theVO.D No:O4 MART
ŞU
the Void, No:04, Mart 2017 Yayın Yönetmeni: İrem Baz & Melis Acar İmaj Yönetmeni: Çağrım Koçer & Didem Zeynep Ödemiş Tasarım ve Uygulama: Elif Görkem Köse Düzelti: Atacan Okumuş Yayın Türü: Yerel, Süreli Yayın Aylık, Mimarlık ve Tasarım Dergisi Kapak Fotoğrafı: Beyza Şener İmaj : Beyza Şener #monochromeProject: Kübra Sönmez, İpek Karaoğlu Köksalan, Beyza Şener, İrem Sümer, Motto Architecture İçerik Fotoğraf: Beyza Şener Basım Yeri:Reklam Vermek İçin: İletişim: thevoid.archmag@gmail.com İnstagram: thevoid.mag
UBAT
#monochromeProject
#upordownProject
İÇERİK 68 9 10 1214 ADA
Mimarlığın Edebiyata İzdüşümü
Melis Acar
Aysu Gürman
Mimarlığın Kitabı Olur Mu? Ufuk Uğurlar
Kunduradan Dizi Setine Elif Ezel Özenir
1617
Kentleşmek ya da Kentleşmemek / Kentleşmek. Ama Ne Uğruna? İlayda Genç
BEYAZ BODRUM’ UN HALK MİMARİSİ
1820 22 24 26
Mimaride Estetik İrem Sümer
Defne Işıklı
19
ULAŞIM MEKÂNLARI Esenboğa Havalimanına Bakış Özgü Özcan
Yorum Farkı: Kamusal Sanat Eserleri
İpek Deniz Alpdoğan
Kentsel Bellek: AMSTERDAM Melis Küçüktunç
Dosya.04: Bir Beyaz Şehir Kars İrem Baz
28
K
32 34
Lost On You Oğuzhan Zeytinoğlu
Kariyer Planlaması: Çizim Programları İpek Akın
36 8 3 40 42 44 46
Mimarlar Neden Siyah GİyerMelis Bolat
Tasarım Konusu Gıda Merve Işık
Reichtag Kubbesi Damla Sert
Dünyada Neler Oluyor?
Merve Şanlı
Kentte Neler Oluyor? Melis Bolat
Geometri Kübra Sönmez
YAZI Melis Acar melis.acar@tedu.edu.tr KOLAJ Didem Zeynep Ödemiş dzeynep.odemis@tedu.edu.tr
Ada: dört tarafı denizle kaplı bir toprak parçası. Toprak parçası: yüzyıllardır insanoğlunun yarattığı bir kavga. Kavga: fikir özgürlüğüne karşı yürütülen bir cahillik. Cahillik: kendi geçmişini bilmeyen bir kadının göz koyduğu bir ada. Ada: ... Belki de tarih gerçekten tekerrürden ibarettir.
VI
Öteki Osmanlı Tarihin toplumsal bellekteki en büyük klişelerinden biri başarısızlıkları yok saymaktır. Cumhuriyet tarihinin getirdiği ‘ötekileştirme’ hastalığı en çok Osmanlı dönemini vurmuştur. Yıkılmaya yüz tutan bir Osmanlı Devleti bellekte her zaman kötülenmeye mahkûm edilmiştir. Devletin son padişahları da bu durumdan nasiplerini almışlardır. Abdülaziz ve II. Abdülhamit de bu padişahlardan ikisidir. III. Napolyon Osmanlı, tarihinin en geniş topraklarına sahip bir imparatorluk olduğunda bile oldukça kendi içine kapanıktı. Fetih sebebi dışında başka bir ülkeye kültürel bir gezi niyetiyle giden ilk padişah Sultan Abdülaziz olmuştur. III. Napolyon’un özel davetlisi olarak Paris’te düzenlenen 1867 Universal Expo’ya katılan Abdülaziz, yabancılar arasında büyük ilgi uyandırmıştır. Cahil, aşırı dindar ve gösteriş budalası olarak bilinen Osmanlı imajı (oryantalizmden kısa bir seçki) Abdülaziz’le kırılmıştır. Oldukça kültürlü, sade giyinimli, hoş sohbet sultan Expodaki binbir farklı kültürel aktiviteye katılmıştır. Avrupa’nın “hasta adamının” düşünülenin aksine hala ayakta olduğunun kanıtı Abdülaziz olmuştur. Sherlock Holmes II. Abdülhamid, amcasından biraz daha farklıdır. Dindarlığıyla ve monarşi tutkusuyla bilinen Abdülhamid’in göz ardı edilen karakterinin arkasında bir kitap tutkunu yatmaktadır. Dedektif romanlarına hayranlığı sebebiyle
Sherlock Holmes serisini Osmanlıca çevirttiren padişahın, zengin bir kütüphanesi olduğu söylenmektedir. Modern matbaaları Osmanlı’ya getiren ve birçok önemli eserin basılmasına öncü olan da Abdülhamid’den başkası değildir. Muntazam çalışma disiplininin yanı sıra marangozluk hobisiyle de bilinmektedir. Ayrıca, tiyatro ve operaya da özel bir ilgi duymaktadır. Zamanında yapılan sayısız yol, çeşme, park ve binalar incelendiğinden görülen şudur ki Abdülhamid hep gelişim odaklı bir padişah olmuştur. Sadece İstanbul’da 200 tane olan modern ilkokulların sayısını 9bine çıkartmıştır. Halen hizmet veren Şişli Etfal Hastanesi’ni kurmuştur; Sirkeci ve Haydarpaşa garını yaptırtmıştır. İlk rakı ve bira fabrikasını açan kişi de bahsettiğimiz Sultan Abdülhamit’tir. Hamidiye suyunun isminin de Abdülhamit’ten geldiği de oldukça bilinen bir gerçektir. Borç Sarkis Balyan Sultan Abdülaziz döneminin en ünlü mimarlarından biridir; hatta Ser Mimar-ı Devlet (imparatorluk başmimarı) ünvanına layık görülmüştür. Yapılan onlarca saraydan sonra devlet resmi iflasını açıklamak zorunda kalmış, Abdülaziz ise tahttan indirilmiştir. V. Murad tahta geçse de akli dengesi yerinde olmadığı için kısa sürede yönetimden alınmıştır. Tahta geçen II. Abdülhamid, amcasından kalan tüm borçları ödeyeceğine söz vermiştir. Sarkis Balyan’a yaptırılan birçok sarayın borcu Kuruçeşme adası karşılığında kapatılmıştır.
Aşk Acısı Sarkis Balyan’ın adayla ilgili ilk düşüncesi buraya kendi inşaat şirketi için kullanılacak kömür ve taş depoları ve bir fabrika yapmak olmuştur. Ancak, denizi kirletmesi ihtimaliyle izin verilmeyen bu projeden kısa zamanda vazgeçmek zorunda kalmıştır. Çok sevdiği karısını erken yaşta kaybeden Sarkis Balyan gözden uzak bir yerde yalnız yaşama fikriyle kendine verilen adada en sonunda bir konak inşa etmeye karar vermiştir. Balyan konağı sayesinde Kuruçeşme adası sanatçıların, bilginlerin ve yazarların buluşma noktası haline gelmiştir. Sarkis Balyan’ın ölümünden sonra ada varisler tarafından kullanılmamıştır. Biriken vergi borçları yüzünden devlet tarafından el konulan ada bakımsızlıktan harabe haline gelmiştir. Cumhuriyet döneminde kömür deposu ve gemi yakıt deposu olarak kullanılmış, nihayetinde 1940’larda açılan davalarla varislere geri verilmiştir. Ada, 1957 yılında 150 bin liraya Galatasaray Spor Kulübüne satılmıştır. Ada Ne komiktir ki ötekileştirdiğimiz bu Osmanlı’yı görmezden gelip, şanlı Osmanlı’nın mirası güçlü bir Türkiye inşa etmeye çalışıyoruz. Kitap okuyan padişahlardan, tek adamcı cahil torunlara kalmak ne acı, ne utanç vericidir. Kısacası, bahtsız bir ada anlam yoksunu bir kavganın sebebi olmuştur. Gerçeği bilen sadece tarihin kendisidir.
KAYNAKÇA http://www.mimarizm.com/gezi-mekan/ser-mimar-i-devlet-yalisi-ndan-komur-deposuna-galatasaray-adasindan-suada-ya-bogaz-in-tek-adasinin-calkantili-tarihi_123387 Çelik, Z. 1992, Displaying the Orient: Architecture of Islam at Nineteent- Century World’s Fairs
VII
MİMARLIĞIN EDEBİYATA İZDÜŞÜMÜ YAZI Aysu Gürman aysu.gurman@tedu.edu.tr ILLÜSTRASYON Aylin Aşır aylin.asir@tedu.edu.tr
“Yaşlı
kadın arkasındaki yalıyı göstererek,
“Ben
burada
doğdum, hayatım boyunca burada yaşadım,” diyordu.
“Gi-
decek başka yerim yok benim.”
(Livaneli, 10)
Yıllar
sonra doğup büyüdüğümüz evin karşısına geçip
baktığımızda, o evde kendimize ait bir şeyler buluruz.
Gidecek yeri-
mizin olmadığı, dönüp dolaşıp kendimizi bulduğumuz yerdir orası.
Hayatımız boyunca bizim için anlamlı mekânlar yaratmaya çalışır, bu mekânlara derin duygularla bağlanırız. Başımızı sokacak bir çatı oluşturmak için çalışıp çabalarız; bu dertle birçok insanın hayatına karışırız, birçok hikâye duyarız, yaşarız… Edebiyat ve mimarlık ilişkisiyle ilgili ilk düşüncelerim, 2016 yılında TEDÜ Tasarım Günleri’nde düzenlenen Aslı Alp’in yürütücülüğünü yaptığı “Edebiyat ve Mimarlık” atölyesi ile oluştu. Verilen paragraflardan seçtiğimiz bir cümleyle ilgili olarak anahtar kelimeler ürettik, bu anahtar kelimeler ışığında artık malzemelerden maketler yaptık. Yapılan maketin bir mekân tanımlaması gerekmiyordu fakat seçilen cümlenin yarattığı hissi yansıtması gerekiyordu. Bir yazarın okuyucuda yaratmak istediği duygu ile mimarların kullanıcıya sunduğu deneyim arasında benzer noktalar olduğunu keşfettim. Okuduğumuz yapıtlarda her karakterin bir hikâyesi oluyor; kişilik özellikleri, mesleği, sevdikleri, maddi durumu… Yazar, yarattığı karakterlerini, belirli bir yapılı çevrenin içinde anlatıyor. Bu yapılı çevre bazen bir şehir betimlemesi, bazen bir semt özdeşleşmesi, bazen bir konut tipi bütünleşmesi ya da yaşadığı odanın içindeki bir nesneyle izlekleşmesi olarak okuyucuya sunuluyor. Böylelikle edebiyatta, mimarlık alanın izdüşümü hissedilir hale geliyor. Mimari tasarım derslerinde, tasarıma başlamadan önce yapılar için oluşturduğumuz senaryoları hatırlıyorum; yapının fonksiyonuna bağlı olarak düşündüğümüz kullanıcı türleri ve mekânsal özellikler, bu kullanıcıların günlük rutinleri ile oluşturulan farklı dolaşım aksları, bu aks süresince sunulan sosyal deneyim ve ilişkiler… Görülmektedir ki, her iki alanda da karakter ve mekân kendine ait bilgiyi birbirine aktararak özdeşleşme sağlıyor. , VIII
Edebiyat ve mimarlık üzerine düşünürken, okumaya başladığım Livaneli’nin Leyla’nın Evi yapıtında da bahsettiğim ilişkilerin bağlantısını kurdum. Yapıtta, İstanbul Anadolu Yakası’ndaki sahil yolu üzerinde ailesinden kalan yalının bahçesindeki küçük evde (müştemilat) yaşayan Büyük Hanım’ın, yalının yeni sahiplerinin onu evinden atmasıyla başka hayatlara karışmasını anlatılmaktadır. Büyük Hanım’ın iki gün boyunca üzerinde oturarak beklediği bavul, aklıma Cermodern’de Mekân Atölye III: İçine Çekildiğim Dünya adlı sergideki Uğur Bişirici’nin Bavul adlı çalışmasını getiriyor. Çalışmada bavullar içleri demir ve çimento dolu bir şekilde sergileniyordu. Yeni hayatın, kararların temelini yansıtan demir ve çimentolar… Bavul, içinde yaşadığın ve kendini ait hissettiğin evde; kendine aitleri içine koyarak evini sığdırdığın, yeni hayatına eşlik eden nesneden evin oluveriyor bir anda
Büyük Hanım karakteri betimlenirken ayrılmak zorunda kaldığı evin ve geçici süreliğine sığındığı Yusuf’un Cihangir’deki evinin mekânsal özellikleri, güçlendirici bir unsur olarak kullanılmıştır. Bir paşa torunu olan Büyük Hanım’ın evi, onun yetiştirilme şekline uygun deniz kenarındaki ahşap bir yalının yasemin kokulu bahçesindeki küçük ev. Yusuf’un eviyse Cihangir’de beş katlı ve eski bir apartman dairesi. Bu apartman ve daire anlatılırken girişinde ağzına kadar dolup taşmış çöp bidonlarından, loş ve pis merdivenlerden, rahatsız edici kokulardan bahsedilmiştir. Farklı hayatlara, figürlere ait farklı mekânlar dikkat çekmektedir. Yapıtta eski yapıları günümüze taşıma üzerine mimarlık izdüşümü arandığında, Büyük Hanım’ın oturduğu yalıyı alan yeni sahiplerin yalıda yapmaya karar verdiği yenileme çalışmaları satır aralarında dikkat çekiyor. Yalıda, yalının yeni sahibinin tercihiyle Amerikan mimarlar ve ustalar tarafından yenileme çalışmaları yapılmaktadır. Bu satır arası çıkarılan detaylar eski-yeni değerine verilen yaklaşım üzerine düşündürtüyor. Kimlik değişimi sorunsalının, koruma ve onarma yerine günün modasına veya kullanıcının isteklerine yönelik yapılan değişiklikler ile ortaya çıkışını hatırlatıyor. Sonuç olarak, mimarlık ve edebiyat alanları, barınma ihtiyacı, karakter-mekân özdeşlemesi ve yaşanılan yere bağlılık kavramlarıyla birbirinin içine saklanır, karışır.
