiğinde, içindeki şeytan 36
| Therapia Sayı 3
kadını harekete geçirmiş ve güm! Kadın büyük bir hızla sandığın kapağını kapatmış. Çocuğun kafası uçup, kırmızı elmaların arasına düşmüş. Sonra kadının içini büyük bir korku kaplamış, ‘Belki bunu benim yapmadığıma onları inandırabilirim’ diye düşünmüş. Üst kattaki odasına gitmiş, dolabının en üstteki çekmecesinden beyaz bir mendil çıkarmış ve sonra çocuğun kafasını boynunun üzerine yerleştirip etrafına mendili dolamış, böylece hiçbir şey belli olmuyormuş. Sonra onu kapının önündeki sandalyeye oturtup eline bir elma yerleştirmiş. Tüm bu olanlardan sonra Marlinchen mutfağa, üzerinde su kaynayan ateşin yanında durup etrafa bakınan annesinin yanına gelmiş. ‘Anne,’ demiş Marlinchen, ‘kardeşim kapının yanında oturuyor, bembeyaz görünüyor, elinde de bir elma var. Elmayı vermesini istedim ama cevap vermedi, ve çok korktum.’ ‘Onun yanına geri git,’ demiş annesi, ‘ve sana cevap vermezse, kulağına vur.’ Böylece Marlinchen kardeşinin yanına gitmiş ve ‘kardeşim, elmayı bana ver’ demiş. Ancak çocuk sessiz kalmış, kız da kulağına vurmuş ve çocuğun kafası düşmüş. Marlinchen dehşete kapılmış, ağlamaya ve çığlık çığlığa bağırmaya başlamış, annesinin yanına koşup, ‘Anne, kardeşimin kafasını kopardım!’ diyerek ağlamış, ağlamış, ağlamış ve bir türlü sakinleşememiş. ‘Marlinchen’ demiş annesi, ‘ne yaptın sen? Sessiz ol ve bundan kimseye bahsetme. Bunun kimseye faydası olmaz. Onu pişirip siyah puding(*) yapacağız.’ Sonra anne küçük çocuğu almış, parçalara ayırmış, tencereye koymuş ve pişirmiş. Marlinchen ise ağlaya ağlaya yanında durmuş, gözyaşları tencereye akıyormuş, böylece tuza gerek kalmamış. Tüm bu olanlardan sonra baba eve gelmiş, yemek masasına oturmuş ve ‘Oğlum nerede?’ diye sormuş. Bu arada anne büyük bir tabakta siyah puding getirmiş, bu sırada Marlinchen ağlamaya devam ediyor, ağlamasını durduramıyormuş. Baba
Tam bu sırada ardıç ağacı hareket etmeye başlamış, dalları ayrılmış, ve tekrar birleşmiş, sanki bir insanın sevinçle el çırpması gibiymiş.
tekrar sormuş, ‘Oğlum nerede?’. ‘Ah’ demiş anne, ‘Ülkenin öbür ucundaki, annesinin büyük amcasını ziyarete gitti, bir süre orada kalacakmış’. ‘Peki orada ne yapacakmış? Bana bir veda bile etmedi.’ demiş baba. ‘Gitmek istedi ve bana orada altı hafta kalıp kalamayacağını sordu, orada iyi bakılacak.’ ‘Ah’ demiş baba, ‘her şey yolunda değilmiş gibi mutsuz hissediyorum. Bana veda etmeliydi.’ Bunları söyledikten sonra da yemeğe başlamış ve ‘Marlinchen, neden ağlıyorsun, kardeşin kesinlikle geri gelecek.’ demiş. Sonra, ‘Karıcığım, bu yemek ne kadar güzelmiş, bana biraz daha ver.’ demiş. Yedikçe daha fazla istemiş, ‘Bana biraz daha ver, sana hiç kalmayacak. Öyle görünüyor ki bunun tamamı benim.’ demiş ve yemiş, yemiş, yemiş, yemeği bitirene kadar tüm kemikleri masanın altına atmış. Marlinchen kendi dolabına gidip, alt çekmeceden en güzel ipek mendilini almış, masanın altındaki tüm kemikleri toplayıp, mendilin içine koymuş, onları kapının dışına götürmüş, ağlarken gözyaşı yerine kan akıyormuş gözlerinden. Tam bu sırada ardıç ağacı hareket etmeye başlamış, dalları ayrılmış, ve tekrar birleşmiş, sanki bir insanın sevinçle el çırpması gibiymiş. Tam bu sırada ağaçtan bir duman yükselmeye başlamış, dumanın tam ortasında bir ateş yanıyor gibiymiş, ateşin içinden muhteşem bir şekilde öten bir kuş çıkmış, gökyüzüne doğru uçup gitmiş ve ardıç ağacı eski haline dönmüş, ne mendil ne de kemikler oradaymış artık. Marlinchen ise sanki kardeşi hâlâ hayattaymış gibi mutlu ve neşeliymiş ve mutlu bir şekilde eve dönmüş, masaya oturmuş, yemeğini yemiş. Kuş uzaklara uçmuş, bir kuyumcunun evine konmuş ve bir şarkı söylemeye başlamış, ‘Annem, o beni katletti, Babam, o beni yedi, Kız kardeşim, küçük Marlinchen, Topladı tüm kemiklerimi, Bağladı ipek mendili,
Yatırdı ardıcın altına, Cik, cik, ne güzel bir kuşum ben!’ Kuyumcu, çatısında şarkı söyleyen kuşu duyduğunda atölyesinde oturmuş, altın bir kolye yapmaktaymış ve şarkıyı çok beğenmiş. Ayağa kalkmış, ancak tam eşiği geçerken terliklerinden birini kaybetmiş. Bir ayağında ayakkabı ve bir ayağında çorapla sokağın ortasına kadar gitmiş; önlüğü üzerinde, bir elinde altın kolye, diğerinde pense ve sokakta güneş parıldıyormuş. Sonra dosdoğru gitmiş ve durmuş, ‘Kuş’ demiş, ‘ne kadar güzel şarkı söylüyorsun! O şarkıyı bir daha söyle.’ ‘Hayır’ demiş kuş, ‘Bedavaya aynı şarkıyı ikinci kez söylemem! Altın kolyeyi bana ver, senin için tekrar söylerim o zaman.’ ‘İşte’ demiş kuyumcu, ‘altın kolye senindir, şimdi benim için o şarkıyı tekrar söyle.’ Kuş gelmiş, altın kolyeyi sağ pençesi ile almış, kuyumcunun karşısına oturmuş ve söylemiş şarkıyı, ‘Annem, o beni katletti, Babam, o beni yedi, Kız kardeşim, küçük Marlinchen, Topladı tüm kemiklerimi, Bağladı ipek mendili, Yatırdı ardıcın altına, Cik, cik, ne güzel bir kuşum ben!’ Sonra kuş uçup gitmiş, bir ayakkabıcının damına konmuş ve şarkı söylemiş, ‘Annem, o beni katletti, Babam, o beni yedi, Kız kardeşim, küçük Marlinchen, Topladı tüm kemiklerimi, Bağladı ipek mendili, Yatırdı ardıcın altına, Cik, cik, ne güzel bir kuşum ben!’
Therapia Sayı 3 | 37
Ayakkabıcı şarkıyı duymuş ve kolluklarıyla dışarı koşmuş, yukarıya, çatısına bakmış ve güneş onu körleştirmesin diye ellerini gözlerine siper etmek zorunda kalmış. ‘Kuş’ demiş, ‘ne kadar güzel şarkı söylüyorsun!’ Sonra kapıdan içeri seslenmiş, ‘Karıcığım, hemen dışarı gel, burada bir kuş var, kuşa bak, çok güzel şarkı söylüyor.’ Sonra kızını ve çocuklarını, çıraklarını, oğlanları ve kızları dışarı çağırmış, hepsi sokağa çıkıp kuşa bakmışlar ve ne kadar güzel olduğunu, ne kadar hoş kırmızı ve yeşil tüyleri olduğunu, ne kadar da gerçek altına benzeyen bir boynu olduğunu ve kafasındaki gözlerinin yıldızlar gibi parladığını görmüşler. ‘Kuş’ demiş ayakkabıcı, ‘şimdi o şarkıyı bir daha söyle bana’. ‘Yok’ demiş kuş, ‘Bedavaya aynı şarkıyı ikinci kez söylemem; bana bir şey vermelisin.’ ‘Karıcığım,’ demiş adam, ‘tavan arasına git, en üst rafta bir çift kırmızı ayakkabı var, onları aşağı getir.’ Karısı gitmiş ve ayakkabıları getirmiş. ‘İşte, kuş’ demiş adam, ‘şimdi o parçayı tekrar söyle.’ Kuş gelmiş, ayakkabıları sol pençesiyle almış, çatıya geri uçmuş ve söylemiş şarkıyı, ‘Annem, o beni katletti, Babam, o beni yedi, Kız kardeşim, küçük Marlinchen, Topladı tüm kemiklerimi, Bağladı ipek mendili, Yatırdı ardıcın altına, Cik, cik, ne güzel bir kuşum ben!’ Ve, şarkının tamamını söyledikten sonra, uçup, gitmiş. Sağ pençesinde kolye, ayakkabılar sol pençesinde uzaklara uçmuş ve bir değirmene gelmiş, değirmen ‘klipp klapp, klipp klapp, klipp klapp,’ diye dönüyormuş ve içinde değirmencinin yirmi adamı oturmuş, bir taşı oyuyor ve kesiyorlarmış ‘hick hack, hick hack, hick hack’ ve değirmen dönüyormuş, ‘klipp klapp, klipp klapp, klipp klapp’. Derken kuş gelmiş, değirmenin önündeki limon ağacına konmuş ve şarkı söylemiş, ‘Annem, o beni katletti,’ Adamlardan biri işini bırakmış, ‘Babam, o beni yedi,’ Adamlardan ikisi daha çalışmayı bırakıp, dinlemeye koyulmuşlar, ‘Kız kardeşim, küçük Marlinchen,’ Dördü daha bırakmış çalışmayı, ‘Topladı tüm kemiklerimi, Bağladı ipek mendili,’ Artık sadece sekizi taş oyuyormuş, 38
| Therapia Sayı 3
‘Yatırdı’ Sadece beşi, ‘... ardıç ağacının altına,’ Ve sadece biri kalmış, ‘Cik, cik, ne güzel bir kuşum ben!’ Ve sonuncusu da durmuş, sadece son sözleri duymuş. ‘Kuş’ demiş, ‘ne kadar güzel söylüyorsun! Ben de dinleyeyim, bir kez daha benim için söyle.’ ‘Yok’ demiş kuş, ‘Bedavaya aynı şarkıyı ikinci kez söylemem. Değirmen taşını bana ver, o zaman tekrar söylerim.’ ‘Evet,’ demiş adam, ‘sadece benim olsaydı, alabilirdin.’ ‘Evet,’ demişler diğerleri de, ‘tekrar söylerse alabilir.’ O zaman kuş aşağı gelmiş, ve yirmi değirmenci bir araya gelip taşı kaldırmışlar ve kuş boynunu delikten geçirip, taşı bir gerdanlık gibi takmış, tekrar ağacın üzerine konmuş ve şarkıyı söylemiş, ‘Annem, o beni katletti, Babam, o beni yedi, Kız kardeşim, küçük Marlinchen, Topladı tüm kemiklerimi, Bağladı ipek mendili, Yatırdı ardıcın altına, Cik, cik, ne güzel bir kuşum ben!’ ...ve şarkı söylemeyi bitirdiğinde, kanatlarını açmış, sağ pençesinde kolye, solda ayakkabılar ve boynunda değirmen taşı, uzaklara, babasının evine doğru uçmuş. Odada baba, anne ve Marlinchen akşam yemeği için oturuyorlarmış, baba ‘Kendimi ne kadar hafif, ne kadar mutlu hissediyorum!’ demiş, ‘Yok’ demiş anne, ‘çok huzursuzum, sanki büyük bir fırtına geliyor.’ Marlinchen ise oturmuş ağlıyormuş, derken kuş uçarak gelmiş ve çatıya konmuş, tam bu sırada baba ‘Ah, gerçekten çok mutluyum, dışarıda harika bir güneş parlıyor, sanki eski bir dostu görecekmişim gibi hissediyorum.’ demiş, ‘Yok’ demiş kadın, ‘Çok huzursuzum, dişlerim titriyor ve damarlarımda ateş dolaşıyor gibi’ ve korsesini yırtıp açmış, Marlinchen ise bir köşede ağlıyor, tabağını gözlerinin altında tutuyormuş, ve tabak tamamen ıslanana kadar ağlamış. Derken, kuş ardıç ağacının üzerine konmuş ve şarkı söylemeye başlamış,
Ayakkabıcı şarkıyı duymuş ve kolluklarıyla dışarı koşmuş, yukarıya, çatısına bakmış ve güneş onu körleştirmesin diye ellerini gözlerine siper etmek zorunda kalmış.
