SENDİKALI İŞÇİNİN DERS NOTLARI Volkan Yaraşır
1
Sendikalı İşçinin Ders Notları * Volkan Yaraşır
Kenan Budak İŞÇİ KAMPI 2015 Emekçi Gençlik Derneği EKMEK ve ONUR gazetesi
*Bu broşür Tez Koop İş Sendikası Eğitim Dizisi kapsamında yazılmıştır.
2
ÖNSÖZ Tez-Koop-İş sendikası olarak eğitim çalışmalarımıza bir yenisini daha ekliyoruz. “Sendikalı İşçinin Ders Notları” adlı çalışma sendikamızın eğitim faaliyetlerine verdiği önemin bir göstergesidir. Amacımız, işçi sınıfının bugün karşılaştığı sorunları ortaya koymak, bu sorunların bilince çıkarılmasını sağlamak ve sorunların çözülmesi için her üyemizin kolektif öznenin bir parçası gibi hareket etmesinin önünü açmaktır. Sendikamız eğitim ve örgütlenme atağıyla Türkiye sendikal hareketinin tarihinde örnek gelişmelere imzasını atmıştır. Ve son derece önemli bir yerdedir. Çalışmada işlenen her dersle üyelerimizin ve işkolumuzda çalışan sendikasız işçilerin sınıf ve sendikal bilinçlerinin gelişmesi hedeflenmiştir. Kitap, işçilerin düşünen, araştıran ve müdahale eden bir kimliğe kavuşması için temel bilgiler vermekte ve bir altyapı oluşturmaktadır. 1. Ders, üzerine çok şey söylenen sendikal yapı ve örgütlenme üzerinedir. Bu dersle gerçek anlamda bir işçi sendikasının ne olduğu, nasıl olması gerektiği belirtilerek işleyişi, işlevi ve ilkeleri ortaya konulmuştur. Konu herkesin kolayca anlaması amacıyla yalın bir dille ve öyküleştirilerek kaleme alınmıştır. Bir anlamda Tez-Koop-İş sendikası “kendi hikayesini” anlatarak gerçek bir işçi sendikasının kıstaslarını göstermiştir. Tez-Koop-İş’in demokratik ve kitle sendikacılık anlayışını ortaya koyan ders; üyelerimizin nasıl bir örgütlenme içinde yer aldığı ve bu örgütlenmenin özelliklerinin neler olduğu gösterilerek, sendikalarda gerçek iktidar sahiplerinin işçilerin kendisi olduğu işaretlenmiştir. 2. Dersimiz “Haydi Sendikaya, Haydi Tez-Koop-İş ’e” adıyla işçileri örgütlenmeye çağırmaktadır. Bugün ülkemizde işçilerin büyük bir kısmı, sendikasız ve sigortasız olarak çalışmaktadır. Vahşi bir sömürü altında çalışma yaşamını sürdüren bu işçilerin, hiçbir gelecek güvencesi yoktur. Her an işten atılabilirler, işverenin keyfi tutumuna maruz kalabilirler, açlığın ve yoksulluğun esiri olabilirler. Çağdaş köleler diye tanımlayabileceğimiz bu işçilerin; her hangi bir tepkisi ya da ekonomik-demokratik hak arayışı işverenlerin sert müdahaleleriyle
3
karşılık bulurken, onlara ya köleliğe devam etme ya da işsiz kalma seçenekleri dayatılmaktadır. İşçilerin kendilerine dayatılan bu seçenekleri yok etmesi, ancak örgütlü bir güç olmalarıyla mümkündür. Örgütlülük aşına, işine, ekmeğine sahip çıkma demektir. Sendikalar da işçilerin en temel örgütlerinden biridir. İşçilerin işi, aşı ve geleceği demektir. Tez-Koop-İş sendikası kendi işkolumuzda çalışan işçilerin tek güvencesidir. İşçi sınıfının örgütlü çatısı, örgütlü gücü ve haklarının savunucusudur. Bu ders sendikayla ilk defa tanışan işçilerin sorularına yanıt üretmeyi amaçlamıştır. 3. Ders sendika işyeri temsilciliği üzerinedir. Bu derste sendikal örgütlenmelerin en önemli organlarından biri olan işyeri temsilciliği anlatılmaktadır. İşyeri temsilcileri; işçiyle sendika arasında kopmaz bir bağ kurmak, işverene karşı işçilerin çıkarlarını korumak, işçi sağlığını ve iş güvenliğini sağlamak için devreye girmeli, kurullarda sendikayı temsil etmelidir. İşyeri temsilcileri bu görevlerini ancak, tüm üyelerini sendikal faaliyetin içine kolektif olarak sokmasıyla ve işyerlerinde katılımcı bir yapı oluşturmasıyla başarabilir. Ayrıca temsilciler, sendikal yapının tüm faaliyetlerini, açıklık ilkesine bağlı olarak işçilere yansıttığı ölçüde ve üyelerin eleştirileri ve katkılarını yönetime ilettiği oranda etkili olabilir. Böylesi bir çalışma sendikal demokrasinin sağlam temeller üzerinde örülmesini sağladığı gibi, sendikal disiplinin her düzeyde doğru işlemesini beraberinde getirecektir. İşyeri temsilcileri bir anlamda sendikal yapının sinir uçlarıdır. Bu organlarda görev alan arkadaşlar, sendikal örgütlülüğün geleceği ve güvencesi olduklarını unutmamalıdırlar. 4. Ders, toplusözleşme üzerinedir. Bir sendikanın en temel faaliyetleri içinde olan toplusözleşme, bir anlamda sınıfın gücünü, kudretini gösteren ve haklarını güvence altına alan işyerindeki anayasadır. Bu ders, Tez-Koop-İş sendikasının toplusözleşme sürecine bakışını ve ilkelerini ele almaktadır. Sendikamızın toplusözleşme sürecindeki demokratik işleyişini göstermesi açısından önemlidir. 5. Ders grev üzerinedir. Grev, sınıf mücadelesinin olmazsa olmaz silahıdır. İşçi sınıfı bu silahı hak gasplarına karşı ve geleceği kurmak için kullanır. Bu derste grev ve grev çeşitleri işlenmektedir. 12 Eylül yasalarının tüm
4
yasaklarına rağmen grev mücadelesi işçi sınıfının yine de en güçlü silahıdır. 6. Derste sendikal hareketin dünyada ve Türkiye’de tarihi ele alınmıştır. Bu derste bir anlamda işçi sınıfının mücadele tarihi anlatılmaktadır. Bu tarihin bilinmesi bugün yaşadığımız birçok sorunun anlaşılmasını ve aşılmasını sağlayacaktır. İşçi sınıfı kendi mücadele deneyimleri ve birikimleriyle güçlenen, şekillenen bir sınıftır. İşçi sınıfı, toplumsal-maddi yaşama kendi sınıf bilimiyle bakar. Olayları, olguları bu bilimin ışığında değerlendirir. Egemen ideolojinin kendine dayattığı “kahramanlarla” tarihi anlatma anlayışını reddederek, tarihin gerçek yapıcı gücünün bilinçli insan eylemi, toplum, üretim ve bölüşüm ilişkilerinin bütünü olduğunu bilir. Toplumsal-maddi yaşamı kendi hareketliliği ve akışkanlığı içinde ele alır. Ve kendi rolünü buna göre belirler. Bu derste genel çerçevede anlatıldığı gibi işçi sınıfı, tarihin öznesidir. Özcesi, tarihi yapan sınıftır. 7. Derste 1 Mayıs ve 1 Mayıs’ın tarihi ele alınmıştır. İşçi sınıfı evrensel bir sınıftır. Yarattığı her değer, her birikim, her deneyim yerelde gerçekleşse de evrensel bir boyuta sahiptir. Yerelden beslenen işçi sınıfı, evrenselliğe ulaştığı ölçüde etkili ve vurucu bir güç haline gelir. 1 Mayıs, işçi sınıfının enternasyonal kimliğinin açığa çıktığı ve enternasyonal bir güç olduğunu gösterdiği bir gündür. 1 Mayıs, uluslararası işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günüdür. Ülkemizde uzun bir süre egemen güçlerce bilinçli olarak içeriğinden saptırılmaya çalışılan, bir tedirginlik ve korku günü gibi gösterilmeye çalışılan 1 Mayıs, tarihin ve gerçekliğin karşısında olması gereken yere gelmiştir. Bugün toplumun her kesimi 1 Mayıs’ın anlamım ve önemini kavramış, 1 Mayıs hakkında yapılan bütün spekülasyonlar tarihin çöplüğüne atılmıştır. 1 Mayıs, işçi sınıfının bütün insanlığı kavradığı ve insanlığın kurtuluşu yönündeki mücadelede kendi gücünü ve önderliğini ortaya koyduğu bir gündür. 1 Mayıs barış, kardeşlik ve dostluk günüdür! 1 Mayıs işçi ve emekçilerin bayram günüdür! 1 Mayıs sömürü düzenine karşı taleplerimizin haykırıldığı, dosta düşmana biz de varız dediğimiz bir gündür! 8, 9 ve 10. Dersin en kısa özeti işçilerin neden ve nasıl sömürüldüğüne cevap vermektedir. Bu anlamda üretim ve üretim araçları nedir? İşçi Kimdir? vb. sorulara yanıt aranmış, üretim tecrübesi, kapitalist toplum, işgücü ve artı değer
5
incelenmiştir. Bu dersin amacı sistemin işleyişini çözmek, işçilerin sömürüye karşı nasıl mücadele etmesi gerektiğini ortaya koymaktır. XI. Ders sendikal yapıların çözülüşünü, gerilemesini, üye kayıplarının nedenlerini bilimsel olarak ortaya koymaktadır. Ayrıca ‘ne yapmalıyız’a cevap aranmıştır. Kısaca “Sendikalı İşçinin Ders Notları” bugün paranın ve yalanın imparatorluğuna nasıl karşı geleceğimizi ortaya koymaktadır. Bunun için bize bilim yol gösteriyor. İşçi sınıfı bilimle hareket ettiği oranda vahşi kapitalizmin yok ediciliğine karşı direnebilir, geleceği kendi ellerine alabilir. Çıkarın erdem, yalanın gerçek, soysuzluğun “insani değer” olarak dayatıldığı günümüz koşullarında; bizler dayanışmayı, paylaşmayı ve kardeşliği öne çıkarmalıyız. Yalanı yenmek, doğruları bilmekten, paranın hükümdarlığına boyun eğmemek, insani duygularımızı, umutlarımızı ve hayallerimizi gerçekleştirmek ve güçlendirmekten geçer. Bunun için işçi sınıfı öğrenmek ve bilmek zorundadır. Tez- Koop-İş sendikasının bir okul olduğu unutulmamalıdır. Bu okulun her öğrencisi aynı zamanda umudun, güzelliğin, özgürlüğün öğrencisidir. Sizleri kendi geleceğinizin öğrencisi olmaya çağırıyoruz.
6
DEMOKRATİK VE KİTLE SENDİKASI Sendikal anlayış ve ilkeler: Avcılar bir gün güvercin avlamaya çıkmışlar. Güvercinlerin toplandığı yere ağ kurmuşlar. Gel zaman git zaman güvercinler ağın kurulduğu, her zaman yemek yedikleri yere gelmişler. Güvercinlerin geldiğini gören avcılar ağı kapatmışlar ve güvercinlerin hepsi ağın altında kalmış. Güvercinler büyük bir şaşkınlıkla ne yapacaklarını bilmez bir halde; çırpınmaya, ağdan kurtulmaya çalışmışlar. Ama ne fayda. Çırpındıkça ağ daha fazla dolanmaya başlamış, güvercinler kanatlarını kıpırdatamaz bir hale gelmişler.
İçlerinden bazıları özgürce uçmaya duydukları özlemle tek başlarına ağdan kurtulmaya çalışmışlar. Ama bu çaba da sonuç vermemiş. Her tek başına kurtulma çabası, güvercinleri daha içinden çıkılmaz bir duruma sokmuş. Güvercinler bakmışlar, çırpınmayla, tek başına kurtulma çabasıyla durumları daha da kötüye gidiyor. Kafa kafaya vermişler. Ve hep birlikte bu durumdan nasıl kurtuluruz demişler. Herkes farklı görüş öne sürmüş, ama hepsinin dikkatini çeken, hepsinin ortak görüşü olan bir şey varmış. Oda her çırpınışta, her uçma girişimi olduğunda ağın hareketlendiği, kıpırdadığıymış. O zaman demişler, acaba hep birlikte uçsak ağı kaldırabilir miyiz.
7
Ve aynı anda hep birlikte uçma kararı vermişler. Bu kararı da uygulayarak hepsi aynı anda uçmaya başlamışlar.Bu hareketleriyle ağı kaldırmışlar, gökyüzünde özgürce uçmaya başlamışlar. Bu ortak karar ve hareketle tutsaklıktan kurtulup, uçmanın, özgür ve başı dik olmanın kıvancına kavuşmuşlar. Şimdi burada soralım bu hikaye bize ne öğretiyor? Burada güvercinler kim? Buradaki güvercinler varsayalım işçiler olsun. Güvercinlerin üzerindeki ağı da işverenlerin ve siyasi iktidarların işçilere yönelik baskıları, örgütlenmeleri önündeki engeller olarak düşünelim. İşte sendika, bir anlamıyla güvercinlerin ağı kaldırma hareketidir. Sendika; güvercinlerin, tek başlarına kurtuluşlarının olmadığını, tek başına
8
çırpındıkça üzerindeki ağın daha fazla dolandığını görerek, ortak uçma hareketidir. Sendika her şeye rağmen işçilerin, zoru başardığı örgütlü gücüdür. Buradan sendikaların nasıl örgütlülükler olduğuna geçebiliriz.
SENDİKALAR KİTLE ÖRGÜTÜDÜR Hikayemizde gördük ki güvercinlerin renkleri, büyüklükleri, cinsleri farklı olsa da aynı ağın altında, topluca kalmışlardır. Sendikalarda işçilerin birlikte mücadele verme zorunluluğundan doğan ekonomik-demokratik mücadele örgütleridir. Bu nedenle sendikalar, dünya görüşü, siyasal düşüncesi, dinsel inancı, konuştuğu dil, cinsiyeti, ırkı, derisinin rengi ne olursa olsun işçilerin örgütüdür. Ve bütün işçilere açıktır. Sendikalar çıkarları ortak, yaşam biçimleri, özlemleri ve davranışları birbirine benzer, işçi kitlelerini bir araya getiren örgütlülüktür. Bu yön sendikaların, kitle örgütü olma özelliğini ortaya koyar. Sendikalar en büyük kitle örgütleri olmak, işkolundaki en geniş birliği sağlamak yönünde mücadelesini sürdürür.
Ekonomik- demokratik haklarının (daha yüksek ücret, sağlıklı iş koşulları, gelecek güvencesi vb) hayata geçirilmesi ve yeni hakların kazanılması için sendikal mücadeleye işçi sınıfının kitlesel olarak katılması bir zorunluluktur. Ve bu başarıldığında sendikal örgütlülük gerçek gücüne ulaşır.
9
SENDİKALAR İŞÇİ ÖRGÜTÜDÜR Ağın altında kalan kimdi? Güvercinlerdi, Güvercinler kimdi? İşçilerdi. Yani farklı cinsten, farklı dilden, inanıştan, renkten, ırktan gelmelerine rağmen hepsi işçiydi, hepsi güvercindi. Çünkü bizler, iş gücümüzü satarak, aldığımız ücretle kendimizi ve ailemizi geçindiren ve başka geçim kaynağı olmayan insanlarız. Aynı sorunları, aynı olumsuzlukları, aynı koşulları yaşıyoruz. Bugün birimizi etkileyen sorun, yarın hepimizi etkileyecek bir içeriğe sahip. Çünkü aynı ortamda en az 8 saat, mesaisiyle daha da fazla çalışıyoruz. Aynı havayı teneffüs ediyoruz. Acılarımızda da bir ortaklık var. Sevinçlerimizde de... Bizler aynı sınıfın evlatlarıyız. Çıkarlarımız ise ortak sınıf çıkarları... İşte sendikalar, bu ortak sınıf çıkarını koruyan örgütlerdir. Yani sınıf örgütü, işçilerin toplumsal örgütlülüğüdür. Sendikalar işçileri bir yandan kitle olarak kapsayan öte yandan sınıf olarak örgütleyen ve sınıfın çıkarını kutsal bir emanet gibi koruyan örgütlülüktür. Unutulmamalıdır ki? Sendikaların sınıf ve kitle örgütü olma özelliği birbiriyle çelişmez. Tam tersine birbirini bütünleştirir ve geliştirir. Ve işçi sınıfının tek bir yumruk, tek bir yürek olmasını sağlar.
“Sendikalar; işçi örgütüdür..”
SENDİKALAR DEMOKRATİK ÖRGÜTTÜR Avcı güvercin hikayesinde, güvercinlerin kendilerini esarete sürükleyen ağdan kurtulmak için ortak düşünmek ve ortak karar vermek zorunda
10
olduğunu görmüştük. Dikkat edilirse, her güvercin ağdan kurtulmak için farklı görüşler ileri sürmüştü. Ama bu farklı görüşler ortak hareket etme imkanını ortadan kaldırmamıştı. Görüşler ayrılığa değil, tam tersine birliğe giden yolu açmıştı. Yani güvercinler bir taraftan kendisi için uçarken, diğer taraftan kolektif olarak uçmuşlardı. Bu davranış güvercinlerin esaretten kurtulmasını sağlamıştı. İşte sendikal örgütlülüklerde böylesi bir yapıdır. Sendikalar, işçi sınıfının demokrasi anlayışının somut olarak yansıdığı örgütlülüktür. Sendikal demokrasi, üyelerin her düzeyde sendikayı temsil edecek, yönetecek kişi ve organları demokratik bir biçimde seçmeleridir. Sendikal demokrasi; üyelerin talip olduğu görevlere seçilebilmeleri ve sendikayı ilgilendiren kararlara aktif katılabilmeleridir. Sendikal demokrasi bir anlamıyla işçi sınıfının birliğini sağlayan ortamdır. Üyeler; sendikal faaliyetin bütününde söz ve karar sahibidir. Bu anlamda üyeler sendikanın kendisi, sendika da gerçek iktidarı elinde bulunduranlardır.
“Sendikalarda gerçek söz ve karar sahibi işçilerdir.” Sendikal politikalara ilişkin farklı görüşlere sahip üyeler olabilir. Fakat bu görüşler bir zenginlik olarak değerlendirilir. Yoksa bir ayrılık olarak değil. Çünkü amaç sendikal örgütlülüğün gelişmesi, güçlenmesi ve işçi sınıfının kolektif hareket etmesidir. Sorun ağı kaldırmaktır. Bunun için ortak çaba, ortak düşünce, ortak
11
hareket önemlidir. Eğer çaba ortaklaşmaya yönelik değilse; bırakın ağdan kurtulmayı, ağın daha fazla dolanmasına, içinden çıkılamaz bir hal almasına neden olur.
SENDİKALAR BAĞIMSIZ ÖRGÜTLERDİR Bağımsızlık, onurla ve özkimliğiyle ayakta durmaktır. Bir güvercinin özgürce uçması bağımsız olmadıkça mümkün değildir. İşçi sınıfının en karakteristik özelliği bağımsızlığı ve kendi başına yürüme gücüne sahip olmasıdır. Sendikaların kitle örgütü olma özelliğinden dolayı örgütsel bağımsızlığı bir zorunluluktur. Bu nitelik sendikaların sınıf örgütü olması niteliğiyle bütünleşir. Ve sendikaların işçi sınıfı bilimi ışığında emeğin çıkarlarını savunması anlamına gelir. Gerçek sınıf sendikaları işverenlere, siyasi partilere, devlete bağımlı yapılar değildir. Hiç bir koşulda onların güdümüne girmez, güdümünde hareket etmez.
“Sendikalar, bağımsız örgütlerdir ama tarafsız örgütler değildir. emeğin tarafıdır.” Çünkü sendikaların temel işlevi ve görevi; işçi sınıfını ve emeği savunmaktır. Fakat sendikaların işverenlere, siyasi partilere ve devlete bağımlı yapılar
12
olmaması onların tarafsız olması anlamına gelmez. Sendikalar taraftır, emeğin ve işçi sınıfının çıkarlarını ilgilendiren her soruna müdahale eder; tavrını ortaya koyar. Bu anlamda “partilerüstü sendikacılık”, “tarafsız sendikacılık” gibi tanımlamaların hiç bir anlamı yoktur.
TEZ- KOOP- İŞ SENDİKASININ İLKELERİ 1-SENDİKAL BİRLİK İLKESİ İşçiler dünyanın neresinde bulunursa bulunsun hangi renge, hangi dile, hangi dine, hangi cinse, hangi siyasi görüşe, hangi etnik kökene sahip olursa olsun hepsinin ortak noktası, işgücünü satıp onun karşılığında aldıkları ücretle kendini ve ailesini geçindiren insan olmalarıdır. Bundan dolayı dünyadaki bütün işçiler kardeştir ve çıkarları ortaktır. Sendikalarda bu bilinçle hareket eden yapılardır. Sendikalar gerçekleştirdiği mücadeleyle, işyerinden, işkoluna, işkolundan ulusal düzeye, ulusal düzeyden uluslararası düzeye kadar işçi sınıfının birliğini sağlamaya çalışır. Çünkü işçi sınıfının birliği, işçi sınıfının gücüdür. İşçi sınıfı, bu gücünü bilimin ışığında hareket ederek kazanır ve geliştirir.
13
a) İşyerinde birlik İşyerleri, işçilerin dostu düşmanı gördüğü, sorunları birlikte yaşadığı ve sorunları birlikte çözmek zorunda olduğu temel alanlardır. İşçiler bu alanda en az 8 saat çalışır, birlikte üretir, birlikte dinlenir, birlikte yemek yer. Bu alan bir anlamda işçilerin ortak düşündüğü, ortak hareket ettiği, acıları ve sevinçleri birlikte yaşadığı yerlerdir. Sendikal örgütlülük açısından da bu alan, temel yapı taşı işlevi görür. İşyerleri sendikal örgütlülüğün mayalandığı, yayıldığı, kendini somut olarak hissettirdiği alanlardır. Bu alanda yaratılacak birlik sendikal örgütlülüğün tutkalıdır. Bundan dolayı, işyerlerinde birliği bozacak politikalar, özünde işçilerin gücünü bölmeye hizmet eden uygulamalardır. Bu uygulamalar bazen karşımıza kıdem farkı, yaş, cins, etnik köken, siyasi görüş ayırımı gibi politikalarla çıkabilir. Bu politikalara hiç bir zaman izin vermemek gerekir. Çünkü işçiler arasında memleket, cins, etnik köken, kıdem farkı olabilir, bu çok doğaldır. Ama unutulmamalıdır ki biz işçiyiz, aynı hamurdan yoğrulmuş aynı iplikten dokunmuş insanlarız. Birimizin acısı diğerimizin acısı, birimizin sevinci diğerimizin sevincidir. Bu bilinçle, sendikal birliğin köşe taşı olan işyerlerinde birliğin sağlanması, bütün işçilerin sorumluluğundadır. Temel şiarımız da “birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için” olmalıdır. b) İş Kolunda Birlik İşyerinde birlik bir inşaatın yapı taşıysa, işkolunda birlik bu yapı taşlarının örülmesiyle sağlanan bir binadır. Bu bina Tez- Koop-İş Sendikası’dır. Ülkemizde sendikal yasalar gereği işkolu örgütlülüğü esastır. Tez- Koop-İş Sendikası, kendi iş kolu olan, 17 nolu işkolunda, Ticaret, Kooperatif, Büro, Eğitim ve Güzel Sanatlar alanında çalışan işçiler arasında örgütlenmiş bir sendikadır. Sendikamızın örgütsel zeminleri işyerlerine dayanmaktadır. 1962 Yılında başlayan inşaat bugün Tez- Koop-İş’i yaratmıştır. Tez-Koop-İş Sendikası, kendi işkolunda en güçlü ve en örgütlü sendikal yapıdır. c) Ulusal Düzeyde Birlik Ekonomik- demokratik mücadelenin etkili olması için yalnızca bir
14
işkolunda sendikal birliğin sağlanması yeterli değildir. İşyerinde ve işkollarında birlik ulusal düzeyde birlikle bütünleşmelidir. Bu organizasyon konfederasyonumuz Türk-İş tarafından yapılır ve güçlü bir biçime sokulur. Türk-İş farklı işkollarındaki sendikaları ulusal düzeyde bir araya getiren ortak duruş, görüş ve hareket sağlayan bir üst örgütlenmedir. Türk-İş, bir şemsiyedir, onun altında Tez-Koop-İş gibi her işkoluna ait sendikalar bulunmaktadır. Türk-İş’i ulusal düzeyde kurulmuş bir siteye benzetebiliriz. Tez-Koop-İş Sendikası gibi işkollarında örgütlü sendikalar ise bu sitenin içindeki binalar, apartmanlardır. Ulusal düzeyde yaratılan sendikal birlikle, işçi sınıfının demokrasi mücadelesinde taşıyıcı bir güç olması sağlanır ve işçi sınıfı ülke gündemine müdahale etme becerisini gösterir. Bugün Türk-İş bu yönde önemli adımlar atmaktadır. d) Uluslararası Düzeyde Birlik Ulusal düzeyde sağlanacak birlik ancak uluslararası düzeyde, diğer ülkelerdeki sınıf kardeşlerimizle sağladığımız birlikle daha anlamlı ve daha güçlü bir noktaya gelebilir. Bugün hem Konfederasyon, hem de işkolu düzeyinde bu birliğin sağlanması yönünde ilişkilerimiz vardır. Örneğin Konfederasyonumuz, Konfederasyon düzeyinde Uluslararası Özgür İşçi Sendikaları Konfederasyonu’na (ICFTU) üyedir. Tez -Koop-İş Sendikası da önceki adı FIET olan UNI’ya üyedir.
2- BİLİMSELLİK İLKESİ Bu ilke sendikamızın bilimin ışığında olaylara, gelişmelere, olgulara bakışını göstermektedir. Sendikal faaliyetimizin bütününde (örgütlenme, toplu sözleşme, eğitim, basın- yayın, araştırma çalışmalarında) bu ilke yol göstericidir.
“Sendikalar, işçi sınıfı biliminin ışığında hareket eder.”
15
Bilimsellik ilkesi, yolumuzu aydınlatarak engelleri aşmamızı ve kazanılmış hakları geliştirmemizi sağlar. Bilimsellik ilkesi, bilimle düşünmek, bilimle yürümek, bilimle örgütlenmek ve güçlenmek anlamına gelir. Bu ilkeyle toplu sözleşmelerde neyi, ne kadar yapabileceğimizi, örgütlenmeye yaklaşımımızın ne olacağını, sendikal çalışmalarımızın nasıl kalıcı ve etkili olabileceğini görürüz. Bu ilke bir anlamda ayağımızı sağlam basmamız ve yıkılmadan yürümemiz anlamına gelir.
3- İŞÇİLERİN SÖZ VE KARAR SAHİBİ OLMASI İLKESİ Sendikalar işçilerin en temel toplumsal örgütlülüğüdür. Sendikalar işçilerle vardır ve işçilerin asli örgütüdür. İşçilerin bu örgütlülüğün tüm faaliyetleri içinde söz, karar sahibi olması sendikaların, yaşayan üreten bir yapı olmasını sağlar. Eğer bir sendika işçiden uzaklaşmışsa o sendika felç olmuş, giderek ölme noktasına gelmiş bir yapıdır. İşçilerin sendikal yapının bütününde söz ve karar sahibi olması, seçebilmesi ve seçilebilmesi, sendikal politikaların oluşmasında katkılarının olması sendikaların gelişmesini, güçlenmesini sağlar. Bu ilke, işyerinden, sendikaya ve topluma doğru demokrasinin kurumsallaşmasını sağlayacak bir işleyişin önünü açar. İşçilerin söz ve karar sahibi olması ilkesi, sendikal demokrasinin vazgeçilmez içeriğini belirler. Sendikal demokrasi, bir sendikanın yaşamasının tek güvencesi, dayanağıdır. Öte yandan işçilerin söz ve karar sahibi olması disiplinsizlik anlamına gelmemektedir. Tam tersine sendikal disiplinin oluşmasında herkesin sorumluluk sahibi olması anlamını taşımaktadır. Kısacası işçilerin söz ve karar sahibi olması, işçilerin kolektif düşünüp, kolektif karar verip, kolektif harekete geçmesi demektir. TEZ-KOOP-İŞ SENDİKASI; SENDİKAL ANLAYIŞ VE İLKELERİYLE DEMOKRASİNİN YAŞAMASI VE GÜÇLENMESİ İÇİN MÜCADELE EDER. Demokrasi; gelecek, özgürlük, barış ve mutluluk demektir. Demokrasi; insanın insanca yaşaması demektir. Demokrasi aynı zamanda ekmek demektir. Barış demektir, adalet demektir. İnsanoğlunun uzun mücadeleler sonucu, adım adım kazandığı ve
16
kurumsallaştırdığı bu rejim, bir ekmek gibi, su gibi insanın yaşamsal ihtiyacıdır. Tez-Koop-İş Sendikası bu bilinçle, ülkemizde demokrasinin yerleşmesi için mücadele verir. Ve bu görevi bir insanlık görevi, bir çağdaş olma ölçüsü olarak ele alır. Sendikal politikalarını ve ilkelerini bu doğrultuda harekete geçirir. Temel şiarı insana ekmek kadar, özgürlükte gerektiğidir. YAŞASIN İŞÇİLERİN BİRLİĞİ...
17
HAYDİ SENDİKAYA, HAYDİ TEZ KOOP İŞ'E! Daha önceki broşürümüzde işçiler için sendikalı olmanın önemine ve sendikaların görevlerine değindik. Ancak ülkemizde pek çok sendika var. Bizim işkolumuzda da birden çok sendika faaliyet göstermektedir. Peki işçiler hangi sendikayı seçecek? Hangi sendika gerçekten işçilerin söz ve karar sahibi oldukları sendikalardır? Bu açıdan öncelikle; işçi, işveren, sendika kavramlarını öğrenmeli, ardından da gerçek bir işçi sendikasının özelliklerini ortaya koymalıyız.
SENDİKA NEDİR? İşçilerin çalışma yaşamından kaynaklanan sorunları çözmek, ortak çıkarlarını ve haklarını koruyup geliştirmek için kurdukları örgütlere sendika denir. Sendikayı işçiler kurar, her kademesinde görev alır ve denetlerler. Sendikalar işçilerin üretimden gelen güçlerini birleştirerek, ortak sorunlarına ortak çözümler aramalarını sağlayan örgütlerdir. Sendika, işçilerin birleşik gücüdür. İşçilerin birlik ve beraberliğin somut ifadesidir. Sendika, işçilerin gönüllü ortaklığıdır. Sendika, işçilerin dünya işçi sınıfı ile bağlarını kuran, güçlü, örgütlü ve uluslararası işçi hareketinin yenilmezliğinin garantisi olan, her alanda mücadele veren kitle örgütleridir. Ülkemizde sendikalar aynı iş kolundaki değişik işyerlerinde çalışan işçileri kapsar.
İŞÇİ KİME DENİR? İşçi, işgücünü satarak, karşılığında aldığı ücretle kendisini ve ailesini geçindiren kişidir. İşçi işverene işgücünü satar. Bu işgücü ile yaptığı üretim ya da hizmet karşılığı kendisini ve ailesini hayatta tutabilecek kadar bir ücret alır. Her ülkede olduğu gibi, ülkemizde de çalışan nüfusun önemli bir bölümü ücretlidir. Ücretli kesim, ister kol gücü ile çalışıyor olsun, ister kafa emeğiyle çalışıyor olsun, isterse masa başında memurluk yapsın, fark etmez, hepsi işçi sınıfının birer üyesidir. Bugüne değin kafa emeğini, yani kol gücü ile çalışmayanı işçi olarak görmeme anlayışı, işçi sınıfının birliğini ve
18
ortak mücadele etme yeteneğini de yok etmiştir. Bazen işverenler tarafından, bazen kendisi de işveren olan devlet tarafından memur ile işçi ayrı ayrı konulmaya çalışılmış, böylece sınıfın ortak mücadele gücünü ortadan kaldırmıştır. İşverenler arasında kendi mesleklerine bakmaksızın nasıl bir birlik ve ortak hareket etme kararlılığı varsa, bugün işçi sınıfının da benzer biçimde memur, kol emeği ile çalışan v.s ayrımlarına gitmeden ortak hareket edebilme zeminini yakalamalıdır.
İŞÇİ OLMAK NE DEMEKTİR? 1980 12 Eylül darbesiyle birlikte, toplumsal değerler alt üst edildi. Özal dönemi bu süreci pekiştirdi. Dürüstlük, ahlak gibi insani değerlerin yerine, kar peşinde koşan, köşe dönmeyi “onur” sayan insanlar aldı. Üretim yapmak, onuruyla para kazanmak, neredeyse aptallık olarak propaganda edilmeye başlandı. “Benim memurum işini bilir” anlayışı ile memur, rüşvet almaya zorlanır oldu. Devletin önemli görevlerinde yer alanlar mevkilerini kendilerine daha fazla para kazandırmak için kullanmaya, bazı iş adamları hayali ihracat ve benzeri yollarla “haksız” kazançlar elde etmeye başladı. Bunlar yetmiyormuş gibi, yasal düzenlemelerde işçi lehine olan bütün yasalar iptal edildi. Kaçak işçilik, sigortasız ve sendikasız çalışma yaygınlaştırıldı. Grev hakkı törpülendi. Pek çok emekçi yasalarla grev haklarından men edildi. Grevler ertelenebilir hale getirildi. Bütün bunların üstüne greve çıkan, direniş yapan işçiler acımasızca dövüldü. İşten atıldı. Bir yandan ülkede demokrasi rüzgarları estirdiğini ilan edenler, diğer yandan toplumun bütün kesimlerini baskı altına almaya, insanları düşünceleri yüzünden yargılayıp, cezalandırmaya başladı. 1980 öncesi işçi olmaktan, üretmekten onur duyan insanlar, bugün ürettikleri için aşağılanmaya, itilip kakılmaya çalışıldı. En yüce değer, emek hor görülmeye başlandı. İşçi Sınıfı’nın da kişiliğinde değişimler oldu. 1980 öncesi örgütlü olmanın, beraber yaşamının anlamını kavramış işçi kimliği yerine, kaderci, kendine güvenmeyen, sınıf kardeşleri ile ortak çıkarlarını savunamayan, her gün sınıf atlama telaşı içinde sağa sola koşuşturan bir kimlik yaratıldı. Özellikle bazı medya mensupları ve devletin yetkili ağızları “bunların normal olduğunu, artık duvarların yıkıldığını, dünyanın değiştiğini, piyasa ekonomisinin zaferinden” dem vurarak, bugünkü kötü gidişi savunur hale geldiler.
19
Oysa yaşamı her defasında yeniden kuran, giydiğimiz elbiseyi dokuyan, yediğimiz ekmeği pişiren, ısındığımız kömürü yeraltından binlerce can vererek çıkaran, bindiğimiz taşıtı üreten işçi sınıfının sorunları değişmedi. İşçi sınıfının yoksulluk ve açlık sınırındaki yaşamı değişmedi. Çocuk işçilerin sayısı azalmadı, tersine arttı. İş kazaları, kötü şartlarda çalışma, ölümler ve yaralanmalar da değişmedi. Değişen işçi sınıfının örgülülüğün yoksun kalmasıydı. O halde anlaşılmalıdır ki, sadece çalıştığı ve ürettiği için insanlar dünyayı değiştiremiyor. İşçiler ancak niye ve nasıl ürettiklerini öğrendiklerinde, sadece kendileri için değil, bütün bir toplumun ve tüm dünyanın sorunları için örgütlendiklerinde çözüm yolları buluyor. Örgütsüz işçi bir köle olmaktan ileri gidemiyor.
“Bütün değerleri yaratan işçi sınıfıdır.”
20
İŞVEREN KİMDİR? İşveren, işçi çalıştıran tüzel veya gerçek kişidir. Burada geçen tüzel kişilik kavramı ile şirket, holding veya devlet kastedilmektedir. Migros, Gima, Carrefoure, Metro, Oypa, Tansaş, DMO veya TÜBİTAK gibi. Bunların tümü işveren konumundadır. Gerçek kişiler ise atölye ya da mağaza açan, fabrika kuran ve buralarda işçi çalıştıran patronlardır. Bugün ülkemizde imalat ve hizmet sektöründe 20 milyon üzerinde ücretli çalışmaktadır. Bunun 13 milyonunu işçi kabul edebiliriz. 6 milyon işsiz bulunmaktadır. Yani Türkiye’de çalışan işçilerin ve işsiz işçilerin toplam sayısı 19 milyondur. Yapılan sayımlara göre ise işverenlerin sayısı, küçük ve orta ölçekli işletmeler dahil 500.000 üzerindedir. “İşveren, işçi çalıştıran gerçek veya tüzel kişilerdir.” İşverenler; çalışanlara oranla küçük bir azınlık olsalar da işleyişe müdahale edebilmekte, kendi lehlerine olan yasaları destekleyebilmekte, etkili olabilmekte ve kendi haklarını en ince detayına kadar koruyup geliştirebilmektedir. İşverenlerin sayıca bu kadar az olmalarına ve tüm değerleri işçi sınıfı üretmesine rağmen, bunu nasıl başarırlar. Çünkü onlar örgütlüdür. Bütün sanayiyi, üretimi ellerinde tutarlarken, aynı zamanda kendi aralarında birlik oluştururlar. TÜSİAD, TİSK, TOBB vb. gibi. Bununla da yetinmezler, uluslararası birlik kurarlar. Diğer ülke işverenleri ile ortak yatırımlar yaparlar, banka kurarlar. İşyerlerinde grev olduğu zaman yurt dışından ithalat yapmayı bilirler. Her işveren diğerine destek olur. Çünkü işverenler bilirler ki, işçi sınıfı tüm dünyada nasıl ortak çıkarlara sahipse, işverenlerinde çıkarları ortaktır. Bizim işkolumuz olan Ticaret, Kooperatif, Büro, Eğitim ve Güzel Sanatlar’da işverenler örgütlü güçleriyle işçilerin karşısındadır. Bizim işkolumuzda, kamuya bağlı işverenleri Kamu İşverenleri Sendikası- Kamu İş temsil etmektedir.
21
DEVLET DE İŞVERENDİR İşverenin tanımını yaparken devletin de işveren olduğundan söz etmiştik. Devlet elinde bulunan işletmelerde işçilik yapan, devletin çeşitli kademelerinde memur, şoför, hizmetli olarak çalışan ve işgücünü devlete satarak ücret alan kişiler işçidir. Devlet bu işçilerin işvereni konumundadır. Daha önceleri memurlar, devlet içinde ayrıcalıklı bir konumları olduğunu düşünerek işçi olmadıklarını sanmışlar ve işçi kimliği ile düşünmediklerinden örgütlenme gereksinimi hissetmemişlerdi. Sosyal devletin tasfiyesi, eğitim, sağlık ve ulaştırmanın özelleştirilmesiyle birlikte memurların özel statüsünün olmadığı açığa çıkmış o günden bu yana kamu çalışanlarının mücadelesinde gelişme yaşanmış, memurlar işçi sınıfının bir üyesi olduklarının bilincine vararak örgütlenmeye başlamışlardır. Kamu çalışanları sendikal hareketinin kitleselleşmesi, işçi sınıfının örgütlü gücünün artması açısından çok önemli bir gelişmedir.