KAYNAKÇA: Alp, A. (2016) “Edebiyat ve Mimarlık”. Convert. Atölye Çalışması, TEDÜ, Ankara. Nisan, 2016. Bişirici, U. (2017) Bavul. Mekân Atölye III: İçine Çekildiğim Dünya. Ankara, Türkiye: Cermodern, 16 Kasım 2016-23 Ocak 2017. Livaneli, Z. Ö. (2006) Leyla’nın Evi. İstanbul, Türkiye: Remzi Kitabevi.
IX
MİMARLIĞIN KİTABI OLUR MU? YAZI Ufuk Uğurlar ufuk.ugurlar@tedu.edu.tr KOLAJ Dilara Özlü dilara.ozlu@tedu.edu.tr
MIMARLIK EĞITIM SISTEMI, BU ALANDA KULLANILAN ILETIŞIM YÖNTEMLERI VE DAHA FAZLASI… MIMARLIK KENDI BENLIĞINDEKI ELEMANLARIYLA BIRLIKTE DIĞER ALANLARDAN DAHA SIRA DIŞI OLMAYI BAŞARIYOR. SIRA DIŞI VE DIKKAT ÇEKICI OLMAYI BAŞARIRKEN AYNI SÜREÇ IÇERISINDE TAM AKSINE GÖLGEDE DE KALABILIYOR. ÖZÜNDE FARKLILIĞI VE ÇEŞITLILIĞI ÖN PLANDA TUTMUŞ MIMARLIĞIN BU DENLI ZIT IKI KAVRAMI YAŞAMASI DA OLDUKÇA NORMAL KARŞILANMALI. MIMARLIĞIN TOPLUMDA BU ŞEKILDE FARKLI YERLER EDINMESINDE BAZEN MIMARLARIN, BAZEN SOSYOKÜLTÜREL OLAYLARIN VEYA AKIMLARIN ÖNEMLI ROLÜ VAR. AMA EN AZ BU SEBEPLER KADAR ETKILI BIR ARAÇ DAHA VAR KI O DA KITAPLAR. BIR KÜTÜPHANEYE GIRDIĞINIZDE ILK OLARAK KARŞINIZA ÇIKMASI ZOR BIR KELIMEDIR MIMARLIK. SADECE YAZI VE METINLER KULLANILARAK BAŞKALARIYLA ILETIŞIME GEÇMESI KOLAY OLMADIĞI IÇIN BU KADAR IYI BIR YER EDINEMEMIŞTIR BELKI DE KÜTÜPHANELERDE. TOPLUMLA OLAN ILIŞKILERI YADSINAMAZIKI FARKLI ALAN BIR AYA GELINCE AKILLARDA ŞU SORU BELIRIYOR: MIMARLIĞIN KITABI OLUR MU?
Mimarlık daha çok gerçeklerle yani elle tutulur parçalarla ortaya ürünler koyulan bir alandır. Kitaplar ise daha çok hayal gücünün ürünleridir. İlk bakışta kafa kafaya çarpışan bu iki alanın günümüze kadarki ortaklığından memnun olduğumu söyleyemem. Ama okuryazar bir toplumda yaşıyorsak ve bir kavramı o bölgeye sağlam temellerle inşa etmek istiyorsak kitapları görmezden gelemeyiz.Bu güne kadar ortaya koymuş mimarlığa dair kitaplara bakacak olursak karşımıza geçmişten günümüze kadar olan yapıların, mimari adımların, önemli isimlerin anlatıldığı metinler ortaya çıkacaktır. Çünkü bunlar doğruluğu ve kesinliği tespit edilebilen yargıları ön plana koymuşlardır.
X
Mimarlıkta asla tek doğru yoktur mantığının göz önünde tutulduğu bir ortamda bu tarz konuların yaygın olması normaldir. Mimarlık öğrencileri için bir şeyler öğrenmek adına zor bir yol olsa da en faydalı yöntemlerden biridir bu kitaplar. Şunu üzülerek söylemem gerekir ki tasarım süreci adına kesin ibareler ve adımlar içiren kitaplar, günümüzdeki mimarlığı, en büyük problemi olan tekdüzeliğe sürüklemekten öteye geçememiştir. Örneğin, başarılı ve bir o kadarda mimarlık adına önemli bir isim Ernst Neufert’in ‘Yapı Tasarımı’ adlı kitabı mimarlık öğrencilerini kolaycılığa sürüklemektedir benim fikrime göre. Mimarlıkta yapılmaya çalışılan bir proje ne bir kapı boyu ne de bir kat yüksekliğinden ibaret olamaz. Farklı mimarların elinden çıkan her bir ayrı proje perde arkasında bambaşka fikirler ve bununla beraber yeni tasarımlar barındırır. Bu sebeple asıl sorunun cevabı çok ince bir çizgidedir. Mimarlığın kitabı olur olmasına ama tasarımın, fikirlerin ve doğruların kitabı mimarlığın içinde asla olmamalıdır. En büyük mimari problem olan aynılaşmaktan kurtulmanın önemli bir koludur kitaplar her ne kadar tekdüzeliği götürse de. Aradaki dengeyi iyi kurmak şimdikinden daha zor olamaz diye düşünüyorum. Bir yazar, bir mimar ya da bir tarihçi bireye mimarlık
alanı hakkında anlattığı şeyi öyle bir vermelidir ki, o kitabı okuyan herkes kendine farklı kazanımlar elde edebilmelidir. Mimarlık yaratıcılığı, farklılığı ön planda tuttuğu sürece, bir kitaptan çıkacak sonuçta kendisi kadar farklı olabilmelidir. Bu tavır aynı zamanda mimarlığın toplumdaki yerini de oldukça olumlu yönde etkileyecektir. Mimarlığa dair yaşadığı süre boyunca oturduğu evin seçimini yapmaktan daha öteye gitmemiş bir birey kitaplar sayesinde tasarım hakkında oldukça geniş bir çerçeveye sahip olabilir. Burada yazarın tercih ettiği yazım biçimi ya da konu seçimi gibi faktörler alıcı-verici arasındaki ilişkiyi daha da rahatlatabilir. Soru ne kadar açık ve net olmuş olsa da cevap oldukça karmaşık. Her ne kadar birbirinden bambaşka şeylermiş gibi gözükseler de temeldeki en büyük ortaklıkları bir tasarım ürünleri olması. Bu ortaklık mimarlığı topluma adapte edebilmek için kullanırken aynı zamanda doğru teknik ve yazar kabiliyetiyle bir mimarlık öğrenciden tutun sıradan bir bireye istediğini farklı yollarla aktarabilirse başarılı olmuş olur. Yani eğer tasarımcılar mimarlık konusu temel alındığında ortak paydada buluşabilirlerse işte o zaman mimarlığın kitabını yazmış olurlar.
XI
Kunduradan Dizi Setine YAZI ve FOTOĞRAF Elif Ezel Özenir eezel.ozenir@tedu.edu.tr
Kunduradan Dizi Setine İnsanoğlu olarak, bir türlü kurtulamadığımız özelliklerimizden birisi de, değişim korkumuzdur. Bir şeylerin değişmesini istemeyiz; ürkeriz, geriye dönük yaşamaya eğilimliyizdir bu yüzden. Geçmişte yaşamaya yatkınızdır geleceği inşa etmeye çalışmaktansa. Tarihimiz bize bunu defalarca kanıtladı ama buna rağmen değişime karşı verdiğimiz nafile savaş çağlardır sürmüyor mu? Mimarlık tarihi, müzik tarihi, hatta aslında insanlık tarihi, evrimimizden başka bir şey değildir. Biyolojik evrimin temeli, hayatta kalmaya dayanır. Evrim kavramı da daha genel olarak dönüşümle temellenir diyebiliriz. Bu yüzden değişimimiz ve dönüşümümüz asla sonlanmaz. Varoluşumuzun temel ilkesine karşı bir savaş vermek anlamsız değil midir? Mimari, eski çağlardan beri bir toplumu, yaşamı, dönüşüm sürecini en detaylı, en açık şekilde ortaya koyan öznelerden biri olmuştur. Bir şehre şöyle bir göz atmak, var oluşunun ilk aşamalarından itibaren geçirdiği hemen hemen her dönüşümü anlamak için yeterlidir. Bir sanat eseri nasıl sanatçısını anlatırsa, şehirlerimiz de bizlere bizi anlatır, bizi yansıtır; şehre yaptıklarımız, kendimize ve birbirimize yaptıklarımızdan neredeyse farksızdır. Bir şehir bize geçmişimizi, şimdimizi ve gelecekte görebileceklerimizi gösterir. Bizi yönlendirir, bizi dönüştürür, bizden de aynısını bekler. Dolayısıyla, tıpkı bir insan gibi, değişmeyen bir şehir, çürümekte olan bir şehir demektir.
Şehir, biziz. Geçmişinden öğrenmek ve bugüne adapte olmak yerine geçmişte yaşamayı tercih eden topluluk ve insanlar, katılaşır, yozlaşır, yolunu kaybeder, yiter. Bu toplumların şehirlerine de aynı tutumla yaklaşacaklarını göz önünde bulundurduğumuz zaman, şehrin de onlarla birlikte çürüyeceğini ve yozlaşacağını görmemek mümkün değildir. Bir şehir, geçmişi zaten çoktan yaşadığımızın, şimdinin de hali hazırda içinde olduğumuzun en canlı, en gerçek ve en göz ardı edilemez kanıtı değil midir? Adolf Loos’un çığır açan manifestosu Ornament and Crime’da anlatmak istediği temel şeylerden biri de şudur: eskinin mimarisini taklit ederken ne eskinin ‘güzelliğini’ ve kendi zamanındaki güncelliği ve işlevini yakalamak, ne de şimdiye bir katkıda bulunmasını sağlamak mümkündür. Kendi yapıldığı zamanın toplumunu yansıtan mimariyi, müziği, resmi veya herhangi bir şeyi taklit etmek, bizi geçmişle şimdi arasındaki bir kafese kapatıp gerçekçi olmayan fikir ve hayallerle karanlığın içinde kaybolmaya mahkûm eder. Oysaki geçmişimizi tanımak ve ondan öğrendiklerimizle şimdimizi geleceğe taşımaktır bizi çağdaş insan yapacak olan. İnsan, biyolojik olarak olduğu kadar sosyolojik olarak da evrimine aralıksız devam eder. Bir toplum, her şeyiyle bir bütündür, her şey birbiriyle bağlantılıdır. Bir insan bedeninde nasıl patolojik sıkıntılar birbirinin belirtisi, sebebi, artçısı olursa, bir toplumda da her şey birbiriyle ilintilidir. En ufak toplum kesiti, bilmemiz gereken her şeyi gözler önüne serer. Haliyle, mimarimiz ve şehirlerimiz de tüm bu evrimin bir parçası olarak bizleri yansıtır.