‘Annem, o beni katletti,’ O anda anne, kulaklarını tıkamış, ve gözlerini kapamış, duyamaz ve göremezmiş, ancak kulaklarında en şiddetli fırtınayı andıran bir gürültü varmış, gözleri ise şimşek gibi yanmış ve parlamış, ‘Babam, o beni yedi,’ ‘Ah, anne,’ demiş adam, ‘bu çok güzel bir kuş! Harika şarkı söylüyor, güneş çok güzel parlıyor ve tıpkı tarçın gibi bir koku var.’ ‘Kız kardeşim, küçük Marlinchen,’ Marlinchen o anda başını dizlerine yaslamış ve durmaksızın ağlıyormuş, ancak adam ‘dışarı çıkıyorum, bu kuşu yakından görmeliyim.’ demiş, ‘Hayır, gitme,’ demiş kadın, ‘tüm ev sallanıyor ve yanıyor gibi hissediyorum.’ Fakat adam dışarı çıkmış ve kuşa bakmış: ‘Topladı tüm kemiklerimi, Bağladı ipek mendili, Yatırdı ardıcın altına, Cik, cik, ne güzel bir kuşum ben!’ Tam bu anda kuş altın kolyeyi bırakmış, kolye adamın boynundan geçmiş ve tam olarak boynunu sarmış, çok güzel olmuş. Adam içeri girip demiş ki, ‘ Bak, ne kadar iyi bir kuş bu ve ne kadar güzel bir altın kolye verdi bana, ne güzel bir kuş!’ Fakat kadın dehşete kapılmış ve yere düşmüş, başlığı başından çıkmış ve kuş bir kez daha şarkı söylemeye başlamış, ‘Annem, o beni katletti,’ ‘Bunu duymamak için yerin bin kat altında olsaydım!’ ‘Babam, o beni yedi,’
Kadın, ölü gibi tekrar düşmüş. ‘Kız kardeşim, küçük Marlinchen,’ ‘Ah’ demiş Marlinchen, ‘ben de dışarı çıkayım, kuş bana da bir şey verecek mi bakayım’ diyerek dışarı çıkmış. ‘Topladı tüm kemiklerimi, Bağladı ipek mendili,’ Kıza da ayakkabıları atmış. ‘Yatırdı ardıcın altına, Cik, cik, ne güzel bir kuşum ben!’ Kız rahatlamış, neşelenmiş, yeni ayakkabıları giymiş ve dans ederek evin içinde zıplamış. ‘Ah’ demiş, ‘dışarı çıkarken çok mutsuzdum, ama şimdi çok rahatım; bu harika bir kuş, bana bir çift kırmızı ayakkabı verdi!’ ‘Peki’ demiş kadın, ayağa fırlamış ve saçları alev gibi havalanmış, ‘sanki dünyanın sonu geliyormuş gibi hissediyorum! Ben de dışarı çıkıp bakayım, bakalım ben de daha iyi hissedecek miyim?’ ve kapıdan dışarı adımını attığı anda çok büyük bir gürültü olmuş! Kuş, değirmen taşını atmış ve kadın değirmen taşının altında tamamen ezilmiş. Baba ve Marlinchen gürültüyü duyup, neler olduğunu anlamak için dışarı koşmuşlar ama sadece duman, ateş, ve alevlerin yükseldiğini görmüşler ve her şey bitip duman dağıldığında, küçük kardeşin orada durduğunu görmüşler. Küçük kardeş, babasının ve Marlinchen’in ellerinden tutmuş, üçü birlikte eve girip akşam yemeklerini yemişler. (*) Masalda, black pudding olarak bahsedilen yiyecek, blood pudding ya da blood sausage olarak da bilinir. Domuz, koyun ya da keçi kanının kurutularak, doldurulması ile yapılan sosise benzeyen, genellikle kıta Avrupasında yaygın olan bir yiyecektir.
Therapia Sayı 3 | 39
Martin Heidegger
40
| Therapia Say覺 3
Patolojik Aşk Hikayeleri-2
Martin Heidegger ve Hannah Arendt Patolojik Aşk Hikayeleri, birbirlerine ideolojik olarak taban tabana zıt iki düşünce insanın imkansız aşkıyla sürüyor. Bir Yahudi olan Hannah Arendt ve bir Nazi sempatizanı olan Heidegger’in entelektüellikle beslenen aşklarına sürükleyici bir yolculuğa çıkıyoruz. alper hasanoğlu
Heidegger’in Marburg’da coşkulu kalabalıklara verdiği konferanslardan birinde dinleyiciler arasında 29 yaşındaki Hannah Arendt de vardı. Bilgeliğe duyulan aşk ve felsefeydi konu. Tarih Şubat 1925. Bakışları buluştu sık sık. Bir mühendisin kızı olarak Hannover’de 14 Ekim 1906’da doğan Hannah ile (asıl adı Johanna) bir şarap mahzeni ustasının oğlu olarak Baden’da 26 Eylül 1889 yılında dünyaya gelen Martin arasında tam 17 yaş fark vardı. Bakışlarla başlayan ilişkileri mektuplarla ve gizli buluşmalarla devam etti. Birbirlerine gönderdikleri mektuplarda konu yalnızca bilgeliğe duyulan sevgi olmaktan çok kısa bir sürede çıktı. Hannah Arendt henüz 7 yaşındayken hem babasını hem de dedesini aynı hastalıktan, nörosifilizden kaybetti. Bu ani kayıplara rağmen annesi Königsberg’de bir kız lisesine gönderebildi Hannah’yı. Liseyi bitirdikten sonra birkaç arkadaşıyla birlikte yolunun Martin Heidegger’le kesiştiği üniversite şehri Marburg’a geldi. Heidegger ise Freiburg’da Husserl’in öğrencisi olduktan sonra 1923 yılında felsefe doçenti olarak Marburg’a gelmişti. O dönem felsefecileri arasında Heidegger bir isyankar olarak görülüyordu. Dostu Karl Jaspers’la birlikte felsefeyi ve üniversiteyi kökünden
değiştirmek istiyordu. Genç üniversite hocası ve çarpıcı güzellikteki zeki öğrenci birbirlerine aşık oldular. 8 yıllık evli, iki çocuk babası olan ve evliliğiyle kariyerini kesinlikle tehlikeye atmak istemeyen filozofla öğrencisi arasındaki bu güçlü aşk ilişkisi bir yıl kadar gizli buluşmalarla sürdü. “Sevgili Bayan Arendt! Bu akşam size gelmek ve kalbinize hitap etmek zorundayım.” diye yazıyordu ilk mektuplarından birinde. 19 yaşındaki genç kız ünlü filozofun eski moda çekiciliğine kapılmıştı bir kere. Her ikisi de aşklarını her türlü engele karşı direnmek zorunda olan varoluşsal bir proje olarak değerlendiriyorlardı. Aşklarının en yoğun olduğu zamanlarda şöyle yazmıştı Heidegger bir mektubunda: “… dünya artık senin ve benim dünyam değil, o bizim dünyamız oldu. Bizim yaptığımız ve başardığımız her şey, sana veya bana değil, bize ait.“ Yine de her gizli ilişkide olduğu gibi gelişti her şey. Yalnızca birbirlerinin anlayacağı işaretler geliştirdiler, buluşmalarından kimsenin haberi olmadı. Heidegger Arendt’in odasına gelip gelemeyeceğini pencerenin belirli bir şekilde açık tutulmasından anlıyordu örneğin. Birlikteliklerini yalnızca kendilerine sakladılar. Gündelik hiçbir olay onları tehdit edemedi. Hannah daha fazlasını her istediğinde Martin mesafeyi korumayı daima başardı. Therapia Sayı 3 | 41
Hannah Arendt
42
| Therapia Say覺 3
Kendini ailesine adamıştı Heidegger. Belki de yalnızca ahlaki nedenleri vardı ya da artık tanınmaya başlamış bir profesörün bir öğrencisiyle olan aşk ilişkisinin yaratacağı skandaldan çekiniyordu. Karısından da ayrılmak istemiyordu ayrıca. Bir yıl sonra Hannah ile ayrıldılar. Hannah kendini geri çekti ve öğrenimini Heidelberg’te tamamlamak üzere 1926 yazında Karl Jaspers’ın yanına gitti. Erkeğe ve aşka duyulan aşktan yine bilgeliğe duyulan sevgi doğdu. Ama, “Seni ilk günkü gibi seviyorum – bunu biliyorsun – ben de bunu hep bildim. Bana gitmem için gösterdiğin yol, düşündüğümden çok daha uzun ve zor. Bütün bir ömür.” diye yazıyordu Arendt ayrılmalarından iki yıl sonra, Nisan 1928’de, Heidegger’in de öğrencisi olan Günther Stern’le evlenmeden önce. “Gizli” kralın ruhsal uğraşına giriş kapısı Hannah’ya kapanmıştı, ama genç öğrenciyle yaşanan aşk, filozofun eserlerindeki kavramlara sızmıştı bir kere. Heidegger onu yalnızca ailesiyle olan günlük hayatından uzak tutabildi. Ruhunun günlük hayatını şekillendiren hâlâ ve yalnızca Hannah’ydı. Hannah ile yaşadığı ilişki düşüncesinin odağında kaldı hep: “Yeni olanın istisnai karakterini nasıl koruyabiliriz, onun sıradanlaşmasını nasıl engelleyebiliriz?” Arendt’in 1928 yılında “Augustin’de Sevgi Kavramı” üzerine yazdığı bitirme tezinde Heidegger’in etkileri hissediliyordu. Daha sonra, Alman Yahudisi Rahel Varnhagen üzerine kaleme aldığı çalışmada da Heidegger’in etkileri açık olarak görülüyordu. Yine de her şey “en uzaktaki yakınlık” kadardı. Yalnızca aşkla ilgili anılarda yakınlaşabiliyorlardı, günlük politikada ise büyük bir uçurum vardı aralarında. Tahayyül edilebileceğinden çok daha büyük bir uçurum... Hannah 1929 yılında evlendikten sonra, bir bilim vakfından bulduğu bursla büyük kriz dönemini atlatabildi, 1933 yılında da Nasyonal Sosyalistler tarafından engellenmeden Paris
üzerinden New York’a kaçmayı başardı. Daha sonraki yıllarda Hannah Arendt Amerika’daki Siyonist Göçmenler Birliği’ne angaje olurken, Martin Heidegger de NSDAP’ye (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi) girdi. Freiburg Üniversitesi’ne rektör olarak atandı ve rektörlük konuşmasında Nasyonal Sosyalizm’e ideolojik bağlılığını coşkulu bir şekilde dile getirdi. Karısı bir Yahudi olan dostu Karl Jaspers da konuşmayı dinleyenler arasındaydı ve bu konuşma dostluklarının sonu oldu. Hannah üniversite kariyerinden, özgür olmak için vazgeçmişti ve bu arada Yahudiydi de. Aslında hayatı boyunca bunu pek hissetmemişti ve umursamamıştı da. “Ailemle birlikte yaşadığım sırada Yahudi olduğumu bilmiyordum.” Ama Naziler göğsüne sarı Yahudi yıldızını takmışlardı bile. Vatanı yoktu artık. Berlin’den Prag üzerinden Paris’e kaçtı. Bir sürü Yahudi‘nin aksine 1941 yılında New York’a varmayı başardı. Buna karşın Martin Heidegger politik anavatanını bulmuştu. Kısa bir süre için Hitler gözlerini kamaştırdı. Nasyonal Sosyalizme olan politik tutkunluğu bir yıl kadar sürdükten sonra, “bilgeliğe duyduğu sevgi”nin imparatorluğuna geri çekildi. 1950 yılında Freiburg’da Heidegger’le Arendt arasında bir görüşme gerçekleşti. “Bu akşam ve bu sabah bütün bir hayatın onaylanmasıdır. Ve temelde hiç beklenmedik bir onay. Garson adını söylediğinde … birdenbire zaman durdu. (Buraya gelmemi engellemesi gereken bütün verilere rağmen), (Hugo) Friedrich otelin adresini verdikten sonra, içimdeki takıntının, mutlaka kaçınılması gereken tek sadakatsizliği yapmamın zorunluluğu ve hayatımı mahvetmeye mahkum olduğum gerçeği… şimşek gibi bilince çıktı.” diye yazdı daha sonra 44 yaşındaki Arendt 61 yaşındaki Heidegger’e. Uzun süre tek aşkını ve öğretmenini arayıp aramamak konusunda kararsız kalmıştı ve şimdi Freibug’daki bir otelin Therapia Sayı 3 | 43