İŞÇİ İŞVEREREN İLİŞKİSİ NASILDIR? Yaşadığımız toplumda konumlanışları itibariyle karşı karşıya olan iki temel sınıf vardır. Birincisi tüm üretim araçlarını elinde tutan, buradan sağladığı ekonomik üstünlükle siyasi olarak da egemen olan işverenler ya da burjuvazi, diğer yanda ise sadece emeğini satarak ve karşılığında ücret alarak hayatını sürdürmeye çalışan işçi sınıfı. İşverenler fabrikalarında, atölyelerinde, bürolarında, marketlerde, mağazalarda işçi çalıştırırlar. İşçinin üretmesi için makineler, tezgahlar ve diğer üretim araçlarını sağlarlar. Çünkü işveren bilmektedir ki, şayet işçinin emeği olmasa, kumaştan elbise, ağaçtan mobilya, petrolden benzin, kumdan cam olmaz. İşveren makinelerin sahibi olmakla, işçinin emeği ile üretilen ürünlere el koyar. Bunların karşılığında işçiye ücret öder.
22
“İşveren, karını artırmak için işçiye daha az ücret karşılığında daha çok üretim yaptırmak ister.” Hiçbir işveren işçiye, kendisine kazandırdığı kadar ücret vermez, veremez. Çünkü işçi ürettiğinin değeri kadar ücret alsa, işverene el koyabileceği bir fazlalık kalmaz. İşveren işçiyi, emeği için harcanandan daha büyük bir değer yarattığı emeği için işe alır. İşçinin emeği her zaman kendi ihtiyacından fazlasını yaratır. İşte işverenin kar diye ifade ettiği şey budur. Biz buna artıdeğer diyeceğiz. İşveren sadece makinelerin, yani üretim araçlarının sahibi olduğu için bu fazlaya el koyma hakkına sahiptir. Yani işveren işçiye ekmek vermez. Tam tersi işçi işveren için çalıştığından işveren para kazanır. Tüm maddi değerlerin, bindiğimiz otobüsün, yediğimiz ekmeğin, giydiğimiz elbisenin ve hatta işverenin önümüze koyduğu makinelerin, tezgahların, işverenlerin yatlarının, kotralarının, lüks villaların yaratıcısı emeğin sahibi olan işçidir. Bundan dolayı işveren karını artırabilmek için işçiye daha az ücret ödemek, karşılığında da daha çok üretim yaptırmak istemektedir. İşveren ve işçi arasında ücret nedeniyle süren pazarlıkların uzamasının, işverenin sürekli düşük ücret verme yanlısı olmasının nedeni budur. İşverenler örgütlenen ve güçlü olarak karşılarına çıkacak işçi sınıfından bu nedenle çekinir. Çünkü bu durumda işçi kendi emeğinin fiyatını belirleme hakkına sahip olacaktır. İşverenler sendikaya başvuran, üye olmak isteyen işçileri işten atmasının nedeni budur.
23
İşverenlerin bir başka avantajı da sürekli işsizliğin var olmasıdır. İşverenler işten çıkaracakları bir işçinin yerine hemen yeni işçi bulabileceklerinin bilincindedirler. Bugün çalışan her iki işçiye karşılık, dışarıda bir işçi bulunmaktadır. Ülkemizde her çalışan için bir yedek işçi düşmektedir. Yani bugün ülkemizde çalışma yaşındaki her üç kişiden biri fiilen işsiz durumdadır. İşsizlik, işverenin işçiye karşı sigortası konumundadır. Ayrıca işverenler asgari ücretin yükseltilmesi için de çaba sarf etmek istemezler. Tam tersi her işveren asgari ücretin düşük tutulması için elinden geleni yapar. Çünkü asgari ücret, işten attığı işçiye karşılık, en az dört yedek sanayi/ hizmet ordusundan alacağı işçinin ücretidir. İşveren, asgari ücretin düşük olduğu ülkelerde işçilerin daha fazla ücret talep edemeyeceğini bilir. Asgari ücret böylesine düşük kaldıkça hiç bir işçinin iş güvencesi yoktur. İşverenin karını artırmasının bir yolu düşük ücret vermektir. Diğer yolda enflasyondur. İşverenler denetlenebilir enflasyon oranı ile işçinin eline geçen paranın alım gücünü sürekli düşürürler. Aldığı zamla ilk bakışla işçinin maaşı artmış gibi gözükürken, aslında zaman içinde alım gücü azalarak daha gerilere gitmiştir. Elimize geçen parayla bunun çarpıcı örneklerini her gün yaşıyoruz. Geçen yıl aldığımız bir şeyi bugün alamamaktayız.
NEDEN SENDİKA? Aslında buraya kadar neden örgütlenmek gerektiğini, neden sendikalı olmak gerektiğini somut biçimde ortaya koyduk. İşçinin ortak çıkarının örgütlenmeden geçtiğini ve ancak örgütlenmiş bir sınıfın güçlü ve haklarını alabilir konuma gelebileceğini gördük. Yine de sorunların sayılanlardan fazla olduğunu belirtmeden geçmeyelim. O halde “neden sendika” diyenlere şu açık cevapları verelim; Neden sendika; Çünkü fabrikaları, makineleri, tezgahları elinde bulunduran bir avuç işveren milyarlar kazanırken, işçilerin bir çoğu açlık sınırında yaşıyor.
Açlığa ve sefalete dur demek için sendika Neden sendika; Çünkü işçi sınıfı ortak mücadele edemediğinden ücretler düşüyor, alım gücü azalıyor. İşverenlerin zorla verdiği zamlarsa enflasyon karşısında eriyip gidiyor.
24
İşçinin alım gücünü yükseltmek için sendika Neden sendika; Çünkü hiç bir işçinin iş güvenliği yok. Hep daha fazla kazanmayı hesaplayan işverenler, işsizlere ihtiyaç duyuyor. Yüksek ücret isteyen işçiyi bu yolla korkutup, ücretleri düşürüyor. 2006 verilerine göre her çalışan iki işçiye karşılık bir işçi işsizdir ve işsizlerin sayısı 6 milyonu geçmektedir. Bu ülkede işsizlik demek, ölüm demektir.
İşsizliğe son vermek için sendika Neden sendika; Çünkü ülkemizde çalışma koşulları kötü. İş güvenliği ve işçi sağlığı ile ilgili önlemler yeterince alınmıyor. Yasalar işverenin çiğneyebileceği kadar esnetilebiliyor, her yıl onlarca işçi iş kazaları nedeniyle ya sakat kalıyor ya da ölüyor. İş kazaları ve meslek hastalıkları açısından Türkiye dünya sıralamalarında başları oynuyor, yalnızca 2008’deki Davutpaşa katliamı ve Tuzla tersane işçilerinin ölümleri, 2014'te Soma, Torunlar, Ermenek'teki katliam boyutuna varan iş cinayetleri yaşananların boyutunu göstermektedir. İş kazaları ve meslek hastalıkları için yasal düzenlemede işverenin mali yükümlülüğü son derece az olduğundan, işveren önlem almak yerine, özellikle iş kazası geçirene tazminat vermeyi daha uygun buluyor. Bu bir cinayettir.
25
Cinayetlere dur demek için sendika Neden sendika; Çünkü bu ülkede sosyal güvenlik yetersizdir. Çalışanların yarısından fazlası sigortasızdır. Devletin yayınladığı resmi rakamlara göre kendi iş kolumuzda sigortalı olanların sayısı ancak 70.000’in üzerindedir. Oysa bu sektörde en az bu sayının 2 katı kayıt dışı işçi çalışmaktadır. Yani işçilerin yarısından fazlası sigortasız ve buna bağlı olarak da sosyal güvenlikten uzaktır.
Sosyal Güvenlik için sendika Neden Sendika; Çünkü sosyal haklar verilmemektedir. İşçilerin ödediği vergiler ve pirimler işverenlere kredi olarak verilmekte, bu ülkenin Sosyal Sigortalar Kurumu; işverenler primleri ödemediğinden batma noktasına gelmektedir. Binlerce kişi hastanelerde tedavi olmak için beklediği sırada, pek çok emekli maaş kuyruklarında can vermektedir. İşçilerin okuma, tatil ve diğer sosyal hakları gasp edilmektedir. Daha insanca bir yaşam için sendika Neden Sendika; Çünkü çalışma saatleri çok uzun. İşçiler zorunlu mesailerle, yolda geçirdikleri zamanlar nedeniyle, kendilerine ve ailelerine zaman ayıramıyorlar. İnsanca yaşamanın asgari koşullarını bile yerine getiremiyorlar. Dahası işçiler çocuklarını da iyi bir eğitimle yaşama hazırlayamıyorlar.
“Daha aydın bir işçi sınıfı için haydi sendikaya.” Parası olanlar özel okullarda eğitim görürken pek çok işçi çocuğu zor koşullarda okuma uğraşı veriyor. Çoğunluğu okul yüzü görmeden, atölyelerde, mağazalarda, marketlerde, fabrikalarda çalışmaya zorlanıyor.
26
Daha aydın bir işçi sınıfı için sendika Kısacası, daha onurlu, insana daha yaraşır bir yaşam için, özgür eşit ve sömürüsüz bir dünya için sendika...
SENDİKALAR NASIL ÖRGÜTLERDİR 1) Sendikalar işçi sınıfının ekonomik demokratik kitle örgütleridir. Sendikalar politik örgütler değildir. Politik örgütler iktidarı hedefleyen ve aynı düşünceyi savunan insanları bünyesinde barındıran örgütlerdir. Sendikalar ise siyasi düşüncesi ne olursa olsun işçi olan herkesin katılabileceği, işçi sınıfının işçi olmaktan dolayı yaşadığı sorunları çözmek üzere hareket eden örgütlerdir. Ancak bu sendikaların politika ile ilgilenmedikleri anlamına gelmez. Sendikalar işçilerin aleyhine olan yasal mevzuatları düzeltmeye çalışan, işçi sınıfının çıkarları için demokrasiden yana tavır koyan örgütlerdir. Kitlesel olarak en büyük insan topluluklarını kucaklayan sendikalar, işçinin üretimden gelen gücünü de arkasına alarak, toplumsal sorunların çözümünde aktif rol alırlar. Sendikalar dil, din, mezhep, etnik köken, ırk, cinsiyet ve siyasi görüş ayrımı gözetmeksizin tüm işçileri kapsar. Bu haliyle bir sendika en büyük katılımın oluşturduğu, geniş bir kitle örgütüdür. 2) Sendikalar bir işçi, bir sınıf örgütüdür. İşçi sendikaları yalnız emekçileri bir araya getirir. Bu sendikaların işçi sınıfına ait ve işçi sınıfının içinden doğup gelişen örgütlenmeler olduğunu açığa çıkarır. Bu haliyle her sendika işçilerin örgütlü gücü, işçilerin temel örgütlenmelerinden biridir. 3) Sendikalar bağımsız örgütlerdir. Sendikalar hiç bir siyasi partiye, gruba, devlete ya da işverenlere bağlı değildir. Mücadelesini işçi sınıfının ortak çıkarları için verir. Bu mücadele karşısında örgütlü bir güç olarak işverenler ve bir işveren olan devlet vardır. Sendikaların bu yapısı onun siyasetle uğraşmayacağı ya da tarafsız kalacağı anlamına gelmez. Sendikalar taraftır. Emeğin tarafıdır. Emeğin çıkarı neyi gerektiriyorsa, tavrını ona göre belirler.
27
NEDEN TEZ-KOOP-İŞ Kendi işkolumuzda bakanlık tarafından yapılan açıklamalara göre 700 bin üzerinde işçi çalışmaktadır. Oysa gerçek sayı, bu sayının iki katına yaklaşmaktadır. Yani bir anlamda Ticaret, Büro, Eğitim ve Güzel Sanatlar işkolunda çalışanların yarısı kaçak ve sigortasız olarak çalıştırılmaktadır. Sektörümüzde çalışan işçilerin toplamının ancak 10’da 1’i sendikalıdır. Resmi rakamlara göre ise bu rakam 3’te 1’inden biraz fazladır. Resmi rakamlara göre bile sektörümüzdeki işçilerin yüzde 65’i örgütsüz, her üç işçiden ikisi anayasal bir hak olan sendikaya üye olma hakkından mahrumdur. Bugün ülkemizde işçi konfederasyonu olarak üç tane konfederasyon ve bu konfederasyonlara bağlı sendikalar vardır. Ancak bu sendika ve konfederasyonlar arasında farklar vardır. İşçiler sendikalarda örgütleneceklerine göre, bu sendikalardan birini seçmek zorundadır. Ancak acaba hangi sendika işçi haklarını savunur, hangi sendika gerçekten işçilerindir, hangisi işçileri satar ve hangi sendika sarı sendikacılık yapmaktadır? İşçilerin gerçekten haklarını almak, patronlara karşı güçlü olmak istiyorlarsa bu sendikalar arasındaki ayırımı da çok iyi yapmalıdır. İşçi haklarını savunduklarını iddia etseler bile, patronların kontrolü altında olan sendikalara sarı sendika denir. Sarı sendikalar işçi sınıfının ekonomik ve demokratik mücadelesini gerileterek, sınıfsal çıkarlarını unutturmaya çalışırlar. Bu tür sendikalarda demokratik bir işleyiş hakim değildir. Toplu sözleşmeler üye işçilerin inisiyatifi dışında hazırlanır ve kapalı kapılar ardında yapılan anlaşmalar sonucunda, işçiye sormaya bile gerek duymadan imzalanır. İşyeri temsilcilerini bile işçiler seçemez. Genel kurullar çeşitli ayak oyunları ile hazırlanır. İşçinin hiçbir söz hakkı yoktur. Böyle sendikaların işçi haklarını savunamayacağı açıktır. Tez-Koop-İş Sendikası, TÜRK-İŞ üyesi bir sendikadır. Tez-Koop-İş kurulduğu günden bu yana siyasi partilerden, işverenlerden ve devletten bağımsız bir anlayışa sahip olarak, en geniş kitleleri bünyesinde toplamış, demokratik bir katılımla, kitle sendikacılığı anlayışını savunmuştur. Tez-Koop-İş Sendikası işçilerin haklarını her koşulda savunan gerçek sendikacılığı benimsemiştir. Tez-Koop-İş’in genel politikasının belirlenmesinde ve çalışmaların saptanmasında işçiler belirleyicidir. İşyeri temsilcilerini ve yöneticilerini
28
üyeler seçer. Tabanın söz ve karar sahibi olması sendikamızın vazgeçilmez ilkeleri arasındadır. Ancak bu ilke hayata geçirildiği oranda sendikal demokrasi gerçekleştirilebilir.
HAYDİ TEZ-KOOP-İŞ’E: Çünkü; Toplu sözleşmeleri işçiler ile birlikte hazırlar, işçiler onayladıktan sonra imzalar. Sendikal demokrasiyi sonuna kadar uygular. İşçiler temsilcilerini ve yöneticilerini özgürce seçer ve denetler. Karar alma süreçlerine aktif olarak katılırlar.
Sendika üyeliğinin vekalet verme değil, örgütüne sahip çıkmak olduğunu savunur. Sendika üyeliği sendikanın gönüllü demokratik ortaklığıdır. Ücret, iş güvenliği, işyeri koşulları, çalışma süresi vb. iş yaşamına ilişkin kazanılmış hakları koruyup geliştirir. İşçi ve emekçi kesimlerinde ortaya çıkan farklılaşmayı dikkate alır, azınlıkta kalanların demokratik haklarını kullanabildiği örgütsel kanallar açar. Kafa ve kol emeği ayrımı yapmadan tüm çalışanların birlikteliğini savunur. Bir birey olarak işçinin kendisinin de işçi sınıfı kadar önemli olduğu gerçeğinden hareketle işçilerin bugüne ilişkin ve özlem ve beklentilerini de dikkate alır.
29
İşçilerin mesleki, sosyal, kültürel eğitim ve diğer faaliyetleri için olanaklar yaratır. İşçinin sadece iş yaşamını değil, toplumsal yaşamını da değiştirmeyi hedefler. İşçilerin konut sorunu, çocukların okul sorunu, sağlık, emeklilik ve benzeri konularda projeler geliştirip, uygulamayı amaçlar. Sadece kendi üyelerinin değil, tüm toplumun hak ve özgürlüklerinin geliştirilmesi için mücadele eder. İşyerlerinde üretimin planlanması ve denetlenmesinde işçilerin de katılımını savunur. Özgür, eşit ve adaletli bir dünya yaratılmasını yolunda mücadelesini sürekli kılmayı amaçlar. Bu mücadele için diğer demokratik kitle örgütleri ile fikir alış verişinden, ortak hareket etmeye kadar pek çok yolla işbirliğini savunur.
HAYDİ TEZ-KOOP-İŞ’E: Çünkü; İşçi sınıfı asalak değil, üreten ve hayatı yaratandır. İşçi sınıfının hak ettikleri, bugün aldıklarından çok daha fazladır. Sermayenin ulusal ve uluslararası örgütlülükleri ile işçi sınıfını baskı altına almaya çalıştığı açıktır. İşverenler, özelleştirme, taşeronlaşma, fason üretim, part-time çalışma,
30
geçici işçilik gibi yöntemler ile işçiler birbirinden uzağa düşürülmekte, ellerindeki tüm iletişim olanaklarını kullanarak işçileri, evlerinde bile denetlemeye çalışmaktadırlar. Sermayenin bu çok yönlü saldırılarına karşı, kısır ücret sendikacılığını aşmış, her alanda işçi sınıfının çıkarlarını savunabilecek yaratıcı yöntemleri yaşama geçirebilen bir sendikal anlayış gereklidir. Öyleyse; İnsan onuruna yaraşır bir ücret için, Gerçek bir iş güvencesi için, Sendikal demokrasi için, Emeğin onuru için, Barış ve kardeşlik için, Eşit, özgür ve adaletli Bir dünyanın kurulması için HAYDİ SENDİKAYA HAYDİ TEZ-KOOP-İŞ ‘E
31
SENDİKALARIN NABZI İŞYERİ TEMSİLCİLERİ TEMSİLCİ KİMDİR? GÖREV VE SORUMLULUKLARI NELERDİR? İşyeri sendika temsilcileri, sendikal örgütlülüğün ve işlerliğin en temel organlarından biridir. Bu organın önemini şöyle açıklayabiliriz. Bir insanın yaşadığını, rahatsız olduğunu ya da öldüğünü en basit olarak nereden anlarız? Bunun için o kişinin nabzına ya da şah damarına bakmamız yeterlidir. Eğer buralarda kalbin attığını gösteren emareler varsa o insan yaşıyordur, bu emareler yoksa o insan büyük ihtimalle ya ciddi derecede rahatsız ya da ölüdür. Her hangi bir acil durumda doktorların nabza ya da şah damarına bakması boşuna değildir. Bu yaklaşım bir nevi ilk muayene ve teşhiste bulunma anlamına gelmektedir. Sendikal örgütlülüğü insan vücuduna benzetirsek, bu vücudun çalıştığını en iyi anlayacağımız yer, işyeri sendika temsilciliği kurumudur. Bu kurum, gerektiği şekilde çalışıyorsa, nabız atıyorsa, vücut yaşıyor demektir. Nabız atmıyor ya da az atıyorsa, sendikal yapı ya hastalanmış, ya da ölmeye yüz tutmuştur. İşyeri sendika temsilciliği, 12 Eylül yasalarından dolayı, her ne kadar işlev ve işleyiş açısından etkisizleştirilmeye çalışılsa da, kurumu aktif kılacak ve sendikal yapının temel iskeleti haline getirecek olanların, bizler olduğunu unutmamalıyız. İşçiler arasında sendikaların ve organlarının görevlerini yapamadığı, kendilerini yeterince temsil edemediği, çalışmadığı yönünde eğilimler bulunmaktadır. Böylesi eğilimler, yaşananlardan, bazı sendikaların bürokratik bir yapı gibi çalışması ve işçilere yabancılaşmasından dolayı, bir ölçüde haklı görülebilir. Fakat çalışan işçinin kolektif iradesiyle seçilmiş ve bu kolektif iradenin gücüyle faaliyet yürüten işçi temsilciliğinin varlığı, yukarıda belirtilen sorunların kolayca aşılmasını sağlar. Çünkü bu organın canlılığı, bir anlamda sendikal yapının canlılığı, sendikanın işçiyle bütünleşmesinin vazgeçilmez koşuludur. Bir sendikanın işyeri temsilcileri, gerçek anlamda gücünün ve örgütlülüğünün bilincine varmışsa, o sendikanın sırtının yere gelmesi ya da yapısal sorunlar yaşaması düşünülemez. Sendika temsilcileri, her şeyden önce bir kurumun (sendikanın) o işyerinde en üst yetkilileridir. Karşısında da işyerinin yetkilisi bulunmaktadır.
32
Temsilci arkadaşımız, arkasında binlerce işçinin örgütlü olduğu bir yapının varlığını her an hissedebiliyorsa ve bunu bilince çıkarıyorsa, işveren ya da temsilcisiyle olması gereken düzeyde ilişki kurabilir, işçilerin haklarını ve sorunlarını daha net, daha çabuk ve kararlı bir şekilde çözebilir. Temsilci önce işçilerden aldığı güce inanmalı ve bu güçle kurumsal düzeyde ilişkilerini kurmalıdır. İşverenle arasındaki ilişkinin eşit hukuklarla geliştiğini görebilmeli, kurumsal sorumluluk çerçevesinde hareket etmelidir. Temsilcinin dayanacağı tek güç, işçilerin örgütlü gücüdür. Böylesi bir perspektifle hareket eden işyeri temsilcisi, sorun yansıtan, çözümsüzlük içinde boğulan ve edilgen bir kimlikten kurtularak; sorunları çözen işçilerin haklarını koruyan ve geliştiren etken bir kimlik kazanacaktır. Bu niteliğe ulaşmak, sendikal yapının iç örgütlülük düzeyiyle bire bir paralellik arz eder. Sendikalar, kendilerinin yaşam kanalları olan işyerlerinde çalışan bütün işçileri salt aidat ödeyen, gelişmeleri izleyen, sormayan, sorgulamayan, denetlemeyen sıradan bir üye konumundan çıkarıp, soran, araştıran, denetleyen, müdahale eden örgütlü bir birey haline getirmelidir. Sendikalı işçilerin bu düzeye gelmesiyle temsilcilik kurumu gerçek gücüne ulaşacak ve bu gücünü ortaya koyacaktır. Burada ikili bir görev söz konusudur. Bir yandan sendika yönetimleri iç örgütlenme çalışmaları ve eğitim faaliyetleriyle bu amaca ulaşmaya çalışırken, öte yandan ne kadar yetersiz konumda olursa olsun işyeri temsilcileri de bu çalışmanın bir parçası olmalı, işyerindeki bütün işçileri kavramalı, onları sendikal faaliyetin içine çekmenin yöntemlerini bulmalıdır. İşyeri temsilcileri bunu başardıkları ölçüde hem kendilerini işlevli ve güçlü hale getirecek, hem de sendikal yapının gelişmesine katkıda bulunacaktır. Vahşi kapitalizmin bütün acımasızlığıyla sürdüğü bugünkü koşullarda hepimiz en basit insani değerlerin giderek eridiğini, çıkarın, bencilliğin, paranın, kirliliğin yayıldığını görüyoruz. Hepimizin dostluğa, arkadaşlığa, paylaşmaya ve dayanışmaya ihtiyacı var. Zaten bir işçiyi işçi yapan da bu özelliklerdir. Ne yazık ki, bu düzenin pisliklerinden bizler de etkileniyoruz. Bu durum yaşanması zorunlu bir şey değil, aşmak da aslında hiç zor değil. Yeter ki, biz en az günümüzün 8 saatini birlikte geçirdiğimiz, acıları ve mutlulukları birlikte yaşadığımız insanlara, işçi arkadaşlarımıza özen gösterelim, birbirimize sahip çıkalım. Bunu başarmak bizim elimizde. Hepimizin acılı (ölüm, kaza, hastalık gibi) ya da mutlu (evlilik, nişan, sünnet, düğün vb.) günleri oluyor. Bu günler paylaşıldığı ölçüde, var olan acılarımızın azaldığını, mutluluklarımızın ise çoğaldığını görürüz.
33
İşyerlerimiz bizim evimiz, ocağımız, ekmek kapımızdır. Buralarda çalışarak alın terimizle, namusumuzla yaşamlarımızı kazanıyoruz. Eğer bizler her şeye inat iyi günümüzde de, kötü günümüzde de birlikte olabiliyorsak, düzene, bu kahredici yaşama dayanabiliriz. Bu noktada, işçi temsilcilerine önemli görevler düşmektedir. Temsilciler, işçi arkadaşların her sorunuyla ilgilenmeli, birlik ve beraberliğin sağlanması için her ortamı oluşturmalı, işçiler arasında ilişkileri örmeli ve geliştirmelidir. Temsilciler salt acil bir sorun ortaya çıktığında devreye girmekten öte, çalışanların 24 saatine nüfuz edecek faaliyetlerde bulunmalıdır. İşçinin çalıştığı alan olan işyeriyle, yaşadığı bütün diğer alanlar (evi, mahallesi, gittiği kahve vb.) temsilcinin görevlerinin sürdüğü, birlik ve beraberliğin örüldüğü yerler olmalıdır. Örneğin bir arkadaşımızın cenazesi olduğunda cenazeyi birlikte kaldırmak, cenaze evine ufak da olsa maddi bir yardımda bulunmak en insani görevdir. Aynı şekilde, bir düğün olduğunda bu düğüne topluca katılmak, küçük bir hediye almak, bizleri birbirimize yaklaştırır ve kaynaştırır. Karşılaştığımız sorunlarda, “benim arkadaşlarım var, bu sorunu da aşarım” diyebilmek, dünyanın en güzel şeyidir. İşte işyeri temsilcisinin bir anlamda asli görevi, bütün arkadaşlarımızda bu hissi uyandırmak ve yalnız olmadıklarını onlara göstermektir. Eğer bir işyerinde bu ve benzeri, paylaşmayı ve dayanışmayı artıran şeyler yaşanıyorsa, o işyerinde birliği sürekli kılmak ve gelen saldırıları boşa çıkarmak hiç de zor değildir. Aslında sendikal mücadelenin özü de budur. Yani insan olma, insani değerleri koruma ve yüceltme çabası... Bunun dışında her şey gelip geçicidir. Özcesi; işyeri temsilciliği, sendikal örgütlülüğün yapı taşıdır ve bütün işçilerin örgütlü duruşunu ve davranışını sağlayan temel kurumdur. İşyeri temsilciliği, sendikal demokrasinin güvencesi ve gücüdür. Biraz da bu organın tarihsel gelişimine ve yasal düzenlenişine göz atalım.
İŞYERİ SENDİKA TEMSİLCİLİĞİ HUKUKUNUN GELİŞİMİ İşçi temsilciliği örgütlenmesinin ortaya çıkışı tarihsel olarak sendikaların varlığından daha öncedir. İşçiler sendikalar kurulmadan önce, yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirmek amacıyla kendi aralarında seçtikleri temsilcilerle sorunlarına müdahale etmişlerdir. Ve çalışan işçilerin ortak taleplerini işverenlere iletmişler ve görüşmeler yapmışlardır. Sendikal örgütlenmelerin kurulmasıyla, dünyada ağırlıkta -farklı
34
biçimlerde olsa da- sendika işçi temsilciliği kurumu yaygındır. Anti-sendikal politikaların uygulandığı ülkelerde değişik işçi temsilciliği oluşumları da görülmektedir. Bugün işyeri bazında işçilerin temsilciliği iki düzeyde olmaktadır. Birincisi sendikayı ve sendika adına işçileri temsil eden sendika işçi temsilcileri, ikincisi sendikayla alakalı olmayan, sendikalı ve sendikasız işçilerin tamamını temsil eden işçi temsilcileri. Bu temsilcilerin sendika üyesi olması ya da sendika tarafından tanınması zorunlu değildir. Türkiye’de işyeri sendika temsilciliğinin yasal olarak ilk düzenlenişi 1936 yılında çıkan 3008 sayılı kanunla gerçekleşmiştir. Bu yasa, temsilciliği “İşçi mümessilliği” olarak tanımlamaktaydı. Yasanın yürürlüğe girdiği dönemde sendikaların faaliyet yürütmesi engellenerek “sınıf esasına göre cemiyet kurma” yasaklanmıştı. Bu fiili yasağı, 1946 yılında sendikaların resmen yasaklanması izledi. İşçi mümessilliği kurumunun bu dönemde işlevi, işyerlerinde “tek başlı” ya da “toplulukla iş itilafları” çıktığında bu sorunların çözümü için devreye girecek tarzda çalışması öngörülmekteydi. 1947 yılında yürürlüğe giren 5018 sayılı işçi ve işveren sendikaları ve sendika birlikleri hakkındaki yasa, sendika özgürlüğünü tanısa da faaliyetlerine önemli sınırlamalar getiriyordu. 1963 yılında yürürlüğe giren 274 ve 275 sayılı yasalar, temsilcilik kurumuna ilişkin önemli düzenlemeler yaptı. Yasalar, işçi temsilciliği kavramı yerine “sendika temsilciliği” kavramını getirdi. 1983 yılında yürürlüğe giren 2821 sayılı sendikalar yasası ise “işyeri sendika temsilcisi” tanımını getirmiştir. Bugün işçi sendikaları açısından temsilcilik hukukunun en önemli dayanağı, 2822 sayılı yasanın işyeri sendika temsilciliği ile ilgili maddeleri ve toplu iş sözleşmelerinde yer alan kurallardır.
2821 SAYILI YASAYA GÖRE TEMSİLCİ HUKUKU 2821 sayılı yasa, temsilciyi “işyeri sendika temsilcisi” olarak tanımlayarak, sendikaların yetkili olmadığı yerlerde temsilcilik organına ilişkin hiçbir açıklama getirmemiştir. Aynı yasa, temsilcinin yetkili olan sendika tarafından atanmasını öngörmüştür. Ayrıca bir işyerinde iki farklı sendikanın (aynı işkolunda) temsilci ataması söz konusu değildir. Yasa işyerindeki sendika üyeleri tarafından seçilmiş olan temsilcilerin, sendika tarafından atanmasına, yani temsilcilik seçiminin yapılmasına engel değildir. Sendikamız demokrasinin
35
en temel göstergelerinden biri olan seçme ve seçilme hakkına büyük bir özen göstererek -istisnai olarak zorunlu hallerin dışında- temsilcilik organının belirlenmesinde de seçim mekanizmasını devreye sokmaktadır. İşyeri temsilcilerimiz, işçilerin onayını alarak belirlenip, şube yönetim kurullarımız tarafından atanmaktadır. Yasada sendikanın atayacağı temsilci sayısı, işyerinde çalışan işçi sayısına göre belirlenmektedir. Yasaya göre sayılar şöyledir. 50 51-100 101-500 501-1000 1001-2000 2000’den çok
işçiye kadar 1 temsilci işçiye kadar 2 temsilci işçiye kadar 3 temsilci işçiye kadar 4 temsilci işçiye kadar 6 temsilci işçi için 8 temsilci
Bu sayılar, temsilci sayısının üst sınırıdır. Yasanın sendika işçi temsilcileri için belirlediği özellikler şöyledir: Temsilci işyerinde çalışan işçiler arasından atanacaktır. Temsilciler işverene bildirimle göreve başlarlar. Temsilcinin göreve başlamasında işverenin kabulü aranmaz. Sendika, temsilcilerden birini baş temsilci olarak atayabilir. Yasaya göre işyeri temsilci görevlerini işyerine münhasır kalmak kaydı ile yürütür. İşyeri dışındaki faaliyetler temsilcilik faaliyeti olarak değerlendirilmez. Yasada yeni düzenlemeyle sendika işyeri temsilcilerinin iş güvencesi kaldırılmıştır. Bu tipik anti- sendikal bir düzenlemedir. Bunun dışında 1475 sayılı yasaya tabi çalışan işçilerin; 657 sayılı devlet memurları kanununa göre çalışanlardan farklı olarak, güvenceleri yoktur. Haksız yere işten çıkarılan işyeri temsilcisi, yargı kararıyla işe iade edilir.
SON SÖZ Yukarıda belirtilenler hukuksal çerçevedir. Asıl önemli olan, işyeri temsilciliğinin bizler tarafından işler kılınması, etkin çalışması ve etkili sonuçlar almasıdır. Bunun başarılması için işyerlerindeki her işçi arkadaşa fiilen görev düşmektedir. İşçi arkadaşlarımızın bütünü temsilci arkadaşlarımıza güç vermeli, destek olmalı, sorumluluklarını paylaşmalı, onları denetlemeli ve görevlerini yerine getirmesini sağlamadır. Temel şiarımız: “Hepimiz birimiz için, birimiz hepimiz için” olmalıdır.
36
TOPLU İŞ SÖZLEŞMESİ İşçi sınıfının haklarını alma ve bunları sürekli kılma mücadelesi, tarih sahnesine ilk çıktığı günden bu yana devam etmektedir. İşçi sınıfı hakları için kimi kez büyük direniş ve grevlerin altına imza atmış, kimi kez de kanıyla canıyla bedel ödemek zorunda kalmıştır. Türkiye işçi sınıfı açısından da haklarını alma mücadelesi dünyadaki diğer sınıf kardeşlerinden farklı olmamıştır. İşçi sınıfı, hakları için mücadeleye başladığında, önce işverenlerin büyük öfkesi ile karşılaşmış, ancak kararlı ve bilinçli yürütülen mücadelelerin sonunda insana yakışır bir yaşam düzeyi yakalamayı başarmıştır.
TOPLU SÖZLEŞME HAKKI Ülkemizde işçi sınıfı sürekli yasal düzenlemeler ile susturulmaya uğraşılmış, işverenler yasalara sığınarak işçilere hak ettiklerinden daha azını vermeye çalışmışlardır. Daha 1845’lerde, işçi sınıfının henüz yeni yeni gelişmeye başladığı yıllarda çıkarılan “Polis Nizamnamesi” adlı yasayla işçilerin haklarını alabilmek için grev yapması yasaklanmış, işçi sınıfı uzun yıllar sürecek bir sessizlik dönemine itilmiştir. Ne var ki, işçi sınıfı tüm bu uygulamalara karşı sesini yükseltmiş, mücadelesini sürdürmüştür. Yüzyılın başlarında ülkenin özgürlük ortamından da yararlanarak meydanlara çıkan, grevlere başlayan işçi sınıfına ikinci bir darbe yine yasalar kanalıyla gelmiş, 1909 yılında çıkartılan “Tatil-i Eşgal Kanunu”yla yeni bir yasaklama dönemi başlamıştır. 1909, işçi sınıfının kendi eliyle yaratılmayan özgürlüklerin her an geri alınabileceğini gösteren önemli bir deneyim olmuştur. Türkiye işçi sınıfı, 1909’dan sonra da mücadelesini aynı kararlıkta sürdürmeye devam etmiştir. Kurtuluş Savaşı ve ardından Cumhuriyetin ve yeni Türk Devleti’nin kuruluşunda aktif rol oynayan işçi sınıfı, 1923 yılında İzmir’de yapılan İktisat Kongresi’nde toplu sözleşme ve grev hakkının yasallaşması talebi ile yerini almıştır. Aynı dönemler, işçi sınıfının, hakları için büyük çaplı grevlere ve direnişlere geçtiği yıllardır. Ne var ki, İktisat Kongresi’nde yer alan sanayicilerin, toprak sahiplerinin ve tüccarların karşı oyları ile işçilerin grev ve toplu sözleşme talepleri reddedilmiştir. 1925 yılına gelindiğinde ise işçilerin hak ve mücadelesinin yükseldiği ve ülke çapında işçi sınıfının örgütlendiği görülmektedir. Bu örgütlenmeden korkan işverenlerin baskısıyla 1925 yılında bir başka işçi karşıtı yasa “Takrir-i Sukûn Yasası” (Doğuda yaşanan isyan gerekçe gösterilerek) devreye sokulmuştur. İktisat Kongresi’nde reddedilen grev ve toplu sözleşme talebi,
37
bu yasayla da bir kez daha engellenmiş oluyordu. Aynı yıl iş kanunu tasarısı Meclis’te görüşülmeye başlanmış, ne var ki, bu görüşmeler tam on bir yıl sürmüş, bu arada işçi sınıfının yalnız ve örgütsüz bırakılması sağlanmıştır. 1936 yılında yürürlüğe giren 3008 sayılı İş Kanunu ile “zorunlu uzlaştırma” sistemi getirilmiş, bununla birlikte, demokratik bir toplumun göstergesi olan grev ve toplu sözleşme hakkı işçilere tanınmamıştır. Tam tersi 1936 yılı, İtalya Ceza Kanunu’ndan alınan ve sınıfın örgütlenmesini engelleyen 141142 sayılı yasaların gündeme geldiği yıldır. Öyle ki, bu yasalar işçi sınıfı için yıllarca süren bir baskı zincirinin ilk halkaları olmuş ve pek çok sendika önderi ve işçinin cezalandırılmasına yol açmıştır. 1936 yılında uygulamaya konan bir başka düzenleme ise ücretlerin tespiti için kurulan komisyonla ilgilidir. Komisyonda işçilerin temsili az kişiyle sağlandığından, gerekli olan ücret artışının elde edilmesi olanaksızlaşmıştır. 1947 yılında çıkarılan “Sendikalar Kanunu” işçi sınıfı mücadelesinde önemli bir köşe taşıdır. Ne var ki, bu yasayla da toplu sözleşme ve grev hakkı sağlanmamış; işçi sınıfı, grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı için daha uzun yıllar mücadele vermek zorunda kalmıştır. 1958 yılı tarihsel açıdan bir dönüm noktasıdır. Aynı yıl Eğmir Demir Madenleri’nde 13 maddeden oluşan ve gündeliklere ortalama 65 kuruş zammı öngören ilk toplu sözleşme imzalanmıştır. Hemen ardından 1961 Anayasası’na grev ve toplu sözleşme hakkı girmiş, buna rağmen, bu hakkın yasallaşması Kavel Grevi’yle gerçekleşmiştir. Grevin etkisiyle 1963 yılında “Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu” çıkarılmış ve işçi sınıfı yıllarca süren mücadelesinde önemli bir hakka kavuşmuştur. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi, ülkedeki pek çok insan gibi işçilerin de haklarını kullanması için gerekli olan özgürlük ortamını kaldırmış, uzun yıllar ülke karanlığa mahkûm edilmiştir. İşçi sınıfının örgütsel gücünü zayıflatmak yönünde, DİSK kapatılmış, Türk-İş’in sendikal faaliyetlerine önemli kısıtlamalar getirilmiştir. Çıkarılan anti-sendikal yasalarla işçi sınıfı kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Türkiye işçi sınıfı, 1980’li yılların ortalarından sonra toparlanarak, ülkenin gündemine ağırlığını koymaya başlamıştır.
TOPLU SÖZLEŞME VE TEZ-KOOP-İŞ SENDİKASI’NIN TOPLU SÖZLEŞME İLKELERİ Toplu sözleşme; işçilerin ekonomik-demokratik haklarını almak, korumak ve geliştirmek doğrultusunda sürdürdüğü çalışmaların bütününü gösterir. Toplu sözleşme ile işçi sınıfının daha iyi yaşaması, daha iyi çalışma koşullarına sahip olması, daha iyi ücret alması, iş kazalarının azaltılması, işçi
38
sağlığının korunması hedeflenir. Var olan toplumsal sistemde işçinin başının dik durmasını sağlayan, ekonomik haklarını güvence altına alan, işyerinde ve toplumda demokrasinin yerleşmesinin olanaklarını yaratan toplu sözleşme, anayasal bir hak olarak işçi sınıfının uzun mücadeleleri sonucunda elde edilmiştir.
