Çagdas Gazete 7

Page 1

7

Ocak/Şubat 2014

Gazetecilerin Gazetesi Çağdaş Gazeteciler Derneği Bursa Şubesi’nin Yayınıdır.

2014: Türkiye İçin Seçim Vakti

Çalışmaktan utanmak istemiyoruz!

Sandığında ‘göç’ izi var Bursa!

Kasa Masa Nisa Zübüklüğün Sonu Yok

Ayakkabı Kutusu Medyası!

Şunu kabul etmek gerekiyor ki, ülkenin demokratik iklimindeki değişiklik ilk önce basın mensuplarını etkiliyor. Medya mensupları kendilerini özgür hissediyorsa, ülkedeki demokratik iklim de özgürdür. Değilse, baskı, sansür, oto/sansür dönemi yaşanıyorsa, otoriter-tek parti diktasına doğru bir gidiş var demektir. AKP iktidarının ikinci döneminden sonra Türk basını bir karabasan süreci yaşıyor.

Bursa’da seçmenin sandık başına gittiği ilk yerel yönetim seçimi 1950’de gerçekleştirildi. 20 Eylül 1950’deki seçimi Demokrat Parti’nin adayı Ali Ferruh Yücel kazandı. Yücel, görevi, o göreve atamayla gelmiş Mehmet Urgancıgil’den devraldı. Bursa merkezde seçmen sayısı 80 bin civarındaydı ve seçimi oyların yarısına yakın bölümünü alan Demokrat Parti’nin adayı almıştı.

Yeni yıl, yeni umutlar denir. Kişinin kafa yapısına göre dilek ve umut listesinde yok yoktur. Aslında kendini kandırmanın masumca bir türüdür. Yeni yıl, yeni umutlar diyen de bilir kendini kandırdığını. Yine de dilemekten edemez. Naçizane dileğim, tabiat ananın tahrip edilmeyeceği, insan ve hayvan haklarına dayalı, özgür ve eşit olarak yaşanacak bir dünyanın mümkün olduğu bilincine varılması.

Türkiye için 17 Aralık 2013 tarihi adeta milat oldu: Ülke 2014’e şarampole yuvarlanmış bir halde girdi; devlet sanki iki parçaya bölündü; bir yanda yargı diğer yanda ise yürütme yani Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)… Yargının düğmeye basmasıyla başlayan Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonu sürecinde Cum- huriyet tarihinde daha önce tanık olunmayan olayları herkes şaşkınlık içinde seyretmeye başladı.

❙ Yüksel Baysal

S7

❙ Rıza Ertekin

S8

❙ Rahmi Yıldırm

S11

❙ Metin Aksoy

S12



Koğukçınar Mah. Dr. Sadık Ahmet Cad. Toprakkale Apt. A Blok No: 64 / 7 Osmangazi / BURSA Telefon: 0.224 256 06 51 Faks: 0.224 256 06 31 www.sitareguvenlik.com



Bu Sayı: Berkin için! Çağdaş Gazete’nin Ocak- Şubat sayısının Kapak Konusu; seçim. Malum: 2014’te önce bir yerel seçim ve ardından Cumhurbaşkanlığı seçimleri var. Ancak, yaşanan büyük kırılma ve bu bağlamdaki gelişmeler nedeniyle Cumhuriyet Tarihi’nin en özel seçim yılına girdiğimiz ortada. Kapak Konumuz çerçevesinde Yayın Kurulu üyemiz Rıza Ertekin’in Bursa’daki Yerel Seçimlerin tarihine ilişkin araştırmasını yayınlıyoruz. Ertekin’in araştırması şehirdeki ‘merkezkenar’ dinamiklerinin ve göç olgusunun sandığı nasıl etkilediği noktasında ufuk açıcı nitelikte. Seçimi güncel gelişmelerle değerlendiren kapak görselimiz, Bülent Malçok’un imzasını taşıyor.

Gazetecilerin Gazetesi Ocak - Şubat 2014 Yıl: 1 Sayı: 7 Sahibi Çağdaş Gazeteciler Derneği Bursa Şubesi adına Yüksel Baysal Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Nagihan Görken Yayın Kurulu Nurinisa Eroğlu Aykut Güngör Ahmet Yıldız Atilla Sağım Derya Aytaç Topaloğlu Funda Özay Gülkaya Kadir Güzel Mustafa Özdal Nagihan Görken Ozan Demir Önen Ersin Özden Çobanoğlu Rabia Deniz Rıza Ertekin Sevginar Osmanoğlu Tuğba Özmelek Görsel Yönetmen Tolga Çakmaklı Katkıda Bulunanlar Ali Tartanoğlu Aslı Emektar Attila Aşut Bülent Malçok Dilek Atlı Fevzi Argun Gökçer Tahincioğlu İbrahim Göçmen Metin Aksoy Osman Gürçay Rabia Avcı Rahmi Yıldırım Basıldığı yer Martı Ajans

Reklam Ürünleri ve Yayın İlanları Tic. Ltd. Şti Beşevler Mah. Bilginler Cad. Güllühan Sk. Gecer Apt. No:2 Nilüfer / Bursa Tel: 0224 441 60 60 Fax: 0224 441 62 56 bilgi@martiajans.com

iletişim

Çağdaş Gazeteciler Derneği Bursa Şubesi Kültürpark İpekiş Kapısı girişi No:1 Osmangazi / Bursa Tel: 0224 233 03 06 Gsm: 0543 479 48 05

7

Ocak/Şubat 2014

Gazetemizin bu sayısından itibaren ÇGD’nin Anadolu’daki 2014: Türkiye İçin örgütlerine Seçim Vakti açılıyoruz. Bu noktada ilk yazar konuklarımız; ÇGD Antep Şube Başkanı Aslı Emektar, Malatya Şube Başkanı İbrahim Göçmen ve ÇGD Rize Şube üyelerinden Nabız Gazetesi yazarı Rabia Avcı. Yazar Kadromuzun diğer yeni isimleri: Ali Tartanoğlu ve Attila Aşut. Ali Tartanoğlu, Uğur Mumcu yazısıyla katkıda bulunuyor. Attila Aşut ise, bundan böyle her sayıda ‘Dilsever’ ve ‘Kayıplarımız’ başlıklı yazıları ile bizlerle birlikte olacak. Yazarlarımızdan; Osman Gürçay, 24 Ocak’ta ÇGD Bursa Şube tarafından düzenlenen Uğur Mumcu yürüyüşü ile ilgili izlenimlerini paylaşıyor.

Spor sayfalarımızda Çağdaş Gazete’nin ödüllü ismi Ozan Demir, siyasetin futbolla ilişkisi bağlamındaki yazısı ve haberleriyle yeraldı. Aynı sayfanın ‘Konuk Yazarı’ Gökçer Tahincioğlu. Tahincioğlu’nun Milliyet Gazetesi’ndeki yazısı, ‘Medyada Geçen Ay’ bölümünde yeralıyor. ‘Evvel Zaman İçinde’ başlığı altında bu ay, 20 yıl öncenin Çağdaş Gazetesi’nde bir vakanüsvis gibi dönemin İnsan Hakları İhlalleri’ni kaleme alan Fevzi Argun var. Argun’un ‘günlüğü’ hafıza tazelemek konusunda ilginç bilgiler içeriyor. Çağdaş Gazete’nin her zamanki yazarları; Metin Aksoy, Rahmi Yıldırım ve Ahmet Yıldız siyaset ve medyaya ilişkin eleştirileri ile karşımızda.

Gazetec�ler�n Gazetes�

Çağdaş Gazetec�ler Derneğ� Bursa Şubes�’n�n Yayınıdır.

Çalışmaktan utanmak istemiyoruz!

Sandığında ‘göç’ izi var Bursa!

Kasa Masa Nisa Zübüklüğün Sonu Yok

Ayakkabı Kutusu Medyası!

Şunu kabul etmek gerekiyor ki, ülkenin demokratik iklimindeki değişiklik ilk önce basın mensuplarını etkiliyor. Medya mensupları kendilerini özgür hissediyorsa, ülkedeki demokratik iklim de özgürdür. Değilse, baskı, sansür, oto/sansür dönemi yaşanıyorsa, otoriter-tek parti diktasına doğru bir gidiş var demektir. AKP iktidarının ikinci döneminden sonra Türk basını bir karabasan süreci yaşıyor.

Bursa’da seçmenin sandık başına gittiği ilk yerel yönetim seçimi 1950’de gerçekleştirildi. 20 Eylül 1950’deki seçimi Demokrat Parti’nin adayı Ali Ferruh Yücel kazandı. Yücel, görevi, o göreve atamayla gelmiş Mehmet Urgancıgil’den devraldı. Bursa merkezde seçmen sayısı 80 bin civarındaydı ve seçimi oyların yarısına yakın bölümünü alan Demokrat Parti’nin adayı almıştı.

Yeni yıl, yeni umutlar denir. Kişinin kafa yapısına göre dilek ve umut listesinde yok yoktur. Aslında kendini kandırmanın masumca bir türüdür. Yeni yıl, yeni umutlar diyen de bilir kendini kandırdığını. Yine de dilemekten edemez. Naçizane dileğim, tabiat ananın tahrip edilmeyeceği, insan ve hayvan haklarına dayalı, özgür ve eşit olarak yaşanacak bir dünyanın mümkün olduğu bilincine varılması.

Türkiye için 17 Aralık 2013 tarihi adeta milat oldu: Ülke 2014’e şarampole yuvarlanmış bir halde girdi; devlet sanki iki parçaya bölündü; bir yanda yargı diğer yanda ise yürütme yani Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)… Yargının düğmeye basmasıyla başlayan Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonu sürecinde Cum- huriyet tarihinde daha önce tanık olunmayan olayları herkes şaşkınlık içinde seyretmeye başladı.

❙ Yüksel Baysal

S7

❙ Rıza Ertekin

S8

❙ Rahmi Yıldırm

S11

❙ Metin Aksoy

S12

Gazeteci Söyleşileri’ni bu defa Sevinç Baysal yaptı. Baysal, medyanın önemli isimlerinden Saruhan Ayber ile basının ‘dünden bugüne’ yolculuğunu konuştu. Çağdaş Kütüphane’nin konuğu ise; ÇGD Bursa Şube’nin bir dönem Başkanlığını yapmış olan Arzu Arınel. Everest Yayınları’ndan çıkan ’41. Oda: Mardinkapı’ kitabıyla ‘İlk Roman’ ödülünü alan Arınel ile hem romanı, hem de son siyasi gelişmeleri konuştuk.

Mustafa Özdal, yerel seçimler için her zaman en önemli ‘nabız yoklama’ adreslerinden biri olarak kabul edilen kahvehanelerden izlenim aktarıyor bizlere… Rabia Deniz, artık bir ‘marka’ haline gelen çalışması ‘10 Soruda’ dizisi ve ‘Kağıt Toplayan Çocuklar’ haberi ile, Özden Çobanoğlu Venedik izlenimleri ve ‘Kadının Siyasetteki Yeri’ konulu yazısı ile bizlerle birlikte. Bir diğer yazarımız Dilek Atlı da bu sayımıza ‘One Way Ticket’ başlıklı makalesi ile katkıda bulunuyor… ★★★ İstanbul’da henüz 15 yaşında bir çocuk… aylardır yaşam mücadelesi veriyor. Gezi Olayları sırasında ‘ekmek almak için’ evden çıkan Berkin Elvan yaralandığı günden beri hastanede. Yeni yaşını da orada kutladı! ‘Gerçek Gazetecilik’ yapan ve bu uğurda hayatını kaybeden Uğur Mumcu ve Metin Göktepe’nin acı ama bir o kadar onurlu hatıralarıyla konuk olduğu; ÇGD Genel Başkanı Ahmet Abakay ve Bursa Şube Başkanı Yüksel Baysal’ın ‘Özgür Basın’ için yazdığı… Bu sayımızı, Berkin Elvan’a doğumgünü armağanı olarak sunuyoruz… Sevgili Berkin, yeni yaşın kutlu olsun. Hadi artık uyan! Önünde kocaman bir gelecek ve bu hayatta yapacak çok şeyin var… Dualarımız seninle… ★★★ Çağdaş Gazete’ye katkıda bulunan tüm isimlere: Teşekkürler. Bir sonraki sayıda buluşmak dileğiyle… Nurinisa EROĞLU


6

Sayı 7 Ocak - Şubat

Ahmet Abakay

Bu seçim başka seçim.. Diğer ülkeleri bilmem ama Türkiye’de gözünde en çok oy ve itibar getiren seçim öncesi ya da seçim süreci; olur olmaz konulardır. vaadler, çoğunlukla da palavra dönemi İktidar partisi AKP için bu seçim süreci olarak yaşanır. talihsiz başladı. İktidarın gayrı resmi ortağı cemaatçılar su koyverdiler. Populizm, halk dalkavukluğu her şeye Ayakkabı kutularını, paraları ortaya kadirdir. saçtılar, televizyon ekranlarından herkese İktidara aday olan partilerin liderleri, seyrettirdiler. liderlerin seçecekleri adayların hepsi tüm Soruşturmanın önü Başbakan tarafından günahlardan arınmış, kendilerini insana, insanlığa vakfetmiş melaikelerdir. Varlığını kesildi, savcının yetkisi elinden alındı, seçmene armağan etmişlerdir.Hepsi sütten Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararı çöpe atıldı ancak sarsıntının tahribatı bir çıkmış ak kaşıktırlar. türlü giderilemiyor. Tabii ki seçimleri kazanana dek. Parmak ve ayak izlerinin Bilal’e kadar Seçimleri kazanmışlarsa, artık o melaikeleri uzanması, Başbakan’ın “esas hedef ara ki bulasın. hep toplantıdadırlar. Acayip benim” demesi, iktidar partisi ve kadroları zenginleşirler, yürüyüşleri de hayatları da, için büyük itibar kaybına yol açtı. çevreleri de değişir.Gün gelir evlerinde, Kolay değil. Evlerde, kahvelerde, sokakta, yatak odalarında içi milyon dolarlar caddede bu milyon dolarlar konuşuluyor. dolu ayakkabı kutuları , sıra sıra çelik para kasaları ortaya çıkar.Bu işi aile boyu Bugüne dek ülkeyi birlikte yöneten, yaparlar. yönetimi kardeş kardeş bölüşen, hazineyi, kadroları birlikte kullananlar birbirlerine “Yahu milletvekilim, bakanım, bakan savaş açmış durumda. çocuğum bunlar ne?” diye sorulursa, ”Komplo, komplo” yanıtını verirler. 11 yıldan beri iktidarın emrinde ve “Bu nasıl komplo,bu ev sizin, bu oda sizin değil mi? Bunlar buraya nasıl gelir?” sorusuna da, ”dış komplo,Türkiye’nin kalkınmasını istemeyenlerin işi” gibi abuk yanıtlar verirler. Seçim öncesi en hassas dönem, aday adaylık dönemidir. Aday adaylık dönemi kıran kırana geçer. Elbette aynı partinin aday adayları için önemli olan partinin çıkarları ve halka hizmettir.

kontrolünde görev yapan gazeteci takımı ise bu kez düşman kardeşler halinde birbirlerinin kirli çamaşırlarını ortaya çıkarıyorlar.

Demek ki neymiş? Bağımsız gazeteci olmazsan, iktidarın yanaşması haline gelmişsen, iktidar içi çatışmada işte böyle komik ve itibarsız hale gelirsin. Seçimler öncesi Gazeteciler olarak bizleri birinci derecede ilgilendiren konu; Basın, düşünce ve ifade özgürlüğüne saygı gösterilmesini talep etmek ve sağlamaktır.

Ancak, eğer parti yönetimleri ya da liderleri AKP iktidarı bu konuda kötü sınav verdi. o kişiyi değil de bir başkasını aday ilan etmişse, yapacakları ilk demeç şu olur: İktidar kendisine muhalif gördüğü gazetecileri, yazarları cezaevlerine “Bizim bu parti artık bitmiştir. seçimlerde doldurdu. Arkadaşlarımızı mesleklerinden, partinin alacağı sonuç sıfırdır…” ailelerinden uzaklaştırdı. Kendilerini Eğer kendisi aday yapılsaydı, aynı demeci eleştiren yazarları, yayıncıları işten attırdı. Bu baskılar ülke çapında ağır bir otosansür kaybeden diğer aday verecektir. iklimi oluşturdu. Aday olamayan için partisinin çıkarı, Bu nedenlerle de iktidar partisinin kazanması, halka hizmet sloganı artık gazeteciler için vaad edeceği inandırıcı yoktur. bir sözü olamayacağı açık. Çünkü mademki kaybetmiştir. O halde Bağımsızlık, demokrasi, insan Türkiye kaybetmiştir! hakları, kadın hakları, özgür Seçimlere iktidar partisi olarak girmek üniversite ve emek için mücadele elbette çok büyük avantajdır. edenler bu seçimin öneminin farkında. Devletin hazinesi, araçları, tüm kamu kuruluşları, personelleri ile birlikte partinin O zaman demokrat bir Türkiye için, ve adayların emrine amadedir. demokrat bir yönetim için görev başına. Özellikle sağ partiler için vatan, millet, Allah, kitap, Kuran, bayrak, seçmen

Sözde değil, özde demokrasi için görev başına.

Göktepe’nin Fener Işığında Yürümeye Devam Edeceğiz Metin Göktepe’nin öldürülmesi, bir gazetecilik anlayışının öldürülmeye çalışılmasıydı. Bu, gazetecilik mesleğinin kamu yararına yapılması, halkın haber alma hakkının gazeteciliğin temel direği kabul edilmesi ve ezilenlerin seslerinin duyurulmasını ilke edinen bir anlayıştı. Böyle gazeteciler devlet tarafından öldürüldü, cezaevlerinde çürütülmek istendi, işlerinden edildi. Göktepe, devletin gazeteciler üzerindeki baskısının en yoğun ve en vahşi olduğu dönemlerden birinde objektifini halka çevirmekten, kalemini gerçekler için kullanmaktan bir adım geri durmadı. Cezası, işkenceyle öldürülmek oldu. Devlet ve medya sermayesi bugün de bu gazetecilik anlayışını öldürmek için elinden geleni yapıyor. Cezaevlerindeki gazetecilerin, AKP eliyle işlerinden edilen gazetecilerin, ekonomik tedbir gibi sudan sebeplerle işten atılan gazetecilerin, akreditasyon süzgeciyle haberlerden elenen gazetecilerin varlığı, aslında gazeteciliğin öldürülmeye çalışıldığını anlatmaktadır bize. Bütün bunlara rağmen yönetenler, işverenler ve özellikle AKP şunu bilmelidir ki Göktepe’nin gazeteciliği, bugünün yoluna tutulmuş bir fenerdir ve bu fener ışığından yürümeye kararlı pek çok meslektaşımız vardır. Metin Göktepe’yi, öldürülüşünün 18. yıl dönümünde, bize bıraktığı fener ışığının izinde, saygıyla ve özlemle anıyoruz. ÇAĞDAŞ GAZETECİLER DERNEĞİ GENEL YÖNETİM KURULU


7

Sayı 7 Ocak - Şubat

Yüksel Baysal

10 Ocak: Gazetecilik Çalışmaktan için dayanışma günü! utanmak istemiyoruz! Bir kez daha hatırlatmak isteriz ki, bugün gazetecinin bayramı değil, dayanışma günüdür! Gazetecilere önemli kazanımlar getiren 212 sayılı yasanın 10 Ocak 1961’de yürürlüğe girmesiyle birlikte bugün, Çalışan Gazeteciler Bayramı olarak kutlanmaya başlansa da günümüzde, ucuzlaştırılan emeğin faturası yine bizlere kesiliyor. Gazetecileri koruyan herhangi bir yasal düzenleme olmadığı gibi en önemli kazanımımız olan düşünce ve ifade özgürlüğümüz elimizden alınıyor. Tetikçi zihniyetlerin arasında çıkarlara ters düşen fikir insanları olarak bizler, her geçen gün işsizlik halkasının birer neferi oluyoruz. Hükümet, sermaye piyasası, işsizlik bir yana, gazeteci kimliğini kullanarak çıkarları doğrultusunda hareket eden ve bazı çevrelerin savunuculuğunu yapan zihniyetleri ‘aramızda’ istemiyoruz. İş güvencesinden yoksun, düşük ücretlerle sigortasız çalıştırılan gazeteciler olarak sendikal örgütlenmenin önünde yıkılmaz bir kale gibi duranlara, bizleri parmaklıkların ardına atanlara karşı yılmadan özgürlüklerimizi savunmaya devam edeceğiz. Ayrıca, bu 10 Ocak’ta da gazeteciler, Silivri Toplama Kampı’nın demir parmaklıklarına mahkum edilmekten kurtulamadı. Tuncay Özkan, Doğu Perinçek, Hikmet Çiçek, Deniz Yıldırım ve diğer meslektaşlarımız bu yıl da özgürce kalemlerini oynatamamaktadır. Bu durum, basın özgürlüğü noktasında utanılacak bir durumdur. Çağdaş Gazeteciler Derneği Bursa Şubesi olarak, demokratikleşmenin olmazsa olmazlarından biri olan basın özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması için, zor koşullarda çalışmakta olan meslektaşlarımızla beraber mücadele etmeye devam edeceğiz. Basın ve fikir özgürlüğüne darbe vuran uygulama ve baskıların yanı sıra, sendikasız ve maddi sıkıntılar içerisinde mücadele eden basın emekçileri, her koşulda bu onurlu duruşlarını koruyacaklardır. Bizler, basın ve fikir özgürlüğünü anayasal haklarla garanti altına alınana kadar yılmadan, mücadele etmeye devam edeceğiz. Çıkar ilişkilerine, ideolojilere esir olmayan, özel hesaplar uğruna kalem oynatmayan bir gazetecilik anlayışının egemen olması için mücadele edeceğiz. Çalışan Gazeteciler Günü yine de kutlu olsun! ÇAĞDAŞ GAZETECİLER DERNEĞİ BURSA ŞUBESİ YÖNETİM KURULU

Şunu kabul etmek gerekiyor ki, ülkenin demokratik iklimindeki değişiklik ilk önce basın mensuplarını etkiliyor. Medya mensupları kendilerini özgür hissediyorsa, ülkedeki demokratik iklim de özgürdür. Değilse, baskı, sansür, oto/sansür dönemi yaşanıyorsa, otoriter-tek parti diktasına doğru bir gidiş var demektir. ★★★ AKP iktidarının ikinci döneminden sonra Türk basını bir karabasan süreci yaşıyor. Televizyonlar ekonomik kuşatma ve baskıyla yayın yapamaz, gazeteler haber ve yorum yazamaz hale gelmiş durumda! Namuslu gazetecilerin önemli bir kısmı kapı önüne konulmuş, iktidar yandaşı veya tetikçisi kalemlere işbaşı yaptırılmıştır. Son zamanlarda iktidarla uyumlu olan bazı medya kuruluşları bile artık iktidarın zulmünden payını almaya başladı. Zaman, Bugün gazeteleri bile dışlanıyor artık… Başbakan Erdoğan uçağına kendisine biat edenleri alarak yurt dışı gezilerine gidiyor. Sadece kendi görüşlerine uygun gazetecilerle görüşüyor. TMSF marifetiyle yönetimine el koyduğu gazeteleri tetikçi olarak kullanıyor. Yaygın merkez medyayı da ekonomik kuşatma ile kontrol etmeye çalışıyor Bütün bu koşullarda mesleğimizi yapmaya çalışıyoruz. ★★★ Siyasal iktidar, Taksim Gezi Direnişi sonrasında kimyası bozulduğu için bırakın konvansiyonel medyayı, sosyal medyayı kullanmaya çalışan halkımız üzerine bile adeta terör estirmeye başladı. Twitter ve Facebook üzerinden paylaşımlara gözaltılar yapıldı. Şimdi yeni bir sistem deniyorlar, kendileri de “lanetledikleri” o alana el atıp, kara propaganda yürütüyorlar. ★★★ 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü nedeniyle çok güzel mesajlar aldık. Aralarında iktidara yakın sivil toplum örgütü yöneticileri de vardı. Keşke bu örgütler mesajları bize göndermek yerine, iktidarın kudretli güçlerine gönderseler de, biraz daha rahat çalışma koşullarına kavuşabilsek… Ne yazık ki, bir 10 Ocak gününü daha özgürlüğümüzden yoksun, çalışamayan arkadaşlarımızın yüzüne bakamadan geçirdik! Umarım gelecek yıl, utanmadan çalıştığımız bir 10 Ocak kutlaması olur!


8

Sayı 7 Ocak - Şubat

Rıza Ertekin

Merkez - Kenar bağlamında yer

Sandığında ‘gö Bursa’da seçmenin sandık başına gittiği ilk yerel yönetim seçimi 1950’de gerçekleştirildi. 20 Eylül 1950’deki seçimi Demokrat Parti’nin adayı Ali Ferruh Yücel kazandı. Yücel, görevi, o göreve atamayla gelmiş Mehmet Urgancıgil’den devraldı. Bursa merkezde seçmen sayısı 80 bin civarındaydı ve seçimi oyların yarısına yakın bölümünü alan Demokrat Parti’nin adayı almıştı. DP oylarının büyük bölümünü Bursa çevresindeki ‘kenar’ mahallelerden alıyor, bu mahalleleri de Balkan göçmenleri oluşturuyordu… 2004’ten itibaren işler değişti… Bu arada şehirde kaçak yapı yapılmış ya da yıkılmış, yeni imar alanları açılmış, yüksek yapılar inşa edilmiş, seçmenin umurunda bile değil. Bknz: TOKİ Doğanbey Konutları… Şehrin planlı biçimde büyümesi, liderin değil adayın projelerinin seçim sonuçlarını belirlemesi, sandığa bu projelerin yarattığı heyecanla gidilmesini sağlayacak organizasyonların yapılması gibi uzun uzun tartışılacak mevzuları bir kenara bırakmak durumundayız sanırım.

B

u yazıda köyden kente göç dalgasının yoğunlaştığı 50’ lerin ortasından itibaren düzenlenen Bursa seçimlerine bir göz atacağız. Amaç basit verilerle derinlemesine sonuçlara ulaşmak değil, bir seçim nostaljisi demek daha doğru. Ancak yaşadığımız şehrin nüfus ve seçmen sayısı bakımından nasıl büyüdüğü ve bu büyümenin sandığa nasıl yansıdığı konusunda bir fikir edinebiliriz sanırım… Bursa göçle oluşmuş bir kent, diye bahsediyoruz ya, işte bu argüman şehri yönetecek kişilerin belirlendiği seçimlerde de kendisini göstermiş demokrasi tarihi boyunca. Biz 1950’den sonraki seçimlere bakacağız. Çünkü o saate kadar Bursa Belediyesi’ni yönetmiş kişiler, Padişah tarafından, Cumhuriyet’in ilan edilmesinden sonra da devlet tarafından ‘atanmış’ görevliler… 2. Dünya Savaşı’na doğru da haliyle atamaları Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) yönetimi yapmış.

İlk Seçim’in galibi: DP Tartışmalı 1946 seçimlerini de göz ardı edersek Bursa’da seçmenin sandık başına gittiği ilk yerel yönetim seçi-

mi 1950’de gerçekleştirildi. 20 Eylül 1950’deki seçimi Demokrat Parti’nin adayı Ali Ferruh Yücel kazandı. Yücel, görevi, o göreve atamayla gelmiş Mehmet Urgancıgil’den devraldı. Bursa merkezde seçmen sayısı 80 bin civarındaydı ve seçimi oyların yarısına yakın bölümünü alan Demokrat Parti’nin adayı almıştı. DP oylarının büyük bölümünü Bursa çevresindeki ‘kenar’ mahallelerden alıyor, bu mahalleleri de Balkan göçmenleri oluşturuyordu… 1950 seçiminin ardından 25 Eylül 1955’te Belediye Başkanlığı, 13 Kasım 1955’te de İl Genel Meclisi seçimleri yapıldı. Bursa merkezinde 107 bin civarındaki seçmen sayısı il genelinde 300 bini biraz aşıyordu. Oyların iki seçimin ortalaması dikkate alındığında yüzde 40’ına yakın bölümünü Demokrat Parti almıştı ve Belediye Başkanı da Reşat Oyal oldu… Bursa ikinci kez Demokrat Parti’nin kazanmasıyla ‘Sağ’ın Kalesi’ ilan edilmişti.

27 Mayıs Dönemi Oyal, bir çok önemli projeye başladı. Yeni Hal, Santral Garaj ve Teleferik gibi. Bursa’nın ilk modern anlamda imar planı da onun döneminde İtalyan

şehir plancısı Piccinato tarafından çizildi ama bütüncül anlamda uygulama aşamasına geçilmeden 27 Mayıs 1960’ta Türk siyasetini sonraki dönemlerde de kesintiye uğratacak askeri darbelerin ilki gerçekleştirildi. 16 Ekim 1963’e kadar askerlerin atadığı isimler Bursa’yı yönetti. Seçim de yoktu, seçmene de ihtiyaç duyulmadı haliyle… Sırasıyla; Turgut Başkaya, Danyal Yurdatapan, Enver Kuray ve Fahrettin Akkutlu valilik görevinin yanı sıra belediye başkanı da oldu. 1963’teki seçimleri Adalet Partisi Adayı Kemal Bengü kazandı. Merkezdeki seçmen sayısı ilginçtir neredeyse yine aynı, yani 100 bin civarındaydı. İl geneli rakamı da yine 300 bin dolaylarındaydı. Yani Bursa henüz ‘hızlı’ biçimde göç almamıştı. 17 Kasım 1963’te ise İl Genel Meclisi için sandığa gidildi. Yeni Ant Gazetesi’nin 19 Kasım tarihli nüshasında bu seçim sonuçlarına ilişkin değerlendirme yapılan bir haberin

detayı hayli ilginç:

Merkezde Yaşayanlar Sandık Başına Gitmemiş… “Şehrimiz ve vilayet çevresindeki belediye başkan ve Meclis azalığı oylarının sayımı dün sona ermiştir. Dün sona eren oy sayımı sonunda seçimlere iştirak nispetinin yüzde 55 civarında olduğu meydana çıkmıştır. Şehrimiz merkezinde bulunan 96 bin 915 seçmenden 61 bin 693 kişi seçime iştirak etmiştir. Seçime iştirak etmeyen 35 bin 220 seçmenin daha ziyade şehrin merkezinde oturan münevver teşkil etmektedir. Kenar semtlerde seçime iştirak nispeti yüzde 100’e yaklaşmasına rağmen merkez mahallelerinde iştirak yüzde 35’e kadar düşmüştür…” Kenar semtler seçim sonucunu belirlemiş olabilir mi? Kemal Bengü, 1968 yerel seçimlerinde partisiyle anlaşmazlığa düşünce


9

Sayı 7 Ocak - Şubat

rel seçim analizi

öç’ izi var Bursa! seçime ‘bağımsız’ olarak girdi ve Bursa siyaset tarihinin tek bağımsız Belediye Reisi oldu… Seçmen sayısı küçük bir miktar artmıştı sadece ve Bursa’nın siyasal tercihi yine ‘Sağ’dan yanaydı.

‘Gecekondular Affedilecek…’ 1973 seçimlerinde ‘Asfalt Kemal’ sandıkta yoktu. Adalet Partisi’nin adayı ise İsmet Tavgaç oldu… Seçimi rahmetli gazeteci ağabeyimiz, CHP Adayı Necati Akgün’e karşı yüzde 35’ler civarında oy oranıyla kazanan Tavgaç’ın seçim zaferine, yine 100 bin civarındaki seçmen katılmıştı… Seçmen sayısı 150 binden fazlaydı. İl geneli ise hala 300 bin civarındaydı… Bir sonuç; seçime katılım oranı düşüktü, diğer sonuç, Bursa merkezi hızla göç almaya başlamıştı. Anadolu, ‘Sanayi’ ile büyümeye karar veren Bursa’ya akıyordu… Tavgaç, o tarihte yayınlanan gazetelerde yer alan haberlere göre, ‘Gecekondular için af çıkarılacağını’ da söylemişti. Yine merkezde seçime katılım oranı düşükken kenar mahallelerde bu oran neredeyse yüzde 100’e ulaşıyordu…

Mustafa Eroğlu CHP’li ilk Bursa Belediye Başkanı olmuştu. Ancak görev süresi dolmadan 12 Eylül 1980 kapıya dayandı. Eroğlu gibi yüzlerce belediye başkanına görevden el çektirildi.