lokantasında farklı dünyalardan gelen iki insan karşılıklı oturuyorlardı. Ayrı geçmiş yılların acılığı içinden eski duygular yavaş yavaş bilince çıkıyordu yeniden. Yahudi bir entelektüel Nasyonal Sosyalistlerin dünyayı değiştireceğini ummuş bir filozofu sevebilir miydi gerçekten? Heidegger’le olan ilişkisinin Almanya’dan kaçışıyla birlikte son bulması en doğrusuydu aslında. Heidegger’in Nasyonal Sosyalizm’e olan bağlılığı, 1945 yılından sonra politik olarak yanlış duruşunu kamuoyu önünde itiraf etmekteki beceriksizliği, hepsi bir daha ilişkiye geçmemesi için yeterliydi. 15 yıl süren yurtsuzluğu, siyonizme olan politik angajmanı, Amerika’da politik bir düşünür olarak edindiği konum onu geçmişinden radikal bir şekilde koparmıştı. Buna rağmen 1945-1951 yılları arasında ders verme yasağı süren Heidegger‘le düzenli olarak mektuplaştıktan sonra ilişkisini tekrar başlattı, böylece savaştan tam yedi yıl sonra yolları bir kere daha kesişti. Bu arada 1951 yılında Arendt’in en önemli yapıtlarından biri olan “Totaliter Rejimlerin Ögeleri ve Kökenleri” yayımlandı. Hannah bu yıllarda Martin’i evinde ziyaret edebiliyordu. Karısı Martin‘in tek hakimiydi artık ve o da kendisi için “doğru” erkeği bulmuştu. Buna rağmen gizli gizli buluşmaya devam ediyorlardı ama şimdi de Hannah’nın kuşkuları vardı sanki. Ahlaki nedenlerden ötürü belki ya da bir skandaldan korkuyordu. Çünkü Heidegger, birlikte görülmek istenecek bir erkek değildi. ‘Führer’e duyduğu sempati önce üniversitedeki kariyerine mâl olmuştu. ‘Suçluluğu’nu
Evet Heidegger politik olarak haksızdı, suçluydu, ama eseri kesinlikle bayağı değildi. Haksızlığını, suçluluğunu ondan önceki birçok düşünürün de içine düşmüş olduğu bir yanılgı olarak tanımlıyordu Arendt. 44
| Therapia Sayı 3
kamuoyu önüde itiraf etmeyi reddettiğinde de persona non grata’ya (istenmeyen kişi) dönüşmüştü. O yıllarda Hannah Arendt konferans vermek için Avrupa’ya sık sık geliyordu ve Kudüs’deki Eichmann Davasını izlemek için de İsrail’e gidiyordu. Hannah özellikle politik konularla ilgiliydi: Hitler ve Stalin gibi önderlerin etkisiyle ortaya çıkan totaliter sistemlerin itici gücü onu en çok meşgul eden konuların başındaydı. Birbirlerinden bu kadar ayrı iki karakteri tekrar birleştiren şey neydi? Arendt sanki olanı biteni anlamak istiyordu. Öğretmeni ve sevgilisini Nasyonal Sosyalizme iten neydi? Nasyonal Sosyalizmin terörist ve faşist yüzünü görmesini engelleyen neydi? Heidegger’in bu büyük yanlış ve suçla nasıl başa çıktığını görmek istiyordu. Bütün bunların yanında onun kendisine ihanet edip etmediğini de bilmek istiyordu. Kendisinin büyük aşkı onun için yalnızca sıradan bir aşk hikayesi miydi, yoksa geriye bir şeyler kalmış mıydı? Hannah’nın Martin’den uzak durmasının nedenleri Martin’inkilerden çok daha anlaşılırdı aslında ve ona göre çok daha bilincindeydi Hannah bu nedenlerin. Mektuplarında Martin’in itici gücü olarak “boş bir kurumdan, yalancılıktan oluşan bir bileşimden ve daha doğrusu bir korkaklıktan” söz ediyordu. Sıradan bütün Almanların benzer bahaneleri olduğunu söylüyordu. Ama bir yandan da eserlerinin tamamı Heidegger düşüncesinin etkisi altındaydı. Ününü borçlu olduğu kavramlar Heidegger’in düşüncesinden kaynaklanıyordu. 1962 yılında Adolf Eichmann hakkında açılan dava üzerine bir makale kaleme almıştı Arendt. Eichmann Avrupalı Yahudilerin yok edilmesinden sorumlu en önemli Nazi yetkilisiydi. Ona göre Eichmann bir canavar değil, görevini yerine getiren bir memurdu yalnızca. Eichmann’da Arendt “kötülüğün bayağılığı”nı görmüş ve vurgulamaya çalışmıştı. Eichmann ne yanlış ne de ahlaksızdı. O düşünmüyordu. Düşünebilmekten uzaktı. Bayağıydı. Bu yolla Heidegger’le özdeşleşmiş olan “bilgeliğe duyulan sevgi” kavramını kurtarmaya çabalıyordu ve bir yandan
da Martin’e olan sadakatini korumaya çalışıyordu: Onun düşüncesini kötü’den korumak istiyordu. Çünkü çok açık olan bir şey vardı: Evet Heidegger politik olarak haksızdı, suçluydu, ama eseri kesinlikle bayağı değildi. Haksızlığını, suçluluğunu ondan önceki birçok düşünürün de içine düşmüş olduğu bir yanılgı olarak tanımlıyordu Arendt. Heidegger’in eserlerinin İngilizce’ye çevrilmesiyle uğraşıyordu bir yandan da. Onun felsefe dünyasına tekrar girmesini sağlamaya çalışıyordu. Yeniden buldukları aşklarında romantizmden başka her şey vardı. Her iki düşünür çok farklı dünyalardaydılar artık. Hannah Arendt ABD’de yeni dostlarıyla başka bir dünya kurmuştu kendine. İsrail’in geleceğiyle ilgili tartışmaların yoğunlukta olduğu bambaşka bir topluluk içindeydi. Düşman Arap ülkeleriyle çevrili yalnız bir İsrail Devleti’nden ziyade bir Yahudi-Arap Federasyonu’nu destekleyordu. Martin Heidegger ise ikiye bölünmüş bir Alman Dünyası’nın belirsizliğinde yaşıyordu. Zaman içinde her iki tarafta da güvensizlik ortaya çıktı. Krizler, yanlış anlamalar... Arendt Heidegger’i politik olarak sorumsuzlukla suçluyor, Heidegger ise kendini ihanete uğramış hissediyordu. Buna rağmen bağları tam olarak kopmadı.
ama felsefi ve politik alanlardaki farklılıkları üzerine hiç konuşmadılar. Martin Heidegger 26 Mayıs 1976’da evinde öldü. Ömrü boyunca nasyonalist düşüncelere sadık kalmış olan karısı Elfride Heidegger (1893-1992) son yıllarının evliliklerinin en huzurlu ve mutlu yılları olduğunu söylerdi sık sık torunu Gertrud’a.
Kaynaklar Barbara Sichtermann. 50 Klassiker Paare. Gerstenberg Verlag, Hildesheim, 4. Baskı, 2006. Prof. Dr. Antonia Grunenberg. Hannah Arendt und Martin Heidegger. Geschichte einer Liebe. Piper Verlag, 2007.
Kendisini ancak mektuplar aracılığıyla “hayatının tutkusu” olarak nitelendirebilen Heidegger’e karşı tutumu hep daha açıktı Arendt‘in. “Saygıdeğer Heidegger, Sayın Baylar ve Bayanlar” diye başlıyordu 26 Temmuz 1967’de hıncahınç dolu bir salondaki bir konuşmasına. Heidegger dinleyiciler arasındaydı bu kez ve en ön sırada oturuyordu. Topluluk onlardan daha fazla tedirgindi. O da pek emin değildi gerçi yaptığı konuşmanın içeriğinden ve daha sonra Heidegger’e: “Konuşmam rahatsız edici miydi?” diye sordu, “Bence daha doğal olamazdı.” “Konuşmanı sevmemiş olmam nasıl mümkün olabilir?” diye yanıtladı Arendt’i Heidegger. “İlkbaharın kırdığı kalbi sonbahar tamir etti.” 1967 yılında Freiburg’da tekrar buluştular, 1969 yılında Hannah Arendt ikinci eşi Heinrich Blücher’le birlikte Heidegger çiftini ziyaret etti. Hannah Arendt’in 4 Aralık 1975 yılındaki ölümüne kadar birkaç kez daha görüştüler, Therapia Sayı 3 | 45
Klişeye güzelleme “Klişe” kelimesi kulağa her ne kadar korkutucu ve sığ gelse de, bazı yorgun kalp ve zihinler için sığınılacak cazip bir liman olabilir. Nasıl mı? pelin onat
Bir düşünsenize... Hiç hayal kırıklığına uğradıktan sonra tuhaf bir rahatlama duymadınız mı? Zaman zaman mücadeleden vazgeçmek ve kaderin kurbanı rolünü giymek daha konforlu hissettirmedi mi? Hiç kendinizi “bana olmaz” dediğiniz halde filmlerden aşina olduğumuz en bilindik replikleri duyarken bulduğunuz oldu mu? Ya da günün birinde eskiden başkalarını yaparken yargıladığınız şeyin aynısını yaptığınızı fark ettiniz mi? Tanıdık mı geliyor? Evet, artık biliyoruz ki içinde yaşadığımız çağda bireysellik hemen herkesin ağzında bir sakız ve etrafımızdaki düzen bir yandan egomuzu şişirirken öte yandan bize bunu enjekte edecek şekilde pazarlanıyor. Filmlerin konusundan 46
| Therapia Sayı 3
dergilerdeki reklamlara, kişiselleştirilmiş sosyal medya sayfalarından elimizdeki telefonlara, parfümlerden mağazalara kadar her şey bizim biricik ve çok özel olduğumuzu bağırırken, biz de tükete tükete “özel olmanın” huşusuna varmaya çalışıyoruz. Halbuki bir iki adım geriye gidip uzaktan baktığımızda, hepsinin dev bir pazarlama planı olduğunu görmek mümkün ve aslında bizler hiç de o kadar bulunmaz ve benzersiz hayatlar yaşamıyoruz. Bireyselliği, hayatı karakteristik bir şekilde bize özgü renklerle yaşamak olarak almak bir şey (ki bu oldukça da hayranlık uyandırıcı), yaşadığımız dünyayı sadece bizim çevremizde dönüyor sanıp narsistik bir şekilde kendi hislerimizi benzersiz, varlığımızı herkesten farklı sanmak bambaşka bir şey.
İkincisinin bizi üzmesi kaçınılmaz. Hayal kırıklığından sakınabilmek için bunun farkında olmak ve biraz daha gerçekçi olmak gerekiyor. Kendimizi başkalarının gözünde ne kadar farklıymışız gibi konumlandırmaya çalışsak da, gün geliyor bir anda kocaman bir klişenin ortasında olduğumuzu anlıyoruz. Şaşkınlık ve panik içerisinde “bu benim başıma nasıl gelir?” diye çırpınarak isyan ediyor ve durumla can hıraş savaşıyoruz. Biz özeliz ya, yaşadığımız her duygu sadece bizim hissedebildiğimiz duygular, başkalarının anlaması mümkün değil ya... Bir klişenin içindeki herhangi bir oyuncu olduğumuzu gördüğümüzde hayata küsüyor, derinden yaralanıyoruz. Oysa, bir an durup önyargı gözlüklerimizi çıkarsak ve aslında özünde çevremizdekilerden farklı olmadığımızı görsek.. Asıl olgunluğun o parmağımızı sallaya sallaya kınadığımız şeylerin bir gün bizim de başımıza gelebileceğini kabul etmek olduğunu anlasak... Egomuzun şişirilerek değil ancak defalarca art arda dövülerek pişirilmesinden sonra en basit gerçeği görebileceğimizi anlasak: “Yok birbirimizden farkımız.” Bunu kabullendikten sonra hayatın değişim rüzgarlarına teslim olmak ve olayları geldiği gibi almak daha kolay ve ancak bunun farkına vardıktan sonra klişenin kıymetini anlayabilir, onun konforlu kollarında yalnız olmadığımızı bilerek dinlenmeye cesaret edebiliriz. Sonuçta hepimiz bir elin parmağını geçmeyecek sayıda, aynı duyguları yaşayıp durmuyor muyuz?
