theVOID No:O3 SUBAT .
O
the Void, No:03, Şubat 2017 Yayın Yönetmeni: İrem Baz & Melis Acar İmaj Yönetmeni: Çağrım Koçer & Didem Zeynep Ödemiş Tasarım ve Uygulama: Elif Görkem Köse Düzelti: Atacan Okumuş Yayın Türü: Yerel, Süreli Yayın Aylık, Mimarlık ve Tasarım Dergisi Kapak Fotoğrafı: Nilay Karaköy İmaj : Pınar Oktar #shadowProject: Gökçe Naz Soysal, İpek Karaoğlu, Melis Küçüktunç, Meycan Yeğin, Dilara Özlü İçerik Fotoğraf: Kübra Sönmez Basım Yeri:Reklam Vermek İçin: İletişim: thevoid.archmag@gmail.com İnstagram: thevoid.mag
Ş
OCAK
#shadowProject
ĹžUBAT #monochromeProject
İÇERİK 68 9 10 1214
Bir Fark Edilmeyen: Ankara Vali Konağı
Beden, Hareket ve Mekân Aysu Gürman
Melis Acar
Kariyer Planlaması: Stajlar İpek Akın
Mimari iletişim Yöntemleri ve Elemanları Ufuk Uğurlar
Mimarlıkta Niş İlayda Genç
1617
Ulaşım Mekanları: Ankara Metrosuna Bakış Özgü Özcan
Gelecek Kaygısı
1820 22 21 24 26
Mimaride Tarihselcilik
İpek Deniz Alpdğan
Merve Işık
19
Mimarlık İçin Reklamlar
Moda Nedir, Nereden Gelir? Yağmur Burhan
!
Melis Acar
Behice Özer
Dil Üzerinde Durmak Lazım Biraz Elif Ezel Özenir
Kentsel Bellek: LONDRA Melis Küçüktunç
28
Dosya.03: Yakın Gelecekte Bir Tutam Yeşile, Bir Yudum Suya Muhtaç Kalacağız İrem Baz
K
34
36 8 3 ... 40
Gerçek #saltbae Defne Işıklı
Dünyada Neler Oluyor? Merve Şanlı
Melis Bel
Bu Ay Nereye Gitsem? [Ankara] Melis Bolat
Bir Fark Edilmeyen: Ankara Vali Konağı YAZI Melis Acar KOLAJ Dilara Özlü & Yağmur Bektaş
Ankara kentinin güneşli bir gününden... Belli ki yirminci yüzyılın başları… >Beni gezdirme nezaketinde bulunduğunuz için teşekkür ederim; daha önce hiç Ankara’yı görmemiştim. <Bu kentin her köşesini görmeden gitmeniz büyük yazık olurdu. Yorulmadığınızdan emin misiniz? At arabaları hemen şu köşeden kalkar. >Hayır, hayır, elbette eminim. Bir kenti ancak adımlarınızla tanıyabilirsiniz. Peki, söyler misiniz bana şu an neredeyiz? <Hükümet Meydanına gelmiş bulunuyoruz hanımefendi. Hemen karşımızda Hükümet Konağını görürsünüz. Siz sormadan söyleyeyim evet Mustafa Kemal Paşam Ankara’ya geldiğinde burada istirahat etmiştir. Ah ne de kalabalıktı o gün bu meydan. Bir görseniz, ah bir işitseniz o şenlik seslerini! >Gazetelerde okumuştum elbet. Ne çok isterdim burada olmak. Rica etsem bana Hükümet Konağından daha çok bahseder misiniz? <Ah hanımefendiciğim neyden bahsedeyim ki? Geçen yüzyılın sonlarında bir konak varmış sanırsam. Sonra yıkmışlar bu binayı yapmışlar. Lakin önemi yok, önemi yok. Gelin sizi yeni meclis binamıza doğru götüreyim. Eski binalar eskide kaldı. >Alınmayın ama artık sizden ayrılmamın zamanı geldi beyefendi. Eskiyi tanımlamak zordur. Bana kalırsa birkaç saniye önceki cümleleriniz eskidir artık. Unutmayınız ki biz gelecekleri geçmişin üstüne kurarız. Tarihi küçümsemeyin, ne olursa olsun. Sahne değişir. 21.yüzyıl Ankara’sında yaşayan genç bir mimar bilgisayarının başındadır. Yazar…
VI
Kent
duvarlarının iki yüzü vardır. Sadece iç yüzü görenler kapalı ama huzurlu kentlerdir. Dış yüzü görmek ise biraz cesarete, biraz da gelişime bedeldir. Şanssızlık o ki, Ankara hiç cesur olmadığı bir yüzyılda kent duvarlarının dışına taşmış ve gelişimden çok değişime uğramıştır. Ve yine şanssızlık o ki, Ankaralılar söz konusu olan 19.yüzyılın getirdiklerini hiçbir zaman takdir etmeyi bilememiştir. 19. yüzyılın başlarına kadar bilindiği üzere Ankara valileri kiralanan büyük konaklarda kalmaktaydılar. Ümmühan Hanımdan 1824 yılında satın alınan Hacı Abdi Paşa Konağı bu durumu değiştirmiş, Ankara Vali Konağı (Halk arasında Hükümet Konağı veya Vilayet Konağı olarak da kullanılmaktadır) oluşturulmuştur. Bazı güncel kaynaklar bu konağın yıkıldığını ve 1897’de yerine daha büyük bir binanın inşa edildiğini doğrulamaktadır. Yeni yapılan binanın mimarı bilinmese de Kurtuluş Savaşı’ndaki yeri hiç kuşkusuz bilinmektedir.
1919’da İzmir’deki Yunan istilasından hemen sonra, Vali Konağı’nın önündeki büyük meydanda (Hükümet meydanı) Ankaralılar milli mücadeleye desteklerini belirtmek için toplanmışlardır. Aynı yılın Aralık ayında Mustafa Kemal Atatürk Ankara’ya gelmiş, bu meydanda şenliklerle karşılanmıştır. Ardından Mustafa Kemal Vali Konağında istirahat etmiş, gerekli toplantıları gerçekleştirmiş ve savaş yılları boyunca bu binadaki çalışma odasını kullanmıştır. Ayrıca Cumhuriyet’in ilk yıllarında hiçbir hükümet binasının bulunmamasından ötürü TBMM hükümeti ilk çalışmalarını bu binada gerçekleştirmişlerdir. Anlaşıldığı üzere 1897 yapımı bu binaya 2006 yılında geniş çaplı bir yenileme projesi uygulanmıştır. Ulus’da görülen Ankara İl Valiliği binası bahsi geçen binanın ta kendisidir. Senelerce Ankara’nın kalbinde yer alan bu binaya ilgi nedense azdır; bu yazıyı yazan ben, bu yazıyı okuyan sen ve belli ki birkaç tarihçiyle sınırlıdır sayı. Sebebi, meçhul nedenlerle sevilmeyen 19. yüzyıldan mıdır yoksa önemsenmemiş Ankara kimliklerinden biri midir bilinmez. Benim diyeceğim şudur ki takdir etmeyi bilmeyen bizlerin bir eksikliği olarak kalmamalıdır bu binanın tarihi. SON
KAYNAKÇA -Aktüre, S. (1978). 19. Yüzyıl Sonunda Anadolu Kenti: Mekânsal Yapı Çözümlemesi, İTU Mimarlık Fakültesi. -İğdi, Ö. Abidin Paşa’nın Ankara Valiliği. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi. -Kavas, U. (2014). Yıldız Albümleri’nde Ankara Fotoğrafları. TC Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon. -Özdemir, R. (1998). XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Ankara / Fiziki, Demografik, İdari ve Sosyo-Ekonomik Yapısı 1785 – 1840, Kültür Bakanlığı. -Tarihin Şanlı Sayfalarından Günümüze Ankara Valiliği Binası. (tarih belirtilmemiş). Görüntülenme tarihi: Ocak 14, 2017, link: http://ankaraarsivi.atilim.edu.tr/shares/ankara/files/Ankara_Valilii_Binas.pdf -VEKAM Dijital Arşivi, Fotoğrafların arşivden alınması için talep ve izin tarihi: 26.01.2017.
VII
BEDEN, HAREKET VE MEKÂN YAZI Aysu Gürman İMAJ Didem Zeynep Ödemiş
Belirli bir mekânda, sürekli yapmaya devam ettiğiniz bir hareketin oluşturduğu dizi içinde bedeninizin hareketlerinize bağlı olarak duruşunun nasıl değiştiğini fark edin. Mutfakta yemek yapan birini düşünün.
Buzdolabının en alt rafında bulunan sebzelikten sebzeleri almak için yere çömelişini, sebzeleri yıkayışını, parmak ucunda yükselerek üst raftan tabak çıkarışını, alt rafa eğilerek kesme tahtasını alışını, yemekleri pişirdikten sonra sofraya tabakları uzanarak koyuşunu… Bu ifadelerin her biri, bir hareketi tanımlıyor. Bu hareketler uç uca eklenerek bir eylemi oluşturuyor, “yemek yapmak” gibi. Her eylem, kendine ait bir dizi yaratıyor. Verilen örnek içerisinde bu diziyi, depolamak, temizlemek, pişirmek ve yemek ifadeleriyle oluşturabiliriz. Beden de bu dizide gerçekleştirdiği hareketlerle kendine ait bir alan tanımlıyor. Bu alan içerisinde her hareketle, o harekete ait bir duruş alıyor. Bedenin hareket ve mekân ile kavramsal ilişkisi, çizgisel ifadelerle soyut bir şekilde ele alınabilir. Bu çizgisel ifadeler, bedenin temel bölümlerinden ve duruş farklılıklarından gelen temel aksları oluşturmaktadır; başın hareketini gösteren baş aksı, gövdenin hareketini gösteren gövde aksı, kolların hareketini gösteren kol aksları ve bacakların hareketini gösteren bacak aksları. Bedenin dizi içerisinde gerçekleştireceği harekete bağlı olarak baş, gövde, kol ve bacaklar, mekânı oluşturan yatayda ve dikeyde tanımlanan yüzeylerle açısal ve alansal ilişkiler kurmaktadır. Bu bağlamda beden, hareket ve mekân kavramları incelendiğinde tasarlanacak olan mekânda gerçekleşmesi beklenen hareketi ve bu hareketin oluşturduğu diziyi analiz etmek gerektiğini düşünüyorum. Böylelikle mekân tasarımı, içinde bulundurduğu hareket-dizi kurgusunun ve bu kurgunun temelinde yatan beden-hareket ilişkisinin bir araya gelmesiyle gerçekleşmiş olur. Beden-hareket ilişkisinden çıkarılan yorumlar, belirli bir seviyede çeşitlilik katmanlarına ve mekânsal deneyimlere yansımalıdır. Örneğin “arada kalmışlık” konseptini ve bu konseptin oluşturduğu mekânsal koşulları ele alalım. Bu noktada “arada kalmışlık” durumunun beraberinde açıklanabileceği bir anahtar kavram ikiliği tanımlanması gerekir; içerisi-dışarısı, aydınlık-karanlık… Art arda ve geçen zamana göre sıralanan birbiriyle “arada kalmışlık” konsepti ve bu konsept başlığı altında seçilen anahtar kavramlar çerçevesinde ilişkili deneyimler, deneyim dizisini oluşturmaktadır. Seçilen kavramlar ile mekânın tanımlanması ve ölçeklendirilmesi, zaman ve zamanla değişen, gelişen, dönüşen mekânsal deneyimlerin analizinden yararlanılarak sağlanabilir. Böylelikle bir bütün içerisinde kullanıcı-zaman-mekân ilişkisi çeşitlenerek kendini var eder. Bu ilişki beraberinde insan ölçeği ve mekân algısı çalışmalarını getirir.