12 Eylül’ün Etkisi... Uzun yıllar sonra Bursa Belediyesi’ne yine atama yapıldı… Mustafa Atak 1982’ye kadar belediyeyi yönetti. Atak’tan sonra belediyeye Ekrem Barışık atandı… Barışık, Turgut Özal’ın partisi ANAP’ın adayı olarak 1984’ün 25 Mart’ında düzenle-

1987’de çıkarılan yasayla Türkiye ‘Büyükşehir’ kavramıyla tanıştı. Bursa da artık ‘Büyükşehir’di ve merkezde üç ilçe oluştu… Bursa Büyükşehir ve merkez ilçelerinin ‘Belediye Başkanlığı’nı kazanmak siyasi partilerin en çok önem verdikleri konu haline geldi. Bu sırada adını Sosyal Demokrasi Partisi’nden (SODEP) Halkçı Parti (HP) ile birleşerek Sosyal Demokrat Halk Partisi’ne dönüştüren SHP’nin yükselişi söz konusuydu. 1989’da, yani Anavatan Partisi’nin (ANAP) SHP karşısında ülke

Yerel Yönetimlerde İkinci ANAP Dönemi…

Karaoğlan Rüzgarı, CHP’nin ’77 Zaferi’ 1977… Karaoğlan’ın yükselişi CHP’yi ülke genelinde birçok ilde yerelde iktidar yaptı. Yılmaz Akkılıç, CHP il Başkanı’ydı, Örgütlenmeden Sorumlu Yardımcısı ise Ertuğrul Yalçınbayır. Bursa’daki işçi sınıfı Sol’un sesine kulak verdi. Sağ’ın Kalesi Bursa da bu rüzgârdan nasibini aldı. Sol, ilk kez Bursa’da belediyeye sahip olurken, merkezde seçmen sayısı 200 bini zorluyordu. İl Geneli ise 400 bine doğru ilerliyordu.

yısı 436 bine, il genelindeki seçmen sayısı ise 700 bine dayanmıştı. DYP 1’inci, SHP 2’inci ANAP ise ancak 3’üncü olabilmişti. Bulgaristan’dan zorunlu göç bu seçimden sonra gerçekleşti. Bursa tarihinin en büyük göç dalgasıyla karşı karşıyaydı, merkez ilçelerden Osmangazi’nin İstanbul yoluna uzanan tarafı ile Mudanya yolu üzerindeki Hamitler bölgesi adeta gecekondu cennetine döndü. Yıldırım’ın ovaya doğru açılmış mahalleleri ile Nilüfer’in Karacabey’e doğru uzanan daha planlı yerleşimlerinde kaçak yapı adeta patladı. Seçimde bu bölgelerin dediği oldu ve imar afları ardı ardına geldi… Erhan Keleşoğlu Osmangazi’de, Zeki Eke Yıldırım’da, Ziya Güney de Nilüfer’de yeni başkan oldu.

necek yerel seçimlere girdi. Askeri yönetimi alkışlayan halk, ülke genelinde olduğu gibi Bursa’da da askeri istemediği ANAP’ın adayını ‘Başkan’ seçti… Merkezdeki seçmen sayısı 250 bine, il genelindeki seçmen sayısı ise 400 bine ulaşmıştı. Bursa artık ilçeleriyle birlikte köyden kente göç dalgasının İstanbul’dan sonraki ikinci hedefiydi.

genelinde güç kaybetmeye başladığı bir dönemde, 27 Mart’ta gidilen yerel seçimde Bursa tercihini siyasete geri dönen Süleyman Demirel’in partisi Doğruyol’dan yana kullandı. Aday Teoman Özalp’ti. Özalp, Bursa Büyükşehir’in sandıktan çıkan ‘seçilmiş’ ilk belediye başkanı oldu. Bursa’nın merkezdeki seçmen sa-

Merkez sağ 1994’e kadar kendi içinde müthiş bir çekişmeye tutuştu. ANAP ve DYP merkez sağın iki kardeş/düşman partisi 27 Mart 1994 seçimlerini bu gerilimle karşıladı. Özal ölmüştü, yerine Yıldırım Akbulut seçildi, onun ardından da Genel Başkanlığa Mesut Yılmaz geldi. DYP’de de kurucu Süleyman Demirel ‘ardına bakmadan’ Çankaya Köşkü’ne çıktı, koltuğunu Tansu Çiller’e bıraktı. ANAP’ın Bursa’daki Büyükşehir adayı Erdem Saker, DYP’nin adayı ise görevdeki Başkan Teoman Özalp’ti… Seçim sonucu 1989’un tam tersiydi. ANAP merkezdeki üç ilçe ile Büyükşehir ile birlikte, Bursa ve yöresinde beldelerde oluşturulmuş toplam 53 belediyeden 25’ini kazandı. Seçim sonucunu kaçak mahallelerdeki ‘göçmenler’ belirledi. Çünkü onların en büyük sorunu olan iskân meselesi hükümet eliyle çözülmüştü.


10

Sayı 7 Ocak - Şubat

Seçmen sayısı önceki seçime göre daha da arttı. Merkezde Büyükşehir için oy kullanan seçmen sayısı 550 bini geçti ama bunlardan 518 bini seçime katıldı. İl genelinde ise oy kullananların sayısı 1 milyona yaklaştı. Sandık sayısı da 1955’te yüzlerle ifade edilirken bu kez 4 bini biraz aştı.

Sonuç: Göçle Büyüyen Bursa Demokrasisi…

Öcalan’ın Yakalanması ve DSP Rüzgarı Saker, Bursa’yı yerel yönetimler anlamında gerçekten de ilklerle tanıştırdı. Çöplük alanının yeri değişti. BursaRay inşaatı başladı, Bursa Hayvanat Bahçesi ve Soğanlı Kent Parkı kuruldu. Bu son iki yatırımla şehir arasında açılan Yakın Doğu Çevre Yolu kentin trafik yükünü biraz aldı. Nilüfer’de işbaşına gelen Faruk Baykal yönetiminde planlama daha düzenli bir hale geldi. Cüneyt Karlık’ın başkan olduğu Yıldırım ve Basri Sönmez’in başkan olduğu Osmangazi için ise durum aynıydı. Bursa hala kaçak yapılaşmanın pençesi altındaydı… 5 yıl sonra 1999’da siyasi konjonktür, hem yerel seçimlerin hem de milletvekili genel seçimlerinin bir arada yapılmasına yol açtı. Çünkü 15 Şubat 1999’da ABD’nin desteği sayesinde, uzun süredir yurt dışında ülkeden ülkeye geçmek zorunda bırakılan PKK lideri Abdullah Öcalan, Kenya’da ‘paketlenip’ Türk askerine teslim edilerek, Bursalı işadamı ve eski Bakan Cavit Çağlar’ın uçağıyla yurda getirilmişti. Bu müthiş etkiyi değerlendirmek isteyen koalisyon hükümetinin Başbakanı Ecevit, 18 Nisan’da sandığı işaret etti. İşte o seçimde Bursa tekrar ‘Sol’ ile tanıştı… Büyükşehir’de Erdoğan Bilenser, Osmangazi’de Hilmi Şensoy, Yıldırım’da Ramazan Altunöz ve Nilüfer’de bugüne kadar yerel siyasi aktör olarak kalan Mustafa Bozbey başkan seçildi. Dış mahallelerde kalan göçmenlerin tercihi DSP’den yana oldu. Merkez mahalleler ise bu kez Başkan’ı seçecek etkiye ulaşamadı. Merkezde Büyükşehir için kayıtlı 630 bin civarında seçmenden 590 bini sandık başına gitti, il genelinde ise ilk kez seçmen sayısı 1 milyonu aştı. O seçimde İl Genel Meclisi ve Milletvekili seçimleri için tam 1 milyon 123 bin 411 kişi oy kullandı. Kayıtlı seçmen sayısı ise 1 milyon 200 bini zorluyordu. Oy kullananların yarısı şehrin merkezindeydi anlayacağınız… Yine, göç mahallelerinde seçime katılım oranı her seçimde olduğu gibi çok yüksekti… 1989 göçüyle Bulgaristan’dan Bursa’ya gelen ailelerin çocuklarının büyük bölümü işte bu seçimde sandık başına gitti ve tercihini Ecevit’in adaylarından yana kullandı…

2004… Ak Parti Yerel Yönetimlerde Sahne Alıyor… Ve 2004 yılına geldik… 2002 seçimlerinde CHP ile birlikte TBMM’ye giren tek parti olan Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP/AK Parti) 2004 yerel seçimlerinde de tam bir oy patlaması yaşadı. Hikmet Şahin’i Büyükşehir’e aday gösteren AKP, Osmangazi’de Recep Altepe, Yıldırım’da ise Özgen Keskin’le başkanlık koltuklarını kazandı. Ancak o tarihten bugüne kadar değişmeyen tek sonuç Nilüfer’deydi… Mustafa Bozbey CHP adayı olarak girdiği seçimde koltuğunu korudu. AK Parti, Bursa’da kayıtlı 1 milyon 258 bin 625 seçmenden 412 binden fazla-

sının oyunu alıp, 54 belediyeden 30’unu kazandı… Sandık sayısı 4 bin 346 ulaşmış, seçime katılım oranı ise yüzde 74’te kalmıştı… Merkezde kayıtlı seçmen sayısı 650 binden fazlaydı ama bunlardan seçime katılanların 571 binin siyasi tercihi sandığa yansıdı. Göçle oluşmuş tüm yerleşimler ve DYP-ANAP tabanı oyunu AKP’de birleştirdi.

AKP Aday Değiştirdi 2009’a gelindiğinde AKP aday değiştirdi. Osmangazi’den Recep Altepe Büyükşehir’e çekildi. Hikmet Şahin, bir ‘operasyonla’ saf dışı kaldı. Demokrat Parti’den adaylığını koydu ama sonuç onun için hüsran oldu. Çünkü AKP Recep Altepe’nin adaylığıyla, artık daha da büyümüş merkezde (Gürsu, Gemlik, Kestel ve Mudanya 2006’da merkez ilçe ilan edildi…) 507 bin oy alarak en yakın rakibi CHP’ye Sena Kaleli’nin estirdiği olumlu havaya rağmen 200 bin oya yakın müthiş bir fark attı. AKP merkezde yine Nilüfer haricinde birçok yeri kazandı. Gemlik’te ise CHP Adayı Fatih Mehmet Güler ipi göğüsledi. Bursa yöresindeki belediyelerin büyük çoğunluğu yine AKP elindeydi… Seçmen sayısı ise merkez için ilk kez milyonu geçip 1 milyon 200 bine ulaştı. Merkezde sandığa 1 milyon 72 bin 448 seçmen gitti. İl Genelinde ise 1milyon 600 bin civarında kayıtlı seçmen vardı ve bunlardan 1 milyon 493 bin 689’u oy kullandı.

1900’lerin başında İttihat ve Terakki, adeta Balkan Savaşları’na yönelik bir hazırlık yaptı ve nüfus hareketlerine başlayıp Balkanlar’ı boşalttı. Balkanlar’dan kopup gelen onbinlerce insan ‘gayrımüslim’ nüfusun kent nüfusunun yüzde 30’undan fazlasını oluşturan Bursa’ya da gönderildi. Çeşitli nedenlerle Bursa o tarihten bugüne hep göç aldı. En çok da Balkanlar’dan… İç göçlerle, özellikle kentin doğusunda Yıldırım’da birer küçük Anadolu ilini andıran mahalleler oluşması ise 70’lerin ortasına denk düştü. Yani büyüyen sanayisi nedeniyle göç aldı Bursa… Bir işçi kenti kimliğine büründü… 77’deki Ecevit zaferini hem Kıbrıs politikasına, hem de örgütlü işçi mücadelesine bağlamak mümkün. Ancak 80’lerden sonra bu mahalleler bağlamında ‘ev’ üzerinden siyaset yapıldı… Oyunu alan siyasetçi kaçağa göz yumdu ve Bursa öyle gelişti(!)... Bu dönemde merkezde değil ama kaçak yapıların bulunduğu mahallelerde örgütlenme çalışmasını rakiplerinden daha iyi kurabilen partiler sandıktan önde çıkmayı başardı. Bu tespit tabii ki yerel seçimler için geçerli. 2004’ten itibaren ise işler değişti. Artık öncelikle Recep Tayyip Erdoğan ardından da AKP teşkilatlarının performansı seçim sonucunu belirledi. Bu arada şehirde kaçak yapı yapılmış ya da yıkılmış, yeni imar alanları açılmış, yüksek yapılar inşa edilmiş, seçmenin umurunda bile değil. Bknz: TOKİ Doğanbey Konutları… Şehrin planlı biçimde büyümesi, liderin değil adayın projelerinin seçim sonuçlarını belirlemesi, sandığa bu projelerin yarattığı heyecanla gidilmesini sağlayacak organizasyonların yapılması gibi uzun uzun tartışılacak mevzuları bir kenara bırakmak durumundayız sanırım. Evet, 1955’ten günümüze uzanan tablo bu. Şimdi 2014 seçimlerinde ilk kez, Şehrengiz Dergisinin 45’inci sayısında Serhat Tuncel imzalı, AKP Adayı Recep Altepe ile yapılmış bir röportajda kullanıldığı biçimiyle, ‘Bütünşehir Belediye Başkanı’ seçilecek Bursa’da… Seçmen sayısı il genelinde 1 milyon 875 bin 825 ve bunların tamamı o Başkan için oy kullanma hakkına sahip. Sandık sayısı 6 bin 851. Belediye sayısı beldeler kapatıldığı için Büyükşehir’le birlikte 18… Büyüyen Bursa, 1987’de ilk ‘Büyükşehir’ler arasına girmişti. O tarihten bu yana öyle bir büyüdü ki, merkezi 2006’da 7 ilçeye çıkarıldı. 2014’te ise artık 17 ilçenin tamamı Büyükşehir kapsamında. Cemaatin Hükümetle kavgaya tutuştuğu, CHP’nin merkez sağdaki, hatta Milliyetçi cephedeki isimleri ‘aday’ gösterdiği bugünkü siyasi konjonktürü de işin içine katacak olursak, sonuçları yıllarca konuşulacak bir seçime gidiyoruz galiba… Çünkü göç nispeten durdu ve artık herkes ‘şehirli’. Kaynaklar: 1 - Bursa Ansiklopedisi, Yılmaz Akkılıç 2 - Bursa’da Yakın Zamanlar, Yılmaz Akkılıç, 3 - Bursa Büyükşehir Belediyesi internet sitesi 4 – Yerel gazete arşivleri 5 – Şehrengiz, Aralık, 45’inci sayı. Serhat Tuncel ve Okan Kızılkaya imzalı makaleler.


11

Sayı 7 Ocak - Şubat

Rahmi Yıldırım

“Kasa- masa- nisa. Kasa, para- masa, mevki ve şöhretnisa da kadın. Bu 3 unsur insanların zaafı. İnsanları gerçekten güç değiştirebiliyor. İşte etik burada devreye giriyor.”

KASA MASA NİSA ZÜBÜKLÜĞÜN SONU YOK

Başkan, kendisini atayan hükümetin ağzıyla konuşmuş; “kasa, masa, nisa insanın zaafıdır” deyip, toplumu suçlamış. Zübük’ten örnek vermiş, Zübüklere her kurumda rastlanabileceğini söylemiş. Zübük malum, Aziz Nesin’in ünlü roman kahramanı. Hırsızlığın, arsızlığın, yalancılığın, ikiyüzlülüğün, yeteneksizliğin, beceriksizliğin kahramanı. Başkan’ın da söylediği gibi Zübüklere her kurumda, hayatın her alanında rastlamak olasıdır. Kamu Görevlileri Etik Kurulu Başkanı yaygın Zübüklüğün farkında olmasına farkında da, söylediklerinin aslında bir tür Zübüklük olduğunun farkında mı, bilinmez. Geçerken belirtelim, Kamu Görevlileri Etik Kurulu’nun 11 üyesinden sadece 1’i kadın. O da Emekli Büyükelçi Filiz Dinçmen. Bakalım Filiz Dinçmen, “Kadın insanın zaafı” sözlerini nasıl karşılayacak?

Yeni yıl, yeni umutlar denir. Kişinin kafa yapısına göre dilek ve umut listesinde yok yoktur. Aslında kendini kandırmanın masumca bir türüdür. Yeni yıl, yeni umutlar diyen de bilir kendini kandırdığını. Yine de dilemekten edemez. Naçizane dileğim, tabiat ananın tahrip edilmeyeceği, insan ve hayvan haklarına dayalı, özgür ve eşit olarak yaşanacak bir dünyanın mümkün olduğu bilincine varılması. ★★★ Elbette farkındayım dileğimin bu yıl da gerçekleşmeyeceğinin. İşte yılın ilk günü. Medya, hayatımızı kuşatan iki üç olgudan biri. Gazetecisi de, gazeteci olmayanı da medyaya bakmak zorunda. Bakınca da insanı çileden çıkaracak yığınla haber ve yorumla karşılaşmak kaçınılmaz. Bu da onlardan biri. Haylice önemli ve yetkili bir zat demiş ki: “Kasamasa- nisa. Kasa, para- masa, mevki ve şöhret- nisa da kadın. Bu 3 unsur insanların zaafı. İnsanları gerçekten güç değiştire-

★★★

biliyor. İşte etik burada devreye giriyor.” ★★★ Bunu diyen zat, Kamu Görevlileri Etik Kurulu Başkanı imiş. Prof. Dr. unvanı da var. Başkanı olduğu kurul, adı üzerinde kamu görevlilerinin ahlak kurallarına göre hizmet vermelerini denetlemek amacıyla kurulmuş. Kurul 11 kişiden oluşuyor. Üyeleri hükümetçe atanıyor. Gazeteci bu kurulun başkanı ile yolsuzluk konusunda söyleşmiş, haberini yazmış.

Çok mu hassas oldum ya da yanlış mı anladım acaba? Yılın ilk günü sinirlendim işte. “Kadın, insanın zaafı” diyen kafa Zübüklük değilse, nedir? Nereden bulurlar böylelerini? Öyle çoklar ki. Gerçekten her kurumda var, hükümette bile var. Zaten o yüzden her kuruma mutlaka bir ya da birkaç Zübük seçiyorlar. “Kadın insanın zaafı” diyen kafaya ne yapmalı acaba?


12

Sayı 7 Ocak - Şubat

Metin Aksoy

Ayakkabı Kutusu Medyası! Türkiye için 17 Aralık 2013 tarihi adeta milat oldu: Ülke 2014’e şarampole yuvarlanmış bir halde girdi; devlet sanki iki parçaya bölündü; bir yanda yargı diğer yanda ise yürütme yani Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)… Yargının düğmeye basmasıyla başlayan Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonu sürecinde Cumhuriyet tarihinde daha önce tanık olunmayan olayları herkes şaşkınlık içinde seyretmeye başladı.

T

ürkiye 2013’te toplumu derinden etkileyen iki önemli olay yaşadı. İlki Gezi Direnişi olarak tarihe geçti. Mayıs’ın son günlerinde Taksim Gezi Parkı’nda çadır kuran çevrecilere yönelik polisin orantısız güç kullanması üzerine halk, 80 ilde kitlesel eylemlerde hükümeti protesto etti. İkinci deprem 17 Aralıkta başlatılan Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonu oldu; bu da Fethullah Gülen cemaati ve hükümet arasında dershanelerin kapatılma kararı ile başlayan güç savaşını alevlendirdi. Her iki olay basın tarihi açısından emsali görülmemiş bir yayıncılık anlayışını da gözler önüne serdi. Türkiye’yi sarsan Gezi Direnişi’ni görmezden gelen, ülkede yer yerinden oynarken ekranlarında yayınladıkları belgesel nedeniyle Penguen Medyası olarak tanımlanan bazı gazete ve televizyonların adları belleklere kazındı. NTV, CNNTÜRK ve HABERTÜRK televizyonları ile Sabah, Yeni Şafak, Star, Türkiye gibi

iktidar yanlısı gazeteler başlangıçta olayları yok sayan bir tutum sergiledi. Halkın büyük tepkisini çeken bu televizyonlar daha sonra dengeli bir yayın izlemeye çalışırlarken Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) yanında saf tutan yandaş medya, manşetleri ile olayları, hükümeti devirmeye yönelik uluslararası bir komplo ve darbe girişimi olarak gören Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a destek verdi. Erdoğan’ın her sözünü, örneğin sonradan yalanlanan ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ricciardone’nin bir toplantıda 17 Aralık operasyonunu kastederek söylediği iddia edilen” bugünden sonra bir imparatorluğun çöküşünü izleyeceksiniz” ifadesi 21 Aralık 2013 tarihli yandaş medyanın manşetlerine taşındı!

17 Aralık: Milat

Türkiye için 17 Aralık 2013 tarihi adeta milat oldu: Ülke 2014’e şarampole yuvarlanmış bir halde girdi; devlet sanki iki parçaya bölündü; bir yanda yargı diğer yanda ise yürütme yani Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)… Yargının düğmeye basmasıyla başlayan Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonu sürecinde Cumhuriyet tarihinde daha önce tanık olunmayan olayları herkes şaşkınlık içinde seyretmeye başladı: Cumhuriyet Savcısının emirlerini yerine getirmeyen emniyet güçleri, mahkeme kararlarını uygulamayan yürütme erki, yargı ve polis içinde çetelerin yuvalandığını ileri süren bir Başbakan… Anayasanın mahkemelerin bağımsızlığını düzenleyen 138’inci maddesi için “ bu memlekette ölmüştür” diyen TBMM Başkanı Cemil Çiçek (3 Ocak 2014 tarihli gazeteler)… Devlet sanki kilitlenmişti! Herkes nefesini tutmuş, 17 Aralık’tan bu yana olanı biteni anlamaya çalışıyordu.

N’oluyordu? Manşetlerini Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ağzının içine bakarak atan medya suçluyu bulmuştu. Gezi direnişindekine benzer şekilde hükümeti devirmek isteyen iç ve dış güçlerin planladığı komplo ile Türkiye karşı karşıyaydı! Rüşvet ve yolsuzluk iddiaları, hükümeti devirmeyi amaçlayan komplonun bir parçasıydı. Bir kısım medya da bu komplo ve darbe girişiminin içindeydi! Ayakkabı kutusu içinde ortaya saçılan 4,5 milyon dolar, yatak odalarında bulunan para sayma makineleri ve kasaları, imar yolsuzlukları, bakan çocuklarına yönelik suçlamalar Başbakan’a göre iç ve dış mihraklar tarafından AKP hükümetini yıkmak için tasarlanmıştı! 9 sütuna atılan manşetlere göre iddialar kirli bir senaryo, psikolojik savaşın bir parçasıydı. Suçlamaların hedefi durumundaki bakanların istifası ya da azledilmesi de bu operasyon sonucu değil de zamanı gelmiş bir kabine değişikliği nedeniyle olmuştu! Majestelerinin medyası “alınlarında salak yazan” (!) halkın bu haberlere inanmasını bekliyordu.

Ayakkabı Kutusu Medyası

Bir yanda demokrasiye sığınıp diktatörlük suçlamalarını reddederken, diğer tarafta kürsülerde “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet, tek dil” diye otoriter bir yönetim özlemini haykıran Recep Tayyip Erdoğan, 11 yıllık iktidarında bugüne kadar hiçbir partinin başaramadığını gerçekleştirerek yarattığı “tek tip medya” ile Hitler’in sağ kolu Göbels’i bile kıskandıracak propaganda ağını gerçekleştirmişti! Gezi Direnişi ile Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonu’nda iktidarın arkasında saf tutan başta AKP’nin sesi haline gelen TRT olmak üzere gazete, radyo ve televizyonların oluşturduğu Ayakkabı Kutusu Medyası… Televizyon cephesinde yer alan 24, Kanal 7, ATV, SHOW TV, NTV, STAR, TGRT Haber, HABERTÜRK, SKYTÜRK 360, olayı hükümete karşı komplo ve darbe girişimi olarak yansıtırken rüşvet ve yolsuzluk iddialarını önemsemeyen bir yayın politikası izledikleri görülmüştür. Doğan Medya Grubu’na ait Kanal D ve CNNTÜRK televizyonlarının ise Gezi Direnişi’n-


Sayı 7 Ocak - Şubat

dekinin aksine bu operasyonu habercilik ölçülerine uygun şekilde yansıtmaya çalıştığı söylenebilir. Gazetelere gelince; başını Sabah, Akşam, Yeni Şafak ve Star’ın çektiği hükümet cephesinde Türkiye, Yeni Akit, Takvim ve Güneş mevzilenmişti! Gülen Cemaati’nin saflarında ise Samanyolu TV, Samanyolu Haber, Meltem TV, Kanaltürk ve Bugün TV ile Zaman, Today’s Zaman ve Bugün gazeteleri AKP’ye karşı kıran kırana bir kavgaya tutuşmuştu. Hükümet cephesinde yer alan medya, adeta yargısız infaz ilâmları gibi tek merkezden gelen talimatlar doğrultusunda kaleme alındığı izlenimi veren darbe ve komplo iddialarına dayalı benzer manşetlerle basın tarihinde benzeri görülmemiş bir görüntü sergiledi. Cemaat medyası ise rüşvet ve yolsuzluk iddialarını ön plana çıkararak AKP’yi sıkıştırmaya çalıştı.

Sarayda ağırlanan medya

Rüşvet ve Yolsuzluk iddialarından sonra iktidarın kamuoyundaki imajının hızla sarsılmaya başlamasıyla birlikte Başbakan, yeni bir “medya operasyonu” başlattı! Tam 43 gazeteci-yazar Dolmabahçe Sarayı’ndaki Başbakan’ın Çalışma Ofisi’nde brife edildi! Gazetecilerin dışında iktidara yakınlığı ile bilinen dört sivil toplum kuruluşunun temsilcisi, dokuz bakan, dört AKP yöneticisi ve milletvekili toplam 60 kişi bu brifingte bulundu. Toplantıya 3 spor gazetesi dışında toplam 36 gazeteden sadece 14’ünün yönetici ve yazarı çağrıldı. (Tablo: 1 ve Tablo: 2) 2013’ün son haftası itibariyle toplam 4.970.143’lük tirajın yüzde 68’ini temsil eden (3.371.037) çağrılı gazeteler içinde dikkat çeken bir durum var: Bu tirajın yarısı kadar satış yapan Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonu’nda iktidara muhalif bir çizgi izleyen Hürriyet ile cemaati destekleyen Bugün ve Zaman gazetelerine mensup altı yazar katılırken, bu üç yayın kuruluşunun tüzel kişiliğini temsil eden genel yayın yönetmenleri çağrılmadı. Kaldı ki Hürriyet’ten çağrılan Akif Beki, daha önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın basın müşavirliğini yapmıştı! Zaman ve Bugün yazarları da Erdoğan’a yakın isimler olarak tanınıyordu. Rüşvet ve yolsuzluk operasyonuna destek veren Hürriyet, Zaman, Bugün yazarlarının davet edilmesi, kamuoyunda “Bakın muhalif gazetelerin de temsilcilerini çağırdık” algısı yaratma cinliğinden başka nasıl değerlendirilebilir? Attıkları manşetlerle iktidara kayıtsız-şartsız destek veren Sabah, Türkiye, Star, Yeni Şafak, Akşam, Takvim ve Yeni Akit gazeteleri, toplam 1.043.553’lük bir satışa sahip olmalarına karşın Başbakan’ın brifingine altı genel yayın yönetmeni, iki medya

13 grubu başkanı, bir Ankara temsilcisi, 24 yazarla katıldılar. Brifingte iktidar ve yandaş medya ilişkisi de pekiştirildi! Başbakan’ın iltifatına mazhar olan Ayakkabı Kutusu Medyası’nın yönetici ve yazarlarının, toplantıyı izleyen muhabirlerin salondan ayrılmalarından sonra “Kapalı Kapılar Ardında Dolmabahçe” filminin figüranları olarak yaptıkları bırakın kamuoyunun merak ettiği konuları, meslektaşlarını utandıracak konuşmaları Zaman yazarı Ali Bulaç tarafından faş edildi (Zaman, 5 Ocak 2014). “Beni dehşete düşüren şey birtakım gazeteci ve köşe yazarlarının Sayın Başbakan’ı bir tür tahrik etmeleri, şahin bir dil kullanmaları, cemaati ‘Gladio’ olarak tanımlamaları, Başbakan’ın operasyonlar konusunda geç kaldığını söylemeleri, hatta Uludere’de 34 masum insanın öldürülmesinden söz konusu ‘paralel yapılanma’yı sorumlu tutmaları.” (http://www.zaman.com.tr/ali-bulac/basbakanin-aciklamalari-izlenimler_2191442.html)

Kuryeci gazeteci Bu toplantının bir yararı daha oldu. Başbakan konuşması sırasında “bir mektuptan” bahsedince Star yazarı Fehmi Koru’nun DEVLET KURYECİSİ olduğu da ortaya çıktı. Koru, işi-gücü bırakmış cemaatle-iktidar arasında ölümüne süren kavgayı sonlandırmak üzere kolları sıvayıp Cumhurbaşkanı’nın “elçisi” olarak ABD’nin Pensilvanya eyaletine gitmiştir. Fethullah Gülen’in kendisine teslim ettiği ıslak imzalı –Başbakan da okusun şerhi düşülen-mektubunu değerli bir emanet olarak Abdullah Gül’e teslim etmiştir. Fehmi Koru, böylece Mustafa Özkan (Demirel’in),Cengiz Çandar (Özal’ın), Emin Çölaşan (DemirelCindoruk’un) ve Zafer Mutlu (Çiller-Baykal arasında) gibi gazeteci kimliğinin yanında “kuryeci” sıfatını da taşımayı hak ederek –kendisi arabuluculuk yapmadığını söylese de (Star, 8 Ocak 2014)- basın tarihine geçmeyi başardı! Medyanın sınavı Medyanın daha önce böylesine açıktan ve ön cephede yer almadığı iktidar mücadelelerinin 30 Mart 2014 yerel seçimleri ile Ağustos’ta yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar artan biçimde süreceği, Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce’nin bugünden haber verdiği “fırtınalı” bir dönemin yaşanacağı anlaşılmaktadır. (Hürriyet, 3 Ocak 2014; http://www. hurriyet.com.tr/gundem/25492289. asp) Umalım ki medya bu kez doğru bir sınav versin!


14

Sayı 7 Ocak - Şubat

Ahmet Yıldız “Artık ne hakim kaldı, ne savcı, ne de polis. Osmanlı nasıl çöktüyse, biz de öyle çöküşe gidiyoruz” demiş Hatay’daki silah ve cephane yüklü olduğu öne sürülen TIR’ın aranmasına izin verilmemesi üzerine bir vatandaş.... Bu söz, Türkiye’nin son 10 yılının özeti gibi aslında....İşin gerçeği, konuya girmekte, deyimler, kelimeler, kavramlar bulmakta güçlük çekiyorum... Olanları anlatmak için tüm bildiklerimiz yetersiz kalıyor. Bugünden başlayıp 10 yıl geriye gitsek ya da 10 yıl önceden başlayıp (aslında 11 olacak da, ben 10 yılı yuvarlıyorum) bugüne gelsek de sonuç değişmeyecek. Zaman zaman gündeme gelir, ben de sık sık örnek olarak gösterir ve sorarım, “ Neden dünyanın en yoksul, en perişan, en geri, en çağdışı ülkeleri İslam ülkeleri?” diye.... ve de “Neden hukukun işlemediği, insan haklarının esamesinin okunmadığı, insanların birbirini boğazladığı, rüşvet, yolsuzluk bataklığının en fazla görüldüğü, krallıkların, sultanlıkların, diktatörlüklerin egemen olduğu ülkeler çoğunlukla İslam ülkeleri?” diye...ve soruların yanıtlarını da kendim veririm. Çünkü, demokrasinin, hukukun üstünlüğünün, özgür medyanın olduğu bir ülkede bu ortamı yaratamazsınız.Buna izin vermezler, böyle partilere,böyle siyasi kişiliklere hayat hakkı tanımazlar, hesabını sorarlar. Bırakın yargının hesap sormasını, özgür medya. yargıdan önce sizi istifa ettirene kadar insan içine çıkamaz hale getirir. ★★★ İnsanlar, İslam dünyasının neden bu kadar çağdışı, geri, izole ve dünyadan dışlanmış olduğunu anlamak istiyorsa, yaşadığı ülkenin son 10 yılda nasıl yönetildiğine bakmalı. Elbette görmek ve anlamak istiyorsa. Türkiye’de iktidarın hukuk düzenini, yargıyı, dev-

Türkiye ne old

Türkiye; biri 17 Ağustos'ta, diğeri 17 Aralık'ta iki büyük deprem yaşadı. 17 Ağustos yıkıcıydı, bedeli çok ağır oldu. 17 Aralık depremi ise, hukuksal ve siyasaldı ...Sonu olanaksız. 17Aralık sabahı düzenlenen rüşvet, yolsuzluk ve kara para aklama oper 4 bakanın isminin geçtiği 40'a yakın kişi gözaltına alındı. Gözaltı tutanakları, belg hayrete ve dehşete düşürecek cinstendi. Böylesine, dünya siyaset sahnesinde de ço evinde ayakkabı kutularında 4.5 milyon dolar bulunmuştu. Koskoca banka müdürü bir o kadar inandırıcıydı, milyon dolarlar bağıştı ve İmam Hatip Lisesi ve Üniversite let erkini ne hale getirdiğinin en somut örneği Hatay’da yaşanan silah yüklü TIR olayı. Normal koşullarda sıradan ve basit bir arama olayı....Gelen bir ihbar üzerine, özel yetkili Savcı Özcan Şişman, jandarmaya TIR’ın aranması talimatı veriyor. Jandarma TIR’ı çevirip aramak istiyor ama, Adana Valisi, buna izin vermiyor.. TIR’ın içindeki personelin bir kısmı MİT elemanı çıkarken, ‘devlet sırrı’ gerekçesiyle içindeki malzemenin ne olduğu açıklanmıyor. Savcı bu engelleme üzerine, savcılığa suç duyurusunda bulunuyor. ..Baskı ve tehditle yıldırılmaya çalışılan savcı, daha fazla dayanamayıp görevden istifa ediyor, olayla ilgili dosyayı da iade ediyor. Anlayacağınız, artık savcının bile görevini yapamadığı, kendini güvende hissetmediği bir ülke artık burası.... Yine insanı çok şaşırtan, Türkiye’nin en gözlerden uzak istihbarat örgütü olan MİT’in ajanlarının bu kadar kolay deşifre olması....Ve şaşırtıcı bir gelişme oluyor, BM (Birleşmiş Milletler) Türkiye’den, sınırdan Suriye’ye geçecek olan tüm TIR’ların aranması talebinde bulunuyor.

★★★ Aynı günlerde yine ilgi çekici bir polisiye olay yaşanıyor. Suriye’de kafa kesen bir El Kaide militanı Konya’da düzenlenen bir operasyonda yakalanıyor. El Kaide militanı daha ilk sorgusunda suçunu itiraf ediyor. Soruşturma sürdürülmek isteniyor ama, Dışişleri Bakanlığı izin vermiyor. Nedendir dersiniz? Dünya kamuoyu artık El Kaide’ye, El Nusra’ya Türkiye’nin silah ve cephane desteği verdiğine, militanlara geçiş kolaylığı sağladığına resmi

ağızlarla inkar edilse de inanmış durumda. Ne kadar, El Nusra, El Kaide militanının Türkiye içinde ‘arazi olduğunu!’ bilen yok. Daha şimdiden, bu militanların Gaziantep’te, Hatay’da, Şanlıurfa’da, hatta hatta İzmir’de kendi insanımızı tehdit ettiği haberleri basında sık sık yer aldı. İzmir’de halen süren bir “Casusluk” davası var. Bu davada, aralarında Donanma Komutanı Veysel Kösele’nin de bulunduğu 316 muazzaf ve emekli subay yargılanıyor. Dava, ‘Pandora’ adı verilen veri tabanına dayandırılıyor. Bu ‘Pandora’ kutusunda 300 bürokratın da adı var. Sanık subayların tamamı denizci ve tutuklu. Ancak 300 bürokrat arasında hiç tutuklu yok. Ne kadar enteresan değil mi? Bu bürokratlar arasında çok tanıdık bir isim göze çarpıyor: Efkan Ala....Şimdiki yeni İçişleri Bakanı, Bir diğer isim de Kemal Cirit. Kendisi şu anda Artvin Valisi...