Pelin ONAT 1976 yılında İstanbul’da doğdu. 1998 yılında İstanbul Üniversitesi Amerikan Kültür ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Hizmet sektöründe çeşitli alanlarda çalıştıktan sonra sinemacı ve yazar aile ferdlerinin etkisiyle reklamcılık dünyasına girdi ve 15 yıl boyunca ajanslarda yöneticilik yaptı. 2012 yılında kendi şirketini kurdu, markalara proje bazlı iletişim ve danışmanlık hizmeti veriyor. Bu kez kendi zaman yönetimini yaparak yazmaya, kitaplara, hayvanlara ve doğaya daha fazla vakit ayırabilen bir birey olarak hayatına devam etmek en büyük hayali. Therapia Sayı 3 | 47
48
| Therapia Say覺 3
(In Mind dergisi 15. sayıdan çeviri)
arne sjöström
İntikam ne zaman tatlıdır? Kısa bir intikam öyküsü Hemen herkes “intikam tatlıdır” sözüne aşinadır. Acaba bu sözde bir gerçeklik payı olabilir mi? İntikamın ve intikamın hem psikolojik hem de davranışsal anlamları ampirik olarak henüz yeni ilgi görmeye başladı. Bu makalenin amacı intikam meselesine bilimsel bir perspektiften bakarak konuya dair genel bir bakış sunmak ve intikam eylemlerinin potansiyel “işlevselliğini” incelemek. çeviri: ceylan özge kunduz
Therapia Sayı 3 | 49
Arne Sjöström Philipps-University Marburg’dan 2010 yılında mezun oldu. Şu anda uluslararası bir bilimsel proje olan ve sosyal bilimlerin medya, politika ve halkla ilişkisini inceleyen VISCOM’da araştırma görevlisi olarak çalışıyor. Doktora projesinde ise gruplarda intikam reaksiyonlarının işlevselliğini konu ediniyor. Alexandre Dumas’nın “Monte Cristo Kontu” klasik bir intikam ve misilleme öyküsüdür. 19. yüzyılın başlarında Fransa’da geçer. Öykü Edmond Dantés etrafında döner. Dantés bir ticari geminin ikinci kaptanıdır ve haksız sebeple ihanetle suçlanarak Château d’If ’te bir zindana hapsedilir. Marsilya kıyısı açıklarındaki bu adada 14 yıl tutuklu kalır. Edmond sonunda adadan kaçmayı başarır ve eve zengin Monte Kristo Kontu kimliğine bürünerek geri döner. Döndükten sonra da ona bir zamanlar iftira atan üç adamın hayatını mahvetmek için harekete geçer. Komplocular cezalandırılmayı o kadar hak ediyordur ve Dantés’in onlara karşı kurduğu komplolar öylesine girift ve maharetlidir ki onun öç alışındaki tatmini okuyucu da kolaylıkla tecrübe edebilir. Buradan yola çıkarak intikamın neden ya da daha doğrusu ne zaman daha tatlı olduğu sorusunu sorabiliriz. Bu makalenin amacı bu soruyu yanıtlamanın yanı sıra intikam meselesini aydınlatmak ve intikamın toplumsal ve bireysel işlevlerini bilimsel bir bakış açısından incelemektir.
İntikamın Tanımı İntikam olgusu insanlığın kendisi kadar eskidir. Her ne kadar çoğu insan kendisini görünüşte “ilkel” olan bu kavramla özdeşleştirmek istemese de aslında “iyi” intikam hikayelerini dinlemekten keyif alır. Hatta intikam eylemlerinin estetik bir çekicilik taşıdığı bile söylenebilir (Tripp, Bies, & Aquino, 2002). Bu, özellikle “iyi infaz edilmiş” yani hem yaratıcı hem de maharetli şekilde gerçekleştirilmiş intikam tasvirleri için 50
| Therapia Sayı 3
geçerlidir. İntikam müzik, edebiyat ve sinemada hep ana tema olmuştur. Bu durum bugün de değişmemiştir. Örneğin Shakespeare’in tragedyası Hamlet ya da Clint Eastwood’un Oskar ödüllü “Affedilmeyen”i… Bugün günlük gazeteler ve haberler bile intikam öyküleriyle doludur. El Kaide lideri Usame Bin Ladin’in öldürülmesinin ardından haber basını terör örgütünün intikam eylemlerine girişebileceği konusunda uyarıda bulunmuştu ve dedikleri gibi de oldu. Bir diğer örnek de İranlı bir kadın olan Ameneh Bahrami’nin yaşadıkları. Bahrami onu kör eden bir adamın gözünü çıkarttı, hem de devletten aldığı resmî izinle. Bu tam anlamıyla “göze göz” intikamdı. Hollandalı psikolog Nico Frijda’nın 1994’te belirttiği gibi, intikamın her yerde görüldüğü ve evrensel olduğu göz önüne alındığında bilimsel araştırma dünyasının bu konuyu uzunca bir süre epeyce ihmal etmiş olması kayda değer. Bir diğer deyişle ampirik bilim, intikam üzerine araştırma yapma konusunda epeyce gecikti. Bu olgunun ampirik olarak çalışılmasında atılacak ilk ve önemli adım intikam tanımımızda mümkün olduğunca net olmaktır. İntikam tanımları arasında belki de en net ve iyi olanı, intikamı algılanan bir yanlışa cevaben zarar verme eylemi olarak betimleyen tanımdır (Aquino, Tripp, & Bies, 2001; Stuckless & Goranson, 1992). İntikam saygısızca yapılmış bir davranışa veya harekete verilen cevaptır ve söz konusu suçun var olan adalet normlarını yok saydığının kabulü üzerine kuruludur (Bies & Tripp, 1996; Gollwitzer, 2009). Dolayısıyla, intikam hem ahlakî sezgilerimizle hem de öznel adalet ve hak etme anlayışlımızla ilintilidir (cf. Bies & Tripp, 2005). İntikamın bir başka önemli özelliği ise misillemenin büyüklüğü ya da şiddetidir. İntikam alacak kişinin bakış açısından bakacak olunduğunda bile intikamın prensip olarak ölçülü ve adil olması gerekir (Stillwell, Baumeister, & Priore,
İntikam olgusu insanlığın kendisi kadar eskidir. Her ne kadar çoğu insan kendisini görünüşte “ilkel” olan bu kavramla özdeşleştirmek istemese de aslında “iyi” intikam hikayelerini dinlemekten keyif alır.
2008; Tripp, Bies, & Aquino, 2002). Buna uygun olarak intikamın sonuçları da en başta verilmiş zararla kıyaslanabilir olmalıdır. Ne var ki örnekler, bazı durumlarda misilleme hareketinin başlangıçtaki provokasyondan çok daha kuvvetli olduğunu gösterir. İntikam alanlar buna rağmen kendilerini iyi hissedebilir ve “doğru şeyi yaptıklarını” düşünebilir. İntikam son derece doğal ve beklenen bir reaksiyon olarak görülebilir ama tam da bu sebeple böyle bir davranışın hem itici güçlerini hem de yaşattığı tatmin hissini incelemek önemlidir: İntikam gerçekten de tatlı mıdır?
İntikam tatlı mıdır? İsviçreli nörobilimci Dominique de Quervain ve çalışma arkadaşları (de Quervain et al., 2004) yaptıkları bir nörogörüntüleme çalışmasında intikamın tatlı bir tada sahip olup olmadığı sorusuna değindiler. İleri görüntüleme teknikleri sayesinde bilim insanları beyin aktivitesi ile bazı zihinsel işlevler arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarabiliyorlar. Cezanın nöral temelini keşfetmek için yapılan bir deneyde katılımcılara bir para oyunu oynatıldı ve bu sırada beyinleri görüntülendi. Oyun kısaca şöyleydi: Bir katılımcı (ona A diyelim) parasını ikinci bir kişiye (B) bağışlamak isterse toplam para iki katına çıkıyordu. B, bunun karşılığında hiç para vermezse (adillik normlarının dikte ettiği gibi) A oyuncusu B’ye ceza puanı verebiliyordu. Sonuçlar, katılımcıların, adalet normlarına uymayan oyuncuları -ceza puanlarını kendi paralarıyla satın alınmak zorunda kalsalar da- cezalandırmayı tercih ettiklerini gösterdi. Bu tür deneyler cezanın beynimizdeki ödül ilişkili alanların aktivasyonuyla ilintili olduğunu gösteriyor. Aktivasyon beynin ödül sisteminin bir parçası olan dorsal striatum’da gerçekleşiyor. Yemek, seks ve uyuşturucu gibi başka ödül ilişkili davranışlarda da bu alan işin içinde bulunuyor. Sonuçlar ayrıca insanların adalet normlarından sapan kişileri cezalandırmaktan tatmin duymayı beklediklerini
de gösteriyor. Sonuç olarak de Quervain ve çalışma arkadaşları intikamın iyi hissettirdiğine ve aslında gerçekten de tatlı olduğuna dair fizyolojik bir kanıt bulmuş durumda.
İntikam Bu bulgulara paralel olarak, Mario Gollwitzer ve Markus Denzler tarafından 2009 yılında yapılan bir çalışma katılımcıların, intikam aldıktan sonra saldırganlığa (agresyon) dair düşüncelerinin engellendiğini gösterdi. Bu, intikam almanın bir başka olumlu etkisi gibi görünse de bu bulgu sadece bazı koşullar sağlandığında geçerli oluyordu. Ancak buna daha sonra döneceğiz. Bu bakışa bir diğer destek de Arlene Stillwell ve çalışma arkadaşlarından geldi (2008). Onlar da aynı etkiyi ters yönde buldular. Yani zarar gördükten sonra intikam almaya girişmeyenlerin daha öfkeli hissettikleri sonucu ortaya çıktı. İntikamın intikam alan için her zaman çok da yararlı olmayabileceğine dair bulgular da var. Kevin Carlsmith ve çalışma arkadaşları tarafından yapılan bir araştırma (2008), intikam alan insanların intikam alma şansına sahip olmayan ya da intikam almayı yalnızca hayal etmiş kişilerle karşılaştırıldığında kendilerini daha az tatmin olmuş hissettiğini gösteriyordu. Yani intikam alanların, intikam almamış olanlara göre, onlara acı çektirmiş kişilerle ilgili daha fazla düşündükleri ya da intikam sonrasında gerçekten “eşitlenip eşitlenmediklerini” daha fazla kafaya taktıklarını ortaya çıkartıyordu. Birbiriyle çatışan bu sonuçlardan bağımsız olarak yukarıda bahsi geçen kanıt, “intikam tatlıdır” sözünde bir gerçeklik payı olduğunu gösteriyor. Bu da şu soruyu akıllara getiriyor: İntikam almak tam olarak ne zaman iyi hissettirir ve intikamı bu kadar tatlı kılan şey nedir? Therapia Sayı 3 | 51
İntikam davranışının altında yatan temel ve en önemli amaç intikamcıların faillere bir mesaj iletmek istemesi ve failin yanlış bir şey yaptığının farkına varmasını sağlamak gibi görünüyor. Bir mesaj iletmek mi yoksa acıyı eşitlemek mi? Gollwitzer ve çalışma arkadaşları (Gollwitzer, Meder, & Schmitt, 2011) intikamın pozitif şekilde deneyimlenmesinin iki yolu olduğunu söylüyor. İlki, suçlunun, mazlumun çektiği şekilde acı çektiğini görme arzusu. Bu görüş, zarar gören kişiyle zarar verenin eşit derecede acı çekmesinin kurban açısından tatmin edici olduğunu savunuyor. Bu durumda zarar vermiş olan kişi acı çektiği müddetçe kurbanın intikamdan mesul olup olmamasının bir önemi olmuyor. Bu görüşe göre, bana bir oyun etmiş olan iş arkadaşımın bir sunum sırasında pantolonunun yırtılmasını görmek benim için yeterince tatmin edici olur. Başına gelen bu talihsizlikten sorumlu olmasam da... Buna “göreli acı çekme hipotezi” (comparative suffering hypothesis) (Frijda, 1994) adını veriyoruz. Alternatif bir görüş de intikamın zarar vermiş olan kişiye bir mesaj iletme amacı taşıdığı yönünde. Belki de bize acı çektiren kişiye onun çok yanlış bir şey yaptığını söylemek ve bu yüzden cezalandırılması gerektiğini kendisine iyice anlatmak isteriz. Bu mesaj yerine ulaştığında da kendimizi tatmin olmuş hissederiz. Bu varsayıma da “anlama hipotezi” (understanding hypothesis) diyoruz. Var olan bulguları gözden geçirdiğimizde her iki hipotez için de mantıklı argümanlar bulunduğunu görüyoruz. İlk hipotez e göre, işlenen bir suç, bu suçu işleyen kişi ve kurban arasında duygusal bir dengesizliğe neden olur. Dolayısıyla da kurban, bu dengesizliği azaltma çabasına girişir (Frijda, 1994). Bu amaca yalnızca, zarar veren, kurbanın çektiği kadar acı çekerse ulaşılmış olur. “Göreli acı çekme” (comparative suffering) görüşünü destekleyen birçok çalışma bulunuyor. Bu çalışmalardan bir tanesinde gözlemciler, suçlunun başına talihsiz bir olay geldiğinde kendisine daha az ceza verme eğilimi gösteriyor (Austin, 1979). İkinci hipotez, yani “anlama” (understanding) hipotezi ise kurban 52
| Therapia Sayı 3
ve suçlu arasındaki iletişime vurgu yapıyor. Bu durumda suçlunun yapmış olduğu şeyin farkına varması ve daha önceki davranışından ötürü ondan intikam alındığını anlaması önemlidir (cf. Miller, 2001). Gollwitzer ve çalışma arkadaşları (Gollwitzer, et al. 2011) yakın zamanda bir araştırma yaptı. Bu araştırmada üç aşamalı bir deneyle iki hipotezi birden test ettiler. Deneyde katılımcılar bir çekilişe katıldı. Bu çekilişe göre para kazanılıyor ya da kaybediliyordu. Katılımcılar ilk aşamada çektikleri kurayla partnerlerine ne kadar para verileceğini belirliyordu. Katılımcıların yarısı “güç” kurası çekiyordu. Bu, onların hatalı ya da normlardan sapan partnerlerinden (bu partnerler araştırmacıların ekibindendi ve deneyin gereği olarak normlardan sapıyor ve adil olmayan davranışlar gerçekleştiriyorlardı) para almasını sağlıyordu ve bu sayede adil olmayan davranışların cezalandırılması mümkün oluyordu. İkinci aşamada da katılımcıların diğer yarısının “kayıp” kurası çekmesi sağlanıyordu. Bu kura da partnere para kaybettiriyordu. Ancak bu kurayı çekenlerin partnerleri cezalandırılma yoluyla değil “kader” sebebiyle para kaybediyordu. Bir sonraki aşamada, Gollwitzer ve çalışma arkadaşları şartları değiştirdi. Bu kez katılımcılardan bazıları hatalı davranan partnerlerden, cezayı neden aldıkları konusundaki düşüncelerine dair bir mesaj aldı. Kimi katılımcılar ise bu mesajı almadı. (“Böyle aksilikler olur!” diyenler de oldu “Benim için bu çok kötü oldu ama belki de bu, sana bu kadar kötü davrandığım için ödemek zorunda kaldığım bir bedeldir.”diyenler de.) Araştırmacılar son olarak, katılımcıların tatmin olup olmadıklarını ve“herkesin hak ettiğini aldığına” dair bir izlenim alıp almadıklarını ölçtü.