VIII
Mekân, geçen zaman içerisinde eylemin sağladığı deneyim dizisini oluşturan ifadelerden algılanabilir. Burada bahsedilen ifadeler, hareket kavramına kadar ulaşan diziyi oluşturan eylemin alt birimleridir (yazının başında mutfakta yemek yapan biri örneğindeki depolamak, temizlemek, hazırlamak, pişirmek ve yemek ifadeleri gibi). Deneyim dizisini oluşturan her ayrı ifade, “arada kalmışlık” ve anahtar kavram ikiliği ışığında beden-hareket ilişkisi adına kendinden önce ve sonra gelen ifadeler ile süreklilik sağlamaktadır. Bu süreklilik, zaman kavramı ile bağlantı kurarak kullanıcı için hareket ve algı çeşitliliği sunmaktadır. Arada kalmışlık konsepti aydınlık-karanlık anahtar kavram ikiliği ile çalışılırsa, karanlık bir mekândan aydınlık bir mekâna geçiş sürekliliğinde sunulabilecek ifadeler önce belirlenmelidir (salına salına yürüme, ileride fark edilenin heyecanıyla hızlanarak yürüme, yavaşlayarak yürüme, durma). İlerleme eylemi, ifadelere parçalanarak hedeflenen hareket çeşitliliğini sağlar. Hareketler ise aydınlık ve karanlık anahtar kavram ikiliğiyle birlikte çalışarak mekânsal algı çeşitliliği sağlar. İfadeler bir araya gelerek, kullanıcının ilerleme eylemi boyuncaaydınlık-karanlık olarak seçilen anahtar kelimelerle bir deneyim dizisi oluşturur.
IX
Kariyer Planlaması: Stajlar YAZI İpek Akın İLLÜSTRASYON Gçkçe Naz Soysal
Mimarlık mesleği yolunda ilerlediğimiz eğitim hayatımızın bir parçası olan stajlarımız şantiye ve ofis stajları olmak üzere ikiye ayrılıyor. Bu zorunlu stajlar yaklaşık beş ila altı hafta sürüp yaz aylarında mesleki tecrübe anlamında çok verimli ve faydalı oluyor. Ofis ve şantiye olarak ayrılmış olmaları kariyerde takip edilen yolların en popülerleri oldukları için olsa gerek. Bu uygulamalı öğrenme dönemi, okuldaki eğitimin eksik kaldığı teknik ya da pratik konularda tamamlayıcı bir rol oynuyor, diğer taraftan her öğrenci farklı bir ortamda bunu tecrübe ettiğinden öğrencilerin de bilgi birikimi ve deneyim açısından farklılaşmasına ve özgünleşmesine olanak sağlıyor.
X
Karşımıza ilk çıkan staj, şantiye stajı. Bu dönem özellikle sektörde kullanılan malzemelerin tanınması, uygulamalarının öğrenilmesi ve bir yandan da şantiye ortamının, hiyerarşisinin ve işleyişinin anlaşılması açısından çok önemli. Bu deneyimin meyveleri bana sorarsanız en çok ofis stajında alınıyor. Beş ile altı haftalık süreç, inşaatın hangi aşamasına gelirse gelsin (kaba inşaat ya da ince iş) bu süre inşaatın toplam süresi ile karşılaştırıldığında çok kısa bir yer kaplıyor ve bu kısa sürede de yapılan işlerin cinsi açısından çok bir değişiklik yaşanamıyor. Bu durum tabii ki şantiyenin büyüklüğüne de bağlı olarak değişiyor, örneğin aynı anda farklı inşa aşamalarında bulunan çok yapılı bir şantiyede aynı anda yürütülen işlerin sayısı ile küçük bir şantiyedekilerin sayısı birbirinden farklı olabiliyor. Bu nedenle ben şantiye stajı süresini daha fazla çeşit iş görebilmek adına ikiye bölme taraftarıyım.
Ofis stajı ise ofis ortamını görmek, ofis hayatını ve temposunu tanımak, çalışanların ve ofisin başındaki kişilerin görevlerini ve bu işlerin birbirleriyle ilişkisini, bir araya gelerek çalışma mekanizmasını anlamak adına çok önemli. Beş ila altı haftalık süre zarfı, hem bu ortama alışmak için, hem de bir projenin arzu edilen haline ulaşmasını gözlemleyebilmek adına bölünmemeli. Ofis stajı, üstünde çalışılan bir yarışma projesi de olsa bir uygulama projesi de olsa bir ofisin tasarımsal ve düşünsel prensiplerini tanımak açısından çok etkili. Bu staj aynı zamanda kariyer hayatında ve özgeçmişte güçlü bir yere sahip. Stajların öğrencilerin özgünleşmesi ve olgunlaşması açısından etkisi göz önüne alınarak, kişi nerede staj yapacağını özenle seçmeli. Staj yapılan yer bir referans olarak alınarak, ne yapılmak istendiğini, belki daha da önemlisi ne yapılmak istenmediğini fark etmeyi sağlıyor. Bu mesleki deneyim süreçleri aynı zamanda bir kariyer yolu çizerken alınan kararlar açısından etkileyici bir yere de sahip. Şantiye ve ofis stajları, mezuniyet sonrası en olası (ve beklenen) kariyer yolu olan mimarlık mesleğinin icrasına yönelik planlanmış ve zorunlu hale getirilmiş olsalar da meslekle ilgili başka olası kariyerler de düşünülerek bu amaçla bir deneyim kazandırmayı amaçlayan yeni stajlar da planlanabilir. Lisans sonrası akademik bir hayatı tercih etmek hem çok olası başka bir kariyer rotası hem de mimarlık eğitiminin XI
sürdürülebilirliğini sağlamak açısından gerekli. Akademik hayatı seçmeyi düşünen mimarlık öğrencilerine yönelik, bu yolda mezuniyet öncesi mesleki deneyim kazandırmayı amaçlayan staj süreçleri tasarlanabilir ve gelecek planlaması açısından belirleyici role sahip olacaklardır. Bu ve bunun gibi alternatif geleceklere hazırlanmaya yönelik stajlar zorunlu olmak yerine seçmeli olarak öğrencilere sunulabilir.
MİMARİ İLETİŞİM YÖNTEMLERİ VE ELEMANLARI YAZI Ufuk Uğurlar KOLAJ Aylin Aşır FOTOĞRAF Ezgi Samancı
İLETIŞIM VAROLUŞTAN BERI INSANLARIN BIRBIRINE DUYGU, DÜŞÜNCE, BILGI VB. ŞEYLERI HERHANGI BIR BIÇIMDE VEYA YOLLA AKTARILMASINI TEMEL ALMIŞTIR. MIMARLIK DA BU AMAÇ DOĞRULTUSUNDA BENLIĞINE YÖN VERMIŞ ALANLARDAN BIRIDIR. TASARIMCILARIN ISTENILENI KULLANICIYA ULAŞTIRMASI MIMARLIĞIN ILETIŞIM ILE OLAN BAĞININ KUVVETLILIĞINI GÖSTERIR. BU SEBEPLE MIMARLIĞI BAŞLI BAŞINA BIR ILETIŞIM ARACI OLARAK DEĞERLENDIREBILIRIZ. FAKAT MIMARLIK ÇOK GENIŞ BIR KITLEYE HITAP ETTIĞI IÇIN KENDI IÇINDE DE ÇEŞITLI TEKNIKLERE SAHIPTIR. DAHA ÖNCEKI YAZILARIMDA DA DEĞINDIĞIM GIBI BU TEKNIKLER KENDI IÇINDE FARKLI ÖZELLIKLER VE GELIŞMELER BARINDIRIR. MIMARI ILETIŞIM YÖNTEMLERINI VE ELEMANLARINI BASIT ANLAMDA SINIFLANDIRMAK ISTERSEK, GÖRSEL VE FIZIKSEL AÇIDAN INCELEYEBILIRIZ. BU YAZIDA FARKLI MIMARI ILETIŞIM YÖNTEMLERIN HANGI ZAMANLARDA IYI IŞLEDIĞINI, NE KADAR DOĞRU KULLANILDIĞINI DEĞERLENDIRECEĞIM. Mimari iletişim yöntemleri denince akla gelen ilk şey çizim olacaktır. Yapılan tasarımın özelliklerini anlatmanın en yaratıcı şekli olan çizimler, içinde bin bir türlü farklı eleman barındırmasıyla da ön plana çıkmaktadır. Tasarımcı aklındaki fikirleri bireylere aktarırken sözlü anlatımını çizimleriyle destekleyici hale getirip, dinleyici zihninde daha nesnel şeyler canlandırabilir. Eğer ki tasarlama süreci geçmiş ve artık bitmiş ya da bitmeye yakın bir çalışma üzerinde sunum yapılıyorsa, teknik çizim kullanımı yapılan iş hakkında en detaylı bilgiyi verecek olan XII
bir yöntemdir. Bir yapının, binanın ayrıntılı bir şekilde cephe, kesit gibi çizimlerinin kullanılması tasarım bilgisinin aktarılmasında çok faydalı olacaktır. Günümüzde mimari iletişim bağlamında yapılan her türlü veri aktarımında teknik çizim kullanımı oldukça doğru ve yerinde kullanılıyor. Mimari iletişimde güçlü bir yeri olan çizimlerin bir diğer alt başlığı ise diyagramlar ve karalamalar olacaktır. Tasarımcı zihnini en doğal haliyle yansıtan karalamalar ve beraberinde oluşturulan diyagramlar bir işin arkasında yatan en sade düşünceleri çok kuvvetli bir şekilde gözler önüne serer. Bu yüzden mimari süreçte mutlaka kullanılması gereken ve paylaşılmaktan kaçınılmaması gereken önemli elemanlardan biri olarak değerlendirmek lazım diyagramlar ve karalamaları. Bunlardan farklı olarak son zamanlarda daha revaçta olan kolajlar ise mimari iletişimde önemli bir yer ediniyor. Yapılan tasarımın vurgulanmak istenen özellikleri kolaj tekniği kullanılarak verimli bir şekilde başkalarına aktarılabilir. Bu günlerde teknik çizimler ile bir arada kullanılabilen kolajlar iletişimde yaratıcı ve yenilikçi bir yöntem olarak göze çarpıyor. Mimari iletişim yöntemleri başlığında çizimin yeri vurgularken en dikkat çekici olan bilgisayar programlarını da atlamamak gerekir. Günümüzde hızla gelişen teknolojiyle birlikte mimarlıkta ve iletişiminde kullanılan bilgisayar programları yaygınlaşmıştır. Yapılan tasarımın başkasına iletilmesinde bilgisayar programları üç boyutlu görsel ürünler üretmektedir. Bu sebeple oldukça kullanışlı ve verimli olduğu aşikâr fakat bu amaçta oluşturulan programlar çok doğru kullanılması gereken bir elemanlardır. Çünkü üretilen bilgisayar programları bir tasarım aracı değil gelişmiş bir iletişim aracıdır. Eğer iletişim ve tasarım arasındaki ince denge doğru kurulabilirse, sürekli bir gelişim içinde olan bilgisayar programları mimari iletişimde hatta genel olarak mimarlık alanında çok verimli elemanlar olacaktır.