TEZ-KOOP-İŞ’İN TOPLU SÖZLEŞMELERİNDE ÜYELER SÖZ VE KARAR SAHİBİDİR Tez-Koop-İş’in sendikal anlayışı ve demokrasinin gereği olarak, toplu sözleşme görüşmelerinin her adımında, üyeler söz ve karar sahibidir. Bu ilke doğrultusunda, işyerlerinde çalışan üyelerimiz tarafından seçilen işyeri temsilcileri, delegeler tarafından seçilen şube ve genel merkez yöneticileri toplu sözleşme görüşmelerine katılır. Toplu sözleşme taslağının hazırlanmasından, görüşmelerin sonuna kadar üyelerin tam katılımı ve sürekli bilgilendirilmesi esas alınmıştır. Ayrıca, toplu sözleşmenin bağıtlanması aşamasında işçinin onayının alınması Tez-Koop-İş sendikasının vazgeçilmez ilkeleri arasındadır.
TOPLU SÖZLEŞMELERDE SENDİKAL BİRLİĞİMİZ GÜCÜMÜZ, SENDİKAL DİSİPLİN KAREKTERİMİZDİR Toplu sözleşme görüşmelerinin başarıya ulaşmasının tek bir güvencesi vardır, o da sendikal birliğimizdir. Ticaret, kooperatif, büro, eğitim ve güzel sanatlar alanında çalışan işçiler, sendikamızla ortak amaçlar, ortak çıkarlar doğrultusunda bütünleşmiştir. Ortak çıkar ve ortak amaçların bütünleşmesi, ekonomik mücadele aracı olan toplu sözleşmenin başarılı olmasının ve ileriye dönük gelişmelerin sağlanmasının da zeminini yaratır. Bir işyerindeki sendikamız üyesi işçilerin arasında yaş, cinsiyet, kıdem, vasıf, etnik köken, mezhep, siyasi görüş vb. farklılıklar olabilir. Ama hepsinde ortak olan şey, emeklerini satıp, karşılığında ücret almasıdır. Yani hepsinin ortak yanı, işçi olmaları ve işçi olarak yaşamlarını sürdürmeleridir. Önemli olan, ortak duruş ve ortak sınıfsal çıkarlardır. Bu nokta kavrandığı müddetçe işçilerin birliğini bölmeye yönelik her türlü çaba etkisiz ve başarısız kalmaya mahkûmdur. Birlik sözle değil; örgütlülükle, disiplinle ve mücadele içinde yoğrulmayla sağlanır. Örgütlü ve disiplinli olmak, işçilerin kendi aralarından ve kendi oyları ile seçtiği yöneticilerine ve bunların oluşturduğu organların kararlarına uymak ve bu kararları işyerinde, sendikada hayata geçirmekle olanaklıdır.
39
Toplu sözleşmenin başarılı geçmesinin ve sonuç alıcı olmasının örgütsel disiplinle mümkün olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Sendikaların işyerindeki gücü işçiler, işçilerin gücü sendikal örgütlülük ve disiplindir.
TOPLU SÖZLEŞMELERDE HEDEFLERİMİZ Üyemiz işçilerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi, çağdaş bir insana yaraşır yaşam koşullarının sağlanması, kendine ve ailesine onurlu bir gelecek hazırlanması, demokrasinin işyerinden başlayıp, tüm topluma kadar her alanda yerleştirilmesi, çocuk işçiliğinin ortadan kaldırılması, iş kazası adı altında işlenen cinayetlerin engellenmesi, kadınların cinsiyetlerinden dolayı maruz kaldıkları ayrımcılığın engellenmesi ve kadınlara insana yakışır bir yaşam ve çalışma ortamının kurulması Tez- Koop-İş Sendikası’nın en önemli hedefleri arasındadır. Tez-Koop-İş Sendikası bunun için aşağıdaki çalışmaları yapıp, bunları hayata geçirmeyi hedefler: -Çalışma süresinin kısaltılması hedefi: Tez-Koop-İş Sendikası, çalışma süresinin kısaltılması projesini toplu sözleşmelerin temel hedeflerinden biri olarak ele almaktadır. Sendikamız, çalışma süresinin kısaltılması ile işçiye daha fazla boş zaman yaratma uğraşındadır. Böylece işçiler eğitim ve örgütlenme çalışmalarına daha fazla zaman ayırabileceklerdir. Ayrıca, işçiler çalışma saatlerinin azaltılması sayesinde dinlenmeye daha fazla vakit bulabilecekler, aileleri ve arkadaşlarıyla, sosyal çalışmalarla daha fazla megul olabileceklerdir. Ayrıca, çalışma saatlerinin azaltılması, işsizliğin de azalmasını sağlayacaktır. İşverenler üretimi artırmak için yeni işçilere ihtiyaç duyacağından, işsizlerin hızla üretim sürecine çekilmesi gündeme gelecektir. -Yıllık ücretli izin süresinin uzatılması hedefi İşçinin üretim sürecinde sürekli yıpranması, yorulması ve giderek daha fazla dinlenmeye ihtiyaç duyması nedeniyle, toplu sözleşmelerde yıllık ücretli izin maddesi yer almaya başlamıştır. Ne yazık ki, gittikçe zorlaşan çalışma koşullarında, özellikle şehirlerde insanın dinlenmeye gün geçtikçe daha fazla ihtiyaç hissetmesi, yıllık ücretli izin sürelerinin uzatılması talebini de toplu sözleşme hedefleri arasına koymuştur. Tez-Koop-İş Sendikası, işçinin her geçen toplu sözleşme sonrasında, bir önceki döneme oranla daha gelişmiş ve insana yakışır haklarla fabrikalara işyerlerine dönmesini amaçladığından yıllık ücretli izin süresinin uzatılması vazgeçilmez talepler arasında olmaya devam edecektir.
40
-İş güvencesinin sağlanması hedefi Bugün işçi sınıfını tehdit eden en önemli tehlikenin “işsizlik” olduğu bilinmektedir. Her iş kolunda yaşandığı gibi kendi işkolumuzda da işsizlik tehlikesi hemen yanı başımızdadır. İşverenler daha düşük ücretle işçi bulabildiklerinde yüksek ücretli çalışan işçileri işten çıkarmakta tereddüt etmemektedirler; iş güvencesi olmadığından her gün işsizler ordusuna binlerce kişi katılmaktadır. Tez-Koop-İş Sendikası iş güvencesi talebini çalışmalarının odak noktası olarak görür. İş güvencesinin toplu sözleşmelerde korunan bir hak olarak ele alır ve işverenin işçi çıkartmasını zorlaştırıcı kimi maddelerin toplu sözleşmeye konulmasını esas alır. Bununla birlikte, sendikamız iş güvencesinin sadece toplu sözleşme ile sağlanamayacağını iyi bildiğinden, ulusal ve uluslararası düzeydeki bütün çalışmalarda, kampanyalarda yer alarak işsizliğin önlenebilmesi ve iş güvencesinin sağlanabilmesi için çaba sarf eder. -Çalışma koşullarının geliştirilmesi hedefi Hepimizin bildiği gibi, bugün işçiler oldukça kötü işyeri koşullarında çalışmaktadır. Özellikle sendikalı olmayan işyerlerinde bu durum daha da vahimleşmekte, pek çok meslek hastalığı neredeyse çalışanların kaderi haline gelmektedir. Kendi iş kolumuzda da iş hastalıkları yaygın bir seyir göstermekte, pek çok işçi arkadaşımız genç yaşta çalışma hayatına başladığından çeşitli hastalıklara yakalanmaları kolaylaşmaktadır. İşverenler bu konuya ilişkin hemen hemen hiç bir önlem almamaktadırlar. Tez-Koop-İş Sendikası görüşmelerinde çalışma koşullarının geliştirilmesi hedefini toplu sözleşmenin temel ilkeleri arasında ele alır ve yasalardan doğan hakların sonuna kadar uygulanması için mücadelesini sürekli kılar. -Daha yüksek ücret ve daha adil bir gelir dağılımı Artan fiyatlar ve enflasyon, ülkemizde ücreti ile geçinen insanların en büyük korkusudur. Bilindiği gibi, ücretler artan hayat pahalılığı karşısında sürekli düşmekte, işçilerin emekçilerin alım gücü azalırken, gelir dağılımı sürekli bozulmaktadır. Türkiye hızla kitlesel bir yoksullaşma süreci içindedir. İzlenen neo-liberal politikalar zengini daha zengin yaparken, yoksulu daha da yoksullaştırmıştır. Bu süreç, tam bir yağma sürecidir. Toplumun kriminal kesimleri elitleşirken, elitler giderek kriminalleşmiştir. Bunun diğer bir tanımı ise gelir dağılımında ve milli gelirin paylaşılmasında yaşanan ciddi adaletsizliktir.
41
Sendikamız Tez-Koop-İş işçilerin yoksulluk sınırındaki yaşamına dur demek ve onları çağdaş ve insana yakışır bir ücret ve yaşam standardına eriştirmek için daha yüksek ücret talebini toplu sözleşme görüşmelerinde temel anlayış olarak ortaya koyar. Ayrıca gelir dağılımını adilleştirmek için çaba sarf eden sendikamız Tez-Koop-İş; kadın ve erkek işçiler arasındaki ücret farklılığının kaldırılması için “eşit işe eşit ücret” politikasını yaşama geçirmeye çalışır. Sendikamız, Tez-Koop-İş üyesi tüm işçilerin toplu sözleşmelerin işleyişi ve yürütülmesiyle ilgili olarak bilgilendirilmelerini ve görüşmelerde fiilen temsil edilmelerini zorunlu bir sendikal ilke olarak görür. Bu açıdan sözleşme görüşmeleri esnasında ve taslak hazırlama aşamasında karşımıza çıkan kimi kavramların öğrenilmesi bir zorunluluktur. Dönem, yetki, baraj, taslak, uyuşmazlık vb. gibi kavramlar öğrenilmeden verilecek bir mücadele yeterli olmadığı gibi, işçi sınıfının haklarını alması yolunda göstermiş olduğu kararlılık da zaafa uğrayacaktır.
DÖNEM NEDİR? Toplu sözleşme, belirli bir süre yürürlükte kalsın diye yapılır. Yani işçi sendikaları ve işverenler arasında yapılan toplu sözleşme, başlangıcı ve bitişi karara bağlanmış belli bir zaman diliminde geçerlidir. Bu süreye dönem adı verilir. Toplu sözleşme yasaya göre en çok üç yıl için yapılabilir. Sendikamız fiyatların sürekli arttığı ve işçilerin alım gücünün sürekli düştüğü bugünkü koşullarda toplu sözleşmelerin süresini iki yılla sınırlayarak işçilerin zor şartlarda kalmasını engellemeye çalışmaktadır.
YETKİ NEDİR? Bilindiği gibi, aynı işkolunda faaliyet gösteren pek çok sendika olabilir. Bu sendikalar aynı işyerinde örgütlenme çalışmaları sürdürüp, işçilerin belirli bir kısmını örgütleyebilirler. Ne var ki, aynı işyerinde örgütlenen sendikaların sadece biri toplu sözleşme yapma yetkisine sahiptir. Bu nasıl tespit edilir? Bir işyerinde çalışan işçilerin çoğunluğunu temsil eden sendika, o iş yerinde toplu sözleşme yapmaya yetkilidir. (Çoğunluk, işyerinde çalışanların yarısından bir fazlasının üyeliği ile sağlanır.) Peki bu yetki nasıl belirlenir? Kendisini yetkili gören sendika, çoğunluğun tespit edilmesi için Çalışma Bakanlığı’na başvurur. Bakanlık yaptığı inceleme sonucunda “çoğunluk var” tespiti yaparsa, başvuran sendika, çoğunluk tespitine itiraz olup olmadığını öğrenmek için 6 iş günü bekler. Şayet 6 iş günü içinde itiraz olmazsa,
42
sendika yetki belgesi için Bakanlığa başvurur. 6 iş günü içerisinde çoğunluğa yönelik bir itiraz olursa, sorun mahkeme kanalıyla çözülür ve mahkeme kararı sonucu, çoğunluğun olup olmadığı ortaya çıkarılır. Çoğunluk mahkeme tarafından onaylanırsa, yetki almaya hak kazanan sendika kararın temyiz edilip edilmediğini bekler. Temyiz edilirse, durum Yargıtay’ca incelenir ve Yargıtay 15 gün içinde kesin kararı verir. Bir sendika, işyeri yetkisi dışında bir başka yetkiyle de uğraşmak zorundadır. İşkolu barajı denilen ve o işkolunda çalışan toplam işçinin % 10’unun örgütlenmesinin şart koşulduğu yasaya göre, bir sendika işkolunda çalışan işçilerin en az %10’unu örgütleyip, işkolu barajını aştıktan sonra, işyerinde de işçilerin yarısından bir fazlasını örgütleyerek sözleşme yapma hakkına sahip olur. Görüldüğü gibi, bir sendikanın tüm sorunlardan ve barajlardan kurtulup, aynı işkolundaki diğer sendikaların ve işverenin itirazını aşıp, yetkili sendika olabilmesi hayli güçtür. İşyeri yetkisi alınmasının bu derece güç olması, işçileri ve işçi sendikalarını işveren karşısında güçsüz bırakmakta, işverenler sendikaların örgütlenmesini ve yetki almasını engellemek için elinden geleni yapmaktadır. Yetki tespitinin pek çok yasal uygulamaya bağlı olması, sendikaların gücünü azaltmakta ve işçileri maddi ve manevi anlamda mağdur etmektedir. Sendikamız Tez-Koop-İş ve bağlı bulunduğumuz konfederasyonumuz Türkiş, işçilerin mağdur olmasını engellemek ve Anayasa’dan kaynaklanan sendika seçme özgürlüğünü kullanmasını sağlamak için yasaların bir an önce demokratikleştirilmesini ve işçinin iradesini gösterecek düzenlemelerin yapılmasını savunmaktadır.
TOPLU SÖZLEŞME TASLAĞI NASIL HAZIRLANMALIDIR? Daha önce de belirttiğimiz üzere, toplu sözleşmenin her aşamasında olduğu gibi taslağın hazırlanmasında da üyeler söz ve karar sahibidir. Üyelerin istek ve gereksinimleri ile, sendikanın ilke ve hedeflerinin taslakta birleşerek yaşama geçirilmesi esas alınır. Tez-Koop-İş Sendikası’nın ilkelerinin ve hedeflerinin gerisinde kalan istekler, örgütü mücadelenin gerisine düşürür. Gerçekçi olmayan istekler ise sendikal mücadeleyi zaafa uğratır. Önemli olan, dengeli ve gücünün bilincinde bir sendikal birikimle, gerçekçi ve işçiye yakışır bir taslağın hazırlanmasıdır. Peki bu nasıl gerçekleştirilir? İşverenle masa başında toplu sözleşme görüşmelerine başlamadan önce sendikamız, üyeler ve ücretlerle ilgili verilerle birlikte, işyerinin durumu
43
sendikal gücümüzle ilgili bilgileri toplar. Ardından çalışma koşulları ve eski sözleşme dönemine ilişkin sorunları ortaya koyar, çözümlerini araştırır. Bu sürede mutlaka üyelerin ve temsilcilerin istekleri saptanır, önerileri alınır. Temsilci ve üyelerle yapılan toplantılar sonucu gerçeğe uygun ve sendikal ilkeleri de savunan bir sözleşme taslağı ortaya çıkarılır. Sendika, bu taslağa dayanarak işverenle görüşme sürecini başlatır.
TOPLU SÖZLEŞME GÖRÜŞMELERİNİN YAPILMASI Yetkinin alınması ve taslağın hazırlanmasının ardından sendika, işvereni 15 gün içinde görüşmeye çağırır. İşveren, 6 iş günü içinde bu çağırıya yanıt vermek zorundadır. Yanıt vermezse, yetkili makam (Çalışma Bakanlığı) tarafları toplantıya çağırır. Toplantı, belirlenen günde ve belirlenen yerde başlatılır. Sendika ve işveren ilk toplantıyı takip eden 60 gün içinde anlaşmak ve toplu iş sözleşmesi’ni imzalamakla yükümlüdür. İlk 30 gün içinde toplu sözleşme görüşmelerinde anlaşma sağlanamazsa taraflar “arabulucu” için yetkili makama başvurabilir. 60 gün içinde taraflardan biri görüşmelere gelmez, çekilir veya 60 günde anlaşmaya varılamazsa, taraflar “uyuşmazlık tutanağı”nı imzalayarak görevli makama verir. Görevli makam, 6 iş günü içinde “arabulucu” tayini için mahkemeye başvurur ve mahkeme arabulucu tayinini sağlar. Arabulucunun da yer aldığı görüşmeler, 15 gün devam eder ve bu sürede anlaşma yolu aranır. 15 gün içinde de anlaşma olmaz ise arabulucu, 3 iş günü içinde tutanağı görevli makama verir. Görevli makam bu tutanağı taraflara tebliğ eder, sendika 6 iş günü içinde grev kararı alır ve kararı 60 gün içinde uygulamaya koyar.
GREV KARARI Sendika grev kararını derhal işyerinde ilan etmek zorundadır. Bu ilan yapıldıktan sonra işyerinde çalışanların en az dörtte biri grev oylaması talep ederse, 6 iş günü içinde grev oylaması yapılmak zorundadır.
ÖNEMLİ NOT 6 iş günü içinde GREV kararı alınmazsa sendikanın işyerinde toplu sözleşme yapma yetkisi düşer. Sendika, grev kararını 6 iş günü içinde yetkili makama ve noter vasıtasıyla da işverene tebliğ etmek zorundadır. İşveren 6 iş günü içinde lokavt kararı alabilir, almaz ise hak düşer.
44
Grev oylamasından “evet” çıktığında 60 gün içinde ve uygulamadan 6 iş günü önce işverene bildirmek kaydıyla grev uygulaması gerçekleştirilir. Grev sonrasında anlaşma sağlanır ve TİS imzalanırsa, grev ve uygulama kararı 1 gün içinde kaldırılır. Grev oylamasından “Hayır” çıkarsa 15 gün içinde anlaşma sağlanmasının yolları aranır, ya da Yüksek Hakem Kurulu (YHK)’na Başvuru yapılır. Aksi halde yetki düşer.
SONUÇ Toplu sözleşme, işçi sınıfının uzunca yıllar süren mücadeleleri sonucunda elde edilmiş bir haktır. Bu hakkın gerçekten ilerletilmesi, iyi bilinip, kullanılması ile olanaklıdır. Daha aydın bir işçi sınıfı yaratmak, daha insanca bir dünya kurmak için gösterilen tüm çabalar önemlidir. Toplu sözleşmelerde kazanılan her hak, sömürüsüz bir dünyaya doğru uzanan yolda atılmış küçük bir adımdır. Ama en uzun yolun bile, küçük bir adımla başladığı da unutulmamalıdır.
45
GREV GREV NEDİR? İşçi sınıfı kapitalist sömürüye karşı mücadele eder. Bu mücadelede işçi sınıfının elinde çok çeşitli araçlar ve yollar vardır. Grev, işçi sınıfının kullandığı en önemli mücadele yöntemlerinden biridir. İşçilerin toplu olarak üretimi durdurmalarına grev denir. Üretimi durdurmak ne demektir? İşçilerin makineleri, fabrikaları bütün üretim araçlarını durdurması ve kapitalist pazar için mal ve hizmet üretmemesidir. Grev, toprağın işlenmemesi, madenlerin çıkarılmaması, fabrikalarda mal üretilmemesi, taşıtların işlememesi, bütün hizmetlerin durdurulması, kısaca; hayatın felç olmasıdır. Kapitalist düzende üretimin durması demek, sömürü ve kâr çarkının durması demektir. Grev boyunca sömürü durur. Bundan dolayıdır ki; kapitalistlerin ve onların siyasi iktidarlarının en korkulu rüyası grevdir.
DÜNYADA GREVLERİN TARİHİ Dünyada işçi sınıfının grev silahını kullanmaya başlaması 200-250 yıl kadar önceye dayanır. Aynı tarihler fabrikaların da kurulduğu tarihlerdir. Böylece çok sayıda işçi, topluca çalışmaya, makineleri kullanmaya başlamıştır. O zamanlar gün doğumundan, gün batımına kadar çalışan işçiler, olağanüstü zor şartlarda hayatlarını sürdürmekteydi. Bu ağır çalışma koşullarına rağmen aldıkları ücrette çok düşüktü. Özellikle işverenler daha az ücret ödediklerinden kadın ve çocuk işçiler çalıştırılmaktaydı. Emeğin vahşice sömürüldüğü bu koşullarda kapitalistler kârlarına kâr katıyor, sermayelerini artırıyorlardı. O döneme ilişkin olarak yapılan istatistiklere göre, üç neslin yaşadığı toplam süre içinde dokuz nesil tükenmişti. Yani kapitalizmin çarkları genç bedenleri tüketerek kan ve gözyaşıyla dönüyordu. Kapitalizmin özü olan “kâr daha fazla kâr” mantığı acımasızca hayata geçiriliyordu. İşçi sınıfının çalışma ve yaşama koşullarına karşı isyan etmesi uzun sürmedi. Bu hareketlerin en önemlilerinden biri Ludizm-Makine Kırıcıları’ydı. Ludist hareketten sonra Avrupa işçi sınıfı grev silahını kullanmaya başladı. 1812, 1816 ve 1819 yıllarında İngiltere’de yüz binlerce işçinin katıldığı, çok sayıda grev oldu. Bu eylemler içinde ve sonlarında işçiler kurşunlandı, bazıları idam edildi.
46
1789 ihtilali’yle Fransa da derebeylik düzeni yıkılıp, burjuva sınıfı iktidara geldi. Bu burjuva devrimini izleyen yıllarda çeşitli grev hareketleri gerçekleşti. 1791’de Paris’te inşaat ve matbaa işçileri greve gitti. Yine Fransa’da 1831’de Lyon şehrinde, 1834’te ise Paris’te işçiler greve çıktı. Avrupa’da 1830 ve 1848 yıllarında büyük grev ve işçi eylemleri yaşandı. Amerika Birleşik Devletleri’nde 1 Mayıs 1886’da, Chicago şehrinden kabaran grev dalgası bütün ülkeye yayıldı ve genel grev biçimine büründü. 20. yüzyılda da önemli grev hareketleri yaşandı. Bu eylemler içinde 1926’da İngiltere’de gerçekleşen genel grev, öne çıkan işçi hareketlerinden biri oldu.
TÜRKİYE’DE GREVLERİN TARİHİ Türkiye’de grevin tarihçesi 1840’lara kadar dayanmaktadır. İşçi hareketinin yükselişi karşısında egemen güçler, önlem alarak 1845’te Polis Nizamnamesi adı altında baskı yasaları çıkardı. Türkiye’de ilk belgelenmiş grev, 1872’de Kasımpaşa tersane işçilerinin grevi oldu.1872’den 1908’e kadar demiryolu işçilerinin, Beykoz deri kundura fabrikası işçilerinin, iskele hamallarının, denizyolları işçilerinin, tütün işçilerinin, İstanbul’da matbaa işçilerinin başlattığı grevler yaşandı. Bu grevlerin başlıca nedeni: ücret sorunu, çalışma ve yaşam koşullarının düzeltilmesiydi. 1908 yılının Ağustos ve Eylül ayında zincirleme ve yaygın bir grev dalgası yaşandı. İstanbul ve İzmir’deki tramvay işçileri, Selanik’teki tütün, tramvay, deri dokuma, fırın ve demiryolu işçileri, Adana’da pamuk fabrikaları işçileri, Ereğli’de maden işçileri greve çıktı. İşçi hareketinde yükselme yeni bir baskı yasasıyla engellenmeye çalışıldı. 1909’da çıkarılan “Tatil-i Eşgal Kanunu” grevleri yasaklamasa da önemli sınırlamalar getirdi. Greve çıkmak bir ön uzlaştırma sürecinden geçme koşuluna bağlandı. Kanunun çıkmasına rağmen demiryolu, tütün, tramvay, gazhane ve deri işçilerinin grevi sürdü. İşçi sınıfı Kurtuluş Savaşı’nda aktif rol oynadı. Bir taraftan oluşturduğu silahlı çetelerle ya da bir nefer olarak emperyalist işgalcilerle savaşırken, diğer taraftan aynı güçlere karşı grev silahını kullandı. Tek parti döneminde işçi sınıfı ve sendikalar üzerine yoğun baskılar uygulandı. Siyasi iktidar, işçi sınıfını kontrol altında tutmak ve bağımsız gelişimini durdurmak için sistemli anti-demokratik politikalar izledi. Yürürlükteki yasalar bile rafa kaldırılarak, işçilerin örgütlenmeleri ve grev yapmaları engellenmeye çalışıldı. 1933 yılında Türk Ceza Kanunu’nda yapılan değişiklikle “grevleri teşvik
47
edenler için” ağır cezalar getirildi. 1936 yılında çıkarılan iş yasasıyla grev yapılması bütünüyle yasaklandı. 1950-1960 arasındaki 10 yıllık dönem, işçilerin grev hakkını kazanmak için mücadele yürüttüğü yıllar oldu. Bu dönemde iktidarda olan Demokrat Parti, her ne kadar iktidara gelmeden önce grevi hak olarak tanıyacağını söylemiş olsa da, iktidarı döneminde işçi sınıfının örgütlenmesini ve mücadelesini engellemek yönünde yoğun baskılar uyguladı. 1961 Anayasası grev hakkını işçi statüsünde çalışanlara tanıyarak, Türkiye’de yeni bir süreci araladı. Grev, anayasal bir hak olarak kabul edildi. Ne var ki, işçi statüsünde çalışanlara tanınan grev hakkının kullanımının düzenlenmesini bu konuda çıkarılacak bir yasaya bıraktı. 1963’te, çıkarılan 275 sayılı Toplu-İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası’yla anayasa’da tanınan grev hakkına birçok sınırlama ve yasaklama getirildi ve lokavt da bir yetki olarak yasada yer aldı. Grevin Anayasa’ya bir hak olarak girmesi ve sonraki yıllarda yapılan yasal düzenlemeler, Türkiye işçi sınıfının bir asırlık mücadelesi sonucu elde edilmiş bir kazanımdı. Sermayenin ve siyasi iktidarların işçi sınıfına bir lütfu ya da bir bağışı değildi. Ondan bu hak söke söke, koparıla koparıla alınmıştı. 275 sayılı yasanın çıkması bile, Kavel işçilerinin anayasal haklarını fiilen kullanmaları sonucu gerçekleşmiş zorunlu bir düzenlemeydi. 1963-1980 döneminde çok sayıda grev yaşandı. Bu eylemler, işçi sınıfının güçlenmesini ve hızla şekillenmesini beraberinde getirdi. İşçi sınıfı, kazanımı olan grev hakkı sayesinde, toplu sözleşmeler aracılığıyla önemli ekonomik ve demokratik haklar elde etti. 12 Eylül 1980 darbesiyle grevler yasaklandı. 1980-1983 yılları arasında grev yapılmasına yasak getirildi. 1983 yılında, 12 Eylül rejiminin sivil devamı olan süreçte, kontrollü bir toplu pazarlık dönemine geçildi. Ne var ki, 1982 Anayasası ve 2822 sayılı Toplu-İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası (1983) grev hakkına, 1963 yılında çıkarılan yasaya oranla birçok yeni sınırlama ve yasaklama getirdi. Grev hakkı, bir nevi göstermelik bir hakka çevrildi, fakat işçi sınıfı bu hakkın etkin bir şekilde kullanımı ve geliştirilmesi mücadelesini sürdürdü. Fiili mücadele, yasal mevzuatın belirlediği çerçeveyi darmadağın etti.
GREV ÇEŞİTLERİ Grevler çeşitli amaçları gerçekleştirmek için yapılır. Grevleri hangi amaçla, ne için yapıldığına bakarak çeşitlere ayırabiliriz. Örneğin bir işyerinde çalışan işçiler, çalışma ve yaşam koşullarını düzeltmek için greve çıkabilirler. Talepleri daha fazla ücret, çalışma
48
saatlerinin düşürülmesi ve sendikal hakların daha da geliştirilmesi vb. olabilir. Bu çeşit grevde amaç: bu taleplerin gerçekleşmesi ve toplusözleşmelere kazanımların hak olarak girmesidir. Ya da işçilerin toplusözleşmede belirlenen hakların ihlali ve gaspı karşısında kazanılmış hakların hayata geçirilmesi, uygulatılması olabilir. İşçilerin bu grevine hak grevi denmektedir. Bu tür grevlerde işçi sınıfı sermayedarların kârından daha fazla parça koparmak, kendi lehine kazanımlar elde etmeyi hedefler. İşte bu hedefleri içeren grevlere Ekonomik Grev denir. Fakat işçi sınıfı yalnızca ekonomik grev yapmaz. Bunun yanında sermayenin kârına kâr katmak amacıyla siyasi iktidarın uygulamaya soktuğu ya da sokacağı işçi düşmanı yasalara karşı da greve çıkabilir. Yine işçi sınıfı kendilerine yeni haklar tanıyan yasaların parlamentodan çıkması için greve gidebilir. Bu çeşit grevler çoğunlukla sorunun/sorunların yakıcılığından bütün işkollarında çalışan işçiler tarafından yapılır ya da gerçekleştirilir. Bu grevdeki amaç: ücret artışı ve benzeri hakların elde edilmesi değildir. Yani ekonomik içerikte değil, siyasal içeriktedir. Grev, sermayenin iktidarından bazı demokratik ve siyasal haklar koparmayı hedefler. Bu grevlere de Siyasal Grev denir. Bütün işkollarındaki işçileri içine aldığı zaman da yapılan greve Genel Grev denir. Genel grev, işçi sınıfının en önemli mücadele araçlarından biridir. Her genel grev az ya da çok siyasal amaç taşır. Örneğin SSGSS’ye karşı 14 Mart 2008’de 2 milyon işçinin katıldığı eylem genel direniş içeriğindedir. Aynı dönemde benzer yasaya karşı Yunanlı işçiler aralıklarla birer günlük iki genel grev gerçekleştirmiştir ve tasarıyı geri çektirmişlerdir. Bu eylemlerde amaç; işçilerin kazanılmış haklarının gaspının engellenmesiydi. Fakat sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesi ve sağlığın özelleştirilmesi uluslararası sermayenin işçi sınıfına topyekun saldırısının bir parçası olduğundan, neo-liberal politikaların bir uzantısı içeriği taşıdığından, yapılan eylemin siyasal bir boyutu da bulunmaktadır. Yapılan eylemlerle işçi sınıfı, hem siyasal iktidarlar tarafından bizlere bir “kurtuluş” reçetesi olarak gösterilen neo-liberal ekonomik politikalara açık bir tavır almakta, hem de enternasyonal mesaj vermektedir. Çünkü saldırı uluslararası düzeydedir. Eylem bütün işkollarındaki işçilerin katılmasıyla gerçekleşmiştir ve geneldir. İşyeri grevi, bozkırda yanan bir ateşe, işkolu grevi bozkırın bir bölümünün yanmasıdır. Genel grev ise bozkırın tümünün tutuşmasıdır. Bozkırın tümünün tutuşması aydınlıktır, gelecektir. Ekonomik grevin ve genel grevin dışındaki bir başka grev çeşidi ise
49
Dayanışma Grevi’dir. Bir işkolunda çalışan işçiler, bir başka işkolunda greve giden sınıf kardeşlerinin sorunlarını kendi sorunları olarak görüp, harekete geçerek, onları desteklemek ve dayanışma için yaptığı greve, Dayanışma Grevi denir. Bu çeşit grevdeki amaç, ne daha çok ücrettir ne de bir yasanın değiştirilmesi gibi siyasal içeriktedir. Grevde dayanışma ve güce güç katma esastır. Dayanışma grevi yalnızca bir işkolundaki işçilerin diğer işkolundaki işçileri desteklemesi biçiminde gerçekleşmez, ayrıca uluslararası kapitalist sistemin günümüzde aldığı biçime bağlı olarak bir ülkedeki işçi sınıfının bir başka ülkedeki sınıf kardeşlerini desteklemek amacıyla da yapılabilir. Bugün, I.T.T., Ford, General Elektrik, Toyota, Shell, Opel vb. çokuluslu tekeller, dünyayı ahtapot gibi sarmıştır. Uluslararası sermayenin işçi sınıfına karşı özelleştirme, sendikasızlaştırma, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesi gibi politikalarla topyekun saldırısı, dünyanın her tarafında yaşanmaktadır. Örneğin otomotiv sanayinde Amerikan tekellerinden biri olan Ford ya da Shell gibi İngiliz tekeli birden çok ülkede ortaklık kurarak bu ülkelerdeki emeği vahşice sömürmektedirler. Bu ulusötesi tekellerin fabrikalarında çalışan işçilerin sorunları da ortaktır. Mesela Ford’un hem Türkiye’de, hem de Yunanistan’da hem de Güney Kore’de kurulmuş otomobil fabrikaları olsun. Türkiye’deki fabrikada çalışan işçiler greve çıktığında Ford yönetimi, Yunanistan ve Güney Kore’deki fabrikalarda üretimi artırmak isteyecektir. Yunan ve Kore’li işçiler, Türkiye’deki sınıf kardeşlerini desteklemek için iş bırakırlarsa, dayanışma greve yapmış olacaklardır. Bu tavır, işçi sınıfının enternasyonal kimliğinin açığa çıktığı, sınıf bilinci ve kardeşliğin en üst boyutlara ulaştığı bir durumdur. 1991 yılında Zonguldak maden işçilerinin grevini desteklemek için Güney Afrika’lı liman işçileri gemilere kömür yüklemeyi durdurmuşlardır. Bu eylem, uluslararası sınıf dayanışmasını gösteren bir eylemdir.
1982 ANAYASASI GREV HAKKINA ÖNEMLİ DARBELER VURDU 12 Eylül rejiminin ağır koşullarında plebisitle onaylanın 1982 Anayasası bir baskılar ve yasaklar “manzumesidir.” Anayasa, cunta koşullarının ürünüdür ve bu koşulların bütün özelliklerini üzerinde taşımaktadır. Bugün 1982 Anayasası’nın anti-demokratik bir içeriğe sahip olduğu bütün toplumsal kesimler ve siyasal eğilimler tarafından kabul edilmektedir. 1982 Anayasası’nda işçi sınıfının haklarını gasp eden ya da kısıtlayan
50
maddelerden biri de grev hakkına ilişkin düzenlemedir. Anayasaya göre ancak sendikalaşmış işçiler grev hakkını kullanabilir. Yani bugün işçi sınıfının çok büyük kısmını oluşturan sendikasız işçiler, örgütlü olmadıkları ya da örgütlenmeleri engellendiğinden dolayı grev hakkından yararlanamamaktadır. Bu işçilerin üretimi toplu halde durdurmaları, “yasa dışı grev” olarak kabul edilmektedir. Özcesi yasalara göre işçi kabul edilen ve işçi sınıfının büyük bir bölümünü oluşturan sendikasız işçiler, anayasal haktan mahrumdurlar. Benzer bir yaklaşım, işçi sınıfının organik bir parçası olan “memur” tanımı içinde çalışan milyonlarca kişi için de geçerlidir. Memurların grev yapma hakkı ellerinden alınmıştır. Türkiye’nin Avrupa Birliğine entegre olmaya çalıştığı bugünkü koşullarda, topluluğa bağlı ülkelerin bütününde memurların sendikalaşma hakkı bulunduğu ve çoğunda toplu pazarlık hakkının elde edildiği ve yine çoğunluğunda grev hakkının olduğu düşünülürse; ülkemizde siyasal iktidarların memurlara grevsiz, toplu sözleşmesiz, dernek mahiyetinde “sendikalaşma” hakkı dayatması yaşanılan anti-demokratik ortam hakkında önemli veriler sunmaktadır. Bununla birlikte 1982 Anayasası lokavt’ı anayasal bir yetki olarak kabul ederek, işçi sınıfının örgütlü mücadelesine önemli darbe vurmuştur. Yine Kıta Avrupası’nda birçok ülkede grev, anayasal bir hak iken, lokavt anayasal bir yetki olarak kabul edilmemektedir. 1982 Anayasası’nın anti-demokratik içeriklerinden biri de siyasi grevi, genel grevi, dayanışma grevini, işyeri işgalini, iş yavaşlatmayı, verim düşürmeyi ve çeşitli işçi direnişlerini yasaklamasıdır. Bu düzenleme bir anlamda işçi sınıfının kolunu kanadını kırarak, hareketsiz bırakmayı amaçlamaktadır. 1982 Anayasası’nın yasakladığı grev çeşitlerinden biri de hak grevidir. Yani yürürlükte olan toplu iş sözleşmesine işverenler tarafından uyulmaması durumunda işçilerin grev yapma hakkının engellenmesi... Bu durum, işverenlere pervasızca davranarak, toplu sözleşmeleri ihlal etme olanağı vermiştir. Anayasanın grev hakkına getirdiği kısıtlamalar bunlarla da sınırlı değildir. Grevler “gerekli görüldüğünde” yasaklanabilmekte ya da ertelenebilmektedir. Başlatılacak ya da sürmekte olan grevler yasaklanır ya da ertelenirse, uyuşmazlık Yüksek Hakem Kurulu’na gitmektedir. 2821 sayılı Toplu-İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası grevlerin ertelenmesi hususunda hükümete önemli yetkiler tanımaktadır. 1982 Anayasası grevlerin sadece “toplu iş sözleşmesinin” yapılması
51
sırasında uyuşmazlık çıkması “halinde” uygulanabileceği hükmünü koymaktadır. Bu açılıma göre grev sadece işyeri sorunlarıyla ilgili olarak yapılabilmektedir. Anayasanın grev hakkını zorlaştırıcı hükümlerinden biri de aşağıdaki hükümdür: “Grev esnasında greve katılan işçilerin ve sendikanın kasıtlı veya kusurlu hareketleri sonucu grev uygulanan işyerinde sebep oldukları maddi zarardan sendika sorumludur.” Bu hüküm, her türlü keyfi yaklaşıma olanak sunmakta, sendikal örgütlülüğe ve işçilere yönelik önemli tehditleri içermektedir.