Ceza Genel olarak bakıldığında çalışmalardan elde edilen bulguların “göreli acı çekme hipotezi”ne kıyasla “anlama hipotezi”ni daha çok desteklediği görülüyor. Diğer bir deyişle insanlar en fazla tatmini ve “hakkaniyet” hissini intikam aldıklarında ve suçlu, cezanın kendi zarar verici davranışından ötürü olduğunu anladığında hissediyordu. Suçlu bir “idrak” mesajı yazmadığında kurbanların yaşadığı tatmin hissi ancak, ikinci aşamada partnerlerinin çekilişte kaybetmediğini öğrenen katılımcılarınki kadar oldu. Dolayısıyla, tatminin yaşanması ve adaletin yeniden tesis edildiğine dair algı, acı çekme miktarındaki bir dengeden çok daha fazlasını talep ediyor. İntikam davranışının altında yatan temel ve en önemli amacın intikamcıların faillere bir mesaj iletmek istemesi ve failin yanlış bir şey yaptığının farkına varmasını sağlaması gibi görünüyor. Ne var ki, sonuçlar intikam alan kişinin bunu yalnızca daha iyi hissetmek için yaptığı şeklinde yorumlanmamalı. İntikam ve ceza daha çok, adaleti tesis etme arzusuyla besleniyor; ceza sayesinde fail hak ettiğini buluyor (Aquino, Tripp, & Bies, 2006), bu da daha sonradan bir tatmin arzusuna yol açıyor. Gollwitzer ve Bushman’ın bir yazısı (baskıda) intikamla gelen cezanın yalnızca daha iyi hissetme amacından beslenmediğini, daha çok, adaleti yeniden tesis etmek için arzu edildiğine dair daha çok bulgu sunuyor. Gollwitzer ve Bushman’ın araştırmasında, katılımcılar, yanlış yapan ya da suç işleyen kişiyi, intikamın kendi ruh hallerini iyileştireceği beklentisinden bağımsız olarak cezalandırıyor.
yardımcı olabilir. Ya da daha farklı şekilde açıklayacak olursak, insanların intikam alarak neyi elde etmeyi umduğu ve adaletin yeniden tesis edilmesi duygusunu onlara neyin verdiği, kişilerin bu tip davranışlara olan duygusal tepkilerinden anlaşılabilir. Ne var ki intikam madalyonun yalnızca bir yüzüdür. İntikamın bir bedeli de vardır. Örneğin intikam alınan kişi de intikam alma yoluna gidebilir. Bu yüzden “affetme” stratejileri geliştirilir (e.g., McCullough, 2008). “Af sistemi”, böyle bir davranışın bedeli faydalarından fazla olduğunda intikama engel olur. Sonuç olarak unutulmamalıdır ki intikam adaletsizlikle baş etmenin tek yolu değildir.
Sonuç Burada sunulan sonuçlar intikam arzusunun hiçbir koşulda bastırılmamasını savunan bir çağrı olarak anlaşılmamalıdır. Aksine, olaylara aşırı tepki göstermeyi ve bu tepkilerin şiddet, hatta cinayet gibi daha yıkıcı şekilde gerçekleşmesini engelleme amaçlıdır. Yapılması gereken, kişinin intikamla ne elde etmeye çalıştığının üzerinde iyice düşünülmesidir. İntikam bazen tatlı olabilir ama tüm tatlı şeyler gibi kararında tüketilmelidir.
Bu noktada şu merak edilebilir: İntikamın neden tatlı olabileceğini bilmek neden bu kadar önemli? İntikam alırken insanları gerçekten neyin tatmin ettiğini öğrenmek bu davranışın altında yatan motivasyonel kökleri belirlemeye Therapia Sayı 3 | 53
Kaynaklar Aquino, K., Tripp, T. M., & Bies, R. J. (2001). How employees respond to personal offense: The effects of blame attribution, victim status and offender status on revenge and reconciliation in the workplace. Journal of Applied Psychology, 86, 52–59. Aquino, K., Tripp, T. M., & Bies, R. J. (2006). Getting even or moving on? Power, procedural justice and types of offense as predictors of revenge, forgiveness, reconciliation and avoidance in organizations. Journal of Applied Psychology, 91, 653–658. Bies, R. J., & Tripp, T. M. (1996). Beyond distrust: “Getting even” and the need for revenge. In R. M. Kramer & T. R. Tyler (Eds.), Trust in organizations: Frontiers of theory and research (pp. 246–260). Thousand Oaks, CA: Sage. Bies, R. J., & Tripp, T. M. (2005). The study of revenge in the workplace: Conceptual, ideological and empirical issues. In S. Fox, & P. Spector (Eds.), Counterproductive work behavior: Investigations of actors and targets (pp.65–82). Washington, DC: American Psychological Association. Carlsmith, K. M., Wilson, T. D., & Gilbert, D. T. (2008). The paradoxical consequences of revenge. Journal of Personality and Social Psychology, 95, 1316–1324. de Quervain, D. J.-F., Fischbacher, U., Treyer, V., Schellhammer, M., Schnyder, U., Buck, A., et al. (2004). The neural basis of altruistic punishment. Science, 305, 1254–1258. Frijda, N. H. (1994). The Lex Talionis: On vengeance. In S. H. M. van Goozen, N. E. van der Poll, & J. A. Sergeant (Eds.), Emotions: Essays on emotion theory (pp. 263–289). Hillsdale, NJ: Erlbaum.
54
| Therapia Sayı 3
Gollwitzer, M. (2009). Justice and revenge. In M. E. Oswald, S. Bieneck, & J. Hupfeld-Heinemann (Eds.), Social psychology of punishment of crime (pp.137–156). Hoboken, NJ: Wiley. Gollwitzer, M. & Bushman, B. J. (in press). Do victims of injustice punish to improve their mood? Social Psychology and Personality Science. Gollwitzer, M., & Denzler, M. (2009). What makes revenge so sweet: Seeing the offender suffer or delivering a message? Journal of Experimental Social Psychology, 45, 840–844. Gollwitzer, M., Meder, M., & Schmitt, M. (2011). What gives victims satisfaction when they seek revenge? European Journal of Social Psychology, 41, 364-374. McCullough, M. E. (2008). Beyond revenge: The evolution of the forgiveness instinct. San Francisco, CA: Jossey-Bass. Miller, D. T. (2001). Disrespect and the experience of injustice. Annual Review of Psychology, 52, 527–553. Stillwell, A. M., Baumeister, R. F., & Del Priori, R. E. (2008). We’re all victims here: Toward a psychology of revenge. Basic and Applied Social Psychology, 30, 253–263. Stuckless, N., & Goranson, R. (1992). The vengeance scale: Development of a measure of attitudes toward revenge. Journal of Social Behavior and Personality, 7, 25–42. Tripp, M., Bies, R. J., & Aquino, K. (2002). Poetic justice or petty jealousy? The aesthetics of revenge. Organizational Behavior and Human Decision Processes, 89, 966–984. Vidmar, N. (2001). Retribution and revenge. In J. Sanders & V. L. Hamilton (Eds.), Handbook of justice research in law (pp. 31–63). New York: Kluwer Academic/Plenum.
Therapia Say覺 3 | 55
56
| Therapia Say覺 3
Ferhat’la dağları delmek ‘Psikoterapi nedir?’ sorusu, dünyanın en uzun yanıtlı, yoruma en açık sorularından biri. Bu soruyu sorduğumuzda; bilim, sanat ve felsefe literatürünü kapsayan kütüphaneler dolusu bilgi karşılar bizi.