XII
Değişim, biziz. Peki, şehrimizi de kendimiz gibi ileriye taşımaktan başka çaremiz var mıdır? Elbette hayır derim ben. Şehirlerimiz geçmişin mimarisiyle beslendi çoktan, şehirlerimiz artık Mimar Sinan taklidi camiler istemez, kervansaraylardan artık develer geçmeyecektir, o halde bunları taklit etmeye gerek yoktur. Onları geçmişe terk etmek de elbette bir seçenek değildir. O halde ne yapmalı? Geçmişten kalan mirasımıza bakmak, onu gözetmek ve korumak gerek elbette. Şehirlerimiz ve mimarimiz tüm bu mirasın yaşayan, inşa edilmiş belgesi. Fakat bunları korumak adına yapılabilecek tek bir şeyin olduğunu da düşünmek bizi bir yere ulaştırmayacaktır, çünkü değişimden kaçmaya çalışmanın bir başka türüdür bu tutum da. Örneğin eski mimari yapıların tamamını müzeye dönüştürme fikri, daha söyler söylemez anlamsız geliyor insana, öyle değil mi? Mesela madem geçmişin mirasını yaşatmak istiyoruz, o halde neden şimdimize uyarlamayalım bu mirasın bir kısmını? Bakın nereye atlıyorum şimdi... Beykoz Kundura Fabrikası, kaderine terk edilmiş, yıkılmaya bırakılmış hazinelerden yalnızca biriydi, ta ki birileri değişimden korkmayıp, geçmişi yaşatmanın geçmişte yaşamak olmadığına, geçmişin mirasının günümüzde başka bir biçimde hayat bulabileceğine karar verene kadar! Beykoz Kundura Fabrikası, İstanbul’da, Beykoz’da yer alan, kendi deyimleriyle “Osmanlı’dan Cumhuriyet Dönemi’ne kalmış olan endüstriyel kültür mirasını en önemli örneklerinden biri; bu coğrafyanın kundura sanayisine dair ilk damarı” aslında. Senelerce içindeki farklı yapılarla farklı görevler görmüş olan bu hazine, 2005 yılında
harabeye dönmüş bir haldeyken yeniden keşfedilmiş. Beykoz Kundura’nın bu hali birçok sanatçıya ilham kaynağı olduktan sonra, eski fabrika bir dizi film fabrikasına dönüştürülmüş. Devasa arazisinin içinde Türkiye dizifilm sektörünün kalbi olan setler yer alıyor. Eski bir Sırp Evi, yenilenme sonrasında dört odalı tematik bir butik otel olarak hizmet veriyor sanatçılara. Hala yenilenme sürecinde olan diğer yapılarsa eskiden gördükleri işlevden tamamen sıyrılıyorlar, fabrikanın en değerli binaları olarak nitelendirilen Kazan Dairesi, şu anda şehrin en nitelikli kültür-sanat merkezine dönüştürülme aşamasında. Birçok mimar, mühendis, tarihçi ve uzman, titizlikle bu proje üstünde çalışıyor. Yapılara, özlerine dokunulmadan, orijinal doku korunarak yepyeni işlevler kazandırılıyor. Böylece Beykoz Kundura geçmişin mirasını şimdinin potansiyeli için kullanarak, geleceğe hayat veriyor. Yaşam, biziz. Bizler insanız, dolayısıyla yarattığımız her şey insanlığımızın izlerini taşıyor kaçınılmaz olarak. Bizler nasıl değişiyorsak, şehirlerimiz, mimarimiz, kültürümüz de evriliyor, dönüşüyor. Değişmeyen, gelişmeyen bir insanın da, bir toplumun da çürümesi ve yitmesi kaçınılmazdır. Bu durumda şehirlerimiz de, mimarimiz de, kültürümüz de bizden farksızdır, değişmeden, evrilmeden var olamazlar. Kendimizi, toplumlarımızı ileriye taşımak durumundayız. Değişim de bizim bu bitmeyen yoldaki aracımız. Tam da bu yüzden değişimin önüne geçmeye çalışmamıza gerek yok sadece onu doğru yönlendirmeye ihtiyacımız var. Değişimden korkmamak, geleceğe açılan kapımız. Gelecek, biziz. Meraklı kalın.
XIII
Kentleşmek ya da Kentleşmemek / Kentleşmek. Ama Ne Uğruna? YAZI İlayda Genç ilayda.genc@tedu.edu.tr KOLAJ Nilay Karaköy
nilay.karakoy@tedu.edu.tr Gözlerimizi kapatıp olmak istediğimiz yeri hayal edelim bir dakikalığına; gözlerimizin görmesini istediği şeyler, kulaklarımız için güzel bir melodi olacak olan sesler ile tam bir betimleme... Ne düşünürdük peki? Boy boy apartmanlar, fabrika dumanları, yeşilden yoksun hatta temiz tek bir nefesten yoksun bir alanda mı olmak isterdik; yoksa yine başımızı sokacak bir yuva, bir yapıyla birlikte doğa ile iç içe olmak mı? Sanıyorum ki tercihlerin ne yönde olacağını hepimiz tahmin edebiliriz, buna rağmen çarpık kentleşmeden de uzak duramıyoruz... Kentleşme en geniş anlamıyla kent sayısının ve kentteki nüfusun artması demektir. Detaya inmeden önce kenti, hatta kentin diğer bir ifadesi olan ‘kırsal olmayan’ söz dizisindeki kırsal kelimesini biraz inceleyelim. Kırsal kesim, ekonomisinde tarımsal çalışmanın baskın geldiği nüfusun
büyük bölümünün tarımla ve hayvancılıkla uğraştığı yerleşim birimleridir. Kent ise aksine tarımsal etkinliklerin olmadığı, nüfusun büyük çoğunluğunun sanayi, ticaret alanlarında çalıştığı yerleşim yeridir. Köyden kente göçler sonucu kentsel nüfus artar ve bu da kentleşmeyi doğurmaktadır; ama tabii ki kentleşme sadece nüfus akını şeklinde sınırlandırılmamalı, aynı zamanda ekonomik ve toplumsal yapı da dikkate alınmalıdır. Kentleşme ekonomik, siyasal, teknolojik nedenlerden dolayı gerçekleşebilir ama bu yazının vurgulamak istediği asıl konu kentleşmenin nedenlerinden değil, kentleşme sonucu ortaya çıkan sorunlardan biridir.
XIV
Kentleşme, gerçekleştiği kentte yaşayanları ilgilendirdiği gibi diğer kentlerde yaşayanları da etkilemektedir. Kentleşme süreci çeşitli nedenlerden ötürü hızlandırılmaya çalışıldığında çarpık kentleşme ortaya çıkabilir ve bu durum ülkeyi birçok yönden olumsuz etkiler. Ekonomik açıdan sıkıntılar oluşabileceği gibi ulaşımda aksaklıklar, altyapı yetersizliği sebebiyle elektrik kesintileri, su baskınları ve toplumsal mutsuzluk görülebilir. Ancak çarpık kentleşmenin benim için en bariz ve mühim olumsuzluğu doğaya olan etkisidir. Kentleşme bilinçli ve planlı bir şekilde yürümediği zaman sonunda verimli tarım arazilerimiz yerleşim alanlarına dönüşmekte ve israf edilmektedir. Hayvanların yaşam bölgelerine müdahale edilip, orman alanları bir an bile düşünmeden yok edilebilmektedir. Atatürk Orman Çiftliği’nde yaşanan katliamın mahkeme kararıyla bile durdurulamamış olmasının yanı sıra
şimdi de ODTÜ Ormanı -ki Ankara’nın son büyük ormanı olan 1.Derece Doğal Sit Alanı’dır- ‘halka açılarak’ maalesef ki aynı dehşet sona doğru sürüklenmektedir. Peki, gerçekten istediğimiz bu mu? Rezidans ve yaşam merkezlerinin daha çok tercih edilmeye başlandığı bu günlerde farklı farklı projeler hazırlanmaktadır. Pazarlamanın önemli araçlarından biri olan reklam sektöründe çokça rastladığım ‘doğal alan’ söz dizisi biraz sahte, komik geliyor sanki... Bizim tarafımızdan yok edilen alanlar sonrasında kıymetlenip insanların yaşadıkları bölgede aradıkları bir özelliğe dönüşüyor. Bütün bu orman katliamlarından sonra önümüze sunulan ‘doğa parçacıkları’ size yeterli geliyor mu bilmiyorum ama yok edilen ormanlarımızın geri dönüşü asla olmayacak. Unutmamak lazım ki klişe ama oldukça gerçek olan bir şey var, doğa bize değil biz doğaya muhtacız. XV
XVI
BEYAZ BODRUM’ UN HALK MİMARİSİ YAZI Defne Işıklı defne.isikli@tedu.edu.tr Görsel Hazal Gürgöze nhazal.gurgoze@tedu.edu.tr
Yaz tatili denince muhtemelen herkesin aklına gelen ilk isimlerden biri olan Bodrum, aynı zamanda geleneksel halk yapı sanatının (halkın kendi olanakları, koşulları içinde gerçekleştirdiği anonim yapı sanatı ürünleri), bir başka deyişle mimarisinin belirgin örneklerini içerir. Halk yapı sanatlarının geçmişi ve bugünüyle incelenmesi, mimarlara ve bizim gibi mimarlık öğrencilerine çok şey katacaktır; çünkü geçmişi ve bugünü tam anlamıyla anlayan ancak geleceği tasarlayabilir. Stüdyolarda öğrendiğimiz çoğu zaman karmaşık, dolambaçlı olan soyut düşünsel tasarım sürecinin, halk eliyle ne kadar yalın ve içtenlikte, bir diğer yandan da akıllıca çözülmesi durup üstüne düşünülmesi gereken bir noktadır. Bodrum’u Bodrum yapan ögelerden biri de uçsuz bucaksız insanlık tarihinin bir köşesinde her zaman yeri olmasıdır. Kraliçe Artemisia’dan İskender’e, İskender’den Romalılara, oradan da Osmanlılara her zaman varlığını sürdürür ve kültürel zenginliklerin kesiştiği bir deniz kenti haline gelir. Birçok saray ve benzeri binaların inşa edildiği bu yarımadada tarihsel bir gezi yapmak, Bodrum’a tamamen başka bir gözle bakmamızı sağlayabilir. Bodrum, beklentilerin de ötesinde genişlemiş, adeta sezonda kendi başına bir şehir olabilecek kadar karmaşık bir yapıdır. Burada da bu kadar yapılaşmanın doğal ve sade kalabilmesi, ortak ve yalın bir dilin oluşturulmasıyla belli olmuştur: beyaz halk yapı sanatı evleri. Birimlerin birbiri arasında kurduğu bu ahenkli ilişki, bütünlük algısında önemli rol alır. Adeta “bitki örtüsü” diyebileceğimiz Bodrum Evleri, insan ölçeğiyle kurduğu güçlü ilişki kapsamında da düşünülürse, kullanıcıya dümdüz ve fonksiyonel dille hitap eder. Bu durum, tekilden çoğula dengeli bir ilişkiyi, doğayla ve birbirleriyle bütünleşmeyi simgeler. Bodrum evleri denince hepimizin aklına aşağı yukarı bir basmakalıp gelir. Yere uyan, dar, gölgeli, çoğunlukla taş kaplı sokaklar, iki metreyi geçen beyaz bahçe duvarları, orantılı pencereler, kapılar; duvarlardan sarkan mor begonvil ya da begonya çiçekleri ve nar, incir, dut gibi ağaçlarla Akdeniz’i yansıtırlar. Bu evler de kendi aralarında ayrılırlar: Sakız türü ev, musandıralı ev, kule ev. Mekân açısından aynı zenginliği ve fonksiyonelliği barındıran evler, ölçü ve boyutlandırma, malzeme ve mekânların konumlanması ve bahçe ile ilişkileri göz önüne alındığında farklılık gösterir. Gelelim bugüne… Son yıllarda gelişen iç ve dış turizm, toplum yapısında önemli değişikliklere sebep olmuştur. Buna bağlı olarak Bodrum’ un fiziksel özellikleri değişmekte ve bozulmaktadır. Eski evler yıkılmakta yerine mekânsal zenginlik açısından daha değersiz evler yapılmaktadır. Özellikle kıyıda öbekleşen bu evler deniz ve arkalarındaki alanlar arasında kopukluk oluşturacak kadar ağırlıklılarını koymuşlardır. Bu izler yabancının, dışarıdan gelenin izleridir. Yaratılan bu uyuşmazlık ise bölgeye kendi yabancılıklarının yansımasıdır.