Çizimlerin mimari iletişimdeki büyük görevini vurguladıktan sonra bir o kadar güçlü ve net bir iletişim yöntemi olan maketlere değinmek istiyorum. Maketler yapılan tasarımın 3 boyutlu haliyle elle tutulabilir olmasından anlaşılma seviyesini yüksek noktalara taşıyabiliyor. Karmaşık ya da zorlu bir projenin aktarımında çizimlerin bile yetersiz konumda kaldığı bir anda maket kullanımı insanlara çok yardımcı olur. Maket yapılırken kullanılabilecek sayısızca farklı malzeme olması projenin dikkat çekici noktalarının vurgulanmasında olumlu bir fayda sağlar. Mimari iletişim göz önüne alındığında maketler, çizimlerle birlikte birbirini tamamlayıcı bir rol oynamaya devam edecek ve mimarlık alanında her zaman varlığını sürdürecek bir yöntem olarak kalacaktır. Mimari iletişimde yerinin fazla olmadığını düşündüğüm bir diğer yöntem var ki o da yazılı metinlerin kullanımı. Şu gerçeği unutmamak gerekir; bir tasarım asla tek başına bir metin olarak başkalarına doğru bir biçimde aktarılamaz. Ama dilimizdeki zengin anlatım özelliklerini kullanarak
yapılan iş çok farklı bakış açılarından kişilere aktarılabilir. Mimari alanda yapılan tasarımların sosyokültürel bağlamda olan ilişkileri yazılı anlatımlarla süslenebilir. Oluşturulan bu iletişim ortamı yapılan tartışmalarla da güçlü bir hal alır. Tartışmalar, fikir alışverişleri mimarlık alanındaki iletişimin en faydalı parçalarından biridir. Bu yüzden tasarımcıların günümüzde kullanımı pek yaygın olmayan yazılı metinler ile sözlü anlatımları harmanlayarak daha yüksek seviyeli bir iletişime ortam hazırlamaları gerektiğini düşünüyorum. Konuyu kapatacak olan paragrafı bağlarken şunu tekrar vurgulamak istiyorum: Mimarlık başlı başına bir iletişim aracıdır. Mimarlık, temelinde yatan ana amaçları koruduğu sürece iletişim her daim var olacaktır. Bu iletişim yöntemleri, teknikleri gelişen dünyada zamanla değişmeye devam edecektir. Ama şu da bir gerçek ki mimari iletişimde çizimin ve maketin yeri uzun zamanlar boyunca temeli sarsılamayacak durumda kalacaktır. Yazılı ve sözlü anlatımlarla bu süreç zenginleştirildiği sürece mimari iletişim her zaman güçlü olacaktır.
XIII
ULAŞIM MEKÂNLARI Ankara Metrosuna Bakış YAZI Özgü Özcan FOTOĞRAF Kübra Sönmez
İnsanoğlu hayvanlardan farklı olarak, dünyaya geldikleri zaman onları karşılayacak, yeri geldiğinde yuva olacak mekânlara ya da doğaya sahip değildir. Hayvanlar kendi adapte oldukları doğaya, yuvalarına gözlerini açarken, insanlar kendi barınaklarını, sığınaklarını, yuvalarını ve daha büyük ölçekte kendi ‘doğalarını’ kendileri yaratırlar. Bu yüzden hayvanlardan farklı olarak, başka doğalara kolayca adapte olabilirler. Dünyayı mesken tutarlar; fakat asla sahibi olamazlar. Kısacası; insanoğlu kendine yaşayabileceği bir alan yaratmak için doğayı yaşayış şekline uygun bir şekilde, kendi estetik ve deneyimsel algısına göre düzenler, dönüştürür, yorumlar. Bu noktada sahneye mimarlık disiplini ve mimarlık algısının nasıl bir eyleme dönüştüğü girer. Peki ya mimarlık gerçekten nedir? Hangi ürün mimari ürün kategorisine girer? Hangi kavramın tartışılması, yorumlanması mimarlık disiplinini meşgul eder? Benim naçizane tanımım, mimarlık insan davranışının ve tavrının yaşadığı yere, yeryüzüne ve dünyaya mukabele etmesidir. Yaşamın ve yaşamanın bir çeşit yoludur. Bu nedenle mimarlık, sadece üretip sunmaktan çok daha fazlasıdır. Daha derinine inecek olursak, yaşam tarzının, tecrübe edilen ve öğrenilen kültürün bir çeşit dışa vurumudur. İnsanoğlu, dünya üzerinde kendine bir yer bulduğu zamandan itibaren mimarlık ile birebir diyalog halindedir. Hatta öyledir ki, mimarlık geçmişi insanoğlunun geçmişi kadar eskiye dayanır. Bu nedenle, mimarlık ve insanlık tarihi arasında oldukça yakın ve etkileşimli bir ilişki vardır. Birbirini etkileyen bu sürekli devinim, zaman içinde kendini yeni olgulara, sınıflandırmalara, kavramlara ve sanayi devrimi gibi gelişmelerin kendi doğasında getirdiği yeni doğumlara bırakmıştır. Kullanım amacını ifade etmek mekânlara tanım ve kimlik kazandırmıştır. İnsanın yalnız kalmanın güçlü sesini dinlediği kişisel mekânlar mimari kimliğini tarihte ilk bulan olmuştur. Arkasından, bir araya gelmenin neşesi olan ortak mekânlar, soluğun kesildiği anda yeni bir soluk olan yeşil mekânlar, bütün kentlinin bir araya gelip, bir arada olmanın keyfini içten içe yaşatan kent meydanları, yeri geldiğinde kucaklayıp saran, yeri geldiğinde kuvvetli bir güç olup ulaşmak istenen yere iten ulaşım mekânları takip etmiştir. XIV
İnsan zihninin tarihte kazandığı, kendi serüveni için oldukça büyük bir zafer olarak sayılan sanayi devrimi bir devri kapatıp yeni bir devir açmanın yanı sıra, hayatı kontrol ve organize eden, yaşama ve disiplinlere yeni bir bakış getiren olgu olmuştur. Birçok disiplini etkilediği gibi, toplum ve bireyleri, onların yaşama şekillerini, mimarinin sınırlarını ve mimaride kullanılan malzemeleri değiştirmesi vesilesiyle, mimarlık disiplinini de yakından etkilemiştir. Sanayi devrimiyle gelen çelik ve buhar gücünün kullanım yoğunluğu, insanoğlunun en iyiye ulaşma heyecanı, toplumun kolay ve iyileştirilmiş mekân arayışı ulaşım mekânlarını, başta raylı sistem olmak üzere tren ve metro mekânlarını doğurmuştur. Tanım olarak metro; büyükşehirlerde semtler arasında işleyen, ulaşımı yerin altından sağlayan tren, yeraltı treni olarak tanımlanır. Gelişen veya gelişmiş kentlerde metro, toplumun birbirini tanıması ve bir araya gelmesi için oldukça hayati bir rol oynar. Kimlik olarak, birbiriyle ilişiği olamayan büyük kitlelerin bir araya gelme şansı bulduğu, birlikte bekleyip birlikte seyahat ettiği kamusal bir kent mekânıdır. Peki ya her kentte metro bu kadar naif mi düşünülmüştür? Ulaşım mekânları serisinden metro mekânını incelerken, Ankara metrosunun ve uygulanışının, bahsedilen ve beklenen mimari algıdan uzakta, sadece yapılmak için organize edilmiş, herhangi deneyimsel mimari algıyı ve hissi barındırmayan bir kaygıyla yapıldığını gözlemekten, bir Ankara kentlisi olarak büyük bir üzüntü duyarak bahsetmek isterim. Yapıldığı tarih itibariyle, Ankara gibi bir kent için oldukça geç kalınmış bir ulaşım mekânıdır. Fakat bu geç kalınmışlık, önünde oldukça kuvvetli ve başarılı öncüllerden ilham yerine kendi kalıbında olduğu gibi kalmıştır. Neredeyse milenyum çağında yapılan Ankara metrosu şuan ki haliyle bile, 1863 yılında yapılan Londra metrosundan ya da 1931’lerde iç mimarisi de göz önünde tutularak yapılan ve hatta turizm geliri kazandıran Moskova metrosundan fikir ve anlayış olarak oldukça uzakta sayabileceğimiz bir metro mekânıdır. Ankara metrosu, ilk olarak 30 Ağustos 1996 tarihinde AŞTİ-Dikimevi güzergâhında, sonrasında 28 Aralık 1997’de Kızılay Batıkent güzergâhında faaliyete geçmiştir. Daha sonra, 12 Şubat 2014 tarihinde Batıkent OSB-Törekent hattı, 13 Mart 2014 tarihinde Kızılay Koru hattı, 5 Ocak 2017 tarihinde ise AKM-Keçiören hattı hizmete açılmıştır. Beş hat kullanımı olan Ankara metrosu buna rağmen sadece 42 istasyona sahiptir. Hat yoğunluğu düşünülerek, sahip olunun istasyon sayısı ve diğer ulaşım araçlarının metro mekânlarına yeterli desteği saylayamaması, Ankara metrosunun yapımında düşünülen tek bir amacı da layıkıyla yerine getiremediği kolayca tecrübe edilebilinir. Metro mekânı da mimarlık disiplinin tartışma konusu olduğu için sadece iki noktayı birbirine bağlayan bir mekân olarak düşünülmesi oldukça yanlıştır. Her mimari mekân gibi metro mekânının da kendisine özgü kimliği olması gerekir. Ankara metrosunda bu kimliği daha önce yapılmasına rağmen Ankaray’da daha çok hissediyoruz. Çevresinden aldığı girdiye göre, yeri geldiğinde yükselen ve genişleyen, yeri geldiğinde şeffaflaşan ve yeri geldiğinde insanlara hız kazandırmak için kabuğuna çekilen, çevresiyle ilişiği daha çok kesilen farklı tipolojilerde mekânlarla karşılaşmak daha mümkün. Fakat bunlara rağmen, Ankara’da metroyu mimarlık disipliniyle ilişkilendirmek hala çok güç…