YASALARDA GREV HAKKINA GETİRİLEN SINIRLAMALAR Sıkıyönetim ilan edilen ya da olağanüstü hal uygulanan yerlerde grevlere önemli sınırlamalar getirilmiştir. Sıkıyönetim olan yerlerde, sıkıyönetim komutanlığı grevleri yasaklama ya da izne tabi tutma yetkisine sahiptir. Bununla birlikte bir dizi sendikal faaliyet yine sıkıyönetim komutanlığı tarafından durdurulabilmekte ya da izne tabi tutulabilmektedir. Olağanüstü hâl uygulanan yerlerde ise, grevler bir aya kadar ertelenebilmektedir. Ayrıca bu karara karşılık sendikanın Danıştay’a başvurma hakkı bulunmamaktadır. Diğer yandan 1982 Anayasası’na göre yasaklanan veya ertelenen grevlerin yeniden başlatılması mümkün olmadığına göre, yukarıdaki durumlarda grevleri sona erdirmek, devletin inisiyatifindedir. 2821 sayılı yasada grev hakkına getirilen yasaklama ve sınırlamalar şöyledir. Grevler banka ve noterlik hizmetlerinde, su, elektrik, havagazı, kömür, tabii gaz ve petrol sondajı- üretimi- tasfiyesi ve dağıtımı işlerinde, kamu kuruluşlarınca yürütülen itfaiye, temizlik işleri ile şehir içi deniz, kara ve diğer raylı toplu ulaştırma hizmetlerinde, cenaze ve cenaze hazırlama işlerinde, can ve mal kurtarma işlerinde aşı ve serum üretim işletmelerinde, hastanelerde, kliniklerde, sanatoryumlarda, prevantoryumlarda, dispanserlerde, eczanelerde, eğitim ve öğretim kurumlarında çocuk bakım yerlerinde ve huzurevlerinde, mezarlıklarda, Milli Savunma Bakanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı’nca doğrudan işletilen işlerde grevlerin yapılması yasaklanmıştır. Bu işlerin dışında kalan alanlarda savaş halinde ve genel veya kısmî seferberlik süresince grev yapılması yasaktır. Ayrıca yangın, su baskını, toprak kayması, veya deprem nedeniyle bir doğal afet olmuşsa, Bakanlar
52
Kurulu bu olayların olduğu bölgelerde ve felaket süresince grevleri yasaklayabilmektedir. Ayrıca hükümet bir grevin “genel sağlığı veya milli güvenliği bozucu” nitelikte olduğunu ileri sürerek, bu grevi 60 gün süreyle erteleyebilir. 1982 Anayasası, bu erteleme döneminin bitiminde uyuşmazlığın Yüksek Hakem Kurulu’nca sonuçlandırılacağı hükmünü getirmektedir. Bakanlar Kurulu’nun bir erteleme kararına karşılık sendika bu kararın bozulması istemiyle Danıştay’a dava açabilir. Karar verilen veya uygulanmasına geçilen bir grevin yasadışı olduğu iddia edilirse işveren, iş mahkemesine başvurabilir. İş mahkemesi hakimi, bu konuda karar verinceye kadar işyerindeki grevi durdurabilir. Bununla birlikte, “grev hakkının iyi niyet kurallarına aykırı tarzda, toplum zararına ve milli serveti tahrip edecek şekilde” kullanıldığı da iddia edilebilir. İşveren veya Çalışma Bakanlığı, bu iddia ile iş mahkemesine başvurabilir. Mahkeme bu müphem gerekçe ile de işyerindeki grevi durdurabilir.
1983 SONRASINDA YAPILAN DEĞİŞİKLİKLER 1983’ten sonra grev hakkına ilişkin iki önemli değişiklik yapıldı. Birincisi, meslek lisesi öğrencilerinin ikincisi ise kamu kesiminde ihtiyaç fazlası erat’ın çalıştırılmasıdır. 1986 yılında kabul edilen 3308 sayılı Çıraklık ve Meslek Eğitimi Yasası’na göre “50 ve daha fazla işçi çalıştıran işletmeler, çalıştırdıkları işçi sayısının % 5’ten az, % 10’dan fazla olmamak üzere meslek lisesi öğrencilerine beceri eğitimi” yaptırır. Bu öğrencilerin-işçilerin sendikaya üye olması ve greve katılması yasaktır. Benzer bir uygulama da kamu kesiminde “ihtiyaç fazlası” erat’ın çalıştırılması hükmüdür. Meslek lisesi öğrencilerinin ve erat’ın fiilen işçi olarak çalıştırılması, grev yapıldığında bu kişilerin grev kırıcı olarak kullanılmasından başka anlam taşımamaktadır. 1988’de çıkarılan 3451 sayılı yasayla yeni düzenlemeler yapılarak, bazı işlere yeni grev yasakları getirilirken, bazı işlerde grev yasakları kaldırılmıştır. 3451 sayılı yasa, termik santrallere kömür veren madenlerin dışında, kömür madenleri işlerine ve temizlik işlerine ilişkin olarak sınırlı grev hakkı tanınmıştır. Ne var ki, üretimi nafta ve tabii gazdan başlayan petro-kimya işlerinde çalışan işçilere grev yasağı getirilmiştir.
GREV KISITLAMALARI Bugün grev aleyhtarı yasa maddeleriyle, ekonomik grev dışındaki grevler yasaklanmıştır.
53
Ekonomik grevin yasal grev olduğu açıklansa da, bu grevin de fiilen etkisizleştirilmesi yönünde birçok hüküm yasada yer almıştır. Bunun yanında ekonomik grev de bazı koşullara bağlanarak zorlaştırılmıştır. İşçi ve işveren arasında toplu sözleşme görüşmeleri yapılırken uyuşmazlık çıkarsa, işçiler hemen greve gidememektedir. Grev hakkının kullanılabilmesi, toplu sözleşme prosedürüne bağlı kılınmıştır. Özcesi, grev hakkı toplu sözleşme düzeninin bir parçası yapılmıştır. Toplu sözleşme prosedürü işçilerin aleyhine işleyen bir süreci kapsayarak, işverenin greve karşı önlemler almasını kolaylaştırmaktadır. Ayrıca prosedür izlenerek grev hakkı doğmasına rağmen bu, grev kararı almak ve yapmak anlamına gelmemektedir. Greve başlanması da bir dizi adımın atılması ve prosedürün izlenmesini gerektirmektedir.(1) Grev kısıtlamaları bunlarla da sınırlı kalmamaktadır. Bazı işkollarında halen grev yasağının bulunması, sıkıyönetim dönemlerinde ve olağanüstü hal durumlarında grev hakkının askıya alınması, işçi sınıfının grev hakkından yoksun kalması ve bu hakkın kısıtlanması anlamına gelmektedir. Bu “politikalarla” sınıfın gücünün etkisizleştirilmesi amaçlanmaktadır. Hükümete grevleri erteleme yetkisinin verilmesi de önemli bir grev kısıtlama hükmüdür. Bunun yanında en önemli grev kısıtlama hükümlerinden biri de Lokavt’tır. Lokavt yasal bir içeriğe büründürülse de, özünde kapitalistlerin işçi sınıfı hareketine karşı kullandıkları en kaba mücadele araçlarından biridir. Lokavt, işçilerin en temel haklarını çiğner. Lokavt, kapitalistlerin işçilerin toplu halde çalışmalarına engel olarak, onları aileleriyle beraber işsizliğe ve açlığa mahkûm etmesi demektir. Lokavt hak degildir, bir toplum suçudur. İşçi sınıfının mücadelesini ve bu mücadelenin biçimlerinden biri olan grevi kısıtlamaktadır. Diğer bir grev kısıtlayıcı uygulama da grev oylamasıdır. Örneğin Tez-Koop-İş sendikası, grev kararını, işçilerin söz ve karar sahibi olması ilkesini hayata geçirerek alır. İşçiler zaten grev kararının alınmasına aktif olarak katılır. Bu durumda, yasada belirtilen grev oylaması, mücadeleyi engellemekten ve sendikal haklarını tehdit etmekten başka bir işe yaramamaktadır.
GREV NEDEN BİR MÜCADELE OKULUDUR? Yukarıda belirttiğimiz “yasal” kısıtlamalara rağmen, grev bir mücadele okuludur. Çünkü grev, bir işçinin birleşerek neler yapabileceğini gösteren en önemli mücadele pratiğidir.
54
Tek başına bir işçi bir su damlacığıysa, birleşen işçi sınıfı bir seldir. Selin gücüne sahiptir. Grev, işçi sınıfına birlik olunmasıyla, nelerin başarılabileceğini gösteren somut bir deneyimdir. Seli yaratanlar kendi güçlerinin farkına varır, bilincine ulaşır. Grev, işçi sınıfına kapitalist devletin ve yasalarının ne olduğunu, neye hizmet ettiğini gösterir. Greve çıkan işçi, dostu ve düşmanı çıplak olarak görür. Yıllarca demogojik bombardıman altında kalan işçi, gerçek değiştirici, dönüştürücü gücünü fark eder. Safını bilir, safında yer alan dostlarını tanır ve anlar. İşçilerin kazandığı bu ve benzeri deneyler, grevleri mücadele okulu haline getirir. Kararlı bir şekilde yürütülen her grevde, işçilerin daha da bilinçlendiği ve mücadele güçlerinin ve şevklerinin arttığı açık bir gerçekliktir.
SON SÖZ Grev işçi sınıfının yürüttüğü önemli bir mücadele biçimidir. Ama işçi sınıfının zengin mücadele yollarından sadece biridir. İşçi sınıfı mücadelesini sadece grevlerle yürütmez. İşçilerin başka sendikal mücadele biçimleri de vardır. İşçi sınıfı, farklı koşul ve konjonktürlerde, farklı mücadele taktiklerini ya bir arada ya da ayrı ayrı kullanabilir. Örneğin, gösteri yürüyüşleri, mitingler, toplantılar, iş yavaşlatma eylemleri, oturma grevleri, imza kampanyaları gibi zengin ve çok değişik mücadele yolları vardır. İşçiler, mücadeleyi yürütmenin öbür yollarına da önem vermelidir. Yalnız grev eylemleriyle kendilerini sınırlamamalıdır. İşçi sınıfı bu mücadeleler içinde çelikleşerek, kendi kaderinin efendisi olma yolunda önemli adımlar atacaktır. Unutulmasın birliğimiz gücümüz, grev silahımızdır!..
55
DÜNYA’DA VE TÜRKİYE’DE SENDİKAL HAREKETİN KISA TARİHİ I. BÖLÜM DÜNYA’DA SENDİKALARIN DOĞUŞU VE GELİŞİMİ 17. yüzyılın sonunda kapitalizm ortaya çıktı. Buharın bulunması, dokuma tezgâhlarının ve benzeri mekanik makinelerin yapılması, üretimin verimliliğini artırırken, büyük fabrikaların kurulmasını beraberinde getirdi. Çok sayıda işçi, tarımdan koparak fabrikalarda çalışmaya başladı. Kapitalizmin ortaya çıkışıyla birlikte toplum sermaye sahipleri (kapitalistler) ve işgücünden başka satacak hiçbir şeyi olmayan işçiler olarak iki temel sınıfa bölündü. Kapitalistler, daha da büyüyebilmek ve gelişebilmek için, işçileri mümkün olduğu kadar düşük maliyetle çalıştırmak istiyorlardı. İş bulmak büyük bir nimetti. İşçi çok, iş alanı azdı. Bu durum işçi ücretlerinin olabildiğince düşürülmesine yol açıyordu. Üstelik, makinelerde çalışmak eskisi gibi hüner ve kol gücü gerektirmiyordu. Kapitalistler bu nedenle, daha ucuza çalıştıkları için çocukları ve kadınları tercih ediyorlardı. İş bulmak kurtuluş değildi! 1800’lü yıllarda yaşama ve çalışma koşulları bugün hayal edemeyeceğimiz oranda ağırdı. O dönemde işçiler, hastalık ve kaza sigortası, emeklilik, yıllık ve haftalık izin, işten atılma tazminatı, iş güvenliği ve iş güvencesi gibi haklara sahip değillerdi. Günde 16 saat, bazen daha fazla çalışıyorlardı. İşçilerin yaşadığı bu ağır koşullar sık sık hastalanmalarına, sakat kalmalarına ve ölmelerine yol açıyordu. Kapitalistler kadın, çocuk, yaşlı demeden işçilerin alın teri ve kanıyla sömürü çarklarını döndürüyor, zenginleşiyor, sermaye biriktiriyorlardı. Devlet, kapitalistlerin çıkarlarını korumaktan ibaret bir güvenlik örgütü gibiydi. İşçilerin en ufak bir hak talebi, büyük şiddet ve terörle bastırılıyordu. Her şeye rağmen, işçiler yaşadıkları sefalete ve makineyle özdeşleşen kapitalist düzene karşı isyanlarını ortaya koydular. Sınıfsal tepki ve öfkelerini makineleri kırarak ve parçalayarak gösterdiler. Adına Ludizm denilen ve Makine Kırıcıları anlamına gelen bu ilk işçi hareketi, işçi sınıfının bilincine ve
56
örgütlülüğüne önemli katkılarda bulundu. Ludizm, vahşi kapitalizme karşı işçi sınıfının ayağa kalkışını ve tahakküme karşı özgürlük tutkusunu gösteriyordu. Hükümetler, makineleri parçalayanlara ölüm cezası vererek bu tür eylemleri önlediler. Kapitalizm bütün vahşiliğiyle gelişiyor, fabrikalar kuruluyordu. Bu, aynı zamanda işçilerin sayısının artması demekti. Benzer kederler yaşayıp, aynı kaderi paylaşan işçiler yavaş yavaş sınıf bilinci kazanarak, ortak davranma eğilimleri içine girdiler. İşçiler arasında birlik ve dayanışma duygusu gelişmeye başladı. İşçiler önceleri dayanışma dernekleri, yardım sandıkları kurmaya başladılar. Başlıca amaçları hastalık, kaza, işsizlik gibi her işçinin her an başına gelebilecek olaylara ya da olası bir ölüm sonrasında, ölen işçinin eşinin dul, çocuklarının yetim kalmasına karşı üyelerine yardımcı olmaktı. İlk başta böylesi bir içerikte kurulan bu oluşumlar zamanla, ücretlerle ve çalışma koşullarıyla ilgilenmeye başladılar. İşçi sınıfı yaparak öğreniyor, öğrenerek de yapıyordu. Bir müddet sonra dayanışma dernekleri ya da yardım sandıkları, sendikal yapılara dönüştü. Dayanışma dernekleri veya yardımlaşma sandıklarının kurulmaları ve faaliyetlerini yürütmeleri kolay olmadı. Bu ilk işçi örgütlenmeleri işverenlerin ve devletin baskılarıyla karşılaştıklarından gizlice kuruluyor, faaliyetlerini de gizlice yürütüyorlardı. Benzer uygulamalar sendikalara karşı da uygulandı. Çıkarılan yasalarla sendikalar yasaklanmaya ve faaliyetleri durdurulmaya çalışıldı. İngiltere’deki 1799-1800 tarihli Birleşme Yasaları bunlardan biriydi. Yasa, sendikal faaliyet yürütenlerin ağır para cezasına çarptırılmasını içeriyordu. Sendikalar, ilk olarak İngiltere’de ortaya çıktı. Sanayi Devrimi’nin beşiği olan İngiltere, aynı zamanda sendikal hareketin geliştiği coğrafya oldu. 18. yüzyılın ortasından sonra İngiltere’de sendikal oluşumlar görülmeye başlandı. İlk sendikalar meslek sendikaları biçiminde kurulsa da, yaygınlaşması ve bütün işçileri kapsaması uzun sürmedi. Sendikaların doğmasıyla birlikte, işçi sınıfının mücadelesi daha da gelişti. İşçiler yaşama ve çalışma koşullarını düzeltmek amacıyla taleplerini daha örgütlü ve ısrarlı savunur hale geldiler. Yaptıkları her eylem bir birikim oldu. Her birikim yeni bir eylemin rahmine dönüştü. İşçiler, bu mücadele içinde taleplerini karşılamak istemeyen işverenlere karşı, bir mücadele silahı olan grevi keşfettiler. Bu tarihsel silah, sınıf bilincinin, birlik ve dayanışma duygusunun gelişmesine paralel olarak güçlendi. İşçi sınıfı bir başka silahı olan genel grevi ortaya çıkardı. İngiltere’de 1824 yılında sendikalar devlet tarafından yasal olarak tanındı.
57
Bu durum sendikal hareketi geliştirse de siyasi iktidarlar, sendikal faaliyetlere engeller oluşturmaya devam etti. Sendikaların lokal düzeyden çıkarak ulusal düzeyde örgütlenişi de İngiltere’de oldu. 1831 yılında kurulan Emeğin Korunması İçin Ulusal Dernek bu yönde atılmış ilk örgütlenme adımlarından biriydi. 1834 yılında Robert Owen, Büyük Ulusal Sendikalar Birliği’ni kurdu. Fransa’da da işçi hareketi gelişmekteydi. 1831’de Lion, 1834’de Paris işçileri, ekonomik ve politik amaçlı sert mücadeleler yürüttüler. 1871 yılında işçiler, Paris’te ilk işçi yönetimini kurarak siyasi mücadeledeki yerlerini ortaya koyan bir pratik gerçekleştirdiler. Fakat bu işçi yönetimi egemen sınıflar tarafından büyük bir terörle bastırıldı. Sert sınıf mücadelelerinin yaşandığı Fransa’da işçi sınıfı sendikal örgütlenme hakkını ancak 1884’te elde edebildi. Önemli sınıf mücadelelerine sahne olan bir diğer ülke de Almanya’ydı. Almanya’da sendikal hareketin ortaya çıkması 19. yüzyılın ortalarında gerçekleşti. 1864’te Uluslararası İşçi Derneği, diğer adıyla I. Enternasyonal kuruldu. Enternasyonalin 1866 Cenevre Kongresi’nde 8 saatlik işgünü çağrısı yapıldı. Amerika Birleşik Devletleri’nde sendikal hareketin doğumu 1860’lı yıllarda oldu. İşçi hareketine önemli katkıları olan, Emeğin Şövalyeleri örgütü ise 1884’te kuruldu. 1 Mayıs 1886 tarihinde Amerika’da Chicago’lu işçiler, ücret düşüklüğünü ve işçilerin örgütlenmesinin baskıyla önlenmesini, iş gününün uzunluğunu protesto etmek amacıyla ve 8 saatlik işgünü talebiyle eylemler yaptılar. Eylemlerin kapitalistler tarafından şiddetle bastırılması sonucu birçok işçi yaşamını yitirdi. Yüzlerce işçi ise tutuklandı. İşçi sınıfı bu katliamı ve genel grevi hatırlatmak için 1 Mayıs’ı işçi sınıfının birlik, mücadele, dayanışma günü ilan etti. O günden bu yana 1 Mayıslar kitlesel biçimde dünyanın her yerinde kutlanageldi. 1 Mayıs, işçi sınıfının taleplerini haykırdığı, gücünü dosta düşmana gösterdiği gün oldu. Amerika’da ilk işçi konfederasyonu AFL-Amerikan Emek Federasyonu 1881 yılında kuruldu. İlk sendikalar, meslek sendikası olarak örgütlendi. Zamanla AFL içinde görüş ayrılıkları yaşandı; bölünmeler oldu. CIO-Sanayi Örgütleri Kongresi’nin yapılması bunlardan biriydi ve işkolu esasına göre örgütlenmeyi savunmaktaydı. Bu iki yapı 1955’te tekrar birleşti. Sendikalarla siyaset ilişkisi tarihsel süreç içinde değişik biçimlerde kendini dışa vurdu. Özellikle işçi sınıfının genel oy hakkını elde etmesiyle pek çok sendika siyasi parti kurma eğiliminde hareket etti. Bu gün Batıdaki birçok işçi partisi ve sosyal demokrat parti, sendikalar tarafından kurulmuştur.
58
Sendikalar 20. yüzyılda etkin örgütlenmeler haline geldi. Kapitalizm 1900’lü yıllara girerken yeni bir aşamaya gelmişti. Serbest rekabetçi dönem kapanmış, “kapitalizmin en yüksek aşaması” diye tanımlanan “emperyalizm çağı” başlamıştı. Bu dönemin en karakteristik özelliklerinden biri, bazı dev şirketlerin bir araya gelerek daha da güçlenmesi ve tekellerin doğmasıydı. Kapitalizmin bu aşamasında, işçi sınıfının üstündeki sömürü daha çok arttı. İşsizlerin sayısı durmadan çoğaldı. Bir avuç tekelci kapitalist zenginliklerine zenginlik katarken, emekçi yığınlar hızla yoksullaştı. Eski tip sömürgeciliğin yerini yeni tip emperyalist sömürgecilik aldı. Gelişmiş kapitalist ülkelerin tekelci şirketleri “üçüncü dünya” ülkelerine sermaye yoluyla girerek bu ülkelerin ekonomilerini kontrolleri altına aldı. Elbette rekabet kalkmadı. Kapitalistler arası rekabet daha üst boyutlara çıktı. Tekeller dünya pazarlarını paylaşmak için kıran kırana yarışa giriştiler. Emperyalist tekeller arasındaki bu çekişme yüzünden I. Dünya Savaşı patlak verdi. Bu savaşın asıl nedeni dünya pazarlarının paylaşılmasıydı. Bu süreçte, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyi de gelişti. 1910 yılında dünyada 3 milyon işçi sendikal örgütlülük içinde yer alıyordu. Bilinçli ve örgütlü işçiler savaşa karşı çıktılar ve barış istediler. Esas savaşın kapitalistlere karşı yürütülmesi gerektiğini savundular. 1912 yılında Fransız Genel-İş Konfederasyonu-CGT yaptığı olağanüstü kongrede, yaklaşmakta olan savaşın, emperyalistler arası çıkar çatışmasından kaynaklandığını açıkladı ve savaşa karşı genel grev çağrısı yaptı. Ve bu eylemi hayata geçirdi. I. Dünya Savaşı’nın son yıllarında Rusya’da, işçi sınıfının diğer emekçi yığınlarla birleşerek iktidara gelmesi 20. yüzyıla damgasını vuran en önemli siyasal-toplumsal gelişme oldu. 1917 Ekim Devrimi’yle Rusya’da dünyanın ilk sosyalist devleti kuruldu. 1918 yılında I. Dünya Savaşı bitti. Savaş sonrasında kapitalizm yeni bir gelişme gösterdi. Adına Fordizm de denilen bant ve yürüyen zincir sistemlerinin fabrikalarda yaygın bir şekilde kullanılmasıyla sömürüyü artırmanın yeni yolları hayata geçirilmeye başlandı. Bu gelişme, uluslararası tekellerin daha da güçlenmesini beraberinde getirdi. Ne var ki, kapitalizmin bunalımı bir süre sonra yeniden kendini gösterdi. Uluslararası işçi sınıfının mücadelesi hızla gelişiyordu. 1920 yılında, dünyada sendikalara üye işçi sayısı 50 milyonu bulmuştu. 1919-1920 yıllarında başta Almanya, Avusturya, Macaristan ve İtalya olmak üzere Avrupa işçi hareketi ayaktaydı. Ne var ki, işçi sınıfının iktidara yürüyüşü, yenilgiyle sonuçlandı.
59
1920’lerin ortalarına gelindiğinde İngiltere’de işçiler harekete geçiyordu. İngiliz işçi sınıfının 1926 yılında gerçekleştirdiği genel grev, ülkedeki tüm toplumsal dengeleri sarstı. Grev, dünya işçi sınıfının mücadelesine yeni birikimler kazandırdı. Kapitalist sistem, kendi iç çelişkileri yüzünden buhranlardan kurtulamıyordu. Bir avuç tekelcinin kâr hırsı nedeniyle bir yandan kapitalizmin genel buhranı durmadan derinleşiyor, öte yandan her 10-15 yılda bir keskin bunalımlar patlak veriyordu. 1929 yılında kapitalist ülkelerde büyük bir ekonomik bunalım başgösterdi. İşsizlerin sayısı olağanüstü büyüdü. Mal stokları yığılmıştı. Kapitalistler üretimi yavaşlattılar, yer yer durdurdular. Bu duruma karşın, geniş halk yığınları sefalet içinde kıvranıyordu. Fakat kapitalistler ve onların siyasi iktidarları, halkın satın alma gücünü yükseltmeye yanaşmıyorlardı. 1930’lu yılların sonuna doğru dünya hızla yeni bir savaşın eşiğine geldi. 1939’da II. Dünya Savaşı başladı. II. Dünya Savaşı’nın çıkış nedeni birincisiyle aynıydı. Dünya pazarlarının emperyalist tekeller tarafından yeniden paylaşılması... Tekelci sermayenin en baskıcı ve en kanlı diktatörlüğü demek olan Faşizm İtalya’da Mussolini ile, Almanya’da Hitler’le, İspanya’da Franko ile iktidardaydı. Büyük provokasyonlar düzenleyerek iktidarı ele geçiren faşist rejimler, geniş ordular kurdular ve istilaya giriştiler. Alman Nazi orduları 1939’da Avrupa’nın çeşitli ülkelerini işgale başladı. Uluslararası işçi sınıfı hareketi, sendikaların yasadışı ilan edilmesine rağmen anti-faşist direnişte önemli rol oynadı. Avrupa’da Nazilerin işgal ettiği pek çok ülkede işçi sınıfı faşizme karşı direnişe geçti. Faşizm yüzünden milyonlarca insan can veriyordu. Ancak faşizmi kaçınılmaz bir yenilgi bekliyordu. Nazi Almanya’sına son öldürücü darbe 1 Mayıs 1945’te indirildi. 1945’te savaş bittiğinde faşizmin belkemiği kırılmıştı. İnsanlık yaşadığı karanlık bir olaydan kurtularak, demokratik bir havayı solumaya başladı. 1945 yılında dünyada 64 milyon işçi sendikalarda örgütlüydü. Yaşanan savaş ve etkileri, işçi sınıfının uluslararası birlik ve dayanışmasını daha da güçlendirmesi gerektiğini ortaya koymuştu. Daha savaşın içinde (1943’te) bu yönde İngiliz ve Sovyet sendikaları tarafından çalışmalar yürütülmeye başlandı. Bu yönde ortak bir komite kuruldu. Komite, ICFTU - Uluslararası Sendikalar Federasyonu’na dünya çapında bir kongre toplanması çağrısında bulundu. Bu federasyonun kökleri, 1903 yılında kurulan Uluslararası Sendikalar Sekreterliği’ne dayanmaktaydı. Sekreterlik 1913 yılında Uluslararası
60
Sendikalar Federasyonu’na dönüştü. Federasyonun I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla faaliyetleri zorunlu olarak durdu. Yeniden faaliyete başlaması 1919 yılında gerçekleşti. Bu dönemde federasyonun Avrupa ve ABD’deki üye sayısı 18 milyona yaklaşmıştı. Bu sayı 1939’da 20 milyona ulaştı. Böylesi bir gelişim süreci yaşayan Uluslararası Sendikalar Federasyonu’nun öncülüğünde 1945 yılında bir kongre toplandı. Şubat 1945’te gerçekleşen kongreye, 35 ülkeden 50 milyon işçiyi temsil eden sendikalar katıldı. 3 Ekim 1945’te, Paris’te, 58 ülkeden 64 milyon işçiyi temsil eden 272 sendikanın katıldığı genel kurulda, Uluslararası Sendikalar Federasyonu feshedilerek, WFTU - Dünya Sendikalar Federasyonu kuruldu. Dünya Sendikalar Federasyonu, kapitalist ülkelerdeki sendikalar ile sosyalist ülke sendikalarını aynı uluslararası örgütün çatısı altında toplama başarısı gösterdi. Fakat uluslararası sendikal hareketin bu birlikteliği, ABD ve Sovyetler Birliği arasında 1947’de başlayan soğuk savaşla sona erdi. II. Dünya Savaşı sonrası, ABD emperyalizmi dünyanın efendiliğine soyunarak, uluslararası düzeyde hegemonik bir güç olma yönünde politikalar izledi. Ünlü Marshall Planı bu dönemde devreye sokuldu. ABD, Marshall Planı’yla Kıta Avrupası’nın savaş sonrasında ekonomik yeniden yapılanmasını sağlayarak, kendi egemenliğini pekiştirmeyi amaçlamaktaydı. Bağımsız ve ilerici sendikalar Marshall Planı’nın bir emperyalist politika olduğunu ve Sovyetler Birliği ve Avrupa ülkelerinin varlığına yönelik bir saldırı içeriği taşıdığını ileri sürerek, plana karşı tavır aldılar. Fakat, Dünya Sendikalar Federasyonu içindeki ABD, İngiltere ve Hollanda kökenli sendikalar, planı destekleyen bir tutum içine girdiler. Marshall Planı’na yaklaşım ve Soğuk Savaş politikaları uluslararası sendikalarda bölünmelere yol açtı. 1949 yılında ABD, İngiltere ve Hollanda kökenli sendikalar, Dünya Sendikalar Federasyonu’ndan ayrılarak yeni kurulan bazı sendikalarla birlikte ICFTU-Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nu kurdular. I. Dünya Savaşı sonrası kurulan uluslararası sendikal örgütlenmelerden biri de, 1946 yılında kurulan Uluslararası Hırıstiyan Sendikalar Konfederasyonu’ydu. Konfederasyon, 1920 yılında kurulan ve 10 ülkeden 3,5 milyon işçiyi temsil eden IFCTU-Uluslararası Hıristiyan Sendikalar Federasyonu’na dayanmaktaydı. Örgütün adı, 1968 yılında yapılan kongresinde WCL - Dünya Emek Federasyonu olarak değiştirildi. Soğuk Savaş dönemi içinde (1947-1990 arasında) uluslararası sendikal
61
örgütlenmeler arasında ciddi sorunlar ve rekabet yaşandı. Soğuk Savaş’ın sendikal alana yansımasının bir sonucu olan bu durum, ağırlıkla kendini Dünya Sendikalar Federasyonu’yla Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu arasında gösterdi. 1990’lı yıllara kadar bünyesinde 11 uluslararası işkolu federasyonunu ve 206 milyon işçiyi barındıran Dünya Sendikalar Federasyonu, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki rejimlerin çöküşüyle hızlı bir zayıflama sürecine girdi. Bugün dünyada üç önemli uluslararası sendikal örgütlenme bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi Dünya Sendikalar Federasyonu’dur. Diğerleri ise Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Federasyonu ve Dünya Emek Federasyonu’dur. Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Federasyonu bugün 141 ülkeden 206 sendikal merkezde örgütlü 125 milyon işçiyi temsil etmektedir. Ayrıca Konfederasyonla bağlantılı çeşitli işkolu federasyonları vardır. Ülkemizde Türk-İş, DİSK, Hak-İş ve KESK Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Federasyonu’na üyedir. Dünya Emek Federasyonu ise 113 ülkede 26 milyon civarında işçiyi temsil etmektedir. Konfederasyona bağlı 9 uluslararası işkolu federasyonu bulunmaktadır. Bugün Dünya Sendikalar Federasyonu’nun etkisizleşmesiyle, sendikal aktivite ağırlıkla Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Federasyonu tarafından yürütülmektedir. İki konfederasyonun sendikal mücadele içinde yer yer işbirliği görülmektedir. Kapitalizmin yeniden yapılandığı ve işçi sınıfına yoğun saldırılar gerçekleştirdiği günümüz koşullarında, uluslararası sendikal hareket ciddi bir kriz yaşamaktadır. Sendikal hareketin geleneksel refleksleriyle bu krizi aşması mümkün değildir. Sendikal hareket, sınıflar mücadelesinin yeni momentine uygun politikalar ve örgütlenme modelleri geliştirmelidir. Bugün dünyanın birçok ülkesinde sendikal özgürlükler kısıtlansa da, binlerce sendikal aktivist üzerinde baskılar sürse de, hatta bazıları katledilse de, işçi sınıfının en temel örgütlenmelerinden biri olan sendikalar, işçi sınıfı var olduğu sürece varlığını sürdürecektir. Unutulmasın ki, sınıflar mücadelesinin her momenti, farklı zenginliklerin ve yaratıcılıkların ortaya çıktığı süreçleri ifade eder. Şimdi görev, yaşadığımız yeni momentin ve 21. yüzyılın sendikal oluşumlarını ortaya çıkarmaktır. İşçi sınıfının tarihi ve deneyimleri bugüne ışık tutmaktadır.
62
II. BÖLÜM TÜRKİYE’DE SENDİKAL HAREKETİN GELİŞİMİ (CUMHURİYET ÖNCESİ) Türkiye’de sanayileşme, Batı ülkelerinden daha sonra gerçekleşti. İlk fabrika 1835 yılında kuruldu. Türkiye işçi sınıfı, doğuşundan itibaren, yaşama ve çalışma koşullarını geliştirmek için mücadeleye başladı. Mücadele daha filizlenme halindeyken çeşitli resmi engellemelerle karşılaştı. 1845 yılında çıkarılan Polis Nizamnamesi bu baskılardan ilkiydi. Bir baskı yasası niteliğinde olan nizamname, işçi derneklerinin yok edilmesini, topluca işi bırakanların cezalandırılmasını içermekteydi. İlk fabrikanın kuruluşundan on yıl sonra çıkan bu düzenleme Kıta Avrupası’nda burjuvazinin kazandığı deneyimlerin Osmanlı topraklarına yansımasından başka bir anlam taşımıyordu. Osmanlı topraklarında sanayinin geliştiği sektörlere bakıldığında ve bu sektörlerde yabancı sermayenin belirleyici rolü görüldüğünde, daha embriyo halindeki işçi sınıfının üzerine sert önlemlerle gidilmesinin nedenleri de ortaya çıkmaktadır. Fakat çıkarılan yasalar tarihsel ve toplumsal gelişimi engelleyemedi. Yasağa rağmen, işçi sınıfı bağımsız çizgisinde yürümeye, çeşitli eylemler ve örgütlenmelerle gelişmeye devam etti. Önce yardımlaşma dernekleriyle bir araya gelen işçiler, giderek kendi örgütlenmelerini yaratmaya başladılar. Birçok kaynakta 1871 yılında kurulduğu ileri sürülen ve ilk işçi örgütü olduğu iddia edilen Ameleperver Cemiyeti, gerçek bir işçi örgütü değildi. Bu örgüt, 1 Nisan 1866 tarihinde kurulmuş olan bir yardımsever derneğiydi ve gerçek adı Amelperver Cemiyeti’ydi. Bilinen ilk sendika türü örgütlenme ise, İstanbul’da Tophane fabrikasındaki işçilerce gizli olarak kurulan Amele-i Osmani (Osmanlı Amele) Cemiyeti’dir. Osmanlı topraklarında yapılan ilk grev ise 1872 yılında gerçekleşti. Kasımpaşa tersanesi’nde çalışan 600 işçi, ücretlerini alamadıklarından dolayı greve başladı. İşçiler grevi başarıyla bitirdi. 1872’den 1908’e kadar İkinci Meşrutilet’in ilanına kadar geçen dönemde, 23 grev olayı yaşandı. Bu grevler ağırlıkla tersanelerde, demir ve deniz yollarında, mağazalarda, tütün işletmelerinde gerçekleşti. Ücretlerin düşüklüğü, ustabaşı baskıları ve hafta sonu tatil talepleri grevlerin nedenlerini oluşturdu.
63
1908 yılı Temmuz’unda II. Meşutiyet ilan edildi. Yani padişahın mutlak iradesi, yerini, aynı zamanda meclisin de bulunduğu meşruti bir rejime terk etti. Yani kısıtlı da olsa, demokratik bir gelişme söz konusuydu. 1908 yılının bir başka özelliği de, emperyalizmin Türkiye’de önemli ölçüde kök salmış olmasıydı. Birçok yabancı şirket, değişik alanlarda faaliyet gösteriyordu. 1908 yılının Ağustos ve Eylül ayları grevlerle geçti. İki ay içinde 30’a yakın grev oldu. Grevlerin bir kısmı, yabancı sermayeye ait işyerlerindeydi. Yabancı sermaye bu grevlerin engellenmesini istedi. Grevleri yasaklayan Polis Nizamnamesi yürürlükteydi ama yetmiyordu. Zamanın iktidarı daha kuvvetli bir mevzuata ihtiyaç duydu. İhtiyaç, Tatil-i Eşgal Kanunu Mukavkati ile sağlandı. Bu kanun, kamuya yönelik hizmetlerde çalışan işçilerin sendikalaşmasını yasakladı. Grevleri yasaklamasa da sınırlamalar getirdi. Greve çıkabilmek bir ön uzlaşma sürecinden geçme koşuluna bağlandı. 1909 yılında 31 Mart olayı üzerine ilan edilen sıkıyönetim de, iktidarın işçi sınıfı üzerinde çeşitli kısıtlamalar getirmesine uygun zeminler hazırladı. I. Dünya Savaşı sırasında çalışma koşulları çok ağırlaştı. İşçilerin mücadelesinde gerilemeler görüldü. Bunun nedeni, Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı’nın etkisiyle ülkede yaşanan anti demokratik ortamdı. Bunun yanı sıra, işçi sınıfının nicel durumu ve işçiler arasında din ve etnik köken farklılıklarının bölünmelere yol açması, işçilerin kır’la temaslarının sürmesi, topraktan tam olarak kopmaması, ağırlıkta ilk kuşak işçi olmaları, işçilik geleneğinin ve bilincinin yerleşmemesine neden olmaktaydı. Her şeye rağmen işçi sınıfı emperyalist işgale ilk karşı koyan güç oldu. İstanbul, İzmit ve İzmir’de kurulan silahlı işçi çeteleri emperyalist işgalcileri rahat bırakmadı. Bu gruplar, cephanelikleri bastılar, Anadolu’ya silah kaçırdılar. İşçi sınıfı bu örgütlenmelerle birlikte, yabancı sermayeyle kurulmuş işyerlerinde işgali protesto eden anti-emperyalist içerikli grevler yaptı. İşgal yıllarında 1 Mayıs kutlamaları gerçekleştirildi. I. Dünya Savaşı’nın bitmesinin ardından İstanbul ve yöresinde sendikal faaliyette yeniden bir canlanma görüldü. 1918 yılından itibaren işgal altındaki İstanbul’da çeşitli sendikalar kuruldu. Bunların bir bölümü siyasi yönlendirme altındaydı, bir bölümünü işverenler denetliyordu, bir bölümü ise, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen sendikalardı. İstanbul’daki işgal kuvvetleri arasındaki çelişkiler ve işgal kuvvetlerinin kendi ülkelerinde sendikal hakların önemli ölçüde tanınmış olmasının getirdiği hoşgörü ortamı, sendikaların çalışmalarını kolaylaştırdı.
64
Ayrıca yaşanan savaşların çalışma ve yaşama koşullarında meydana getirdiği gerileme de, sendikalara duyulan ihtiyacı artırmıştı. Bu ve benzeri nedenlere bağlı olarak, 1919-1922 yıllarında sendikalar kuruldu ve önemli grev ve grev dışı eylemler gerçekleşti.