XVII
Mimaride Estetik YAZI İrem Sümer / irem.sumer@tedu.edu.tr KOLAJ Behice Özer / bnur.ozer@tedu.edu.tr
Estetik yalnızca bugün değil tüm tarih boyunca da tartışılan bir konu. Her ne kadar bazılarımız estetiği yapay güzellik olarak algılasa da, ya da Jale Erzen’in de dediği gibi günlük hayatta güzel ve estetik kelimelerini hoşumuza giden bir şeyi ifade etmek için aynı anlamda kullansak da, estetik felsefi olarak çok daha fazla anlam taşımaktadır.. Mimaride ise estetik kavramının temeli Vitruvius’a göre tasarımın olmazsa olmazı üç temel kavram venustas (güzellik), firmitas (dayanıklılık) utilitas (kullanışlılık) ve bunların kendi içindeki ilişkisine dayanır. Vitruvius bu üçünün birlikte çalışması gerektiği ve asıl estetiğin işlev ve biçimin toplamından doğan güzellik olduğunu savunurken, mimarlık alanındaki birçok tartışmaya da konu olan işlev-biçim ilişkisine bir de felsefi ve ahlaki boyutu açısından da bakmak gerekmektedir. Örneğin Adolf Loos ve savunduğu utilitarizm açısından bakıldığında da ‘süs suçtur’ derken eleştirdiği aslında organik olmayandır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeniden ayağa kalkan Avrupa’da sanayi devrimi ile bir yanda fabrikalar seri üretime geçerek insanların günlerce emek vererek çalışıp ürettiklerini, motor gücüyle çok daha kısa sürede, daha az maliyete sunarken, diğer yanda daha ‘estetik, güzel ve kişiye özel olan için el işçilerinin, zanaatkarların emeğinin sömürülmesi toplum için de hem zaman hem de iş gücü kaybıdır. Bu noktada Loos’un savunduğu güzellik ve estetiğin gereksiz olduğu değil, sadece organik olan ile süslemenin aynı şey olmadığı ve süslemenin gereksiz olduğudur. Küresel dünyanın imaj takıntılı insanlarına hizmet veren mimarlığın, beğenilme arzusu ve estetik kaygılarla topluma sunduğu ‘-mış gibi’ tasarımlar bir hizmetten çok, ahlak ve etik çerçevesi içinde düşünüldüğünde toplumu kandıran bir sorun haline gelmektedir. Tıpkı günümüzde bazı insanlar tarihten referanslar, örneğin Selçuklu ya da Osmanlı mimarisinin izlerini görmek istiyor diye hiçbir inceliğin araştırılmadan, anlaşılmadan,yalnızca estetik(!) odaklı düşünülerek binaların cephelerinin bir takım eklemelerle benzetilmeye çalışılması ya da Theodor Adorno, 1965 Ekim’inde yaptığı “Bugün İşlevselcilik (Funktionalismus Heute)” adlı konuşmasında bahsettiği gibi ‘Günümüzde işlevsel olan ya da sembolik anlam taşıyan bir şeyin, daha sonra fazlalık ya da süs olarak tanımlanabilir hale gelebileceğini göz ardı etmek gibi.
XVIII
(Adolf Loos, “The Luxury Vehicle”, içinde: Spoken Into the Void: Collected Essays 1897-1900, Cambridge, Londra: The MIT Press, 1982, s. 40.)
Yoksa geçmişten referansları görmeyi istemek belki de yeni için başlayan anlamlı bir arayış bile olabilecekken, dışı miş gibi görünen ama içi sıradan bir günümüz yapısından farksız kısacası basit ve yüzeysel bir taklitten öteye gidemeyen yapılar ortaya çıkmaktadır.
Her ne kadar zaman zaman eleştirilse de Adolf Loos’un savında bir mimari eserin içi kişiye özel olmalıyken, dışı içeriyi saklayan bir maskedir ve aynı zamanda sokaktaki herkes içindir. Bahsedilen bu maskenin günümüzde olduğu gibi sadece cephede süslemeler, eklentiler ya da yapay taklitlerle miş gibi gösterilerek değil de her nasılsa olduğu gibi olmasıdır.
Günlük hayatta ‘olduğumuz kişi’ ve ‘olmak istediğimiz kişi’ aynı olamadığı anda arkasına gizlendiğimiz maskeler, tasarımda da özgün olmak yerine estetik ve maddi kaygılara yenik düşüp, öyle olmadığı halde allanıp pullanarak öyleymiş gibi gösterme çabasının bir sonucu olarak daha önceden kabul gördüğünü bildiklerimizin kötü bir taklidi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yani Vitruvius’un da savunduğu gibi mimarlıktaki asıl estetik ve güzellik, biçim ve işlevin toplamından doğan olmalıdır.
XIX
KAYNAKÇA: https://xxi.com.tr/yazilar/ v ( Theodor Adorno, “Functionalism Today”, içinde Rethinking Architecture: A Reader in Cultural Theory, ed. Neil Leach, London, New York: Routledge, 1997) (Adolf Loos, “The Luxury Vehicle”, içinde: Spoken Into the Void: Collected Essays 1897-1900, Cambridge, Londra: The MIT Press, 1982, s. 40.) (Adolf Loos, “Süsleme ve Suç”, içinde: Adolf Loos: Mimarlık Üzerine, çev. Alp Tümertekin ve Nihat Ülner, İstanbul: Janus Yayıncılık )
‘’Güzelliği süslemede değil, yalnızca formda aramak, bütün insanlığın gayret ettiği amaçtır”.
ULAŞIM MEKÂNLARI Esenboğa Havalimanına Bakış
girişi ve Esenboğa Havalimanı mekânını bu cephede ele alacak olursak, parazit ortak yaşam biçiminin kentin kuzeyindeki hâkimiyetini göz ardı etmek olanaksızdır. Bu noktada, çevrenin ne olduğunu, aslında ne ifade ettiğini bilmek ve onu varoluşçu filozofların yorumladığı gibi varoluşun temelinde bir varlık olarak ele almak, başkent olan kentin kuzeyinde yaşanan mimari sorumsuzluğun üstüne mutlak bir utanç bulutu düşürecektir.
YAZI Özgü Özcan / ozgu.ozcan@tedu.edu.tr FOTOĞRAF Didem Zeynep Ödemiş / dzeynep.odemis@tedu.edu.tr
Mekân denilen olgu, insanoğlunun çevresine, yeryüzüne ve dünyaya verdiği pek tabii bir yanıttır. Bu yanıt, bazen bir problemin çözümü olarak karşımıza çıkar, bazen de insanın derisinden ayrılaşamayacak kadar ona ait olan bir parça, bir aitlik ya da insanın ta kendisidir. Peki ya bir problemin çözümü olarak düşünülen teknik mekânlar da bir kurgunun, senaryonun, dahası insanoğlunun kendisinden, çevresinden bir parça olamaz mı? Bu sahnede, yargılanması için akla hızla gelen ulaşım mekânlarından bilhassa havalimanı mekânına Ankara üzerinden yanıt bulmak istenirse, gözlerin Ankara’nın kuzey kapısına(!) çevrilmesi kaçınılmaz bir kapanış olacaktır. Mimarlık disiplininin içinde herhangi bir rol edinmemiş, disiplinin eğitimini almamış çevrilen gözlerin de kolaylıkla anlayabileceği gibi, bir mekân sadece ayakta duran bir yapıdan daha ziyade çevresiyle bütününü oluşturan daha küçük bir parçadır. Nasıl ki yerinden oynayan bir ufak çakıl taşı koca dağları devirebiliyorsa, ya da ufacık bir yuvarlak top olan kar bir anda çığ olabiliyorsa, bütününü oluşturmak için yola çıkmış bütünün ufak parçası da yolundan saptırıldığında, o bütün, tamamıyla yok olur. Dahası kendinden bahsedilmez olur; bir bütün ve onun kırıntısı dahi kalmamış olur. Ankara’nın kuzey girişi ve Esenboğa Havalimanı mekânı, bu felaket senaryosun eksiksiz başrollerini oluşturur. Bir mekân ve çevresinin birbirinden ayrı düşünülmesi olanaksızken, bazı mimarlık otoriteleri yapının çevresiyle karşılıklı bir ortak yaşam biçimi olduğunu ileri sürer. Bu görüşü mantık çevresinde bir yere oturtup, Ankara’nın kuzey XX
Peki ya üzerine bu denli ağır tanımlar, sorumluluklar, var oluşlar, tamamlanışlar yıkılan çevre, dokunulan, görülen, koklanan fiziksel bir varlık dışında nedir? Aslında, insanın etrafındaki anlamında olan, fakat buna rağmen, bütün benliğiyle insanı merkeze yerleştiren veya bir anda merkezinde bulan çevre, bir kültürel duyarlılığın sosyal iskelete, yaşam alışkanlıklarına, kimliğe uyarlanmasıdır. Bunun ışığında, çevrenin içinde hareket eden bir insandan bahsettiğimiz zaman, insanın hareket ederken yöneldiği fiziksel olguları salt gözleriyle değil, tüm bedeniyle algısal olarak tecrübe eder. Yeryüzünün en alt tabakasından gökyüzünün en üst tabakasına kadar insanoğlu çevreye aittir ve onunla iç içedir. Yeryüzüyle insanın bu anlaşılması güç bağı aslında fiziksel bir çevre teması olan yerçekimine bağlıdır. Yerçekiminin de sadece fiziksel bir olgu olarak tanımlanmadığı ve asla tanımlanamayacağı bu ikili ilişkide yerçekimi oldukça güçlü bir aile bağıdır. Yeryüzüne ve çevresine bu güçlü mistik çekimle bağlanan insanoğlu, aldığı her nefeste, gördüğü her doğal ışıkta, kokladığı havada, içinde gezinen ve yorulmadan her hücresine girip ona enerji veren doğada kendisini yeniden bulur, tanımlar ve çevresine bir kez daha bağlanır. Bir damla sudan, bir avuç toprağa insanın tüm bedeni bu çevreyle beslenir. Kısaca özetlemek gerekirse çevre, insanı yenileyen, huzur veren, derin bir haz sunan ortamdır. Peki, hâl böyle iken, Esenboğa havalimanı mekânından bahsederken, nasıl olur da çevresinde olan Kuzey Girişi’nden bahsetmeyiz?
Yeryüzüne ve çevresine bu güçlü mistik çekimle bağlanan insanoğlu, aldığı her nefeste, gördüğü her doğal ışıkta, kokladığı havada, içinde gezinen ve yorulmadan her hücresine girip ona enerji veren doğada kendisini yeniden bulur, tanımlar ve çevresine bir kez daha bağlanır. Bir damla sudan, bir avuç toprağa insanın tüm bedeni bu çevreyle beslenir. Kısaca özetlemek gerekirse çevre, insanı yenileyen, huzur veren, derin bir haz sunan ortamdır. Peki, hâl böyle iken, Esenboğa havalimanı mekânından bahsederken, nasıl olur da çevresinde olan Kuzey Girişi’nden bahsetmeyiz? Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm projesi, hükümetin temel kurumlarının ev sahipliğini yaptığı bir iktidar projesidir. Bir diğer haliyle, çok katlı bloklardan oluşan bir sitenin, fiziki bir çevrenin yarattığı büyük hasarlı, sosyo-kültürel bir dönüşüm, daha doğru kullanımıyla bir dönüştürme projesidir. Köy göçmeni olan, bahçe ve dış mekân ile düzayak ilişki kurmanın büyük mutluluğunu ve ihtiyacını duyan, bu gereksinimlerini yerleştiği gecekondu mekânlarında karşılamaya çalışan samimi ve dayanışmacı komşuluk ilişkisine sahip gecekondu sakinleri, bir anda kendilerini yerden oldukça kopuk ve yukarda, ucuz yaşamın tüm bileşenleri silinmiş bir halde aidiyet sorunu yaşarken bulmuşlardır. Yan yana hiçbir mimari kaygı ve mimari kalite içermeden çevre estetiği çizgisinden oldukça uzakta bir tavır sergileyen bu beton yığını, gündüz güzelliğine gece eklemesi yaparak, gün döndükten sonra envai çeşitte neon led renklerle havalimanına ulaşma isteği sağlarlar.