XV
Mimarlıkta Niş YAZI İlayda Genç FOTOĞRAF Ersan İlktan
Çok eski zamanlardan beri insanlar, barınma ihtiyacını karşılamak için yapılar inşa etmişlerdir. İnsan yaşamı geliştikçe yapılar da bu gelişimden etkilenmiş, ona göre şekillenmiştir. Bir zaman sonra, sadece ihtiyaç karşılamayı bir kenara bırakıp estetik kaygı ile inşa edilmeye başladı yaşam yerlerimiz. İnsan artık, mekânın konforu, kalitesi, sağlamlığı kadar görsel özelliklerine de önem veriyor; dekorasyon kavramı ortaya çıkıyor. Dekorasyon, geçmişten günümüze değişen mimariyle birlikte çeşitlenerek mekânın zenginleşmesinde geniş yer tutuyor. İçinde bulunduğumuz binaların görsel niteliklerini geliştirmenin yollarından biri iç ve dış duvar dekorasyon yöntemleridir. Bu bağlamda en dikkat çekici ögelerden biri nişlerdir; sağladıkları işlevsel ve görsel zenginliklerden ötürü en çok kullanılan duvar dekorasyon şekillerindendir. “Bu kadar popüler olan bu niş de nedir?” diye düşünüyor olabilirsiniz. Niş, tarihi milattan öncesine dayanan, yapı olarak duvarda bırakılan boşluklardır; tarihin en eski dekorasyon modellerindendir. İnsana ait çok eski yerleşim yerlerinde bile
nişler gözlemlenmektedir. Başlarda daha çok işlevsel yönü ağır basmıştır bu elemanların; ilerleyen dönemlerde ise görsel zenginlik katan elemanlar haline gelmiştir. Kapadokya’daki taş oyma yerleşimlerde oturma işleviyle karşımıza çıkan nişler, daha sonrasında kandil, meşale gibi ışık kaynaklarının yer ihtiyacını karşılamış ya da raf amaçlı kullanılmış, ihtiyaç doğrultusunda şekillenmiştir. Bu işlevlerin yanı sıra nişin derin ve gölgeli yapısı, üzerinde bulunduğu duvar ile bir zıtlık oluşturduğu için nişler dekoratif amaçlıda kullanılmıştır. Kiliselerde ve saraylarda dış cephelerdeki nişler içlerine heykeller yerleştirilerek işlevin ötesinde görsel bir araç haline gelmiştir. Bazen ise heykellere yer verilmeden, nişler yalın hallerinde dekoratif ögeler olarak kullanılmıştır. Hem işlevsel hem de estetik açıdan zenginlik katan bu elemanın kullanımı günümüze de taşınmıştır. Günümüz mimarisinde daha çok görsel avantajlarıyla ortaya çıkmıştır. Nişler, yaşam alanlarımızda bazen bir dolap, bazen bir kitaplık, bazense biblolarımızı yerleştirdiğimiz bir aksesuar köşesi olarak karşımıza
XVI
çıkabilir. Ne kadar dekorasyon amaçlı kullanılsa da çıkış noktası hala gerekliliktir, öyle de olmalıdır. Geçmiş zamanlarda da gözlemlediğimiz gibi, nişe göre obje değil, objeye göre niş tasarlanmalıdır. Böyle olduğu takdirde, niş hem işlevini yerine getirirken hem de kullanıldığı mekânda farklı bir atmosfer ve odak noktası oluşturarak görsel açıdan da hizmet vermiş olur. Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, yıllar boyunca iç ve dış duvar dekorasyon uygulamalarında kullanılagelen nişler, ihtiyaç doğrultusunda ve abartıdan kaçınılarak kullanıldığında övgü almış, başarılı olmuştur. Bunun sonucunda mekânlarımıza yakışmış, yapay durmamıştır çünkü mekâna, objeye göre niş uygulaması yapılmıştır. Günümüzde mekâna uygunluğuna ve gereklilik durumuna bakılmaksızın oluşturulan nişler, çok başarılı sonuçlar elde edememektedir. Hatta estetik kaygısının yanı sıra duvarları inceltip yapıda bozukluklara sebebiyet vermektedir. Sonuç olarak en eski ve en popüler dekorasyon uygulamalarından olan nişler de tasarımda her eleman gibi dozajında kullanılmalıdır.
Gelecek Kaygısı YAZI Merve Işık KOLAJ Elif Ezgi Öztürk
Daha dün gibi bölüme başladığım ilk gün. İhtiyaç listesini kapan soluğu kırtasiyede alıyor, son kalan paralel cetvel hangimizin olacak diye heyecanlanıyorduk, tıpkı ilkokula yeni başlayan küçük bir çocuk gibi. İlk derste işlenen ve daha sonrasında vazgeçilmezlerimizden biri olacak ‘abstract’ kelimesini anlamaya çalışırken yaşadığımız şaşkınlık görülmeye değerdi. Maketler, çizimler, ödevler, jüriler, ufak el kesikleri, kahveler, uykusuzluklar ve bolca gözyaşıyla birinci sınıfı tamamlamış olduk. Kimimiz birinci sınıfının yazında bir şeyler öğrenmek amacıyla mimarlık ofislerinde, kimimiz ‘hep elde çizecek değiliz ya şu Autocad de neymiş’ diyerek, çuvalla para dökülen teknik eğitim kurslarında yazını geçirirken, kimimiz de deniz, kum ve güneş üçlüsünün keyfini çıkarmıştı. İkinci sınıf bu sefer bambaşka heyecanlarla başladı diyebiliriz. Soyut kavramlar somutlaşmaya başladığında ortaya çıkan ürünlerle adeta gurur duyup, onları çocuğumuz gibi sahiplenmiştik. İkinci sınıfın yazında hepimiz şantiye stajıyla profesyonel hayata ilk adımlarımızı attık. Heyecanlıydık, mutluyduk en önemlisi de umutluyduk. Ancak profesyonel hayat hiç o kadar da tozpembe değildi. Dövizin aniden şaha kalkması ekonomide tsunami etkileri yaratmasına sebep olurken bu durumdan herkes nasibini yavaş yavaş alıyordu. Her geçen gün iflas bayrağını çeken şirketler, inşaatlarını durduran firmalar, birer birer çalışanlarının işlerine son verirken bizler de hayallerimizin gerçekliğini düşünmeye başlar olduk. Belki de hiçbirimiz bu güne kadar Türkiye gerçeği ile hayallerini kıyaslamamıştı. Bu yüzdendi aniden gelen gelecek kaygısı. Yeni mezun olmuş ve olacak bizler daha şimdiden iş kaygısı içine düştük. Bununla birlikte dövizin attığı depar yurt dışına yapılan mimari geziler ve yüksek lisans hayallerimizin önüne geçti. Ekonomik kriz bir yana, bizlerin kendimizi nasıl geliştirmeliyiz diye düşünmemiz gerektiği zamanlarda bugün de eve sağ salim nasıl giderim derdine düşmüş olmamız içler acısı doğrusu. Bir sergiye, açılışa, konsere giderken iki kere düşünmek zorunda kalıyoruz. Ülkemizde yaşanan patlamalar, saldırılar ülkemize maddi ve manevi olarak zarar vermekte. Tozpembe, ışıl ışıl olan gelecek planlarımız artık gri. Ancak, Ata’mın da dediği gibi “Geleceğin ümidi, ışıklı çiçekleri onlardır. Bütün ümidim gençliktedir. “ Bizler ümidimizi yitirmemeliyiz ki yarınlar umudunu yitirmesin, bizler ümidimizi yitirmeyelim ki gelecek bizimle birlikte ışıldasın...