15

Sayı 7 Ocak - Şubat

du sana?

s'ta yaşadığımız, doğal felaketti, Marmara bölgesindeydi, uçları birincisinden çok daha ağır oldu, tamiri, telafisi ise rasyonunda, aralarında üç bakan oğlunun da bulunduğu, geler, bilgiler, açıklamalar basına yansıyanlar insanları, ok az, çok zor rastlanırdı. Halk Bankası Genel Müdürü'nün ü parayı bankada değil, evinde saklıyordu. Savunması da e yapımı için kullanılacaktı. Görüldüğü gibi; çok adil, çok dürüst, çok hukuka uygun bir yargılama..... Böyle bir davayı Muz Cumhuriyeti’nde bile bulamazsınız.... ★★★ Türkiye; biri 17 Ağustos’ta, diğeri 17 Aralık’ta iki büyük deprem yaşadı. 17 Ağustos’ta yaşadığımız, doğal felaketti, Marmara bölgesindeydi, yıkıcıydı, bedeli çok ağır oldu. 17 Aralık depremi ise, hukuksal ve siyasaldı ...Sonuçları birincisinden çok daha ağır oldu, tamiri, telafisi ise olanaksız. 17Aralık sabahı düzenlenen rüşvet, yolsuzluk ve kara para aklama operasyonunda, aralarında üç bakan oğlunun da bulunduğu, 4 bakanın isminin geçtiği 40’a yakın kişi gözaltına alındı. Operasyonun başında Ergenekon Davası operasyonlarını yürüten İstanbul Başsavcıvekili Zekeriya Öz vardı. Operasyonun bir diğer savcısı da Celal Kara idi. Polisin sabaha karşı düzenlediği operasyonda gözaltına alınanlar arasında, İçişleri Bakanı Muammer Güler’in oğlu Barış Güler, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın oğlu Salih Kaan Çağlayan, Şehircilik

Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın oğlu Abdullah Oğuz Bayraktar, ünlü müteahhit Ali Ağaoğlu ve ünlü şarkıcı Ebru Gündeş’in kocası İran asıllı Reza Zarrab (Sarraf) da bulunuyordu. Türkiye’de çok rüşvet ve yolsuzluk operasyonu düzenlenmişti ama böylesi ilk kez yaşanıyordu. ★★★ Gözaltı tutanakları, belgeler, bilgiler, açıklamalar basına yansıyanlar insanları, hayrete ve dehşete düşürecek cinstendi. Böylesine, dünya siyaset sahnesinde de çok az, çok zor rastlanırdı. Halk Bankası Genel Müdürü’nün evinde ayakkabı kutularında 4.5 milyon dolar bulunmuştu. Koskoca banka müdürü parayı bankada değil, evinde saklıyordu. Savunması da bir o kadar inandırıcıydı, milyon dolarlar bağıştı ve İmam Hatip Lisesi ve Üniversite yapımı için kullanılacaktı. İçişleri Bakanı’nın oğlu Barış Güler’in evinde ise çok sayıda para sayma makinası ile para kasası bulunmuştu. Bir başka bakanın oğlunun sadece giydiği montun değeri ise 5 bin dolardı. Yani 10 bin Türk lirası. Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın

kolundaki saatin değeri ise tam 700 bin TL idi ve saati şarkıcı Ebru Gündeş’in kocası Reza Zarrab hediye etmişti. Bu kadar pahalı bir kol saatini bırakın çok kazanan sanatçıyı, zengini, müteahhidi ancak görgüsüz zengin Arap petrol şeyhleri takıyor.. Ve yine Zafer Çağlayan’ın Zarrab’a ait özel uçakla ailecek Umre’ye gittiği de ortaya çıkıyor. Yine aynı Reza Zarrab, AB Bakanı Egemen Bağış’ın İstanbul’daki ofisine bir çanta ile giriyor fakat çantasız çıktığı belgeleniyor. Çantanın içinde olduğu öne sürülen rakam ise 1,5 milyon dolar. İran asıllı daha 30 yaşını bile doldurmamış genç bir iş adamının, iktidarın önemli bakanlarıyla bu kadar iç içe olabilmesinin elbette bir sırrı olmalı. ★★★ İktidarın bakanlarının oğullarıyla birlikte gözaltına alınması Türkiye gibi, Erdoğan ve AKP’yi de sarstı. Böyle birşeyi asla beklemiyorlar ve kabullenmeleri de beklenmiyordu. Nitekim öyle de oldu. Koro halinde savcıları ve polisleri suçladılar. Nasıl olurdu da, bakan çocukları gözaltına alınırdı? Nasıl olurdu da, gözaltılardan bakanların, Başbakanın haberi olmazdı? Asıl pimi çekilmiş bomba, oğlu gözaltına alınan Erdoğan Bayraktar’dan

geldi. Bayraktar, hem bakanlıktan, hem AKP milletvekilliğinden istifa ediyor, aynı zamanda, Başbakan Erdoğan’ı da istifaya davet ediyordu. Bayraktar, istifa çağrısının gerekçesini de şöyle açıklıyordu: “Başbakan’ın yaptığımız herşeyden haberi var, ne yaptıysak, onun talimatları ile yaptık” Bayraktar, ilerleyen günlerde de, ““Yolsuzluk olmadığını düşünecek kadar saf olmamalı ülkem” diyecekti. Rüşvet ve yolsuzluk depreminin enkazı daha yerde dururken, bunun artçısı yayıldı medyaya. İkinci dalga operasyonunun Savcısı Muammer Akkaş, düğmeye basmıştı. Bu operasyonda da 40’a yakın ünlü işadamı, bürokrat ve Başbakan Erdoğan’ın oğlu Bilal’in de gözaltına alınacaklar arasında olduğu öne sürülüyordu.. Bilal Erdoğan, TÜRGEV adlı bir vakfın yönetim kurulu üyesiydi ve bu vakfın adı usulsüz bağışlarla anılıyordu. ★★★ Savcı Akkaş’ın mahkeme kararıyla gözaltı talimatını İstanbul Emniyeti yerine getirmedi. Talimatları yerine getirmeyen Emniyet yetkililerini Başsavcı vekili Zekeriya Öz makamına çağırmasına rağmen gitmediler. Savcı Akkaş, operasyonun icra edilememesi


16

Sayı 7 Ocak - Şubat

öfke kusabilen, aşağılayabilen bir Başbakanın yönettiği Türkiye. *İnsanların, kimliklerinin, kişiliklerinin, değer yargılarının erozyona uğradığı Türkiye... * Toplumu kamplara bölünmüş, birbire karşı kışkırtılmış, birbirine düşman edilmiş, birbirine saygısı, güveni yok olmuş insanlar ülkesi Türkiye... *Ulusal kimlikleri, dayanışma kültürleri, toplumu bir arada tutan değer yargıları yok edilmiş Türkiye... *Dindarlığı, müslümanlığı öne çıkarılan, ancak insani değerleri gelişmemiş, uygarlıktan nasibini almamış insanların yaşadığı bir Türkiye.... Ve bu Türkiye, iktidar tarafından bilinçli olarak yaratılmış bir Türkiye... Türkiye’nin kurtuluşu belki de tam bu nokta olacakken, Erdoğan’ı kuyudan kurtarmaya yine Baykal ve Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu soyundu. Erdoğan’ın biten ömrünü uzatacaklar, yeniden can suyu, hayat öpücüğü verecekler...Ne diyelim ki?

üzerine bir basın açıklaması yaparak, “Görev yapmasının engellendiğini, soruşturma dosyasının elinden alındığını” öne sürüp, kamuoyundan destek istedi. İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Çolakkadı da, Savcı Akkaş’ı bilgileri basına servis etmekle suçladı. Türkiye’de böylesi hiç görülmemiş, hiç yaşanmamıştı. Emniyet savcıların talimatını yerine getirmeyi reddediyor, savcının ayağına gitmiyordu. Savcılar kamuoyu önünde birbirini suçluyordu. Erdoğan ve kurmayları her başları sıkıştığında yaptıkları gibi, en iyi savunma, karşı saldırıdır anlayışı ile soruşturmayı yürüten savcıların, polislerin ve mahkemelerin üzerine çullandılar. Erdoğan Savcı Öz’ü, belediyelerde iş takipçiliği yapmakla suçlarken, Savcı Akkaş’ı da “Daha seninle işimiz bitmedi” diyerek, tehdit etti. Hemen hiç vakit kaybetmeden, her türlü kritik ve çok önemli soruşturmaları yürüten savcıların, amirlerine bilgi vermelerini zorunlu hale getiren bir kararname çıkardılar Bu kararname Barolar Birliği’nin başvurusu üzerine, Danıştay tarafından jet hızıyla iptal edildi. HSYK da, (Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu), hem Savcı Akkaş’a sahip çıktı, hem de kararnamenin Danıştay tarafından iptaline ilişkin bir açıklama yaptı.

★★★

★★★ Erdoğan, HSYK ve Danıştay’a karşı kin ve öfke doluydu. “Elimde yetki olsa, HSYK’yı yargılarım” diyordu Başbakan..Emniyet olsun, yargı olsun, savcı olsun, polis olsun, mahkeme olsun, hakim olsun, hoşuna gitmeyen, onun aleyhine olan, kendisine karşı olan hangi kişi, kurum ve kuruluş olursa olsun tahammülü yoktu Erdoğan’ın. Emniyet dediğin, savcı dediğin, yargı dediğin, istihbarat dediğin, Erdoğan ailesi, AKP iktidarı yandaşları dışındaki toplum kesimleri ile ilgilenmeliydi. Devlet erki onları korumalı, kollamalı, onlara ve çevrelerine dokunmamalıydı. Bu ülkede, dinen, ahlaken, hukuken bir sorun varsa, onları Erdoğan zaten hallederdi. Yolsuzluk ve rüşvet fırtınasının iktidarı salladığı bir sırada, pimsiz bir bomba da Erdoğan’ın siyasi Başdanışmanı ve Ankara milletvekili Yalçın Akdoğan’dan geldi. Akdoğan’ın itirafına göre, emniyet ve yargı içine yerleşmiş bir çete tarafından Ergenekon ve Balyoz davaları ile milli orduya kumpas kurulmuştu. Bu çete, devlet içinde paralel bir devlet kurmuştu. Burada direkt isim verilmese de, Gülen cemaatinin kastedildiği çok açık ve netti. Nitekim cemaat de suçlamalar karşısında tavrını çok net olarak sergiledi ve karşı suçlamalardan kaçınmadı. Ardından Erdoğan, kavga kızışınca, “Bizden ne istediler de vermedik” sözleriyle, karşılıklı pazarlık ve işbirliğini itiraf etmiş oldu. ★★★

Erdoğan iktidarı, şimdi, devletin en stratejik, en kritik kurumlarına kendi elleriyle yerleştirdiği, büyüttüğü ve kendini tehdit eder hale getirdiği canavardan rahatsız. Artık onlarla devleti daha fazla paylaşmak istemiyor. Artık onlarla devletin rantını paylaşmak istemiyor. Onları, tetikçi olarak kullanıp, TSK’yı devredışı bırakırken iyiydi, muhalefeti yok ederken iyiydi, aydınların çanına ot tıkarken iyiydi ama baktı ki, sıra kendine de gelebilecek.... Buna izin veremezdi. Erdoğan şimdi, Ergenekon ve Balyoz’dan içeri tıktıkları yaşlı insanları serbest bırakacak bir formül ile, bin yükten kurtulmuş olacak. Bunun suçunu Gülen cemaatine yıkarak elbette... Bu kavgada kimin galip geleceği beni çok fazla ilgilendirmiyor. Kavgada nakavt olanın Türkiye olacağı kesin...Devlet yönetiminde artık eskisi gibi merkez sağcılar, merkez solcular yok. Devlete artık ağırlıklı olarak dinciler, tarikatler , cemaat militanları egemen.... .Devleti devlet yapan en kritik emniyet, yargı buna dahil. Bu ülkenin geleceği çocukları eğitecek olan öğret-

menler de ezici çoğunlukla imam ve tarikatçı. Ülkeyi yöneten, üst düzey bürokratların karısının neredeyse tamamına yakını türbanlı ve evde oturuyor. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve bakan eşleri de başı çekiyor “Ulanlı, lanlı,” konuşan bir Başbakan ülkenin medarı iftiharı.... ★★★ Japon gecesinde konuşan Emine Erdoğan’a sadece “Hangi sıfatla konuşuyorsun” diyen Kamer Genç’e edilmedik hakaret kalmadığı gibi, tam bir linç kampanyası düzenleniyor. Ama, bir AKP milletvekili Meclis Kürsüsü’nden Muharrem İnce’ye, ancak sokak çocuklarının, tinercilerin, uyuşturucu bağımlılarının kullanabileceği küfürleri savurabiliyor, Meclis buna tahammül edebiliyor, vekiller buna tahammül edebiliyor, kadın milletvekilleri buna katlanabiliyor. Özetle Türkiye’deki şu manzaraya bir bakın: * Devlet kurumları da dahil, aleyhine gördüğü, hoşlanmadığı kişi ve kurumlara hakaret edebilen, kin ve

Ve böyle yaratılmış bir Türkiye’de devlet kurumları da, toplum da dağıtılmış, parçalanmış, birbiri ile bağları koparılmıştır. Toplum ve tüm kurumlar gibi tuz da kokmuştur, kokmamış bir kurum kalmamıştır. Türkiye hayatın tüm alanlarında dibe vurmuştur. Erdoğan iktidarı ilk kez bu kadar kendi yarattığı çamurun, bataklığın içine yuvarlanmıştır. Bırakın battığı kadar batsın… Bırakın kendi pisliğini kendi temizlesin. Ve bu ülke, bu koşullar devam ederse, 3-5 yıl sonra Afganistan’a, Pakistan’a, Irak’a, Suriye’ye ve Mısır’a benzeyecektir. Enerjisini iç kavgalar, hesaplaşmalar ile tüketecek, çağdaşlıktan, uygarlıktan, insanlıktan eser kalmayacaktır. Güneydoğu artık Meclis kürsüsünden Türkiye Kürdistan’ı olarak nitelenmektedir. Yakın gelecekte bu resmiyet kazanacak, o bölgede Türkiye’nin esamesi bile okunmayacaktır. Şimdiden Hakkari’nin PKK’ya terk edildiği dillendirilmektedir. Bölgede daha şimdiden kimlik kontrolü yapılabilmektedir. Birkaç yıl sonra Batı’dan gelenlere pasaport sorulması bile şaşırtıcı olmayacaktır. Türkiye iç savaş dahil her türlü olasılığa gebedir. Dünün en vahşi cinayetlerini işlemiş örgütü Hizbullah, HÜDAPAR adıyla bu yerel seçimlere girecektir. Hizbullah, El Kaide ve El Nusra gibi dinci, islamcı örgütler zımni ya da açık AKP ile birlikte anılmaktadır. Türkiye’nin getirildiği nokta budur. ★★★ Ve bu iktidarın hesap verme gibi derdi yok. O nedenle de bu iktidarın, demokratik yollardan iktidardan gitmeye de niyeti yok. Yargı ve emniyetle kavgaya bakarsanız bu gerçeği görürsünüz. Nasıl gideceklerini ise halkın gücü ve mücadele yöntemleri belirleyecektir..


17

Sayı 7 Ocak - Şubat

Rabia Deniz

Utanmayı unutmadıysan Türkiye:

‘Sana kırmızı çok yakışıyor!’ Herkesin uyuduğu saatlerde, 'çöp' dediğimiz madeni işleyen kağıt toplayıcıları, hiçbir sosyal güvencesi olmadan çalışıyor. Sokağın işçileri kağıt, pet şişe, metal toplamak için sabahın erken saatlerinde işe gidip akşam, ev olarak adlandırdıkları depolarına dönüyor. Çoğu, ailelerinin bütçesine katkı sağlamak için çalışmak zorunda kalan kağıt işçileri, genç yaşta ağır iş koşullarıyla tanışıyor. Aynı depoda 10 kişi Bursa’nın çöküntü bölgesi Tabakhaneler’de bulunan depolarda kalan kağıt işçileri; haftanın yedi günü çalışıyor, sabah 8’de yola çıkıyor, akşam 7’ye doğru son partiyi depoya verip yatacağı yere çekiliyor. Belki biraz televizyona bakıyor ve uyuyor. Deponun üst katında 10 kişi aynı yeri paylaşıyor. Kağıt, plastik, naylon.. gibi geri kazandırılabilecek maddeleri toplayıp, kilo hesabıyla satarak geçiniyorlar.

Geçim derdi Çöp toplayarak ayakta kalma savaşı veren katı atık işçileri, ‘Geçim derdi’ şeklinde anlatıyor ekmek kavgalarını... ‘Kağıtçı’ diye adlandırılan işçiler tarafından toplanan plastik atıklar, kilosu 10 kuruşa satılıyor. Plastik atıklar hurda dükkanlarında ayrıştırılıp, plastik ve naylon geri dönüşüm fabrikalarına satılıyor. Ya hiç okula gitmeyen ya da ilkokulu terk edip çalışmak zorunda kalan işçilerin tek derdiyse çok uzakta olan ailelerine para göndermek... Bursa’da sayıları bini bulan kağıt işçileri, örgütlenmek istiyor.

Çocukların yazmak için değil, satmak için sokaktan kağıt topluyor

Çek-çek le şehrin sokaklarında... Ailelerine ekonomik olarak katkıda bu-

lunmak mecburiyetinde kalan çocuklar, akranlarının mutluluğunu seyretmekle yetiniyor. Urfa’da iş bulamadığı için İstanbul, İzmir ardından da Bursa’yı mesken tutan Hatip Altay, ailesini geçindirebilmek için ekmek parasını gece-gündüz demeden topladığı kağıtlardan çıkarıyor. İlkokul 8. sınıfa kadar okuyup, maddi imkansızlıklar nedeniyle eğitimini yarıda bırakan Altay, işsizliğe ve zor hayat şartlarına karşı pes etmeyerek ekmek parasını kazanmaya çalışıyor. Günün her saatinde elindeki araba ile Bursa sokaklarını arşınlayan Altay, sırtındaki çekçek arabasına en fazla 200 kilo atık doldurabiliyor. Topladığı atıktan günlük 40 lira kazandığını belirten Altay, evine götürdüğü bir ekmeğin mutluluğunu yaşadığını söylüyor.


18

Sayı 7 Ocak - Şubat

Osman Gürçay

Uğur Ağabey! Seni 21 yıl önce bir Kahpe Dölü Allahsız eliyle Reno’nun motoruna yapıştırılan bir C4 ile kaybettik ama aslında seni değil adım adım Türkiye’yi kaybettiğimizi 21 kez her yıl yaşayarak gördük. “Gözlem”lerinin hiçbirinde yalan, riya ve iftira yoktu. O nedenle gazeteciliğinin önüne konulan araştırmacı sıfatını en çok sen hak ettin. Hatta o sıfatın gerçek ve tek öznesi oldun. Seni nadiren televizyonlarda da gördük. Bildiğin konuları kadife gibi sesinle bağırmadan çağırmadan, telaşsızca, yumuşak üslubun ile ama sonuna kadar arkasında durarak savunuyordun. Günümüzde de mevcut olan neseb-i sahih olmayanlar gibi ağzından salyalar akarak hönkürmüyordun. Bağırmıyordun. Çığırmıyordun. Vıyaklamıyordun. Cıyaklamıyordun. ROK’la mıyordun. “O günkü” Cumhuriyet’te yazdığın için sana yapıştırdıkları Moskova biletinden(!) başka ellerinde hiç bir şey yoktu. Ne evinde mebzul miktarda ayakkabı kutuları oldu. Ne para sayma makinelerinin sahibi oldun. Ne yalılarda oturdun. Ne de duayen ayaklarına yatan çakma Jack Nicholson triplerine girdin. Senden sonra hiç birşey eskisi gibi olmadı ne ülkede ne de basında... Sizin yıllarca didinip basında yarattığınız güveni sonradan görmüş, zengin, görgüsüz hergeleler gibi hovardaca har vurup harman savurdular. Basın, gazetecilerin dilli olduğu kamu vicdanı değil, para babaların hüküm sürdüğü, manşetleri emredenlerin cüzdanı oldu. Haaa bir de şey oldu! Basının özgür olabilmesi için BİK tarafından desteklenen basın bunların eline geçince devlet parasıyla patronluk yapan patron cücükleri türedi. Yetmez gibi BİK den zamanında alıp emekçisine vermeme hastalığı türeyince, devlet kendi basınını oluşturma adına yalakalar yarattı. Bunlar ekranlarda, köşelerde, şişelerde divan sazıyla avaz avaz ROK söylemeye başladılar. İşte o yüzden seninle beraber Türkiye’yi kaybetmeye başladığımızı söyledim. Uğur Ağabey... 21 yıl önceki gibi seni uğurlamaya geldim. Seninle kol kola Mahfel’den Heykele yürümek istedim. Genellikle biz yaşlılar vardı bizimle yürüyen. Narkotik hükümlüsü kıl oldum abi gelse ona ellemek için onbinlerin toplanacağı, sonradan pembeleşmiş kimliği ile vaaz eden ve raiting rekorları kıran bir hanende’nin prim yaptığı

“Hükümet istifa”diye bağırdılar sanki yeri ve zamanı gibi... Bana “hüloooğğğ” diye bağıranları anımsattılar. Oysa ben seninle yürümek istiyordum. Başka birileri “hırsız vaaar” diye bağırdı.. Oysa ben seni düşünmek istiyordum Bana bedenin bir yerlerinde çıkan istenmeyen kıldan tüyden sözleri anımsattılar. Bütün Bursa her türlü siyasi rengiyle orada olsaydı bizimle yürüseydi diye öyle istedim ki Ve bir tek ahlaksızları dışarıda bıraksaydık diye öyle özendim ki. Ama olmadı. “İl”i takip edenler, “İlçe”yi takip edenler, “İş”i takip edenler o kadar meşguldüler ki; onu C4 ile patlatanların bile saygı duyduğu kendi meslek ağabeylerinin yanında yürümeyi, her hangi bir başkan adayının soslu, salçalı ve kalçalı muhabbetine kurban ettiler. Onlar ki; Çağdaş’a feysbuk’tan sallamayı akut histeri nöbetine dönüştürenlerdi. Uğur Ağabey... Tam ümidimi kesiyordum ki anıtın önünde ÇGD’nin gür sesini duydum. Bizi susturmaya çalışabilirler ama başaramayacaklar ve basın bu gün bu durumda ise biz değil bizi bu hale getirenler utansın diyordu Yüksel Başkan.. Ve sosyal hakları gibi ücretleri de asgari üniversite mezunu gazeteci gençler ‘satılmayacağız’ diye haykırdılar. Uğur Ağabey...

“taassup sahibi” ülkemde pek kalabalık sayılmazdık yani... Gazeteciler mi? Çağdaşlar oradaydı. Başkan, bendeniz gibi birkaç dinozor ve inanmış çağdaş gençlerle beraber yürüdük. Çağdaş olmayanından ise eser yoktu. Zaten ne zaman oldular ki! Uğur Ağabey... Ben seninle yürümek ve seninle düşünmek istemiştim. Ama olmadı be Ağabey!

Umutlandım yaaa... Nagihan’ı, Samet’i, Rabia’yı, Aykut’u, Kübra’yı ve diğerlerini görünce çok umutlandım. 22’de daha kalabalık olacağız gibi geliyor, Tabi bazılarımız zamana yenilip yanına gelmezsek. O’da sorun değil yine kolkola olacağız. Seneye yine Mahfel- Heykel hattında görüşürüz. Uğurlar olsun Ağabey...


19

Sayı 7 Ocak - Şubat

Ali Tartanoğlu

Gerçek gazeteci:

UĞUR MUMCU

Eleştiri gazeteci için bir zorunluluktur. Olumsuz haber, yolsuzluk haberi, eleştiri, o “olması gereken”de, o “yapılması gereken”de, o “görev”de bir yanlışlık, sapma olduğunun işaretidir. İktidarı övmezseniz toplum bir şey kaybetmez; ama olumsuz haberi, yolsuzluk haberini vermez, eleştirmezseniz toplum çok şey kaybeder. Basın bu nedenle dördüncü kuvvettir. Öldürülmesinin üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen adı unutulmayan, kendisine duyulan saygının azalmadığı, gazetecilikte örnek olma niteliğini hiç yitirmeyen Uğur Mumcu, okur, didik didik araştırır, sorar; ama hukuki sorun görürse, en azından kendisine ispat edememişse, inanmamışsa, yeterli veri toplayamamışsa, kısaca ikna olmamışsa yazmaz. Bu nedenle, “yazdıklarımız, yazamadıklarımızın onda biridir ancak…” demek gereğini duymuştur. Araştırmacı gazeteci, cinin şişesinden çıkmış, bir dudağı yerde bir dudağı gökte olağanüstü, olağandışı bir yaratık değildir. Gazetecilik bir meslektir, gazeteci de başka mesleklerde olduğu gibi bu mesleği icra eden bir “insan”dır. “Yav adamın en büyük özelliği dürüst olması. Bravo valla…” “Kardeşim olağanüstülük bunun neresinde? Zaten herkesin dürüst olması gerekmez mi?...” Haksız mı bu soru? Herkes dürüst olsaydı söz konusu o kişinin dürüstlüğünün, öyle övgüyle, hayranlıkla anılacak bir olağanüstülüğü kalmazdı. Hatta belki fark bile edilmezdi. Araştırmacı gazetecilik de böyle bir şey. Aslında her gazetecinin araştırmacı olması gerek. Yazdıklarının ayağının yere basması gerek. Her meslek gibi gazeteciliğin de kuralları, ahlakı var. Bu kurallara, bu ahlaka uygun, doğru dürüst gazeteciliktir araştırmacı gazetecilik. O kadar. Daha basite indirgersek doğru dürüst gazetecilik, işte, bildiğiniz süte su, çaya karbonat, kırmızı bibere kiremit tozu karıştırmamaktır. Vergi kaçırmamak, yanındaki çocukların sigortasını adam gibi ödemektir mesela… Elbette, işin doğası gereği, doğru dürüst gazetecilik doğru dürüst esnaflık kadar kolay olmaz. Çünkü gazetecilik söğüt dalı gibi narindir, eğmeğe gelmez, kırılıverir. Gazeteciliğin kırıldığı yer, gazeteciliğin kırılması, toplumda birçok değerin, kuralın alt üst olduğunun işaretidir. “Bana gazeteciliğini söyle, sana toplumunu, toplumunun demokrasi, uygarlık düzeyini anlatayım…” Araştırma olgusunun tarifi de zor değildir. Siz bir bilgiyi arıyorsanız, ya da önünüze gelmiş bir bilgi varsa, gerekirse iğne deliğinden geçeceksiniz; geçemiyorsanız yazmayacaksınız. Öldürülmesinin üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen adı unutulmayan, kendisine duyulan saygının azalmadığı, gazetecilikte örnek olma niteliğini hiç yitirmeyen Uğur Mumcu, işte yukarıdaki tariftir. Okur, didik didik araştırır, sorar; ama

hukuki sorun görürse, en azından kendisine ispat edememişse, inanmamışsa, yeterli veri toplayamamışsa, kısaca ikna olmamışsa yazmaz. Bu nedenle, “yazdıklarımız, yazamadıklarımızın onda biridir ancak…” demek gereğini duymuştur. İkna olmak için dünyanın öbür ucuna da gider, karanlık dehlizlere de gider. Mehmet Ali Ağca’nın izinden Mayorka’ya, Bern’e gider, tozlu mahkeme dosyalarının arasına balıklama dalar. Bu yönde onu yıldıracak hemen hiçbir zorluk yoktur. Yeter ki ikna olsun… Ama bir kez kendisi ikna olunca da, bildiğini ve düşündüğünü yazmaktan onu alıkoyacak bir güç yoktur. Korkmadığı gibi, öyle arkadaşlık, dostluk da dinlemez. Benim görüşümde olanlar, bizim çocuklar, benim partim gibi kaygılar onu yazmaktan alıkoymaz. TRT’de çalışan ünlü gazeteci arkadaşının evrakta sahtecilikle çıkar sağladığını yazıp sanık sandalyesine oturtur. Uğur Mumcu solcudur. Türkiye’nin son altmış küsur yılına da sağcı iktidarlar damga vurmuştur. Bu nedenle ister istemez sağ’ı daha çok eleştiriyormuş gibi görünür. Hatta bu yüzden sağ’da kendisine kızanlar “KGB ajanı”, gazetesi Cumhuriyet’e de “Bab-ı alinin Pravdası” diyerek hınçlarını almaya çalışmıştır. Oysa Mumcu, pembesinden kızılına kadar bütün renkleriyle sol’u da çok rahat, kolay eleştirmiş; onlardan da “CIA ajanı”

tepkisini almıştır. Solu eleştirdiği yazılarını genellikle Orhan Veli’nin, Sarhoş oldum da Seni hatırladım yine; Sol elim, Acemi elim, Zavallı elim! dizeleriyle veya kısaca “sol elim, zavallı elim” sözleriyle bitirirdi. (Oysa kendi sol eli son derece becerikliydi, hatta sağ elinden bile… Çünkü solaktı!..) Gazetecilik lafı açılınca önüne gelen “tarafsızlık… objektiflik…”ten söz eder. Hukuk lafı açılınca ortaya dökülen “tarafsızlık… bağımsızlık…” teranesi gibi… Gazetecinin tarafsız olması ne demek? Tamam, haberi birebir, olduğu gibi vereceğiz. Kendimizden hiçbir şey katmadan… Anladık da, haberi manşet yapmak da, birinci sayfada dipte, sekizinci sayfada tepede veya dipte, son sayfada vermek de, hatta hiç vermemek de bir tavır, bir yorum… Haberi hiç vermemek, tarafsızlık sayılabilir mi? O zaman Gezi eylemleri sırasında penguenli doğa dizileri veren televizyon kanalları niye tepki gördü, alay konusu oldu? Üç saat başbakan konuşması verip, Gezi eylemini hiç görmemek bal gibi taraf olmaktır; tepki görür. Ama tarafsızlık, hele yüzde yüz taraf-

sızlık zaten imkansız gibidir. Tersine, taraf olmak kaçınılmazdır, insanın doğasıdır. İşte bu noktada objektiflik devreye girer. Sizin taraf da çalsa, bizim taraf da çalsa gözünün yaşına bakmadan yazıyorsanız, hem tarafsız hem objektif olursunuz. Hani birileri son günlerde, tam tersini yaptıkları halde atıp tutuyorlar ya: “Babam olsa… evladım olsa… Nereye kadar giderse gitsin…” Birisini övmek gazetecinin asli, zorunlu işlevi değildir. Övgü, ihtiyaridir, hiç yapılmasa belki daha iyi olur. Çünkü övülen işler zaten aslında olması gerekendir. Tıpkı “dürüst” olmak gibi… Hatta belki zaten o kişinin görevidir. Hastane yaptı, yol yaptı diye hükümet övmenin, gazetecilikte övülecek yanı yoktur. O onun görevidir zaten. Parasını da vergileriyle vatandaş öder. Vatandaş takdirini, övgüsünü nasılsa sandıkta yine oyuyla gösterecektir. Onun için, gazeteci, doğru dürüst gazeteci “canım biz hiç mi iyi, doğru, güzel iş yapmıyoruz” diyen, hep övülmek isteyen siyasetçiye, hele iktidar sahibine asla kulak asmaz, asmamalıdır. Ama eleştiri gazeteci için bir zorunluluktur. Olumsuz haber, yolsuzluk haberi, eleştiri, o “olması gereken”de, o “yapılması gereken”de, o “görev”de bir yanlışlık, sapma olduğunun işaretidir. İktidarı övmezseniz toplum bir şey kaybetmez; ama olumsuz haberi, yolsuzluk haberini vermez, eleştirmezseniz toplum çok şey kaybeder. Basın bu nedenle dördüncü kuvvettir. Yolsuzluk haberini, olumsuz haberi verirken de, yani yazmadan önce de her şeyden emin olmanız, bunun için de çok iyi araştırmanız gerekir. Geriye “CESARET” kalır… Evet, “CESARET…” Çünkü olumsuz haberin, yolsuzluk haberinin, eleştirinin sonunda çokça hapislerde çürümek, ama hatta öldürülmek de vardır. İşte Uğur Mumcu budur. Namussuzlar kadar cesur, doğru dürüst gazeteci… Namussuzların parçaladığı Uğur Mumcu’nun bütün yaptığı buydu işte!..