CUMHURİYET DÖNEMİ: 1923-1946 YILLARI İmparatorluk yıkılmış, yerine Cumhuriyet kurulmuştu. Devleti yönetme artık babadan oğla geçmeyecek, halk kendi yöneticilerini seçecek, yasalar mecliste yapılacaktı. 1923 yılında İzmir’de yapılan İktisat Kongresi bir anlamda Türkiye’nin izleyeceği yolu -kalkınma yolunu- belirliyordu. Türkiye’nin izleyeceği yol kapitalizm olarak kararlaştırıldı. Ülkenin doğusunda patlak veren bir isyanın hemen ardından, 1925 yılında Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı. Bu kanunla “sükûnu sağlamak” üzere hükümete her türlü cemiyeti kapatmak yetkisi verildi. İşçi sınıfının siyasal ve sendikal örgütleri yasaklandı. Daha önceki yıllarda işçi bayramı olarak kutlanan 1 Mayıs da 1925’de yasaklandı. 1 Mayıs 1935 yılında çıkarılan bir kanunla “Bahar ve Çiçek Bayramı” olarak ilan edildi. Ceza Kanunu’nda yapılan değişikliklerle de, örgütlenme özgürlüğünü sınırlayan yasaklar pekiştirildi. Mussolini’nin iktidarda olduğu faşist İtalya’da Zanardelli Kanunu adıyla anılan kanundan aynen aktarılan Türk Ceza Kanunu’nda iki defa değişiklik yapıldı. 1933’te yapılan değişiklikle, grevleri teşvik edenler için ağır cezalar getirildi. 1936’da yapılan değişiklik ise 141.142. maddelerin ceza yasasına girmesi yolundaydı. Sendikalar dahil, her türlü sınıfsal örgütlenme ve propaganda yasaklanıyordu. 1936’da İş Kanunu çıkarıldı. Bu kanunla, sendikaların yerine işçi temsilcilikleri getiriliyordu. 1938’de Cemiyetler Kanunu çıkarıldı. Cemiyet kurmak serbest oldu. Ama sınıf esasına dayanan cemiyetlerin kurulması yasaktı. Yani her türlü cemiyet kurulabilirdi; fakat işçi örgütü kurulamazdı. 1939’da başlayan II. Dünya Savaşı boyunca, işçiler için zorunlu fazla mesai uygulaması getirildi. Çalışma koşulları daha da ağırlaştı. I. Dünya Savaşı’ndan tüm dünya işçi sınıfının ve faşizme karşı güçlerin zaferle çıkmasından sonra, 1945 Haziran’ında, Cemiyetler Kanunu’nda değişiklikler yapılarak sınıf esasına dayanan cemiyetlerin kurulması serbest bırakıldı. İşçilerin sendika kurma özgürlüğüne kavuşmalarıyla ortaya çıkan çok sayıda sendika, iktidarı
65
telaşa düşürdü. 1946 Aralık ayında sıkıyönetim ilan edildi. Sıkıyönetim bütün işçi kuruluşlarını kapatma ve yöneticilerini mahkemeye verme kararı aldı. 1925-1946 döneminde işçilerin üzerindeki bu baskıların yanında, yaşanan konjonktürün etkileri ve sınıfın bazı özellikleri, sendika kurma doğrultusunda güçlü bir eğilimin doğmasını engelledi. Bu etkenleri kısaca belirtirsek: Trablus ve Balkan Savaşlarının ardından I. Dünya Savaşı ve Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın yaşanması ülkeyi ekonomik olarak çökme noktasına getirmiş, on binlerce genç bu savaşlarda yaşamını yitirmiş, birçok insan savaşlar süresinde hastalıktan ölmüştü. Bu yıllarda nüfus az, toprak çoktu. Yine o yıllarda vasıflı bir işçi çok rahatlıkla kendi dükkânını açabiliyor, eli kürek ve saban tutabilen bir kişi, kolayca toprak sahibi olabiliyordu. Osmanlı İmparatorluğu döneminde, vasıflı işçilerin büyük bölümünü oluşturan Rumlar ve Ermeniler savaş sonrasında ülkeyi terk etmişlerdi. Sendikaların genellikle vasıflı işçiler tarafından kurulduğu düşünülürse, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, işçi sınıfı içindeki en nitelikli, becerili ve vasıflı kesimler “memur” adı altında ayrıldı. Bu kesime, 1926 yılında kabul edilen Memurin Kanunu ve sonrasında kabul edilen bazı kanunlarla ayrıcalıklar tanındı. Bu kanunlarla memur olan olan kişinin hayatı güvence altına alınmış oluyordu. İşçi sınıfının en eğitimli ve becerili kesiminin “memur” adı altında bölünerek, önemli ayrıcalıkları olan “işçi aristokratı”na dönüştürülmesi, sendikalaşma eğilimini ciddi biçimde geriletti. Bu yıllarda işçi sınıfının önemli bir kesimi kamu işletmelerinde işçi olarak çalışıyordu. Kamu kesimi işyerlerinde işçilik yapmak da, belirli bir ayrıcalık olarak görüldü. Kamu sektöründe yeni fabrikaların açılması, işçi ihtiyacını beraberinde getiriyordu. Bu fabrikalara işçi çekebilmek ve işyerinde tutabilmek için, işçilere iç yönetmeliklerle düzenlenen bazı haklar tanınmak zorunda kalınmıştı. Kamu işyerlerinde, hukuk dışı uygulamaların nispeten azlığı (ya da dikkat edilmesi) yasaların işçi lehine olan hükümlerinin büyük ölçüde uygulanmasını beraberinde getirdi. Bu ve benzeri özellikler, kamu kesiminde çalışan işçilerde bilinç ve örgütlenme anlamında bazı yanılsamalara neden oldu. Ayrıca, bu dönemdeki işçilerin önemli bir bölümü ilk kuşak işçiydi. Sendikal mücadele geleneği ve alışkanlığı yoktu. İşçi sınıfı 20. yüzyılın ikinci yarısına bu birikim ve özellikleriyle girdi.
66
1946’DAN 1960’A Türkiye işçi sınıfının yüz yıllık mücadelesi yanında, dünya işçi sınıfının kazanımları ve II. Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası ve Mussolini İtalyası’nın yenilmesinin uluslararası düzeyde yarattığı demokratik atmosfer, egemen sınıfları sendika kurma hakkını tanımak zorunda bıraktı. Sınıf esasına dayalı cemiyet kurma yasağı kaldırıldı. 1946 yılında kurulan Çalışma Bakanlığı’nın hazırladığı taslağın kabulüyle, 1947 yılında Sendikalar Kanunu çıkarıldı. Sendikalar yasal olarak tanındı. 1946 yılında 5018 sayılı İşçi Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkındaki Kanun, iki İngiliz uzmanın tavsiyeleri göz önünde tutularak hazırlandı. Yasa, sendikaları tanısa da, sendikalara toplusözleşme ve grev hakkı tanımayarak, onları temel işlevlerinden yoksun bırakmaktaydı. Ayrıca sendikaların siyasal faaliyet yürütmelerine önemli yasaklar getiriyor, sendikaların uluslararası kuruluşlara üye olmaları Bakanlar Kurulu’nun iznine bağlanıyordu. Yasa bir anlamda sendikaları siyasi iktidarın denetimi altında tutmayı amaçlamaktaydı. Yine de yasa, istenilen sendikaya üye olunmasını ve aynı işkolunda birden fazla sendika kurulabilmesini güvence altına almaktaydı. Yasanın çıkmasından sonra uzun süre sendikal örgütlenmelere karşı çıkan CHP, bu tavrını hemen değiştirerek(!) İşçi Bürosu adı altında bir örgütlenmeye gitti. CHP, bu büro aracılığıyla sendikaları kendi paralelinde örgütlemeyi hedefledi. Özellikle İşçi Bürosu aracılığıyla kamu kesimi işyerlerinde sendikalar örgütlenmeye başladı. CHP, işçi sınıfının bağımsız örgütlenmesinin önünde engel olarak, kendi güdümünde ya da etki alanında sendikalar oluşturmaya çalıştı. Çalışma Bakanlığı’nın kasasındaki ceza paralarından sendikalara kaynak aktardı. Halkevleri ve benzeri kuruluşlardan sendikaların masa ve sandalye ihtiyaçları karşılandı. Yeni kurulan sendikaların tüzükleri, bu kuruluşların tüzükleri örnek alınarak hazırlandı. İşçi yardımlaşma dernekleri vb. kuruluşların bazıları sendikalara dönüştürüldü. 1946 yılı ve sonrasında kurulan sendikalar ağırlıkla işyeri sendikasıydı. Bir kısmı ise belirli yerdeki ya da yöredeki işçileri örgütleyen yerel sendikalardı. Bu yapılar aynı zamanda iki tür üst örgütlenme içinde oldular. İşkolundaki sendikalar federasyon örgütü içinde yer alırken, aynı bölgede ya da yörede farklı işkollarında faaliyet yürüten sendikalar ise, sendikal birlikler içinde yer aldı. Örneğin çeşitli illerde kurulan taşıt işçileri sendikaları, Türkiye Taşıt İşçileri Federasyonu altında bir araya gelirken, yine farklı illerde örgütlenmiş tekstil işçileri TEKSİF’i kurdular.
67
Sendikal birlikler içinde öne çıkan yapı ise İstanbul İşçi Sendikaları Birliği oldu. Bu sendikal oluşumların 1946-1952 yılları arasında yürüttüğü çabalar, 31 Temmuz 1952’de TÜRK-İŞ’in kurulmasını sağladı. 1945’ten sonra en göze çarpan gelişmelerden biri de, çeşitli siyasi partilerin kurulması oldu. Türkiye’de İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan nispi demokratik ortamın ürünü olan bu gelişme sonunda DP, TSP -Türkiye Sosyalist Partisi- ve TSEKP -Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi gibi siyasal yapılar kuruldu. 1945 yılında kurulan DP, CHP’ye karşı muhalefetteyken her ne kadar toplusözleşme, grev hakkı ve geniş özgürlükler vaat etse de hatta programına alsa da, iktidara geldiğinde vaatlerinin hiçbirini yerine getirmedi. Bu da yetmezmiş gibi, sendikal faaliyeti kendi denetimi altına almak yönünde politikalar izledi. CHP’nin izlediği politikalar da oldukça ilginçti. İktidarda olduğu dönemde grev hakkına şiddetle karşı çıkan CHP, 1950 yılında iktidardan düşmesiyle birlikte grev hakkını savunmaya başladı. Hatta grev hakkını programına alarak işçi sınıfına şirin gözükmeye çalıştı. DP ve CHP ve daha sonra birçok siyasi parti, sayısal olarak giderek büyüyen işçi sınıfına bir oy deposu ya da potansiyel seçmen kitlesi olarak yaklaştı. Bu partiler, sınıfın her türlü bağımsız örgütlenme ve mücadele çabasını bir taraftan engellemeye çalışırken, diğer taraftan çeşitli vaatlerle işçi sınıfını kandırmaya ya da yanılsamalar içine sokmaya çalıştı. İzlenen bu politikalar da etkili sonuçlar yarattı. Bunun temel nedeni; Türkiye işçi sınıfının Batı işçi sınıfından farklı olarak siyasal mücadele geleneğinin zayıflığı ve kendi siyasal partisini oluşturamayışıdır.
TÜRK-İŞ’İN KURULUŞU Türkiye’de 1948’den sonra sendikaların ve sendikalı işçilerin sayısı orantısal olarak arttı. 1948’de toplam sendika sayısı 73, sendikalı işçi sayısı ise 52 bindi. 1952 yılına gelindiğinde ise sendika sayısı 248’e yükselirken, sendikalı işçi sayısı 130 bine ulaştı. Bu gelişme doğal olarak ulusal düzeyde üst bir örgütlenmeyi koşulladı; işçi sınıfının arayışları bu doğrultuda gelişti. Bu birikimler, 31 Temmuz 1952’de Türk-İş’in kurulmasını beraberinde getirdi. Türk-İş’in kuruluşunda uluslararası düzeyde iki kutuplu dünyanın yarattığı makro dengelerinin etkisi de oldu. Soğuk Savaş refleksleri sendikal alana da yansıdı. Bu bağlamda uluslararası düzeyde Latin Amerika ve Doğu Asya’daki birçok ülkede aynı tarihlerde Türk-İş benzeri oluşumların kurulması dikkat çekmektedir. Türk-İş ağırlıkta kamu kesiminde örgütlendi. O dönemde sanayinin de
68
geliştiği alan kamu kesimiydi. Grev hakkının olmadığı, siyasi özgürlüklerin sınırlandığı koşullarda kurulan ve örgütsel dayanakları kamu kesimi olan Türk-İş’in siyasi iktidarla ilişkisi kutuplaşmaktan öte, diyalog ve karşılıklı etki çerçevesinde gelişti. Türk-İş’in 1954 yılına kadar hükümetle ilişkilerinde önemli sorunlar yaşanmadı. Bunun temel nedeni ülkenin yaşadığı ekonomik büyüme ve siyasal iktidarın bu büyümeye bağlı olarak işçilere bazı hakları verebilecek konumda olmasıydı. Türk-İş 1955’ten sonra siyasi iktidar tarafından sıkıştırılmaya, etkinliği azaltılmaya çalışıldı. 1957 yılında Türk-İş başkanlığına Demokrat Parti üyesi bir başkanın seçilmesi, konfederasyonun hükümetle uyumlu politikalar geliştirmesine ve ilişkilerinin ılımlı yürütülmesine yol açtı. Türk-İş 1960 yılında Uluslararası Hür İşçi Sendikaları KonfederasyonuICFTU’ya üye oldu.
27 MAYIS 1960’DAN 12 MART 1971’E 1960 yılında, 27 Mayıs hareketi’yle DP iktidardan düşürüldü. 1961’de halk oylamasıyla yeni anayasa kabul edildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin en demokratik anayasası olan 1961 Anayasası’nda toplusözleşme ve grev hakkı tanındı. Fakat bu hakların bir yasayla düzenleneceği belirtildi. Ayrıca, işçi sınıfının “memur” adıyla istihdam edilen kesimlerine de sendikalaşma hakkı tanındı. İstanbul İşçi Sendikaları Birliği, 31 Aralık 1961’de kamuoyunun dikkatini işçi sendikalarına çekmek ve anayasada yer alan hakların kullanılmasını sağlamak amacıyla, Saraçhane’de 100 bin -bazı verilere göre 200 bin- kişinin katıldığı bir miting düzenledi. 1961’deki önemli gelişmelerden biri de Türkiye İşçi Partisi-TİP’in kuruluşu oldu. TİP, İstanbul İşçi Sendikaları Birliği’nin çeşitli organlarında yer alan bazı sendikacılar tarafından kuruldu. 1963’te Maden-İş, Kavel Kablo Fabrikası’nda greve gitti. Grev işyerinde çalışma koşullarının düzeltilmesi ve Toplusözleşme ve Grev Kanunu’nun çıkması için kamuoyu oluşturmayı hedeflemekteydi. Grev başarılı oldu. Kanun çıkmamasına karşın işveren, sendikayla sözleşme imzalamak zorunda kaldı. Grev kamuoyunda geniş yankı buldu. Bu etkiyle TBMM 24 Nisan 1963 günü, 274 sayılı Sendikalar Yasası’nı ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası’nı çıkarmak zorunda kaldı. Bu yasa Anayasa’da yer almamasına rağmen lokavt hakkını da getiriyordu. Yasa bu olumsuzluğu içinde taşısa da, sendikal hareketin gelişip
69
güçlenmesini sağlayan olanakları bünyesinde barındırmaktaydı. 1960 sonrasında nicel ve nitel olarak hızla gelişen işçi sınıfı, Kavel greviyle kendi öz gücünün farkına vardı, doğrudan eylemin önemini kavradı. Kavel grevi Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihinde bir kilometre taşı işlevi gördü. TİP’in kurulması ve 1965 genel seçimlerinde başarı göstererek meclise girmesi, Türk-İş’in içinde kutuplaşmaları yarattı. Türk-İş’te TİP’li sendikacılara karşı AP-CHP ittifakı oluştu; 1966 yılında yapılan Türk-İş’in 7. genel kurulunda TİP’li sendikacılar yönetim dışında kaldılar. 1966’da gerçekleşen Paşabahçe grevi, Türk-İş içinde yeni tartışmalara yol açtı. Grevi destekleyen bazı sendikalar Türk-İş’ten ihraç edildi. Türk-İş’ten ihraç edilen ve aralarında bağımsız sendikaların bulunduğu Maden-İş, Lastik-İş, Gıda- İş ve Zonguldak Yeraltı Maden-İş sendikaları 13 Şubat 1967’de DİSK’i kurdular. Bu sendikaların yöneticileri ağırlıkla TİP yanlısı bir politik tutum içindeydiler. Bu süreç sendikal harekette bir yol ayrımını işaretlemekteydi. Türkiye’de 1965 sonrası toplumsal muhalefet, hayatın bu alanında yükseldi. İşçiler, köylüler, öğrenciler anti-emperyalist bilinçle “Bağımsız Demokratik Türkiye” şiarını öne çıkararak, muhalefetlerini ortaya koydular. Türkiye işçi sınıfı 1969 yılında Alpagut Maden işçilerinin kendiliğindenci bir şekilde işletmeye el koymalarıyla tarihindeki ilk özyönetim deneyimini gerçekleştirdi. İşçi sınıfı hem üretici, hem de yönetici bir güç olduğunu bu pratikte ortaya koydu.
1970’Lİ YILLAR 1970 yılında AP iktidarı, CHP’li bazı parlamenterlerin de desteğiyle, 274 sayılı Sendikalar Yasası’nda ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt yasasında değişiklikler yapmak istedi. 274 sayılı yasada yapılmak istenen değişiklikle, DİSK’in kapatılması amaçlandı. Fakat yasa değişikliğine işçi sınıfının tepkisi sert oldu. 15-16 Haziran gününde DİSK’li işçilerle birlikte Türk-İş üyesi olan işçiler genel direnişe başladı. Bazı rakamlara göre 70 bin, bazılarına göre 100 bin işçi harekete geçti. Caddeler, sokaklar işçilerle doldu. Uzun işçi yürüyüşleri gerçekleşti. Bazı yerlerde güvenlik güçleriyle işçiler arasında çatışma çıktı. Çatışmalar sonucunda 3 işçi yaşamını yitirdi. Eylemlerin büyümesi karşısında sıkıyönetim ilan edildi. Daha sonra Anayasa Mahkemesi hazırlanan yasayı iptal etti. 1970 yılındaki gelişmelerden biri de, Milliyetçi Hareket Partisi’nin çizgisinde Milli-İş’in kurulması oldu. Daha sonra örgütün adı MİSK’e çevrildi.
70
Toplumsal mücadeledeki yükseliş, egemen sınıfları harekete geçirdi. Emekçi yığınların kendi geleceği üzerinde söz sahibi olması, 12 Mart askeri darbesiyle engellenmeye çalışıldı. 12 Mart, açık baskı ve şiddet dönemiydi. İşçi sınıfının örgütsel gelişimi engellenmeye, ekonomik- demokratik kazanımları gasp edilmeye çalışıldı.
İŞÇİ SINIFI YENİDEN GÜÇLENİYOR 12 Mart askeri müdahalesi, sendikal hareketin gelişimine önemli darbeler vurdu. Halk oylamasıyla kabul edilmiş olan 1961 Anayasası değiştirildi. Demokratik örgütler kapatıldı. Başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi yığınların örgütlenme ve eylem olanakları geriletildi. Türkiye’nin yaşadığı bu karanlık süreç, 1971 yılından 1973 yılına kadar devam etti. Ekim 1973 seçimleri bir anlamda 12 Mart döneminden çıkışı işaretledi. Bu dönemden sonra toplumsal kesimlerin bütününde yeniden bir hareketlenme başladı. Özgür ve demokratik bir ortamın yaratılmasına yönelik çabalar yoğunlaştı. İşçi sınıfı bu çabaların ekseninde yer almaktaydı. Sendikal örgütlenme faaliyetleri gelişiyor, kamu kesiminde ve özel kesimde sendikalı işçi sayısı artıyordu. Kamu kesiminde Türk-İş’in örgütlülüğü yaygınlaşırken, özel kesimde DİSK hızla örgütlenmekteydi. 1965’lerden sonra, 1961 Anayasasının yarattığı olanaklarla kurulan memur sendikaları (sayıları 550’yi bulmuştu), 1971 yılında anayasada yapılan değişiklikle yasaklandı. O dönemde öne çıkan sendikalardan biri Türkiye Öğretmenler Sendikası-TÖS’tü. 1973’ten sonra çok sayıda memur derneğinin kurulduğu görüldü. Memur derneklerinde dikkat çeken bir özellik, bu derneklerin farklı siyasi görüşlerin paralelinde kurulması ve hareket etmesiydi. 1975 yılında Türk-İş, İzmir’de işverenlerin çeşitli işkollarında izledikleri anti-sendikal politikaları protesto etmek amacıyla genel eylem düzenledi. Türk-İş’le DİSK arasında, izlenen sendikal politikalar konusunda kutuplaşmalar devam ediyordu. 1925 yılında kutlanması yasaklanan ve “Bahar ve Çiçek Bayramı” ilan edilen 1 Mayıs, 1976’da yüz binlerin katıldığı bir gösteriyle kutlandı. 52 yıl aradan sonra, işçiler 1 Mayıs’ı kutlamak için yeniden alanlardaydı. Eyleme Türk-İş üyesi işçiler de katıldıysa da Türk-İş yönetimi buna sıcak bakmadı. Türk-İş yönetimi işçi bayramı olarak 24 Temmuz’u ilan etmişti. 1976 1 Mayıs’ı DİSK önderliğinde gerçekleşti. Ülkede yaşanan siyasal ve sendikal kutuplaşma, işçi sınıfı açısından tarihi
71
bir gün olan 1 Mayıs’ın, anlamına yakışır ölçüde kutlanmasını engellemekteydi. 1 Mayıslara Türk-İş’in ve 1976 yılında kurulan Milli Selamet Partisi çizgisinde hareket eden Hak- İş’in mesafeli yaklaşımları uzun yıllar devam etti. 1 Mayıs 1977, Taksim meydanında 500 bin kişinin katıldığı yığınsal bir gösteriyle kutlanırken, karanlık ve gizli güçler tarafından düzenlenen provokasyon sonucu onlarca kişi yaşamını yitirdi. İşçi sınıfı gün geçtikçe gelişiyor, güçleniyordu. Provokasyon, işçi sınıfının ve emekçi güçlerin gelişimini durdurmak için düzenlenmişti. İşçi sınıfının bayram günü, kampanya şeklinde yapılan dez- enformasyonlarla anarşi ve terör günü gibi gösterilmeye çalışıldı. Egemen sınıfların bütün bu çabalarına rağmen, 1 Mayısların kutlanması gelenek haline geldi. Özellikle 1975 sonrasında ülkede giderek yükselen siyasi tansiyon ve kutuplaşma, yapay da olsa işçi sınıfı saflarına sokulmaya çalışıldı. Bu politikalarda da başarılı olundu. İşçi sınıfı ve sendikal hareket içinde siyasal görüşlere bağlı olarak önemli bölünmeler yaşandı. Birçok işyerinde siyasal görüş ayrılıklarından kaynaklanan ve silahlı çatışmalara varan sorunlar yaşandı. Ekmek ve özgürlük mücadelesinin engellenmesi için egemen sınıfların tezgâhladığı böl, parçala, yönet stratejisi işçiler arasında mezhep, hemşerilik ve siyasal görüş farklılıkları körüklenerek uygulanmaya çalışıldı. İşçi sınıfı ve sendikal hareket bir blok halinde hareket edemediğinden, sınıfın bütün kesimlerini kavrayacak sendikal ve siyasal kültürün zayıflığından ve izlenen politikalardaki önemli hatalardan dolayı, egemen güçlerin izlediği taktikler başarılı oldu. Ama her şeye rağmen işçi sınıfı özellikle 1960’tan sonraki nitel ve nicel gelişimine bağlı olarak, 1970’li yıllarda giderek şekillendi; sınıf ve sendikal bilinç düzeyi de gelişti. Ekonomik ve demokratik haklarını korumak ve güçlendirmek yönündeki çabaları kendine güven duymasını ve öz gücünün farkına varmasını sağladı. 1960’lı yılların ikinci yarısından sonra başlayan ve yaygınlaşan mitingler, gösteriler, fabrika işgalleri, 15-16 Haziran genel direnişiyle taçlandı.1970’li yıllar ise DGM direnişleri, genel eylemler, yaygın işçi grevleri 1 Mayıs kutlamaları, Tariş direnişi ve geniş kitle gösterileri gibi pratiklerle geçti. Bu sürecin bütünü, işçi sınıfını toplumsal mücadelenin eksenine taşıdı. İşçi sınıfı kendi kaderini kendi ellerine almak için mücadelesini güçlendirmekteydi.
72
Bu gelişimin engellenmesi gerekiyordu ve bu doğrultuda adımların atılması da uzun sürmedi. Türkiye hızla karanlık bir dönemin içine sürüklenmeye başladı.
1980’DEN BAHAR EYLEMLERİNE 24 Ocak kararları Türkiye’nin emperyalist-kapitalist sistemle yeniden bütünleşmesini amaçlayan bir içeriğe sahipti. İstikrar programı, yeni zamlar, baskı ve şiddet demekti. Bu süreçten de en çok etkilenecek kesim işçi sınıfıydı. Fakat işçi sınıfı ve toplumsal muhalefet güçleri kendileri için yokluk, işsizlik, baskı demek olan programa karşı kayıtsız kalmadı. Tepkilerini açığa çıkardı. 25 Ocak 1980 tarihinde grevdeki işçi sayısı 6.414’ken Haziran sonunda bu sayı 60 bine yaklaştı. Yeni grevler, erteleme kararlarıyla engellenmek istendi. İşçi sınıfının yanında değişik toplumsal muhalefet güçleri ayaktaydı. Egemen güçlerin “istikrar” programı, suskun ve tepkisiz bir toplum gerektiriyordu. Bunun yaratılması için ülke hızla şiddet ve kaosun içine sürüklendi. Bu süreç, bir anlamda askeri darbenin gerçekleştirilmesi süreciydi. Yaratılan kaos ortamı, askeri darbenin meşruluk zeminini hazırlıyor, halk bir “kurtarıcı” arayışına giriyordu. Dünyanın birçok ülkesinde uygulanan ve destabilizasyon adı da verilen bu taktikler sonucunda 12 Eylül askeri darbesi yapıldı. Darbe, Türkiye’nin dikensiz bir gül bahçesi olması ve toplumsal muhalefetin bütünüyle bastırılması ve yok edilmesini amaçlamaktaydı. Ve Türkiye koca bir hapishaneye çevrilerek, tüm muhalif güçler şiddet ve baskıyla ezildi. Karanlık ve zulüm ülkeyi egemenliği altına aldı. 12 Eylül faşist darbesi, sendikal hareketi ezerek, işçi sınıfının kazanılmış ekonomik ve demokratik haklarını gasp etti. DİSK’in sendikal faaliyetleri yasaklandı. Yönetimde ve sendikal organlarda görev alan 2000’e yakın sendikacı gözaltına alındı; birçoğu tutuklandı, ağır işkencelerden geçti. Sıkıyönetim Mahkemelerinde yargılanan 1477 kişi 1986 yılında 2000 yılın üzerinde cezaya çarptırıldı. Bununla birlikte DİSK ve bağlı 28 sendikanın kapatılması kararı verildi. Hak-İş ve MİSK’in faaliyetleri durduruldu. Hak-İş’in yeniden faaliyet yürütmesine 1981 Şubat’ında, MİSK’in ise 1984 yılında izin verildi. DİSK ve bağlı sendikaların yöneticileri hakkında açılan dava 1991’de beraatle sonuçlandı. Bu karar aynı zamanda DİSK’in faaliyetine yeniden devam etmesi anlamına geldi.
73
12 Eylül, Türk-İş ve bağlı sendikaların çalışmalarını sıkı bir kontrol altına alarak faaliyetlerini izne bağladı. Bazı üye sendikaların ise faaliyetleri belirli süre engellendi. Darbe hukuku olan 1982 Anayasası, sendikal haklara önemli sınırlamalar getirdi. Anayasanın 51. ve 52. maddeleri bu sınırlamaları düzenleyen bir içeriğe sahipti. 52. madde 1995’te yürürlükten kaldırıldı. Bugün sendikalar 2821 sayılı Sendikalar Yasası’na göre faaliyet yürütmektedirler. 12 Eylül 1980 darbesinden 1984’e kadar anti-sendikal politikalar en sert biçimde uygulandı. Toplusözleşme ve grev hakkı askıya alındı. Yüksek Hakem Kurulu (YHK) devreye sokularak, dayatmacı politikalara “hukuksal” kılıf hazırlandı. 1983’ten sonra “sivilleşme” sürecine girildi. Bu dönemdeki hükümetler bir nevi 12 Eylül rejiminin sivil uzantısı niteliği taşıdılar. Anti-sendikal politikaları büyük bir “tutarlılıkla” sürdürmeye devam ettiler. 12 Eylül’le birlikte toplum/devlet/ birey ilişkisinde yaşanan alt-üst oluş, Özal iktidarı döneminde daha da derinleştirildi. Neo-liberal politikalar Türkiye’nin tüm toplumsal-maddi yaşamını tarumar etti. Türkiye halkı hızlı bir yoksullaşma yanında, kültürel dejenerasyon ve erozyon yaşadı. Özal iktidarı dönemi, ülkede paranın ve yalanın imparatorluğunun kurulduğu yıllar oldu. Her şeye rağmen 1984 yılından sonra işçi sınıfı yavaş yavaş 12 Eylül’ün korku duvarını aşmaya başladı. Kazlıçeşme grevi ardından gelen Netaş ve Migros grevleri karanlıkta çakan şimşekler gibi sarsıcı etki yaratarak, işçi sınıfının yeni bir döneme girişinin işaretleri oldu. Türk-İş, anti-sendikal yasaları ve politikaları 1985 yılının ortasından başlayarak önce kapalı salon toplantıları daha sonra kitlesel mitinglerle protesto etti. 1986 yılında yurdun çeşitli yerlerinde (Balıkesir, İzmir, Eskişehir gibi) kitlesel protesto gösterileri yaptı. Bu eylemler, 1987 ve 1988 yılları içinde de devam etti. 11 Mart 1988 günü ülke çapında 1 günlük yemek boykotu yapıldı. İşyeri düzeyinde yaşanan direnişler, eylemler, mitingler, toplantılar, küçük grevler ve 1987 yılından sonra gerçekleşen büyük grevler birike birike bozkırın bütününü tutuşturmayı başardı. 1989 yılında artık bozkır tutuşmuş, uyuyan dev ayağa kalkmıştı. İşçi sınıfı 1989 Bahar Eylemleri’yle dosta düşmana “Merhaba” diyerek, artık ben de varım mesajını veriyordu.
74
1989 BAHAR EYLEMLERİNDEN GÜNÜMÜZE 1989 yılı işçi sınıfı ve sendikal hareket açısından bir atılım yılı oldu. İşçi sınıfı Türkiye’nin dört bir yanında yarattığı zengin eylem çeşitleriyle toplumsal ağırlığını hissettirdi. 12 Eylül cenderesinden çıkışı gösteren Bahar eylemlerine yüz binlerce işçi katıldı. Sokaklar, caddeler, işyerleri bir miting, bir gösteri alanına çevrildi. Meşru ve kitlesel bir dalga şeklinde gelişen eylemler, işçi sınıfının şekillenişini ortaya koymaktaydı. 1989 Bahar Eylemleri, işçi hareketinde bir dönüm noktası oldu. 12 Eylül rejiminin korku duvarları aşılmış, anti-demokratik yasalar kâğıt üzerinde kalmıştı. Artık söz işçi sınıfındaydı. 1990 yılına damgasını Zonguldak maden işçilerinin uzun yürüyüşü vurdu. Koca bir şehir, Ankara’ya yürüyüşe geçti. Zonguldak madenci yürüyüşü, kitleselliği eylem niteliği ve tarzı açısından uluslararası işçi hareketine zengin birikimler sundu. Ardından gelen Paşabahçe grevi, işçi sınıfının haklarını almada ve korumada kararlılığını gösteren eylemlerden biriydi. 1991 yılında, sınıfın organik parçalarından biri olan kamu çalışanlarının meşru, militan ve kitlesel mücadele ve örgütlenme pratikleri gündeme geldi. Özünde işçi olan memurlar kendi sınıf kimliklerinin gereği, en temel ekonomik ve demokratik haklarını elde etmek amacıyla yoğun bir örgütlenme ve mücadele seferberliği içine girdiler. 3 Ocak 1991’de Türk-İş tarafından 1 günlük işe gitmeme eylemi yapıldı, eylem büyük bir başarıyla gerçekleştirildi. 12 Eylül rejiminin yasaklamalarına karşın, özellikle 1980’li yılların ortasından sonra meşru olarak ve fiilen kutlanan 1 Mayıslar, 1990’lı yıllardan sonra üç konfederasyonun ortak programıyla kutlanmaya başlandı. Bu durum, sendikal hareketin birleşik mücadelesinin somut göstergelerinden biri oldu. Türk-İş, 1993 1 Mayıs’ını İstanbul’da yaptığı bir mitingle kutladı. Mitinge çok farklı siyasi görüşlerden on binlerce kişi katıldı. Aynı yılın Temmuz ayında, kamu kesiminin toplusözleşme görüşmelerinde yaşanan tıkanıklık üzerine Türk-İş’in önderliğinde çeşitli eylemler yapıldı. Türkiye çapında ve kitlesel biçimde gerçekleştirilen bu eylemlerin ilki 22 Temmuz’da oldu. Türk-İş üyesi binlerce işçi toplu vizite eylemi yaptı. Bu eylemi 29 Temmuz’da işyerlerinde iş durdurma eylemi izledi. Eylemler dizisi, 30 Temmuz’da ülke çapında yapılan vizite eylemiyle taçlandırıldı. 1993’ün önemli örgütsel gelişmelerinden biri, içinde Türk-İş, DİSK, Hak-İş, ve Kamu Çalışanları Sendikalarının bulunduğu, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği, Türk Tabipler Birliği, Halkevleri gibi çeşitli demokratik
75
kuruluşların yer aldığı Çalışanların Ortak Sesi Demokrasi Platformu oldu. Türk-İş, 24 Nisan 1994’te çeşitli illerde işsizlik ve pahalılığı protesto mitingleri yaptı. 1994 1 Mayıs’ı, Demokrasi Platformu’nun organizasyonuyla çeşitli illerde kitlesel miting ve yürüyüşlerle kutlandı. 20 Temmuz 1994 günü Demokrasi Platformu’na bağlı sendikalar hükümetin uygulamalarını protesto etmek amacıyla iş durdurma kararı aldı. Hükümetin yeni bütçe kanunu tasarısı ve tasarının içeriğindeki işçi haklarının gaspına yönelik politikalar, Türk-İş tarafından 24 Kasım 1994’te Ankara’da yapılan gösteri yürüyüşleriyle protesto edildi. Yürüyüşe yüz binin üzerinde işçi katıldı. 1995 yılında, hükümetin sosyal güvenlik politikalarında işçi sınıfı aleyhine yeni düzenlemelere girme çabaları, Türk-İş tarafından sert biçimde protesto edildi. Bu yönde 30 Nisan ve 21 Mayıs’ta kitlesel mitingler düzenlendi. İşçi sınıfından yükselen tepki karşısında, hükümet hazırladığı yasa tasarısını geri çekmek zorunda kaldı. 1 Mayıs 1995, bir önceki yıl gibi Demokrasi Platformu öncülüğünde yurdun çeşitli illerinde yapılan miting ve yürüyüşlerle kutlandı. Kamu kesimi toplusözleşmelerinde yaşanan tıkanıklık üzerine, Türk-İş çeşitli eylemler yaptı. Koalisyon hükümetinin anti-demokratik politikaları, 5 Ağustos’ta Ankara’da yapılan “Emeğe Saygı Yürüyüşü ve Mitingi”yle protesto edildi. Mitinge 200 binin üzerinde kişi katıldı. Türk-İş Ağustos ayında eylemlerine devam etti. 8 Ağustos’ta işyerlerine gidilip, çalışmama ve gece işyerlerini terk etmeme eylemi yapıldı. Eylem çok sayıda işyerinde başarıyla hayata geçirildi. Eylül ayında ülkeyi grev dalgası sardı. 300 bin kişinin katıldığı bu grevlerde işçi sınıfı gücünü bir kez daha ortaya koydu. Grev dalgasının etkisini göstermesi uzun sürmedi. Koalisyon hükümeti işçi sınıfının dipten gelen baskısı sayesinde dağıldı. CHP, Türk-İş’in hükümetle anlaşmazlığı nedeniyle hükümetten çekilme kararı aldı. Koalisyonun bozulması üzerine Tansu Çiller’in başbakanlığında kurulan azınlık hükümetinin parlamentoda güven oylamasının yapılacağı 15 Ekim 1995 günü, Türk-İş fiilen devreye girerek, işçi sınıfının baskı gücünü ortaya koyan bir eylem gerçekleştirdi. Türk-İş gelişmeleri protesto etmek için izinsiz gösteri çağrısı yaptı. Çağrıyla harekete geçen on binlerce işçi, güvenlik güçlerinin engelleme çabalarına rağmen ve oluşturdukları barikatları birer birer aşarak Ankara Kızılay Meydanı’nda bir araya geldi. Kızılay Meydanı, “sokak parlamentosu” haline dönüştürüldü. Ankara’nın bir yerinde güven oylaması yapılırken diğer
76
bir yerinde yüz binlerin katıldığı protesto gösterileri yapılıyordu. Tansu Çiller parlamentodan güvenoyu alamadı. İşçi sınıfının siyasal gücünü ortaya çıkaran bu pratikle bir hükümet devriliyordu. 1996 yılında Refahyol hükümeti kuruldu. Refahyol hükümetinin uygulamalarına işçi sınıfının tepkisini göstermesi uzun sürmedi. Demokrasi Platformu, yerini Türk-İş, DİSK, TESK, TOBB ve TİSK’ten oluşan “Beşli Girişim”e bıraktı. Türk-İş, 21 Aralık 1996 günü İstanbul Bostancı Gösteri Merkezi’nde düzenlediği geniş katılımlı toplantıyla, Refahyol hükümetinin siyaset yürütme tavrını ve ekonomik politikalarını protesto etti. Türk-İş, Refahyol hükümetine yönelik protesto eylemlerini 1997 yılında da sürdürmeye devam etti. 5 Ocak 1997’de “Türkiye’ye Sahip Çık! Demokrasi İçin Mücadele Et” adlı bir miting düzenledi. Eylem görkemli geçti. 300 bin emekçi çeşitli sloganlarla taleplerini haykırdı. 1997’nin ilk aylarında önce Türk-İş, DİSK ve TESK’in daha sonra TOBB ve TİSK’in katıldığı, Refahyol hükümetinin izlediği politikaları eleştiren çeşitli ziyaretler gerçekleştirildi. 6 Haziran’da Beşli Girişim’in hükümet politikalarını eleştirdiği bildiri, ülke çapında işyerlerinde okundu. Refahyol hükümeti, 18 Haziran 1997’de istifa etti. Hükümetin istifasında Beşli Girişim’in önemli oranda etkisi oldu. Beşli Girişim’in çalışmaları 1998 yılı içinde de sürdü. Türk-İş, 16 Mayıs 1998 günü Ankara’da “İşsizliğe Hayır! Özelleştirme Talanına Son” mitingi gerçekleştirdi. 80’li yılların ortalarında başlayan özelleştirme politikaları, 90’lı yıllarda iyice derinleştirilmiş, ülkenin tüm yeraltı ve yerüstü kaynakları küresel sermayeye peşkeş çekilmeye başlanmıştı. Çağın vebası olan özelleştirme, işçi sınıfı için açlık, yoksulluk, işsizlik ve sendikasızlaşma demekti. Egemen güçlerin Türkiye halkını ideolojik bombardımana tabi tutarak uyguladığı bu politikaların, önce sessizce izlenmesine rağmen, sürecin özelleştirmelerin gerçek yüzünü ortaya çıkarmasıyla değişik düzeyde tepkiler açığa çıkmaya başladı. Türkiye işçi sınıfı ve sendikal hareket, özelleştirmelere ve sonuçlarına karşı etkin eylemler düzenlemeye başladı. Özelleştirmelere karşı eylemler, 90’lı yıllar boyunca önce lokal düzeyde daha sonra ülke sathında yayılmaya başladı. Türk-İş, 15 Ekim’de kendine bağlı tüm sendikaların şube başkanlarının katıldığı bir toplantı düzenleyerek sorunun acilliğini ortaya koyup tartıştı. İşçi sınıfını uyardı. 90’lı yıllarda kamu çalışanlarının konfederasyon düzeyinde örgütlenme çabaları hızlandı. Önce KESK kuruldu. KESK”in fiili ve meşru mücadelesinin
77
açtığı olanaklarla farklı kamu çalışanları konfederal yapıları ortaya çıktı. Türkiye Kamu-Sen, Memur-Sen ve Demokratik Kamu-İş kuruldu. Türk-İş, DİSK, Hak-İş, KESK ve diğer konfederasyonların özelleştirmelere, antisendikal politikalara, işsizliğe ve yoksulluğa karşı ortak eylemleri gündeme geldi. Sendikal harekette değişik örgütlenmelerin, farklı duruşlarına ve politikalarına rağmen, ortak davranmaya ve ortak hareket etmeye başlaması önemli bir gelişme oldu. Türk-İş 26 Nisan 1999’da özelleştirmeye karşı “Sosyal Devleti Koruma ve İş Güvencesi” yürüyüşü ve mitingi yaptı. Eyleme binlerce işçi katıldı. 24 Temmuz’da Ankara’da “Mezarda Emekliliğe Hayır” mitingi gerçekleştirildi. İşçi sınıfı kendisinin en temel sosyal güvenlik haklarının gasp edilmesine izin vermeyeceğini gösterdi. On binlerce işçi alanları doldurdu. 2000 yılındaki en görkemli eylem, IMF reçetelerinin ve DSP, MHP, ANAP koalisyon hükümetinin politikalarının protesto edildiği, tüm konfederal yapıların katıldığı 1 Aralık “Genel Uyarı” eylemi oldu. Eyleme 1 milyona yakın işçi ve kamu çalışanı katıldı. İşçi sınıfı üretimden gelen gücüyle, kendileri aleyhindeki politikalara geçit vermeyeceğini ortaya koydu. Sokaklar, alanlar, işyerleri birliğin, beraberliğin ve mücadele gücünün ortaya çıktığı platformlara çevrildi. 2000 yılının son aylarında ortaya çıkan ekonomik kriz, 2001 yılının ilk aylarında yoğunlaşarak devam etti. Ülkenin IMF politikalarına mahkûm edilmesiyle zengin daha zengin olurken, yoksullar daha da yoksullaşmaya hatta açlık sınırında yaşamaya mecbur bırakıldı. Birkaç ay içerisinde 250 bin işçi işini kaybetti. Kronik işsizlik, yeni işsizler ordusuyla daha vahim hale geldi. 2000’li yıllarda, 1983’te imzalanan Washington Uzlaşısı’nın hedefleri doğrulturunda adımlar atıldı. Washington Uzlaşısı, uluslararası sermayenin yol haritasını ifade etmekteydi. Özünde uluslararası sermayenin talepleri ve ihtiyaçlarına yönelik en radikal düzenlemelerin yapılmasını içeriyordu. Siyasal düzlemde 28 Şubat darbesi, ekonomik boyutta 2001 krizi; uzlaşının belirlenen rotasının her düzeyde hayata geçirilmesine olanaklar sundu. 1989 Bahar Eylemleri ve Zonguldak Uzun Yürüyüşü’yle ayağa kalkan işçi sınıfı, 1990’ların başlarında fiili, meşru ve militan tarzda gelişen kamu çalışanlarının sendikal örgütlenme çabalarıyla güç kazanmış, belki de tarihinin en önemli ataklarından birine kalkışmıştı. Toplumsal muhalefet güçlerinin işçi sınıfının mücadelesiyle birleşme çabaları da sınıf mücadelesine ivme katıyordu. Aynı dönemde emek cephesinde yer alan siyasal güçler de yönünü işçi sınıfına çevirmiş ve onun açtığı yolda hızla
78
şekillenmeye başlamıştı. İşte tam bu noktada sermaye belki 12 Eylül’den daha ağır bir operasyona girişti. İyi hesaplanmış bir likidasyon süreci başlattı. Emek hareketinin parçalanması ve siyasi güçlerin marjinalize olması yönünde son derece rafine bir tarzda ve karşı devrim içeriğinde politikalar geliştirdi. Bahar Eylemleri’nin yarattığı taban örgütlenmelerinin hızla içeriği boşaltıldı. Bu süreçte ortaya çıkan doğal işçi önderleri ya işten atıldı ya da sendikal bürokrasinin içine çekilerek etkisizleştirildi. Meşru, fiili ve militan örgütlenme faaliyetleriyle kurulan kamu çalışanlarının sendikal örgütlenmeleri, hızla bürokratik mekanizmalara dönüştürüldü. Siyasi yapıları marjinalleştirecek politik taktikler geliştirildi. Özellikle kamu çalışanlarının sendikal örgütlenmeleri bu gurupların politik rekabet alanına ve nüfuz savaşları yaptıkları platforma çevrildi. Toplumsal muhalefetin birleşik gücünün yaratılması, sistemli bir şekilde engellendi. Egemen sınıfların bu likidasyon taktikleri etkili sonuçlar verdi. Sendikal bürokrasi de bu taktiklerin hayata geçirilmesinde aktif rol oynadı. Böylece işçi sınıfının bağımsız bir güç olarak örgütlenmesi ve sosyal mücadelenin taşıyıcı gücü haline gelmesi engellendi. İşçi hareketi ciddi örgütsel darbeler yedi. Moral değeri çökertildi. Özgüven kaybına uğradı. Örgütsel yapısı parçalanmış, moral bozukluğu içinde, sendikal bürokrasinin hegemonyasını her düzeyde hisseden ve birliğinin sağlanması yönünde önemli zafiyetler yaşayan işçi sınıfı, sermayenin çeşitli düzeylerdeki saldırılarına maruz kaldı. Bu saldırılara karşı ancak yerel düzeyde tepkiler gösterildi. Washington Uzlaşısı’nda belirlenen strateji hızla hayata geçirildi. 2000 krizinden sonra finans ve banka sistemlerinin piyasalaştırılmasına başlandı. Ardından Telekom operasyonu geldi. Bu adımlardan sonra Petkim ve Tüpraş’la ağır sanayide başlayan özelleştirme Erdemir’le tamamlanmış oldu. Bu özelleştirme furyasında Seka direnişi önem taşıdı. Seka işçileri fabrikayı işgal etti. Ne var ki, Seka’yla İzmit halkının ve sınıfın diğer kesimlerinin birleşememesi istenen sonuçları yaratamadı. Seydişehir Eti-Alüminyum işçileri de özelleştirmeye karşı kapıları kaynaklayarak fabrikayı işgal etti. 5000 kişinin katıldığı kitleyle karayolu kapatıldı. Polisle yer yer çalışmalar yaşandı. Tekel işçileri daha önce Seka’lılara omuz vermişler, mücadelelerini kendi mücadeleleri olarak gördüklerini açıklamışlardı. Adana tekel işçileri, Seka direnişini desteklemek için Tokat Turhal yolunu trafiğe kapattı. Cevizli Tekel işçileri de Seka’yı destekleyen eylemler yaptı. Tekel’in özelleştirilmesi ve
79
kapatılmasına karşı işçiler ayağa kalktı. Değişik eylem tarzlarıyla bu politikalar şiddetle reddedildi. Bu eylemler sonucunda işçiler önemli kazanımlar elde etti. Bazı Tekel’lerin kapatılması kararı geri alındı. Kısaca Tekel, Tüpraş, Petkim, Petrol Ofisi, Seka, Telekom, Sümerbank, Erdemir gibi özelleştirmelere karşı işçi sınıfı sessiz kalmadı. Tepki verdi; direndi, protesto etti, alanları doldurdu, fabrikaları işgal etti. Ne var ki, bu tepkiler lokal direnişlerin ve kısmi kazanımların ötesine gidemedi. Özelleştirmelere karşı olması gereken düzeyde radikal eylemler ve ülke sathına yayılan bir mücadele hattı yaratılamadı. Her şeye karşın işçi sınıfının direnişleri sınıf mücadelesine yeni birikimler sağladı. İşçi sınıfı belirli bir durgunluk dönemine girdi. 2007’de Hava-İş sendikasının toplusözleşme süreci tetikleyici bir işlev gördü. Arkasından 44 günlük Telekom grevi işçi sınıfına muazzam bir moral verdi. Tekel işçilerinin direnişi, tersane işçilerinin öfkesi, Novament kadın işçilerinin kararlılığı 2008’de 14 Mart’ın önünü açtı. 14 Mart 28 yıllık neoliberal politikalara karşı işçi sınıfının en net tutum aldığı eylem oldu. Bu genel direnişe 2 milyon işçi katıldı. İşçi sınıfı 2007’den başlayarak 2008’leri de kapsayan yeniden bir hareketlenme dönemine girdi. Bütün bu süreç sınıfın bağımsız, birleşik ve siyasal gücünün yaratılmasının yakıcı önemini ortaya koydu.