XVII
MİMARİDE TARİHSELCİLİK YAZI İpek Deniz Alpdoğan KOLAJ Begüm Sarı
Günümüz mimarisinde kentlerin kimlik bunalımında olduğunu görüyoruz. Şüphesiz bunun en önemli belirtisi de mimaride tarihselci yaklaşım. Başka bir deyişle mimarın tarihsel biçimlere tasarımsal kaygılar taşımaksızın başvurması. Son yıllarda özellikle kamusal yapılarda kendini gösteren tarihselci yaklaşım, mekânın politikleştiği süreci tamamlarken, tasarımcının iktidara mı yoksa topluma mı yakın durduğu sorusunu ister istemez sordurtmaktadır. Mimari temsil olarak Osmanlı-Selçuklu mimarisinin amaçlanması veya amaçlandığının sanılması, ancak sonuç ürünün Osmanlı canlandırmacılığı olarak okunması, ideolojik kaygıların mimari tasarıma ne kadar uzak kaldığının ve belki de öyle kalması gerektiğinin en önemli göstergesidir. Mimarlık tarihinin tasarım sürecine katkısının nasıl olması beklenilir? Tasarımcının tarih bağlamından beklentisi ne olmalıdır? Özellikle kent mimarisi tasarlanırken mimar, toplumun paylaştığı ortak değerleri göz ardı etmemelidir ki bireyler kentsel mekânlara aidiyet hissini duyabilsinler. Mimarlık ile toplum arasındaki ilişkiyi güçlü kılmak amaçlandığında ise mimarlık tarihine başvurmak elbette ki kaçınılmazdır. Ancak bu, geçmişin tasarım yöntemlerini, mimari dilini ve temsilini günümüzde de canlandırmak olamaz. Mimarlık tarihinin pratikte tasarım sürecine olan katkısı, mimarı düşünmeye, sorgulamaya ve anlamaya yönlendirmesidir. Tarih bağlamı toplumu, mimarlık tarihi toplumsallığı tanımlar. Böylece kentsel mekânlar üretilirken kent belleği korunabilir ve toplumun kente dair aidiyetlik hissi gelişebilir. Şüphesiz ki mimarlık öğrencisinin de tasarım stüdyosunda mimarlık tarihinden bu şekilde faydalanması beklenmektedir. Tarihselci olmakla eleştirdiğimiz tasarımların maalesef ki mekân kurgusu ve ölçekle çok bir derdi yoktur. Aslına bakarsanız tarihselci yaklaşımın amacı mimari amaçlarla örtüşmemektedir. Cephelerde okunan mimari temsil o kadar akıl bulandırır ki mimari eleştiri, cephelerden iç mekânlara bir türlü gelemez… Kubbeli pencereler, geniş saçaklar, Osmanlı motifleri, süslemeler… Bahsettiğim bu mimari elemanları Ankara’da yol üstünde karşılaştığınız bir okulun cephesinde, kente giriş kapılarında ve hatta Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na yolunuz düştüğünde görmeniz mümkündür. Mimaride tarihselcilik cephelerde okunan ve mekân kurgusunda bir anlamı olmayan mimari biçimlerle kamusal yapılarda kendini okutmaktadır. Durumun açıklaması ise iktidarların kent mimarisi üzerinde kurduğu ideolojik baskısıdır. İktidarların ideolojik kaygılarıyla üretilen mimari ürün, kent belleğini sarsmakta ve kentin kimlik bunalımına sebep olmaktadır. Çünkü toplum faydasının ikinci plana atıldığı ve cephelerde sanal tarihin okutulmaya çalışıldığı kentsel mimari, toplum tarafından sahiplenilmemektedir. Kent mekânı politikleşmekte ve topluma fayda sağlamamaktadır. XVIII
Türk toplumu Cumhuriyet’le kazandığı pek çok hak ve hürriyete olduğu kadar mimari değerlere de hayran ve bağlıdır. Türk mimarisinin modernle vücut buluşu elbette ki Cumhuriyet döneminde gerçekleşmiştir. Cumhuriyet döneminden başlayarak modern mimari anlayışla üretilen yapılar günümüzün ve geleceğimizin değerleridir. Durum böyleyken nedendir Cumhuriyet dönemi mimarisinin en önemli eserlerinden biri olan Seyfi Arkan’ nın İller Bankası binasını yıkmak isterken, Osmanlı- Selçuklu mimari temsilini cephelerde canlandırmak istemek? Mimaride bu tavır Cumhuriyet’in modern mimarisiyle olduğu kadar, Osmanlı ve Selçuklu mimarisiyle de ters düşmektedir. Osmanlı mimarisini süslemelerle hatırlamak ve hatırlatmak, başta Sinan olmak üzere Türk Mimarisine çok büyük bir haksızlıktır. Mimari değerlerin politik kaygılarla yer değiştirmesi, cephelerin toplumdaki bir fikir ve ideolojiye rant sağlamayı amaçlıyor olması, mekânın toplumdan, toplumun da mekândan nasıl uzaklaştığının sebepleriyle en kısa özetidir. Robert Venturi’nin bina ve gösterge ilişkisine dikkat çekmesi ve işlevi biçime dönüştürmeyi önermesi gibi toplum ve gösterge ilişkisi, günümüzdeki tarihselci yaklaşım açısından da yorumlanabilir. Eğer duruma Venturi’nin penceresinden bakılırsa ve tarihselci göstergelerin işlev ile ilişkisi üzerine kafa yorulursa, tarihselci yapıların toplumun bir kısmını kucaklarken diğer bir kısmını da öteye ittiği düşünülebilir. Kent mekânlarına yansıtılan tarihselci tavır, elbette ki üretiminin amacı doğrultusunda, toplumun sahip olduğu farklı siyasi görüş ve dini inançları ötekileştirmekte, kamusal mekân, toplumla ilişkisini kaybetmektedir. XIX
Moda Nedir, Nereden Gelir? YAZI Yağmur Burhan İLLÜSTRASYON Beyza Şener
“Moda Nedir?” İstisnasız herkesin bir fikri olan bu konu aslında detaylarla büyüyen inceliklerle şekillenen, insanın varoluşundan beri süregelen bir akım. Latincede ‘facio’ olarak geçen, İngilizcede ‘fashion’ olarak kullanılan kelimenin sözlük anlamı ‘yapmak ve şekil vermek’ olarak geçiyor. Neredeyse varoluşla beraber şekillenmeye başlıyor diyoruz ancak temel ihtiyacımız değil. Peki, moda bunun neresinde? Temel ihtiyaçların sağlanmasının tam bir adım ötesinde. İlk insanları düşünelim, iki temel ihtiyaçları var: karınlarını doyurmak ve korunma sağlamak. Güvenliklerini sağlamak için önce barınaklara ihtiyaçları var ve bedenlerini hava şartlarından korumak için de örtünmeye ihtiyaçları var. Elbette insanın ilk içgüdüsel dürtüsü komşusunun ayı postu elbisesiyle kendi ceylan derisi eteğini karşılaştırmak, bunun üzerine yarışma programları yapmak, hayvanın avlanma zorluğuna göre kalite belirlemek değildir diye düşünüyorum. Zaten moda da örtünmek değil, giyinmektir aslında. İnsan ne zaman üzerindekilerin farklı olmasını ister, o zaman moda dünyasına adım atar. Baktığınız zaman örtünmekten giyinmeye geçmek tarihte XX
çok hızlı gelişen bir durum. Kendinizi bir arkeolojik müzede düşünün ve gezmeye başlayın (ben Anadolu Medeniyetleri Müzesindeyim). Avlanma araçlarından sonra karşınıza çıkan ilk sergi ürünleri arasında takıları görüyor musunuz? Ancak takıların hiçbir faydası yok örtünmeye değil mi? Bence burada başlıyor insanoğlunun giyinmeyi öğrenmesi. Basit örtünme ihtiyacından bir adım öteye gitmesi, kendini farklı kılma arayışı, işte moda böyle başlıyor. Her ne kadar farklıyı arama duygusuyla başlasa da maalesef moda günümüzde birbirine benzeri giyinmekten öteye geçemiyor. Birileri geliyor, sarı renk moda diyor, bakıyorsunuz bütün sokaklar sarıya boyanmış. Peki, kim bu birileri? Modayı kim belirliyor? Chanel mi, Dior mu? Bu isimler yokken kim belirliyordu? Benim aklımı en çok kurcalayan ve mutlaka aklınıza düştüğüne inandığım sorulardan biri de az önce belirttiğim gibi modanın ne olduğuna kimin karar verdiği yönünde. Günümüzde bu konu üzerinde çalışan kurumlar ve milyonların takip ettiği dünyaca ünlü modacılar var. Tasarımcılar burada ilk sözü söylüyor gibi görünse de aslında modayı alıcılar belirliyor. Tasarımcılar alıcıya bir yelpaze sunuyor, en çok talep görenler de moda oluyor. Modayı anlarken tarihsel bir gelişimden bahsettik. İlk çağlarda metalik gümüş renkli piliseli etekler, ten rengi rujlar, highlighterlar yoktu. Moda hep vardı diyoruz ancak moda akımından söz edemeyiz. M.Ö. 6000 yılı sonbahar-kış kreasyonunda yılan derisi etekler, zebra desenli kabanlar modaydı demek elbette mümkün değil. İlk çağlardaki moda, insanın farklıyı aramasından doğan bir akımdı, şimdi ise yalnızca taklitçilik üzerinden yürüyen bir kavram haline geldi. En üzücü tarafı ise aslında insanın ufkunu açabilecek, her türlü yeniliğe ve değişikliğe açık bu tasarım dalı, insanlar tarafından aşağılanıyor ve basitleştiriliyor. Kendilerinden biraz olsun söz ettirebilmek için televizyonlara çıkan modacılar bunun en temel sebeplerinden biri. Moda yalnızca üzerinize giydiklerinizden ibaret değildir. Sizin kişiliğinizi, karakterinizi yansıtma biçiminizdir. Bu ekranlarda boy gösteren sözde modacılar ne yazık ki aslında çok değerli bir tasarım dalını insanların gözünde küçük düşürüyor. Dileğim bir an önce modanın eski değerine ve statüsüne kavuşması ve saygıdeğer tasarım dalları arasında yerini alması çünkü moda üzerine söylenecek ve yapılacak daha çok şey var.
2017â&#x20AC;&#x2122;- Melis Acar
MİMARLIK İÇİN REKLAMLAR YAZI Behice Özer KOLAJ Ahmet Kılınç
Mimarlık için reklamlar (Advertisements for architecture) mimar ve yazar. Bernard Tschumi’nin 1976-1977 yılları arasında ürettiği bir dizi yazı ve imajdan oluşan işleri içerir. ‘Mekân kavramı’ ve ‘mekânın kendisinin deneyimi’ arasındaki sürtüşmeden doğan bu seri, Tschumi’nin ‘Architecture and Disjunction’daki fikirlerini özetleyen ve zenginleştiren bir niteliğe sahiptir. Üretildiği yıllardaki düşünce ortamının değişim atmosferi de bu serinin ortaya çıkış şeklinde büyük bir rol oynar. 60’ların sonlarına doğru, felsefenin veya hümanizmin temeline inip ne olduğunu sorgulayan Gilles Deleuze, Jacques Derrida ve Roland Barthes gibi isimlerin yayınları ya da Henri Moore ve Marcel Duchamp gibi sanatçıların yerleşik fikirlere meydan okuyan pratikleri, disiplinlerindeki önceden kabul görmüş temelleri sarsar. Bu bağlamda, mimarlık için reklamlar, Tschumi’nin içinde bulunduğu değişim atmosferine mimar ve kuramcı kimliğiyle yaptığı katkılardan biri olarak da görülebilir. Mimari bir yapının tekliğine karşılık, yeniden ve tekrar-tekrar üretime çağrışım olarak kartpostal büyüklüğünde sayfalara basılan bu reklamlar üzerlerinde Tschumi’nin popüler estetik ve çağdaş mimari anlayış eleştirilerini taşır. Yalnızca bir imaj ve onunla bağlantılı kısa metinler içermelerine rağmen bu reklamlar, başlı başına birer manifesto olarak görülebilecek derecede yoğundur. Seride Tschumi’nin erken teorilerine ait fikirler, Sigfried Giedion’un ‘geilte auge’ (aceleci göz) kavramına iyi birer örnek olarak gösterilebilecek şekilde, kısa ve çarpıcı bir biçimde imajlarla bir araya gelirler. Serideki bu çarpıcılık ve cinayet gibi dramatik unsurların kullanımı, bir tepki uyandırabilmek amacıyla kullanılmıştır. Tekrar-tekrar üretilebilmeleri de bu reklamların sayfanın hayali mekânından taşmasına olanak sağlar.
Tschumi, mimarinin iki boyutlu düzlemde anlaşılamayacağını ve hayal dünyasında varolacağını; bu yüzden de yalnızca fotoğraflarından ve çizimlerinden deneyimlenmiş bir mekânın sadece gerçek hayatta nasıl vücut bulacağının hayaliyle, deneyimlenen mimarinin bir reklamı haline geldiğini öne sürer. Tschumi’ye göre mimari bir mekân mutlak değildir, aksine içinde barındırdığı her şeyle bağıntılıdır. Tschumi, kısa yazılarında ve özellikle ‘Manhattan Transcripts’ yapıtında defalarca, bir mekânın, içinde gerçekleşen olaylardan bağımsız olmadığını; hatta eylemlerin, gerçekleştikleri mekânların karakterlerini belirleyen ya da değiştiren unsurlar olduğunu ve eylem olmadan mekânın var olamayacağını ileri sürer. Tschumi ‘mimarlık için reklamlar’ serisinde, ironik bir şekilde, reklam dilini ve tekniklerini mimari gösterme biçimlerinin yerine koyarak bizleri düşünmeye iter. Bu reklamlaştırılmış ve hızlı tüketime hazır manifesto serisi, mimarinin sınırlarını keşfetmek için bizlere, korku veya arzu gibi insani duyguların mekânda işgal ettikleri yeri sorgulatır.