20

Sayı 7 Ocak - Şubat

İbrahim Göçmen ÇGD Malatya Şube Başkanı

Sağlaşan CHP ve gerçek SOL Bugün ülkemiz 17 milyon aktif, 15 milyon pasif emekçinin, 4 milyon işsizin yaşadığı bir ülkedir. Keşke bugüne kadar gerçekten sol ve sosyal demokrat çizgide olan, bu ilkelerinden taviz vermeyen, dik duran ama dikilmeyen ilkeli, kararlı sol bir parti bu ülkede örgütlü olsa idi olabilse idi... Sadece emekten yana, emekçilerle birlik olsa, olabilse, bu kesimlerle işbirliği yapsa, sendikalarına el atsa, Kürt ve Alevi sorunlarına demokratik, eşit yurttaşlık ilkeleri içerisinde çözüm sunsa, bu kesimlere yönelik ana dilde eğitim başta olmak üzere eğitim ve aydınlatma çalışması yapsa, inanın önce yerelde, sonra da genelde iktidar olmaması için hiçbir neden yoktur. Rüşvetin kara para aklamanın soygunun soygunculuğun, hırsızlığın yani 3 Y ile (yolsuzluk, yoksulluk, yasaklarla) mücadele edeceğini söyleyen AKP nin mücadele alanı yanlış anlaşılmış ya da biz yanlış anlamışız Bunlar başka 3 Y ile (Yasama, Yürütme, Yargı) ile mücadelesini değişiklikleri vesayet altına alma çabaları söylemişler de her halde biz yanlış anlamışız AKP nin bugün ortaya koyduğu anlayış ve hukukun ayaklar altına alınması vesaire çalışmalar 90 yıllık Cumhuriyet döneminde hiç yaşanmamıştı. Hele bunu dini değerlerle yola çıkan muhafa-

zakar ve demokrat olduğunu iddia eden sağcı bir parti iktidarının yapmış olması çok ilginçtir. Çünkü bunlarda Allah korkusunun var olduğu, olacağı sanılıyordu. Demek ki haram da olsa, kara para da olsa ya da ne şekilde olursa olsun meşru- gayri meşru elde edilen para hırsı Allah ve dini inanç anlayışından önce geliyor ve hırsızlık Allah’ın adı, din ile örtülmek, kapatılmak isteniyordu, onlar da gereğini yapmışlar, yapıyorlar ki, resim böyle görünüyor. Dini kullanarak dini siyasete alet ederek ortada dolaşan siyasilerin gerçek yüzü görünmüş ve din örtüsü altında devletin nasıl soyulduğu gün ışığına

çıkmıştır. Artık bunun lemi cümü yoktur, inkar edilecek tarafı kalmamıştır. İktidar adına ortaya çıkan bu görüntülerin bu olumsuzlukların yaşandığı 30 mart yerel seçimleri öncesinde CHP’ nin yerel seçimlerde başarılı olmaması için hiçbir sebep, hiçbir engel yoktu

Eksen kayması Tabii.. CHP gerçekten sosyal demokrat ve sol olsa ve o kimliği ile yola çıksa idi. Her geçen gün sağlaşmaya başlayan CHP sağa kaymadan gerçekten sol olabilse idi. CHP siyasette inanılmaz bir döngü içerisine


21

Sayı 7 Ocak - Şubat

göre “ Türkiye de nasıl olsa seçmen tutucudur, sağcıdır, muhafazakardır, milliyetçidir ve biz onların düşüncelerini siyasi söylemlerimizle çalışmalarımızla, ideolojik duruşumuzla değiştiremedik bu anlamda hiçbir şey yapamadık, hiçbir şey yapmadık… Bari seçmeni sol ile tanıştırmak yerine tutucu sağ seçmenden oy alabilecek olan birilerini aday gösterelim de, onlardan oy alalım” diyor. Yâni, biz de sağ seçmene teslim olup ondan medet umuyoruz demek istiyor. Şimdi buradan sormak istiyorum Sağdan gelen adaylar, solculardan daha mı akıllı? Asla ve kesinlikle, net bir şekilde bu soruya HAYIR diyorum.

Kıyaslamak bile mümkün değil

girdi. CHP de evet eksen kayması var idi ama bu kadar olduğu, olacağı belki de düşünülmemişti. Bakıyorsunuz CHP değişik bir anlayışla ve sağ kulvarda adaylar aramakta, öyle bir arayışlar içerisinde yönünü tamamen sağa ve onu destekleyen ulusalcılara döndü ya da döndürüldü.. 30 Mart ta yapılacak yerel seçimlerde kendi partisinin üyelerine güvenemeyen CHP’ nin ileri gelenleri, genel merkez yöneticileri ve Malatya da ki bilgisiz, birikimsiz, ideolojisiz, şaşkın yöneticileri seçimleri kazanmak için sağ adaylar arama çabasında. Bir parti yönetimi örgütünden bu kadar kopuk, örgütüne bu kadar güvensiz olabilir mi? Parti içinde yıllarca mücadele verenleri, partisinin iktidar olabilmesi adına yıllarca sabırla, özveri ile partisine sahip çıkanları bir kalemde silebilen, parti üyelerinin önüne sağcı adaylar getirilen örgüt içerisinde yıllarca canla başla çalışanlarda mücadele hevesi ve gücü kalır mı? CHP Genel Başkanı, “Sağ oyları getirecek sağcı aday arayarak sağa açılmıyoruz halka açılıyoruz” derken kendisinin ve özünü değiştirmek istediği CHP’nin içine düşürüldüğü aczi de itiraf ediyor: Genel başkan ve arkadaşları bunu demekle bana

Sağdan gelenler, sağdan getirilip CHP de aday gösterilenlerin kişiliklerine hiçbir sözümüz yok, daha doğrusu çok da fazla tanımıyoruz ama Allah aşkına siyasetten şöyle bir bakalım. Bu vatandaşlar solculardan; daha mı becerikliler? Daha mı ileri görüşlü, çağdaş, laik ve yurtseverler? Daha mı halka ve emeğe saygılılar? Daha mı dürüst ve namuslular? Ömürlerini sol değerleri savunarak geçirmiş birikimli ve yetenekli insanlar partilerini iktidara taşımak için maddi manevi emek veren örgüt emekçileri neden yok sayılıyorlar? Neden öteleniyor, neden küstürülüyorlar? Sol değerler neden yok ediliyor? Sağ bu kadar önemli değerleri barındırıyorsa Anavatan ve Doğru yol neredeler, MHP zorla barajı aşarak meclise girmiyor mu? Bu adayların partileri neden bu halde? Neden CHP’ye kurtarıcı olarak sunulan sağcı politikacılar kendi onurları olan, kendi kimlikleri olan partilerini kurtarmıyorlar da CHP ne geliyorlar?.. bu soruları alt alta vurursak sayfaya sığdıramayız. Ancak bu soruların bir tek cevabı var, bu arkadaşlar, bu vatandaşlar kendi partilerinde yer bulamadıkları ve burada onlara istenilenin de dışında değer verildiği için buradalar. Bugün ülkemizde dini değerlerle iktidara gelen, muhafazakar demokrat olduğunu iddia eden ancak halen nerede ve nasıl toplandığı belli olmayan, lidere bağlı sağ bir parti ülkeyi demokratik yörüngesinden saptırmış, hukuku yok etmiş, emekçiyi köleleştirmiş, sendikaları ayçiçeği tarlasına çevirmiş, işsizliği arttırmış ve mutsuz çoğunluğun gelecek umudunu yok etmiştir. Çok uzun yıllardır Kürt ve Alevi vatandaşlarımızı, demokrat insanların emeğini, emekçileri.. velhasıl ötekileştirilmiş ve kendine muhalefet eden bütün insanları katletmiş, ceza evlerine koydurmuş bir iktidar var ortada. Yazan, çizen, sanatçı olan hiç kimseye konuşma hakkı bile tanımamış ancak Gezi olayları ile karizması çizilmiş son 17 Aralık ve 25 Aralık operasyonları ile de ayakta zor durmaya çalışan bir iktidarla karşı karşıyayız On bir, on iki yıldır yaşanan, yaşatılan bu zulüm sonunda son rüşvet ve yolsuzluk- kara para aklama operasyonlarını da değerlendirerek halk ile buluşan ve bunların hepsini anlatan, halkla iç içe olan, olmasını bilen, halka ulaşmasını bilen sol bir partiyi iktidar yapacak çok önemli verilerdir. Bugün ülkemiz 17 milyon aktif, 15 milyon pasif emekçinin, 4 milyon işsizin yaşadığı bir ülkedir.

Keşke bu güne kadar gerçekten sol ve sosyal demokrat çizgide olan, bu ilkelerinden taviz vermeyen, dik duran ama dikilmeyen ilkeli, kararlı sol bir parti bu ülkede örgütlü olsa idi olabilse idi.. Sadece emekten yana, emekçilerle birlik olsa, olabilse, bu kesimlerle işbirliği yapsa, sendikalarına el atsa, Kürt ve Alevi sorunlarına demokratik, eşit yurttaşlık ilkeleri içerisinde çözüm sunsa, bu kesimlere yönelik ana dilde eğitim başta olmak üzere eğitim ve aydınlatma çalışması yapsa inanın önce yerelde, sonra da genelde iktidar olmaması için hiçbir neden yoktur. Bütün bunlar, demokrasi, insan hakları, ülkede barış dışarıda barış, emeğin üstünlüğü, hukukun üstünlüğü ve demokratik çağdaş yaşamın laiklik temelinde herkesin inancının serbestçe, yasaksız, özgürce yaşayacağı bir ortam yaratacak, bilime dayalı siyasi çalışmalar yapılsa, yapılabilinseydi bugün ülke başka bir siyasi ortamda olabilirdi.

Örgütlü halk oluşabilse.. Öyle yapılsa halkın örgütlülüğü bu anlamda demokratik olarak sağlansa, sağlanabilse idi bu gün CHP nin yaptığı sağcı adaylara, tarikatlara, cemaatlere el açmasına, dizleri üstünde onlardan yardım dilenmesine gerek kalmazdı. Gerçi açık söylemek gerekirse sağcılara kapıyı sonuna kadar açan, tarikat ve cemaatlere teslim olmaya hazır, sağa açılmaya başlayan bugünkü, onların deyimiyle yeni CHP’ nin bundan böyle çok uzun ömürlü olacağını düşünemiyorum. CHP’ nin uzun ömürlü olmayacağını düşünemiyorsak yerine bir siyaset koymak gerekir diyenler olacaktır İşte bu, ülkemizdeki gibi çakma sol partilerle değil bugün Avrupa da çok örneklerini gördüğümüz, yaşadığımız gerçek anlamda bilime dayalı Sol ve sosyal demokrasidir Gerçek Avrupa evrensel sol ve sosyal demokrat bir anlayışın yani Türkiye de bu güne kadar iktidar olmayan, olamayan ancak iktidar olmak isteyen solun yükselmesi, iktidar olması ilkelere dönmesine, parti tabanını emeğe ve emekçilere açmasına, adaylarını kendi özünden yaratmasına bağlıdır. Bu sol; devleti soymaktan başka şey düşünmeyen siyasilerle, sağcılığı emeği sadece sömürmek olarak anlayanlarla, milliyetçi, ırkçı olanlarla, dincilerle değil, Bu sol; emeği en yüce değer sayan, sol ve demokratik değerleri öne çıkaran, insan haklarına saygılı, ilkeli ve kararlı bir biçimde halkın yanında olsa… Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde yaşayan dil, din, mezhep, etnik yapı, renk, cins ayırımı yapmadan, herkesin eşit yurttaş, eşit vatandaş olarak yaşamasını sağlayan insan hakları savunucularına, demokratlara, demokrasiden yana olanlara değer vermeli, bu düşüncede olanlarla olmalı, bunlarla kader birliği yapmalıdır. İşte Türkiye’ de böyle bir birlik beraberlik bu toplumu önce ana muhalefet daha sonra da iktidar yapar ve ancak o zaman bu ülkede yolsuzluk, yoksulluk, yasaklar kalkar onların yerine hukukun üstünlüğü, bağımsız yargı olur, demokrasi olur, barış olur dostluklar daha da büyür ve gelişir.


22

Sayı 7 Ocak - Şubat

Dilek Atlı

One Way

* Ticket

Başka halkları bilemem, mutlaka vardır örnekleri, ama bizim halkımızın – bu ülke içinde yaşayan tüm halkları kastediyorum – en öne çıkan yönlerinden biri duygusallığıdır. En rasyonel olmamız gereken noktada bile ya duygularımızla kazanır ya da duygularımıza yenik düşer, hayat derslerine bir yenisini ekleriz. Bunlar bizim sandık hikayelerimizdir.

M

Neyse...

art ayı yaklaşırken belki içinden geçtiğimiz dönem de göz önüne alınırsa ülkece en rasyonel olma zamanımızdayız. Her daim yerel seçimlerin genel seçimler gibi parti değil de insan faktörü üzerinde durularak değerlendirilmesi taraftarı olsam da bunun yaşamsal karşılığının gerçekleşmediğinin farkındayım. Bize sürekli sandığı işaret eden, sandığın ülkenin gerçek ve geçerli ‘start çizgisi’ olduğunu düşünen siyasiler, oy kullanmayan/ kullanmak istemeyen bireyleri, yüzde 10 seçim barajını ve kadınlara hangi partiye oy vermesi konusundaki baskıcı zihniyeti görmezden gele dursun; gelin biz yakın tarihteki örneklere göz atalım. Ülke demokrasisinin felce uğratıldığı o ışıksız döneme geri dönüp baktığımızda, ülkenin böğrüne kabus gibi çöken Sevgili Ressam’ı genel seçimler nedeniyle konuşmalar yaparken hatırlayalım. Yine sandık işaret ediliyor. Bir yerlerden tanıdık gelmiyor mu? 1983 Genel Seçimleri… Dönemin hükümet adayları arasında yarış sürerken Sevgili Ressam, seçmenlere Turgut Sunalp’a oy vermelerini öneriyor! Üstelik ‘bana ne oluyor ki’ demeden. Merak

ediyorum, dünya üzerinde başka hangi cumhuriyet ülkesinde demokrasi ve sandık kelimeleri aynı cümlede geçip de halka ne yapacakları söylenir? Aynı Sevgili Ressam, genel seçimler öncesi 1982 Anayasası için 7 Kasım 1982’de halk oylaması gerçekleştirmiş. Mavi ve beyaz renk kullanılacak referandum için yaptığı konuşmalarda ‘Beyaz’ rengi kullanın talimatları vermişti. Yüzde 8,63 ‘Mavi’ yani, ‘Hayır’ oyunun çıktığı halk oylamasında 1982 Anayasası, 91,37 ‘Beyaz’ yani, ‘Evet’ oyuyla kabul edilmişti. Elinden gelse gökyüzünü de beyaza boyayabileceğini düşünen zat, sonraki ressamlık kariyerinde sadece tuvallerle sınırlı kalmıştı.

Büyüklerim hatırlayacaklardır. Yaşıtlarım ve küçüklerim için Sevgili Ressam’ın 1983 Genel Seçimleri’nde halka ne yapacağını söylerken atladığı bir şey vardı. Bu ülke sınırı içinde yaşayan vatandaşların ne kadar duygusal ve aslında ne kadar boyun eğmez oldukları...Bu önemli ayrıntı seçimin sonucunu belirledi. Düşünenlerin ölmeye, çürümeye, unutturmaya bırakıldığı, geri kalanlarınsa aman düşünmesinler diye yasaklarla susturulduğu dönemde Sevgili Ressam, kime oy vereceğimizi şu sözlerle buyur etmişti: “Sevgili Vatandaşlarım, Geleceğin iktidarına aday olan yeni partilerimiz birçok tatlı vaatlerde bulundular. 1980-1981 yıllarında ekonomik durumun düzelmesini kendilerine mal edenler, ekonominin tabii kanunlarını bu memlekette yalnız kendilerinin bildiğini söyleyenleri, bilgi-beceri ve iş bilirlilik vasıflarının Allah tarafından yalnız kendilerine verildiğini büyük bir gururla her gün çekinmeden ifade edenleri, ihracatın sihirli değneğinin yalnız kendisinde bulunduğu, bugüne kadar gelmiş-geçmiş bütün yönetimlerin hatalı hareket ettiklerini ancak kendilerinin hatalı olmadığını…”


23

Sayı 7 Ocak - Şubat

Yukarı da açıkça Turgut Özal kastediliyor. Özal ise aynı saatlerde seçim mitingi için Çorlu’ya giden otobüste bir gazetecinin ‘sizi kastediyor, neler söyleyeceksiniz’ sorusuna tanıdık bir yanıt veriyor: “Cevabı 6 Kasım’da millet sandıkta verecektir!” Ne sandık ama! Öylesi bir demokrasi anlayışı! Öylesi bir özgüven tanımlaması!

Sonrası malum, Sevgili Ressam’ın desteklediği Milli Demokratik Parti lideri Turgut Sunalp yerine, Turgut Özal’ın liderliğindeki Anavatan Partisi seçimden birinci olarak çıkıyor. Bu seçim bir yönüyle tarih sayfalarına duygusal bir toplumun cuntacılara tepkisi olarak geçiyor. Böylece, 45. hükümet kuruluyor ve ülkede bir ‘icraatın içinden’ yapılanması başlıyor. Bu da tanıdık gibi. Değil mi?

Rabia Avcı ÇGD Rize Şube Üyesi

Ceylan, aslanın önünde… Her yıl olduğu gibi 2013 yılı da gazeteciler açısından insan hak ve özgürlüklerinin yok sayıldığı bir yıl olarak tarihte yerini aldı. 2014 yılının gazeteciler ve özgürlükler açısından hiç de iyi geçmeyeceği sinyallerini daha 2013 yılının son aylarda yaşanan olaylar karşısında gördüklerimiz ve yaşadıklarımızdan anlıyoruz. Peki, Gazeteciler bu ülkede neden istedikleri gibi özgürce haber yapamıyor? Gazeteciler mesleklerini icra ederlerken neden suçlanıyor? Gazetecilere neden hakaret ediliyor? Her yaşanan olumsuz olayın sonunda neden hedef gazeteciler gösteriliyor? Ve binlerce yanıt bulamayan sorular…

Duygusallık her daim duygusallık... Nice hükümetler geldi, geçti. Ne sandıklar gördük. 1999 Türkiye Genel Seçimleri’nde Bülent Ecevit liderliğindeki Demokratik Sol Parti (DSP), ipi çoğunlukla göğüslerken yine duygusal bir halk tepkisinin kaşıdığı oylar sandıkta kendini göstermedi mi? Abdullah Öcalan’ın yakalanışıyla patlak veren bir duygusal yükseliş yaşandı. Mutlaka aklınıza gelmiştir: Eğer Öcalan yakalanmasaydı DSP, birinci parti olarak sandıktan çıkar, merkez sağ meşhur yüzde 10 barajının altında kalır mıydı? Hoş, karıştıkları yolsuzlukların ayyuka çıkması da bu duygusal tepkiyi tetikledi, unutmamak gerek. Bu da bir yerlerden tanıdık geliyordur herhalde! 2002 Genel Seçimleri’yleyse bambaşka bir döneme şahitlik ettik. Birçok ‘ilk’lerin gerçekleştiği bu uzun dönemde şimdi kritik bir viraja daha yaklaşılıyor. Tarihteki örneklere bakılırsa ‘duygusallık’ birçok parti için fayda yaratırken, aynı partiler için yolun sonu da oldu. Ülkenin içinden geçtiği dönemde şahit olduklarımız bu coğrafyanın duygusal halklarını tetikleye-

ceğe benziyor. Asıl soru, bunun hangi yönde olacağıdır. Ülke kaderini etkileyecek bu hassas seçimde duygusallık yine rasyonelliği yense bile kimin tarafını tutacaktır? Şimdi dengeler bundan önceki üç dönem kendini gösteren genel seçim ortamları kadar ön görülür gözükmüyor. Gezi Olayları’nı takip eden süreçte yaşanan yolsuzluk suçlamaları duygusal bir çığlık halini alabileceği gibi, Pennsilvanya beddualarının tutma olasılığı da var elbette. Buradan yola çıkarak diyebiliriz ki, sandığı bir hesaplaşma kutusu olarak gören bakış açısının benzettiği gibi demokrasi bir trense sandık da, vatandaşın içine tek gidişlik bir bilet attığı yoldur. Nereye gidileceği ise meçhul! Yolculuk sırasında fonda Boney M’den One Way Ticket’in çaldığı, maviliklere doğru uzanmasını umduğumuz bir yol. One way ticket, one way ticker, one way ticket to the blues... *Tek yönlü bir bilet

Tabi biz biliyoruz ki zaten bu ülke de gazeteciler, özgür olamadılar o konuma hiç gelemediler Sistem onları hiçbir zaman korumadı, gazeteci özgürce yaptığı herhangi bir haber için sürekli yalan yanlış haberler yaptıkları gerekçesiyle suçlandı. Medya ya ve onun mensuplarına inanmayın açıklamaları hiç eksik olmadı. Hakaretler, tehditler yağdırıldı. Çünkü karşı tarafın defterinde bir yanlışın üç doğruyu götürme felsefesi uygulandı. Sadece bunlar mı? Hayır! Soru sorarken bile özgür değil hiç biri. Doğruyu yanlış, yanlışı doğru yapabilecek sorular ve cevaplar alınır. Soruyu sormak için değil, bu sorunun böyle sorulması istendiği için mikrofon uzatılır. Zaten istenenlerin yapılmaması durumunda ayrı bir sorun doğar. Bunun için; Haklıların mahkûm edildiği bu ülkede, bütün doğruların yeri cezaevidir. Bugün onlarca gazeteci mesleğini icra ettiği için hala hapishanelerde tutuluyorsa o ülkede basın özgürlüğünden söz etmek mümkün olabiliri mi? Bu öyle bir şey ki; günümüzde tehdit olarak görülen, sadece rahatsız edici olarak belirlenen, gazeteciyi ‘ortadan kaldırmanın’ daha dehşet yollarının uygulanmasını görüyoruz. Bu da demek oluyor ki ceylan halen aslanın önünde… Bu durum ne kadar daha böyle devam eder kestiremiyorum. Ama şunu biliyorum ki haksızlığa uğrayanlar gibi biz de bu ülkede sadece ‘Adalete, hukuka açız ’ . Bu açlığımızın bir değil binlerce ayakkabı kutusuyla doyurulamayacağını açık bir dille belirtmek isterim… Halkın haber alma hakkını savunan yürekli ve tutuklu bulunan tüm gazeteci dostlara özgürlük ve umut dolu bir yıl diliyorum..


24

Sayı 7 Ocak - Şubat

Mustafa Özdal

Kahvehanede mini seçim anketi

Fal değil, gerçek: Bu seçimde de ufukta sürpriz görünmüyor! Ne ayakkabı kutusu, ne evlerden çıkan kasalar, ne cemaat çatışması, ne komplo iddiaları... Ne HSYK, ne yargı bağımsızlığı, ne Savcı Öz, ne Ergenekon, Balyoz... Ne CHP adayı Necati Şahin, ne AKP adayı Recep Altepe, ne sağa yanaşan CHP, ne cemaatten uzaklaşan AKP... Halkın evet.. tüm bunlardan haberi var ama asıl derdi hiç biri değil. Tek cümleyle: Bir tas su, bir lokma ekmek... İki Orta Bir Kahve’nin bu sayısının konusu, seçim. Seçim konulu bir sayının söyleşi bölümünde, seçmen görüşü olmazsa olmaz, seçmenin görüşlerini yansıtacak mekansa, kahvelerden başka bir yer değil... Peki, hangi kahve? Öyle ya, Bursa’da binlerce kahve hizmet veriyor. Panayır’ı seçtim ben. Dar gelirli yurttaşların yoğunlukta oldu bir mahalledir Panayır ancak, kentin doğusunda değildir. Yoksulların daha fazla yaşadığı bir semttir ancak, AKP’nin oy deposu değildir. Göç edenlerin yaşadığı bir bölgedir ancak, sadece Doğu ve Güneydoğu Anadolulular’ın yaşadığı bir semt değildir... Yani farklı seçmen profiline sahip bir mahalle olduğunu düşündüğüm için, Panayır biçilmiş kaftandı benim için. Panayır’da çok sayıda kahve var. Ve her kahve gibi, buradakiler de pazar günü daha kalabalık oluyor. Merkeze yakın bir kahveyi tercih ettim. Kasapların, 1 milyoncuların, ismi duyulmamış süper marketlerin, konfordan yoksun internet kafelerin, 10 metrekarelik bir dükkana sıkışmış kokoreççilerin tam ortasında büyükçe bir kahveye girdim. Gözlerini televizyona dikmiş, pür dikkat Bank Asya’daki müsabakayı heyecanla izleyen masaya yaklaşır gibi oldum, vazgeçtim... Geriye kalan masaların birçoğunda ya oyun oynanıyor, ya da ikili üçlü gruplar çaylarını höpürdetip muhabbet ediyorlardı. İyi de ben kiminle konuşup söyleşiyi çıkartacaktım? “Selamünaleyküm” Karar verdim ve tek tek masaları dolaşıp, yerel seçim üzerine herkesin görüşünü alacaktım. Ancak önce hem soluklanmak, hem de ortamı gözlemlemek için bir çay ısmarlayıp az sayıdaki boş masalardan birine kuruluverdim. Çayımın tümünü içmeden önce en kolaydan, yani oyun oynanmadığı bir masadan başlayarak işe koyuldum. Üç genç oturuyordu bu masada. Şivelerinden Doğulu oldukları anlaşılıyordu. “Selamunaleyküm” Kısa süren şaşkınlığın ardından, “Aleyküm selam” yanıtını alıverdim. Derhal kendimi tanıttım ama amacımın ne olduğunu anlatmamı isteyen 3 çift göz vardı karşımda. Anlaşılan bu iş, öyle göründüğü gibi kolay olmayacaktı. Ama bir yerden de başlamam lazım: -Ben, gazetede çalışıyorum. Meslek örgütümüzün gazetesine bir röportaj yapacağım. 2 dakikanızı alabilir miyim? -Ne soracaksın kardeş? -Yerel seçimleri, düşüncenizi öğrenmek istiyorum müsaade var mı? İstemeyerek de olsa yer gösterdi gençler... Kağıdı kalemi çıkardığım gibi konuya girdim. İsim sorma-

dım hiçbirine, zaten isteksiz oldukları her halinden belli olan gençleri, daha fazla huzursuz etmek istemedim. -Evet seçimler yaklaşıyor, umutlu musunuz? İçlerinden biri hemen atıldı: -Abe, bizim umurumuzda değil seçim. Hepsi aynı. Ben 30 yaşına geldim, aldığım para 3 kuruş. Ben ekmeğimin peşindeyim, hiçbiri ilgilendirmiyor. -Peki, kim kazanır sence seçimi: -AK Parti alır yine. Diğeri de benzer şeyler söylüyordu. Belediye başkanının yüzünü bugüne kadar görmediklerini ancak, sonucun çok farklı olmayacağını iddia ediyorlardı. Ve masadaki üçüncü seçmen... O, son yaşananlardan dolayı AKP’nin bu kez sandıktan istediği sonucu alamayacağını öne sürdü: -Millet aç, perişan bunlar neler götürmüşler. Ben oy vermeyeceğim bu sefer. Ama hangi partiye vereceğime de karar vermedim. Teşekkür ediyor ve müsaadelerini istiyorum. Yurdum insanı işte, soğuk karşılar sıcak uğurlar. Çay söylemek istediler, ısrar ettiler ancak birkaç kişiyle daha konuşmak gerektiğini söyleyerek masadan ayrıldım. “Merhaba” Oyun oynamayan iki masadan birine yöneldim bu kez. Biri orta yaşlı, diğeri daha büyük iki kişinin bulunduğu bir masaydı bu. İkisi de kahve içiyordu, yeni oturdukları belliydi. Derin bir muhabbetleri yok ama sessizliğe de bürünmüşlerdi diyemem. Nedense bu kez “Merhaba” dedim ve jet hızıyla konuya girdim. Yine kendimi tanıtarak amacımı söyledim. “Hay hay” dediler ve yer gösterdiler. Kemale ermiş görüntüsü veren esmer yurttaşa önce son gelişmeleri sordum. Şaşırtıcı bir yanıt verdi: -Sürece zarar vermek isteyen cemaatin işidir bu. Silahlar sustu, ateşkes var diye karıştırmak istiyorlar. Peki, sandıkta nasıl tepki verecekti? “İnadına AK Parti” yanıtını aldım. Arkadaşı da benzer şeyler söyledi ama onun oy vereceği parti AK Parti değil. Bu seçimde de BDP diyor... BDP onları temsil ediyormuş ve bugüne kadar da çizgisinden hiç sap-

ma olmamış. Seçimi kazanacaklarına inanmıyor ancak başka partiye de oy vermeye eli varmıyormuş. “Şeytanınız bol olsun” Bu masadan da nazik ikram teklifini geri çevirerek, 4 kişinin oyun oynadığı, 2 kişinin balkon olduğu masaya usulca sokuldum. İşim biraz daha zor anlaşılan. Bu kez, “Şeytanınız bol olsun” diyerek, giriş yaptım. Kimi, adeta kafasını gömdüğü iskambil kağıtlarından başını kaldırıp beni farketmezken, kimi sıcak bir selam kimi de yasak savma kabilinden, “Sağol” dedi. Ancak asıl ilgiyi, masanın balkonlarından aldım. “Oturabilir miyim?..” demeye kalmadan, “Buyur kardeş çay söyleyelim” dedi biri. Bu kez, ses tonumu yükselterek, yerel seçimlere dair halkın görüşlerini aldığımı ve çok fazla vakitlerini almadan birkaç soru sorup müsaade isteyeceğimi belirttim. “Başım gözüm üstüne” dedi biri ve galiba bu sözler, masanın genel anlayışını yansıtıyordu. Oyunlarından çok fazla alıkoymadan, seçmen olarak beklentilerini sordum. İşsizilik ve ekonomi dediler. Galiba, pek kimse belediyenin performansıyla ilgilenmiyor burada. Çünkü belediyeden şikayet eden sadece biri vardı. O da CHP’liymiş: “Bunlar (iktidar partisi) milletin gözünü boyuyor. Kaşıkla verip kepçeyle alıyorlar. İşte çıktı, paraları kutuya koyuyorlar. Ama millet uyandı artık. Belediye bu mahalleye hiçbir şey yapmadı. Seçimden sonra onlardan tek bir kişi gelmedi. Bu seçimde Erkan Aydın!” CHP, burda ilginç bir şekilde örgütlenmiş. Panayırlı CHP’lilermiş bunlar. Bir bakıma mahalle komitesi kurmuşlar. Sayıları da epey fazlaymış. CHP’linin sözlerine, masadaki AK Partililer itiraz etti. -Komplo komplo. Ne zaman işler iyi gitse, bizi karıştırmaya çalışıyorlar. İsrail, Tayyip Erdoğan’ı bitirmeye çalışıyor! Partisinin ne olduğunu anlayamadığım, balkonlardan birisi de, “Kardeş bu halk koyun gibi, bakma sen, giderler yine oylarını verirler. AKP burada erzak dağıtıyor, seçime doğru yine başlarlar. Millet aç, aç! Menfaatine bakıyor. Yolsuzluk yapmış, yapmamış ilgilenmez.” Anlaşılan bu masada da her renkten seçmen var. Ancak hiç kimse sesini yükseltmiyor, kimi umarsızca, kimi hararetli bir şekilde düşüncesini savunuyor. Bu masadan da müsaade istiyor ve notlarımın olduğu defterimi, hiç çıkarmadığım paltomun cebine koyarak veda ediyorum kahveye. Seçmen eğilimi beni şaşırtmıyor, yanıtlardan yola çıkarak 30 Mart sabahı oluşacak tablo zihnimde beliriveriyor. Sandıklar tekin değil elbet ama, galiba bu seçimde de sürpriz olmayacak!


25

Sayı 7 Ocak - Şubat

İNSAN HAKLARI GÜNLÜĞÜ ‘2 Ocak 1993 Cumartesi - Mardin’in Kızıltepe ilçesine bağlı Sencar Köyü yakınlarında pusu kuran askerlerin açtığı ateş sonucunda Mehmet Salih Aksoy (20) adlı genç başından vurularak öldü. Olayda, silah sesleri üzerine evden çıkan Mehmet Salih Aksoy’un amcası Davut Aksoy da yaralandı.

4 Ocak 1993 Pazartesi - İstanbul’un Eminönü semtinde 4 Ocak gecesi ‘şüphe üzerine’ gözaltına alınan 7 kişiden 6’sına gözaltına götürüldükleri Eminönü Emniyet Amirliği’nde zorla kömür taşıttırıldığı bildirildi. Kömür taşımayı reddeden 7. kişi ise diğerleri serbest bırakıldıktan sonra 24 saat gözaltında tutuldu. - İstanbul’un faaliyet gösteren Beykoz Kültür Araştırma ve Yardımlaşma Derneği (BEYKAD) ‘yasak yayın bulunduğu’ iddiasıyla kapatıldı.

5 Ocak 1993 Salı - Diyarbakır’ın Hal semtinde bayilere Özgür Gündem gazetesi dağıtan İhsan Kaya adlı genç, kimliği belirsiz 6 kişinin sopalı, bıçaklı saldırısı sonucunda yaralandı.

6 Ocak 1993 Çarşamba - Elazığ’da faaliyet gösteren Elazığ Halkıyla Dayanışma ve Kültür Araştırma Derneği (EHADKAD) ‘dernek binasında üye olmayan kişiler bulunduğu’ gerekçesiyle bir ay süreyle kapatıldı. - Emeğin Bayrağı Dergisi Yazıişleri Müdürü Nazım Taban, 30 ay hapis ve 153 bin lira para cezasına mahkum oldu. Nazım Taban’a verilen cezada ‘pişman olduğunu gösteren bir belirti bulunmadığı’ gerekçesiyle indirim yapılmadı.

8 Ocak 1993 Cuma - Özgür Gündem gazetesinin Van Bürosu, öğle saatlerinde polis tarafından basılarak arandı. Arama sonrası büroda bulunan bazı toplatılmış gazete ve dergiler nedeniyle, dağıtım sorumlusu Orhan Karaağar gözaltına alındı.

9 Ocak 1993 Cumartesi - Malatya E tipi Cezaevi’nde kalan

sol görüşlü tutuklular, gardiyanlar ve jandarmalar tarafından dövüldü. Olay sonucunda 4’ü ağır olmak üzere 63 tutuklu yaralandı. - Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın

İstanbul’daki incelemelerini izleyen Meydan gazetesi muhabirlerinden Bahri Kayaoğlu, Özal’ın koruma polisleri tarafından dövüldü. Olayda, Milliyet gazetesi muhabirlerinden Torun Dede ile Günaydın gazetesinin Çatak muhabiri Sadun Keve tutuklandı.