80
1 MAYIS BİRLİK, MÜCADELE, DAYANIŞMA 1886 yılında sekiz saatlik işgünü hakkı için mücadele ederken idam edilen ABD’li işçi Spies, yargılandığı mahkemede şöyle haykırıyordu: “Bizi asarak işçi hareketini, milyonları, yoksulluk içinde çalışan milyonlarca işçiyi kendisine çeken bir hareketi yok edeceğinize inanıyorsanız durmayın, bizi asın! Burada bir kıvılcımı yok edeceksiniz, ama orada, önünüzde ve arkanızda, her yerde başka kıvılcımlar çakacaktır. Bu, içten içe yanan bir ateş. Bu ateşi söndüremezsiniz.” Spies ve aynı mücadeleyi yürüten arkadaşları Parsons, Engel, Fisher 11 Kasım 1887’ de idam edildi. Bu olay işçi sınıfı tarihine "Kara Cuma" olarak geçti.
1 MAYIS’IN DOĞUŞU İşçi sınıfı bugün en doğal kabul edilen haklarını, kolay kazanmadı. Bunun için ağır bedeller ödedi. En temel sendikal haklarını elde etmesi gibi, 8 saatlik işgününü kazanması da zor oldu. " Hak verilmez alınır" şiarıyla hareket eden işçi sınıfı, deyim yerindeyse, kazanımlarının bütününü söke söke aldı. 1 Mayıs da dünya işçi sınıfı açısından böylesi bir gündür. 1 Mayıs ülkemizde egemen güçler tarafından her zaman içeriği boşaltılmaya, çarpıtılmaya çalışılsa da bu başarılamamıştır. 1 Mayıs ne " komünistlikle" eş anlamda bir gün, ne de " terör ve anarşiyle" anılacak bir gündür. 1 Mayıs işçi sınıfının bayramı, işçi sınıfının birlik, mücadele, dayanışma günüdür. Tarihçesi de kısaca şöyledir: ABD işçi sınıfının 19. yüzyılın birinci çeyreğinde işgücünün kısaltılması için başlattığı mücadele ilk sonuçlarını 1835’te verdi. İşgünü 10 saate indirildi. Bu süreçten sonra mücadele başta 8 saatlik işgünü olmak üzere en temel sendikal hakların kazanılması yönünde gelişti. ABD’deki en önemli işçi örgütlenmelerinden biri olan Emek Şövalyeleri’nin 1880’lerde "Hepimiz Birimiz İçin" sloganıyla yürüttüğü mücadele gelişerek güçlendi. 1886’da Emek Şövalyeleri’nin üye sayısı 700 bine ulaştı. Şövalyeler’in en temel taleplerinden biri de, çalışma saatlerinin 8 saatle sınırlandırılmasıydı. Amerikan işçi sınıfının geneli tarafından kabul gören bu talebin işlerlik kazanması için Örgütlü Sendikalar Federasyonu adındaki işçi örgütü harekete geçti. 1 Mayıs 1886 "sekiz saat hakkı için grev yapılacak" gün ilan
81
edildi. Oluşturulan "1 Mayıs Planı”na değişik bölgelerden işçi örgütlenmeleri de katıldı. 1 Mayıs 1886’da yüz binlerce işçi, ABD’nin değişik eyaletleri ve şehirlerinde genel greve çıktı. Polisin ateş açması sonucu bazı işçiler öldü. Gösteriler ertesi günlerde de sürdü. Chicago’da 3 Mayıs ve 4 Mayıs’ta yeni olaylar çıktı ve yeni ölümler yaşandı. Bazı işçi liderleri polisin saldırısı ve vahşi tavrı ortadayken, bütün yaşananlardan sorumlu tutuldu. İşçiler göstermelik bir yargılamadan sonra, idama mahkum edildi. 4 işçi önderi 1887 Kasım’ında idam edildi. 1 işçi önderi ise kaldığı hücrede "ölü" bulundu. Tarihe "Kara Cuma" diye geçen bu olay, 1 Mayıs’ın uluslararası işçi sınıfı tarafından işçilerin mücadele, birlik ve dayanışma günü olarak benimsenmesini sağladı. Amerikan İşçi Federasyonu-AFL ve CGT, 1890’dan itibaren 8 saatlik işgünü kabul edilinceye kadar, her yıl 1 Mayıs’ta gösteriler yapılması kararı aldılar. II. Enternasyonal’de 1889’da Paris’te yaptığı toplantıda, 1 Mayıs’ın uluslararası düzeyde kutlanması kararını aldı. Ve 1 Mayıs uluslararası işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak kabul edildi.
TÜRKİYE’DE 1 MAYIS’LAR Türkiye’de 1 Mayıs kutlamalarının kökleri 20. yüzyıl başlarına dayanmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu zamanında, II. Meşrutiyet’in (1908 yılında) ilanıyla işçi hareketlerinde önemli gelişmeler yaşandı. Ardı ardına yaşanan grevler işçi sınıfının haklarını almadaki kararlığını gösteriyordu. İşçiler yeni örgütlenmelerle bir araya gelerek, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmeyi amaçladır. Aynı dönemde, işçi gösteri ve yürüyüşlerinde de önemli artmalar oldu. İşçi sınıfının yaşadığı bu şekillenme sürecinin kendini en iyi ifade ettiği eylemlerden biri de 1 Mayıs kutlamalarıydı. Yurdumuzda ilk 1 Mayıs kutlaması 1909 yılında Üsküp’te gerçekleştirildi. Osmanlı İmparatorluğu döneminde işçi sınıfı farklı uluslardan meydana gelmişti. Üsküp’te yapılan bu kutlama tam da 1 Mayıs’ın anlamına yakışır bir içeriğe sahipti. Bulgar, Sırp ve Türk kökenli 100’ün üzerinde işçi, ellerinde bayraklarla yürüyüş yaptı ve taleplerini haykırdı. Aynı gün Bulgar sosyal demokratları, Selanik’te bildiri dağıtarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde yaşayanlara seçme ve seçilme hakkının tanınmasını, işçilerin haklarını düzenleyecek yasaların çıkarılmasını, grev mevzuatının genişletilmesini istedi. 1 Mayıs İşçi Bayramı, 1909’dan itibaren İstanbul’da, Selanik’te, Üsküp’te
82
ve birçok büyük kentte, bütün engellemelere ve yasaklamalara rağmen kutlanmaya başlandı. 1910’da 1 Mayıs, başta Selanik olmak üzere birkaç Rumeli kentinde kutlandı. Selanik’teki kutlamalar değişik sosyalist ve işçi örgütlenmeleri önderliğiyle yapıldı. 1911’de yapılan 1 Mayıs gösterileri, döneminin en yaygın ve en kitlesel kutlamaları oldu. Kutlamalar Üsküp, Selanik, İstanbul, Edirne ve bazı Trakya şehirlerinde yapıldı. Selanik’te yapılan miting tam bir enternasyonal görünüme sahipti. Mitinge 14’ten fazla sendika ve Yahudi, Bulgar,Yunan ve Türk kökenli 2000’in üzerinde işçi katıldı. Kutlamalar dört ayrı dilden yapıldı. Aynı gün, yük arabası sürücüleri, mavnacılar ve liman işçileri iş bıraktı. 1912’de 1 Mayıs, Selanik ve İstanbul’da kutlandı. İstanbul’daki kutlama, Dersaadet Tecebbuat-ı İçtimaiye Cemiyeti-İstanbul Toplumsal İncelemeler Derneği ve ona bağlı işçi dernekleri aracılığıyla, Belvü Bahçesi’nde yapılan toplantıyla gerçekleştirildi. Selanik’te ise 7000’in üzerinde işçi iş bıraktı, çeşitli konuşmalar yapıldı. İşçilerin bir parkta toplanmaya başlaması üzerine, güvenlik güçleri harekete geçti. İşçilerin toplantı yapması engellendi. 1. Dünya Savaşı’nın yaklaştığı bu dönemde işçi hareketi üzerindeki baskılar arttı. 1913 ve 1914 yıllarında 1 Mayıs kutlamalarının engellenmesi üzerine, gösteriler yapılamadı. 1. Dünya Savaşı yılları boyunca (1914-1918) 1 Mayıs kutlamaları gerçekleştirilemedi. Mütareke (ateşkes) ve Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarında işçi hareketi canlı bir örgütlenme içine girerek grev ve gösterilerle ve kurduğu silahlı çetelerle işgal güçlerine karşı koydu. 1919 yılında İzmir ve İstanbul’da binlerce kişinin katıldığı mitinglerde işgal protesto edildi. 1920 yılında özellikle Karadeniz Bölgesi’nde bir dizi işgal aleyhtarı miting düzenlendi. 1921’de 1 Mayıs işgal güçlerinin tüm yasaklamalarına rağmen Türkiye Sosyalist Fırkası (TSF) önderliğinde İstanbul’da kutlandı. Tramvay, vapur ve bazı fabrikalarda çalışan işçiler iş bıraktı. Kağıthane’de gerçekleştirilen kutlamalarda işçi marşları çalındı, 1 Mayıs’a özgü kıyafet ve aksesuarlar takıldı, işçiler birbirleriyle bayramlaştı. İşçiler o gün içki içmeyi kendilerine yasakladı. 1922’de 1 Mayıs İstanbul, Ankara ve İzmir’de kutlandı. İstanbul’da ağırlıkta sol parti ve örgütlerin oluşturduğu "1 Mayıs Komisyonu" öncülüğünde kutlamalar gerçekleştirildi. Sultanahmet Meydanı’nda
83
toplanan işçiler Kağıthane’ye yürüdü. O yıl Ankara’da ilk 1 Mayıs kutlaması yapıldı. İmalat-ı Harbiye ve demiryolu işçileri iş bırakarak aileleriyle birlikte katıldıkları bir toplantı düzenledi. Toplantıda işgal güçleri kınanarak Mustafa Kemal’e ve kurduğu hükümete destek verildiği açıklandı. 1923 yılında, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması ve Cumhuriyetin ilan edilmesiyle yakın tarihimizin en önemli olaylarından biri gerçekleşti. Ülkemiz hızlı bir modernleşme sürecine girdi. 1923’te 10 milyon nüfusun bulunduğu Türkiye’de tahmini rakamlara göre 112 bin ile 145 bin civarında işçinin olduğu varsayılmaktadır. Bu sayı o koşullarda genel nüfus içinde azımsanamayacak bir orandı. Başta İstanbul olmak üzere birçok şehirde işçi örgütleri kurulmuştu. İstanbul Umum Amele Birliği bu örgütler içinde öne en çok çıkanlardan biriydi. 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde Türkiye’nin izleyeceği "Kalkınma Yolu" belirlendi. Bu yol kapitalizmdi. Kongrede işçi sınıfı 120-130 delegeyle temsil edildi. Kongrede işçi delegasyonunun önerisiyle 1 Mayıs’ın "Türkiye İşçilerinin Bayramı olarak kanunen kabulü" ilkesi benimsendi. Fakat bu karar uygulamaya geçirilemedi. 1923 yılında 1 Mayıs Ankara’da, İzmir ve Adapazarı’nda kutlandı. İstanbul’daki 1 Mayıs kutlamaları, İstanbul Umum Amele Birliği tarafından organize edilen gösteri ve yürüyüşle gerçekleştirildi. İşçi sınıfı, Cumhuriyet hükümetine ve Enternasyonal’e kutlama mesajları yolladı. Gösteride işçilerin talepleri haykırıldı. Özellikle Mesai Kanunu’nun çıkarılması istendi. İstanbul’da ayrı bir kutlama da, Mürettibin Cemiyeti ve Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası (TİÇSF) tarafından organize edilen toplantıyla yapıldı. Toplantıda İzmir İktisat Kongresi’nde belirlenen ilkelerin hayata geçirilmesi için çabaların yoğunlaştırılması kararı alındı. Ankara ve Adapazarı’nda 1 Mayıs kutlamaları İmalat-ı Harbiye işçileri tarafından gerçekleştirildi. Fakat 1 Mayıs sonrasında TİÇSF ve bazı siyasal çevrelere yönelik tutuklama operasyonları başlatıldı. Aralık ayında Türkiye’nin ilk işçi milletvekili Numan Usta’nın çalışmalarını yürüttüğü merkezi bir işçi örgütü olan Türkiye Umum Amele Birliği kuruldu. 1924’te 1 Mayıs kutlamaları hükümetçe yasaklandı. Yasaklamaya rağmen İstanbul’da Türkiye Umum Amele Birliği, Ankara’da İmalat-ı Harbiye işçileri yaptıkları toplantılarda 1 Mayıs’ı kutladılar. 1925’te Doğu’da yaşanan Kürt İsyanı gerekçe gösterilerek 4 Mart’ta Takrir-i Sükun Kanunu yürürlüğe girdi. Yasayla tüm muhalefet örgütleri ve basını kapatıldı. İstiklal Mahkemeleri çalıştırıldı; her türlü işçi hareketi fiilen engellendi. Amele Teali Cemiyeti’nin 1 Mayıs kutlamalarına izin verildi.
84
Cemiyet ancak 1 Mayıs’ta toplantı yapabildi. Cemiyet üyelerine yasal kovuşturmalar açıldı, bazı yöneticiler tutuklanarak İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanıp, 7 ila 15 yıl arasında cezaya çarptırıldı. 1925 yılından sonra 1 Mayıslar gizlilik içinde kutlanmaya başlandı. Her 1 Mayıs yaklaştığında tutuklama kampanyaları başlatıldı. 1 Mayıs’ı çeşitli biçimlerde kutlama girişiminde bulunan işçilere muhtelif baskılar, cezalandırmalar uygulandı. Her şeye rağmen işçi sınıfı ve emek yanlısı güçler 1 Mayısları örtük biçimde de olsa kutlamaya devam etti. 1926’da 1 Mayıs gizli olarak kutlansa da 1927 yılında Amele Teali Cemiyeti’nin belirli şartlar altında kutlamasına izin verildi. Cemiyetin merkezinde yapılan bayramlaşmadan sonra Kağıthane’de toplanılarak eğlenildi. Kutlamaya "izin" verilmesine rağmen 1 Mayıs’a katılan bazı işçiler cezalandırıldı, bazıları ise işten çıkarıldı. 1927 1 Mayıs’ından sonra izinli ve açık olarak kutlamalara yasak getirildi. Ve bu yasak yaklaşık 50 yıl sürdü. Aslında 1 Mayıs’ın yasaklanması, Türkiye işçi sınıfının bağımsız bir güç olarak toplumsal maddi yaşamda ağırlığını hissettirmemesi yönünde yapılan uygulamaların somut bir göstergesiydi. Bu durum aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde ne kadar geri bir noktada olduğunu işaretliyordu. 1927 yılından sonra her 1 Mayıs toplumsal muhalefetin bastırılmaya, ezilmeye veya sindirilmeye çalışıldığı bir gün oldu. Egemen güçler, 1 Mayıs öncesinde çeşitli muhalif yapılara ve kişilere yönelik polisiye operasyonlar düzenlemeyi adet edindi. 1 Mayıs’ın "komünistlikle" ya da anarşi ve terörle anılmasını sağlayacak dezenformasyon faaliyetleri yürütüldü. Bu havanın yaratılması için azami gayret gösterildi. Egemen güçler, bu çabalarında istediği sonuçları elde etti. İşçi sınıfı saflarında bile yakın zamana kadar böylesi eğilimler etkisini gösterdi. Her şeye rağmen, 1 Mayıs’ın örtük bir şekilde de olsa piknik yapma, kır gezileri, küçük toplulukların bir araya gelmesi, simgesel bazı şeylerin takılması, el ilanı ve bildiri dağıtılması gibi hareketlerle kutlanması geleneği sürdürüldü. 1935 yılında çıkarılan bir kanunla 1 Mayıs "Bahar ve Çiçek Bayramı" adıyla genel tatil günü olarak kabul edildi. 1935’ten 1951 yılına kadar işçilere bu güne ilişkin bir ücret ödenmezken, 1951’de çıkarılan bir yasayla 1 Mayıs’ta işçilere çalışmaksızın yarım yevmiye ödenmeye başlandı. Bu uygulama da 1956’da değiştirilip, işçilere tam ücret verildi. 1 Mayıs’ın içeriğini boşaltmayı, sıradan bir tatil gününe indirgemeyi amaçlayan bu politikalar, özünde 1930’lu yıllarda CHP’nin izlediği işçi örgütlenmelerini vesayet altına alma politikalarının bir parçasıydı.
85
1940’lı ve 1950’li yıllar boyunca 1 Mayısların kutlanmasının yasaklanması devam etti. 1 Mayıs öncesinde çeşitli sol, muhalif işçilere, aydınlara ve gruplara yönelik gözaltına alma ve tutuklama operasyonları sürdü. Demokrat Parti (DP) iktidara, işçi sınıfına çeşitli vaatlerde bulunarak gelse de, yine yöneldiği, baskı ve kontrol altında tutmaya çalıştığı kesim işçi sınıfı oldu. 1940’ lı ve 1950’ li yıllarda da her şeye rağmen 1 Mayısların kutlanma geleneği sürdü. Bütün baskı ve tehditlere karşın gelenek yaşıyor, yaşatılıyordu. 27 Mayıs askeri harekâtından sonra, 1 Mayıs öncesinde yapılan gözaltına alma ve tutuklama operasyonlarına son verildi. Yine de 1960’ lı yıllarda kitlesel ve yasal 1 Mayıs kutlamaları yapılamadı. 1 Mayıslar lokal düzeyde ve küçük gruplar tarafından kutlandı. 12 Mart askeri darbesiyle Türkiye karanlık bir döneme girdi. İşçi sınıfına ve örgütlenmelerine yoğun baskılar uygulandı. 12 Mart baskı ve şiddet rejimi, etkisini 1973 sonlarına kadar sürdürdü. Bu dönemden sonra Türkiye’de toplumsal muhalefet hızla yükseldi. Yarım asırlık bir aradan sonra ilk açık 1 Mayıs kutlaması 1975 yılında bir salon toplantısıyla gerçekleştirildi. Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP)‘in İstanbul’da Tepebaşı Gazinosu’nda organize ettiği bu toplantı yeni bir dönemin habercisi oldu. 1 Mayıs’ın kitlesel düzeyde kutlanması ise 1976 yılında gerçekleşti. DİSK’in düzenlediği yürüyüş ve mitinge Türk-İş üyesi sendikaların yanında bağımsız sendikalar ve çeşitli demokratik kitle örgütleri katıldı. Beşiktaş’tan başlayan yürüyüş Taksim Meydanı’nda yapılan mitingle son buldu. 400 bin kişinin katıldığı bu görkemli 1 Mayıs kutlaması dosta düşmana işçi sınıfının gücünü gösterdi. 1977 1 Mayıs’ı yine DİSK’in düzenlediği yürüyüş ve mitingle kutlandı. Taksim alanını yüz binler doldurdu. 1976 1 Mayıs’ından daha yoğun bir katılımla gerçekleşen bu kutlamada Türk-İş üyesi sendikalar, bağımsız sendikalar, çeşitli demokratik kitle örgütlenmeleri yer aldı. Türkiye’nin her yerinden Taksim Meydanı’na yığınlar aktı. Kitle hareketinin doruğunu gösteren bu eylem karanlık güçler tarafından provoke edilmeye çalışıldı. Taksim Meydanı’nı gören çeşitli mekanlarda mevzilenen karanlık güçler, kitlenin üzerine yaylım ateşi açtı. Açılan ateş ve panik yüzünden 37 kişi yaşamını yitirdi, yüzlerce kişi yaralandı. Bu kıyımın sorumluları hiçbir zaman ortaya çıkarılmasa bile, Türkiye halkı bu karanlık güçlerin kimler olduğunu bilmektedir.1977 tarihe "Kanlı 1 Mayıs" olarak geçti. 1 Mayıs 1977 katliamı yükselen toplumsal muhalefeti boğmak, kitle hareketini parçalamak,
86
Türkiye’yi şiddet ve kaosa sürüklemek amacıyla organize edildi. 1977’den sonra Türkiye’de siyasal kutuplaşmanın artırılmasıyla ve şiddet ve terörün belirli eller tarafından yaygınlaştırılmasıyla 12 Eylül darbesine hazırlık yapıldığı yıllar sonra ortaya çıkacaktı. 1 Mayıs 1977 bu anlamda kritik bir dönemeci simgeledi. Türkiye’ye ya korku egemen olacaktı ya da özgürlük ve demokrasi. 1 Mayıs 1978, bir önceki yıl çıkan olaylara rağmen hemen hemen aynı yoğunlukta kutlandı. DİSK tarafından düzenlenen yürüyüş ve mitinge yüz binler katıldı. Taksim alanında yığınlar "Yaşasın 1 Mayıs" sloganı atarken, 1 Mayıs 1977 katliamını lanetledi. 1 Mayıs 1979, İstanbul’da Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından yasaklandı ve sokağa çıkma yasağı konuldu. Türkiye çapında büyük kutlama İzmir Konak Meydanı’nda yapıldı. Mitinge, DİSK ve Türk- İş üyesi sendikalar, bağımsız sendikalar ve çeşitli meslek ve kitle örgütlenmeleri yığınsal bir şekilde katıldı. Konak Meydanı tarihi bir gün yaşadı. İstanbul’da sokağa çıkma yasağı olmasına rağmen çeşitli siyasi parti üyeleri ve sendikacılar 1 Mayıs’ın meşruluğunu göstermek için sokağa çıktı. Yüzlerce kişi bu meşru eylemden dolayı gözaltına alındı. 1 Mayıs 1980, İstanbul ve İzmir’de yasaklandı. DİSK ve Türk-İş’e üye bazı sendikalar 30 Nisan’da yasaklamayı protesto eylemleri yaptı. 1 Mayıs günü İstanbul ve İzmir’de izinsiz gösteriler yapıldı. DİSK, 1 Mayısı sıkıyönetimin bulunmadığı Mersin’de kutladı. 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle Türkiye karanlığın, şiddetin ve korkunun egemen olduğu bir döneme girdi. Başta işçi sınıfı olmak üzere tüm toplumsal muhalefet güçleri ezilmek ve bastırılmak istendi. DİSK kapatıldı, Türk-İş’in faaliyetlerine önemli kısıtlamalar getirildi. Binlerce işçi önderi, sendikacı gözaltına alınıp, işkenceden geçirilerek tutuklandı. 1 Mayıs kutlamalarına yasak getirilerek, 1 Mayıs’ın tatil günü olması kaldırıldı. İşçi sınıfının bayramı, birlik, mücadele, dayanışma günü olan 1 Mayıs "yasadışı" bir olay gibi gösterilmeye, bu yönde yoğun anti-propagandalar yapılmaya başlandı. 12 Eylül rejimi suskun, tepkisiz, itaatkar bir toplum ve işçi sınıfı yaratmak istiyordu. Rejimin 1 Mayıs’a yaklaşımı, bir anlamda işçi ve emekçi güçlerin mücadele ve örgütlenmelerine yaklaşımını ortaya koymaktaydı. Ülkede karanlığın devam etmesi, başta işçi sınıfının susturulmasıyla başarılabilirdi. Ama bu, eşyanın tabiatına aykırıydı, 12 Eylül darbesinden
87
ağır yaralar alan işçi sınıfının toparlanması, yavaş da olsa, 1980’li yılların ortalarından sonra gerçekleşti. 12 Eylül rejiminin bütün şiddet ve baskı politikalarına rağmen, işçi sınıfı 1 Mayısları kutlama geleneğini sürdürdü. 1 Mayıslarda işyerlerinde bayramlaşmalar, kısa süreli iş bırakmalar görüldü. İşçiler simgesel işaretler takarak 1 Mayısları selamladı. Yapılan piknik ve kır gezilerinde 1 Mayısların önemi ve anlamı anlatıldı ve tartışıldı. 1 Mayıs kutlamaları karanlıkta yakılan kıvılcımlar oldu. Kıvılcımların aleve dönüşmesi de uzun sürmeyecekti. 1987’de 1 Mayıs fiili gösteriler ve eylemlerle kutlandı. 10’larca kişi gözaltına alındı. 12 Eylül rejiminin korku duvarı yıkılıyordu. Ayrıca İstanbul’da kapalı salon toplantısı yapıldı. 1988’de kitlesel olarak Taksim’e çelenk koyma eylemi yapıldı. Eyleme SHP milletvekilleri de katıldı. Fakat polisin saldırısı sonucunda 10’larca kişi gözaltına alındı. Yurdun dört bir tarafında yine fiili gösteriler ve eylemlerle 1 Mayıs çeşitli biçimlerde kutlandı. 1989 1 Mayıs’ı İstanbul’da yasal olmayan bir gösteriyle binlerce kişinin katılımıyla kutlandı. Değişik kollardan Taksim Meydanı’na çıkılmaya çalışıldı. Bu meşru eylem sonucunda yer yer çatışmalar çıktı. Polisin açtığı ateşle bir işçi öldü, çok sayıda kişi yaralandı. Geniş gözaltına alma operasyonları yapıldı. Uzun zaman 1 Mayıs’a mesafeli yaklaşan Hak-İş kendi tarihinde ilk defa 1 Mayıs’ı kutladı. 1990 1 Mayıs’ı da İstanbul’da izinsiz bir şekilde kutlandı. Binler "Yaşasın 1 Mayıs" sloganlarıyla Taksim Meydanı’na girmeye çalıştı. Yer yer çatışmalar çıktı. Polisin açtığı ateş sonucu bir kişi yaralanarak felç oldu, onlarca kişi yaralandı. Çok sayıda kişi gözaltına alındı. Hak-İş 1 Mayıs dolayısıyla bir bildiri yayımladı. 1991 yılında İstanbul Saraçhane’de bir gösteri yapıldı. Türk-İş dokuz ilde ve genel merkezinde 1 Mayıs dolayısıyla salon toplantıları yaptı. Hak-İş 1 Mayıs’ta Ankara’da bir panel düzenledi. 1992’de 1 Mayıs İstanbul Gaziosmanpaşa’da yasal bir mitingle kutlandı. Türk-İş, DİSK ve Hak-İş " 1 Mayıs güç birliği ortak bildirisi"ni yayımladı. 1993 1 Mayıs’ı, çeşitli biçimlerde kutlandı. Türk-İş 1 Mayıs’ı İstanbul
88
Abide-i Hürriyet Meydanı’nda yaptığı yürüyüş ve mitingle kutlarken, DİSK ise Pendik’te yaptığı mitingle kutladı. Hak- İş Taksim Meydanı’na çelenk koydu. Mitinglerde on binlerce kişi alanları doldurdu. 1994 1 Mayıs’ı, içinde Türk-İş, DİSK, Hak-İş ve Kamu Çalışanları Sendikası Platformu’nun yer aldığı Demokrasi Platformu tarafından İstanbul’da Abidei Hürriyet Meydanı’nda kutlandı. Alan on binlerce işçi tarafından dolduruldu. Ayrıca Türkiye’nin değişik yerlerinde (Ankara, İzmir, Kayseri, Bursa, Samsun ve Antalya’da) kutlamalar yapıldı. 1 Mayıs kutlamaları, farklı sendikal örgütlerin bütün görüş ayrılıklarına ve farklı sendikal politikalarına rağmen, işçi sınıfının birliğini ve gücünü göstermesi açısından önem taşıdı. Türkiye sendikal hareketinin birliğine giden yolda önemli bir adım atılmış oldu. Uzun süre devam eden 1 Mayıs’a mesafeli yaklaşımlar böylece aşıldı. 1 Mayıs’ın anlamına yakışır tarzda kutlamalar, işçi sınıfının genelini kapsayan bir içerik kazandı. 1 Mayıs konusunda var olan önyargılar hızla aşılmaya başlandı. 1995 1 Mayıs’ı yine Demokrasi Platformu’nun organizasyonuyla İstanbul, İzmir, Adana ve Ankara’da kutlandı. Hak-İş 1994 1 Mayıs’ında bazı sol grupların tavrından duyduğu rahatsızlığı gerekçe göstererek kutlamalara katılmadı. Türkiye’nin dört bir yanında on binler 1 Mayıs’ı büyük bir coşkuyla karşıladı. 1996 1 Mayıs’ı Türk-İş, DİSK, Hak-İş ve Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) tarafından Kadıköy’de kutlanıldı. On binlerce kişinin katıldığı kutlamalarda olaylar çıktı. Üç işçi polis kurşunuyla öldü, onlarca kişi yaralandı. Geniş gözaltına alma operasyonu yapıldı. 1997 1 Mayıs’ı Türk-İş, DİSK ve KESK tarafından Şişli Abide-i Hürriyet Meydanı’nda kutlandı. Önceki yıl yaşanan olaylar sonucu katılımda belirli oranda azalma olsa da, yine de binlerce kişi alanlarda toplandı. 1998 1 Mayıs’ı Türk-İş, DİSK, KESK, Hak-İş organizasyonuyla Şişli Abide-i Hürriyet Meydanı’nda kutlandı. Ayrıca Ankara, İzmir ve Türkiye’nin diğer illerinde 1 Mayıs kutlamaları yapıldı. Alanları on binler doldurdu. 1999 1 Mayıs’ı DİSK ve KESK tarafından İstanbul’da Şişli Abide-i Hürriyet Meydanı’nda yürüyüş ve gösteriyle kutlandı. Türk-İş ve Hak-İş ise 1 Mayıs’ı salonlarda kutladı.
89
Yeni bin yılın başında ise 1 Mayıs DİSK, Hak-İş, KESK, Türk-İş tarafından İstanbul Şişli Abide-i Hürriyet Meydanı’nda yapılan yürüyüş ve gösteriyle kutlandı. Ayrıca Ankara, İzmir ve diğer illerde de 1 Mayıs kutlamaları yapıldı. 2000 1 Mayıs’ı “küresel saldırıya karşı gücümüz birliğimiz” sloganıyla tüm Türkiye’de kutlandı. Türk-İş, DİSK, KESK, Hak-İş organizasyonuyla İstanbul Abide-i Hürriyet Meydanı’nda yapılan 1 Mayıs’a 10 binlerce kişi katıldı. Yurdun birçok merkezinde gerçekleşen 1 Mayıs gösterilerine, toplamda 200.000 kişi katıldı. IMF, Dünya Bankası, DTÖ protesto edildi. 2001 1 Mayıs’ı 44 ilde gerçekleştirildi. Türk-İş, Hak-İş, DİSK ve KESK’in organize ettiği İstanbul’daki Abide-i Hürriyet Meydanı’nda yapılan gösteriye 80.000 kişi katıldı. Kitleler IMF politikalarını, yolsuzlukları ve F tipi cezaevlerini protesto etti. 2002 1 Mayıs’ı başta Şişli Abide-i Hürriyet Meydanı olmak üzere tüm Türkiye’de kutlandı. 2002 1 Mayıs’ına 100 binlerce kişi katıldı. İzmir’deki 1 Mayıs’a 50.000 kişi iştirak etti. Adana’da son yılların en büyük kitlesel gösterisi yapıldı. Ayrıca aşta Samsun, Sivas Divriği, Antakya, Bolu, Trabzon, Lüleburgaz ve Hopa’da renkli ve coşkulu 1 Mayıs kutlamaları gerçekleştirildi. Kitleler IMF politikalarına ve programlarına karşı yoğun tepki gösterdi. Krizin yıkımını yaşayan işçiler, özellikle IMF ve Dünya Bankası sloganlarla alanları doldurdu. 2003 1 Mayıs’ı yine Abide-i Hürriyet Meydanı’nda kutlandı. 1 Mayıs Türkİş, DİSK, Hak-İş ve KESK’in organizasyonuyla gerçekleştirildi. 1 Mayıs kutlamalarına 100.000 kişi katıldı. 1 Mayıs gösterisi, savaş karşıtı bir mahiyete büründü. Ayrıca yurdun değişik illerinde de 1 Mayıs gösterileri yapıldı. ABD emperyalizmi lanetlendi. 2004 1 Mayıs gösterileri başta İstanbul, Ankara, İzmir olmak üzere elliye yakın merkezde yapıldı. Sendikalar İstanbul’da iki ayrı alanda 1 Mayıs’ı kutladı. Türk-İş, Şişli Abide-i Hürriyet Meydanı’nda, DİSK, KESK, TTB, TMMOB ise Saraçhane Meydanı’nda 1 Mayıs gösterilerini organize etti. Abide-i Hürriyet Meydanı’ndaki kutlamaya 25.000 kişi katıldı. Saraçhane’deki daha geniş katılımlı gerçekleşti. Ama 1 Mayıs’ın iki ayrı meydanda kutlanması, gerekçesi ne olursa olsun işçi sınıfının birliğini ve ortak duruşunu zedeledi. 1 Mayıs’ın ruhuna yakışmayan bir tavır oldu.