XXII
XXIII
Bernard Tschumi, 2017’- Nur Hazal Gürgöze
Dil Üzerinde Durmak Lazım Biraz... YAZI Elif Ezel Özenir FOTOĞRAF Begüm Balaban
Berlin’de, Spree Nehri’nin kıyısında hayli ikonik dört insan heykeli var, bilirsiniz belki. Hikâyeleri merak edilmeyecek gibi değil, yüzlerine ve bedenlerinin o zamandan sıyrılmış duruşlarına bakıp da bir hikâye üretmemek mümkün değil. Bir şey anlatıyorlar. Bir sürü şey anlatıyorlar. Yaratıcılarının anlattığı hikâye ve o hikâyeyi bilmeyen bizlerin zihinlerine işledikleri bambaşka hikâyeler... O heykellerin yanında şöyle bir on beş dakika durduğumda akıl almaz bir manzarayla karşılaştım. Bir çift geldi, bir adamla bir kadın, adam telefonunu çıkardı ve kamerayı açtı heykellere doğrudan bakmadan, kadınsa heykellerin yanına geçti heykellere bakmadan. Kadın pozdan poza girdi, adam da fotoğraflarını çekti kadının. Bu küçük şov beş altı dakika sürdü ve sonrasında alelacele gittiler. Ne geldikleri anda, ne fotoğrafları çekerken, ne de ayrılırken heykellere baktı ikisi de. Şaşkınlıktan kalakalmış olacağım ki elimdeki küçük defteri düşürüverdim. Dahası, bu çift gibi en az yirmi otuz kişi geçti oradan ben oradayken. “Çıldırdınız mı siz yahu!” diye bağırmak geldi içimden. İşte bu hazin manzara, günlerimizin ve insan ilişkilerimizin, bir kez fark edildikten sonra göz ardı edilmesi imkânsız halimizin, somut, doğal ve de oldukça çarpıcı bir özeti. O heykeller, kendi dillerini en çarpıcı ve en doğru şekilde kullanan birer metal yığını. Bizlerse, her yaşta, her konuya karşı kör olmakta ısrar eden, katiyen herhangi bir şeyi etraflıca anlama veya anlatma çabasına girmeyen, etten kemikten insanlarız. (Bir bakıma bizlerle aynı dertten muzdarip bu heykeller aslında, kimsenin onları dinleyip anlamaya çalıştığı yok, fakat hiç değilse onlar dillerini düzgün kullanıyorlar.)
XXIV
Dilimizi hoyratça kullanıyoruz, nelere yol açtığımız zerre kadar umurumuzda değil. ‘Karşımdaki beni anladı mı?’ ‘Söylediğim şeyle ilgili ne düşünüyor?’ ‘Kafasını karıştırdım mı?’ ‘Tekrar açıklamalı mıyım?’ ‘Ben gerçekten bunu mu demek istedim?’ ‘Benim aklımdan geçen tam olarak neydi?’ ‘Doğru anlatım bu mu?’ gibi sorular adeta, masadan süpürülmüş artık muamelesi görüyor. Kendimizi anlamaya uğraşmadan, üstünkörü birkaç sözcük seçip, karşımızdakine saçıyoruz. Karşımızdaki de bizim gibi tabii, o da bizim aslında söylemek istediğimiz şeyle alakası olmayan cümlemizi alıp anlamaya uğraşmadan tamamen başka bir biçimde anlıyor. E hâl böyleyken, ne kendimizi, ne diğer insanları anlıyoruz. Bunun sorumlusuysa yine biziz. Sebebi şudur, siz kendinizi doğru ifade etme zahmetine girmiyorsanız, başkalarının da sizi anlama zahmeti göstermesini talep etme hakkınız bulunmaz. Bahsettiğim dil, kavram olan dil elbette. Sadece Türkçe dili değil, her türlü dil. Türk Dil Kurumu’nun Güncel Türkçe Sözlüğü’ndeki isim olan ‘dil’ kelimesinin dördüncü tanımından söz ediyorum: düşünce ve duyguları bildirmeye yarayan herhangi bir anlatım aracı. Biz sadece ağzımızla konuştuğumuz dili değil, vücut dilimizi, giyimimizi, ürettiklerimizi de aynı savurganlıkla, aynı özensizlikle üretiyor ve kullanıyoruz. İşte büyük(!) insanlığın en kayda değmez(!) sorunu: İletişim. Bizler, iletişim nedir bilmiyoruz, umursamıyoruz ve iletişimi katletmek için elimizden geleni ardımıza koymuyoruz. Dilin gücüne sahibiz, fakat bu gücün ne denli muazzam olduğunun bilincinde değiliz. Tarihimizin bize defalarca kanıtladığı sayısız şeyden birisi de kontrolsüz gücün kaçınılmaz bir yıkım getirdiğidir. Ursula LeGuin’in Yerdeniz serisinde, her insanın, daha doğrusu her varlığın bir Kadim Ad’ı vardır. Varlıkların kadim adları ancak güçlü büyücülerce bilinmesi gerekirken, insanların kadim adları gizlidir ve kesinlikle gizli tutulmalıdır. Yerdeniz’de bir varlığın kadim adını bilmek, o varlığın üstünde mutlak hâkimiyet kurabilmek demektir. Mutlak hâkimiyetin verdiği kudretse sıradan bir insan tarafından kontrol edilemez, zira o insan o varlığı tümüyle kavramamıştır. (Bir bakıma bir sözcüğü anlamını bilmeden kullanmaya benzer bu durum.) Dolayısıyla kadim ad yanlış kişinin eline geçtiği takdirde, kişiye kontrol edemeyeceği bir güç bahşetmiş olur. Seride yer yer görülür ki, bu durum inanılmaz bir yıkıma yol açar. Bu örnekten çıkarılacak sayısız kıymetli düşünceden biri de şudur: bir şeyi tam olarak kavramadan kullanmak, bu her ne olursa olsun, yıkımdan başka bir şey getirmez. Elbette LeGuin’in ne denli inanılmaz bir yazar olduğu, bir kez daha (kısmen) amiyane tabirle, su götürmez bir gerçektir. LeGuin’in burda başardığı inanılmaz şeylerden biri, anlatma biçimidir. Edebiyat, örneğin, aşkı “seni seviyorum”larla, “sensiz yaşayamam, ya benimsin ya kara toprağın”larla anlatmak değil, aşkı her şeyiyle kavrayıp, üstüne bir de her şeyiyle ifade edebilme sanatıdır. LeGuin gözlemler, kavrar, doğru ifadeyi arar, bulur, kullanır ve anlatır. İşte LeGuin gibi yazarları gerçek bir edebiyatçı yapan şeylerden biri budur. Bu yüzden satış rekorları kıran yüzlerce edebiyatın e’sinden habersiz kitaplar ve onların yazarları birkaç yıl içinde dünyanın tozuna karışırken, LeGuin yüzyıllar sonra da okunacaktır. Çünkü o anlar, anlatır, anlaşır ve evrenselleşir. Bir kez daha bu söylediklerim sadece edebiyat değil, müzik, sinema, resim, heykel, fotoğraf, mimarlık gibi alanlar için de aynı derecede geçerlidir. Mimarlık da bir düşüncenin, bir gözlem ve kavrama sürecinden sonra belli bir biçimde ifade edilmesi değil midir? Anlatmak istediğiniz şeyi, bir kez daha, önce kendiniz tümüyle kavramalı, daha sonra da bunu mimarlığın diliyle anlatabilmelisiniz. Örneğin tasarımsal bir içgüdüyü, içgüdü dilinde kavrarsınız, daha sonra da mimarlık dilindeki en uygun ifadeyi arar, bulur ve tasarımsal içgüdünüzü mimarlık dilinde ifade edersiniz. Mimarlık dilinin hoyratça kullanımı da bir kez daha, bahsettiklerimle tamamen örtüşür biçimde, devasa bir yıkım getirir. Mimarlıkta da gözlemlemek, anlamak, anlatmak, anlaşmak ve evrenselleşmektir esas olan. Elimizdeki gücün, ifadelerin, yol açabileceğimiz yıkımın büyüklüğünün ve ehemmiyetinin farkında olmak durumundayız. Geldik mi yazının sonuna? O halde kısaca üstünden geçeyim. Dil, herhangi bir dil, hoyratça kullanılamaz. Anlamak, anlatmak ve anlaşmak, yaşamımızın temelidir. Yaşamımızın her alanında, ne üretirsek üretelim, aklımızdan ne geçerse geçsin, gözlemlemeye, anlamaya ve istediğimiz şeyi doğru bir biçimde ifade etmek için, çaba sarf etmek zorundayız. Etrafınıza bir bakın, benim o heykellerin önünde gördüğüm durum her yerde, siz de göreceksiniz diye umuyorum... İyi iletişimle daha iyi günler görmek umuduyla... XXV
YAZI Melis Küçüktunç İMAJ Çağrım Koçer
londra YAZI Melis Küçüktunç İMAJ Çağrım Koçer
Swiss Re Building Londra silüetinde dikkat çeken yüksekliği ve formuyla ilgili yapılan olumsuz eleştirilerden sonra kısa süre içinde kentin simgelerinden biri haline gelmiş. Londra’nın finans merkezinde yer alan bu popüler yapı Norman Foster tarafından tasarlanmış.
The Blue Fin Building Tate Modern / Herzog & de Meuron (Conversion of Sir Giles Gilbert Scott’s original factory design) Londra’nın en ünlü modern sanat müzesi olan Tate Modern, aslında bir elektrik santrali olarak inşa edilmiş. Daha sonra işlevi değiştirilip, beklenenden fazla ziyaretçi çektiği için genişletişmiş. Genişleme projesi olarak, orijinal yapının tuğla cephesine uyum sağlayan eğimli bir yapı inşa edilmiş. Bu dönüşüm İstanbul Modern ve Santralistanbul dahil dünya genelinde bir çok eski sanayi yapısının yeniden işlevlendirilmesi için örnek olmuş.
The Great Court of the British Museum İngiliz Müzesi’nin girişindeki bu büyük avlu, Avrupa’nın en büyük kapalı kamusal alanı özelliği taşıyor. Foster + Partners tarafından 2000 yılında tasarlanmış.
London Metropolitan University Daniel Libeskind, bu yapıyı favori projesi olarak nitelendiriyor. Berlin Yahudi Müzesi tasarımını anımsatan, dar açılı yüzeyler küçük pencereler kullanılmış.