Bulunduğu talihsiz çevreye ve konuma oranla Esenboğa havalimanı, bilinmeyen ve fena olamayan duyguları açığa çıkaran bir mimari havaya, atmosfere sahiptir. Gün ışığının alabildiğine içeri dolduğu, yüzeylerin yüzey olarak kimlik bulduğu ve doğadan gelen, insanın yüzyıllardır oldukça iyi bildiği suyu hem yüzey hem de organik bir hatırlatma olarak kullanan ulaşım mekânı, aynı zamanda kurgulanan mimari programıyla kullanıcısına, oldukça ferah hissettiren bir algı yaratıyor. Nizamiyesinin içinde insanı karşılamaya başlayan yakın çevre düzenlemesi hatta bu düzenlemede kullanılan yeşilin tonu, uzak çevresinden gelen edinilmiş felaket tecrübesini toprağın altına kısa bir süreliğine gömebiliyor. Yapının içinde kullanılan açık tonlar, modern algıyı karşılayan malzeme seçimi ve malzemelerin bir araya geliş şekli, bir başkent olarak düşünüldüğünde, politika ve ekonomi otoriteleri için görücüye çıkartılmış bir mekânı andırıyor. Sosyal ve fiziksel hareketliliğinin zirveye ulaştığı bu ulaşım mekânında, hareket ve yönlendirme gereksinimlerinin bir kurgu olarak dolaşım iskeletinde kaybolması ve bu kayboluş içinde insanın mekân ile yaşadığı kuvvetli ilişkinin yeni bir varoluşa göz kırpması, Ankara’da bulunan ve mimari kaliteden bahsedilmesi oldukça güç olan ulaşım mekânlarının örnek alması gereken bir tavra sahiptir.
XXI
Yorum Farkı: Kamusal Sanat Eserleri YAZI İpek Deniz Alpdoğan / ideniz.alpdogan@tedu.edu.tr FOTOĞRAF Ezgi Samancı / ezgi.samanci@tedu.edu.tr
Kamusal sanat öğeleri, içinde bulunduğu kent mekânını tanımlamasının yanı sıra, toplumun kent mekânına duyduğu aidiyet hissinin oluşmasına ve kent kimliğinin okunur olmasına katkı sağlamaktadır. Kamusal sanat eserleri, sanatçı, toplum ve mekân arasında oluşan ilişkinin bir kütlede vücut bulmasıdır aslında. Kentsel ölçekte bir sanat üretimi gerçekleşirken, sanatçıdan beklenen toplumun ortak değerleriyle beraber kent belleğini tasarım sürecinde ana girdi olarak tutmasıdır. Sanatçının bu girdileri nasıl yorumladığı ise ortaya çıkan sanat ürünüdür. Toplumsal yaşam alanlarında, kent belleğinin bir algısı olarak tasarlanan, sanat değeri taşıyan kamusal sanat eserleri, bireylerin içinde yaşadıkları kent ve toplumla olan ortak değerlerinin bir hatırlatması olarak, kamusal mekân algısını güçlendirmektedir. Ülkemizde kamusal sanat öğeleri olarak heykel ve anıtlar ön plana çıkmaktadır. Ne yazık ki günümüz kentlerinde kamusal sanat eserleri, kentin boş mekânlarını dolduran ve mekâna sevimlilik katması amaçlanan kütleler olarak düşünülmektedir. Kamusal sanat öğelerinin tasarım ve üretim sürecine kentliler dâhil olamamakta, karar mercisi kent otoriteleri olmaktadır. Sonuç olarak üretilen sanat ürünü bir grubun ideolojik değerleri üzerinden üretilen ve bu gruba hitap eden bir kütle olmaya mahkûm, kamusal olma yetisini kaybetmektedir. Erken Cumhuriyet döneminin önemli mimari eserlerinden olan eski Ankara Garı’nda (1935-1937) bulunan saat kulesi, bir kamusal sanat eseri olarak, hem yapı tasarımının tamamlayıcı bir elemanı olarak davranması, hem de bir istasyon mekânına sunduğu işlevi açısından, Ankara’nın kent simgelerinden biridir. Durum böyle iken günümüz Ankara’sında kent otoritesinin kararıyla yapılan, sayısı elli ikiyi bulan saat kulelerinin ne amaçla yapıldığı henüz biz Ankaralılar için muammadır. Bu saat kulelerinin bir sanat değeri taşıyıp taşımadığı ayrı bir tartışma konusuyken, 21.yüzyılda olduğumuz ve herkesin cebinde bir telefon, kolunda da bir saat olduğu gerçeği, bu saat kulelerinin ne kadar işlevsiz olduğunu açıklamaya yetmektedir.
XXII
Aradan neredeyse bir asır geçmişken ve Ankaralıların ulaşım, sayısı otuz beşi bulan alışveriş merkezleri, yeşil ve açık alanların gitgide kentin içinde kaybolması, ‘bu nasıl kentsel dönüşüm?’ sorusunu sordurtan konut projeleri, kent belleğinin önemli değerlerinin yok edilmesi vb. gibi pek çok sorunu varken, kent otoritesinin bu büyük maliyetli saat kulelerini, Ankara’ya gelen turistlerin önünde fotoğraf çektirebileceği düşüncesini de dipnot ederek, kentin boş alanlarına yerleştirmesi, Cumhuriyetle kentleşen ve kimlik bulan başkent Ankara için büyük haksızlıktır. Atatürk Orman Çiftliği Kavşağı’na dikilen sözde kamusal sanat eserlerinden bu yazıda bahsetmemek çok büyük eksiklik olur. Atatürk Orman Çiftliği Kavşağı’na önce robot heykeli yerleştirilmesi, ardından gelen tepkilerin üzerine konulan dinozor heykeli ve onun da ardından boyutları küçük bulunduğu için yeni yerleştirilen Dinocan adlı dinozor heykeli, günümüz Ankara’sı için kent otoritesi tarafından hak görülen sözde kamusal sanat ürünleridir… Ankara için kamusal sanat öğeleri, kente gelen turistler için fotoğraf kompozisyonu oluşturan, kentimizin bir Anka Park’ a sahip olduğunu duyuran ve kent belleğini Selçuklu ve Osmanlı temsilleriyle doldurmaya hizmet eden, sanat değeri ve işlevi olmayan kütlelerdir. Ulus Meydanın da bulunan ve kent belleğinin şüphesiz en önemli temsillerinden biri olan Ankara Zafer Anıtı, Türk halkının isteği ve maddi desteği ile Kurtuluş Savaşı’nın kahramanları ve ulu önderimiz Atatürk’ün anısına 1927 yılında Avusturyalı heykeltıraş Heinrich Krippel tarafından yapılmıştır. Ankara’nın kentsel mekânlarının henüz geliştiği dönemde yapılan Ankara Zafer Anıtı’nın, Ulus Meydanı’nın kentin en önemli simgesi haline gelmesinde ki katkısı çok büyüktür. Ankara’nın 21. yüzyıl kamusal eserlerinden olan saat kuleleri için kent otoritesinin görüşünün turistlerin gelip saat kulesinin önünde fotoğraf çektirmek isteyecekleri yönünde olduğundan bahsetmiştim. Ancak kent otoritesinin bu kaygısının yersiz olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü Ankara, Cumhuriyet’in Ankara’sı oldu olalı, kente gelen yerli ve yabancı turistler, Ankara Zafer Anıtı önünde fotoğraf çekilmeyi zaten huy edinmişlerdir.
XXIII
AMSTERDAM YAZI Melis Küçüktunç İMAJ Çağrım Koçer
ARCAM 1986 yılında açılan ARCAM (Architecture Center of Amsterdam) Amsterdam’ın mimari anlayışını ve gelişimini halka anlatmak amacıyla kurulmuş. René van Zuuk, yapının suya bakan cephesini daha alçak ve suya referans verecek şekilde şeffaf tasarlarken, yol cephesine kapalı bir form vermiş.
Kop Van Diemenstraat Kop Van Diemenstraat’ın mimarları, tasarımın kentsel dokuyla ve çevredeki ihtiyaçlarla stratejik olarak şekillendiğini açıklıyor. Dolayısıyla ortaya konut, ofis ve iki katlı otopark içeren bir yapı çıkmış. Tasarımın heyecan verici özelliği ise yerden 10 metre kaldırılmış olması. Ana girişe ve dolaşım çekirdeğine ise yapının altındaki bu büyük boşluktan erişiliyor.
Silodam Silodam, Hollanda’nın en bilinen mimarlık ofislerinden olan MVRDV’nin Ayrımlaşma ve Birleştirme adı verdikleri bir kavramla tasarlanmış. Blok yüz elli yedi daireden oluşuyor ve birimlerin konumlanması ve farklı şekillerde bir araya getirilmesiyle esnek bir tasarım oluşturulmuş. Malzemeler ve renkler sayesinde komşuluk ilişkilileri binanın dış cephesinden de fark edilmek üzere tasarlanmış. The Eye The Eye film enstitüsü, şehrin en ilgi çekici yapılarından biri. Bina asimetrik çizgileri ile hareketli bir formda tasarlanmış. Sadece yapının çevresiyle değil, mekânların birbiri arasındaki akışları deneyimlenmeye değer. Tasarımın detaylarına hayran kalmanın yanı sıra, Eye’ın ev sahipliği yaptığı film gösterimleri, sergiler ve festivallere de katılabilirsiniz.
Het Oosten, Pavilion Geçmişte ilaç deposu olarak işlev görmüş bu yapı, 2000 yılında Steven Holl tarafından yenilenmiş. Dış cephede kullanılan bakır plakalar, yeşil rengini almış; hemen arkasında yer alan beyaz duvarlarla birlikte mekânsal bir renk oyunu oluşturmak amaçlanmış.