90
2005 1 Mayıs’ı Türk-İş, Hak-İş, DİSK ve KESK’in önderliğinde Kadıköy’de kutlandı. Ayrıca 46 ilde 1 Mayıs gösterileri yapıldı. Bu gösterilere tahminen 200.000 kişi katıldı. Kadıköy’deki 1 Mayıs kutlamalarına 60.000 kişi iştirak etti. Sendika üyesi işçilerin gösteriye katılımı az oldu. 2006 1 Mayıs’ı 40’dan fazla merkezde kutlandı. Sosyal güvenlik ve sağlığın özelleştirilmesiyle ilgili yasanın meclisten geçirilmesi protesto edildi. DİSK ve KESK’in organizasyonuyla Kadıköy’de gerçekleşen mitinge 40.000 kişi katıldı. Türk-İş Ankara merkezli kutlamalar yaptı. Türkiye çapında yapılan gösterilere 10 binlerce kişi iştirak etti. 2007 1 Mayıs’ının 1977 katliamının 30. yılı olması dolayısıyla hedefi Taksim’di. Binlerce içiler ve gösterici Taksim’in yasaklanmasına rağmen fiilen alana çıktı. 1 Mayıs günü İstanbul sıkıyönetim günleri gibiydi. 2008 1 Mayıs’ının hedefi yine Taksim’di. İstanbul’un fiilen sıkıyönetime tabi tutulması ve Taksim’in gösteriye kapatılmasına rağmen binlerce işçi ve eylemci alanı zorladı. Polisin son derece sert tavrına rağmen 1 Mayıs kararlılıkla kutlandı. 1 Mayıs işçi sınıfının ve bütün çalışanların aşına, işine ve geleceğine sahip çıktığı bir gün olmalıdır. 1 Mayıs işçi sınıfının tüm katmanlarının omuz omuza gelerek, gelecek güzel günlere doğru yüründüğü bir gün olmalıdır. 1 Mayıs geleneği mücadele geleneğidir. Bu geleneğe sahip çıkmak, geleceğe sahip çıkmaktır. Şimdi görev bütün işçilerin bayramlarını kutlamak, taleplerini haykırmak, tepkilerini göstermek için Türkiye’nin her yerini 1 Mayıs alanına dönüştürmek olmalıdır. “Yurdumun mutlu günleri, mutlak gelen gündedir.” Yaşasın 1 Mayıs. Yaşasın İşçilerin Birliği. KAYNAKÇA: - Foner, S. Philip. Mayıs Günleri - 1 Mayıs’ın Kökeni ve Dünya’daki Tarihsel Gelişimi; Bibliotek Yay., 1996. - Seren, A. “Türkiye İşçi Sınıfı ve Tarihsel 1 Mayıs’lar” Yurt ve Dünya, Mayıs 1977. - Güzel, Şehmuz M. “Cumhuriyet Türkiyesi’nde İşçi Hareketleri” Cumhuriyet Dönemi-Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yay., c. 7. - Onur, Hakkı., “1908 İşçi Hareketleri ve Jön Türkler” Yurt ve Dünya, Mart 1977. - Keskinoğlu, İrvem. “1 Mayıs’lar” Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi Kültür Bak., Tarih Vakfı Ortak Yay., C.1., 1996. - Sendikalı İşçinin Ders Notları Konuk Yay., 1977. - Türkiye İşçi Sınıfının Mücadele Tarihi, TİB Yay., 1976.
91
ÜRETİM NEDİR? İŞÇİLER NEDEN ÇALIŞMAK ZORUNDADIR? İnsanlar, yaşamak için yiyecek, giyecek, barınak gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak zorundadırlar. Ekmeğin ve üst-başın alınması, kiranın ödenmesi, odun- kömür parasının bulunması, çocukların okul masraflarının karşılanması, hastalık halinde doktor, ilaç parasının ödenmesi gibi birçok ihtiyacın giderilmesi için; işçiler bu düzende çalışmak zorundadır. İşçilerin yaşamlarını sürdürebilmek için işgücünden yani, çalışma gücünden başka satacak bir şeyleri yoktur. Çalışan, alın teri akıtan, mal üreten işçilerin aralarında önemli benzerlikler vardır. Çalışma ve yaşam koşulları birbirine yakındır. Çıkarları ortaktır. Bundan dolayı işçiler için “aynı hamurdan yoğrulmuş, aynı iplikten dokunmuşlardır” denir. İşçiler üretir ama ürettiklerine sahip çıkamazlar. Çünkü üretim araçlarına (topraklara, fabrikalara, makinelere, hammaddelere) sahip değillerdir. Bunlara ufak bir azınlık sahiptir. Üretim araçları onların özel mülkiyetindedir.
92
ÜRETİM NEDİR? İnsanların yaşamlarını sürdürebilmeleri için; karınlarım doyurabilmeleri, giyinmeleri, barınmaları gerekir. Karınlarını doyurabilmeleri için; ekmek yemeleri, su içmeleri, Giyinmeleri için; kumaştan elbise dokunması, köseleden ayakkabı yapılması, Barınmaları için de başlarını sokabileceği evlerinin olması gerekir. Bu kişisel ihtiyaçların dışında toplu ihtiyaçlarımız diye tanımlayabileceğimiz, gereksinmelerimiz vardır. Yol, su, elektrik, köprü, demiryolu, hastane, okul, sinema gibi. Ayrıca bu toplu ihtiyaçlarımızın sağlanmasında kullandığımız makine, alet ve araçlara gereksinmelerimiz vardır. Bu ihtiyaçlarımızı karşılamak için de çeşitli ürünler kullanırız. Kısaca hayatımızı sürdürebilmemiz için biz çeşitli ürünleri tüketiriz. Yaptığımız bu faaliyete tüketim denir. Kullandığımız, tükettiğimiz ürünlere de maddi ihtiyaç denir. Üretim ise; insanların yaşamak için zorunlu olan maddeleri elde etmek üzere giriştikleri toplu faaliyettir. Bu faaliyet önceden planlanması ve belirli bir amaca göre yapılmasından dolayı bilinçli faaliyettir. Ayrıca insanlar üretim sırasında alet ve araç kullanırlar. Ve bu aletleri yine kendileri üretir. İnsan için “Araç yapan canlıdır” denmesi de bundan dolayıdır.
93
Toprakta yetiştirilen pamuğun makinelerde dokunması, giysi yapılması, hayvan derilerinin işlenerek kösele ayakkabı yapılması, yeraltından çıkarılan çeşitli madenlerin işlenip, buzdolabı, otomobil, çamaşır makinesi yapılması, doğadan elde edilen çeşitli kimyasal maddelerden ilaç ve boya imal edilmesi bütünüyle bir üretim faaliyetidir. Bu faaliyetler sonucu ortaya çıkan maddelere de ürün denir.
ÜRETİM GÜÇLERİ NEDİR? Üretim, işçiler tarafından işyerlerinde gerçekleşir. İşçiler, işyerlerindeki makinelerde hammaddeler üzerinde çalışıp, bu maddeleri işleyerek, mal ortaya çıkarırlar. Böylesi bir faaliyetin gerçekleşmesi için işçilerin belirli bir bilgi, beceri ve iş alışkanlığına sahip olmaları gerekir. İşçilerin işyerlerinde çalışarak ortaya çıkardıkları ürünlerin meydana gelmesi, ya da üretimin olabilmesi için 3 şeyin bir arada bulunması gerekir. 1) Üretim araçları 2) İşçiler 3) Üretim tecrübesi
1) ÜRETİM ARAÇLARI NEDİR? Üretim araçları, üretim yapılırken insanların başvurduğu, kullandığı, denetim altına aldığı bütün iş aletleri, araçları, gereçleri ile iş nesnelerinden meydana gelir. Üretim araçlarını başta toprak olmak üzere bütün doğal kaynaklar (ormanlar, sular, yeraltından çıkarılan madenler), bu kaynakları işlerken, çalışırken, insanların kullandığı her türlü alet , araç, gereç, (çekiç, testere, pense vb.), makineler, bilgisayarlar,üretimin yapıldığı tesisler (fabrikalar, işletme binaları, depolar, ulaştırma araçları vb.), diğer gerekli tesisler (mağazalar, bankalar) kapsar. Kısaca üretim araçları •Toprak ve tüm doğal kaynaklar •Her türlü araç, gereç, •Makinalar, •Tesislerdir. “İşçiler, üretmek için çeşitli üretim araçları kullanırlar.”
94
2) İŞÇİ KİMDİR? Emek, insanların temel ihtiyaçlarını üretmeye yönelik bilinçli bir çabadır. İşçi de yaşamını çalışarak kazanan, verdiği emekle üreten, başkalarını sömürmeyen insandır.
“İşçi başkalarını sömürmeyen insandır.” Üretim araçlarını yani; toprağı, makineleri, hammaddeleri işleyen insanlar olmazsa, üretim araçlarından hiçbir şey elde edilemez. İşçiler tarafından harekete geçirilmeyen, çalıştırılmayan hiçbir makine hiçbir araç ortaya ürün çıkaramaz. Onları işleyecek, çalıştıracak, kullanacak işçiler gereklidir. Buradan şöyle bir sonuca da varabiliriz; tek başına üretim araçları değer yaratmaz. Bu yüzden “ zenginliğin anası topraksa, babası da emektir” denilmiştir.
3) ÜRETİM TECRÜBESİ NEDİR? Üretimin olabilmesi için, bir de üretim tecrübesi, çalışma becerisi gereklidir. Üretim tecrübesi iş bilgisi, iş alışkanlığı ve iş becerisi anlamına gelmektedir. Üretim tecrübesi bir başka deyimle işin gerçekleşmesi için gerekli olan teknik bilgidir. Bunlar kuşaktan kuşağa aktarılan bilgilerin yanında belirli bir eğitim görülerek kazanılan birikimlerdir. Bu birikim ve tecrübe olmadıktan sonra, makinenin başına geçecek herhangi bir insanın bu makineyi çalıştırması, kullanabilmesi mümkün değildir. Herhangi bir işyerinde bir işçinin üretim araçlarını kullanabilmesi için mutlaka üretim tecrübesine sahip olması gerekir.
95
Bu aynı zamanda iş görgüsü, üretim deneyimi, iş alışkanlığı demektir. Bundan dolayı da işyerlerinde kalifiye işçi ve kalifiye olmayan işçi gibi tanımlamalar yapılır. Bütün bu söylediklerimizden çıkan sonuç ise şudur. Üretimin gerçekleşebilmesi için; 1) Üretim araçlarına, 2) İşçilere 3) Üretim tecrübesine gerek vardır. Bu üç unsura üretici güçler denir. Unutulmaması gereken üretici güçler olmadan üretimin olmayacağıdır.
ÜRETİCİ GÜÇLER DEĞİŞKEN MİDİR? Üretim güçleri tarih boyunca sürekli olarak değişmiştir. Çünkü insanların ihtiyacı ve gereksinmeleri aynı olmamıştır. Bunu insanların bugünüyle dünü arasındaki yaşam tarzlarında, kullandığı araç ve gereçlerde kolayca görebiliriz. Eskiden çiğ et yiyen insan, şimdi eti pişirmeden yememektedir. Dün topraktan veya sert maddelerden yapılan kap kacak kullanan insan, bugün buzdolabı, elektrikli ızgara, turbo fırın kullanmaktadır. “Üretici güçler zaman içinde değişmiş ve gelişmiştir.” İhtiyaç duyulan ürünler değiştikçe insanların kullandığı araçlarda değişmiştir. Örneğin insanoğlu dün toprağı kara sabanla işlerken, bugün traktör ve pulluk kullanmaktadır.
96
Bu değişimi ve gelişimi gösteren tarihsel süreç içinde insan emeği de sürekli değişmiştir. İnsanlar üretim bilgisini artırmış, üretme ve yaratma becerilerini geliştirmişlerdir. Tarih boyunca emekçilerin çalışma biçimi de farklılaşarak değişmiştir. Emekçiler önce özgür çalışmışlar sonra köle, daha sonra toprak kölesi ve bugünde ücretli köle haline gelmişlerdir. Üretim güçleri gelişirken emekçiler de gelişmiş, yetenek ve üretim bilgi ve becerileri artmıştır. Kısaca üretim güçleri durmamış, sürekli olarak değişmiş ve gelişmiştir.
DÜNYADAKİ TÜM ZENGİNLİKLERİN YARATICISI İŞÇİLERDİR İşçi sınıfı hayatı yaratan, hayatı üretendir. Bugün; her gün yediğimiz ekmeği, yararlandığımız her şeyi (televizyonu, buzdolabını, masayı, bilgisayarı) giydiğimiz giyecekleri, işçiler yaratmakta üretmektedir. Şöyle bir düşünelim; yeraltından demir, kömür, petrol işçiler tarafından çıkarılmasa, bütün şalterler inse, bütün fabrikalarda çalışmalar dursa, ulaşımda, inşaatlarda çalışan işçiler iş bıraksalar, belediye işçileri çalışmasalar, hayat ne olur? Hayat durur, elektrik üretilmez, yollar temizlenmez, bir yerden bir yere gidilemez, ne giyecek, ne yiyecek, ne kullanacak bir şey buluruz. Kısaca işçiler üretmezse hayat yaşanmaz, hayat katlarnlamaz hale gelir. Onun için işçi sınıfı hayatı yaratandır. Gücünün önünde hiç bir güç duramaz. Yeter ki işçi sınıfı birliği ve bütünlüğünü sağlayabilsin.
97
ÜRETİM İLİŞKİLERİ NEDİR? Üretimin gerçekleşmesi için, üretim araçlarına, işçilere ve üretim tecrübesine gerek olduğunu belirtmiştik. Bütün bunların toplamına üretim güçleri demiştik. Yukarıda belirttiğimiz şeylerin toplamı üretimin kimlerle, nasıl gerçekleştiğini göstermektedir. Ama üretimin bir başka yönü daha vardır. Üretim insanların doğaya karşı giriştikleri toplu bir mücadeledir. Bu mücadeleyi insanlar tek başına yapmazlar, bir arada ve topluca gerçekleştirirler. Çeşitli işkollarında çalışan milyonlarca işçi bu faaliyeti birlikte gerçekleştirirler. Bundan dolayı hayatın sürdürülmesi ve ihtiyaçların karşılanması için işkolları arasında kopmaz bağlar vardır. İşte çalışma yaşamında yer alanların (işçiler, işverenler, çalışanlar) üretim esnasında zorunlu olarak girdiği ilişkilerin bütününe üretim ilişkileri denir. Yani üretim ilişkileri, üretim faaliyeti içinde olan insanların üretim esnasında, ürettikleri ürünleri paylaşmada ve ürünleri değiş-tokuş (trampa) etmede birbirleri ile kurdukları ilişkilerin tümüdür. Bir toplumda üretim ilişkilerinin niteliğini öğrenmek için o toplumda üretim araçlarına kimin sahip olduğuna bakarız. Çünkü üretim ilişkilerinin temelinde mülkiyet ilişkileri yatar. Mülkiyet biçimi, insanlar arası ilişkileri belirler. Üretim ilişkileri sistemi içinde üretim araçlarının mülkiyetine göre insanlar sınıflara ayrılır. Üretim araçlarına kim sahiptir. Üretim araçları topluma ait ise orada sömürü yoktur. İnsanlar arasında dayanışma, paylaşma ve herkes için özgürlük vardır. Fakat üretim araçları belirli bir azınlığın elindeyse, orada insanlar arasındaki ilişki, insanın insanı sömürmesi şeklindedir.
SÖMÜRÜ Sömürü üretim yapan işçilerin, ürettikleri ürünlerin büyük bir kısmına üretici olmayan sınıflar tarafından el konulmasıdır.
98
ÜRETİM BİÇİMİ NEDİR? Üretim biçimi bir toplumda üretimin nelerle ve nasıl yapıldığını anlatan kavramlardır. Üretim biçimi= Üretim güçleri+ Üretim ilişkileridir. Üretim biçimlerine göre toplumlar farklı adlar alır. İnsanlık tarihini genel olarak ilkel ortaklaşa toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum ve kapitalizm sonrası toplum diye 5 üretim biçimiyle tanımlayabiliriz. Bu toplum evreleri, üretim biçiminin en önemli özelliğini ortaya koymaktadır. Bu da değişimdir. Üretim biçiminin değişebilir özelliği halk arasında yaygın olan “böyle gelmiş, böyle gider” sözünün anlamsızlığını ortaya koymaktadır. Fakat unutulmamalıdır ki, bir toplumdan bir başka topluma geçilirken mutlaka bir takım toplumsal yasalar işlemiştir. Toplumsal olayların bütününde neden- sonuç ilişkisi vardır. Ve işçi sınıfı toplumsal gelişmelere bilimsel çerçevede bakmak zorundadır. Bu bilimsellik işçi sınıfının örgütlülüğünü artırırken, mücadelesinin gelişmesini ve hak alma gücünü ortaya çıkarır.
ALT YAPI (ekonomik temel) NEDİR, ÜST YAPI NEDİR? Bir toplumda üretim güçlerinin gelişme düzeyi tarafından belirlenen, üretim ilişkilerinin tümüne ALT YAPI ya da ekonomik temel denir. Ayrıca yaşanılan toplumun üretim ilişkilerine bağlı olarak şekillenen, politik düşünceler, sanatsal, hukuksal, ahlaksal, dinsel, felsefi görüşler, devlet gibi yönetim kurumları, siyasi partiler, eğitim ve dini kurumların bütününe ÜST YAPI denir. ÜST YAPI ile ALT YAPI bir bütündür.
99
ÜST YAPI SİYASİ, DİNİ, FELSEFİ, SANATSAL, HUKUKİ, AHLAKİ DÜŞÜNCELER VE ÖRGÜTLER ▼ ALT YAPI (Ekonomik Temel) ▲▼ ÜRETİM GÜÇLERİ -Üretim araçları -Emekçiler -Üretim tecrübesi
ÜRETİM İLİŞKİLERİ -Üretim araçları üzerindeki mülkiyet ilişkileri -Ürünlerin paylaşım şekilleri -Toplumdaki sınıf ve tabakaların İlişkileri
100
SONUÇ: İŞÇİ SINIFI BİLİMİ İşçi sınıfı bilimi insanlar arası ekonomik ilişkileri, üretim, bölüşüm, değişim ve tüketim ilişkilerini ortaya koymaya ve toplumların gelişme yasalarını göstermeye yarar. İşçi sınıfının örgütlülüğünü pekiştirmesi, mücadelesini geliştirmesi bilimle donanmasıyla mümkündür. İşçi sınıfının bilimle kuşanması ve bilimin ışığında yürümesi özgür, aydınlık ve mutlu geleceği yaratacaktır.
101
KAPİTALİST TOPLUM VE İŞÇİLER 1. BÖLÜM NASIL BİR TOPLUMDA YAŞIYORUZ? Yaşadığımız toplum temelde işgücünü satarak geçinen, aldığı ücretle yaşayan işçilerle, üretim araçlarına sahip olan işverenlerin olduğu bir toplumdur. Bu topluma sanayi toplumu, çağdaş toplum da denmesine rağmen özünde, üretim araçları (toprak, fabrikalar, makineler) ufak bir azınlığın özel mülkiyetindedir. Kapitalist toplum diye tanımlayabileceğimiz, yaşadığımız toplumda bir yanda işçi sınıfı, öte yanda sermaye sınıfı vardır. Bu sermaye sınıfına “şehirli” anlamına gelen burjuvazi de denir. Kapitalin anlamı ise sermaye demektir. Yani yaşadığımız toplumun diğer bir tanımı da sermayenin egemenliğinin olduğu toplumdur. “ Kapitalizm insanın doğasına aykırıdır.”
KAPİTALİZM NASIL ORTAYA ÇIKTI? Avrupa kıtasında özellikle İngiltere’de 1700- 1800’lü yıllarda sanayide ve ticarette büyük gelişmeler kaydedildi. Emekçilerin kullandıkları üretim aletlerinin gelişmesiyle birlikte, Amerika kıtasının keşfi ve sömürgeleştirilmesi, Hindistan ve Çin gibi yeni pazarlara deniz yolu ile gidilebilmesi, gemicilik, ticaret ve sanayide önemli atılımları doğurdu. Avrupa’da çökme durumuna gelen feodal toplumun (ülkemizdeki toprak ağalığı gibi, derebeyi toplumu) bağrında yeni bir toplum biçimi olan kapitalizm doğdu. Bu süreç kısaca şöyle gelişti. Feodal düzende üretim bir yanda evlerde yapılırken, diğer yandan usta -kalfa- çırak ilişkisine dayanan loncalarda yapılmaktaydı. Fakat ekonomik gelişmeler sonucunda loncalarla yapılan üretim yetersiz kalmıştı. Loncalar da üretimi düzenleyen meslek örgütleriydi. Lonca sistemi bozulunca tüccarlar evlere iş vermeye başladılar. Tüccarlar aracı olarak çalışıyorlardı. Evlerde çalışanlara ham madde (iplik gibi)
102
veriyorlar, üretilen malları (kumaş gibi) alıp satıyorlardı. Kar da aracı tüccarlara kalıyordu. Tüccarlar daha sonra aynı işi yapan kişileri bir araya getirip, bir imalathanede topladılar. Tabii ki bu imalathane bugünkü gibi değil çok daha ilkel bir organizasyondu. Bu imalathanelere ayrıca manifaktür adı verilmekteydi. Manifaktürün Türkçe anlamı ise elle yapım demektir. İmalathane sahibi, burada çalışanlara, alet, makine ve ham madde vererek çalışanların ürettiği malı satıyorlardı. Örneğin imalathane sahibi iplik verip, kumaş elde edilmesini sağlıyordu. İmalathane sahibi, bu satılan kumaş miktarından, iplik tutarını, alet kirasını düştükten sonra, çalışanlara çok küçük bir ücret ödüyor, kendisine büyük bir karın kalmasını sağlıyordu. Bu üretim, bir çok zanaatkarın iflas etmesini, işlerini kaybetmesini beraberinde getirdi. Örneğin dün tek başına dükkanlarında pantolon, ceket diken terziler artık işini kaybetmiş, yaşamak için işgüçlerinden başka satacak bir şeyleri kalmayan işçiler konumuna gelmişti. İmalathanelerde iş bölümü giderek yaygınlaştı. Pazarlar büyüdü ve genişledi. İmalathanelerdeki üretim artık gelişmeye ayak uyduramamaktaydı. Yeni yeni makineler, aletler ortaya çıktı. İmalathane kullanılan çıkrık yerini iplik makinesine bıraktı. Demirci ustasının kullandığı çekicin yerini buharlı pres aldı. Hallaçların yerine, çırçır makineleri kullanılmaya başlandı. Özellikle buharın bulunması ve endüstride kullanılması çok önemli değişimlere neden oldu. Buharlı gemiler, trenler, uzak mesafeleri kısalttı, malların ve insanların taşınmasını sağladı. Buharlı makineler, onlarca insanın yapacağı işleri tek başına gerçekleştirir oldu. Zamanla atölyeler, imalathaneler yüzlerce, binlerce işçinin çalıştığı fabrikalara dönüştü.
103
İşte böyle bir ortamda modern sanayi ortaya çıktı. Makinelerin gelişmesi, fabrikaların kurulması daha çok sayıda köylü ve zanaatkarın işçileşmesine neden oldu. Aynı dönemler; kadınların ve bir karış boyunda çocukların da işçileşip, fabrikalarda, madenlerde çalışmasına yol açtı. Fabrikalarda üretim, atölye ve imalathanelerden çok farklıydı. Fabrikalarda üretim ortaklaşa yapılmaktaydı. Üretim topluca gerçekleştiriliyordu. Fakat üretim ortaklaşa yapılmasına rağmen üretim araçları ufak bir azınlığın elindeydi. Bütün bu gelişmeler kolay olmadı. Tüccarlar ve sanayiciler, büyük toprak mülkiyetini korumak isteyen toprak ağalarına, derebeylerine, faizle para verilmesini yasaklayan kiliseye karşı mücadele ettiler. Siyasal iktidarı ele geçirmek için kavga verdiler. Bu süreç, tüccarların elindeki servetlerin sermayeye dönüşmesine, tüccarların kapitalist olmasına yol açarken, artık geçinemediğinden şehirlere göç eden köylüler, şehirde yaşayan elinde aleti, dükkanı kalmayan ama meslek sahibi kalfa, çırak, zanaatkarlar olarak iş gücünü satan işçiler haline geldiler.
İŞÇİ KİMDİR? İşçi işgücünden başka satacak bir şeyi olmayan aldığı ücretle ailesini ve yaşamını sürdüren kişidir. İşçiler, üretim aracı sahibi değillerdir. Ücret karşılığı iş gücünü satarlar. İşçiler, emekleriyle, zenginlik mal yaratırlar. Değer üretirler. İşçiyi işçi yapan, oturduğu yer, giydiği elbise, kullandığı araba, buzdolabı, televizyon, çamaşır makinesi değildir. İşçiyi işçi yapan üretim içindeki yeridir. Bugün işçiler çeşitli işkollarında çalışmalarına rağmen üretimde oynadıkları rol aynıdır. İşgüçlerini satarak yaşarlar, üretim faaliyetine katılarak değer yaratırlar.
104
SERMAYE NEDİR?
Önemli bir noktayı belirtelim. Para sermaye değildir. Sermaye bir sömürü aracıdır. Sermaye halen yaşadığımız kapitalist toplumla birlikte ortaya çıkmıştır.“Sermaye birikmiş emekten başka bir şey değildir.” Şöyle açıklanabilir: Örneğin Mehmet adında birinin bir fabrika kuracak parası var. Ama o parayı evinde saklıyor. Bu para sermaye değildir. Ama aynı Mehmet bu parayla bir fabrika kurarsa, işçileri sömürmeye başlarsa bu para artık sermaye olmuştur. Yani sermaye, üretim araçları (makineler, fabrikalar, işyerleri), işçilere ödenen paralar, kısacası yaşadığımız toplumu karakterize eden ilişkiler sistemidir. Başka bir deyimle sermaye birikmiş emekten başka bir şey değildir.
SONUÇ: Kapitalist toplumda üretim, üretenin ihtiyacını ya da toplumun ihtiyacını gidermek için değil, üretilenleri pazarda, piyasada satmak için yapılır. Pazara da satmak üzere imal edilen bu ürünlere mal denir. Kapitalizm’de kapitalist mal üretimi hakimdir ve üretim kar için yapılır.
105
II. BÖLÜM YAŞADIĞIMIZ TOPLUMDA ÜRETİM ÜRÜN NEDİR? MAL NEDİR? İnsanlar üretim yaparak, doğadaki maddeleri işleyerek ihtiyaçlarını giderirler. Üretim sonucunda ortaya çıkan maddelere ÜRÜN denir. Fakat her üretim ve ortaya çıkan her ürün birbirine benzemez. Örneğin kendimizin yapıp giydiği bir ayakkabı, annemizin yaptığı baklava, ördüğü bir kazak üründür. Fakat mal değildir. Diğer yandan ayakkabıcının yapıp sattığı ayakkabı, tatlıcının yapıp sattığı baklava, atölyede örülen, mağazada satılan kazak MAL’dır. Çünkü ayakkabıcının yaptığı ayakkabı, tatlıcının yaptığı baklava, mağazadaki kazak ya da ürünler, yapanın ihtiyacı için değil, toplumdaki diğer insanların ihtiyacını gidermek amacıyla, pazarda satılmak üzere yani diğer ürünlerle değiş tokuş için üretilmektedir. Kısaca, bir ürün doğrudan doğruya tüketim için değil de piyasada satılmak üzere üretiliyorsa bu ürünlere mal denir.
106
KULLANIM DEĞERİ, DEĞİŞİM DEĞERİ Bir malın iki değeri vardır. Bir mal hem ihtiyacı giderdiği için faydalı ve değerlidir, hem de başka bir malla ya da para karşılığı değiştirilebildiğinden değerlidir. Bundan dolayı; her malın insan ihtiyacını karşılama özelliğine kullanım değeri denir. Ayrıca her malın pazarda satılacak bir nesne olma özelliğine de değişim değeri denir. Malın bu özelliğine ayrıca değer de denilmektedir.
KAÇ TÜRLÜ MAL ÜRETİMİ VARDIR? İki türlü mal üretimi vardır. Birincisi basit mal üretimidir. Basit mal üretiminde, üreticiler (köylüler ve zanaatçılar) üretim araçlarının ve ürettikleri ürünlerin sahipleridir. Tek başlarına kendileri çalışır ve kimseyi sömürmezler. Bu üretimi bir örnekle şöyle anlatabiliriz: İneği olan bir köylü ineğini sağıp sütünden peynir yapar. Bu peynirin küçük bir kısmını kendi ihtiyaçlarını karşılamak için ayırır. Diğer kısmını ilçedeki pazarda satmaya gider.
Pazarda sattığı peynirlerden dolayı eline bir miktar para geçer. Bu parayı köyüne götürmez. Bu parayla köyünde bulunmayan, ihtiyacı olan diğer şeyleri (şeker, gaz, kumaş vb.) almak için kullanır. Burada peynir üreten köylünün amacı bellidir. Köylü peynirden para kazanmayı amaçlamamaktadır. Peyniri pazarda satmadaki amacı ihtiyacı olan başka mallar satın almaktır. Yani köylü satın almak için satmaktadır. İşte satın almak için satmayı amaçlayan üretime, BASİT MAL ÜRETİMİ denir.
107
Mal üretiminin ikincisi ise kapitalist mal üretimidir. Kapitalist mal üretiminde üretim araçlarının mülkiyeti ufak bir azınlığın elinde toplanmıştır. Üreticiler (işçiler) ile üretilen malın sahibi (işverenler) aynı değildir. İşçiler, köylüler ve zanaatçılar gibi ürettikleri ürünlerin sahibi değillerdir. Buradaki amaç, yukarıda örneğini verdiğimiz inek sahibi köylü gibi kendi ihtiyaçlarını gidermek için değil, kar elde etmek içindir, amaç satmak için satın almaktır. Bu nedenle yapılan üretime KAPİTALİST MAL ÜRETİMİ denir.
Bir örnekle açıklayacak olursak; Tekstil ürünleri üreten bir fabrika, işveren tarafından belirli bir para harcanarak kurulur. Sonra piyasadan üretim için gerekli ham madde, yardımcı malzeme, enerji satın alınır. Ama biliyoruz ki, makineler ve makineler da kullanılacak ham maddeler durdukları yerde bir şey üretemezler. Makineleri çalıştıracak, hammaddeyi işleyecek işçiler gereklidir.
108
İşveren, piyasadan ücret karşılığı fabrikalarda çalışacak işçileri kiralar. Bütün bunlar için bir para öder. Bu aşamadan sonra, fabrikada üretime geçilir. İşçiler makinelerin başında artık çalışmaya başlamıştır. Yakıt, hammadde, elektrik kullanır. Ortaya kumaştan (hammaddeden), gömlek, pantolon vb. gibi yeni mallar çıkar. İşçiler böylece hammaddeyi ve makineleri kullanarak mal meydana getirmekle yeni bir zenginlik, yeni bir değer üretmiş olurlar. İşveren gömlek, pantolon vb. alır, piyasaya satar, eline yeni bir para geçer. İşveren bu aşamada eline geçen parayla, ödediği ilk para (işçiye hammaddeye, yardımcı malzemeye, enerjiye ödediği para) arasında büyük bir fark vardır. İşveren kar elde etmiştir. Eğer İşveren ilk ödediği para eline geçen paradan az olsaydı, zaten bu işletmeyi açmazdı. Eşit olsaydı zaten kar elde etmezdi. Yani yaşadığımız toplumda üretim kar için yapılır, üretilen bütün mallar piyasada satılmak üzere üretilir. Bundan dolayı “kapitalist düzenin tekerlerini döndüren kârdır” denilmektedir.
MALLARIN DEĞERİ NASIL BELİRLENİR? Mal ve ürün arasındaki farkı daha önce tanımlamıştık. Şimdi piyasada satılan malların değerinin nasıl hesaplandığı, fiyat olarak nasıl belirlendiğine bir bakalım. Her gün insanlar para karşılığında çok sayıda malı birbirleriyle değiştirirler. Peki hiç düşündük mü bu mallar hangi ölçüye göre alınır satılır? Ortak ölçü, kıstas nedir? Şöyle bir düşünelim, malların ölçüsü sağladığı fayda olabilir mi? Eğer böyle olsaydı her faydalı şeyin değerli olması gerekirdi. Mesela hava faydalıdır, insanların yaşamasını sağlar ama havanın bir değeri yoktur. Kimse şişeye havayı doldurup satmaz. Fakat hiç bir faydası olmayan altın ise değerlidir. Yani bir malın faydalı olması o malın değeri için bir ölçü değildir. Faydalı olma, insanın bir andaki tavrına, isteğine, bulunduğu yer ve zamana göre değişir. Çok ciddi hasta bir insan kendisinin iyileşmesi için gerekli olan ilaca bütün servetini verebilir. Ama sağlıklı bir insan bu ilaca bir tek lira bile vermez.
109
Suyun bol ve ücretsiz olduğu bir yerde, bir bardak su bile satılmaz. Ama çölde susuzluktan ölmekte olan bir insan, bir bardak su için servet ödeyebilir. Demek ki malların değeri onların faydalılığıyla ölçülemez. Yani malların faydalı olması, değiş- tokuş edilebilmeleri yanında bütün malların ortak bir özelliği vardır. O da EMEKTİR. Çünkü bütün mallar, emek ürünüdür.
BÜTÜN MALLAR EMEK ÜRÜNÜDÜR Her mal bir emek ürünüdür. Örneğin buğday durduğu yerde hiç bir işe yaramaz, buğdayın un, unun ekmek yapılması bir emek harcanmasını gerektirir. Yeraltında petrol o haliyle bir işe yaramaz, petrol çıkarılıp, rafinerilere gönderilmesiyle buradan çıkan ürünler ihtiyaçları karşılar, enerji olur sanayi de kullanılır. Her mal emek ürünü olduğuna göre, malların üretilmesi için belli bir miktar emek harcandığına göre aradığımız ortak ölçü bir malın üretilmesi için harcanan emektir. Öyleyse bu harcanan emek miktarı nasıl ölçülür? Metre ile mi, kilo ile mi, yoksa litre ile mi ölçeceğiz... Tabi ki hayır? Her malın belirli bir süre içinde üretildiğini unutmayalım. Bu süre, dakika, saat, gün, ya da ay olabilir. Bundan dolayı, harcanan emek miktarı zamanla ve bu zamanın birimlerinden biri olan saatle ölçülür. İşçilere ödenen ücrette saat karşılığı değil midir? Örneğin, bir gömleğin ortaya çıkması 2 saat gerektiriyorsa, bu gömleğin değeri 2 emek- saattir. Veya bir pantolon 3 saatte ortaya çıkıyorsa, bu pantolonun değeri 3 emek-saattir.
110
Varsayalım bir televizyonun ortaya çıkması 48 saat gerektiriyorsa bu televizyonun değeri 48 emek- saattir. Yani; 1 gömlek = 2 emek-saat, 1 televizyon = 48 emek-saat olduğuna göre, 1 televizyon = 24 gömleğe eşit olur.
SONUÇ: Buraya kadar yaşadığımız toplum, işçiler ve temel bazı konular üzerinde durduk. Bundan sonraki broşürümüzde, malların değerinin nasıl hesaplandığı, iş gücümüzün de bir mal olduğunu, artı-değeri ve nasıl sömürüldüğümüzü öğreneceğiz.
111
İŞGÜCÜ VE ARTI DEĞER 1. BÖLÜM MALLARIN DEĞERİ NASIL HESAPLANIR? Bir önceki broşürümüzde malların (metaların) değerinin nasıl ölçüldüğünü öğrendik. Malların değeri; üretilmeleri gerekli emek miktarı ile ölçülüyordu. Peki bu ne demekti? Biz bir malın değerini ölçerken; “bu malın içinde şu kadar emek var” diyorduk. İki malı birbiriyle karşılaştırırken de aynı şeyleri söylüyorduk; “bu mal diğerinden daha fazla değerli, çünkü bunda diğerinden daha fazla emek var” Hemen tekrarlayalım. Emek nasıl ölçülüyordu? Emeğin ölçüsü saatti. Yani bir malı üretmek için gerekli emek miktarı o malın üretilmesi için gerekli olan saatle ölçülüyordu. Peki o zaman hemen akla şu soru gelmez mi? O zaman en ağır çalışan, bir malı en uzun sürede üreten işçinin ürettiği mal en değerli mi olacak? Elbette hayır!... O halde hangi emek bize malların değerlerini verir? Malların değerlerini ölçtüğümüz emek hangi emektir? Malların değerlerini ölçtüğümüz emek; Ayşe’nin, Ali’nin, Mehmet’in, Ahmet’in, Aysel’in, Osman’ın emeği değildir. Hünerli işçinin, acemi işçinin, usta işçinin, çocuk işçinin, ihtiyar işçinin emeği de değildir. Malların değerini ölçtüğümüz emek ORTALAMA EMEKTİR Bunu biraz detaylı tartışalım. Ülkemizde pek çok işçi çalışmaktadır. Bu işçilerin bir kısmı acemi, bir kısmı ustadır. Bazıları bilgilidir, bazıları ise bilgisizdir. Kimi işçi vasıflı, kimi işçi ise vasıfsızdır. Bütün bu işçilerin emeğinin ortalamasına “sosyal emek” adı veriyoruz. Ortalama bir işçilikle, ortalama bir ustalık düzeyinde ve ülkedeki teknik gelişmenin ortalamasını temsil edecek makinelerle ortaya çıkan emeğe; SOSYAL EMEK denir. Bütün malların değeri işte bu sosyal emek tanımına göre hesaplanır. Fiyat: Mallardaki sosyal emek miktarının para ile söylenişinden ibarettir.
112
Örneğin 1 saatlik sosyal emek taşıyan bir malın fiyatı 150 TL ise, “ortalama emek, 1 saatte 150 TL değer yarattı” denir.
İŞGÜCÜNÜN DEĞERİ NASIL HESAPLANIR? İşgücümüzün de bir mal olduğunu biliyoruz. İşgücümüzün de bir değeri vardır. İşgücümüzün değerinin parayla ifadesi ÜCRET’tir. İşgücümüzün değeri, tıpkı diğer malların değeri gibi ölçülür. İş gücünün değeri, onun üretimi için gerekli sosyal emek miktarı kadardır.