11 Ocak 1993 Pazartesi - Adana’da 4 Ocak günü gözaltına alınan Dilek Onat adlı 2,5 aylık hamile kadın sorgulandığı Adana Siyasi Polis Merkezi’nde gördüğü işkenceler sonucunda çocuğunu düşürdü. (…)

13 Ocak 1993 Çarşamba - Mardin’in Midyat ilçesinde iki köy minibüsüne kimliği belirsiz kişiler tarafından açılan ateş sonucunda beş Süryani ile iki Yezidi öldürüldü. Olayla ilgili olarak Hollanda Asur Federasyonu tarafından yapılan açıklamada, ‘Hizbullahçılar, iki ay önce bölgede yaşayan Asur halkına birer mektup göndererek, iki ay içinde bölgeyi terk etmedikleri takdirde tek tek öldürüleceklerini bildirmişlerdi’ denildi. - Diyarbakır’ın Bağlar semtinde kimliği belirsiz kişilerin açtığı ateş sonucunda Ramazan Aydın Bilge ve Zübeyir Akkoç adlı iki öğretmen öldürüldü.

15 Ocak 1993 Cuma

20 Ocak 1993 Çarşamba - Dönüşüm Yayınevi tarafından geçtiğimiz yıl içinde piyasaya çıkartılan, ‘Dünyada ve Ülkemizdeki Gelişmeler’ adlı kitap nedeniyle İstanbul DGM’de yargılanan Fikret Öntaş, 1 milyar 503 milyon lira para cezasına mahkum oldu. - İstanbul Küçükçekmece Belediyesi’ndeki işçi çıkartmalarını protesto için işçiler ve ailelerinden oluşan bin kişilik bir topluluğun yaptığı gösteri, polis tarafından enğellenmek istendi. Çıkan olayda Hasan Gülüm adlı sendikacı ile Serap Uzunçayır (7) adlı çocuk yaralandı.

24 Ocak 1993 Pazar - Demokrasi savunucusu, hukukçu, Cumhuriyet gazetesi köşe yazarı Uğur Mumcu, Ankara’daki evinin önünde aracına yerleştirilen bombanın patlaması sonucu yaşamını yitirdi. - Son bir ay içinde Batman’da 11, Nusaybin’de 6, Silvan ve Kızıltepe’de 5’er, Diyarbakır’da 4, Midyat, Çınar ve Cizre’de 2’şer, Viranşehir, İdil ve Van’da birer olmak üzere toplam 40 kişi faili meçhul cinayetlere kurban gitti.

Evvel Zaman İçinde

Fevzi Argun

- Son bir ay içinde 24 gazete ve dergi hakkında toplatılma kararı verildi.’

- İlk sayısı 30 Mayıs 1992 yılında çıkan Özgür Gündem gazetesi yayına ara verdi. Gazete sahibi Yaşar Kaya, kararın ekonomik sıkıntılar nedeniyle alındığını belirterek, ‘bugün saldırı ve engeller sonucunda günlük zararımız 30 milyondur. Bu durumda yayına devam etmemiz imkansız hale gelmiştir’ dedi. (…)

16 Ocak 1993 Cumartesi - Muğla ve ilçelerinde Aralık ayı içinde düzenlenen operasyonlar sonucunda gözaltına alınan Şerif Çelik ve Ekrem Oğrak adlı kişiler, sorgulandıkları Muğla Bölge Trafik Müdürlüğü’nde işkence gördüklerini açıkladılar. - Özgür Gündem gazetesinin Urfa Temsilcisi Kemal Kılıç hakkında, Urfa Valisi Ziyaeddin Akbulut ile ilgili olarak yaptığı bir basın açıklaması nedeniyle soruşturma açıldı. Özgür Gündem gazetesinin Urfa’daki dağıtımların engellenmesi üzerine yaptığı açıklama nedeniyle hakkında soruşturma açılan Kemal Kılıç’ın ‘Vali Akbulut’a hakaret ettiği’ öne sürülüyor.

Çağdaş Gazete’nin 20 yıl önce, 1993 Şubat ayında yayınlanan 19. sayısının künyesi: ÇGD Güney Marmara Şubesi Adına Sahibi: Arzu Yılmaz Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Sevinç Baysal Teknik Sorumlu: Ruhi Berber Yayın Kurulu: Yüksel Baysal Tayfun Çavuşoğlu Adnan Baştopçu Nurinisa Eroğlu Macit Sefiloğlu Zafer Opsar


26

Sayı 7 Ocak - Şubat

Rabia Deniz

Başköylü kadınlar ‘Temizlik’ için kararlı:

‘Su akacak, yolunu bulacak!’ Öyle kadınlar tanıdık… su için haykırdılar Başköy kadınlarıydı onlar… Vahşi madenciliğin zehirlediği suları kullanmak zorunda kalan kadınların haklı isyanına bir kez daha tanık olduk. Başköylü kadınların mermer ocaklarının kapatılmasıyla birlikte yaşadığı üç aylık temiz su sevinci kısa sürdü. Başköy'ün içme sularını kirlettiği gerekçesiyle kapatılan mermer ocaklarına Ankara'dan yeniden onay geldi. Mahkemenin iptal kararına rağmen mermer ocaklarına ÇED onayı verilmesine tepki gösteren Başköylü kadınlar; "Ölürüz de suyumuzu kirletmelerine izin vermeyiz" diyerek kararlılıklarını bir kez daha ortaya koydu. Peki, temiz su içmek bu kadar mı zor? Başköy’ün temiz su mücadelesini 10 Soru’da inceledik… 1. Başköy nerede?

Tarihi, 700 yıllık Osmanlı köyü Başköy, Orhaneli’ne bağlı. Başköy’ün iki mermer ocağının 700 yıllık su kaynağını kirletmesiyle birlikte musluklarından mermer tozu ve çamur akmaya başladı. Karıncaların su içtiği yerler bataklık oldu. Suyun aldığı renk, hastalık taşıdığına delaletti Başköylü kadınlara göre.. Yoksa, kara akmazdı kadınlara göre...

2. Başköy, yıllardır su içip, sebzelerini yıkadıkları su kaynağını kirleten maden ocaklarıyla nasıl tanıştı?

Orhaneli’ne bağlı Başköy, Doğancı Barajı’nı kirleten mermer ocaklarıyla iki yıl önce tanıştı. Başköy’de içme suyu havzasına yakın yerde açılan taş ve mermer ocaklarının, kaynağı kirlettiği öne sürüldü. Dağdaki mermer kütlesi kesilirken kullanılan elmasın ısınmaması için kullanılan su, içme suyu havzasına karıştı. Elmastan çıkan mermer tozlarıyla birlikte su havzasında biriken kirli su, 120 haneli Başköy’ü susuz bıraktı.

3.Başköy, su kaynağını kirleten vahşi madenciliğe karşı nasıl mücadele verdi?

Başköy halkı çamurlu ve varil artıkları nedeniyle yağlı suları, hatta mermer tozlarını içti. Defalarca meydanlara inen köylüler, sermayenin içtikleri sudan elini çekmesini istedi. Eylemlerde gözyaşlarını tutamayan kadınlar, temiz su almak için su tankerinin önünde uzun kuyruklar oluşturdu. Köylüler defalarca eylem yaptı. Su kaynağının başında toplanan köy halkı, sloganlar atıp mermer ocaklarını protesto etti. Bu da yetmedi… Bursa’da düzenlenen Uluslararası Bursa Su Kongresi ve Sergisi’nde bir eyleme imza attılar. Kongre salonuna alınmayan köylüler, dertlerini anlatmak için köyde alternatif kongre düzenledi.

4.Temiz su mücadelesi veren köylüye kimler destek verdi?

Köylülerin en büyük destekçisi DOĞADER oldu. TMMOB’a bağlı Akademik Odaların tamamının desteğini alan köylülere milletvekilleri de soru önergeleriyle sahip çıktı. Mermer ocaklarının su kaynağını kirletmesi üzerine hukuk mücadelesi başlatan Başköy’ün bu mücadelesi nihayet zaferle sonuçlandı. Mermer ocağına dava açan köylüler, işletmenin faaliyetinin mahkeme kararıyla durdurulmasıyla temiz suya kavuştu. Mermer ocakları kapandı ve köyün kaynak suları


27

Sayı 7 Ocak - Şubat

tertemiz akmaya başlayınca vatandaşlar köy meydanında (göbek atıp davul çalarak) bu durumu kutladı. Kadınlar ise 2 yıl boyunca kentin çeşitli noktaları ile köyde birbirinden farklı tepki eylemlerine imza atmışlardı. Suların yeniden temiz akmaya başlaması, “Eylem yapan köy kadınlarının zaferi” olarak ortaya çıktı.

5. Başköy’ün suyu temizlendi mi?

Başköylüler mermer ocaklarının kapatılmasının ardından temiz su ile yeniden tanıştı. Nihayet istediklerine kavuşan ve gönül rahatlığıyla sularını kullanabilen köylüler, yıllardır özlemini çektikleri temiz suyun mutluluğunu yaşıyordu.

6.Tam bitti derken…

Ancak, Başköy’ün mermer ocaklarının kapatılmasıyla birlikte yaşadığı sevinç kısa sürdü. Başköy’de içme sularını kirlettiği gerekçesiyle kapatılan mermer ocaklarına yeni ÇED raporu verildi. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın aldığı karar Başköylüleri şok etti. Köylüler, mahkeme kararıyla durdurdukları Yüce Madencilik, Özgüntaş ile yeni saha açan Sestaş mermer ocaklarına ÇED raporu verilmesini Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü önünde protesto etti.

köyde yaşayıp bu köyde ölmek istiyoruz, suyumuzun elimizden alınmasını istemiyoruz” diye konuştu.

8. Mahkemenin iptal kararına rağmen yeniden ÇED raporu verilmesi doğru mu?

Hukuki sürecin kazanılmasına rağmen, verilen iptal kararının tanınmadığını belirten DOĞADER Başkanı Murat Demir, “Bursa’da hukuksuzluk skandalına hep beraber tanıklık ediyoruz. Yasalar karşısında açılan bütün davaları kazanmamıza rağmen kapasite artırımına yönelik ÇED uygulaması ne kadar doğrudur? Bu köyde ÇED toplantısı yapılamadı. Bursa’yı tanımayan ve Başköy’ün yerini haritada bilmeyen insanlar Ankara’da burayla ilgili karar verdiler. Bu Başköy’ün sorunu değil. Doğancı Barajı’nı besleyen en önemli su havzasıdır ve bu Bursa’nın davasıdır” dedi.

9.Peki bundan sonra ne olacak?

Yaz ayından bu yana temiz su içen Başköy, mermer ocaklarının tekrar açılmaması için Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’ne itiraz dilekçesi verdi. DOĞADER ve TMMOB’a bağlı Akademik Odaların desteğiyle Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’ne itiraz 7. Köylü pes mi edecek? dilekçesi veren köylüler, sürecin Mahkemenin iptal kararı verdiği tamamlanmasıyla birlikte mücamermer ocaklarına izin verilme- deleyi yeniden hukuki zemine mesini isteyen köylüler, “Ölürüz taşıyarak dava açacak. de suyumuzu kirletmelerine izin vermeyiz” diyerek kararlılıklarını bir kez daha ortaya koydu. 10. Başköylülerin geçim Başköy Muhtarı Hasan Acar, kaynağı nedir? sularını kirleten mermer ocakla- Köylülerin geçim kaynağı Holrının açılmasına izin vermeye- landa’ya ihraç edilen çiçek üreticeklerini belirterek, “Nihai ÇED mi… Hayvancılığın artık köyde kabul edildi ve bize bildiri gön- geçim kaynağı olmadığını ve tek derildi gerekli dilekçelerimizi geçim kaynaklarının seralarda hazırladık. tamamen bir hukuk- üretilen çiçekler olduğunu söysuzluk yaşanıyor. Hem eylemler- leyen köylüler, taş ocaklarının le, hem de mahkemeye taşıyarak su havzasına akıttığı kirli sular hukuksal alanda mücadelemizi yüzünden ekmek kapılarının da sürdüreceğiz. Atalarımız gibi bu kapanacağını belirtiyorlar.


28

Sayı 7 Ocak - Şubat

Özden Çobanoğlu

Siyasette Kadın Eli 1976 doğumlu bu güzel ka30 Mart yerel seçimleri dın Londra Westminster Üniyaklaşırken her seçim öncesi versitesi Uluslararası İlişkiler olduğu gibi kadın adaylar yine Bölümü’nü bitirdikten sonra gündem maddesi oldu; hangi yüksek lisansını London Schopartiden kaç kadın aday gösteol of Economics’de tamamlarildi, başı örtülü mü, açık mı.. mış. Türkçe, İngilizce, Almanvs..vs.. ca, Fransızca, İtalyanca biliyor, Oysa görünen o ki, bu seuluslararası işaret diliyle de koçimlerde de siyasi partilerimiz nuşabiliyor. sınıfta kaldı zira, henüz Adalet Birleşmiş Milletler’deki ve Kalkınma Partisi adaylarını Engelli İnsan Hakları Sekreaçıklamamış olsa dahi MHP ve terliği görevini bırakarak 15 yıl CHP’de Bursa için kadın aday Mebrure Gönenç sonra Türkiye’ye geri dönmüş yok, iktidar partisinin de bu ku12 Haziran 2011 seçimlerine ralı bozacağını sanmıyorum.. girip Cumhuriyet Halk Partisi O zaman ne yapalım biz İstanbul 1. bölge 5. sıradan mil“Venüs’ten Gelenler” biraz letvekili seçilmiş. Türkiye-Gügeriye dönüp bakalım hangi ney Kore Parlamentolararası isimler, kimler gelmiş, kimler Dostluk Grubu üyesi ve Türkigeçmiş Türk siyasi hayatından, ye-Norveç Parlamentolararası hangi kadın vekilimiz, bakanıDostluk Grubu’nun da başkanmız nasıl başarılar elde etmiş, vekili. biraz hatırlayalım hatırlatalım 30 Temmuz 2012 tarihi dedik..Belki birilerinin kulaitibariyle Cumhuriyet Halk ğına su kaçırmayı başarırız ne Parti Merkez Yönetim Kurudersiniz?.. Ş̧ekibe İnsel lu’nda Doğa Hakları ve Sosyal Kadınların ilk kez oy kulPolitikalardan sorumlu Genel landığı TBMM 5. Dönem seçimleri 8 Şubat 1935’te yapılmış ve 17 kadın Başkan yardımcılığı görevini yürütmeye devam ediyor. Belki daha birçok madde eklenebilir milletvekili ilk kez meclise girmiş.. Mebrure Gönenç meclise ilk kadın elini bu özgeçmişe ama beni asıl ilgilendiren neredeğdiren isimlerden biri, aynı zamanda Adana de okuduğu, ne zaman veya neden Türkiye’ye Belediyesi’ne seçilen ilk kadın meclis üyesi.. döndüğü değil.. Peki nedir Şafak Pavey’in o çatı altında buŞekibe İnsel de Bursa doğumlu, meclise ilk giren vekillerden biri, ortaokul mezunuy- lunmasında beni bu kadar mutlu eden... Çünkü du ve seçilmeden önce çiftçilikle uğraşıyordu Şafak Pavey insanların dış görüntüden ibaret ...Meclis kayıtlarında seçildiklerinden itibaren olmadığının bir ispatıdır. Şafak Pavey, direnduydukları sevinç ve mutluluğu dile getirdikleri cin azmin bir örneğidir... İnsanın istediği zakonuşmaları okumak mümkün..heyecan ve bir man, şartlar ne olursa olsun ideallerine ulaşabileceğinin kanıtıdır.. o kadar da gurur.. Şafak Pavey bu ülke toprakları üzerinde ya17’si de milletvekillikleri döneminde çeşitli şayan her bir kadının gülen yüzüdür.. komisyonlarda yer almışlar.. Şafak Pavey azmin adıdır.. Şafak Pavey enŞöyle bir dönüp baktığımızda % 4,5’la meclise giren kadınların sayısının aradan geçen 79 gellilerin, azınlıkların TBMM’deki yüzüdür.. yılda en azından %50’ye çıkmasını beklersiniz İşte tam da tüm bu nedenlerden ötürü Şafak Pavey o çatı altında olması gereken en baştaki değil mi?.. Ama hayır, bugün 550 milletvekili olan isimlerden sadece bir tanesidir.. Son söz.. mecliste kadın vekillerin oranı sadece % 14.. 1924 yılında mecliste anayasa tartışmaları Peki bu kadın vekillerin başarısız olduğu anlamına mı gelir ya da yeterince başarılı kadın mı devam ededursun ülkenin aydın yüzlerinden yok meclise girebilmeyi hak eden, o zaman Süreyya Hulusi Hanım katıldığı bir toplantıda şu konuşmayı yapacaktır: meclise girebilmenin kriteri ne olmalı... “Herkes anadan vatan dersi alır da ne içün Çok mu zengin olmalıyız ya da çok sağlam yerlerden tanıdıklarımız mı olmalı? Belki ikisi o vatanın idaresi ve mukadderatı mevzu bahis de olmalı, belki de hiçbiri (henüz meclise gi- olduğu zamanda mahmul vaziyette bırakılır. remediğim için hangisinin doğru olduğunu size Vatanda tüten ilk ocak eğer kadın parmağıyla söyleyemeyeceğim). Ama bildiğim o ki, meclis- tutuşmuşsa ve eğer vatan o ocakların müştete beni temsil etmesini istediğim ve bir kadın rek bir ifadesi ise öyle zannediyorum ki vatan olarak o çatı altında bulunmasından gurur duy- ve kadın yekdiğerinden ayrılmayan iki mefhum teşkil ederler.” duğum insanlar var ..mesela Şafak Pavey..

Fadime Ayvalıtaş için... ölmek ne garip şey anne bayram kartlarının tutsaklığından aşırıp bayramı sedef kakmalı bir kutu içinde vermek isterdim çocukların ellerine sonra sonra benim güzel annem damdan düşer gibi vurulmak isterdim bir kıza (…) beni burada arama anne kapıda adımı sorma saçlarına yıldız düşmüş koparma anne ağlama Şafak Türküsü Nevzat Çelik


29

Sayı 7 Ocak - Şubat

Venüs'ten

‘Kırmızılı Kadın’

gelenler

Ceyda Sungur’dan ‘Adalet Dersi’ Gezi Olayları döneminde bir fenomen haline gelen ‘Kırmızılı Kadın’ Ceyda Sungur, kendisine yakın mesafeden biber gazı sıkan polis memuru hakkında 2 yıla varan hapis istemine karşın Radikal Gazetesi için bir metin kaleme aldı. Ceyda Sungur’un manifesto niteliğindeki metni şöyle: 'Şimdiye kadar ‘kırmızılı kadını’ cisimleştirip zihinlerdeki sembolik değerini değiştirmemek, ve mücadelenin kendisinden öte kişilerin ön plana çıktığı bir gündem yaratmamak adına konuşmak istememiştim. Fakat başta Gezi’de hayatını kaybeden kişilerin ailelerine karşı bu açıklamayı bir borç biliyorum. Basında çıkan haberler beni fazlasıyla rahatsız etti. Gezi direnişinde yitirdiklerimizin katilleri ve gerçek sorumluları cezalandırılana kadar, kimse adaletten bahsetmesin! Tek başına, amirlerinden aldığı emirle hareket eden 23 yaşındaki bir polisi yargılamak, polisin ‘destan’ yazdığını iddia eden iktidarın zulmünü aklayamaz. Gezi direnişinden bu yana, aradan geçen 7 ay içerisinde, polis şiddeti ile yaralananların şikâyetlerinin hiçbirisi dava konusu olmamışken yüzüme gaz sıktığı için yargılanan polise verilecek cezanın adalet duygusuna zerre katkısı yok. Açık ki yargılamanın bu aşamada bırakılması, kırmızı elbiseden ibaret sembolik bir fotoğraf karesinin dünya üzerinde yarattığı etkiyi kullanmanın ve bu vesileyle milyonların isyanını bastırma kaygısının ötesine gidemeyecektir. Sadece, çalışma koşulları ve iş güvenceleri amirlerinin dudakları arasında olan polis memurlarını yargılamak ise Gezi direnişinde hayatını kaybeden, beyin kanaması geçiren, gözlerini kaybeden, kolu bacağı kırılan veya yaralanan herkesin, onların ailelerinin ve biz tesadüf eseri hayatta kalmayı başaranların acısını dindiremez. ETHEM, ABDULLAH, MEHMET, İRFAN, MEDENİ, SELİM... Ne yazık ki, Ethem Sarısülük başından bir polis kurşunu ile vurulduğunda, Abdullah Cömert kafasına gaz fişeği isabet ettiğinde, Mehmet Ayvalıtaş 1 Mayıs Mahallesi’nde Gezi eylemlerine katıldığı sırada ezildiğinde, İrfan Tuna

işyerinde gaza maruz kaldığında, Medeni Yıldırım Lice’de kalekol inşasına karşı pankart açtığında, Selim Önder Gümüşsuyu’nda oturan kızını ziyarete gittiğinde, Zeynep Eryaşar Gezi Parkı’nda nöbet tutan çocuklarına destek için yürüyüşe katıldığında, Ahmet Atakan katillerin cezalandırılmasını istediğinde, Ali İsmail Korkmaz dövülerek öldürüldüğünde, Serdar Kadakal çalıştığı yerin önündeki sokakta oturduğunda, hiçbirinin üzerlerinde ‘kırmızı elbise’ yoktu. Güzel gözlü kardeşim Berkin Elvan ise bakkaldan ekmek almaya gitmekten daha büyük bir suç işlememişti. Bu insanların basın tarafından tesadüfen yakalanan fotoğraflarının olmaması, fail ve sorumlularının yargılanmaması veya ceza almaması için bir bahane olamaz. Elbette bugün , başta fikri hak ve özgürlükleri savunan basın mensuplarının, siyasi tutukluların, hak gaspına uğrayanların yanında yer alan ÇHD avukatlarının, özgür bilimi savunan akademisyenlerin yargılandığı ve önümüzdeki pazar üzerinden yedi yıl geçmiş olacak olan Hrant Dink cinayeti gibi onlarca faili meçhul cinayetlerin sorumlularının korunduğu bir hukuki düzlemde, adalet ve hakkaniyetten söz edemeyiz. Tüm bunlara rağmen, yaşananların hiçbiri unutulmayacak ve yaşananlar karşısında maruz kalınan muameleye hiçbir zaman alışılmayacak. Adalet yerini ancak ve ancak verilen hak mücadelesi ile bulacak ve inanıyorum ki Berkin, tam da bunun için uyanacak.''

Aslı Emektar ÇGD Gaziantep Şube Başkanı

Sonucu önceden belli seçim!

Yerel seçimlere 2,5 ay gibi bir sürenin kalmasına rağmen yaşanan o eski seçim heyecanlarını artık meydanlarda göremiyoruz. Evet, Gaziantep, 30 Mart 2014 yerel seçimleri öncesi heyecansız, tatsız, tuzsuz.

Adaylar üzerinde bir değerlendirme yapıldığında AK Parti’nin Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkan adayı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin, CHP adayı eski Gaziantep Milletvekili Akif Ekici ve MHP adayı ise eski il Başkanı Mustafa Erzin.

sorarsanız Gaziantep'te belki bir iki puan etkileyebilir.. Gaziantep'in seçmen sayısının dörtte üçünün kırsal ve kenar bölgelerde olduğunu, AK Parti›nin de oylarının büyük bölümünü bu bölgelerden aldığını varsayarsanız ve o bölgelere belediyelerin seçim öncesi yapacağı yardımları da unutmazsanız sonuç ortada. Son yaşanan tartışmalara rağmen AK Parti Gaziantep›te seçime çok rahat giriyor diyebilirim.

AK Parti’nin Gaziantep’te 2011 yılında aldığı oy oranı yüzde 60’ların üzerinde. 2009 yerel seçimlerindeki oyu ise yüzde 52. Şu güne geldiğimizde AK Parti’nin Gaziantep’te halen oylarını koruduğu düşüncesindeyim. AK Partili Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Asım Güzelbey’in son 10 yılda Gaziantep’e kattığı vizyon, sadece Antep yemeklerinin yanı sıra tarihi ve kültürel kimliğin konuşulmaya başlanması, 13 yeni Müze’nin Gaziantep’e kazandırılması, Raylı Sistem, yeni park alanları, köprülü kavşaklar.

Şimdi gelelim CHP'ye. İktidar partisinin belediyelerine karşı nasıl bir mücadele vereceğini merak ediyor kamuoyu. Çünkü bana göre gösterilen eski milletvekili olan Büyükşehir adayı Akif Ekici'nin şu anda şansı yok gibi. CHP'nin bana göre Gaziantep'te tek hedefi, bir önceki seçime oranla oyunu arttırmak olmalı. Çünkü mevcut AK Partili belediyelerin kullanacağı imkânlar ve iktidar gücü karşısında kamuoyundaki algı da CHP'nin şansının zayıf olduğu yönünde.

Gaziantep’in merkez Şahinbey ilçesi Belediyesi’nin ise Türkiye’de örneği olmayan bir kentsel dönüşümle 2 bin 200 evin yıkılması ve toplu konutların yükselmesi, fakir vatandaşın ev sahibi yapılması, Teleferikle gezilen Şahinler Vadisi, Türkiye’nin ilk Hanımlar Kültür ve Spor Merkezi.. Başkan Mehmet Tahmazoğlu ilçede sevilen bir isim.

MHP için söylenecek fazla bir şey yok. MHP Gaziantep’te en fazla oyunu 1999 seçimlerinde 101 binle aldı. Kesinleşmiş oyu 70 bin dolayında. Büyükşehir Adayı Mustafa Erzin, CHP gibi onun da hedefi MHP oylarını 2011 genel seçimlerine oranla düşürmemek, biraz daha arttırmak olacak.

Yine AK Parti’li merkez Şehitkâmil Belediyesi’nin toplu konut alanında attığı adımlar, Türkiye’nin ilk biyolojik göletli Dülük Tabiat Parkı, Kimsesizlere yönelik Vefa Hizmeti ve Merhamet Eli projesi ve Ortadoğu’nun en büyük Kültür ve Kongre Merkezi’ni yapması. Başkan Rıdvan Fadıloğlu da Şehitkâmil’de seçimi rahat kazanır gibi gözüküyor.

Yani işin özeti Gaziantep’te yerel seçim AK Parti’yle kendisi arasında geçecek. 2009 seçimlerinde Asım Güzelbey, o dönem CHP adayı Mustafa Yılmaz’a 280 bin oy fark atmıştı.

Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Asım Güzelbey’in her 3 ayda bir yaptırdığı ankette AK Parti’nin oyu yüzde 60’larda çıkıyor. Şu söylenebilir, son yolsuzluk ve rüşvet operasyonu AK Parti›nin oylarını etkileyecek mi? Bana

Seçmen sayısı Gaziantep’te 1 milyon 100 bin dolayında. Bunun yüzde 85’i sandığa gitmiş olsa 930 bin eder. CHP’nin seçimi kazanması için 350-400 bin oya ihtiyacı var. Yani CHP’nin son 5 yılda oyunu 200 bin arttırmış olması şu anki ortamda mümkün görülmüyor. Sonucu önceden belli bir seçim yaşıyoruz Gaziantep’te.


30

Sayı 7 Ocak - Şubat

Gazeteci

Sevinç Baysal

Söyleşileri

'Tuzu kuru' gazeteci Saruhan Ayber ile medyanın dünü ve bugünü

‘Basın: kendi etti kendi buldu!’

Ben gazeteci olsam şimdi, belki de bir Aydın Doğan’la bu kadar yakın olmazdım. Gazeteci patronlar varken, patronların gazetecilik dünyası ile benim gazetecilik dünyam aynı idi. Geçenlerde Dinç Bilgin’le karşılaştık bir cenazede. Bir saat sohbet ettik. Gazetecilik nasıl yapılıyor, bugün yapsak biz nasıl yaparızı.. konuşuyor bulduk kendimizi. Abdi İpekçi... örneğin. CHP-AP koalisyonu için 24 saat konuşmuş Ecevit’le, hükümeti beraber kurmuşlar. Bunu övüne övüne anlatıyor. Bu gazetecinin işi değil. Gazetecinin işi gazetecilik yapmak ve siyasetçiyi de siyasetin etik ilkelerine sadık kalması konusunda aktif kılmak. Siyasetçi basından korkmalı, ama basın bu korkuyu asla kullanmamalı.

Gazeteciliğe başlayanlar, bir efsane gibi anlatır Saruhan Ayber’i... Bir haberi beğenmediyse, kırk kere yeniden yazdırır, en sonuncusunda da odasına geçerken kâğıtları arkaya doğru teker teker savururmuş. “Çalıya basmadan halıya basılmaz” lafı O’nunla özdeşleşmiştir. Bursa’da bizim kuşaktan kimse O’nun haber veya bir köşeyazısı yazdığını görmemiştir. Mesleğe başladığında “acar bir muhabir”miş, ama “tıfıl” günlerini soracağımız gazeteciler ne yazık ki artık yaşamıyor. Çünkü onun mesai arkadaşları genellikle kendinden yaşlı gazeteciler. Atilla İlhan, Ali Gevgilili, Cevat Şakir Kabaağaçlı, Naci Sadullah ve “altı dil bilen” Ahmet Angın… Bu kadar ünlü kişinin arasında bir yandan pişerken bir yandan da fikren gelişmesi kaçınılmaz tabii. Bu gelişme sonucunda Saruhan Ayber artık Moskova’da Bolşoy izlemekten zevk alan, Rembrant’ın tablolarını yorumlayabilen bir düzeye ulaşır. Velhasılı kendisi tam bir burjuva kültürüyle donanmasına rağmen, en yakın arkadaşı Yılmaz Akkılıç vefat ettiğinde, ardından “güle güle yoldaş” diye gazete ilanı verecek kadar solcu, en zor günlerde gazetecilerini kimselere yedirmeyecek kadar da vefalıdır. Aslında mesleğe girişi, yaptığı siyasi karikatürlerle olmuş. Aziz Nesin’in “Zübük” dergisi, 2.5 lira karşılığı yayınlarmış karikatürlerini. Ne var ki, karikatür hayatı çok kısa sürmüş. 5 lira vermediği için Aziz Nesin’e kızmış ve bir daha karikatür çizmemiş. İlginçtir, hiç köşe yazısı da yazmamış, onca birikimine rağmen… O, bu mesleğin yönlendiren-yöneten kısmında olmayı tercih ettiğinden, dış gezilerden notlar yazmak dışında eli klavyeye pek değmemiş. Rivayet o ki, gazetelerden ayrılırken veda yazılarını bile başkalarına yazdırırmış. Ama değseydi eğer, her bir yazısının konferans değerinde olacağını tahmin etmek hiç de zor değil. Heinrich Böll’ün “Katerina Blum’un Çiğnen Onuru”nu, Atilla İlhan’ın “Dersaadette Sabah Ezanları” ve Jack London’un “Uçurum İnsanları” adlı romanlarını okumamış olanları gazeteci saymıyor söyleyeyim… (Zaman zaman tuzak cümlelerle beni sınadığını farketmedim değil.) Kendisi meslek hayatında pek çok dinozorun komplosuna maruz kalmış olan Saruhan Ayber, gençlerin yolunu açma konusunda da bir numara. Doğru kişiyi seçme başarısını ise yüzde 90 olarak değerlendiriyor.

Haa bir de yabancı dile çok önem veriyor. Bursa Hakimiyet’te henüz mesleğe yeni başlayan, haber yazmasını bile bilmeyen Bilkent mezunu bir genç kadını, çok iyi İngilizce biliyor diye “genel yayın yönetmeni” yapan başka biri yoktur herhalde. Ki artık Türkiye’de yaşamayan bu genç kadın, gazeteciliğe bu kadar paraşütle “atılmasaydı” şimdi muhtemelen deneyimli, başarılı bir meslektaş olurdu. Kariyer süreci, birileri sihirli değnekle dokunmadığı sürece, kader kısmet işidir… Kimi tez zamanda mesleği terketmek zorunda kalır, kimi de merdivenleri üçer-beşer atlar. Saruhan Ayber, kısa sürede üst düzey yöneticiliğe tırmanmış nadir gazetecilerden… Turgut Özal’ın ANA uçağına atlayıp Köln’e Galatasaray maçına gidebilen o zamanda çok az gazeteci vardır. Özal’ın ömrü vefa etmediği için kızının nikâh şahitliğini de Semra Özal yapmıştır. Bizim kuşak O’nu, patronlarla haşır neşir, tuzu kuru gazetecilerden saymakta haklı değil mi?