Van Gogh Museum Dünyanın en kapsamlı Van Gogh koleksiyonunu barındıran bu müze, sadece Amsterdam’ın değil, dünyanın en çok ziyaretçi çeken müzelerinden bir tanesi. De Stijl mimarlarından Gerrit Rietveld’in planına dayanılarak inşa edilmiş. Yakın zamanda inşa edilip, yer altından ana müze hacmine bağlanan oval formlu şeffaf yapı ise, müzenin ana girişi olarak kullanılmakta. WoZoCo Amsterdam’ın hızla artan konut ihtiyacını karşılamak için, MVRDV tarafından yaşlı insanların yaşaması için tasarlanmış. Binanın kuzey cephesinden konsol yapan hacimler, kısıtlamaların nasıl mimari kararlara dönüştüğünün yaratıcı bir örneği: Hükümetin çevreyi bozmamakla ilgili kısıtlamaları yüzünden alana sadece seksen yedi adet yaşama alanının yapılabileceğini fark eden MVRDV bu sorunu, yüz üniteyi tamamlamak için gereken on üç üniteyi çıkma yaparak çözmüş. Böylece yapının en karakteristik mimari özelliği ortaya çıkmış. YAZI Melis Küçüktunç İMAJ Çağrım Koçer melis.kucuktunc@tedu.edu.tr
dosya.04
Bir Beyaz Şehir: Kars YAZI İrem Baz / irem.baz@tedu.edu.tr KOLAJ Beyza Şener & Elif Ezgi Öztürk beyza.sener@tedu.edu.tr / eezgi.ozturk@tedu.edu.tr
XXVI
“
“
Öyle güzel ki ölürüm artık Beyaz uykusuz uzakta Kars çocukların da Kars’ı Ölüleri yağan karda Donmuş gözlerimin arası…
XXVII
dosya.04 Cemal Süreya’nın dizelerinde anlattığı gibi, beyaz, uykusuz ve uzakta bir şehir Kars. Tüm şehri kaplayan karın sessizliği, dinginliği insanın içine sonsuzluk hissiyle birlikte huzur veriyor. Yılın neredeyse sekiz ayını, insanların kat kat kıyafetlerinin, atkı ve şapkalarının içinde, elleri ceplerinde gezdiği uçsuz bucaksız karlar diyarı Kars, birçok medeniyete ev sahipliği yapmış, sokakları tarih kokan, mimarisiyle büyüleyen bir şehir. Rus ve Baltık etkisini bolca gördüğümüz, topraklarında acıların da zaferlerin de ortak olduğu çok kültürlü ve kökeni eskilere dayanan bu beyaz şehrin isminin nereden geldiğine dair birkaç rivayet mevcut. Kaşgarlı Mahmut eserlerinde ‘Kars’ kelimesini, deve ve koyun yününden yapılan elbise olarak nitelendirmiş. Başka bir kaynakta ise kelimenin Kafkas Dağları’nın kuzeyinden gelen Bulgar Türklerinin Velentur boyunun Karsak Oymağı’ndan geldiği rivayet edilir. Ayrıca Kars’ın Ermenistan-Gürcistan yolu üzerinde bulunması nedeniyle Gürcüce‘Kari’ (kapı) kelimesi ile alâkalı Kariskalaki (kapı şehri) ifadesinden geldiği de söylenmektedir. , Kars sınırdaki stratejik konumu dolayısıyla sürekli savaşlar görmüştür. Medeniyetin ilk izleri Urartular tarafında atılmış. 10. yy’da Ermeniler tarafından ‘Binbir Kiliseli Şehir Ani’ inşa edilmiş ve Anadolu’nun en zengin ve etkileyici kenti olarak anılmıştır. Sonrasında sırasıyla, Selçuklular, Gürcüler, Saltukoğulları ve Moğolların hâkimiyeti altında kalmıştır. 1500’lü yıllarda ise Osmanlı hâkimiyetine geçmiştir. Paşalar şehri olan Kars’ı en çok etkileyen dönem ise 1877-78 Osmanlı Rus savaşları sonucunda, 1878-1918 yılları arasındaki 40 senelik Rus hâkimiyeti dönemidir. O dönemde Çarlık Rusyası için büyük öneme sahiptir Kars. Rusların şehri askeri üs olarak kullanmalarının yanında şehirde yaptıkları görkemli binalarla da bunu kanıtlamışlardır. Aynı zamanda ızgara planlı yeni bir kent imar ederek caddeleri birbirini dik kesecek şekilde yeniden tasarlamışlardır. Bu sayede şehirdeki mimari doku o dönemlerde şekillenmeye başlamıştır.1918 başında ise Osmanlı’ya yenilen Rusya, Brest-Litovsk Antlaşması ile Kars’ı Osmanlıya bırakmıştır. Hemen ardından bölge başka bir savaşla kısa süreliğine İngilizlerin himayesine girse de, 1920’de Kazım Karabekir Kars’ı geri almıştır. Bu kadar çok medeniyetle buluşan Kars’ın mimarisi de elbette buna göre şekillenmiş. Ruslar şehre hâkim olduğu sürede Hollanda’dan mimar ve mühendisler getirterek Baltık mimarisi eserlerini şehre kazandırmışlardır. Binaların çoğu L ve U formunda tasarlanmış olup tek ve iki katlı, nadiren de üç katlıdır. Binaların asıl büyüleyen özellikleri ise binalarda kullanılan bölgeye özgü bazalt taşlarıdır. Bazalt taşı, Ağrı dağının eteklerinden çıkan volkanik bir taş türüdür. Binaların dış cephelerinde ise çoğunlukla kabartma bordürlere ve rölyeflere yer verilmiştir.
XXVIII
Kars Çayı kıyısında yer alan ve bugün Cheltikov Otel olarak kullanımda olan, eski Konservatuar Binası veya Hekimevi diye de anılan taş bina dönemin en gösterişli eserlerindendir. Rus Cheltikov ailesi için inşa edilmiş, sonrasında hükümete verilen bina, konservatuar ve opera binası olarak kullanılmıştır. Rusların Kars’ı terk etmesiyle de Hekimevi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Binanın dış cephesi Barok mimari tarzında sütunlar ve rölyeflerle süslenmiştir. Bina 2011 yılında otel olarak hizmete açılmıştır. Binaların içine baktığımızda ise farklı bir detay ilginizi çekebilir. Yılın büyük bir bölümünü kara kış altında geçiren Kars için, hâliyle ısıtma sistemi de farklı düşünülmüş. Binalar Ruslardan kalma ‘peç’ adı verilen şömine sistemi ile ısınıyor. Peç, odalarda bulunan şömineden çıkan havanın, binanın duvarları arasında kalan boşlukta dolaşarak ısıtılmasını sağlıyor. Özellikle tarihi binalarda bu sistemi görmek mümkün. Baltık mimari tarzında yapılmış adı çok sık duyulan bir diğer eser ise Vali Konağı’dır. 1921 Kars Antlaşması’nın imzalandığı konak, cumhuriyetin ilanından sonra Vali Konağı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bina tek katlı olup, yine L planlıdır. Vali Konağı’ndan sonra, bulunduğu caddenin en güzel köşesi olmasını sağlayan Defterdarlık Binası karşılar sizi. Hazan sarısı rengi taşlarıyla şehre en çok yakışan yapılardan biridir. Merkezden biraz uzaklaşıp, Kars’ın Ocaklı Köyü’nde yer alan Binbir Kiliseli Şehir olarak bahsettiğim Ani kentindeyiz. Ermeniler tarafında inşa edilen Ani tarihi kentine verilen isimden de anlaşılacağı üzere kentte birçok önemli kilise mevcut. Bembeyaz karların arasından yükselen yapılar şehre mistik bir hava verip, dinginliğiyle büyülüyor. Bulunduğu konumun önemi ise Arpaçay kıyısına kurulmuş olması. Bu nehir bugün Ermenistan ile Türkiye arasında doğal bir sınır görevi görüyor. Yani Ani’den baktığınızda Ermenistan’ı görmeniz mümkün. Ani’nin, en büyük ve en önemli yapısı ise Ani Katedrali. Sonsuz beyaz boşlukta tüm zarafetiyle yükselen katedralin mimarı Ortaçağ Ermenistan ustalarından Trdat Mendet. Katedral diğer yapılar gibi tamamen taştan yapılmış. Katedralin yakınlarında, kazı sonucu ortaya çıkarılan ve iki yanında dükkânların olduğu bir ortaçağ caddesi mevcut. Anadolu’ya açılan bir kapı olarak görülen Kars’ta daha birçok tarihi bina, camii, kilise ve köprü var. Her medeniyet onunla kendinden bir parçasını paylaşmış ve beyaz şehri tamamlamış. Bir gün yolunuz düşerse bu beyaz şehre, önce durup şehrin sonsuzluğunu dinleyin. Gökyüzünden aşağı süzülerek inen kristallere dokunun ve şehirdeki ışıltısını izleyin. Semaverde demlenen çaylar, sobalarda kızaran kestaneler, kızaklarla neşeyle kayan çocuklar ısıtsın içinizi. Anılarınızda Orhan Pamuk’un Kar romanındaki cümleleri canlansın. Ve şehre bir sonraki gelişinizi sabırsızlıkla bekleyin. XXIX
dosya.04
“
“
…Nasıl olsa yine bir gün Döneriz bu yollardan geri Senin bir elinde bir mendil Öbüründe kuş sesleri Cemal Süreya, Kars
XXX
Faydalanılan linkler: Akyüz, J., “16. ve 19. Yüzyıllar Arasında Kars Tarihi”, Kars Beyaz Uykusuz Uzakta, İstanbul 2006, s.77-93. Brumfield, W.C., A History of Russian Architecture, Cambridge 1993 Çiftçi, A., Kars’ta Rus İşgali Dönemi (1878-1919) Konut Mimarisi (Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara 2000. Tüysüz, C., “Doğunun Uygar Kenti Kars”, Kars Beyaz Uykusuz Uzakta, İstanbul 2006, s.31-73.
XXXI
GÖRSEL Oğuzhan Zeytinoğlu @ozartista/ zeytinogluo@gmail.com
L O S T O N Y O U
XXXII
XXXIII
Kariyer Planlaması: Çizim Programları YAZI İpek Akın / ipek.akin@tedu.edu.tr İMAJ Ahmet Kılınç / sahmet.kilinc@tedu.edu.tr
Mimarlık pratiğinde fikirler ve tasarımlar ancak görselleşebildiklerinde anlam kazanırlar. Teknolojiyle birlikte mimari ifade teknikleri de git gide gelişirken çeşitli çizim ve modelleme programları da mimarlık mesleğinin vazgeçilmez parçalarına dönüştü. Bu programlar çizim işlerini hızlandırmakla kalmayıp el ile çizilemeyeni de saniyeler içinde üretme potansiyelleri ile yeni ufuklar açtılar ve hatta yeni tasarım teknikleri de ürettiler. Çağdaş mimarlık pratiğinin işleyiş sürecinde önemli bir çark olarak yerini bulan bu programlara hâkimiyet, mimarlar ve tasarımcılar için de önemli bir avantaj ve güce dönüştü. Bu programların işlevlerini 2 boyutlu çizim, 3 boyutlu modelleme, gerçekçi malzeme ve ışıklandırma teknikleriyle 3 boyutlu modelleri işlemek (yani render), ve bunların sunumu, birleştirmesi ve ileri görsel işleme (örneğin Photoshop) olarak 4’e ayırabiliriz. Bu aşamaların tasarım sürecinde birbirini takip etmek zorunda olmadığını, çeşitli evrelerin birbirine geri besleme yapabileceğini
ya da aynı anda ilerleyebileceğini unutmamak gerekir. Ayrıca çizim, modelleme/görselleştirme becerileri de tasarım yetileriyle aynı şey değildir. Mimarlık eğitimi de bu programların meslek hayatındaki önemi ve yerinin farkında. Kimi mimarlık okulu bu programları müfredatına eklemişken kimi okullar da öğrencilerin bu alandaki yetilerini kendilerinin geliştirmelerini bekliyor. Bilgisayar yazılımları her ne kadar mimarlık mesleği için önemli bir yerde olsa da özellikle eğitimin ilk yıllarındaki öğrenciler için potansiyel bir tehlikeye de sahipler. Bu tehlike, programlarda hazır verilen tasarım araçlarının öğrencinin yaratıcılığını kısıtlayarak potansiyelini düşürmesi. Sadece eğitimciler değil, mimarlık öğrencileri ve mimarlar da bu tehlikenin farkında olmalı buna göre hareket etmeli. Eğitimimize kalem ile düşünerek başladık, elimizin her hareketi ve her çizgimiz ile tasarımımız değişti ve bu değişim, sonuç bizi tatmin edene kadar devam etti. Bilgisayar destekli tasarımda (CAD) kullandığımız yazılımlarla aldığımız sonuçlar benzer XXXIV
olsa da tasarım süreci farklı işliyor. Her programın kendi dilinden konuşma gerekliliği ve araçların amaca yönelik kullanılması kararın önceden verilmiş olmasını gerektiriyor. Bu durumda tasarımın çizim süreciyle ilişkisi de çizerken tasarlamaktan farklılaşmış oluyor. Piyasadaki mimari yazılımlar gün geçtikçe artıyor ve liste giderek uzarken mimarlık ofisleri de program becerileri konusunda seçici davranıyor. Bu seçicilik ofisten ofise değişirken uluslararası bağlamda da değişiyor. AutoCAD, Rhinoceros, 3ds Max, Revit (BIM), ArchiCAD (BIM), gibi programlar artık her mimarın bilmesi gereken programlar olarak yerlerini almışken öğrenilen her program mimarlık kariyeri için bir adım öne geçiriyor.