şule öncü
Therapia Sayı 3 | 57
Terapist kendi yaratıcılığını, spontanlığını ve teknik birikimini kullanarak danışanını yaratıcılığa teşvik eder. Ancak burada denge çok hassastır. Çünkü yaratıcılık, bilinçdışında olanı kullanıma açma sürecidir
‘Psikoterapi nedir?’ sorusu, dünyanın en uzun yanıtlı, yoruma en açık sorularından biri. Bu soruyu sorduğumuzda; bilim, sanat ve felsefe literatürünü kapsayan kütüphaneler dolusu bilgi karşılar bizi. Psikoterapi görmüş olanların ve psikoterapistlerin zihinlerindeki psikoterapi olgusunu sistematik bir şekilde özetleyip objektif bir tanıma dökmeleri hiç de kolay değildir. Çünkü psikoterapi, ancak ve ancak öznel anlamlarla, metaforlarla tanımlanabilir, tarif edilebilir, anlamlandırılabilir. M. Bilgin Saydam, metafor olgusundan söz ederken psikoterapiste şöyle seslenir: “Maddeyle aslında hiç karşılaşmayız. Karşılaştığımız, mecazlardır. Kültür, mecazı gerçek sanmaktır. Mecazı ‘blöfü’ gör.” Homo-narans olduğumuzu düşününce Saydam’a hak vermemek elde değil. Biyolojik tanımı ‘homo-sapiens’ olan canlının, toplumsal tanımı ‘homo-narans’ yani ‘hikaye anlatan’. Bizler; kendini hikayelerle şekillendiren, ötekini hikayesiyle tanıyan, hikayeleriyle hayat bulan varlıklarız. Hikayeler üzerinden ilişki kuruyoruz. Hikayelerimizin geçişliliğini sağlayan taşıyıcılar ise nesnelere, olgulara, olaylara, kişilere yüklediğimiz öznel anlamlar; başka bir deyişle metaforlardır. Bu bağlamda psikoterapi de hayatın kendisi gibi, hikayelerin karşılaşması ve metaforların paylaşılması esasına dayalı bir ilişki kurma şeklidir. Psikoterapinin anlamı, danışanın ve psikoterapistin içsel kaynakları olan öznel anlamlarıyla belirlenir. Danışanın kaynaklarını kullanmayan bir psikoterapi düşünülemeyeceği gibi, terapistin kaynaklarını kullanıma ve değişime sunmadığı bir psikoterapi, eksik ve yarım kalır. Danışanlar psikoterapiye sorunlarının çözümleri için başvurur. Çözüm; olgulara farklı pencerelerden bakabilmekle, farklı 58
| Therapia Sayı 3
anlamlar yükleyebilmekle yani metaforları çeşitlendirmekle ilgilidir. İnsan ruhu da tıpkı bir bitki gibi serpilip gelişmeye, büyümeye eğilimlidir. Metaforların çeşitlenmesi bir ağacın dallanıp budaklanmasına benzer. Ağacın dallanıp budaklanması, çözüm yollarının, çarelerin ve anlamın çoğalması demektir. Çözüm; mutlak zannedilen durumun mutlak olmadığının idrakı ile başlar. Ancak idrak yetmez. Danışan kendi alternatif anlamlarını üretebilir hale gelmelidir. Bunun için de danışanın kendi içindeki güç kaynağının yani yaratıcılığının açığa çıkarması gerekir. Terapist kendi yaratıcılığını, spontanlığını ve teknik birikimini kullanarak danışanını yaratıcılığa teşvik eder. Ancak burada denge çok hassastır. Çünkü yaratıcılık, bilinçdışında olanı kullanıma açma sürecidir. Bilinçdışı ise vahşi ve ürkektir. Açığa çıkmak için güvenlik ister. Bu yüzden, yaratıcılığın hayat bulabilmesi için etrafına bir çerçeve çizilmesi gerekir. Bu çerçeve psikoterapinin güvenlik hattıdır, yani psikoterapi etiği. Psikoterapi en temelde etiğiyle tanımlı bir disiplindir. Etik deyince, psikoterapistin kendini nasıl tanımladığına bakmak gerek. Bu konuda Murat Dokur, Irvin Yalom, Harry Guntrip, M. Bilgin Saydam, J. L. Moreno, Yavuz Erten gibi literatüre değerli katkılar sağlamış uzmanların görüşlerini kendime yakın buluyor ve paylaşıyorum. Benimsediğim psikoterapist etiğini yazıya dökmeye çalışacağım: Psikoterapist, bir diğerine kabuğunu değil boşluğunu dönebilen; boşluğunu güvenli ve terapötik bir hazne olarak sunabilendir. Bu sayede danışanın o haznede dinlenmesine, yenilenmesine, yeşerip büyümesine imkan sağlar. Psikoterapist; yüksüz, yansız ve yargısız ilişki kurabilendir. Çoğunluğun bir diğerine savunma ve saldırı yöntemleriyle, kültürel ve ahlaki kısıtlanmışlıkla, kalıplaşmış değer
yargılarıyla yaklaştığı (yaklaşamadığı) bir dünyada, yaraları iyileştirmek ancak böyle bir ortamda mümkündür. Psikoterapist; danışanın istemediği bir role sokulmadan, suçlanmadan, ayıplanmadan, etiketlenmeden, yargılanmadan kabul gördüğü bir ilişkiyi kurmakla yükümlüdür. Psikoterapist danışanını korur ve kollar. Kendini koruyup kollamak da ancak bir başkasını koruyup kollayabilmekle mümkündür. Psikoterapist, danışanı hakkındakileri bilen değil, onunla birlikte araştırandır. Danışanın zihnini okuyan değil, ona ilgi ve merak duyandır. Yorumlarıyla danışanını işgal eden değil; yorumu yapıcı bir teklif olarak sunandır. Dikte etmez, alternatif metaforlar sunar. Uzaktan izlemez, birlikte yolculuk eder. Normatif değildir, danışanın ihtiyacına göre şekillenir. Psikoterapistin kendini, hayatı ve ötekini öğrenme süreci bitmez, süreğendir. Danışanıyla birlikte değişime ve gelişime açıktır. Psikoterapist, ‘Ferhat dağları delemiyor’ hikayesini, ‘Ferhat dağları delebilir’ hikayesiyle karşılayandır. Ancak şunları araştırmayı da ihmal etmez: “Ferhat dağdan ne anlıyor, Ferhat dağları niçin delsin, Ferhat dağları delmeli mi, Şirin kim...” İşte bu ‘birlikte araştırma süreci’nde benim için, yazı ve sinema da büyük önem taşıyor. Çünkü bu iki mecra, ortaya koydukları hikayelerle; yeni karşılaşmalara, etkileşime, dolayısıyla dönüşüme imkan sağlıyor. Gelmiş geçmiş en özgün ve başarılı psikoterapistlerden biri olan Milton H. Erickson da temelde bir hikaye anlatıcısıydı.
Yazı ve psikoterapi benim için ayrıca anlam yüklenecek şeyler değil, anlamın ve kendi hikayemin üzerinde yapılandığı birer zemin. Aslında iç içe geçmiş tek bir zemin. Buradan düz bir okumayla ‘danışanlarımın hikayelerini yazıyorum’ sonucu çıkarılmasın (okurların sıkça sorduğu bir sorudur). Danışanlarımın hikayelerini yazmıyorum. Edebi metinlerimin farklı bakış açılarına ve sorgulamaya açık olmasına gayret ediyorum. Okurlara olgularla ilgili alternatif metaforlar sunmaya çalışıyorum. Bu konuda olumlu geribildirim almak beni sevindiriyor. Bunun yanında, metnin estetik değerini, akıcılığını ve mizah unsurunu çok önemsiyorum. Yazı, bazen kendimi onardığım bir atölye; bazen de bilinmeyeni, yeni ve farklı olanı deneme cesareti veren bir itki. Hayatı anlamlandırdığım, anlamlarımı çeşitlendirip birbirine bağladığım, bu sayede seçeneklerimi ve çarelerimi de çoğalttığım bir yaşam alanı. Bu bakımdan yazıyı (yazmaya istekli danışanlarla / katılımcılarla) psikoterapide ve atölyelerde mümkün olduğunca kullanıyorum. Film sahneleri, fotoğraflar, resimler, objeler ve eylem de gerektiği zaman psikoterapinin bir parçası oluyor. Sanatın olanaklarından yararlanmanın ve disiplinler arası çalışmanın psikoterapiyi geliştirip zenginleştirdiğine inanıyorum. Bugüne kadarki gözlem ve deneyimlerim de bu inancı destekliyor. Herkese anlamlı hikayeler ve karşılaşmalarla dolu, aydınlık günler dilerim.
Homo-narans izleği üzerinden gidersek, psikanalizi edebiyatın bir dalı sayanlara katılıyorum.
Therapia Sayı 3 | 59
Brian Mustanski, Ph.D. (The Sexual Continuum dergisi 26.04.2012’de yayımlanan makaleden çeviri)
Homofobik insanlar gerçekten de kendilerini kabullenememiş eşcinseller mi? Yakın zamanda yapılan bir araştırma homofobinin farkında olmadan aynı cinse çekim duymayla ilişkili olduğunu gösteriyor çeviri: ceylan özge kunduz
Prestijli akademik dergi Journal of Personality and Social Psychology’de yakın zamanda yayımlanmış bir dizi çalışma farkında olmadan aynı cinse karşı çekim duyan kişilerin, özellikle de aynı şekilde homofobik tutumlara sahip otoriter ebeveynlerle büyüdükleri takdirde, ileri düzeyde homofobi gösterdiklerini ortaya koydu.
Araştırma ekibine göre bu, hem ebeveynlik biçiminin hem de cinsel yönelimin, özbildirim yoluyla bildirilen homofobik tutumlar, ayrımcı önyargı, eşcinsellere karşı örtük düşmanlık ve eşcinsellik karşıtı politikaların benimsenmesi de dahil olmak üzere eşcinsellik karşıtı tutumların oluşumunda oynadığı rolü belgelendiren ilk çalışma.
Üniversite baskısında, çalışmanın başyazarı Netta Weinstein, “kendilerini heteroseksüel olarak tanımlayan ancak psikolojik testlerde aynı cinse kuvvetli bir çekim duyduğunu gösteren bireyler kendilerini kadın ve erkek eşcinsellerin tehdidi altında hissedebilir çünkü eşcinseller onlara kendi içlerindeki benzer eğilimleri hatırlatır.” diyor.
Bundan önce yapılan bir çalışmada cinsel çekimin jenital ölçüleri kullanıldı ve homofobik erkeklerin ereksiyonlarında, erkek eşcinsellere yönelik erotik materyaller karşısında bir artış görüldüğü ortaya çıktı.
Aynı baskıda, çalışmanın ortak yazarlarından Richard Ryan şunu ekliyor: “Bunlar kendileriyle savaş içinde olan insanlar ve bir şekilde bu içsel çatışmayı dışarı yöneltiyorlar.” Kadın ve erkek eşcinsellere karşı tutum, aynı cins evliliğin yasallaştırılması ve işte ayrımcılık yapılmaması gibi güncel siyasi meselelerin de önemli bir parçası. Ne var ki bu tip eşcinsel karşıtı tutumları neyin ateşlediği konusunda çok az bilimsel araştırma yapılmış durumda.
Bu dergide yayımlanan makalelerdeki tipik özellik bu makalede de mevcut: Bu araştırma da birbirinden ayrı, çoklu deneyler içeriyor. Deneyler Amerika Birleşik Devletleri ve Almanya’da gerçekleştirildi. Her bir çalışma ortalama 160 üniversite öğrencisiyle gerçekleştirildi. Çalışma, katılımcıların açık ve örtük cinsel çekimlerini ölçmeye odaklanıyordu.
60
| Therapia Sayı 3
Araştırmanın tasarımı nasıldı?
Deneyler Amerika Birleşik Devletleri ve Almanya’da gerçekleştirildi. Her bir çalışma ortalama 160 üniversite öğrencisiyle gerçekleştirildi. Çalışma, katılımcıların açık ve örtük cinsel çekimlerini ölçmeye odaklanıyordu
Açık çekimler bilinçli olarak farkında olduklarımız ve bir ankette bahsedip bildirebildiklerimizdir. Gizli çekimler ise daha bilinçdışı olanlardır ve bir anketle tespit edilemezler. Bunun yerine psikolojik görevler kullanılarak ölçülürler. Araştırmacılar katılımcıların açık ve örtük cinsel çekimlerini incelemek için, onların cinsel yönelimleri konusunda ne söyledikleriyle zamanlı görevler sırasında nasıl tepki verdikleri arasındaki farkı ölçtüler. Öğrencilere bir bilgisayar ekranında sözcükler ve resimler gösterildi ve onlardan bunları “homoseksüel” ya da “heteroseksüel” kategorilerine koymaları istendi. Her bir 50 deneme öncesinde katılımcılar eşikaltı algılamaya uygun bir şekilde “ben” ya da “başkaları” sözcükleriyle önceden hazırlandılar (priming). Bu sözcükler ekranda 35 milisaniye kadar yanıp söndü. Bu, katılımcıların bilinçli şekilde algılayamayacağı kadar hızlı bir şekilde gerçekleşti. Ardından “eşcinsel”, “düz” (straight), “homoseksüel” ve “heteroseksüel” sözcüklerinin yanı sıra heteroseksüel ve eşcinsel çiftlerin resimleri gösterildi ve bilgisayar, katılımcıların yanıt zamanlarını tam tamına takip etti. “Ben” sözcüğünün “eşcinsel” sözcüğüyle daha kısa sürede ve “ben” sözcüğünün “heteroseksüel” sözcüğüyle daha uzun sürede bağdaştırılması örtük bir eşcinsel yönelime işaret ettiği şeklinde yorumlandı. Araştırmacılar son olarak, katılımcıların homofobi seviyelerini – hem toplumsal politikalar ve inançlar üzerine yapılan anketlerde ifade edildiği gibi açık, hem de sözcük tamamlama görevlerinde ortaya çıktığı gibi örtük şekilde– ölçtü. Örtük ölçü için öğrenciler verilen bir sözcük tamamlama görevinde –örneğin “k i _ _” gibi bir boşluk tamamlamada– akıllarına gelen ilk üç sözcüğü yazdılar. Çalışmada, katılımcılara 35 milisaniye boyunca” eşcinsel” sözcüğünün gösterilmesinden sonra yazdıkları saldırgan nitelikli sözcüklerdeki artışı takip etti.