Bir önemli olay hariç. 1961 yılında, 212 Sayılı Basın Yasası ilk çıktığında, patronlar bir gün gazete çıkarmama eylemi yapmış. Öyle ya, 61 İhtilali’nin armağanı bu Basın Yasası gazetecileri kolluyor. Bunun üzerine İzmirli gazetecilerden Saruhan Ayber de, elinde “Simit yedik dayandık ama şimdi uyandık” pankartıyla patronları protesto edenler arasında yerini almış. Bu arada belirtmeden geçmeyeyim ki onun zamanındaki patronlar “gazeteci”ydi, çalıştığı son birkaçı hariç… Her ne kadar tuzu kuru bir gazeteciyse de Saruhan Ayber, “proleter” gazetecilerin vazgeçilmez aksesuarı sigarayla “yoldaş”lığı tercih etmiştir. Yarım asırlık bu tiryakiliğin bedeli ise hiç öngöremediği şekilde ağır olmuştur: KOAH yani Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı. Saruhan Ayber, ne yazık ki son iki yıldır, “kaliteli hava veren” makineye bağlı yaşıyor. Dolayısıyla evden pek çıkamıyor. Çıkarsa mutlaka eşi Semra Hanım ona eşlik ediyor. Bilgisayar kullanmayı epey ilerletmiş bu yüzden,


31

Sayı 7 Ocak - Şubat

mecburiyetten... Bursa’nın kalbürüstü inşaatçılarından birinin yaptığı Ova manzaralı dairesinde, “kitchen-ofis” oluşturmuş. Torunu Serra’ya (Sera diye söylüyor) didaktik iletiler göndermek en sevdiği uğraşı. “Aşkım” diye söz ediyor torunundan… Hukuk okuyan Serra’nın iyi bir hukukçu olabilmesi için “Dreyfus Davası”nı bilmesi gerektiğine inanıyor tıpkı Picasso’nun “Guernika” tablosunu bilmeyeni eksik saydığı gibi… Dedik ya hep üst düzeyde yaşamıştır Saruhan Ayber… İyi şeyler yemiş, iyi yerler görmüş, iyi müzikler dinlemiş… İzmir’de de Bursa’da da, İstanbul’da da hep seçilmiş insanların komşusu olmuş. Bir anısını anlatırken söylediği şu sözü hiç unutmuyorum: “İstanbul’da oturduğum site, Schindler’in listesi gibiydi…” Yani halı silkeleyen, herkesin birbiriyle yüz-göz olduğu, gürültücü, sonradan görme, eve giren çıkana karışan meraklı komşulardan değildi bizimkiler gibi… Dostları da farklı; bizim gibi basın emekçilerinden… Ama her nasıl yaşanırsa yaşansın, insanoğlu bir gün bir-iki laf edecek gerçek dostların eksikliğini hissedebiliyor. İtiraf edemese de, kendi çevresindeki “dost(!)”larının vefasızlığından üzüntü duyuyor. Şimdiki aklıyla 30-40 yıl önceye dönebilse ya da yeniden dünyaya gelse, yine gazeteci olur yine aynı şeyleri yapardı belki ama mutlaka dost çevresini zaman zaman güncelleyip gençleştirir, “proleter” gazetecilerle zenginleştirirdi, diye düşünüyorum. Bana öyle geliyor yani… İşte böyle bir gazeteciyle röportaj yaptık, her bir objesi çok değerli, Uludağ eteklerindeki Bursa manzaralı dairesinde… Okuyanlar günümüzdekilerle kıyaslasınlar, böylesi de varmış diyebilsinler diye… Almasını bilene ne âlâ… Tabii “off the record” anlattıklarına saygı duyarak aktarmadık. Yazamadıklarımızdan bir röportaj daha çıkacağını biliyorum. Şimdilik onlar bende kalsın…

­ aruhan Abi, Türkiye’de son günlerde S olanları görünce ne düşünüyorsunuz? Türkiye’de herkes sınırını aşmıştır. Gazeteci sınırını aşmıştır, politikacı sınırını aşmıştır, savcı sınırını aşmıştır. Sonunda da bugünlere gelinmiştir.

Gazeteciler nasıl aştı sınırını? Bak sana bir şey anlatayım. Biliyorsun ABD Başkanı, dünyanın en güçlü adamıdır. Yanında bir albay dolaşır sürekli ve o albayın elinde bir çanta vardır, bileklerine kelepçeli. Çantada, dünyayı yok edecek nükleer füzelerin şifreleri vardır. O kadar önemlidir ABD Başkanı. Ama iki gazeteci, Watergate skandalını ortaya çıkarıp adamı Beyaz Saray’dan attı. Amerikalı Federal Başsavcı Başkana küçük bir pusula yazdı: “Sayın Başkan bugün saat 2’ye kadar Beyaz Sarayı terk etmezseniz sizi Yüce Divan’a sevk etmek zorunda kalacağımı üzülerek bildiririm.” Richard Nixon da bunun üzerine istifa edip gitmiştir. O başsavcının tayinini kim yapmıştı? Amerika’da Başkan yapar. Kendi tayin ettiği başsavcıydı o. Peki başkanı harcayan bu gazeteciler ne oldu? Hiçbir şey olmadı. Sıradan birer muhabir olarak gazeteciliklerini yapmaya devam ettiler. Bizde nasıl durum? Bizim ünlü yazarlarımızdan biri, kendisine ceza yazan polisten Türkiye haritası istiyor. Ne yapacaksınız diye sorunca polis “Nereye tayin ettireceğim seni ona bakacağım” diyor gazeteci. İşte gazeteci bunu yapmaya başladığı zaman sınırını aşmıştır. Gazeteci, polis tayinine, karışmamalı. Karışırsa işte sonunda da başına bunlar gelir. Sınır aşıla aşıla siyaset de geldi gazetecilerin alanına girdi. Siyaset artık emreder hale geldi gazetecilere. Ve basın bugün artık bloke edilmiş haldedir.

Kimin hatası var böyle olmasında… Gazeteci bugün bu hale gelmişse bunun en büyük sorumlularının başında yine gazeteciler gelir. Çünkü gazeteciler Türkiye’de 1990’lı yıllardan sonra yavaş

güvenlik amacıyla Emniyet’e saklanmış. Dedik ki, “10 litre verin hiç olmazsa yakın yerlere gazete gönderelim, sonra biz size bir yerlerden benzin bulup veririz.” Vermediler. Emniyet Müdürü talimat vermiş. Çok sinirlendim ve “Böyle bir memleket olur mu?” diye yazı yazdım. Emniyet’e dokundurdum. Bir hafta sonra Avrupa’dan bir grup gazeteci geldi. Onlardan biri sordu. “Yazı yazıp eleştirdiğiniz oluyor mu?” diye... “Elbette”, dedim, bu benzin olayından ve eleştirdiğim yazıdan söz ettim. Gazeteci dedi ki, “Etkisi oldu mu?”, “Tabii” dedim “Dün gece evime hırsız girdi. Yatak odasını boşaltmışlar.”

Siyasetçi gazeteciler var bir de…

yavaş hepsi kendi işleri dışında işler yapmaya başlamışlardır. Ben ondan sonra gazeteci olarak nelerine tanık oldum. Gazeteciler, kendilerini işadamları ve siyasetçilerle yarışır hale getirmeye kalktılar. İşte bu şımarıklık basını bu hale soktu. Bir gün Dinç Bilgin’le birlikte bir uçakta yolculuk yapıyoruz. Biz uçakta en önde oturuyoruz. Bakan gelmiş. Hostes geldi, “Sizi iki sıra geriye alacağım, bakanla müsteşar geldi” dedi. Biz de uçakta onların gelmesini bekliyoruz zaten. Ben de ayağa kalktım. Dinç Bilgin, “Otur” dedi. Sonra hostesi çağırdı, “Söyle Bakana, seçmenlerinin yanına otursun, yakında ihtiyacı olacak çünkü.” Hostes, “Efendim ben nasıl söylerim” dedi ezile büzüle. “Söyle aynen” dedi Dinç Bilgin, “Söylemezsen geçerken ben söylerim.” İşte had böyle böyle aşıldı. Bugün ise tam tersi bir durum var. Sizin çalışma şartlarınız nasıldı o günlerde? O yıllarda benim bağlı olduğum bir kurum vardı: Günaydın Gazetesi. Ekip olarak bana güvenleri sonsuzdu. Bana söyledikleri tek şey, gazetecilik dışında başka bir iş yapmamamdı. . Haldun Simavi’nin felsefesiydi bu. “Bizim işimiz gazetecilik” derdi. Bana bütün gazeteyi emanet etti İstanbul grubu, tek yetkili benim. Her türlü şeyi alma ya da almama, istediğim kişiyle çalışma ya da çalışmama yetkisi var. İstediğimi yazıp yazmama yetkim var. Ama ben bir tek şart koştum göreve başlarken. “Ben yaptığım işlerle ilgili kimseye hesap vermem. Neden yaptığımı da söylemem ama yaptığım işte herhangi bir sorun var mı, yok mu etik açıdan, her ay biri gelip denetlesin ve size rapor versin” dedim. Yaptığım her ödemeyi teker teker denetlediler. O zaman alnın açık oluyor. Çünkü ben ilan alıyorum, öbürünün teknesiyle seyahate çıkıyorum… İşadamıyla konuşuyorum… Onun için bana güvenleri tamdı, ne yapıyorsam kayıtlı, kuyutluydu. Ortadaydı. İşte bugünkü iktidarın zaafı bu. Kendini denetlettirmediği için bunlar başına geldi. Kendini denetleten insanın hiçbir şeyden korkusu olmaz. Gazetecilik yaptığım dönemlerde başka hiçbir işten gelirim olmadı. Bıraktıktan sonra danışmanlık yaptım.

Saruhan Abi, siz yazı yazmayan gazetecilerdensiniz, aslında bu birikiminizle tam da köşe yazısı yazabilecek kişisiniz. Neden yazmadınız? Devamlı bir yazı yazmadım. Çok sıkıldığım günlerde yazdım. 12 Eylül öncesi gazeteyi basacak kâğıt yok, karaborsada... Gazeteyi dağıtacağız benzin yok, karaborsada. Bir benzin deposunda biraz benzin bulduk,

Eskilerden Abdi İpekçi örneğin. CHP-AP koalisyonu için 24 saat konuşmuş Ecevit’le, hükümeti beraber kurmuşlar. Bunu övüne övüne anlatıyor. Bu gazetecinin işi değil. Gazetecinin işi gazetecilik yapmak ve siyasetçiyi de siyasetin etik ilkelerine sadık kalması konusunda aktif kılmak. Siyasetçi basından korkmalı, ama basın bu korkuyu asla kullanmamalı. Siz neden girmediniz siyasete? Ben gazeteciyim benim siyasetle işim yok. Gazeteci olarak dizayn edilmişim ben. Bursa siyasetine yön veren insanların yüzde 90’ı benim bürodan girdi çıktı. O badirede ben de siyasete girmiş olsaydım şimdi milletvekili emeklisiydim. Şu anda öyle bir imkânım yok.

Herkesin sınırlarını aşması, gazeteci örgütlerine nasıl yansıdı? Ne zaman gazetecilerin içine dışarıdan sermaye gazeteciliği girdi… Gazeteci olmayan insanlar geldi, cemiyetleri ele geçirme derdine düştü. Ve savaş başladı. Ben Bursa’da Çağdaş’la Cemiyet arasındaki kavgaya da anlam veremiyorum. Bursa’da eskiden gazeteciler arasında dayanışma vardı.

İki örgütün öncelikleri farklı olabilir belki… Bir gazeteci örgütünün birinci önceliği özgürlük mücadelesi olmalıdır. Kural şudur, yeni gelenler eskileri aratmamalı, daha ileriye götürmeli. Şu anda Bursa Gazeteciler Cemiyeti’nin en eski üyesiyim ve eski bir başkanıyım. Benim Cemiyet’le ya da Çağdaş’la herhangi bir sorunum yok. Düşünce olarak Çağdaş’a daha yakın duruyorum diyebilirim. Ama bir şehirdeki iki örgütün, özellikle böyle özgürlüklerin bloke edildiği dönemlerde dayanışma içinde olması gerektiğine inanıyorum. Bizim Bursa’daki gazetecileri bir araya getirmek lazım. Çağdaş ve Cemiyet arasındaki kavganın bitmesi lazım. Bunları bir araya getirmek bana düşerse ben her zaman hazırım.

Basının durumu bu, peki yargı nasıl geldi bugünlere? 12 Mart öncesinde 35 bin öğretmen derse girmedi. Solcu öğretmenler sendika istiyordu. Danışma Meclisi izin vermedi. Bu öğretmenler eylem yaptığı için suçlu sayıldı ve dava açıldı. Bütün mahkemelerde standart bir iddianame var. Savcı okuyor, savunma avukatı o standart savunmayı yapıyor, hakim tek celsede beraat kararı veriyor. Bir tane mahkûmiyet yok. Ve 12 Mart Muhtırası verildi. Aynı davada bu kez, bir tane bile beraat yok, hepsi mahkûm oldu. Bu ne biçim adalet, bu ne biçim yargı! Bir askeri darbe geliyor, hafifçe sopayı gösteriyor, savunma ve iddianame değişiyor hepsi mahkûm oluyor. İşte adalet bu olduğu için, hukuk sorgulanmadığı için bugünlere gelindi. Herkes şimdi hukuk istiyor, ama hukuku zamanında kaybettiniz siz.

Hukuk devleti olma şansı var mıydı? 12 Eylül darbesi olduğu zaman Türkiye’nin Anayasa Mahkemesi Başkanı generallere boyun eğmeseydi, “Seçilmişleri görevden aldınız, ben Türkiye’yi derhal seçime götürüyorum” deseydi, kahraman


32

Sayı 7 Ocak - Şubat

olurdu. Kulluktan çıkarıp yurttaş yapardı o dayatma. Koyun gibi oy veriyor şimdi insanlar, başında kasapları bekliyor. Olmadık şekilde solcu, olmadık şekilde sağcı, olmadık şekilde iktidarcı oldular.

şına gazetecilikten gelebilecek her türlü günahı kabul edebilecek bir patronaj vardı. Haldun Simavi ekolü vardı o zaman. Ondan sonra yok artık. İzmir’e döndüğümde Dinç Bilgin de yavaş yavaş patron oluyordu.

Siz Günaydın Gazetesi’nin patronu nasıl Günaydın’da haber toplantısında çekilmiş bir fotoğraf oldunuz? Siz nasıl bir patrondunuz?

var. Herkes gülüyor mutlu… Bu insanlara ben 7 ay maaş veremedim ama boyun eğmeden yaşamayı öğrettim. O tarihte İSKİ skandalı vardı. Ergun Göknel ifadelerinde, maaş alamayan gazetecilere maaş ödedim diyor. Ben, “Eyvah!” dedim “Bizimkilerden biri aldıysa yandık!”. Sordum soruşturdum, Günaydın’dan kimse çıkmadı. O tarihte su sıkıntısı var. Belediye tankerle su getiriyor parasını verene. Bize de su göndermişler para almadan. Yine de bu suyun karşılığında bir kıyak yapmış mıyız diye araştırdım, bir şey çıkmadı. Su hayır amaçlıdır bizde biliyorsun. Bu da bizi rahatlattı. Ama şimdi kutucuların yanında bu adam tertemiz kaldı, fazla bir şey yapmamış ki.

Bugün gazetecilik yapsanız nasıl yapardınız? Ben gazeteci olsam şimdi, belki de bir Aydın Doğan’la bu kadar yakın olmazdım. Gazeteci patronlar varken, patronların gazetecilik dünyası ile benim gazetecilik dünyam aynı idi. Geçenlerde Dinç Bilgin’le karşılaştık bir cenazede. Bir saat sohbet ettik. Gazetecilik nasıl yapılıyor, bugün yapsak biz nasıl yaparızı.. konuşuyor bulduk kendimizi. Nasıl yapardınız peki bugün? Benim bildiğim gazeteciliği yapardım. Tam yapardım.

Bursa’da bugünkü patronlarla, bu işi yapabilir miydiniz? Hayır. Zaten yapamadığımı ve yapamayacağımı anladım. Yapamayacağımı da şunun için anladım. O tarihte artık benim yaptığım iş gazetecilik olmaktan çıkmıştı. Gazetecilik başka bir şeydir, patronluk başka şey. Biliyorsun gazete iki kere satılır. Okuyucu para verir satın alır. Bir de sayfalarını reklam olarak satar. Reklam çok önemlidir. Bir haber reklamı engelleyebilir. Biz eskiden, patron “Reklamı keserler bu haberi koyarsanız” dediğinde “Valla keserlerse kessinler” diyebiliyorduk. En son ne zamana kadar? Bir haber konusunu gazetenin sahibiyle tartışabildiğim son patron Dinç Bilgin’di. Ondan sonra tartışamadım. 1974’e kadar beraberdik. Bursa’da da, gazetecinin ba-

Bursa’ya son gelişimden önce Asil Nadir beni işe aldı. Önce danışman olarak sonra da Genel Yayın Müdürü olarak… Oturdum altı ay çalıştım. Ama bize maaş ödeyemediler altı ay. Ben de ayaklandım, alacaklar karşılığında gazeteye el koydum. 2-3 yıl Günaydın’ın sahibiydim. Sonra çekilmek zorunda kaldık. Çünkü yavaş yavaş herkes biat ediyordu. Özal’dan sonra Türkiye’de politika iyice kokuştu. Sonra gazeteyi devrettik.

Özal’la beraber mi kokuştu, Özal’dan sonra mı kokuştu? Özal’ın zamanında da başladı ama Özal zamanında bu kadar yoktu, sonra daha fazla kokuştu.

Özal seviyordu sizi sanırım… Beni seviyordu ama Özal’la benim bir şeyim yoktu. Çocukları aleyhine haber bizim gazetede çıkmış olmasına rağmen çocuğunun düğününe beni de çağırdı. Özal bugünkülerden farklıydı.

Ne farkı vardı?

Farkı şu. ANA uçağı ile bir yere gidiyoruz. Uçağa en son ben girdim. Bu elimi tuttu “Otur buraya” dedi. Misafirlerin oturduğu yere oturttu. “Bu gazeteciliği yapacaksanız adam gibi yapın…” diye bir başladı. Meğer Rahmi Turan’a kızmış, söylemediği laf bırakmadı. “Benim ne ilgim var” dedim. “Arkadaşın senin” dedi. Bizim zamanımızda muzır yasa vardı. O yasa nedeniyle kadınların çıplak fotoğrafları yayınlanırken bantlı yayınlanırdı. Turgut Özal’ın plaj fotoğrafında göğüslerini bantlamış. Ona kızmış. “Peki ben gideyim arkada oturayım” dedim, kalktım gittim arkaya. Aradan 10 dk geçti, “Merhaba” dedi yanıma geldi. “Seni biraz üzdüm galiba” dedi. “Ben gene kızmadım da, Semra çok kızdı bu fotoğrafa” dedi. Karısına poz yapmış. “Ben bunu sana yapabildim, idare et” diyor. Şimdiki Başbakandan farkı bu işte… Bu fark önemli. Onun döneminde, gazetecinin bir kusuru varsa eğer tartışır. Eve telefon edip “Bunu böyle yapmalıydınız”

dediğini hatırlarım ama buna rağmen bana küsüp de “Sen gelme benim gezime” dediğini duymadım. Bir gün de, Musa Kart bir karikatür yapmış, bizim gazete yayınlamış. Ben bir gördüm, “Nedir bu rezillik ayıp valla” dedim. Tam bu sırada Köşkten telefon geldi. Bir baktım Can Pulak. “Yahu Saruhan bugün birinci sayfadaki karikatürü gördün mü?” dedi. “Gördüm, sorma ya” dedim. “Nerde o karikatürün orijinali” dedi. “Bulurum şimdi” dedim. “Aman bul sakla, patron istiyor” dedi. “Ne yapacakmış” dedim. “Çerçeveletip asacakmış” dedi. Şimdikiler kedi karikatürüne bile tahammül edemiyorlar. Bir ülkede mizah biraz tırmandığı zaman o ülkede sorunlar var demektir. Mizahçılar için çok bereketlidir böyle günler. Şu anda Bekir Coşkun ve Yılmaz Özdil, meslek hayatlarının en parlak günlerini yaşıyor bu yüzden. Malzeme gökten adeta yağıyor. Bir başka gün…Turgut Özal’ın odasına çekildik. Ben, Dinç Bilgin…Beni aileden biri olarak görüyor Özal ve Dinç Bilgin’e soruyor. “Bizden istediğiniz bir şey var mı?” diye. Dinç Bilgin “Var efendim” dedi “Gazete patronlarına böyle sorular sormayacak başbakanlar istiyoruz.” Büyük laf. Dinç Bilgin de öyle gazeteciydi o zaman. Ne yazık ki sonra yavaş yavaş o da patron oldu.

Yılmaz Akkılıç’ı özlüyor musunuz? Çok özlüyorum. Yılmaz, Gezi olaylarını ve bugünleri göremedi. Bizim yaşa gelenlerin akıllarından geçirmediği şeylerdi bugünler. Yılmaz’ın ölümüne bugünkü kadar üzülmedim. Bizim çok konuşacağımız şeyler vardı. Akşama kadar konuşurduk o sağken. Ama şimdi konuşacak insan da yok. Yüksel Baysal’la sohbet ediyoruz işte bazen. Ama o da çok yoğun her zaman gelemiyor.

Sigarayı kaç yıl içtiniz Saruhan Abi… Çok genç yaştan beri içiyordum. Ortaokuldan beri. 2009 yılında bıraktım.

Bilseydiniz böyle olacağını içer miydiniz? Bırakamayacağımı bilsem içmezdim. İçmeseydim KOAH olmazdım.

Kurtuluş yok mu hastalıktan?.. Akciğer nakli yapılarak kurtulunuyor ancak. Ama benim yaşımdakilere yapmıyorlar. Yapıyorlar ama korsan. Etik olarak yapmıyorlar, ben yaşayacağım kadar yaşamışım. Organdan tasarruf ediyorlar yani.

Özgeçmiş 1939 yılında İstanbul'da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Manisa'da, yüksek öğrenimini Ege Üniversitesi İşletme Bölümü'nde tamamladı. Eğitime devam ederken, 1960 yılında Nedim Çapman’ın çıkardığı Zaman Gazetesi’nde gazeteciliğe ilk adımı attı. Daha sonra sırasıyla, Demokrat İzmir, Sabah Postası ve Yeni Asır Gazetesi'nde görev yaptı. Bu arada öğretim görevlisi olarak 1969-1973 yılları arasında Ege Üniversitesi Gazetecilik ve İletişim Fakültesi'nde meslek dersleri verdi. 1973 yılında İzmir Ekspres Gazetesi’nde Genel Yayın Müdürlüğü yaptı. 1974 yılında Bursa Hakimiyet Gazetesi'ni kurdu ve 1987 yılına kadar gazeteyi yönetti. Daha sonra tekrar, Yeni Asır Gazetesi ve Günaydın Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğü, Yeni Günaydın Gazetesi'nin de sahipliğini yaptı. 1996 yılında Bursa’da AS TV'nin kuruluşunu gerçekleştirdi.

‘Bursa’da eşiyle birlikte aynı gazetede çalışan bir bayan gazetecinin alyansını önereceğim. Kadın patrondan maaşını istemiş. Adam demiş ki, parmağındaki yüzüğü sat para var orada. Bir kadına böyle bir laf söylenir mi? Bu ne demektir biliyor musun?.. Kanım dondu bunu duyunca…’ Dinç Bilgin

Medya S Grubunda Murahhas Üye iken, mesleğinin 40. yılını tamamladığı gün jübilesini yaparak gazeteciliğe veda etti. Halen kendisine ait danışmanlık ve iletişim şirketinde bir dizi kuruluşa danışmanlık hizmetleri veriyor. Evli ve iki çocuk babasıdır.


33

Sayı 7 Ocak - Şubat

Özden Çobanoğlu

‘İnsan eliyle yapılmış en güzel şehir’:

Venedik’te Yaşam...

Yerel seçimlerin yaklaştığı, her geçen gün siyasetin nabzının arttığı ve sinirlerin iyiden iyiye gerildiği şu günlerde biraz da güzel şeylerden bahsedelim istedim mesela, aşk... İşte bu nedenledir ki bu sayımızın konuğu, Venedik yani aşkların ve aşıkların şehri... nin vaktidir.. Öncelikle yapmamanız gereken tek şey burada kendinizi alışverişe kaptırıp, yapıların güzelliğini gözden kaçırmak olacaktır..O yüzden lütfen kendinize alışveriş için ayrı bir zaman dilimi ayırın ve Venedik’in dar sokaklarında mümkünse başınız yukarıda dolaşın..

Venedik , gitmeden de herkesin mutlaka fikir sahibi olduğu ender dünya kentlerinden biridir...Kentin içinden geçen su kanalları ve gondolla yapılan geziler dilden dile dolaşır ama belki de çoğu kişinin bilmediği bir şey vardır ki Venedik bir adadır.. Tam 170 kanal , 400 köprü ve 118 adacık üzerine kurulmuş bir ada şehridir..Ve en güzel yanlarından biri de şehre motorlu taşıtların girişinin yasak olmasıdır yani mecburen tabana kuvvet, eğer gondolda değilseniz... Zaten bu şehri gezmenin en güzel şekli yürümektir; her dar sokağa girmek, her meydanda şöyle bir durup etrafınıza bakmak ve o muhteşem yapıları en ince ayrıntısına kadar incelemek... O zaman turumuza “vapuretto”dan indiğimiz noktadan başlayalım.. Büyük Kanal boyunca bulunan vapurettoları hem Venedik’e gelmek hem de Venedik’ten çevre adalara gitmek için kullanabilirsiniz.. Önce San Marco Meydanı (Piazza San Marco, Piazza İtalyanca meydan demek).. Büyük, gerçekten büyük bir meydan.. Yüzlerce insanın bulunduğu meydanın asıl sahipleri ise, güvercinler..Meydandaki en dikkat çekici yapı San Marco Bazilikası,önceleri halktan

ziyade şehri yönetenlerin kilisesi olarak kullanılıyor ve 19.yy dan bu yana herkese açık.. Meydanın köşesinde ise San Marco çan kulesi bulunuyor, bu kule aslında bazilikaya ait ama birleşik değil, ayrı bir bina olarak yapılmış..98 metre yüksekliğindeki bu kuleye 8 euro karşılığında çıkıp meydana bir de yukardan bakma şansınız var..

The New York Times gazetesinin yazarlarından Luigi Barzini bu güzel şehri “şüphesiz insan eliyle inşa edilmiş en güzel şehir” olarak tanımlarken o kadar doğru bir tespit yapmış ki.. Şehrin dar sokaklarında dolaşırken adeta bir tarih müzesinde dolaşıyor gibi hissedersiniz kendinizi..Kaybolursanız da sakın endişelenmeyin, labirent gibi sokaklar ya küçük bir meydana çıkar, ya da bir kanala ama mutlaka San Marco Meydanı’nda son bulur.. Venedik demek gondol demek… biraz pahalı da olsa Venedik’e gelip gondola binmemek olmaz..Her gon-

ama ustalıklarına hayran kalmamak işten bile değil çünkü, tüm kanallar büyük kanal kadar geniş değil. Oysa o kadar ustalıkla kullanıyorlar ki gondolları yan yana iki tanesi geçerken ya da bir köprünün altından geçerken eh şimdi ‘çarpıcaz’ diyorsunuz ama hayır! Santim farkıyla geçip devam ediyoruz yolumuza..ve tabiî ki isteyen bu romantik şehir turunda gondolda ikram edilen şampanyasını da yudumluyor.. Dedik ya.. aşk şehri diye.. Venedik’te alabileceğiniz en gözde hediyelikler masklar..envai çeşit, rengarenk maskeler sizi adeta yüzyıllar öncesinde yaşıyormuş havasına sokuyor..Bir gizem, bir sır sormayın gitsin.. Ve son olarak :yemek…Pizza ve spagettinin anavatanı İtalya’da her öğün yeseniz bıkmayacağınız kadar lezzetli makarnalar var bir de nerdeyse her köşe başında bulabileceğiniz pizzacılar..Bir dilimi Türkiye’deki bir küçük

Dedik ya Venedik kanallar şehri.. diye. Küçük küçük kanalların olduğu şehirde en büyük kanalın üzerindeki Ponte di Rialto, yani Rialto Köprüsü ise herhalde sadece Venedik’in değil, dünyanın en ünlü köprülerinden biri. Dünyada benzeri dört tane olan,ki bir tanesi de Bursa’daki Irgandı köprüsü,üzerinde dükkanların bulunduğu köprü. Ve artık Venedik’in içlerine girme-

dolun bir sürücüsü var hem de özel olarak gondol ehliyeti alan kişiler bunlar ve hepsinin kıyafeti aynı..Adeta Daltonlar’ı anımsatan çizgili tişörtleri ve şapkalarıyla sanki çizgi film kahramanı gibiler

boy pizzaya eşdeğer olacak pizzalar.. Görüntüsü bile insanın ağzını sulandırmaya yeter.. Velhasıl Charles Dickens’ın dediği gibi “Dünya’da Venedik ile ilgili okuduğunuz hiçbir şey şehirdeki muhteşem ve etkileyici gerçeğe eşdeğer değildir.” O yüzden Dickens’a kulak verin ve mutlaka ömrünüzde en az bir kez Venedik’e gidin…


34

Sayı 7 Ocak - Şubat

Attila Aşut

Kültür-Sanat-Bilim-Medya Dünyamızda Yaprak Dökümü...

2013’te Yitirdiklerimiz

Geride bıraktığımız 2013 yılı içinde, kültür-sanat-eğitim-bilim-medya ve siyaset dünyamızda tam bir “yaprak dökümü” yaşandı. Aramızdan ayrılan basın-yayın çalışanlarıyla yazarların kapsamlı bir dökümünü Çağdaş Gazete için derledik. Ölüm tarihlerine göre kronolojik olarak hazırladığımız dizelgeye, yitirdiğimiz insanların doğum yerlerini ve tarihlerini de araştırıp eklemeye çalıştık. Yeni yılın acılardan uzak geçmesi. OCAK Metin Kaçan: Yazar. (d. 15 Kasım 1961, Kayseri ö. 6 Ocak 2013, İstanbul) (intihar etti) Hikmet Akgül: Sahaf ve yazar. (d. 14 Aralık 1963, Karabük - ö. 11 Ocak 2013, İstanbul) Mehmet Ali Birand: Gazeteci, haber sunucusu. Sürekli Basın Kartı sahibi. (d. 1942, Palu / Elazığ - ö. 17 Ocak 2013, İstanbul) Toktamış Ateş (Prof. Dr.): Öğretim üyesi, yazar. (d. 1944, İstanbul - ö. 19 Ocak 2013, İstanbul) Sadun Tanju: Gazeteci, yazar. Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü ve Basın Şeref Kartı sahibi. (d. 23 Aralık 1924, Çarşamba / Samsun - ö. 20 Ocak 2013, İstanbul) İsmet Hürmüzlü: Tiyatro oyuncusu, yönetmen ve yazar. (d. 1938, Kerkük - ö. 19 Ocak 2013, Ankara) İsmet Kür: Eğitimci ve yazar. (d. 29 Eylül 1916, İstanbul - ö. 20 Ocak 2013, İstanbul) Cemal Saltık: Gazeteci, yazar. Eski TFF Başkanı ve Spor Yazarları Derneği kurucularından. (d. 23 Nisan 1923, Ankara - ö. 23 Ocak 2013, Ankara) Oktay Yenal: Emekli öğretim üyesi. Yazar. (d. - ö. 24 Ocak 2013, İstanbul)

ŞUBAT Kâmil Turan: Gazeteci. (d. 1941, Bilecik - ö. 8 Şubat 2013, İstanbul) Yılmaz Yeşildağ: Eğitimci, yazar, ozan. (1952, Emirdağ / Afyonkarahisar - ö. 19 Şubat 2013, İstanbul) Enver Ören: Gazeteci. Sürekli Basın Kartı sahibi. (d. 10 Şubat 1939, Denizli - ö. 22 Şubat 2013, İstanbul) Salih Ecer: Ozan, yazar, reklamcı. (d. 1954, Ankara - ö. 23 Şubat 2013, İstanbul) Ahmet Nergiz: 68’liler Birliği Vakfı yöneticisi. Ozan, yazar, ressam. (d. 1946, Sinop- ö. 26 Şubat 2013, İstanbul)

MART Ahmet Lütfü Akcan: Gazeteci, yazar. Eski Anadolu Basın Birliği Genel Başkanı. Basın Şeref Kartı sahibi. (d.1931, İstanbul- ö. 2 Mart 2013, Ankara) Aydın Aybay (Prof. Dr.): Hukukçu, öğretim üyesi, yazar. Cumhuriyet Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi. (d. 1929, İstanbul - ö. 6 Mart 2013, İstanbul) Kadir Pastutmaz: Gazeteci. (d. 1984, Ardahan- 9 Mart 2013, İstanbul) Tayfun Ayder: Gazeteci. (d. 1957, Bursa - ö. 10 Mart 2013, Bursa) Mustafa Kemal Yılmaz: Eski Aydın Milletvekili. Ozan ve yazar. (1921, Koçarlı / Aydın - ö. 10 Mart 2013, Ankara)

Halim Spatar: Yayıncı, yazar, çevirmen. (d. 1928, Simav / Kütahya - ö. 12 Nisan 2013, İstanbul) Behzat Barış: Gazeteci. Eski BM Muhabirleri Derneği (UNCA) Başkanı, Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü sahibi. (d. 1918, İstanbul - 12 Nisan 2013, New York / ABD) Canan Yücel Eronat: Yazar. (d. 1926, İstanbul - ö. 15 Nisan 2013, Ankara) Hasibe Mazıoğlu (Prof. Dr.): Öğretim üyesi, yazar. (d. 21 Mart 1922, Develi / Kayseri - ö. 24 Nisan 2013, Ankara) Nail Satlıgan: Marksist iktisatçı, yazar, çevirmen. (d. 1950, Harbin / Çin - ö. 28 Nisan 2013, İstanbul)

MAYIS

Yusuf Hayati Tungar: Gazeteci. Sürekli Basın Kartı sahibi. (d. 1937, İstanbul - ö. 11 Mart 2013, Antalya)

Cumhuriyet Reha İsvan: Barış Derneği Davası sanıklarından. Yazar. (d. 29 Ekim 1925, İstanbul - ö. 8 Mayıs 2013, Yalova)

Barışta Erdost: Yayıncı, yazar ve çevirmen. (d. 13 Ekim 1957 - ö. 16 Mart 2013, Ankara)

Ertin Akgüç: Cumhuriyet Gazetesi Mali İşler Danışmanı. (d. 29 Temmuz, 1940, Ankara - ö. 14 Mayıs 2013, İstanbul)

Ata Soyer: Hekim ve yazar. Demokratik hekim hareketi önderlerinden. (d. 1955, Malatya - ö. 19 Mart 2013, İzmir) Ayhan Hünap: Gazeteci, ozan. Basın Şeref Kartı ve Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü sahibi. (d. Bitlis, 1927 - ö. 21 Mart 2013, İstanbul) Öktemer Köksal: Karikatürcü. ( d. 16 Ocak 1936, Eskişehir - ö. 21 Mart 2013, Antalya) Şemsi Sılkım: Gazeteci. Basın Şeref Kartı ve Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü sahibi. (d. 1927, İstanbul - ö. 22 Mart 2013, İstanbul) Alper Aktan: Eski Türkiye İşçi Partisi üyesi, FKF kurucularından, Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı. Ozan. (d. 1 Ocak 1941, ö. 27 Mart 2013, Ankara) Erdoğan Alkin (Prof. Dr.) İktisatçı, öğretim üyesi ve yazar. (d. 19 Mart 1936, İstanbul - ö. 28 Mart 2013, İstanbul)

NİSAN

Atilla Karsan: Gazeteci, yazar. Sürekli Basın Kartı sahibi. (d. 1937, İstanbul - ö. 26 Şubat 2013, İstanbul)