Bazı ofisler artık sadece BIM (Building Information Modelling), Türkçeleşmiş haliyle yapı bilgi modellemesi programları ile çalışıyor, bu programların özelliği diğerlerinden farklı olarak geometrik bilgiye ek olarak zaman, maliyet, mekânsal ilişkiler, coğrafi bilgi, ışık analizleri, malzeme bilgisi, statik hesap vb. çok katmanlı bir bilgi ağını da barındırması. Vectorworks programı da BIM programlarından başka bir tanesi. Bu programlar hem iki boyutta hem üç boyutta çalışmaya imkân sağlayan programlar ve hatta ışık ve malzeme bilgisi atayarak gerçekçi görüntüler de oluşturma özelliğine sahipler ya da bu işe yarayan V-Ray gibi eklentilerle birlikte çalışabiliyorlar. Modelleme ve gerçekçi görüntü elde etme konusunda Autodesk’in 3ds Max programı da akla ilk gelen programlardan. Hem öğrenciler hem de profesyoneller tarafından sıklıkla kullanılan, kullanımı basit ve pratik başka bir program da adını çok duyduğumuz SketchUp. SU programa iyi hâkim olunduğu
takdirde profesyonel görünen sonuçlar elde edilebilen bir program ve bu programın eklentilerinden biri pek duyulmamış olan Kerkythea. Bu eklentinin gerçekçi görüntü elde etme konusunda eğitim sürecinde çok kullandığım bir program olduğunu söyleyebilirim. Sadece malzeme atayıp “render alma” işlemini yapan programlardan bir başkası olan Lumion, kısa animasyonlar da yapmamıza imkân sağlıyor. Yazının başında bahsettiğim gibi zamanla programlar geliştikçe yeni tasarım teknikleri de gelişmiş oldu. Bilgisayar destekli tasarımla önü açılan parametrik tasarım (çeşitli veri ve değişkenlere bağlı şekillenen tasarım) kâğıt üzerinde kalemle yapabileceğimizden daha karmaşık bir süreç. Bir Rhinoceros eklentisi olan Grasshopper programı parametrik tasarım için bir grafik algoritma editörü. Alışıldık mimari programlardan farklı bir ara yüzle çalışıyor: tasarım süreci bir elektrik devresinin elemanlarını birbirlerine bağlıyormuş gibi gerçekleşiyor. XXXV
Hepimizin bildiği gibi mimarlar, mimari tasarımdan farklı olarak logo tasarımı, ürün tasarımı, grafik tasarım gibi farklı tasarım dallarıyla birlikte fotoğrafçılık ya da yayın çıkarma gibi pek çok farklı şeyle de ilgileniyor. Bu alanlarda da bir adım öne geçmek için Adobe programlarından Photoshop, Illustrator, Indesign gibi programlarda bilgi sahibi olmak da bizi bir adım daha ileri götürüyor. Sonuç olarak hem meslek hayatındaki rekabet hem de farklı ilgi alanlarında bir kariyer için program bilgi ve becerisi tasarım becerilerini de destekleyerek kalabalıktan ayrılmak için önemli bir etken haline geldi. Kimi ofisler bu konuda çok seçici davranırken kimi durumlarda da herkesin bilmediğini bilmek yarışmada öne çıkarıyor. Hem mimarlık adına hem de başka tasarım dallarında program bilgisi önemli bir yer tutuyor.
Mimarlar Neden Siyah Giyer? YAZI Yağmur Gülru Burhan ygulru.burhan@tedu.edu.tr KOLAJ Begüm Sarı begum.sari@tedu.edu.tr
Gün geçmiyor ki mimarlık dünyasında bu konuyla ilgili bir yazı yazılmasın: Mimarlar neden siyah giyer? Siz okurlarımıza bunun cevabını bildiğimi söylemeyi çok isterdim ancak yazımın başında belirtmeliyim ki kesin olarak bunu bilmiyorum, bilinebileceğini de düşünmüyorum. Ancak sizinle paylaşmak istediğim, kendime ait birkaç gözlem ve hislerim var bu yazıyı da bu yüzden yazmak istedim. Bu konuyu düşünmeye başladığımda aklıma gelen ikinci soru komedyenlerin neden siyah giyindiği üzerineydi. Bambaşka iki meslek grubu olmalarına rağmen giyim kodları nasıl aynı olabiliyordu? Yoksa bu meslekler arasında bir bağ bulunabilir miydi veya bu bağ sorgulanırken neden siyah giydikleri sorusuna bir cevap getirilebilir miydi? Böyle soru ve düşünce karmaşaları arasında ilk sağlam olarak ‘Evet, bu doğru olabilir’ dediğim düşünce, mimarların ve komedyenlerin giyimlerinin asgari ilgi çekicilikte olması ve yaptıkları işin gerisinde durmaları gerektiğiydi. Mimarlar aslında projeleriyle, ortaya çıkarttıkları ürünle varlar. Komedyenler de konuştuklarıyla, espirileriyle sahnede kendilerini var ediyorlar. Bu iki konunun da aslında kendi fizikleri veya kişiliklerinden çok ortaya çıkarıdıkları ürünlerle yaşayan meslek grupları olmalarıyla ilgisi var.
Mimarlık dünyasına küçük de olsa bir adım atan öğrencilerin çoğunda da bu gözlenebiliyor. Belki de bu yüzden üniversitelerde tüm bölümlerin arasında bir özellikleri var siyah kıyafetleri ve ellerinde bembeyaz paftalarıyla mimarlar. Ve konunun ilginç tarafı, mimarlık öğrencileri bile farketmeden bu siyah giyinme dalgasından etkileniyor. Sanki görünmez bir çekim, jüri günleri veya özel günlerde (burada jüri elbette özel günlerden ayrılır çünkü o çok özel bir gündür) bütün mimarlık öğrencilerini siyah giyinmeye davet eder. Bir kez daha düşününce bu davet belki de jüri günlerine özeldir, karanlık tarafa davet... “Come to the dark side” Konudan dağılmadan aslında siyah rengi ile ilgili de birkaç maddeye değinmek istiyorum. Genel kanının aksine, siyah rengi karamsarlığı ve kötülüğü çağrıştırmıyor, aksine asaletin ve üstünlüğün göstergesi. Hem göze çarpmayıp, göz almayıp hem de asil başka bir renk düşünemiyorum. Siyah için aynı zamanda kusurları kapatmasıyla ilgili birçok şey söylenir, malum fazla kilolarını saklamak isteyen herkes siyah rengine başvurur. Belki de mimarlar da proje stresiyle aldığı fazla kilolarını saklamak için siyah rengine başvuruyorlardır. Şaka bir yana, siyah renginin kusurları kapatması aslında belki de görünüşünüzü geri plana alarak mümkün olduğunca konuştuklarınızla ve ortaya çıkardığınız ürünlerle yaşamanız için bir adım oluyordur. Elbette burada renkli giyinen mimarlar projelerin önüne geçmeye çalışıyor demek değil ancak bunu bir duruş olarak değerlendirebiliriz. Aslında sade giyinen mimarlar da renkli de olsa aynı amaç doğrultusunda davranıyor XXXVI
olabilir, kendilerini geri planda, ürünlerini ön planda tutmak. Bir başka düşüncem ise bunun bir duruş olmasıyla alakalı. Her konuda olduğu gibi belki moda anlayışlarıyla da farklı dünya görüşlerini sergilemek isteyen mimarlar olabilir. Tüm farklı renkler ve tarzlara karşı sadeliği tercih etmek, neden olmasın? Açıkçası en içime sinen ve en kendime yakın hissettiğim sebep bu. Farklılığı renklerde aramak değil de düşüncelerde aramak ve bu arayış içinde mümkün olduğunca minimal ve sakin görünmek. Yıllardır konuşulmasına rağmen çözülemeyen bu sorunun belki de tek bir cevabı yoktur, birçok sebebi vardır ve mimardan mimara, kişiden kişiye değişiyordur. Bu bir felsefe de olabilir, yalnızca bir içgüdü de olabilir ama değişmeyen tek şey birçok mimarın siyah giydiği ve kimsenin de bu gizemi tam olarak çözemediğidir.
Tasarım Konusu: Gıda YAZI Merve Işık / merve.isik@tedu.edu.tr KOLAJ Begüm Balaban / begum.balaban@tedu.edu.tr
Peki ama hiç mutfakta bir şeyler tasarlamak aklımıza gelmiş miydi? Geçenlerde Arkitera’da gezinirken mimarlık öğrencilerine yönelik mutfak tasarım yarışmasını gördüm, biraz inceledim. Sonra aklıma aslında her birimizin pastanelere, kafelere veya restoranlara gittiğimizde ilk yaptığımız şeyin şöyle bir etrafa bakmak olduğunu farkettim. Nasıl dekore edilmiş, mutfak nerede, dolaşım nasıl sağlanmış gibi bir çok soru kafamızda canlanırken etrafı incelemeye devam ediyoruz. Mutfak tasarımları hakkında fikirlerimizi söylüyoruz. Mutfak malzemelerinin gelmesi için şöyle olması gerekiyor, çalışanların rahat servis yapması için şurası şöyle olmalıydı diye uzayan bir liste bu. Belki onlarca yüzlerce kez mutfak tasarımı yapacağız. Peki ama hiç mutfakta bir şeyler tasarlamak aklımıza gelmiş miydi? Onların aklına geldi. Bizimle aynı yollardan geçtiler, mimar oldular. Ancak hobi olarak yaptıkları pastalar daha sonrasındabir tutku haline dönüştü ve mimarlığın getirmiş olduğu tasarım gücünü pastalarına yansıttılar. Dinara Kasko onlardan biri. Ukraynalı olan Kasko, 28 yaşında pasta şefi bir mimar. Kendi internet sitesinde anlattığına göre, basit kekler ve tartlar yaparak bu yola başlamış. Mimarlık okulunu bitirdikten sonra bir süre mimar ve tasarımcı olarak çalışmış. Gösterimin ve sunumun lezzet kadar önemli olduğunu düşünüyor olmalı ki pastalarını farklı tasarımlarda yapmaya başlamış. Daha sonra pastacılık tutkusu mimarlığın önüne geçmiş. Aslında mimar olarak çalışırken de mutluymuş ancak pastacılığa karşı şuan daha çok ilgi duyduğundan bahsediyor. Tasarımlarını elle eskiz kâğıdına çizdikten sonra veya bilgisayarda çizim yaptıktan sonra üç boyutlu yazıcılar ile modellediği pasta kalıplarına koyup pişiriyor. Böylece enfes pastalarını hayata geçirmiş oluyor. Genellikle siyah, beyaz ve kırmızı renkleri kullanmayı tercih eden Kasko, mimaride sıklıkla kullandığımız geometrik şekilleri kullanmayı çok seviyor. Daireler, kareler, elipsler, düz çizgiler ve diğerleri. Şu an dünya üzerinde birçok ülkede ve şehirde kurslar veriyor. Mimar olmasından kaynaklı olduğunu düşündüğüm, tıpkı yapılan projelerdeki gibi pastalarının hepsinde bir fikir bulunuyor. Çoğu pastasının açıklama kısmına minimalist tarzda yapmaya çalıştığını yazmış. Bazılarında ışığın kontrastını göstermeye çalışmış, kiminde ise betondan esinlenmiş. Eğer Dinara Kasko’nun yaptığı bütün çalışmaları ve etkinlikleri merak ediyorsanız kendi web sitesinden ulaşabilirisniz. http://www.dinarakasko.com/ Diğer bi isim ise Marie Troitskaia. Fransa’da yaşayan Rus asıllı mimar. O da tıpkı Dinara Kasko gibi işi ile hobisini birleştirmeye karar vermiş ve bunun üzerine Miami’ye gidip pasta tasarımı stajı bile yapmış. Tasarımları Kasko’dan biraz daha farklı. Çikolatalardan dünyaca ünlü şehirlerin silüetleri veya şehirlerin sembollerini yaparak pastalarını süslüyor. Şehirler onun tasarımlarıyla adeta yeniden anlam kazanmış gibi. Ama maalesef bu güzel tasarımların sahibine ulaşabileceğimiz biz internet adresi bulunmamakta. Mesleklerini hobileriyle birleştirip yaptıkları işleri daha da aşkla yapan bu kadınlar gerçekten mükemmel işler çıkartmışlar. Tasarım güçlerini yalnızca mimari alanda kullanmayıp bambaşka bir alanda göstererek mimarların yaratıcılıklarının asla mimarlıkla sınırlı kalmayacağını tekrar göstermiş olmuşlar. Dünyada bu tarz işler yapan bir çok örnek olsa da maalesef henüz Türkiye’de bir örneği yok. Kim bilir dünya çapında ismini duyuracak ve harika tasarımlar yapacak olan birisi şuan bu
XXXVIII
PA STA DRAMI!!! XXXIX
REICHSTAG KUBBESİ YAZI Damla Sert / mdamla.sert@tedu.edu.tr İLLÜSTRASYON Gökçe Naz Soysal / gnaz.soysal@tedu.edu.tr
Almanya’ya gidişim çok ani oldu. Bu nedenle gezeceğim yerleri planlamak için çok az vaktim vardı. Oturup araştırmaya başladım ve dört güne sığdırılabilecek en geniş planı yapmaya çalıştım. Bu planda Reichstag Kubbesi’ni gezmek, şehre yukardan bakma imkânı sunduğu için birinci güne aitti. Fakat gittiğimizde rezervasyonla ilgili bir sorun yaşadığımız için ertesi güne kaldı. (Rezervasyonu kayıt ofisine giderek yapmak, aksilik yaşamamak adına daha iyi olabilir.) Ertesi gün gittiğimizde, insanları ufak gruplar halinde sıkı bir güvenlik kontrolünden geçirerek devasa bir asansörün içine alıyorlardı. Bu asansör sizi binanın giriş katından kubbeye taşıyor. Asansörden indiğinizde sesli rehber özelliği taşıyan kulaklıkların bulunduğu standı görüyorsunuz. Çoğu insan bu standı önemsemeden geçiyor. Rehberlerde pek çok dil seçeneği mevcut, Türkçe de bu diller arasında. Eğer yolunuz düşerse kulaklığı almayı ihmal etmeyin. Sesli rehber, adım atmanızla birlikte çalışmaya başlıyor ve bulunduğunuz konuma göre karşınızda yer alan yapıların tarihi ve mimarisi hakkında bilgi veriyor.