Bu deneylerde kendilerini tepki zamanlı görevlerde gösterdikleri performanstan daha heteroseksüel olarak bildiren katılımcılar eşcinsel kişilere karşı daha fazla düşmanca tepki gösterdiler. Diğer bir deyişle bir katılımcı kendisini heteroseksüel olarak tanımladıysa ancak eşcinsellikle uyumlu bir tepki örüntüsü gösterdiyse homofobik tutum göstermesi daha muhtemel oluyordu. Örtük ve açık cinsel yönelim ölçüleri arasındaki bu uyumsuzluk çeşitli homofobik davranışları öngörüyordu. Bunlar arasında özbildirim yoluyla iletilen eşcinsellik karşıtı tutumlar, eşcinsellere karşı örtük düşmanlık, eşcinsellik karşıtı politikaların benimsenmesi ve eşcinsellere daha ağır cezaların verilmesi gibi ayrımcı taraflı yargılar da bulunuyor. Her çalışmada olduğu gibi bu çalışmada da birtakım sınırlılıklar söz konusu idi. Yazarların da belirttiği gibi tüm katılımcılar üniversite öğrencisiydi. Yani ileride yapılacak araştırmalarda bu etkileri daha genç, halen aileleriyle birlikte yaşayan ergenlerin yanı sıra ebeveynlerinden bağımsız bir hayat kurmuş olan yetişkinler üzerinde test etmek ve tutumlara zaman içinde değişirken bakmak faydalı olabilir. Buna ek olarak buradaki bulguların korelasyonel yapısı göz önüne alındığında nedensel ve gelişimsel çıkarımlar güvenilir şekilde yapılamaz. Son olarak, örtük ölçülerin bireyin ruh durumuna (psyche) ya da “gerçek” cinsel yönelimine açılan mükemmel bir pencere olmadıklarını da belirtmek önemlidir. Bu sınırlılıklarına rağmen bu çalışma dizisi bize homofobinin köklerini anlamada yardımcı oluyor. Özellikle de aynı cinse karşı duyulan bastırılmış cinsel çekim durumlarında... Dr. Mustanski IMPACT LGBT Sağlık ve Gelişim Programı’nın direktörü olarak görev yapıyor.
Therapia Sayı 3 | 61
62
| Therapia Say覺 3
Taşrada psikiyatr olmak Mecburi hizmet sebebiyle gidilen uzak bir kasaba… Şehir hayatının tüm konforunun bittiği yerde uzatılan bir yardım elinin değiştirdiği hayatlar… Bir şeyleri değiştirip iyileştirirken edindiği tecrübelerle ruhunu zenginleştiren bir hekimin anıları… imbat taşkın
Therapia Sayı 3 | 63
Devlet hizmet yükümlülüğü ya da diğer adıyla mecburi hizmetle tayin olduğum ilçeye doğru yol alırken, dört şeyin birlikte bulunmasını bu kadar özleyeceğim hiç aklıma gelmemişti… Bu vazgeçilmez dörtlü; elektrik, su, çalışan kalorifer ve kesilmeyen televizyon yayınıydı. Siyah, beyaz, kahverengi ve griden oluşan dört temel rengin hakim olduğu 30.000 nüfuslu bir orta Anadolu ilçesine tayin olmuştum. Tüm hayat iki sokağın etrafında dönüyordu. Çalışacağım hastane, eczaneler ve bakkal benzeri bir iki market ise sosyal aktivitelerin yegane merkeziydi! Ocak ayında işbaşı yapmak, aslında çok da talihli olmayacak bir başlangıçtı. Lapa lapa yağan kar hemen tutuyor, kolay kolay da kalkmıyordu. Yerlisi memnundu bu durumdan… Genelde geçimlerini tarım ve hayvancılıkla sağladıklarından; ekinlerin verimli olması için bu iklimin ne kadar önemli ve gerekli olduğunu anlatıp duruyorlardı. Bende ise, yüz kilometre uzaktaki şehir merkezine hava şartları nedeniyle ulaşamamak; belli günlerde bu nedenle gazete, meyve, sebze gibi ürünlerin ilçeye ulaştırılamaması, hemen bir kısıtlanmışlık duygusu uyandırıvermişti… Ahaliyi de oldukça rahat ve gevşek bulmuştum. ‘Oldu hocam’, ‘yaparız hocam’, ‘hallederiz hocam sıkıntı yok’ en sık duyduğum söylemleri olmasına karşın, en basit işler öyle zor yapılıyor, o kadar çok zaman alıyordu ki! Örneğin alışveriş yapmak, asansörü/musluğu tamir ettirmek, tren bileti satın almak, kargo göndermek… Ya sık sık sistem çöküyordu, ya görevli yerinde bulunmuyordu, ya pos makinası arızalıydı ya da bin bir farklı sebeple işler sürekli aksıyordu bu diyarda. Psikiyatriye ayrılan, hastanenin en ücra köşesindeki kuş uçmaz kervan geçmez polikliniğimde görevime başladıktan sonra, bölge halkını ve kültürünü daha yakından tanıma fırsatım oldu. Kullandıkları farklı kelimeleri ilk günlerimde not bile alıyordum. Örneğin ‘gidişmek’, kaşınmak demekti. Pek çoğu ilaçlarını yanlış dozda ve çoğunlukla gereğinden uzun süre kullandıklarından, bu kelimeyi sık duyuyordum. Birisinin ‘lokumunu yemek’ ise onların kızını istemek anlamına geliyordu. On sekiz, yirmi yaşlarında hemen tüm genç kızlara bol bol görücü geldiğinden, bu cümleyi de sık duymaya başlamıştım. İlçeye tayin olan ilk psikiyatri uzmanı bendim.’ Acaba burada biz hangi hastalıkları tedavi ediyoruz biliyorlar mıdır?’, ‘Bana doğru zamanda başvurabilirler mi?’ ‘Değişik vakalar gelir mi,
64
| Therapia Sayı 3
yoksa tekdüze hastalar mı göreceğim?’ diye kendi kendime endişelenirken, ilginç yaşam öyküleri de polikliniğime konuk olmaya başlamıştı bile… Evet, oldukça muhafazakar bir Anadolu kırsalıydı tayin olduğum yer; ancak bir de madalyonun öbür yüzü vardı. İlçenin biraz dışında yer alan birkaç gazino, bölgenin havasını epeyce etkiliyordu. Genelde buranın kadınları akşam ezanından sonra zorunlu olmadıkça dışarı çıkmıyordu, ancak erkekleri işlerini bitirdikten sonra arkadaşlarıyla buluşup gazinolara eğlenmeye gidiyorlardı. Eşlerinin gazino hayatından zevk almasından endişe duyan ev hanımları, bu gazinoların müzisyenleri, ses ve oryantal sanatçıları, koruma görevlileri yavaş yavaş psikiyatriye başvurmaya başlamıştı. Birbirinden alabildiğine farklı yaşamlar süren, ancak aynı doktorun kapısının önünde bekleyen hastalarım, polikliniğimin önünde oldukça ilginç manzaralar oluşturuyordu. Aile (çift) sorunlarıyla sık karşılaşır olmuştum. Anksiyete bozuklukları, depresyon, alkol ve madde bağımlılığı, II. eksenler de cabası… Yeşilekin köyü sakinleri ise ayrı bir renkti benim için. Ben hariç kimse ‘Yeşilekin’ adını bile kullanmıyor, kendileri de ‘nerede yaşıyorsunuz?’ sorusuna, diğerleri gibi ‘Deliköy’ yanıtını veriyordu. Sanırım, bunun sebebi özellikle akraba evlilikleri sonucu, bu köyde pek çok psikiyatrik bozukluğun görülebilmesiydi. Zaten takma adı ve anlamı yüzünden kimse Yeşilekin’den kız alıp vermiyordu. Ben polikliniğimde Yeşilekin’den en çok bipolar bozukluk hastasıyla karşılaştım. Taşrada psikiyatr olmak, klasik antipsikotikleri yazma yetkisine sahip psikiyatri dışı tıp doktorlarının geliştirdiği iatrojenik ekstrapiramidal sistem bozukluklarıyla, en son kimin, ne zaman, ne için yazdığı sorulmadan yinelenen benzodiazepin, vitamin ve analjezik reçeteleriyle ve bunların komplikasyonlarıyla, sık sık uğraşmak demekti. Eczanelerle iletişimde ise çok dikkatli olmak gerekiyordu, çünkü onların tek hedefi size mümkün olan en uzun süreli ilaç raporlarını çıkarttırmak ve ellerindeki stokları eritecek reçeteleri yazdırmaktı. Aksi halde bölgenin halkına ve kültürüne sizden daha fazla hakim olduklarından, performans sisteminde size el birliğiyle zarar verebilirlerdi. İlçenin en nüfuzlu eczacı kalfalarının ailelerinde psikiyatri hastası olduğundan şanslıydım. Bu sayede, ilişkilerimi optimum düzeyde tutabiliyordum. Göreve başladığım ilk günlerde, bölgenin kültürüne göre büyü yapıldığı iddia edilen pek çok hasta, hastaneye başvuruyor ve acil doktorları tarafından bana yönlendiriliyordu. Konversiyon bozukluğu, bipolar bozukluğun manik/depresif atakları veya
psikotik atak ile başvuran hastalar ve yakınları kendilerine hangi yöntemlerle nasıl büyü yapıldığını anlatıyorlardı. Ekmek içine yerleştirilip de hastaya yedirilenler, sicime üflenip sonra yere konup hasta yürürken üzerinden atlaması sağlananlar, mezarlıkta domuz kılından yapılıp evlerin içine gizlice yerleştirilenler… Zamanla, uygun tedavi sonrası iyileşenleri görenler, diğer büyülenme vakalarını da doğrudan bana yönlendirmeye başladılar. Bu arada bölgenin sayılan cami hocaları, hasta ve yakınlarına yaptığım açıklamalardan nasibini almıştı. ‘Bu büyü değil, hastalık, bunun doktoru hastanemize gelmiş artık, alın ona götürün’ diyorlardı.
güzel bir duygu. Benim ilçemdekiler daha önce hiç psikiyatri uzmanıyla karşılaşmadığından, kafalarındaki ürkütücü ‘deli doktoru’, ‘tımarhanede çalışır bunlar’ imajını, ‘ailemizin doktoru, biz bütün aile ona gidiyoruz’ ile değiştirebilmek bana mutluluk vermişti. Memleketime kesin döneceğimi öğrendiklerinde, birçoğu gözyaşlarıyla vefa ziyaretlerini yaptılar. Gladyatör filminde başroldeki Russel Crowe’un ‘yaptığımız her şey sonsuzlukta yankılanır’ dediğini hatırladım o zaman. Sanki benim de hastalarımla paylaştıklarım, benim ve onların hayatında daha uzun bir süre yankılanacaktı… Darısı benden sonraki mecburi hizmetçinin başına!