The Shard Asıl adı London Bridge Tower olan yapı, cam kırığına benzetildiği için “shard’ deniyor. Renzo Piano, tasarımın formuna karar verirken Londra silüetine katacağı etkiyi göz önünde bulundurmuş. Ayrıca cephede kullanılan özel camlar sayesinde bina gün içinde gelen farklı güneş açılarına göre ton değiştiriyor.
Central St. Giles Court Renzo Piano / 2010: Camden’da geleneksel binaların içinde yer alan yapı, heykelsi rengarenk cephesiyle dikkat çekiyor. Kompleksteki her bir cephenin yüksekliği, rengi ve açısı farklı tasarlanmış.
O2 Arena Asıl adı Millenium Dome olan, Londranın en büyük ve en pahalı projelerinden biri. 100 metrelik 12 direğe asılı çadır 100 bin metrekarelik bir alanı örtüyor. Konser salonunun yanı sıra sergi alanları da barındırıyor.
Laban Dance Centre Herzog & de Meuron tarafından tasarlanan bu yapı, dünyadaki en büyük modern dans okuluna ev sahipliği yapıyor. Eğimli cephesinde kullanılan renkler sanatçılarla birlikte seçilmiş. Yapının içi de en az cephesi kadar özenle tasarlanmış.
Lloyd’s Building Pompidou’nun mimari Richard Rogers tarafından tasarlanmış bu yapıda, Pompidou’daki tasarım anlayışının etkilerini görmek mümkün. Asansörler, taşıyıcılar, teknik elemanlar, su boruları, elektrik tesisatı tamamen binanın cephesinde yer alıyor. Ayrıca, ihtiyaca göre eklemeler ve çıkarmalar yapılmasına izin veren modüler bir tasarım uygulanmış.
dosya.03
YAKIN GELECEKTE BİR TUTAM YEŞİLE, BİR YUDUM SUYA MUHTAÇ KALACAĞIZ YAZI İrem Baz KOLAJ Nilay Karaköy & Doruk Atay
Son yıllarda giderek artan plansız kentleşme ve plansız endüstrileşmeyle beraber doğaya verdiğimiz zararın haddi hesabı yok. Her yere kurulmaya çalışılan sanayi tesisleri, turizm adı altında ormanları katlederek yapılan oteller, doğal alanlarda kontrolsüz ve plansız yapılaşma… Bazı kesimlerin çıkarları uğruna inatla görmezden geldiği en önemli şey: Doğa insana değil, insan doğaya muhtaçtır. Doğa bizsiz var olmaya devam edebilir, hatta çok daha güzel devam eder; ama biz doğa olmadan devam edemeyiz. Kestiğimiz ve yaktığımız ağaçlar olmadan, kirlettiğimiz denizler olmadan, bilinçsizce katlettiğimiz canlılar olmadan biz diye bir şey de olmayacaktır.
XXVIII
XXIX
dosya.03 Sel felaketleriyle gündemden düşmeyen Karadeniz Sahil Yolu, orman yangınının ardından ağaçların yerine yapılan otelle adından oldukça söz ettiren Güvercinlik Koyu ve bu olayın bir benzerinin yaşanmasından korktuğumuz Sürmene yangını ve sondaj çalışmalarıyla delik deşik olmuş ve yapılması planlanan yeni otellerle gündemde olan Kaz Dağları... Ülkece geldiğimiz vahim noktanın kısa bir özeti gibi hepsi. ‘Mavi ile yeşilin buluştuğu yerdir; Karadeniz.’ Daha doğrusu eskiden öyleymiş. Artık ne mavi yeşille, ne insan mavi ve yeşille buluşabiliyor. Nedeni ise Samsun’dan Sarp’a kadar uzanan altı yüz kilometrelik Karadeniz Sahil Yolu (D010). 1980’lerden beri devamlı tartışma konusu olan karayolu hala gündemdeki yerini koruyor. Peki, sık sık gündeme gelmesinin nedeni projenin başarılı olması mı? Dünya çapında duyulması mı? Yoksa doğa dostu bir sahil yolu olması mı? Maalesef hiçbiri değil. Bu yolda her sene en ufak bir yağışta sel felaketi yaşanıyor. Karadeniz’in 7-8 metrelik hırçın dalgalarına dayanamayan yol çöküyor. Taşıtlara, çevredeki ev ve dükkânlara ciddi anlamda maddi zarar veriyor. Çünkü daha önce Trabzon şehrinin içinden geçen karayolunun tamamı sonradan deniz doldurularak kıyıya alındı. Başta çoğu insana masum bir hizmetmiş gibi görünse de, domino taşı gibi birçok etken birbirini tetikleyerek tahmin edilenden çok daha kötü sonuçlara yol açtı. İnsanlarla deniz arasına giren bu asfalt yığını, bir süre sonra denize ulaşmak isteyen insanların, yolun kuzeyinde düzensiz yapılaşmaya gitmesine neden oldu. Zamanla bu yapılaşma sahilleri kirletti. Bir diğer önemli sonucu ise, Trabzon kentini tamamen perdeleyerek rüzgâr akışını kesti. Doğal akış kesilince de Karadeniz gibi bir yerde hava kirliliği görülmeye başlandı. Geç de olsa insanlar bunun pek de masum bir hizmet olmadığını anladı. Sahile inmek istediler, inecek yer yok. Denize girelim deseler, plajlar yok. Geçiminin büyük bir bölümünü balıkçılıktan sağlayan Karadenizlinin balık tutacak alanı bile yok. Gerçi artık tutacak balık da yok. Denizin ciddi bir bölümü doldurulduğu için, kıyıda yaşayan canlı türlerinin de hayatlarını elinden aldık. Yaşam alanı bulamayan bu canlıların nüfusunda değişmeler yaşandı. Bunu takiben bu canlılarla beslenen diğer türlerin de hayatı tehlikeye girdi. Bu şekilde kıyı bölgesine yapılan müdahaleler nedeniyle çevre dengesi altüst oldu. Durmadan acımasızca mahvettiğimiz doğa ise her sene intikamını almaya devam ediyor. Dalgaların on metreyi bulması sonucu sahil yolunun istinat duvarını sık sık yıkarak yolun çökmesine yol açmakta, bunun sonucunda da sel ve heyelan görülmektedir.
XXX
Doğu Karadeniz’de son 26 yılda kayıtlara geçen sel ve heyelan felaketlerinde 323 kişi hayatını kaybetti. Felaketin seneler içinde artmasının nedeni ise dominonun bir diğer taşı olan ormanların yok olması. Her sene ‘nasıl çıktığını anlamadığımız’ orman yangıları giderek artmakta. Akdeniz’in makisinin, Ege’nin ormanlarının yanmasına, sonrasında ağaçlandırma sözünün verilmesine ve birkaç sene sonra da imara açılıp oteller yapılmasına alışmışız. Ama Karadeniz gibi bir doğa harikasına sahipken, onu korumak yerine geçtiğimiz günlerde benzer şekilde yine göz göre göre kül olmasını izledik. Yeşilliğin içinde kapkara bir leke olarak kalan Trabzon Sürmene’de çıkan orman yangınında yirmi hektarlık alanın zarar gördüğü belirtildi. Bizleri yangın kadar, yangının çıkış nedeni ve hepimizin aklında soru işareti olarak kalan, yanan alana ne olacağı konusu endişelendirdi. Bu endişenin bu kadar güçlü olmasının nedeni ise Güvercinlik Koyu’nu da benzer şekilde kaybetmemiz. Muğla’nın Milas ilçesinde 2007 yılında çıkan orman yangınında iki yüz otuz sekiz hektarlık alan kül olmuştu. Yanan alanın imara açılmasının söz konusu olmadığı ve ağaçlandırılacağı söylendikten birkaç sene sonra otel inşaatlarına başlandı. Yakılmasının ayıbı yetmemiş olacak ki, üstüne bir de denize yapılan kaçak dolgu, kat yüksekliğinin fazla olması gibi diğer tartışmalar da gündeme geldi. Ne yazık ki, bu süreçte hukuk bile işlemedi ve rant uğruna ormanla beraber geleceğimiz de ateşe atıldı. Şimdi nefes alan ve nefes aldıran bir koy yerine, yeşilin ve mavinin arasına set olan dört yüz kilometrelik sahil bandına konumlandırılan beton yığınları yer alıyor. Yapılan şey için ormanın içinde turizm değil denilse de bu ormanı tüketen turizmdir. Gelecek günlerde Sürmene’de de, Güvercinlik’te olduğu gibi bir yatırım yapılıp yapılmayacağı, yangının çıkış nedenini aydınlatacaktır.
XXXI
dosya.03
Ülkemizin otel inşaatı sevdası elbette bunlarla sınırlı değil. Uluslararası kuruluşların tescil ettiği ama ülkemiz kuruluşlarının koruma alanından çıkardığı Kaz Dağları da artık sanayi ve turizm alanına dönüştü. Homeros’un İlyada Destanı’nda ‘Bin pınarlı İda’ diye söz ettiği Kaz Dağları, dünyanın en çok oksijen üreten ormanlarından biri. Dünyada sadece burada yaşayan türler de mevcut. Yani sahip olduğumuz en değerli, hatta altından bile değerli olması gereken hazinemiz. Fakat senelerdir altın madeni ve taş ocakları faaliyetleriyle delik deşik edilen bu tabiat, artık otellerle de yavaş yavaş kaybolmaya başlayacak. Koruma altından kalkmasıyla, kitle turizmi adı altından otel yapılaşmasına açıldı. Yine yeşili ve içinde yaşayan canlıları hiçe sayarak para uğruna doğayı sattık. İlerleyen yıllarda da yeni otel zincirlerinin bölgeye akın edeceğinden korkuluyor. Ne yazık ki bu konuda ülkemizdeki örnek sayıları sınırsız. Doğayla alıp veremediğimiz bu kavgada kaybeden her zaman biz olacağız. Doğayı şehirlere adapte etmek yerine, şehirleri doğayla nasıl bir bütün haline getirebiliriz diye düşünmemiz gerekmekte. Her ne kadar anlamakta zorlansak da doğa bizim düşmanımız değil. Ormanlar, denizler, buralarda yaşayan canlılar bizden ayrı var olan ve bizden daha az değerli olan şeyler değil. Bazı kesimlerin menfaati uğruna, daha çok para uğruna gözümüzü kırpmadan harcayabileceğimiz önemsiz bir şey de değil. Doğaya verdiğimiz en ufak zarar bile bize misliyle geri dönecektir, dönüyor da. Mevsimlerin dönüşümü, yağışlardaki düzensizlik, sıcaklık artışları, doğal afetlerdeki artış, canlı türlerinin yok olması ve daha sıralanabilecek birçok olumsuzluğun nedeni biziz. Biz doğadan çok kendimize zarar veriyoruz. Korkarım ki bu durum da artık geri dönüşü olmayan sonuçlara yol açıyor. Doğa intikamını fazlasıyla geri alıyor. Yakın gelecekte bir tutam yeşile, bir yudum suya muhtaç kalacağız. İşte o zaman bizi ne orman manzaralı binalar ne de denize sıfır oteller kurtarabilecek.