Kubbeden bahsedecek olursak; Alman İmparatorluğu’nun ilk parlamentosu olarak inşa edilen Reichstag Binası’na ait cam kubbe, Berlin’de bulunuyor. Kubbe, 1999’da ünlü mimar Norman Foster tarafından yenilenmiş. Kubbe, sabah da akşam da ziyarete açık. Cam bölümde iki adet spiral rampa yer alıyor. Çıktığınız rampa ile indiğiniz rampa birbirinden farklı. Rampalar, şehri 360 derece görüş imkânı sağlıyor. Sadece bu kubbeyi ziyaret ederek bile Berlin’in ünlü mimari yapılarını görmek mümkün. Bu nedenle Berlin’i gezmek için kısıtlı zamanı olanlar için harika bir başlangıç olacaktır. Kubbenin geniş görüş imkânı sunması ve mimarisi, halkın, hükümetten üstün olduğunu simgeliyor. Rampaların ortasında yer alan devasa ayna kaplı bölüm ise Almanya’nın birleşmesini temsil etmektedir. Aynalar, güneş ışığını parlamento ana salonuna yansıtacak şekilde konumlandırılmış. Bu sayede tartışmaların gerçekleştiği ana salon hem aydınlık hem de ferah bir atmosfere sahip. Rampalarda yürürken aşağı dikkatli baktığınızda ana salonun içini görmek de mümkün. Bu yapı tamamen çevre dostu olarak tasarlanmış ve yapıda enerji verimliliği esas alınmış. Yağmur suyundan faydalanmak için de kubbenin üstü açık bırakılmış. Buradan elde edilen su, kullanılmak üzere arıtılıyor. Kubbenin üstü açık bölümüne kadar eşlik eden sesli rehber sayesinde araştırdığınızda bulamayacağınız pek çok bilgi edinebilirsiniz. Bu nedenle rehbersiz gezildiğinde bazı bilgiler eksik kalabilir.
XL
XLI
dünyada neler
30 MART Workshop IAHmilan17 Archistart’ın öncülüğünü ettiği uluslararası bir atölye çalışması olan IAHmilan17, öğrenciler ve genç mezunlar arasındaki etkileşimi arttırmayı hedefleyerek, Milan’da 5 gün boyunca katılımcıların mimarlık ile uğraşmalarını sağlıyor. “Casa Chiaravalle” mekanlarının tekrardan canlanmasını konu eden atölye Avrupa’nın modern Rönesans şehri Milan’da katılımcılara harikulade bir fırsat sunuyor.
3-4MART 2017 Biennial TRIKONA Conference: VERNACULAR MIDAS Mimarlık Koleji’nin düzenlediği TRIKONA bienali profesyonel mimarların, akademisyenlerin ve öğrencilerin katılımı ile Hindistan’da 3-4 Mart tarihlerinde gerçekleştiriliyor. Bu senin konferans başlığı ise “vernacular” yani “ana dile ait, yerel”.
XLII
8-11 MART Design Shanghai 2017 Media 10’un öncülüğünde gerçekleştirilen uluslararası tasarım etkinliğinde mimarların ve tasarımcıların katılımı ile birbirinden yeni ürünlerin tanıtılmasına olanak sağlanıyor. Özellikle Çin tasarım endüstrisine hitap eden bu etkinlikte, yerel ve ithal ürünlerin bir arada var olması iki tarafı da güçlendirmeye yarıyor.
oluyor? 18 MART Berlin Art Prize 1948’den beri her yıl çeşitli dallarda başarılı görülen kişilere verilen Berlin Art Prize bu yıl da Berlin’deki Akademie’s Pariser Platz’da sahiplerini buluyor. Kategoriler arasında mimarlık, sinema, edebiyat, müzik, sahne sanatları ve görsel sanatlar mevcut. Mimarlık dalında ise İspanyol mimar Francisco Mangado bu ödüle layık görülmüştür.
19 MART’TA BİTİYOR Designed to Last Exhibition Swedish Centre for Architecture and Design (ArkDes)’te düzenlenen ve Residence dergisi katkılarıyla gerçekleştirilen “Designed to Last” sergisi çağdaş tasarım bünyesinde sürdürülebilirlik konusunu irdeleyerek; Fredrik Färg, Emma Blanche, Calle Forsberg, Petra Gipp, Emma Olbers, Folkform, Johan Carpner, Christian Halleröd, Massproductions, Melo ve Carina Seth Andersson’ın çalışmalarına yer veriyor.
26 MART’TA BİTİYOR Alvaro Siza, Sacro Roma’daki MAXXI (Ulusal 21. Yüzyıl Sanatları Müzesi)’nde Achille Bonito Oliva and Margherita Guccione küratörlüğünde hazırlanan sergide dünyaca ünlü Portekiz mimar Alvaro Siza’nın kendisinin “kutsallık” kavramı bağlamında ilişkisellik ile ürettiği çizimler, projeler ve nesneler sergilenmektedir.
23 MART Emerging Voices: Scott & Scott Architects; OJT The Architectural League of New York tarafından düzenlenen söyleşide OJT ve Scott & Scott Architects’in katılımı ile genç mimarlara öncü olunması hedefleniyor. Gelişme yolunda olan mimarlara yol göstererek mimarlık, şehircilik gibi disiplinlere hitap edilmesi planlanıyor.
XLIII
15 MART African Modernism: Iwan Baan Center for Architecture / AIANY’ın ev sahipliğini yaptığı mimari fotoğrafçı Iwan Baan’ın da çalışmalarının olduğu “Architecture of Independence - African Modernism” sergisinde koloni sonrası 60lar ve 70ler Afrika’sındaki modern mimarlığın ve ulus inşasının karışık mirası keşfediliyor.
YAZI Merve Şanlı İMAJ Pınar Oktar merve.sanli@tedu.edu.tr npinar.oktar@tedu.edu.tr
g e o m
g e o m Fotoğraf Kübra Sönmez kubra.sonmez@tedu.edu.tr
e t r i
e t r i
IF BAĞIMSIZ FİLMLER FESTİVALİ 15 yıldır kültür ve sanat hayatına yeni bir soluk getiren, dünyanın farklı yerlerinden farklı bakış açılarına sahip sinamaseverlerin buluştuğu bu etkinlik 2-5 MART tarihleri arasında Armada Cinemaximum Sinemalarında gerçekleşecek. Düzenlenen partiler, atölyeler ve çeşitli etkinliklerle zengin bir programa sahip olan bu festival sinemaseverlerle buluşmayı bekliyor.
BEN FRIDA KAHLO Meksikalı ünlü ressam Frida Kahlo’nun hayatını konu alan tek perdelik müzikal oyun Ankara Devinim Tiyatrosu 5.Sanat Yılı şerefine 26 MART’ta CerModern’de izleyicisiyle buluşmaya hazırlanıyor.
AMADEUS 25 Eylül 2005 tarihinde Dünya Prömiyerini yapan ve 29 ARALIKta Opera Sahnesi’nde Türkiye ve Ankara Prömiyerini gerçekleştirecek olan bu sezonun yenilerinden olan Amadeus Ankaralı izleyicisiyle buluşmaya hazırlanıyor. Bu buluşma 16 Mart tarihinde Opera sahnesinde gerçekleşecek.
DELİ SAÇMASI Akıl hastanesinde işlenen bir cinayet ve cinayeti çözmekle görevlendirilen bir dedektifin başından geçenlerin anlatıldığı oyun Ankara Düş Kapanı Sanat Merkezi Sinema Topluluğu tarafından 4 MART tarihinde Düş Kapanı Sanat Merkezi’nde Ankaralı izleyicisiyle buluşuyor.
FERHANGİ ŞEYLER Ferhan Şensoy’un 7 Mart 1987 yılından beri aralıksız oynadığı tek kişilik gösterisi 1 MART ’ta ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi’nde Ankaralı izleyiciyle buluşuyor. Bu gösteride gündelik herhangi olaylar Ferhanca cephesinden mizah penceresinde değerlendirilerek izleyiciye sunuluyor.
XLVI
YÜZLEŞME Rüya bir eserdir, uyku ise yaratıcı sürece giren bir zihin. Başımızın yastığa düşmesiyle düşünceler başlar. Uyku öncesi yaşanılan bir can sıkıntısı, iç geçirme sırasında bilinçaltı devreye girer. Günün kalıntıları, çocukluk anıları veya bedeninizin ihtiyaçları beliriverir. Bilinçten bilinçaltına açılan bir kapı, sonlu olanın sonsuz olanı hiçbir zaman kavrayamadığı... Tam da bunları içeren bir sergi bekliyor sizleri. Hande Çolpan ve Serhat K arademir’in bilinç, bilinçaltı ve rüyalar olarak nitelendirdiği Yüzleşme Sergisi 15 Şubat-12 MARTtarihleri arasında CerModern’de ziyaretçilerini bekliyor olacak.
BAROKTAN TANGOYA 8 MART Çarşamba günü müzikseverlerle Bilkent Senfoni Orkestrası Konser Salonu’nda Bilkent Oda Müziği Günleri kapsamında müzikseverlerle buluşacak olan bu konserde Bilkentli profesyonel müzisyenler yer alacak. Duo 1+1’in sunacağı barok müzik repertuvarından sonra Bilkent solistleri ve bandoneon sanatçısı Tolga Salman, Astor Piazzolla’nın tangolarını seslendirecek.
YAZI Melis Bolat İMAJ Yağmur Bektaş melis.bolat@tedu.edu.tr yagmur.bektas@tedu.edu.tr
“TOPLUMSAL CİNSİYET VE KENT MEKAN” SEMPOZYUMU Şehir Plancıları Odası Kadın Komisyonu’nun düzenlediği “Toplumsal Cinsiyet ve Kent Mekan” Sempozyumu, 11-12 MART tarihlerinde Ankara Barosu Eğitim Merkezi Toplantı Salonu`nda yapılacak. Bu sempozyum kent çalışmaları alanında toplumsal cinsiyete bakış açısının derinleşmesine katkı sunmayı amaçlamaktadır. Sempozyum tartışmalarının konuları;
ANKARA DÜNYA MÜZİKLERİ FESTİVALİ Ankara Dünya Müzikleri Festivali üçüncü senesinde MEB Şura Salonu’nda izleyicileriyle buluşacak. Bu etkinlik dünya müziğinin önemli isimlerini Ankaralı müzikseverlerle buluşturuyor. 5 MART tarihinde başlayan etkinlik 10 MART tarihinde sona erecek. Program ise şöyle;
- Mekansal ve stratejik planların hazırlanması ve uygulanması süreçleri, - Kentsel tasarım ve kamusal mekanların oluşumu - Barınma ve mülkiyet sorunu, - Hak temelli mücadeleler, - Emek süreçleri/ emek politikaları ve mekan, - Doğal kaynakların özelleştirilmesi, - Kentsel planlama dışındaki yerel hizmetlerin sunumu, - Yerel hizmetlerin yerine getirilmesinde merkeziyetçilik ve idari vesayet
Teresa Salgueiro-5 Mart Pazar Ambrogio Sparagna-6 Mart Pazartesi Souad Massi-7 Mart Salı Dhafer Youssef-8 Mart Çarşamba Ara Malikian-9 Mart Perşembe Yemen Blues-10 Mart Cuma
XLVII