Yaşar Güner: Tiyatro, sinema, dizi oyuncusu, yönetmen ve senaryo yazarı. (d. 1943, Rize - ö. 1 Nisan 2013, İstanbul)

Hüseyin Çırakman: Halk ozanı.(d. 1930, Sungurlu / Çorum - ö. 28 Şubat 2013, Ankara)

Güngör Gönültaş: Gazeteci. (d. 1 Şubat 1935, İstanbul - ö. 12 Nisan 2013, İzmir)

Mithat Engin Viranyalı: Gazeteci. Sürekli Basın Kartı sahibi. (d. 1936, Vidin / Bulgaristan - ö. 15 Mayıs 2013, İstanbul) Ramazan Kaya: Basın emekçisi. (d. 1931 - ö. 15 Mayıs 2013, İstanbul) Şahin Çomoğlu: Basın emekçisi. (d. 1943 - ö. 16 Mayıs 2013, İstanbul) Mustafa Yalçın: Gazeteci. Sürekli Basın Kartı sahibi. (d. 1931, Balıkesir - ö. 17 Mayıs 2013, İstanbul) Murat Öztürk: Gazeteci ve pilot. Sürekli Basın Kartı sahibi. (d. 1953, Konya - ö. 19 Mayıs 2013, Adana) Mustafa Şerif Onaran: Hekim, ozan ve yazar. (d. 1927, İzmir - ö. 23 Mayıs 2013, Ankara) Metin Sertoğlu: Gazeteci, yazar ve ulusal sporcu. (d. 1939 - ö. 23 Mayıs 2013, Ankara) Mehmet Semih: Yazar. (d. 1952, İstanbul - ö. 26 Mayıs 2013, İstanbul) Güzin Dino: Dilbilimci, çevirmen, yazar. (d. 1910, İstanbul - ö. 30 Mayıs 2013, Paris / Fransa)

HAZİRAN Peride Celal: Yazar. (d. 10 Haziran 1916, İstanbul -


35

Sayı 7 Ocak - Şubat

ö. 17 Haziran 2013, İstanbul) Sait Maden: Ressam, grafik sanatçısı, ozan, çevirmen. (d. 1931, Çorum - ö. 19 Haziran 2013, İstanbul) Suat Yeğen: Gazeteci. (d. 24 Aralık 1966, Konya 21 Haziran 2012, İstanbul) Berç Toroser: Ressam, grafik ve hat sanatçısı, eğitimci. (d. 1937, İstanbul - 27 Haziran 2013, İstanbul)

TEMMUZ Rıza Pakyüz: Gazeteci. Sürekli Basın Kartı sahibi. (d. 1940, İstanbul - ö. 5 Temmuz 2013, İstanbul) Alpaslan Işıklı (Prof. Dr.): Öğretim üyesi, TÜMÖD Başkanı. Yazar. (d. 1940, Amasya - 13 Temmuz 2013, Seferihisar / İzmir) Leylâ Erbil: Yazar. (d. 1931, İstanbul - ö. 19 Temmuz 2013, İstanbul)

AĞUSTOS Ahmet Erhan: Ozan. (d. 1958, Ankara - ö. 4 Ağustos 2013, İstanbul) Servet Somuncuoğlu: Gazeteci, yazar, siyasetçi. (d. 1964, Bursa - ö. 6 Ağustos 2013, İstanbul) Osep Minasoğlu: Fotoğrafçı. (d. 1929, İstanbul - ö. 6 Ağustos 2013, İstanbul) Sedat Umran: Ozan, yazar, çevirmen. (1925, İstanbul - ö. 7 Ağustos 2013, İstanbul) Fendiye Kartal: Gazeteci. Sürekli Basın Kartı sahibi. (d. 25 Mart 1960, Yozgat - ö. 20 Ağustos 2013, Ankara) Erdinç Dinçer: Pantomim sanatçısı, tiyatro eğitimcisi ve yazar. (d. 1935, İzmir - ö. 20 Ağustos 2013, Ankara) Latife Mardin: Yazar. (d. İstanbul - ö. 20 Ağustos 2013, New York / ABD) Selahattin Gökhan: Gazeteci. Sürekli Basın Kartı sahibi. (d. 1947, Prizren / Yugoslovya - ö. 21 Ağustos 2013, İstanbul)

EYLÜL Nalan Seçkin: Gazeteci. Sürekli Basın Kartı ve Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü sahibi. (d. 1939, İstanbul - ö. 3 Eylül 2013, İstanbul) Sinan Toros: Gazeteci. Sürekli Basın Kartı sahibi. (d. 1943, İstanbul - ö. 4 Eylül 2013, İstanbul) Tahsin Mustafa Hoşatar: Eğitimci ve yazar. (ö. 9 Eylül 2013, İstanbul) Metin Ergin: Gazeteci. Basın Şeref Kartı ve Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü sahibi. (d. 1926, İstanbul - ö. 10 Eylül 2013, İstanbul) Burçin Tuncer: Grafik tasarımcısı ve fotoğraf sanatçısı. (d. 1977, İzmir - ö. 18 Eylül 2013, İstanbul) Mustafa Özkurt: Gazeteci. Sürekli Basın Kartı sahibi. (d. 1962 - ö. 19 Eylül 2013, İstanbul)

Tiyatroları Genel Müdürü. (d. 1 Eylül 1930, Ankara - ö. 28 Eylül 2013, Ankara)

EKİM Tayfun Gerz: Ozan. (d. 1989, İstanbul - ö. 5 Ekim 2013, İstanbul) Nimet Tuna: ONK Ajansı Genel Yönetmeni. (d. 25 Şubat 1941, İstanbul - ö. 9 Ekim 2013, İstanbul) Nevzat Kösoğlu: Avukat, politikacı, gazeteci, yayıncı, yazar. (d. 7 Ekim 1940, İspir / Erzurum, - ö. 10 Ekim 2013, Ankara) Haşmet Zeybek: Tiyatro yazarı, oyuncu ve yönetmen. (d. 1948, Adana - ö. 10 Ekim 2013, İstanbul) Erce Aydıner (Erje Ayden): Yazar. (d. 1937, İstanbul - ö. 10 Ekim 2013, New York / ABD) Oktay Ekinci: Mimar, yazar. (d. 1952, Balıkesir - ö. 15 Ekim 2013, İstanbul) Şevket Özçelik: Gazeteci. Hasan Tahsin Basın Hizmet Ödülü ve Sürekli Basın Kartı sahibi. (d. 1940, Samsun - ö. 17 Ekim 2013, İzmir) Hasan Yılmaer: Gazeteci. Eski TGS Başkanı, Basın Şeref Kartı ve Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü ve sahibi. (d. 1929, İstanbul - ö. 19 Ekim 2013, İstanbul) Tuncer Uçarol: Yönetici, yazar ve eleştirmen. (d. 1941, Adana - ö. 25 Ekim 2013, Ankara) Mustafa Yanık: Gazeteci. (ö. 28 Ekim 2013, Karabük) Çetin İmir: Gazeteci, yazar, belgesel yönetmeni. Sürekli Basın Kartı sahibi. (d. 1 Ocak 1946, Ankara ö. 31 Ekim 2013, Ankara)

KASIM Yalçın Özmen: Gazeteci. Sürekli Basın Kartı sahibi. (d. 1947, Adana - ö. 3 Kasım 2013, İstanbul) Savaş Ay: Gazeteci. (d. 26 Mart 1954, İstanbul - ö. 9 Kasım 2013, İstanbul) Doğan Koloğlu: Gazeteci. Basın Şeref Kartı ve Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü sahibi. (1927, Sürmene / Trabzon - ö. 13 Kasım 2013, İstanbul) Aytunç Altındal: Araştırmacı ve yazar. (d. 1945, İstanbul - 18 Kasım 2013, İstanbul) İhsan Fikret Biçici: Hukukçu, ozan. (d. 6 Mart 1934, Diyarbakır - ö. 19 Kasım 2013, Diyarbakır) Necmi Tanyolaç: Gazeteci. Basın Şeref Kartı ve Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü sahibi. (d. 1928, İskeçe / Yunanistan - ö. 27 Kasım 2013, İstanbul) Mustafa Aydoğan: Çifteler Köy Enstitüsü ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü çıkışlı eğitimci. Yazar. (d. 1927, Beypazarı / Ankara - ö. 30 Kasım 2013, Ankara)

ARALIK

Deniz Teztel: Gazeteci. Sürekli Basın Kartı sahibi. (d. 1959, İstanbul - ö. 24 Eylül 2013, İstanbul)

Leziz Onaran (Prof. Dr.): Hekim ve yazar. Nükleer Savaşın Önlenmesi İçin Hekimler Derneği (NÜSED) Kurucu Başkanı. (d. 15 Ekim 1930, Söke / Aydın - ö. 4 Aralık 2013, Ankara)

Turgut Özakman: Hukukçu ve yazar. Eski Devlet

Çetin Akcan: Tiyatro oyuncusu, yönetmen ve şarkı

sözü yazarı. (d. 1949, İstanbul - ö. 5 Aralık 2013, İstanbul) Orhan Uğur: Gazeteci. Sürekli Basın Kartı sahibi. (d. 1937 - ö. 6 Aralık 2013, İstanbul) Agâh Güçlü: Gazeteci. Sürekli Basın Kartı ve Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü sahibi. (d. 1929, Pötürge / Malatya - ö. 9 Aralık 2013, İstanbul) Kadri Bolcan: Gazeteci. Sürekli Basın Kartı sahibi. (d. 1948, İstanbul - ö. 11 Aralık 2013, İstanbul) Osman Necmi Karaca: Gazeteci. Basın Şeref Kartı ve Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü sahibi. ONK Ajansı kurucusu. (d. 11 Haziran 1923, Ayvalık / Balıkesir - ö. 16 Aralık 2013, İstanbul) Doğan Tarkan: Siyasetçi, yazar. DSİP Genel Başkanı. (d. 1948, İstanbul - ö. 25 Aralık 2013, İstanbul) Polat Nahabaş: Karikatürcü. (d. 16 Nisan 1936 - ö. 27 Aralık 2013, İstanbul)

“Gezi”de Yitirdiklerimiz -Selim Önder: 88 yaşında. 31 Mayıs 2013 günü İstanbul’da biber gazına maruz kalarak hastalandı ve İzmir’de yaşamını yitirdi. -Mehmet Ayvalıtaş: İşçi. 21 yaşında. 2 Haziran 20123 günü İstanbul / Ümraniye’de 1 Mayıs Mahallesi’nde eylemcilerin arasından geçmeye çalışan bir arabanın altında kalarak yaşamını yitirdi. -Abdullah Cömert: CHP üyesi. 22 yaşında. 3 Haziran 2013 günü Hatay’ın merkez ilçesi Antakya’daki Gezi Parkı protestosu sırasında polis tarafından öldürüldü. Yapılan otopside ölümün, başa alınan iki darbe ile gerçekleştiği belirtildi. -Ethem Sarısülük: OSTİM işçisi. 26 yaşında. Ankara / Kızılay’daki gösteriler sırasında doğrudan hedef alınarak ve yakın mesafeden polis kurşunuyla öldürüldü. -Zeynep Eryaşar: 50 yaşında. Polisin Gezi Parkı’na girdiği gece İstanbul / Avcılar’dan başlayan yürüyüşe katıldı. Yürüyüş sırasında yoğun gaz bombası kullanılması sonucu kalp krizi geçirerek yaşamını yitirdi. -Ali İsmail Korkmaz: 19 yaşında. Hatay doğumlu. Eskişehir Anadolu Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği Bölümü 1. Sınıf öğrencisi. Gezi Parkı eylemi sırasında 2 Haziran Eskişehir’de sopalarla dövülerek ağır yaralandı. 39 gün komada kaldı. Tedavi gördüğü Osmangazi Üniversitesi Hastanesi’nde 10 Temmuz’da yaşamını yitirdi. -Ahmet Atakan: 22 yaşında. 9 Eylül 2013 günü Hatay / Antakya’da polisin attığı biber gazı kapsülüyle ağır yaralandı, ertesi gün Antakya Devlet Hastanesi’nde yaşamını yitirdi. -Serdar Kadakal: 35 yaşında. Polisin İstanbul / Kadıköy’deki gaz bombalı saldırısı sonucu 13 Eylül 2013 gecesi kalp krizi geçirerek yaşamını yitirdi. Kadıköy’ün ünlü konser mekânlarından Shaft Bar’ın Tonmaister’i olan Kadakal’ın hem evi, hem işyeri polisin yoğun gaz kullandığı bölgede yer alıyordu. -İrfan Tuna: 47 yaşında. Ankara’da biber gazından etkilenerek kalp krizi geçirdi ve öldü. S A Y G I Y L A

A N I Y O R U Z .


36

Sayı 7 Ocak - Şubat

41. Oda: Mardinkapı’nın yazarı ile.. hırsızlık, fuhuş, kader, siyaset, edebiyat ve etik üzerine..

Arzu Arınel: ‘Robin Hood bile olsan Çalmayacaksın!’ ‘Koca koca medya patronları dahi şantajla, tehditle boyun eğdirilmiş, çaresizlik içinde sindirilmişken Çağdaş adındaki bu dergi çok değerli bir araç... Söz Çağdaş'tan açılmışken, derneğimize ilişkin de bir çift sözüm var, Bursa Şubesi'nin Gezi'ye verdiği desteği ayakta alkışlıyorum.’ ‘Öte yandan... Denge kurmak adına olduğunu düşündüğüm bir kararla, ÇGD ödülünü, onu alacak yüreği olmayanlara vermeye kalkışmak hataydı diyorum. Türkiye'yi ortaçağ karanlığına taşımaya niyetli bir siyasetin mensuplarını hangi hizmet bahanesiyle olursa olsun ödüllendirmeye kalkışmak bize yakışmadı...’ Gazeteci- Yazar Arzu Arınel, Bursa basını ve kamuoyunun yakından tanıdığı bir isim. Uzun bir dönem yerel basında köşe yazarlığı yapan ve ardından gazetecilik çalışmalarını İstanbul’da sürdüren Arınel, ÇGD Bursa Şube’nin eski başkanlarından. Gazetecilik defterini bir süredir kapatan Arzu Arınel, ilk romanı 41. Oda: Mardinkapı’ ile edebiyat alanında çalışmaya başladı. Everest Yayınları’nın ‘İlk Roman Ödülü’nü kazanan Arınel ile, kitabın çağrıştırdığı kavramlar ve olaylar üzerine söyleştik…

Çağdaş- Romanda ‘kaset’ üzerinden bir politikacıya yapılan şantaj var. Son dönemde Türkiye’de siyaseti belirleyen bir durum. Buna istinaden önce şunu sormak isteriz: Deniz Baykal’ın CHP Genel Başkanlığı’ndan istifası ile sonuçlanan sürecin başında da bir ‘kaset’ meselesi vardı malum.. Ve o meselede yapılan işin yanlışlığı ve çirkinliği noktasında genel bir mutabakat olsa da bir kesim şunu söyledi: Bir politikacı özel hayatına dikkat etmelidir. Bu görüşe katılıyor musunuz? - Elbette bir politikacının özel hayatına dikkat etmesi gerektiği görüşüne katılıyorum. Özellikle de kariyerinde yükselmişse ve hele ki Deniz Baykal gibi ana muhalefet partisine yüz yıl filan başkanlık edecek kadar üst seviyedeyse, özel hayatına mutlaka dikkat

edecek... de bence burada tartışılması gereken “özel”in sınırları... Yani adam politikacı olduğu için boxerının deseni ya da playboy okuyucusu olup olmamasıyla gündeme gelmemeli...

Çağdaş- Daha detaya gidersek.. Özel hayat nerede başlar, nerede biter? Mesela Baykal hadissinde yine en fazla eleştirilen noktalardan biri şu idi: Baykal’ın ‘partneri’ yakın çalışma arkadaşı idi ve dahası.. milletvekilli olmuştu. Bu durumda sözgelimi, ‘partner’ hemşire ya da diyelim ki.. öğretmen, mimar vs.. olsa idi.. durum -nispeten de olsa- farklı olurdu’.. diyen görüşe katılır mısınız? - Pek katılmam. Bence bu meselede önemli olan partnerin kimliği değildi. Sokağa çıkıp yüz kişiye mikrofon tutsanız, deseniz ki Deniz Baykal’ın CHP genel başkanlığından istifa etmesine ne sebep oldu? Tahminimce soruya halkın yüzde 50’si “kadının biriyle basılması sebep oldu” diye cevap verecektir. –Öbür yüzde 50 zaten siz ne sorarsanız sorun sadece “hülooooğğğ” diyor– Ancak ben iddia ediyorum cevabı bilen yüzde 50’nin yarısı bile Baykal’ı yerinden eden kadının kimliğini hatırlamayacaktır!.. Şimdi bir de Bill Clinton olayına bakalım... Belki size ters gelecek ama yine iddia ediyorum, Amerika bize nazaran bu konuda daha tutucu, New York ve California’yı düşersek püriten köylü

bir toplum. Buna rağmen makam odasında stajyerine blow job yaptıran Bill Clinton istifa etmeden paçayı kurtardı. Neden? Çok başarılı ve çok sevilen bir siyasetçiydi de ondan. Bırakın Amerikan kamuoyunu, dünya kamuoyunun da sempatisini kazanmıştı. O yerinde kalırken, olayın kurbanı sayılması gereken Monica işinden oldu. Bizde ise koskoca Deniz Baykal gümbür gümbür devrilip giderken, Nesrin Baytok yerinden bile kıpırdamadan milletvekilliğine devam etti. Töre cinayetleriyle ünlü bu müslüman topraklarda ya bin yıl araştırmakla bitmeyecek kadar önemli bir sosyolojik

vakadır bu... Ya da Deniz Baykal bu coğrafyanın en sevilmeyen, en itici lideriydi de, istifaya zorlanması için bir kıvılcım bekleniyordu. Seçim sizin...

Çağdaş- Elbette şu da var: Gizlice elde edilmiş ve tehdit olarak kullanılmış bir kayıt üzerinden etik problem tartışılmaz.. diyenler de oldu.. Bu noktada hangi tarafta durursunuz?.. -Soruyu şöyle sorarsanız sanırım daha net bir cevap verebilirim: Medyada aktif olarak görev yapıyor ve bir yayın


37

Sayı 7 Ocak - Şubat

Çağdaş kuruluşunun karar verici konumunda yer alıyor olsam, elime böyle bir kaset geçse ne yapardım? İlkeli bir medya mensubu olarak asla kullanmazdım. Amma velakin memleketini seven bir vatandaş olarak, çöpe atmaya da kıyamaz, nimettir (!) belki işine yarayacak birinin eline geçer deyu yolun bir kenarına bırakırdım. (Şaka tabii…) Deniz Baykal’a gelince... Baykal’ı günümüz siyaset çamurunda debelenirken izleyip de sonuçlara varmaya gerek yok. Onun notunu, RTE’nin seçilme yasağının kaldırılması için çaba harcadığı günlerde vermek gerekirdi... Ya da CHP’nin oy oranı yerlerde sürünürken, parti liderlerini alzeimer olana kadar genel başkanlıkta tutacak delege sistemlerinin tartışmaya bile gelmediği günlerde... Yoksa bugün okyanusun o tarafına mı el sallıyor, bu tarafta batan geminin mallarından kendine liderlik mi biçiyor artık çok şükür ki kimsenin umurunda değil. Son olarak, bir de alakasız önerim var, TBMM’de bir geriatri bölümü açılmalı, masrafları emeklilik fonlarından karşılanabilir.

Çağdaş- Siz bir dönem siyaset yazarlığı da yaptınız. Hazır yeri gelmişken.. Baykal’ın yanısıra, bir ara MHP’liler için de gündeme gelen bu kasetlerin ‘kökeni’ noktasındaki tartışmalara nasıl bakıyorsunuz? Bu konuda ortaya atılan tezler ve üzerinden yapılan siyasi tartışmaları ne şekilde değerlendiriyorsunuz? Sürece ilişkin şu bilgiler ışığında: Baykal’ın istifa ederken... ‘okyanus ötesi’ne selam göndermesi.. O dönemde Rasim Ozan Kütahyalı’nın kasetin ODATV ve ekibi tarafından gündeme getirildiğini söylemesi.. Halbuki şu günlerde aynı gazetecinin- ROK- bu defa kasetin kökeni konusunda ‘okyanus ötesi’ni işaret etmesi ve -en azından şimdilikBaykal’ın bu duruma itiraz etmemesi.. vs.. Ki.. elbette Başbakan’ın ilgili dönemde Baykal kasedi ile ilgili meydanlarda ‘Özel hayat değil bu. Genel!’ demesine rağmen... Baykal’ın Erdoğan’la şu ya da bu şekilde ilişkisini sürdürmesiErdoğan’ın hastalığı döneminde yaptıkları ‘eşli’ toplantı gibi...Bütün bunlar ‘siyasetin cilveleri mi?’, ‘Dün dündür, bugün de bugün mü?’ ‘Makyavelizm mi?.. Veya?..

-Berna’nın okyanus ötesinde faaliyet göstermiş olabileceğini sanmıyorum!.. Okyanusun öbür tarafında CIA, MOSSAD ve ağlayıp bağırıp ah eden adamı düşünmek lazım. Diğerleri çekim safhasında, “ağlamaklı rehine”sevkiyat bölümünde görevli olmalı... ROK

devam edin! kütüphane gibi gibi... Lakin yok öyle bir hikaye. İnsanoğlu bir kere çalmayagörsün, çapı küçükken büyür, sebebi iyiyken, kötüleşir... Dilenciyi alıp başbakan yap, ilk üç gün harika, müteşekkir, mütevazı, çalışmaktan kendini helak eder, beşinci gün dilenciliğe geri dönmemek için dünyalığını yapmanın derdine düşer. İnsanlık halleri hiç kendimizi kandırmayalım.

Çağdaş- Berna ‘kader kurbanı mı?’ Değilse... ne? - Hayata çok şanssız başlamış olabilir. Ama genç kızlığından itibaren ne zaman bir yol ayrımına gelse her defasında kendi kararında direnen birine ben “kurban” demem. Öte yandan fahişeliği bırakmak için hiçbir zaman ciddi bir fedakarlığı göze almıyor, uzunu geçtim orta vadeli tedbirler bile yok ufkunda... Berna bence yapısal olarak ağustos böceği ve tercihli genelev kadını.

Çağdaş- Bütün bu süreçte, ‘Temizlik yapsınlar, sokakta limon satsınlar, çocuk baksınlar... Yapılacak bir yığın iş var! Neden ille de böylesi bir seçim?!’ diyen görüşe hiç katıldığınız oldu mu? Provokasyon Prodüksiyon Hizmetleri AŞ vaziyeti başına gelince anladı:))) Hepsi inanılmaz derece absürt bir komedinin unsurları gibi, harbiden var olduklarına inanamıyorum. Deniz Baykal’a gelince... Baykal’ı günümüz siyaset çamurunda debelenirken izleyip de sonuçlara varmaya gerek yok. Onun notunu, RTE’nin seçilme yasağının kaldırılması için çaba harcadığı günlerde vermek gerekirdi... Ya da CHP’nin oy oranı yerlerde sürünürken, kendisini alzeimer olana kadar genel başkanlıkta tutacak delegeleri garantilediği günlerde... Yoksa bugün okyanusun o tarafına mı el sallıyor, bu tarafta batan geminin mallarından kendine liderlik mi biçiyor artık çok şükür ki kimsenin umurunda değil. Bence TBMM’de bu tür vakalar için bir geriatri bölümü açılmalı, masrafları emeklilik fonlarından karşılanabilir.

Çağdaş- Şimdi yazardan, roman kahramanını ‘eleştirmesini’ isteyelim.. Berna’nın yaptığını nasıl değerlendiriyorsunuz? - Bir başkasının haberi ve rızası olmadan onun özel ses ya da görüntülerini kaydedip, sonradan bu malzemeleri şantaj aracı olarak kullanmak ahlaken de, yasal olarak da kabul edilemez.

Çağdaş- Yukarıdaki soruya ek olarak, parasızlık, açlık, çok zor durumda olmak vs.. gibi ağır

sınavlar noktasında ‘sınıfta kalan’ kişiler için bakış açınız nedir? Buradaki etik teraziyi nasıl kurarsınız? Yani: Hırsızlığın sözgelimi .. büyüğü, küçüğü var mıdır? Varsa kriteri nedir sizce? - Berna’yı genelevin kapısına parasızlığın ve açlığın getirdiğini anlatmadım ben romanda. Güzel bir yatak odası takımı, şık bir restoran, birkaç parça bilezik, yüzük filan... Yani bildiği, özendiği ama sahip olamadığı “bir doz” lüks adına satıyor kendisini. İnsanların hedeflediği lüksün “ölçüsü” ne kadar büyürse uğrunda sattıkları değerler de o kadar küçülüyor. Gün geliyor, arz talebe yetmeyince de çalmaya başlıyor... Berna klasik manada çalmıyor. Ama bedenini satmak –yani arz ettiği mal– yaşamak istediği lüksü sağlamaya yetmeyince bir başkasının özelini çalıp paraya tahvil ediyor... Ben böyle bir şeyi hoş karşılamam. Mağdur, Kalemdar adındaki sevimsiz ve seviyesiz siyasetçi olmasına rağmen Berna’nın yaptığını hoş görmem mümkün değil. Eğer hoş karşılasaydım, romanın sonu farklı olurdu. Hırsızlığın büyüğüne küçüğüne gelirsek... Bu sanıyorum ezelden beri tartışılan bir şey... Ayrıca bir de “Robin Hood” sorunsalı var!.. Yani büyüğü küçüğü bir yana, sebebi de “çalma” eylemini tartışılır hale getiriyor. Pardon niye çalmıştınız? Zenginlerden alıp yoksullara vermek için... Ha! öyleyse sizinki sayılmaz, buyrun

- Berna özelinde bütün hayat kadınlarını yargılamam isteniyor bu kitabı yazdığımdan beri. Böyle bir şey yapmayacağım. Bu kadınların büyük çoğunluğu farklı sebeplerle de olsa “tercih” kullanıyorlar. Kendi bedenlerini istedikleri gibi tasarruf etme hakları var. Peki benim ya da başkalarının onların kaderlerini tayin edişleri konusunda fikir yürütme hakkımız olduğunu nereden çıkarıyoruz? Birkaç sene önce Urfa’da bir dahiliye mütehassısı ile tanışmıştım, bana kendi öz halasından söz etmişti. Elli yaşlarındaymış, muayeneye gelmiş, “kanamaların ne zaman kesildi hala” diye sormuş doktor, kadın boş boş bakmış yeğenine, “ne kanaması” demiş, “aybaşı kanaması” demiş doktor, “ha o mu” demiş kadın, “vallah ben heeeç kanamadım”, dahiliyeci şaşırmış, “nası kanamadın hala, onca çocuk...” Halası gülmüş, “e, işte evlendim on dördümde hamile kaldım, doğurdum hamile kaldım, düşürdüm hamile kaldım doğurdum, düşürdüm, ölü doğdu, diri doğdu derkene bu yaşıma geldim! Kanama nedir bilmirem!” Kısacası, genelev kadınları şu an burada kendi adlarına konuşabilselerdi illa “çok pişmanız, düştük bi kere, böyle olacağını bilsek, evimizde oturur, 14 yaşımızda satılıp, 10’u sağ 9’u düşük, 7’si ölü 26 çocuk yapar, tarlada çalışır namusumuzla mutlu mesut yaşar giderdik!” filan diyecekler mi zannediliyor? Tam tersine ağızlarından, “ah


38 ulan ne günlermiş be! Dibine kadar yaşamışız şu Alemde” lafını duydum. Ayrıca dünyada en sinirlendikleri soru da, “senin gibi kadın bu yola nasıl düşer” sorusu! Diyorlar ki, “bu soruyu soran adamlar bi kere olsun, şimdi senin yüzüne baktım da, kendime de sana da yakıştıramadım bu işi. Seni becermeyeceğim al şu parayı var git yoluna, demezler!..” Benim fikrime gelince... Ben fahişelik konusuna, özellikle de bir kadın olarak asla ahlakçı yaklaşmadım, bu rolü büyük bir memnuniyetle erkeklere bırakıyorum.

Çağdaş- Yine son dönemlerde tartışılan bir başka meseleyle örtüşüyor romandaki hikaye.. Buna göre, şunu soralım: Genelevler kapatılsın mı? - Romanda fuhuşun üç ayrı şekilde yapıldığını aktarıyorum: Genelevde devlet denetiminde... Yol boyunda tamamen denetimsiz... Telekızlık yöntemiyle bir ölçüde mamaların kontrolünde... Ve işte tam burada gülüyorum.... Neden biliyor musunuz? Devlet bütün sektörlerde özelleştirmeye gidip satıp savıp bir kenara çekilirken... Fuhuş sektöründe, yok abi bunu bırakmam, illaa pezevenklik yapacam

Sayı 7 Ocak - Şubat

diyebilir mi?

Çağdaş- .. Roman vesilesiyle.. ‘sizi yakalamışken!’:) Türkiye’de son günlerde olup bitene ilişkin analizinizi de almak isteriz... Bu konuya ek olarak: Siyaset yazmayı özlediniz mi? Yoksa... ‘şükürler olsun ki.. böyle bir dönemde yazmıyorum!..’ mu diyorsunuz? Ve-ya?.. - Türkiye’de çok fena şeyler olup bitiyor. AKP iktidarının faşizan eğilimini Hitler iktidarınınkine benzetiyorlar. Ben AKP’nin sırtını dayadığı “eğitimsiz/ dar gelirli/ gazete kitap okumayan/ gündemi kulaktan dolma söylentilerle takip eden C bile değil D grubu kitle” ve bu kitleden aldığı cesaretle sindirmeye çalıştığı entelektüel/ burjuva/ öğrenci/ teknokrat/ bürokrat/ doktor/ mimar/ mühendis/ hukukçu vesaire kesimlere bakıyorum da... Pol Pot dönemini hatırlıyorum. Elbette ölüm tarlaları ve işkencehaneler değil ama Başbakan’ın “onlar” diye nefretle söz ederek siyasi hedefine koyduğu bu aydın kesimler, Yahudiler gibi bir ırk ya da dinin mensupları değil, bu ülkenin yetiştirdiği “vasıflı insanların” neredeyse tamamına yakınıdır...

Pol Pot da iktidara geldiğinde ülkesinin bütün eğitimli aydın kesimlerine saldırmamış mıydı? Şimdi cemaat denen ve başı okyanus ötesinde rehin midir, saklanmakta mıdır kimsenin tam bilmediği tuhaf bir organizmayla işbirliği yapmış olan bu AKP iktidarı yine bu organizmayla müthiş bir hesaplaşma içine girmiş durumda. Bizler ibretle seyrediyoruz bu iki irticai odağın savaşını ve neticelerini... Ancak iktidarın kendini temellendirdiği D grubu diye adlandırabileceğimiz, kör sağır dilsiz ve elbette evde zor tutulan yüzde 50’nin, ortaya dökülen kepazeliğin ne kadarının farkında olduğu ve bu farkındalığın “hisseli harikalar kumpanyasının” oy oranını ne kadar etkileyeceği çok şüpheli... Ama evet şükürler olsun ki böyle bir dönemde gazetelerde yazmıyorum, hem çalıştığım yerlerden kovulup durmaktan yorgun düşerdim ve hem de ben bir ömre yetecek kadar yargılandım zaten.

Çağdaş- Son olarak: Medya ‘dışarıdan’ nasıl görünüyor? - Medya’nın dışarıdan görünüşü hazin elbette. Gerçi ekmek parası için çalışan insanların habire kahramanlık yapmalarının beklenmemesi gerekti-

ğini bilecek kadar bu mesleğin içinde bulundum... Arkadaşlarımızın her gün kelle koltukta, siyasi iktidara ve çalıştıkları kurumların yönetimlerine karşı savaş vermelerini beklemenin abesliğini de anlıyorum. Ama yine de konvansiyonel medyanın sosyal medya karşısında her geçen gün mevzi ve güç kaybedişini üzülerek izliyorum... Ve diyorum ki, koca koca medya patronları dahi şantajla, tehditle boyun eğdirilmiş, çaresizlik içinde sindirilmişken Çağdaş adındaki bu dergi çok değerli bir araç... Söz Çağdaş’tan açılmışken, derneğimize ilişkin de bir çift sözüm var, Bursa Şubesi’nin Gezi’ye verdiği desteği ayakta alkışlıyorum. Çarşı’yı ödüle değer bulmasını ona keza... Bir Fenerbahçeli olarak, Bursaspor taraftarının Çarşı Grubu’na verilen ödül konusundaki tutumunu son derece haksız ve lümpen bir tavır olarak değerlendirdim. Öte yandan... Denge kurmak adına olduğunu düşündüğüm bir kararla, ÇGD ödülünü, onu alacak yüreği olmayanlara vermeye kalkışmak hataydı diyorum. Türkiye’yi ortaçağ karanlığına taşımaya niyetli bir siyasetin mensuplarını hangi hizmet bahanesiyle olursa olsun ödüllendirmeye kalkışmak bize yakışmadı...

Dinamikleri ve kuralları çok farklı iki sektör: Medya ve Edebiyat ‘Gazeteci, parasını peşin alıp bugün yazıp, yarın yayınlanmasına ve aynı gün içinde binlerce tepki almaya alışmış, hadi daha açık söyleyeyim şımarmış kişidir. Roman yazmak bu anlamda çok zor. Ölüm sessizliğinde yıllarca akıntıya kürek çekiyor ve sonucunun ne olacağını bilmediğiniz yüzlerce sayfayı kolunuzun altına koyup, suratınıza bile bakmak istemeyen yayınevlerine “lütfen şu yazdıklarıma bir göz atıp, yayınlamak zahmetinde bulunur musunuz” diye rica minnet ediyorsunuz.'

Çağdaş: Türk ve Dünya edebiyatında kimleri okuyor, takip ediyorsunuz.. Yani: Edebiyattaki ‘hocalarınız’ kimler?