XXXII
FaydalanÄąlan linkler http://www.ntv.com.tr/turkiye/bodrumda-cevre-cinayeti,vDkVhV8l0UG_dbD9h1nlkQ http://www.arkitera.com/haber/28241/surmene-de-yanan-ne_
XXXIII
XXXIV
GERÇEK #saltbae YAZI Defne Işıklı İMAJ Didem Zeynep Ödemiş
İstanbul’da kurulmuş bir kültür kurumu olan Salt, sergilerin düzenlendiği, söyleşilerin ve konferansların yapıldığı, filmlerin gösterildiği, performans ve atölye çalışmaların yer aldığı çeşitli kamu programlarına ev sahipliği yapar. Salt’a müze demek de mümkündür; çünkü çeşitli koleksiyon ve arşivlerin bulunduğu bu kurum, sanatı/sanatçıyı destekler, araştırmacıları/araştırmacı projeleri teşvik eder ve ortaya çıkan çalışmaları göğsünü gere gere bütün dünyaya sunar. İstanbul’da, İstiklal Caddesinde bulunan Salt Beyoğlu, eski bir yapının içinde katlarda farklılaşan sergi alanlarından oluşur. En üst katında ise donanımlı bir kitapevi ve yanında keyifli, sıcacık bir kış bahçesi bulunur. Salt Galata ise Bankalar Caddesi üstünde görkemli bir yapıya sahiptir. Ferah bir kütüphanesi ve rahat çalışma alanları bulundururken bir yandan da Osmanlı Bankası Müzesi’ni bünyesinde bulundurur. Kentimizde bulunan Salt, tarihsel ve mimari şölenin bulunduğu “Eski Ankara”nın, nam-ı diğer Ulus’un göbeğinde bulunur. Cumhuriyet mimarisini yansıtan binaların arasında bulunan Salt Ulus, açıldığı günden beri Ankara’nın önemli kültür merkezlerinden biri haline gelmiş; birçok sergiye, oturuma, söyleşiye, araştırmaya ve daha nicelerine ev sahipliği yapmıştır. Bir önceki sayımızda da Ulus ve çevresinin tarihi dokusundan bahsetmiştik ve gezmeniz için bir rota önermiştik; malum güzelliklerden kopamıyoruz. Eğer Ulus taraflarını keşfetmek için hala bir yolculuğa çıkmadıysanız, listenize Salt Ulus’u da mutlaka ekleyin. Bu ay Salt Ulus, adeta film severlerin ayı desek yeridir; gerçekleşecek film gösterimlerini takviminize eklemenizi öneririz. Uzun perşembeler geri dönüyor; 9 Şubat “Kahire Yolu”, 16 Şubat “Şehrin Üzerindeki Eller” ve 23 Şubat’ta “Güeros” filmlerini iş/okul çıkışı Salt Ulus’un yolunu tutun ve saat 19.00 da izleme fırsatı yakalayın. “Yuvarlanıp Gidiyoruz” adıyla eski programlardan düzenlenen bu gösterim serisi, toplum hayatını ve değişimini konu alan üç filmi izleyici ile buluşturmayı amaçlıyor. Farklı dönemlerde ve dünyanın başka şehirlerinde, kentin karmaşasında sürüklenen insanların yaşam zorluklarına değinen bu filmler aynı zamanda bu insanların sahip olduğu değişim potansiyellerine odaklanıyor. Kahire Yolu: Taşıt trafiği kaotik olan Kahire’yi anlatan belgesel film,“sokak” kavramından yola çıkarak kenti, toplumun kimliğini ve geçmişini irdeliyor. Şehrin Üzerinde Eller: 1963 yılında Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödülünü kazanan film hem belediye meclis üyesi olan hem de gayrimenkul yatırımcısı olan bir adamın, işçi mahallelerinden birinde bir binanın çökmesi ardından başlatılan soruşturmaya sürüklenmesini konu alıyor. Güeros: Okudukları üniversitedeki öğrenciler greve gidince kendilerini boşlukta bulan iki arkadaşın çıkacakları gizemli ve beklenmedik sonuçlar doğuran yolculuklarını ele alır. Salt Beyoğlu, Salt Galata ve Salt Ulus hakkında daha detaylı bilgi almak ve gelecek programları takip edebilmek için saltonline.org internet sitesini ziyaret edebilirsiniz.
XXXV
YAZI Merve Şanlı İMAJ Pınar Oktar
XXXVI
XXXVII
BU AY NEREYE GİTSEM? [ANKARA] HAZIRLAYAN Melis Bolat
DİLSİZ DÜNYA-ASLI IŞIKSAL
SON VE İLK FORMLAR
MÜNAŞAKA
“Dilsiz Dünya” terimi dünya coğrafyası üzerinde bölgelerin, ülkelerin, şehirlerin, isimlerin ve sınırların yer almadığı bir haritayı temsil etmek için kullanılmaktadır. Çağlar öncesinden günümüze uzanan dünyanın hikâyesini bu harita ile okumak mümkün. İnsan etkinliğinin dışında kendisini sürekli yenileyen ve değiştiren bir yapının varlığında bulunduğumuzu hatırlatıyor bize bu haritadaki değişimler. İnsanlık kendi evrim sürecinde ayakta kalmayı başaran ikinci bir yaşam kurdu. Bu ikinci dünya birincinin aksine parçalara ayırıp sınırlandırdığımız, acımasızca hâkimiyet düzeni oluşturduğumuz bir alanı simgelemekte. Şimdilerde güç dengelerinin hızla değiştiği bir dünya algısı içindeyken “Dilsiz Dünya” ya bakmak sizi de bu dünyadan bir parça olsun uzaklaştırabilir. Bunun için tek yapmanız gereken 17 Ocak- 11 Şubat tarihleri arasında Arte Sanat Merkezini ziyaret etmek.
Genç araştırmacı ve sanatçı C.M. Kösemen 2010-2016 yılları arasında yaptığı resimleri 19 Ocak-11 Şubat tarihleri arasında Cer Modern’in güncel sanat galerisi Hub SanatMekan da bir araya getiriyor. Bilim, evrim ve kendi hayatından esinlenen sanatçı, kendi sanatının evrim ve çeşitlenmesini örnekliyor. Büyük boyutlu kâğıtların üzerine eskiz yapmadan tek seferde çizdiği tablolarında yeni, kurgusal bir dünya oluşturuyor.
Yılmaz Erdoğan 12 yıllık aranın ardından tek kişilik oyunu “Münaşaka” ile 4-5 Şubatta MEB Şura Salonunda Ankaralı izleyicileriyle buluşuyor. Adını “Münakaşa” değil de “Münaşaka” koyduğu oyununda izleyicilere münakaşa etmeyin demiyor ancak içinden şakasını eksik etmeyin diyor Yılmaz Erdoğan. Eğer istenirse çekişmenin ve itişmenin de bir mizahı olabileceğini düşünüyor. Özellikle zor zamanlarda mizahın, sert köşeleri yumuşatan en önemli güç kaynağı olduğunu düşünüyor. Bir yandan dijital teknoloji ve sosyal medyaya dair güçlü tespitleri bir yandan da kendine dair merak edilen sorulara vereceği cevaplarla seyirciyi unutulmaz bir yolculuğun içine alacak.
MASANIN SAĞ KÖŞESİ-GÖKHUN BALTACI Pastel gibi çocuksu bir malzeme aracılığıyla çocukluğundan kalan hesaplara geri dönen ve eserlerinde nesneler arasında bir trafik oluşturmayı amaçlayan Gökhun Baltacı ilk kişisel sergisini 4 Şubat’ta Galeri Nev’de açıyor. Sergi 1 ay süreyle ziyaret edilebilir.
XXXVIII
THE MADMAN AND THE NUN
AYHAN SİCİMOĞLU I LATİN ALL STARS
MDT FRİDA
Bir akıl hastanesinde 20 numaradaki yatağında 5 yılı aşkın süredir yatmakta olan bir şair; Walpurg ve onun tedavisi için görevlendirilmiş psikiyatristler Bidello ve Waldorff. İyi bir fikirle hastaneye çağırılmış olan bir psikanalist Grün. Şairin odasına yerleştirilmiş rahibe Anna. Tanrının kurallarına sonsuz itaat eden ana rahibe Barbara. Tüm bu keşmekeş içerisinde gerçekleşen bir aşk. Polonyalı yazar Ignacy Witkiewicz’in kaleminden çıkmış olan eser varoluşun gizeminin ve garipliğinin, evrenin sonsuzluğu ile yan yana olmasının bir sonucu olduğu fikrini savunuyor bu eserinde. Oyun, 8 Şubatta Bilkent Tiyatrosunda izleyicileri ile buluşmayı bekliyor.
Ülke sınırlarını aşan müzik ve şovlarıyla Ayhan Sicimoğlu & Latin All Stars, 8 Şubat’ta ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi’nde Ankaralı izleyicisiyle buluşuyor. Latin All Stars Akdeniz’in sıcacık elleri ve ılık gustosu ile şimdiye kadar duymadığınız bir tatla yoğuruyor bu karışımı. Doyumsuz bir Latin müzik ziyafeti için orada izleyicilerini bekliyor olacaklar.
Meksika’nın sanat güneşi, ünlü ressam Frida Kahlo’nun hayatını konu alan ve 16 Nisan 2016 tarihinde Ankara Devlet Opera ve Balesi tarafından Dünya Prömiyeri yapılan modern dans Frida, yeni sezonda izleyicileriyle buluşmak için sabırsızlanıyor. Merakla beklenen bu opera 15 Şubatta Opera Sahnesinde izleyicilerini bekliyor olacak.
LİDERLİK VE KARİYER ZİRVESİ
HAMLET
ODTÜ İşletme Topluluğu’nun düzenlediği Liderlik ve Kariyer Zirvesi, 24-26 Şubat tarihleri arasında ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi’nde gerçekleşecek.
William Shakespeare’in eserinden uyarlanan, 11 Nisan 2015 tarihinde Ankara Devlet Opera ve Balesi tarafından da Dünya Prömiyeri yapılan Hamlet, yeni sezonda izleyici ile buluşmayı bekliyor.16 Şubat tarihinde Opera Sahnesi’nde izleyicileri ile buluşacak.
Program İçerikleri: Liderlik Panelleri, Kariyer Tanıtım Oturumları, Kariyer Fırsatları, 15 Oturum, Liderlik ve Kariyer Zirvesi Katılım Sertifikası Biletlere http://liderlikvekariyer.com/#price adresinden etkinlik programına ise http:// liderlikvekariyer.com/#program adresinden ulaşmanız mümkün.
XXXIX
...
2017â&#x20AC;&#x2122; - Melis Bel