Bir gün 20 yaşlarında bir erkek hastayı büyülendi diyerek polikliniğime getirmişlerdi. Sık sık alıp başını gidiyor, üzüntülü ve sıkıntılı duruyor, ailesi ile pek konuşmuyor, kendi kendine yanında biri varmış gibi konuşuyormuş. Son zamanlarda işe güce de bakamaz oluşu, bardağı taşıran son damla olmuş. Ailesi ve kendisiyle görüşme yapınca ilk psikotik atağını geçirmekte olduğunu düşündüm. Meğer, askere gitmeden önce Zülfiye diye bir kızı sevmiş, ama kızı kısa bir süre sonra bir başkası ile evlendirmişler. İşte ara ara ona görünüp de değişik yerlere götüren de bu Zülfiye’ymiş. Ailesi bana getirmeden önceki gün ise Zülfiye onu çağırmış ve adaşı olan bir kedinin düğününe götürmüş. Kedi padişahıyla evlenen kedi Zülfiye için 40 gün 40 gece düğün yapılmış. Gelinlik de giymiş kedi Zülfiye, davul zurnayla bol bol oynamış da… Tedavisine hemen yanıt vermişti hastam, yemek yemeye, konuşmaya, gülümsemeye, göz kontağı kurmaya başlamıştı. Sonrasında kontrollere gelirken işlevselliği düzelmişti, “hocam biz babamla pancara gideceğiz buradan, fazla sıra bekletme bana” diyerek önceden pazarlığını da yapıyordu. O sağlığına kavuşup unutsa da, ben onun ilginç halüsinasyonlarını unutamayacaktım. Mecburi hizmet, gidip de bu deneyimi yaşayanlar için memleket hasretiyle geçen bir süre, bir külfet, hayatlardan çalınan önemli bir zaman dilimi… Ama her türlü eziyetine karşın oradaki yaşamlara bir süre için bile olsa dokunabilmek
İmbat TAŞKIN 01.10.1973' de İstanbul'da doğdum. 1995' de Marmara Üniversitesi İngilizce Biyoloji bölümünde lisans eğitimimi tamamladım.1996-2002 yıllarında Yeditepe Üniversitesi İngilizce Tıp Fakültesi'nde okudum. 2002-2005 yılları arasında pratisyen hekim olarak çalıştım. 2005-2010 yılları arasında Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Tıp Fakültesi hastanesinde Psikiyatri ihtisası yaptım. Mecburi hizmetimi Konya'nın Ilgın ilçesinde tamamladım, sonrasında devlet memuriyetinden istifa ettim. Therapia Sayı 3 | 65
66
| Therapia Say覺 3
Hakiki bir sanal aşk hikayesi... Sanal aşk aldatma sayılır mı? İnsan hiç görmediği birini kendi yarattığı sanal bir kişilikten kıskanabilir mi? Dr. Alper Hasanoğlu, sanal ihanetin gerçek ihanetten daha az acıtıcı olmadığı bir vakayı aktarıyor. alper hasanoğlu
Therapia Sayı 3 | 67
Sabah saat 07.30’da ‘Bir Terapistin Arka Bahçesi’ adlı kitabımın adına ilham veren muayenehanemin, gıcırdayarak açılan ağır ahşap kapısını itip 500 küsur yılın kokusunun sindiği girişin yine gıcırdayan tahtalarına dikkatle basarak, bekleme odasının önünden geçip çalışma odama girdim. Her iki yanındaki ıhlamur ağaçlarıyla sessiz ve sakin bir Basel sokağındaki bu yaşlı, iki katlı taş bina 3 İsviçreli psikiyatr meslektaşımla paylaştığım muayenehanem. Burası, odamın penceresinden görünen yaşlı çınar ağaçlarının ve kırmızı balıklı bir havuzun olduğu arka avlusuyla her baktığımda içimi huzurla dolduran bir yer olarak kalacak hatıralarımda. Zira artık yalnızca İstanbul’dayım ve o huzur dolu muayenehanemi özlediğimi hissediyorum sık sık. Ha bir de çatı katındaki tek odada yaşayan ev sahibimizin tam da benim çalışma odamın penceresinin önüne dizdiği 14 saksı marihuana bitkisi... Evde kendiniz için ekmeniz yasak değildir zira. Ama bir psikiyatri muayenehanesine de özel bir ironi katmıyor da değil bu ‘zararsız’ bitkiler. Önce bekleme odasının penceresini açtım havalandırmak için, banyoda tuvalet kağıdı olup olmadığını kontrol ettim, sonra dönerek yukarı kata varan dar merdivenlerden mutfağın ve iki meslektaşımın odasının olduğu kata çıkıp kahve makinesini açtım. Gelen postaları kontrol ettim ve kahvemi doldurup çalışma odama indim. Giocometti koltuğuma oturup telesekreteri açtım. Orta yaşlı, yorgun bir kadın sesi doğu Anadolu aksanıyla çok acil olarak kocasıyla ilgili sorunları nedeniyle benimle konuşmak istediğini söyledi. Kocasının genç bir kadınla ilişkisi olduğunu ama aslında ilişkisi olup olmadığından da emin olmadığını, çünkü kadının Türkiye’de yaşadığını, eşinin ise bir siyasi mülteci olarak 10 yıldır Türkiye’ye hiç gitmedigini söylüyordu. Ajandam çok dolu olmasına rağmen, bu sanal ilişki ilgimi çektiğinden bir 68
| Therapia Sayı 3
istisna yaptım ve biraz daha fazla çalışmayı göze alıp kadına randevu verdim. Bir hafta kadar sonra karşımda 40’lı yaşların başında 10 senedir İsviçre’de yaşayan, yasadışı sol bir örgüte üyelikten yıllarca hapis yattıktan sonra İsviçre’ye sığınan kocasının peşinden dilini hiç bilmediği bir ülkede ömrünün geri kalan kısmını geçirmeye mahkum olup aslında siyasetle hiç de ilgili olmayan kadınlardan biri oturuyordu. Hikayesini onun ağzından dinleyelim: “Ben kocam için hayatımı feda ettim. O 9 yıl cezaevindeyken ben İstanbul’da her görüş günü onu görmeye koştum. Kendini yalnız hissetmesin diye. Onu bekledim. İki çocuğuma baktım, parasız kaldım ama kocamla hep gurur duydum. Onun yaptıklarına inandım, yurtsever olduğunu biliyordum çünkü. O da dimdik durdu içeride. Direndi, direnişi diğer devrimcilere örnek oldu. Herkes çok saygı duyar kocama. Kocamın adı Mehmet. Buraya geldikten sonra da örgüt içinde ona olan saygı devam etti. Herkes kişisel ya da ailevi bütün sorunlarında ona gelip danışırlardı, o ne derse ona göre hareket ederlerdi. Ben şimdi onun nasıl bu hale düştüğünü anlayamıyorum. Artık onu tanımıyorum. Her gün içki içiyor, esrar kullanıyor ama örgütten kimse bilmiyor esrar kullandığını. Akşam üzeri oturuyor laptop’un başına, bir yandan okey oynuyor, diğer yandan sonradan genç bir kız olduğunu tespit ettiğim bir kadınla gece geç saatlere kadar sohbet ediyor. Kimi zaman kahkaha atıyor, kimi zaman kızıp kendi kendine söyleniyor. Ama benimle, çocuklarıyla bütün ilişkisini kesti. Sabaha karşı sarhoş yatağa geliyor, bazen zorla ilişkiye giriyor
İlk başta çok sorun etmedim, sonra bir gece kapatmayı unutmuştu sayfayı, ben de ne konuştuklarına baktım, dehşete düştüm.
benimle, sonra da sızıyor. Öğlene doğru uyanıyor, uyandıktan sonra ilk işi maillerini kontrol etmek, kızın online olup olmadığı kontrol etmek. Aylardır işsiz olduğu için öğleden sonrasını dernekte geçiriyor, akşama doğru elinde bira poşeti eve gelip laptop’una koşuyor. İlk başta çok sorun etmedim, sonra bir gece kapatmayı unutmuştu sayfayı, ben de ne konuştuklarına baktım, dehşete düştüm. Kendisini 21 yaşında sünni bir ailenin çocuğu olarak tanıtmış. Anne babasıyla yaşadığını, üniversitede hukuk okuduğunu yazmış. Oysa 47 yaşında ve Alevi, biliyorsunuz biz Dersim’liyiz. Karşıdaki kız Samsun’lu, 20 yaşında, başı kapalı. Anlamam mümkün değil. Bunu sorunca Mehmet’e, “Bırak, biraz eğleniyorum, ne var?“ diyor. Halbuki ben birbirlerine yazdıkları aşk ve sevgi dolu sözleri okudum. Üzüntüden kahroldum. Ne yapacağımı bilemedim. Her şeyi okuduğumu da belli edemedim Mehmet’e. Çok sinirlenmesinden, şiddet uygulamasından korktum açıkçası. Mehmet birkaç ay içinde o kadar kaptırdı ki kendini bu kıza, eğer kız akşamları online değilse çok sinirli oluyor, bana bağırıp çağırıyor, çocuklarını azarlıyor. Evin içinde dolanıp duruyor huzursuz bir şekilde, sonra da bir şey söylemeden çıkıp gidiyor. Gecenin bir vaktinde kör kütük sarhoş geri dönüyor ve gene laptop’un başına oturuyor. Geçenlerde kilerde bir şey ararken bir torba gördüm, üzerinde Türkçe yazılar olduğu için merak edip baktım. İçinden bir kadın kazağı çıktı. Anladığım kadarıyla kadına ait olan bir parfüm sıkılıydı üzerine. Kahroldum, ne yapacağımı bilemedim. Kimseyle de konuşamıyordum bu durumu, çünkü bu Mehmet’in dernekteki konumuna zarar verir. Bu
da sorunlarımızı daha da arttırır. Sonuçta biz daha çok sıkıntı çekeriz. Sesimi çıkarmamayı tercih ettim. Ama Mehmet zamanla o kadar fütursuz olmaya başladı ki bizim yanımızdan kızla telefon görüşmeleri yapmaya başladı. Çantasında kadının gönderdiği renkli kağıtlar, basit bir el yazısıyla yazılmış aşk mektupları buldum. Bunları saklama gereği bile duymuyordu artık. Hatta bir keresinde beni çok korkutan ve utandıran bir şey oldu. Bir akşam Ren kıyısında yürüyorduk. Bilirsiniz ilkbaharda ıhlamurlar açtığında çok güzel kokar Ren kıyısı. Birlikte pek bir şey konuşmadan dolaşıyorduk Mehmet’le. Telefonu çaldı, kız arıyordu. Mehmet hızlandı, sinirli sinirli biraz da sesini yükselterek konuşmaya başladı kızla. Sonr aniden telefonu kapattı, telaşla bana doğru geldi ve onunla konuşmak zorunda olduğumu, ona annesi olduğumu, onu çok sevdiğimi ve kısa bir süre sonra Türkiye’ye onu görmeye gideceğini, onu tanımak için sabırsızlandığımızı söylememi istedi. Yüzünü öyle korkunç bir ifade kaplamıştı ki, karşı çıkarsam çok kötü şeyler olacağından korktum ve dediğini yaptım. Neler hissettiğimi tahmin edemezsiniz. Sonrasında hiçbir açıklama zahmetine girmedi Mehmet. Ama o konuşmadan sonra daha da sinirli oldu. Ben yine kimseyle konuşmadım ama kendimi o kadar kötü hissediyordum ki geceleri uyuyamamaya başladım. Bütün gece kimi zaman sinirli, kimi zaman mutluluktan uçarak laptop'un önünde, bira ve joint eşliğinde kendi kendine, yani kızla aslında konuşup duruyor. Bizimle iletişimi sıfıra indi neredeyse. Size yine de gelmezdim geçen hafta sonundaki olay olmasaydı. Daha doğrusu ben o yazışmaları okumamış olsaydım... Mehmet bir haftadır aşırı sinirliydi. Bana iki kez tokat attı Therapia Sayı 3 | 69
hatta yemek yüzünden. Yatağa dönüp sızdığı gecelerden birinde yataktan kalkıp artık kapatma zahmetine girmediği laptop’unda gerçek ismiyle bir hesap daha açtığını gördüm. Sahte kimliğiyle yaptığı yazışmaları okuduğumda, son zamanlarda kızdan kuşkulanmaya başladığını, kendinden başkalarıyla da ilişkisi olduğunun düşünmeye başladığını anladım. Kız kesinlikle böyle bir şeyi reddediyordu. Mehmet tek aşkıydı, onu çok seviyordu, ona kavuşabilmek için hasretle gelecek yazı beklediğini yazıyordu. Mehmet’se ona inanmadığını, kendisini aldattığını kanıtlayacağını yazıyordu ona. Anladığım kadarıyla kendi gerçek ismiyle bir hesap daha açıp kızla iletişime geçmiş. Kısa bir süre içinde kızla flört etmeye başlamış ve kızın kendisine aşk sözleri yazmaya başlaması üzerine çıldırmış. Daha sonra sahte kimliğiyle tekrar kızla bağlantı kurup 70
| Therapia Sayı 3
ona ağzına geleni yazmış, söylemiş. Kendisini aldattığını, bunu ondan hiç beklemediğini filan… Ben de biraz üzerine gidince büyük bir kıskançlık hissettiğini, kendini kendinden kıskandığını gördüm. “Bana bunu nasıl yapar?“ diyordu. Onu ikna etmeye çalıştım. İkisi de sensin dedim, sakinleşmesini istiyordum, kendine bir şey yapacak diye çok korktum. Evde eline geçen her şeyi sağa sola fırlatmaya başlattı. Laptop’u balkondan atmasına zor engel oldum. Durmadan “bana bunu nasıl yapar?” diye bağırıyordu. İki joint ve dört bira sonra sakinleşti ve sızdı. Yardım almaya bu olay üzerine karar verdim. Bir arkadaşım size geliyordu, telefonunuzu ondan aldım. Hemen randevu verdiğiniz için çok teşekkür ederim. Sizden randevu almanın çok zor olduğunu biliyorum zira. Lütfen şimdi söyleyin bana doktor bey. Kocam beni aldatıyor mu?”
Sahte kimliğiyle yaptığı yazışmaları okuduğumda, son zamanlarda kızdan kuşkulanmaya başladığını, kendinden başkalarıyla da ilişkisi olduğunun düşünmeye başladığını anladım. Kız kesinlikle böyle bir şeyi reddediyordu. Therapia Sayı 3 | 71
72
| Therapia Say覺 3