-Türk edebiyatında benim için Attila İlhan çok kıymetli. Uslubunu, Türkçeyi kat be kat aşan dilini, hikaye örgülerini, bir romandaki karakterleri diğerlerine taşıyışını, velhasıl herşeyini seviyorum... Ve Alev Alatlı’yı da bir ölçüde beğeniyor(dum), zor okunmakla beraber... Zira Yalçın Küçük’ün çok övünerek söylediği, benimse yadırgadığım, “ben oturur yazar, bir daha okumadan yayına veririm” lafının Alatlı için de geçerli olduğunu

düşünüyorum; okuyucunun işinin bu kadar zorlaştırılmasından yana değilim. Ayfer Tunç’un, “Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi”ne bayılmıştım mesela, “Yeşil Peri Gecesi”ni sıradan bir burjuva kadın hikayesi olarak niteledim. Elif Şafak’ın da, Pinhan, Bit Palas gibi ilk dönem romanlarını sevmiştim, “Baba ve Piç” teki dialoglarda çuvalladığını hissettim, “Aşk”ta Elif Şafak okumayı bıraktım. Yabancı yazarlardan Charles Bukowsky’nin öykülerini severim, undergrounda tuhaf bir ilgim var, belki de tuhaf değil:) bu bağlamda son olarak Chuck Palahniuk’a sardım, beni sarsıyor, tiksindiriyor, hatta okuyamayacak kadar fena hissettiriyor ama dikkatimi ve ilgimi sürekli kılıyor... İnsanlık hallerinin en alçak noktalarında seyreden psikonevroz durumları, edebiyattan başka bir şeyden mi söz ediyorum acaba... bilemiyorum... Tolstoy’a taparım elbette, Mihail Şolohov’un “Ve Durgun Akardı Don”u benim başyapıt dediklerimden biridir, kim ne derse desin Soljenitsin ve “İvan Denisoviç’in Yaşamında Birgün”deki sadelik... Korkunç şeyleri hiçbir abartıya kaçmadan dümdüz

anlatmanın insanları nasıl dehşetli etkilediğini keşfetmiş yazarlardan biri Soljenitsin ama maalesef kitaplarının yeniden basımı yok, deli gibi aramama rağmen bulamıyorum. Öte yandan Amin Maalouf’un bir çok bakımdan bir ekol olduğunu düşünüyorum... Ve son olarak Latin Amerika’nın büyülü gerçekliğinin, elbette Gabriel Garcia Marquez’in hayranıyım.

Çağdaş- Kitap çalışmaları sürecek mi?

Evet sürecek diye umuyorum. Ama ben bir yazar olarak başlamadım hayata ve öyle bir özdisiplinim de yok. Üstelik aylarca, yıllarca kimsenin görüp alkışlamadığı şeyleri yazıp yazıp bir kenara koyup, sonra yayınlatmak için kapı kapı dolaşıp uğraşmayı çok müşkül buluyorum. Gazeteci, parasını peşin alıp bugün yazıp, yarın yayınlanmasına ve aynı gün içinde binlerce tepki almaya alışmış, hadi daha açık söyleyeyim şımarmış kişidir. Roman yazmak bu anlamda çok zor. Ölüm sessizliğinde yıllarca akıntıya kürek çekiyor ve sonucunun ne olacağını bilmediğiniz yüzlerce sayfayı kolunuzun altına koyup, suratınıza bile bakmak istemeyen yayınevlerine “lütfen

şu yazdıklarıma bir göz atıp, yayınlamak zahmetinde bulunur musunuz” diye rica minnet ediyorsunuz. İstisnaları bilemem ama yeni yazarların çoğunun yaşadığı bir şeymiş bu. Biraz daha dürüst olan yayıncılar açık konuşuyorlar, “çok az talep edilen bir mal üretiyoruz ve en azından yazarın adının bilinmesi ürünün satışı için az buçuk garanti sağlıyor. Sizin gibi hiç tanınmayan birinin yazdığı kitabı yayınlayıp zaten az satacak bir ürünün talebinin daha da aşağıda seyredecek olmasını neden göze alalım?” Buna verecek bir cevabım yok. Bir çok bildiğimiz yazar başlangıçta kendi kitaplarının yayınını kendileri finanse etmişler. Ben bu yolu seçmedim, biraz inatlaştım kendimle, tabiri caizse ineklik ettim, ders çalıştım, teknik öğrendim... Ve bu süreçte kitabı baştan sona ikinci defa yazdım... Everest’in ödülü olmasaydı “41. Oda Mardinkapı” nerede ne zaman yayınlanırdı hiçbir fikrim yok. Ha! şimdi elimde yayınlanmış bir kitap ve anlaşmalı olduğum bir yayınevi var, ikinciyi yazarsam işim biraz daha kolay olacak:)


39

Sayı 7 Ocak - Şubat

Attila Aşut

Türkçenin Önemi

DİLSEVER

Çağdaş Gazete’de bundan böyle ağırlıklı olarak Türkçenin sorunları ve doğru kullanımı üzerine söyleşeceğiz. Basın ve dil konusunda yapacağımız uyarıların, özellikle mesleğe yeni başlamış arkadaşlarımız açısından yararlı olacağını düşünüyorum. Dil, tarihsel ve toplumsal bir varlık olarak, insanların birbirleriyle anlaşabilmelerini sağlayan en gelişkin iletişim aracıdır. Aynı zamanda kültürel öğelerin kuşaktan kuşağa aktarılmasına ve toplumda tarih bilincinin oluşmasına yardım eder. Bu yönüyle dil, sanat ve yazın ürünlerinin de başlıca yaratım aracıdır. Dil ve ideoloji arasında yakın bir ilişki vardır. Yaşamın her alanında bu etkileşimi görebiliriz. Son çözümlemede dil de egemen ideolojinin taşıyıcısıdır. Marksist edebiyat kuramcısı Terry Eagleton bu konuda, “İdeoloji, belli insan özneleri arasında, dilin belirli etkiler yaratmak amacıyla fiilen nasıl kullanıldığıyla ilgili bir şeydir” diyor. Toplumsal bir kurum olarak hiçbir dil kuralsız değildir. Her dil gibi Türkçenin de kendine özgü yasaları, kuralları, yapısal özellikleri vardır. Geçmişte Türkçenin doğru kullanımı ve yeni türetimlerle varsıllaşması yolunda daha duyarlı bir ortam vardı. 1960’larda Asım Bezirci’nin “Halis Acarı” takma adıyla Dost dergisinde yeni sözcükler türetme çabasını anımsıyorum. Aziz Nesin, Akşam’daki “Az Gittik, Uz Gittik” başlıklı köşe yazılarının altına, yeni sözcüklerin anlamlarını açıklayan mini bir “Sözlük” eklerdi. Böylece, öz Türkçe sözcüklerin daha geniş kesimlerce öğrenilip yaygınlaşmasına katkıda bulunurdu. Ömer Asım Aksoy, Türk Dili dergisinde, basındaki dil yanlışlarına ilişkin çok yararlı bir bölüm hazırlardı... Ali Dündar, Ali Püsküllüoğlu, Osman Bolulu, Feyza Hepçilingirler arkadaşlarımızın bu alandaki emeklerini de saygıyla anmak isterim. Türkçe konusunda titizlenenler, nedense dilbilimcilerden çok, yazarlar, ozanlar oluyor. Türkiye’deki örneklere baktığımızda, bu durum açıkça görülüyor. Örneğin, bir dönem basındaki “dil yanlışları”nı sergileyerek bu konuda hepimize yol gösteren Ömer Asım Aksoy, çoğumuzun sandığının tersine, dilbilimci değildi. Böyle düşünülmesinde,

sanırım onun uzun yıllar Türk Dil Kurumu’nda Genel Yazman olarak çalışmasının önemli payı olmuştur. Başka örnekler de verebilirim. Sözgelimi, Nurullah Ataç da, Cevdet Kudret de, Melih Cevdet Anday da, Tahsin Yücel de akademik dil eğitimi görmüş kişiler değildir. Ama hepsi de Türkçe üstüne çok kafa yormuş ve dilimize ciddi katkılar yapmış yazarlarımızdır. Dil alanında ürün vermiş başka yazarlarımız da vardır. Şiar Yalçın, Nihat Tezeren, Feyza Hepçilingirler, Ali Dündar, Necmiye Alpay, Sevgi Özel, Ahmet Kocaman, Ömer Demircan bunlar arasındadır. Adı geçen yazarların her biri, konuya duydukları derin ve sürekli ilgiden dolayı Türkçenin çeşitli sorunları üzerine önemli çalışmalara imza atmışlardır. Belirtmem gerekir ki, Şiar Yalçın ve Hakkı Devrim, Türkçeden çok Osmanlıcanın doğru yazılıp konuşulmasına dönük bir yaklaşım içindeydiler. Hele Hakkı Devrim’in tutarlı bir dil siyasası yoktu. Kimi zaman Türkçe sözcükleri savunur görünse de, “sual”, “cevap”, “mesele”, “sebep”, “kelime”, “itina” gibi, Türkçede oturmuş karşılıkları bulunan Arapça sözcükleri kullanmaktan bir türlü vazgeçmemesi, onun dil konusunda

çelişkili ve ikircikli bir konumda olduğunu gösteriyor. Necmiye Alpay’ın da öz Türkçeye sıcak baktığı söylenemez. Aralarında görüş ve yaklaşım farklılıkları olsa da, Türkçe konusunda uzmanlaşmış bu araştırmacıların dil yanlışlarına ilişkin duyarlıklarını çok önemli buluyorum. Ömer Asım Aksoy, “Dil Yanlışları” adlı yapıtının önsözünde, “Dil kuralları, kamunun ortak bilinciyle oluşmuştur” diyor. Her dil gibi Türkçenin de kuralları olduğunu bilmemiz gerekiyor. Savruk ve özensiz yazarlara, yeniyetme sunuculara bu kuralları sık sık anımsatmak zorundayız. Bir yazarın ya da sunucunun, anadilini yanlış kullanma “hakkı” olmadığını düşünüyoruz. Dilimizi doğru yazıp konuşmak, herkesten önce onların görevidir. Görevden de öte, bu bir sorumluluktur. Çağdaş Gazete’de bundan böyle ağırlıklı olarak Türkçenin sorunları ve doğru kullanımı üzerine söyleşeceğiz. Basın ve dil konusunda yapacağımız uyarıların, özellikle mesleğe yeni başlamış arkadaşlarımız açısından yararlı olacağını düşünüyorum. Umarız çabamız boşa gitmez. Yeni yılda herkese merhaba…


40

Sayı 7 Ocak - Şubat

Gökçer Tahincioğlu*

GEÇEN AY

MEDYA

‘Daha 19 yaşında, düşlerinde özgür dünya’ 2 Haziran’ı, 3 Haziran’a bağlayan o gece, annesinden tokat bile yememiş Ali İsmail için bütün yeryüzü şiddetti... Eskişehir Sanayi Sokak’ta defalarca çelmelemişler, defalarca dövmüşler, yetmemiş yerdeyken kafasını tekmelemişlerdi... Antakya, Ceylan Sokak, 18 Mart 1994. Zaten 1 erkek, 2 kız çocukları olan Korkmaz ailesineyeni bir erkek daha geldi. Ali ve İsmail dedelerinin isimlerini verdiler ailenin nazlısına. Ali İsmail Korkmaz. Ali İsmail, o sokakta, 8 kardeşli annesinin yeğenleri ile 9 kardeşli babasının yeğenleri arasında, halalar, amcalar, teyzeler arasında “ayrı-gayrı” nedir bilmeden büyüdü. Sokakta düştüğünde kuzeni tuttu elini, karnı acıktığında iki bina yandaki evde yedi salçalı ekmeğini. 2 yaş büyük kuzenlerinin kıyafetlerini giydi, kendi kıyafetlerini 2 yaş küçük kuzenineverdi.

Hasta Fenerbahçeli Köy okulunda bitirdi ilkokulu, sonra Antakya’da ortaokul ve lise. Çocukları esaslıca okusun diye, 30 yıl Suudi Arabistan’da çalışan, 2013’te bir parçası kopan ailesine ancak 2010’da dönebilen babaydı ailenin bütün özlemi.

Bütün kardeşlerde esaslı bir anne terbiyesi. En küçük Ali İsmail’e düşen ise o terbiyelerin en torpillisi. İlkokuldan itibaren “avukat abisi” Gürkan Korkmaz’ın ne yaptığını izledi Ali İsmail. Dinlediği şarkılara, sevdiği filmlere, beğendiği tişörtlere, fotoğraf makinesine el koydu misal. Tek farkları vardı. Ali İsmail Fenerbahçe’ye “ölümüne” gönül vermişti, ağabeyi “fazlaca takmadan” Galatasaray. Yokuşun başındaki okuluna yürürken, 14 yaşında ilk kez korkuttu ailesini. “Çok yoruluyorum” anne derdi. Hastaneye gittiğinde anlaşıldı kalp problemi. Ankara’da hastane ve ameliyat günleri. Kalp ameliyatı da durduramadı Ali İsmail’i. Fotoğraf çekti, şarkı söyledi, başka kentlere, ülkelere gitti, saçını istediği gibi kestirdi, halı sahada her pası kendisine istedi, köpeği “Kuzey’i” ormanda gezdirdi. Lisedeyken sevgilisini soran ağabeyine, öyle kocaman gülümseyerek, “Sen işine bak abi” dedi. İngilizceye merakı, ağabeyinin yabancı ülkelere merakı ile depreşmişti. Daha ilk senesinde kazandı Eskişehir’de İngilizce Öğretmenliği’ni. Ders çalışmazdı aslında, sınavda yetecek, dersi geçecek kadar. Pahalı eşyalar almazdı. Alan kuzenlerine söylenirdi, “o tek tişört parasına, ben kendimi ifade edecek 10 tişört alıyorum” diye öyle büyük büyük. Eskişehir’e, bir sene önce aynı kenti kazanan kuzeni ile yengesinin kardeşinin kaldığı eve o çok sevdiği tişörtleri, tuşları bile içine girmiş telefonu, anne, baba ve kardeşlerinin büyük özlemiyle gitti. İlk seneden ağabeyine, “Bırakıp yeniden mi hazırlansam” demişti. Belki tercümanlık, belki daha çok gezip dolaşacağı bir başka meslek. “Ama devam et” dedi ağabeyi, “İkinci fakülteye hazırlanırsın bir yandan ve zaman kazanırsın, daha ne kadar da gençsin.” Harçlığını ağabeyinden istiyordu. Telefonu gülerek, “Ne kadar istiyorsun?” diye açan ağabeyine, “Olur mu abi, hatırını sormaya aradım” diye söylendikten iki gün sonra, “Abi, param bitti” diye açılan telefon. “Ayıp olmasın” araması. Taktiği değişmezdi. 25 Nisan’da vizelerden sonra son kez geldi Antakya’ya, 1 hafta. Arkadaşlarıyla gezdi, babasının telefonu bozulunca kendi telefonunu verdi, babası, tuşları gözükmeyen telefonu yenisiyle değiştirince, “Ne gerek vardı?” diye söylendi. “Az aradığı” için küsen annesinin yemeklerini yedi. Eskişehir’e gitti.

Naif bir karakterdi

1 ay sonra “Gezi” geldi. 2 Haziran günü, ağabeyi, internetten görüntülü konuştu Ali İsmail’le. Hiç çekemediği, hâlâ hesabında kalmış harçlığını yatırdığını söyleyecekti. Bir de sigara içtiğini öğrendiğini ve çok sinirlendiği-

ni. Ali İsmail, öyle mahcup dinledi. Akşam, saat 22.00 gibi yine aradı ağabeyini; “Sokaklarda polisler yakalarsa öğrencileri dövüyormuş” dedi. Ağabeyi, “İnanmayın öylentilere, neden yapsınlar, sakin olun” diye sakinleştirdi. Ali İsmail hep muhalifti. Normal sanılanlara, ikiyüzlü ahlaka, reklam panolarına dönüştürülmüş insanlara, doğayı kendisinin sananlara. Ve hep naifti. Üzülürdü, kurda, kuşa, kesilmiş ağaçlara. 2 Haziran’ı, 3 Haziran’a bağlayan o gece, annesinden tokat bile yememiş Ali İsmail için bütün yeryüzü şiddetti. Gece 2 gibi ağabeyini aradı kuzenleri. Ceylan Sokak’ta büyürken özgürce koşuşturan o çocuğu, Eskişehir Sanayi Sokak’ta defalarca çelmelemişler, defalarca dövmüşler, yetmemiş yerdeyken kafasını tekmelemişlerdi. Polisten o dayağı yedikten sonra gittiği hastanede, korkudan, “düştüm” demişti.

38 günlük derin uyku Ertesi gün boyunca sürekli aradı ağabeyi, her telefon açtığında uyuyordu. Nihayet bir telefona çıktığında, karakoldan çağrıldığını söyledi. “Polise, solis, masaya sama” diyordu, dili dönmüyordu. Korktu ağabeyi. O halde ifade verdi Ali İsmail, sonra hastaneye gitti. Sonra ameliyat edildi, sonra 38 günlük derin bir uykuya geçti. Ve sonra heykeli dikildi, serçelere su verdi. Kabus ve karanlık 90’lı yıllarda kaybedilenlerin kemikleri aranırken bir yanda, diğer yanda dövülerek öldürülenlerin görüntüleri kaybedildi. Beyaz Toros’un yerini meşe odunu aldı, elektriğin yerini gaz fişekleri. “Kahramanca” bir çocuğu döverek öldürenlerin isimleri gizlendi. Zorla ortaya çıkartıldığında, güvenli diye davaları Kayseri’ye nakledildi. Yarın ise güvenli olmadığı söylenmesine rağmen her nasılsa Eskişehir’de tanıklar dinlenecek. Ali İsmail ise yine serçelere su verecek. Değişmeyen bir dil, sürekli uyarıyor: “Devlet refleksi, devletler yapar böyle şeyler.” Devletler yapar böyle şeyler, insanlar ve tarih bazen bir şiirle, bazen bir tezahüratla yargılar. Ve Ali İsmail’in hiç gidemediği o stattan yükseliyor şarkılar: “Daha 19 yaşında, düşlerinde özgür dünya... Ali İsmail Korkmaz, Fenerbahçe yıkılmaz.” *Milliyet Gazetesi. 5. 1. 2014


41

Sayı 7 Ocak - Şubat

Ozan Demir

Ah! O Atkının dili olsa da konuşsa!.. zarar gelecek tartışmalara, bölünmelere, ayrışmalara sokmayın.

Spora siyaset karıştırmayın! - Hangi siyaset? İşimize gelmeyen siyaset... Yazıma, daha önce sosyal medya üzerinden de kullandığım bu üç cümle ile başlamak zorunda kaldım. Özellikle ‘Gezi’ olayları sonrası bir kez daha gündeme gelen ‘spora / futbola siyaset karışması’ olayı yerel seçimlerin de yaklaşmasıyla iyice alevlendi. Bir hayli erken başlayan ve gövde gösterilerine dönüşen mitinglerde o bilindik figüran, atkılar yeniden meydana çıktı. Ülkemizdeki en büyük ve en organize sivil toplum örgütleri belki de futbol kulübü taraftarlarıdır. Çünkü ortalama 2 haftada bir 10 bin ila 55 bin arası vatandaş, o şehrin stadyumunda bir araya gelir. Hayata geçirilen her parlak fikir, yaptığı / yapacağı ilgi çekici organize hareketler kamuoyunun dikkatini çeker. Haber değeri taşır. Yapılan tezahüratlarda kullanılan dil, göndermeler ve mesajlar kimileri için

tehdit oluşturur, kimileri için de dezavantaj. Kimileri de bu tehdidi kendi lehlerine avantaja dönüştürmek ister. Bu, boyunlara takılan atkının takımı nedir arkadaş? Şehir şehir dolaşan yüzler hep aynı. Ama atkının rengi, üzerindeki yazısı ve temsil ettiği şehir daima farklı.. Yanlış anlaşılma olmasın; ben burada gerçek taraftarların taktığı atkıdan bahsetmiyorum, siyasilerin boyunlarındaki atkılardan bahsediyorum. Ya o, hafta sonu tribünde renktaşlarıyla omuz omuza duracak, belki de stadyumlarda siyasi slogan atılmasını engelleyecek kişilerin, mitinglerde, toplantılarda ya da adaylık açıklamalarında (!) atkılarla siyasilerin yanlarında yer almalarına ne demeli? Bursa’nın en büyük markası size göre Bursaspor ise lütfen o markayı şanına

Henüz görevde olan bir Başbakan’ın isminin stadyuma verildiği (Kasımpaşa Recep Tayyip Erdoğan Stadı) ülkedeki spor / siyaset ilişkisinden bahsediyoruz. Doğduğu semtinin takımı Kasımpaşa, ailesinin memleketinin takımı (Çaykur) Rizespor ve tuttuğu takım Fenerbahçe’nin son dönem futbolundaki yerleri ve elde ettikleri imkânlar malum. Açılım sürecinde Güneydoğu takımlarına yapılmak istenen ayrıcalıklar, “İstanbul Büyükşehir Belediyespor’un isim hakkını Diyarbakırspor’a devredelim” teklifi.. Bunların hepsi mi tesadüf? Akıllara, geçtiğimiz günlerde görevden alınan eski Spor Bakanı Suat Kılıç’ın “Stadyumları şiddetin, siyasi gösterilerin merkezi haline getirenler hukuki bedelini öder”, “Futbol taraftarı arasına siyasi nifak sokanlar, Kanunda bedeli neyse bedelini öder. Stadyumlar siyaset yeri değildir” şeklindeki açıklamaları geliyor. Kimlerdir bu spora siyaseti karıştıranlar? Yukarıdaki tesadüfleri yaratan ve yaratmaya devam edecek olanlar mı, yoksa her maç esnasında en ufak bir ‘düşünce özgürlüğü’nü dahi ifşa ederken fişlenme ve ceza alma korkusuyla karşı karşıya olan vatandaş mı? Futbol, dünyada kimi zaman iktidarların halkı uyutmak için kullandığı bir araç olmuştur. Bu gidişle bizim de sonumuz Portekizli diktatör Salazar’ın 3F formülüne, stadyumlarımız ise İspanyol diktatör Franco’nun Real Madrid’in stadı Santiago Barnebeu’nun yapımı öncesi söylediği “Bana 100 bin kişilik bir uyku tulumu yapın” sözüne benzeyecek. Açılımı tartışılan 3F’nin ülkemizdeki karşılığı ise şüphesiz Fado-Futbol ve Fiesta değil tabii ki Fatıma…


42

Sayı 7 Ocak - Şubat

Ortalığı karıştıran mektup! Spor kamuoyunu son dönemde sıkça meşgul eden "Tribünde siyaset" tartışmaları Bursaspor'un taraftar grubu Teksas'a gönderilen maille skandal boyuta ulaştı. AK Parti Bursa Gençlik Kolları komisyon üyesi tarafından gönderildiği iddia edilen söz konusu mailde Teksas’tan, Başbakan Erdoğan’a destek beklendiği kaydedilirken, “Karşılaşmanın 34. dakikasında Recep Tayyip Erdoğan için tezahürat yaparak, kendisine oynanan oyuna karşı desteklerini bildirmelerini rica ediyoruz” ifadeleri kullanıldı. Teksas’ın resmi internet sitesinden yapılan açıklamada, “Tribünde siyaset tartışmalarının ayrıştırıcı bir unsur olduğunu düşünen bizlerin, bu tarz talepleri olumlu karşılaması asla ama asla düşünülemez. Bizleri ve tribünlerimizi siyasi birer kukla sanan ve bu yönde kullanma düşüncesi olan parti veya kişilere karşı açıkça ifade ediyoruz; taraf da, bertaraf da değiliz” denilirken, AKP Bursa Gençlik Kolları Başkanı Tarık Kaderli ise konuyla ilgili inceleme yapıldığını ve maili gönderen kişinin kişisel bir girim yaptığını, Bursa İl Gençlik Kolları’nı bağlayıcı özellik taşımadığını vurguladı.

Spora seçim engeli

Yaklaşan yerel seçimler öncesinde Nilüfer’deki Vahide Aktuğ Ortaokulu Spor Salonu’nun Nilüfer İlçe Seçim Kurulu’na tahsis edilmesi öğrenci ve velilerin tepkisine neden oldu. Veliler, 9 yıl boyunca yapılması için uğraştıkları ve 1 yıl önce hizmete giren spor salonuna duyarsızca el konulduğunu savunarak tüm yetkililerle görüşmelerine rağmen karardan vazgeçilmediğini söylediler. Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey`in kirasının Nilüfer Belediyesi tarafından karşılanacak iki farklı seçenek bulduğunu anlatan veliler, Nilüfer Seçim Kurulu yetkililerinin bunu kabul etmediğini iddia ederken, okulun Öğrenci Temsilcisi Berke Kaan Mermer ise, okullarının birçok spor dalında başarılı sporcular yetiştirdiğini ve bir çok müsabakada önemli dereceler aldıklarını kaydederek, spor salonu olmadan soğukta beden eğitimi dersini yapma şanslarının olmadığını ve peş peşe 3 seçim yapılacağından bu durumun salonu 2 yıl kullanamayacakları anlamına geldiği ifade etti.


43

Sayı 7 Ocak - Şubat

Ebru Öz

Ödüller sahiplerini buldu Çağdaş Gazeteciler Derneği Bursa Şubesi’nin 7 dalda verilen 2013 ödülleri, düzenlenen törende sahipleriyle buluştu. Çok sayıda siyasetçi, bürokrat, STK temsilcisi ve medya mensubunun katıldığı BAOB’daki tören, Haluk Çetin’in müzik dinletisiyle başladı. Açış Konuşmasını Bursa Şube Başkanı Yüksel Baysal yaptı. Törende Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu, Radikal Gazetesi Muhabiri İsmail Saymaz, Şehir Plancıları Odası Adına Başkan Füsun Uyanık, Türk-Eğitim-Sen Bursa Şube Başkanı Selçuk Türkoğlu ve Ozan Demir ile Kazım Bulut’a ödülleri takdim edildi.

Facebook paylaşımı işinden etti! Bursa Osmangazi Belediyesi Basın - Yayın Halkla İlişkiler Müdürlüğü’nde yaklaşık 12 yıldır grafik tasarımcısı olarak çalışan İlhan Öğrenç’in sosyal medyada devlet büyüklerine hakaret ettiği iddiası ile iş akdi feshedildi. Gezi olayları sırasında öldürülen gençler ile ilgili facebookta paylaşımlarda bulunduğunu, bunun İlhan Öğrenç sonrasında bölüm müdüründen uyarı aldığını ifade eden Öğrenç, ‘Uyarının ardından, Facebook paylaşımlarının insanların kişisel hayatı kadar özel olduğunu ve bununla ilgili kimsenin suçlanamayacağını belirttim ve bu sebepten dolayı işten çıkaracak halleri yok ya!.. dedim. Sözlerim basında “çıkarırlarsa çıkarsınlar..” demişim gibi yazıldı ‘..şeklinde konuştu. Bu sürecin ardından, hakkında soruşturma açılan İlhan Öğrenç, Kişisel facebook hesabı ile ilgili soruları şöyle yanıtladığını söyledi: ‘Özellikle 28 Ekim’de paylaştığım’ 29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun yarın hastalanacak devlet büyüklerine şimdiden acil şifalar dilerim.’ şeklindeki paylaşımım soruldu, bunda hakaret içeren bir cümle olmadığını söyledim”. Yaklaşık bir hafta sonra kıdem tazminatı da ödenmeden iş akdi feshedilen Öğrenç, “Bu sebepten birinin işten çıkarılacağı aklımın ucundan dahi geçmezdi. Bana göre çok büyük haksızlık. Benim belediyeye 12 yıllık bir hizmetim var. Namusumla şerefimle hizmet ettim, çalmadım, çırpmadım. Ama bunların hepsinin yok sayılarak işten çıkarılmam çok üzücü bir durum” dedi.

'Tophane Rotary Kulübü’nün ‘Meslekte Başarı Ödülü’, ÇGD Bursa Şube Başkanı Yüksel Baysal’ın oldu. Baysal ödülünü, Tophane Rotary Kulübü Başkanı Tunca Bilgiç’in elinden aldı.

Çağdaş Hukukçulardan ÇGD’ye ödül Çağdaş Hukukçular Derneği Bursa Şubesi, kuruluşunun 20. Yılında Çağdaş Gazeteciler Derneği’ni ödüllendirdi. ÇHD’nin Beşevler’deki lokalinde düzenlenen 20. Kuruluş yılı törenlerinde konuşan Dernek Başkanı Aslı Evke Yetkin, savunmanın susturulmaya çalışıldığını belirterek, mesleğe yapılan saldırılara boyun eğmeyeceklerini söyledi. Gazetecilik mesleğine yönelik saldırılara karşı mücadele eden ÇGD’nin önemli bir işlevi yerine getirdiği belirtilen gecede, ödülü Yönetim Kurulu Üyeleri Rabia Deniz ile Nagihan Görken aldı.


44

Sayı 7 Ocak - Şubat

Balbay’la Buluşma CHP Milletvekili Mustafa Balbay, Çağdaş Gazeteciler Derneği Bursa Şubesi Başkanı Yüksel Baysal’ın daveti üzerine İzmir’den sonra Bursa’yı ziyaret edeceğini söyledi. Çağdaş Gazeteciler Derneği Bursa Şubesi Başkanı Yüksel Baysal ile Anadolu Spor Gazeteciler Derneği Başkanı İbrahim Erdoğan, bir süre önce tahliye edilen CHP İzmir Milletvekili Mustafa Balbay›la İzmir›de buluştu. Üyesi bulunduğu İzmir Gazeteciler Cemiyeti›ni ziyareti sırasında gerçekleşen buluşmada Yüksel Baysal, CHP Milletvekili Mustafa Balbay›ı Bursa›ya davet etti. Baysal, Mustafa Balbay›a “Hatırlarsanız, Sincan Cezaevi ziyaretimiz sırasında özgürlükte ilk buluşacağım kentlerin başında Bursa geliyor. Kitap fuarlarının olduğu her yıl mutlaka bu kente giderdim demiştiniz. Şimdi Bursa’daki dostlarınız, gazeteciler hem selam gönderdiler hem de en kısa sürede aramıza gelmenizi diliyorlar” dedi. Mustafa Balbay, davete “Okul arkadaşım İbrahim Erdoğan ve sevgili Yüksel Baysal benim cezaevi görüş arkadaşlarım. Tabii ki Bursa’ya büyük bir mutlulukla geleceğim. İzmir’den sonraki durağım Bursa olacak” sözleriyle yanıt verdi.

BRD tarafından seçim paneli gerçekleştirildi

Bursa Reklamcılar Derneği seçim kampanyalarına ilişkin çalışmaların profesyonel düzeyde ele alındığı seçim iletişimi paneli düzenledi. 17 Ocak Cuma günü BAOB ' da saat 14:00 de başlayan panele ÇGD Bursa Başkanı Yüksel Baysal yanısıra "CHP neden kaybeder AKP neden kazanır " kitabının yazarı Ateş İlyas Başsoy'un ve Anadolu Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Ferruh Uztuğ taraından sunum gerçekleştirildi. İletişim sektörü profosyonelleri ile sivil toplum örgütleri ve siyasal parti adaylarının katıldığı panel,ilgiyle izlendi. Bursa Reklamcılar Derneği Başkanı Nail Özer panelin farkındalık yaratmaya dönük bir çalışma olduğunu belirterek şunları ekledi "kent ve ülke gündemimizin bu en sıcak konusunu gerek sektör profosyonellerimiz gerekse de siyasi parti adayları ve kamuoyu ile paylaşmayı önemli buluyoruz. Siyasal iletişim etiği toplum için hayati değer taşır dedi.

AKİMED yeni başkanını seçti Aktif İnternet Medyası Derneği (AKİMED), kurucu başkan Özcan Yazıcı’nın görevi bırakması üzerine olağanüstü genel kurula gitti. Nilüfer Belediyesi Dernekler Yerleşkesi’nde düzenlenen ve Bursada Bugün Medya Grup Başkanı Necati Kartal’ın divan başkanlığını yaptığı olağanüstü genel kurulda tek liste ile seçime giren Barbaros Koçanalı ve Yönetim Kurulu seçildi. İnternet medyasının hızıyla gazeteleri geride bıraktığının altını çizen AKİMED Başkanı Barbaros Koçanalı, “Ancak internet gazeteciliği henüz çıkmayan kanun Barbaros Koçanlı yüzünden istenilen seviyede değil. Çağın ihtiyaçları internet gazeteciliği ve sosyal medya etrafında toplanıyor. Bunlar görmezden gelinemez. Derneği ve internet gazeteciliğini hak ettiği yerlere yönetim kurulumuz ve tüm üyelerimiz ile birlikte taşıyacağımıza inanıyoruz” dedi. Barbaros Koçanalı başkanlığındaki Yönetim Kurulu Ahmet Akhan, Murat Bilir, Zafer Opsar ve Mesut Demir’den oluştu. Yedek yönetim kurulunda Nevzat Bayram, Pınar Turan, Neslihan Çelik Alkoçlar, Ayşem Ece Arar ve Rıza Ertekin yer alırken, Denetim Kurulu Osman Tüysüz, İlker Güner, Ersel Nalbant, Yedek Denetim Kurulu ise Elif Aydın, Özcan Yazıcı ve Berhan Soner’den oluştu. Rabia Deniz


Edward Ruscha'dan ilhamla...



doğal lezzet kulübü

Bursa ile göz göze, bir yalnızlık hissi

Ocakbaşı'ında demlenme keyfi

Mutluluğunuza çam ağaçları şahit olsun

Ormana sıfır serpme kahvaltı

Sıcacık bir ortamda, Güneydoğ Mutfağı’ndan et çeşitlerinin kaliteli sunumu.

Özel etkinliklerinizi doğanın akışına bırakın. Ormanın kucağında 100 kişiden 1000 kişiiye kadar grupları ağırlıyoruz.

Hafta sonları, Doğal ürünlerle bezenmiş, zengin serpme kahvaltı.

Atatürk Kent Ormanı İçi Orhaneli Yolu Nilüfer / Bursa ( 0532 138 87 31

taracabursa.com taracabursa



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.