Peki, işgücünün üretimi ne demektir? İşçi, işgücünü işverene satmak zorundadır. Çünkü onun işgücü dışında satacak bir malı yoktur. İşçi işgününün sonunda kendinden bir şeyler eksildiğini, gücünün azaldığını, hatta tükendiğini hisseder. Artık gücünü satamaz hale gelmiştir. İşverene işgücünü sattığından, ertesi gün için, tükenen gücünü yeniden kazanması gereklidir. İşçinin tükenen gücünü yeniden kazanması için gerekli olan şeyler nelerdir? Öncelikle beslenmesi, giyinmesi, barınması gerekmektedir. Ayrıca çocuklarının, eşinin geçimini sağlaması, barındırması, giyindirmesi gerekmektedir. O zaman işçimiz ertesi gün tekrar işbaşı yapabilmesini sağlayacak ihtiyaç maddelerini satın almak, giyinmek için elbiseler edinmeli ve oturduğu ev için kira ödemelidir. Şöyle bir örnekle açıklayalım.
113
Diyelim ki; işçinin ertesi gün tekrar çalışabilmesi, işverene işgücünü yeniden satması için, günde 3 ekmek, 2 yumurta..., yılda 2 ayakkabı, 1 pantolon..., ev kirası ve başka şeylere ihtiyacı vardır. Bu temel ihtiyaçların günlüğe düşenini bulalım. (Bir işçinin ortalama net aylığı 900 TL olduğu varsayılarak hesaplanmıştır.) Yiyecekler için günlük Giyim masrafı günlük Kira günlük Çocukların eğitim için günlük Diğer masraflar günlük Toplam
: : : : : :
7.5 TL 2.5 TL 10.0 TL 5.0 TL 5.0 TL 30.0 TL
İşte bulunan bu 30 TL işgücünün fiyatıdır. İşçimiz ertesi gün tekrar işe başlayabilmek için günlük 30 TL’ye ihtiyaç duymaktadır. İşverenler ise bu günlük ihtiyacı azaltarak, artı-değeri yükseltmek isterler. Bu bölümü tamamlarsak, işgücünün fiyatı, yani ücret, işçinin ertesi gün yeniden işbaşı yapmasına elverecek kadar ihtiyaç maddesi satın alabileceği bir paradır. Bütün metalar işgücü adını verdiğimiz metanın fiyatı da ( yani ücret) böyle hesaplanmaktadır.
ARTI- DEĞER ve SÖMÜRÜ İşçiler, işverenler ile aralarında süren tartışmaların, toplu sözleşme görüşmelerinin, grevlerin, lokavtların ve benzerlerinin temelinde yatan tek bir neden vardır; o da artı-değerin nasıl paylaşılacağıdır. O halde işçi sınıfı mücadelesini sürdürebilmek, bu mücadelede güçlü bir şekilde yerini almak istiyorsa, işçi sınıfı bilimi ile donanmalı ve bu bilimin ışığında yürüyebilmeli, artı- değer, sömürü vb.’ni öğrenerek mücadelesini sürekli kılmalıdır.
ARTI- DEĞER NEDİR? Nasıl üretildiği, üretilenlerin nasıl bölüşüldüğü, işverenlerin karlarının nasıl oluştuğunu, işçilerin neden ve nasıl sömürüldüklerini bir örnekle ortaya koyalım. Örneğimiz için bir işçi seçmemiz gereklidir. Ülkemizde yaygın bir işkolu olan tekstil sektöründe çalışan bir işçi arkadaşımızı ele alalım. Arkadaşımızın çalıştığı işyeri, piyasaya gömlek üretmekle meşgul olsun. Arkadaşımız da aynı işyerinde gömlek üretmek için işe başlasın. Hepimiz biliyoruz ki; bir fabrikada aynı ürün üzerinde pek çok işçi
114
arkadaşımız çalışmakta, üretimi beraber yapmaktadırlar. Ancak biz şimdilik işbölümünü bir kenara bırakıp, hesaplarımızı kolay ve anlaşılır yapabilmek için tek bir işçiyi ele alacağız. Sizce gömlek üreten bir fabrika nasıl kurulur? Tekstil işvereni elinde bulunan bir miktar parayı artırmaya karar vermiş, bunun için parasını üretken bir kanala aktarmıştır. Çünkü işveren bilmektedir ki; parası evinde ya da kasasında durduğu zaman artmayacaktır. O zaman yapabileceği tek şey vardır; parasını sermayeye çevirmeli, yani parasından para kazanmalıdır. İşveren arsa satın almış, binalar yaptırmış, alet, edevat, makine, iş araçları, gömlek imalatı için gerekli olan hammadde, yani çeşitli türden kumaş, iplik ve diğer maddeleri piyasadan satın almıştır. Üretim için her şey hazırdır. Bir tek şeye ihtiyaç kalmıştır. İŞGÜCÜ’ne. Yani makineleri kullanacak, gömleği üretecek olan işçilere gereksinimi vardır. İşveren ücret karşılığında çalışmak için iş arayan işçileri kiralar. Bizim örneğimizdeki işçi arkadaşımızda gömlek üreten bir fabrika da işçi olarak çalışmaya başlamış olsun. Üretim için artık her şey hazırdır. Bizim gömlek üreticisi işçi arkadaşımız fabrikada nasıl çalışır? Arkadaşımız sabah saat 08.00’de işe gelir. Hammadde olarak kullanılan kumaşı alır, ölçülerine göre keser, makinenin başına geçip, gömleği dikmeye başlar. İplik düğme gibi yardımcı maddeler; makas, iğne gibi yardımcı araçlar kullanır. Saat 12.30’a kadar çalışır. Tekstil işçisi arkadaşımız çalıştıkça hammadde (kumaş) ve yardımcı maddeler (iplik, düğme) azalır. Kullandığı makine biraz aşınır. İşçi arkadaşımız işgücünü, enerjisini harcar, yorulur. Öğle yemeği için ara verilir. İşçi arkadaşımız enerjisini yeniden kazanmak, işgücünü yerine koymak için yemeğini yer, dinlenir. Öğleden sonra üretim tekrar başlar. Hammadde tükenir. Makineler biraz daha yıpranır. Çalışma saat 18.00‘e kadar sürer. İşçi arkadaşımız akşamüstü, iş çıkışı saati geldiğinde bir gömlek üretmiş, ancak tüm gücünü de tüketmiştir. Akşam evine giderken o günkü ücretini de kazanmıştır. İşçinin ertesi gün tekrar çalışabilmesi için harcadığı enerjiyi yeniden alması gerekir. Bir önceki bölümde anlatıldığı gibi aldığı ücretle o günkü gereksinmelerini karşılamak ister. Peki işçi arkadaşımız 9 saat çalıştıktan sonra ne için ücret almıştır? İşçi arkadaşımız ürettiği bir gömlek için ücret almıştır. Artık ortada kumaş, düğme, iplik yoktur. Makineler aşınmış ve işgücü harcanmıştır, ancak bu da görünmemektedir. Tükenen, kullanılan, tüm bu şeylerin dışında ortada
115
sadece bir gömlek, başka bir deyişle “mal” vardır. Acaba bu gömleğin fiyatı nedir? İşçi arkadaşımız gömleği üretmek için kumaş, yani hammadde kullanmıştır. İşveren bir gömlek için gerekli olan kumaşa, kumaşı üretip satan diğer işverene 9 TL ödemiş olsun. Ayrıca iplik, düğme gibi yardımcı mallar içinde de 3 TL. Harcamış olduğunu varsayalım. Yine fabrikanın gündelik masrafları için; yani elektrik, yakıt, personel gideri ve benzerleri için de gömlek başına 2 TL harcansın. Peki makinelerin yıpranması ve aşınması da maliyet hesaplarına eklenmesi gerekmez mi? Elbette, Makineler bir kere de değil, ama her gömleğe kendilerinden bir şeyler katarak, yavaş yavaş eskir, tükenir. Makinelerin aşınma payına AMORTİSMAN denir. Aşınma (Amortisman) payı olarak da sözü geçen fabrikada gömlek başına 50 TL gitsin. Şimdi tüm maliyetleri toplayalım; Hammadde: 9 TL Yardımcı maddeler: 3 TL İşletme giderleri: 2 TL Amortisman: 1 TL Toplam: 15 TL
2. BÖLÜM ARTI DEĞER NEDİR? ARTI- DEĞER NASIL ÜRETİLİR? İşveren bir gömlek için 15 TL’lik masraf yapmış oldu. İşçi 9 saatlik çalışma sonucunda 15 TL’lik masrafla bir gömlek üretti. İşveren bu gömleği pazarda kaç paraya satabilir? Şayet 15 TL’ye satarsa zarar eder. Neden? Çünkü henüz işçinin ücreti hesaba katılmamıştır. Demek ki işveren gömleği 15 TL’nin üzerinde satmak zorundadır. Varsayalım gömlek piyasada kaliteli bir gömlek olarak değerlendirilsin ve 75 TL’ye alıcı bulsun. Bu durumda aradaki fark: Gömleğin satış fiyatı : 75 TL Maliyet : 15 TL Fark : 60 TL
116
Bu 60 TL’lik değer çalışma gücünü tüketerek üreten tekstil işçisinin o mala kattığı değerdir. İşçinin 9 saatlik çalışması gömlek de cisimleşmiş ve böylece işçi 60 TL’lik yeni değer yaratmıştır. Yeni değer yaratabilen tek mal İŞGÜCÜ’ dür. İşte işçi ve işveren bu yeni değeri, yani örneğimizdeki 60 TL’ yi paylaşmak zorundadır. Asıl kavga bu paylaşımdan doğar. Şayet işveren işçiye tüm ürettiği değeri, yani 60 TL’yi verirse kendisine bir şey kalmayacaktır. Oysa işveren fabrika kurup, hammadde alırken ve bunlar için parayı tam öderken, ileride üretilecek gömleklerden kar yapacağını planlamaktaydı ve işte o kârı yapacağı zaman gelmiştir. Örneğimizdeki arkadaşımız ücret olarak günlük 20 TL yevmiye alsın. Yani arkadaşımız bütün gün çalışıp, karşılığında ücret olarak 20 TL alıyor olsun. Arkadaşımız bir gömleği ne kadar zamanda üretmişti? 1 Günde O zaman ücreti ne kadardır? 20 TL Peki yarattığı değer ne kadardır? 60 TL Öyleyse; Yarattığı değer Ücreti Fark
60 TL 20 TL 40 TL
Yani işveren, işçinin ürettiği gömleği piyasada satarak 40 TL kara geçmiştir. Ama bu kar işçinin yarattığı 60 TL’lik değerden elde edilmiştir. İşçinin işgücünü satarak ve işgücü için aldığı paraya, örneğimizdeki 20 TL’ye ücret; işverenin el koyduğu paraya, örneğimizdeki 40 TL’ye ise artıdeğer adı verilir. Formüle etmek gerekirse; Artı-değer= İşçinin yarattığı değer - Ücret
117
“Bir aylık üretim” Özetlersek: İşçi işgücünün değerinden fazla değer yaratır. İşgücü; kullanıldığında değerinden fazla değer yaratan özel bir maldır. İşçinin kendi işgücünün değerinden fazla ürettiği değere ARTI-DEĞER denir. Sömürünün kaynağı ARTI-DEĞER’dir.
SERMAYE NEDİR ? Yukarıdaki hesabı bir işçi üzerinden yaptık. Ve dedik ki; “İş bölümünü şimdilik bir kenara bırakalım!” Oysa biz biliyoruz ki; yaşadığımız toplumda üretim tek tek işçilerle yapılmaz. Fabrikalarda, işyerlerinde pek çok işçi yan yana çalışır. Çünkü yaşadığımız toplumda üretim araçları az sayıda işverenin elinde toplanmıştır. Bununla birlikte üretim topluca yapılır. İşverenler yanlarında çalıştırdığı tüm işçilerin artı-değerine el koyarlar ve sermaye böylece artar. Bundan çıkan en doğal sonuç şudur: Sermaye işçilerin birikmiş emekleridir.
İŞÇİLER NASIL SÖMÜRÜLÜR ? İşverenler işçilerin yarattığı değerlere el koyarak zenginleşirler, sermayelerini artırırlar, ekonomik olarak büyürler. İşçiler ise bütün değerleri yarattıkları halde ancak yaşayabilecek kadar ücret elde ederler. Elbette bizler biliyoruz ki; sömürü olmadan işverenlerin sürekli
118
zenginleşmesi, bizlerin ise gün geçtikçe daha da yoksullaşması mümkün değildir. Tekrar örneğimize geri dönelim; İşçi arkadaşımız günde 9 saat çalışıp, karşılığında 20 TL ücret alıyordu. Ancak arkadaşımız bütün günlük çalışmasında tam 60 TL’lik değer yaratmaktaydı. Yani arkadaşımızın toplam çalışma süresinin 1/3’ünü (3’de 1 ’ini) kendisi için, geri kalan 2/3’ünü (3’de 2’sini) de işveren için çalışmış oluyordu. İşçinin ücreti olan 20 TL; işçilerin kendileri için çalıştıkları sürenin parası, yani ücreti ödenmiş emektir. Geri kalan 40 TL ise fazla çalışma süresi, yani ücreti ödenmemiş, tam söylemiyle; artı- değerdir. İşverenin karşılığını ödemeden emeğin yarattığı değere el koymasına SÖMÜRÜ denir.
SÖMÜRÜ ORANI NASIL BULUNUR? İşçilerin artı-değerlerine el konarak sömürüldüğünü öğrendik. Peki işçiler ne kadar sömürülür? Sizler ne kadar sömürüldüğünüzü biliyor musunuz? İşçilerin ne kadar sömürüldüğünü gösteren orana SÖMÜRÜ ORANI denir. Sömürü oranı herhangi bir işletmede, herhangi bir işkolunda, her hangi bir ülkede işçilerin ne kadar sömürüldüğünü gösteren orandır. Sömürü oranını bulmak için işverenin el koyduğu artı-değer, işçinin ücretine bölünür. Örneğimiz için sömürü oranını bulmak istersek; Artı- Değer Sömürü Oranı= ----------------------- x 100 Ücret 40 Sömürü Oranı= ----------------------- x 100 = % 200 20 Demek ki; gömlek üreten tekstil işçisi arkadaşımızın sömürülme oranı, %200 ‘dür. Aynı hesaplama yöntemini şu formülle de yapabiliriz; İşveren için çalıştığı süre Sömürü Oranı= --------------------------------------------- x 100 İşçinin kendisi için çalıştığı süre
119
Örneğimize göre; 6 Sömürü Oranı= --------- x 100 = % 200 3
ARTI DEĞERİ NASIL ARTIRILIR? İşverenler artı-değeri artırarak karlarını yükseltmek isterler. Peki artı- değer nasıl artırılır? Bunu bulmak için örneğimize geri dönelim; İşçimizin 3 saat kendisi için, 6 saat ise işveren için çalışmakta, bu durumda sömürü oranı % 200’ü bulmaktaydı. İşverenlerin çalışma süresini 9 değil, 12 saate uzattıklarını düşünelim. Ancak işçi arkadaşlarımızın ücreti değişmesin. Yani yine 20 TL. almış olsun. Bu durumda işveren için çalışılacak süre 6 saatten, 9 saate çıkmış olacaktır. Formülümüzü hatırlayalım. İşveren için çalışılan saat Sömürü Oranı= ------------------------------------------- x 100 İşçinin kendisi için çalıştığı saat 9 Sömürü Oranı= ----- x 100 = % 300’e çıkacaktır. 3 İşçinin artı değerini artırmanın bir yolu, onun çalışma süresini artırmaktır. Bir başka yöntem ise, işçinin kendisi için çalıştığı süreyi azaltmaktır. Yine formülümüze dönelim; İşveren için çalışılan saat Sömürü Oranı= --------------------------------------------- x 100 İşçinin kendisi için çalıştığı saat 6.5 Sömürü Oranı= -------- x 100 = % 260 2.5 İşçinin artı- değerini artırmanın bir yolu onun kendisi için çalıştığı süreyi azaltmaktır. Sömürüyü artırmanın en temel ve en gizli yolu ise; işçilerin üretkenliğini
120
artırmak, yani emeğin verimliliğini yükseltmektir. Bu nasıl olur? Örneğimizde işçimiz normal bir çalışma ve ortalama gelişmişlikteki makine ve aletleriyle günde bir gömlek üretiyor. 60 TL’lik değer yaratıyor, karşılığında ise 20 TL’lik ücret alıyordu. Varsayalım işverenler işçiyi 9 saat içinde, öncekinden daha fazla çalıştırarak ve makineleri daha fazla geliştirerek günde 1 değil, 2 gömlek üretsinler. Yani işçi arkadaşımız öncekinden daha fazla yorularak 1 yerine 2 gömlek üretsin ve 60 TL. değil 120 TL değer yaratsın. Peki işçimizin şimdiki ücreti nedir? Elbette yine 20 TL. Çünkü yine bir gün çalışmıştır. Peki ürettiği artı-değer miktarı nedir? Artı-değer = Üretilen değer - Ücret, Buna göre: Artı-değer = 120 - 20 artı-değer = 100 TL. Sömürü oranını bulalım; Artı- değer Sömürü Oranı= --------------------- x 100 Ücret 100 Sömürü Oranı= -------- x100 20 Sömürü Oranı= %500 Görüldüğü gibi çalışma saati artırılmadığı halde üretilen, artı-değer %500’e çıkmış, yani işçinin ürettiğinden, işverenin cebine daha çok değer girmiştir. Artı-değer artırmanın bir yolu emeğin üretkenliğini artırmak, onu daha fazla üretmeye zorlamaktır.
1. BÖLÜM HİZMET YA DA KENDİ SEKTÖRÜMÜZDE ARTI-DEĞER Bir fabrikada çalışan işçinin nasıl sömürüldüğünü öğrendik. Peki hizmet sektöründe ya da kendi sektörümüzde çalışan bir işçinin bu
121
süreçteki rolü nedir? Biz biliyoruz ki üretim fabrikada yapılır ancak, işveren ürettiği gömlekleri deposuna koyduğunda yani pazara çıkarmadığında, depodaki gömleğin bir değeri yoktur. Depodaki gömlek, satılmadığı sürece yani tüketiciye ulaşmadığı sürece, işverene para kazandıramaz. İşte hizmet sektörü, bu noktada devreye girer. Depodaki gömleğin (bunu tüm tüketim maddeleri için düşünebiliriz) pazara götürülmesi, pazarda satışa sunulması ve tüketici tarafından alınması sayesinde gömlek üreticisi kar elde eder. Hizmet sektöründe çalışan işçinin görevi, malları müşteriyle buluşturmayı sağlamaktadır. Yani malları depodan mağazaya taşıyan nakliyeci, bunları reyonlara yerleştiren işçiler, reyonlarda bunları satan tezgahtarlar, kasada parayı alan kasiyerler, mağazanın temizliğinden sorumlu görevliler vs. malların satışında aktif rol oynarlar. Bu nedenle hizmet sektörü olmadan, işverenin kar elde etmesi mümkün değildir. Diyelim ki, kendi çalıştığımız mağaza yada market (Carrefoure, Migros,Tansaş vs) örneğimizdeki üretilen gömleğin satış işini üstlensin. Fabrika sahibi elde ettiği artı-değerin bir kısmını (örnekteki 40 TL) mağaza sahibine bırakarak malın satışının gerçekleşmesini sağlar, (örneğin 10 TL) mağaza sahibi de, bu gömleğin satışının gerçekleşmesi içinde kendine bina, reyonlar kurar, işgücü kiralar. Mağaza sahibine; Gömlek üreticisi işveren, her gömlek için 10 TL bıraktığını söylemiştik. Mağaza sahibi; (Günlük masrafı şöyle olsun) Bina kirası için : 1 TL Diğer harcamalar(elektrik, su) : 1 TL amortisman ve Personel giderleri için : 3 TL Toplam : 5 TL Mağaza sahibi işveren gömlek başına 5 TL kar elde etmektedir. Elektrik, su, amortisman sabit olduğundan dolayı mağaza sahibi karını artırabilmek için, işçi ücretlerini kısmak zorundadır.
122
Peki mağaza işvereni 1 yerine 2 gömlek sattığında bu maliyet ve kar nasıl gerçekleşir? Kira ( değişmeyecek) 1 TL Elektrik, su vb. har.(değişmeyecek) 1 TL Pers. giderleri (değişmeyecek) 3 TL Ancak, 1 yerine 2 gömlek satıldığı için kar 5 yerine 15 TL olacaktır. İşte bu nedenle hizmet sektöründe, daha fazla satış için personel eğitimi, kılık kıyafet standardı, reklam kampanyaları, promosyonlar, güler yüzlülük vb. şeyler yapılır ya da istenir. Hatta, işverenler kimi zamanlar, hizmet işçisine küçük primler önererek satışları artırmaya uğraşır. Hizmet sektörü fabrikada üretilen artı-değerin işverenin cebine kar olarak girmesinde asli bir rol oynar. Şayet hizmet sektörü olmazsa ne fabrika işvereni ne de mağaza sahibi kar elde edemez. Üretim bir süreçtir. Sadece basit bir gömlek üretimi için bile, pamuk tarlasında çalışan işçilere, pamuğu ipliğe çeviren işçilere, düğme ve benzerlerini üreten işçilere, nakliyat işçilerine, fabrika işçilerine, depo görevlilerine ve hizmet sektöründe çalışan işçilere ihtiyaç duyar. Bu aşamalardan biri dahi gerçekleşmese, örneğin pamuk ekilmese, toplanmasa, gömlek üretilmese, elektrik kullanılmasa ya da mağazada satılmasa, kar elde edilemez. Bu nedenle işverenler en küçük bir işçi hareketinde dahi (hizmet sektöründe ya da fabrikalardaki grevlerde, direniş ya da iş yavaşlatmalarda) ortak tavırlar alırlar. Çünkü işverenler karın nasıl oluştuğunu bilirler. Bu aynı zamanda işçi mücadelesindeki ortaklığında ne kadar önemli olduğunu gösterir.
SONUÇ: Birbirini tamamlayan “Üretim Nedir?” “Yaşadığımız Toplum ve İşçiler”, ve “İşgücü ve Artı-değer” adlı bu üç broşürle, Tez-Koop-İş sendikasına üye olan sizlerin, sınıf ve sendikal bilincinin gelişmesi planlanmış ve bu sayede daha güçlü ve daha etkin bir işçi sınıfının yaratılması amaçlanmıştır. İşlediğimiz konular, aslında her gün karşılaştığımız, her gün yaşadığımız ama tam olarak kavrayamadığımız temel olaylardır. Bu olaylar bilinçli olarak karmaşıklaştırılmakta ve içinden çıkılamaz hale sokulmaktadır. Ama gördük ki, anlaşılamaz denilenler anlaşılır, bilinmez denilenler öğrenilir, değişmez denilen şeyler bir gün mutlaka değişir.
123
SENDİKAL KRİZE KARŞI İŞÇİ İNİSİYATİFİ SENDİKA EVE, EV SENDİKAYA FABRİKA SOKAĞA, SOKAK FABRİKAYA TAŞINMALIDIR Dünya çapında büyük alt-üst oluşların ve değişimlerin yaşandığı bu konjonktürde sendikaların ciddi bir kriz yaşadıkları ve varlıklarını sürdürme mücadelesi verdikleri bir süreçten geçiyoruz. Sendikal mücadeleyi, geçmişteki mücadele ve örgütlenme anlayışıyla sürdürebilmek gittikçe olanaksızlaşmakta ve yaşanan değişiklikler, yeni sendikal politikalar üretmeyi zorunlu kılmaktadır. İçinde yaşadığımız yeni dönemi geçmişten farklı kılan değişimlerin, temelini iki ana faktör belirlemektedir. Bunlardan birincisi 1940’lı yılların sonlarından başlayarak yakın döneme kadar süren Soğuk Savaşın bitmesi, iki kutuplu dünyanın dağılması, son yüzyıla damgasını vuran sosyalizm pratiklerinin bir blok olarak tarih sahnesinden çekilmesidir. İkincisi ise, 1970’li yıllarda başlayan kapitalizmin yeniden yapılanma sürecidir. Bu iki faktör birbirini etkilemiş, birbirinin gelişme ve sonuçlanmasına yol açan neden ve yönelimleri ortaya çıkarmıştır.
KAPİTALİZMİN YENİDEN YAPILANMA SÜRECİ Sermaye özellikle 1960’lı yılların sonundan başlayarak içine girdiği krize karşı bazı politikalar üretti ve onun genel çerçevesini oluşturan yeni bir birikim modeline geçti. Özünde kâr oranlarının düşme eğilimine karşı geliştirilen bu politikaların, geniş kitleler açısından en doğrudan sonuçları Keynes’çi “sosyal devlet” anlayışının terk edilmesiydi. Kapitalist sistemin 1929 ekonomik bunalımın ardından sosyalizme karşı oluşturduğu güvenlik kuşağında, en temel dayanağı devletin yapısında yarattığı değişimdi. Kapitalist ülkeler işçi sınıfı muhalefetine ve dışarıda var olan sosyalizm tehdidine karşı sosyal devlet, refah toplumu kavramı ile toplumsal muhalefeti denetim altında tutmayı genel politika haline getirmişti. Sosyal devlet eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim, konut edinme ve benzeri toplumsal ihtiyaçların yanında, sigorta sisteminin oluşturulması, işsizliğin giderilmesi, sakatların bakımı gibi toplumsal sorunların devlet
124
tarafından çözüldüğü, II. Dünya Savaşı sonrasına damgasını vuran kapitalist devlet organizasyonuydu. 1929 ekonomik bunalımına karşı geliştirilen ve esas olarak I. Dünya Savaşı sonrasında uygulanabilen Sosyal devlet (Refah devleti) anlayışının yerine, 1970’lerde üretimi arka plana atan ve özellikle mali politikaları ön plana çıkaran neo-liberal anlayış gelişmeye başladı. İşçi sınıfına ve emekçi kitlelere dönük büyük bir saldırının dünya çapında uygulamaya konulduğu 80’li yıllar boyunca, kazanılmış birçok mevzii sermaye tarafından ele geçirildi. Devletin sosyal hizmetlere katkısı giderek azalırken, emekçiler üzerindeki vergi yükü daha da arttı. Sosyal güvenlik kuruluşları eski etkinliğini yitirdi ya da tasfiye edildi. Birçok ülkede işsizlik görülmemiş boyutlara ulaşırken, işsizlik sigortaları giderek içi boşaltılmış bir içeriğe büründü. Eğitim ve sağlık başta olmak üzere birçok sosyal hizmet alanındaki devlet sübvansiyonu ya ortadan kalktı ya da önemli ölçüde geriledi. Özelleştirme politikaları sermayenin dünya çapındaki saldırısının mızrak ucu oldu. Sermayenin dünya çapında yeni bir örgütlenmesi olan bu birikim modeli ile sermayenin uluslarüstü niteliği giderek daha belirgin bir hal aldı. Ulusal sınırların sermayenin hareketi açısından neredeyse hiçbir öneminin kalmadığı bir dönem başladı. Sermayeye değişik ülkelerin işçilerini birbirlerine karşı kullanma olanağı sağlayan bu gelişme, işçi sınıfı açısından enternasyonalist dayanışmanın aciliyetini ve önemini bütün yakıcılığıyla dayatmaya başladı. Teknolojik alanda gerçekleşen muazzam gelişmelerle birlikte sermayenin uluslarüstü bir nitelik kazanması, dünya işbölümünde de yeni bir dönemi başlattı. Yeni gelişen yüksek teknolojili sektörlerde yoğunlaşan emperyalist ülkeler, bu teknolojiler karşısında kâr marjı düşen, daha yoğun emek gücü gerektiren sektörleri ve “kirli” teknolojileri, bağımlı ülkelere transfer etmeye başladı. Bu transferin bağımlı ülkelerin bir kısmında yoğunlaşması, bağımlı ülkeler içinde de bir farklılaşmaya yol açtı. Bu ülkelerde yaşanan “sanayileşme” atılımlarıyla işçi sınıfının nicel ve nitel gelişimi artarken, bağımlılık ilişkisi de (bütün “çağ atlama” ve “kalkınma” söylemlerinin aksine) derinleşti ve yoğunlaştı. Bu yeni uluslararası iş bölümü, emperyalist ülkelerde “sanayi sonrası toplum”, “bilgi toplumu” gibi tartışmalara neden olurken, gerek hammadde kaynağı, gerekse de Pazar olma niteliği açısından bazı ülkelerin sistemin sırtında bir yük olduğu ve gereksizleştiği tartışmaları da gündemi işgal
125
etmeye başladı. “Emperyalizmin aşıldığı ya da insancıl kapitalizm” gibi sözlerle ifade edilen bu anlayış, sermayenin, genel işleyiş yasaları çerçevesinde bir süre sonra bu ülkelere de yönelmek zorunda kalacağını, bugünkü konjonktürün dünyadaki toplam sermayenin daha seçici davranabilmesine olanak sağlayan geçici bir durum olduğunu gizlemeye hizmet etti. Benzer bir şekilde, bugün tartışılan “sanayi sonrası ya da bilişim toplumun” varlık koşulunun, yeni bağımlılık ilişkileri çerçevesinde daha yoğun kontrol altında tutulabilen sanayi toplumları olduğu gerçeği göz ardı edilmektedir. Bu tespitlerin yapılması, emek-sermaye çelişkisinin ortadan kalktığını (ya da daha utangaç olan bazılarının yaptığı gibi önemini yitirdiğini) söyleyenlere karşı, emek-sermaye çelişkisinin yeni biçimler altında, daha global nitelikte ve varlığını çok daha fazla hissettiren bir biçimde sürdürdüğünü belirtmek açısından bir değer taşımaktadır. İçine girilen yeni dönemde, bilgi en önemli kâr kaynağı haline gelmiş, metalaşmıştır. Bilginin, kâr kaynağı olma özelliğini sürdürebilmesi, gizli kalmasına bağlıdır. Bilgiye sahip olan sermaye açısından satılabilir olan şey onun ürünleri ve sonuçlarıdır. Kendisi değildir. Bu ise, iletişim teknolojisindeki bütün gelişmelere rağmen, içine girdiğimiz yeni dönemde bilginin herkes tarafından ulaşılabilir, kullanılabilir, hatta üretilebilir olmasını değil, tam tersine gizli kalmasını, toplumun çok az bir kesiminin bilgiye ve onun getirdiği ekonomik siyasi, toplumsal egemenliğe sahip olmasını, geri kalan büyük bir çoğunluğunun ise bu olanaktan yoksun bırakılmasını gerektirir. Bilimsel-Teknolojik gelişmelerin işçi sınıfının mücadelesini doğrudan etkileyen sonuçları arasında üretimin örgütlenebilmesinde gerçekleştirilen değişimler önde gelmektedir. İşçiyi makinenin basit bir uzantısı haline getiren Fordist üretim örgütlenmesi, vasıfsız kol emeğine dayalı bir işçi tipini üretirken, üretim sürecinde de işçiyi tamamen makinenin (bandın) düzenlenişine bağlı bir konumlanma içine sokmuştu. Bu üretim örgütlenmesi bir yandan oluşturduğu büyük ölçekli üretim birimleriyle, diğer yandan da ortaya çıkardığı görece homojen işçi kitlesiyle sendikal örgütlenmeyi kolaylaştırıcı bir etkendi. Sendikaların 20. Yüzyılın ilk çeyreğinden başlayarak geleneksel örgütlenme alanları, kamu ve özel sektöre bağlı büyük ölçekli üretim birimleri oluşmuştu. Bu gelişme özellikle 1929 Dünya ekonomik krizinin kapitalizm örgütlenişine yaptığı etkilerin sonucuydu. Devlet, sömürge ülkelerde; altyapı yatırımlarının yanı sıra üretim ve hizmet sektörlerine kadar söz sahibi olurken, metropollerde; daha çok baraj, yollar vb. gibi altyapı yatırımlarında yoğunlaştı.
126
1960’lı yılların sonlarına kadar süren büyük ölçekli üretim birimleri şeklinde örgütleniş, hem kamu sektöründe, hem de özel sektörde büyük istihdam olanakları yaratmaktaydı. Uygulanan üretim sistemi (bant ya da Fordizm) niceliksel anlamda yoğun bir işçi kitlesinin çalıştığı, aynı mekan içinde bir ürünün tasarımından başlayarak pazara sunulacak aşamaya kadar bütün işlemlerin yapıldığı üretim yapısına dayanmaktaydı. Böylesi bir üretim örgütlenmesi görece olarak homojen özelliklere sahip aynı çalışma koşullarına tabilikten kaynaklanan ortak davranma, hareket etme bilincinin gelişmesine de olanaklar sunmaktaydı. Ne var ki 1970’lerden sonraki gelişmeler “kitlesel üretim-kitlesel tüketim” anlayışına göre biçimlenen ve büyük ölçekli üretim birimlerinde ifadesini bulan klasik Fordist üretim örgütlenmesini değiştirmeye başladı. Yeni süreçte pazar sirkülasyonu hızlanmış, daha bol çeşit, yeni ürünler ve üstün kalite temel etken olmuştur. Kapitalist ideologlar tarafından “tüketici diktatörlüğü” olarak tanımlanan bu gelişmenin sağlanmasında yeni bir tüketim normunun ve onunla bağlantılı toplumsal değerler sisteminin geliştirilmesi, bu bağlamda reklam sektörü büyük bir önem taşımaktadır. Sonuçta, pazardaki talep değişiklikleriyle uyumlu olabilecek esnek bir üretim örgütlenmesi gelişmeye başlamıştır. Bu gelişmenin gerçekleşebilmesinin temel koşulu, hızlı model ve ürün değişikliklerini ekonomik kılabilecek çok-amaçlı makinelere olanak tanıyan yeni teknolojilerdir. Aynı şekilde üretimin küçük parçalara bölünebilen aşamaları, üretimin dev bir fabrikaya dönüşen dünyanın farklı bölgelerinde gerçekleşmesine olanak sağlarken, sermayenin uluslarüstü örgütlenmesi, tasarım-finansman-dağıtım ağındaki egemenliğiyle birleştiğinde işletme çapları küçülse bile bir adem-i merkeziyetçiliğe değil, tam tersine daha yoğun bir merkeziyetçiliğe neden olmaktadır. Uluslararası düzeyde yeni bir nitelik kazanan üretim, işbölümü sayesinde uluslarüstü tekeller, esnek davranabilmekte ve farklı ülkelerin ya da üretim biçimlerinin işçilerini birbirlerine karşı tehdit unsuru olarak kullanabilmektedirler. Geçmişin fabrika içi işbölümü dünya çapında gerçekleşmektedir. Büyük bir sermaye grubuna bağlı olarak ve onun yönlendiriciliğinde üretim yapan çok sayıda küçük üretim birimi, bir yandan birbirleriyle acımasız bir rekabet içinde düşük maliyetli üretim gerçekleştirmekte, öte yandan büyük sermaye gurubunu üretimle ve onun getireceği sorunlarla uğraşmak yükünden kurtarmakta en önemlisi de söz konusu küçük üretim birimlerinden herhangi birisinde doğabilecek üretim aksamasından siparişin ya da üretimin en az etkilenmesine yol açmaktadır. Ya da üretim birimi büyük
127
ölçekli olsa bile, iç örgütlenmesindeki farklılıklar 1 (taşeron uygulaması, işin bazı bölümlerinin başka üretim birimlerinde yapılabilir olması, çok uluslu tekellere bağlı farklı işletmelerin bulunması, üretim birimlerinin eskiye kıyaslandığında çok daha kolay taşınabilir olması) tasarım-finansmanüretim-reklam- pazarlama bütünselliğinde üretimi diğer faktörler arasında en kolay çözülebilir sorun durumuna getirilmiştir. İşçiler açısından ise bütün bu gelişmelerin anlamı açıktır. Sonuçta, tek tek işyeri düzeyinde ele alındığında, işçi sınıfının üretimden gelen gücünün, üretimin belirlenen zaman ve miktarda gerçekleşmesini etkileyebilir olduğu bir dönem sona ermektedir. Bu ise işyeri temelinde ve işkolu bazında örgütlenen sendikal anlayışın varlığını tehdit eder bir niteliktedir. Esnek üretim modelini, pazarın taleplerine göre ürün çeşitliliği ve kalitesi konusunda oluşabilecek değişikliklere cevap verebilme kapasitesi olmaktan çok, bu üretimin bazı süreçlerinde çıkabilecek sorunlara rağmen, istenilen zamanda ve istenilen miktarda yerine getirilmesini mümkün kılabilecek bir üretim örgütlenmesi olarak tanımlamak gerekir.2 Yeni teknolojilerin üretim süreçlerine uygulanmasının en önemli sonuçlarından birisi de, işçi sınıfının iç farklılaşmasını artırmak yönünde olmuştur. Kimileri tarafından “elveda proletarya” söylemleriyle teorileştirilmeye çalışılan bu gelişme, gerek sendikal, gerekse de siyasal düzeyde yeni politikaların geliştirilmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Bir yandan yeni teknolojilerin gerektirdiği bilgi birikimine sahip nitelikli emek, diğer yandan yine söz konusu teknolojilerin uygulanmasıyla birlikte gittikçe daha 1 - Uluslararası sermaye 1970’lerde kapitalist-emperyalist sisteminin yaşadığı kar oranlarının düşme eğilimine karşı, kar oranlarını artırma arayışının ifadesi olarak üretimin yapısını dünya ölçeğinde değiştirmeye başladı. Bu değişimin en somut yansıması olan özelleştirme dalgası, kamu sektörünü parçalayıcı ve giderek küçülten bir etkide bulundu. Taşeronlaştırma sektörün daralmasına neden oldu. Taşeronlaştırma temel üretim alanlarına yansıdı. Kamu sektöründe farklı biçim ve şekil alışlarla yaşanan özelleştirme sürecinin (parçalanma, küçülme, satılma, işletmenin özel sektörü satılması vb.) yanında özel sektörde de üretim birimlerinin ölçeklerinde küçülmeler yaşandı. Üretimin dünya çapında parçalanması üretiminin niteliğine bağlı olarak (emek yoğun ya da teknoloji yoğun oluşuna) bir ülkeden başka bir ülkeye kaydırılması şeklinde yukarıda sözünü ettiğimiz uluslararası iş bölümünde önemli değişimler yaşanmasına neden oldu. 2 - Bu esneklik sayesinde tasarımı ABD'de, finansmanı İsviçre’de yapılan bir ürünün bazı bölümleri Tayvan’da, bazı bölümleri Singapur’da üretilirken, pazarlanacağı Almanya’ya giderken, montajı kimi zaman gemide gerçekleştirilebilmektedir. Eğer üretim birimlerinden birisinde bir sorun çıkarsa aynı iş, bir başka üretim birikimindeki işçinin önüne konulabilmektedir.
128
mekanik bir özellik taşıyan vasıfsız kol emeği ayrımı gelişmektedir. Geçmişin Fordist fabrikasında benzer niteliklere, yaşam tarzına ve taleplere sahip olan, görece homojen işçi kitlesinin yerine, bugün nitelik, ücret, yaşam düzeyi, alışkanlıklar, beklentiler ve talepler açısından farklılaşmış bir ücretliler kesimiyle karşı karşıyayız. İşçi sınıfının iç yapısında heterojenleşme diye tanımlayabileceğimiz bu süreç kendini çekirdek işgücü ve çevre işgücünün ayrımında daha da somutlamaktadır. Çekirdek işgücü (nitelikli emek) bugün özellikle metropol ülkelerde radikal bir farklılaşma içindedir. Önceleri imalat sanayisindeki işçiler bu özelliğe sahipken, bugün ağırlığı azalmaktadır. Bugün çekirdek işgücü ağırlıkla bilgisayar, haberleşme, uzay teknolojisi gibi teknoloji üretimi yapan sektörlerde yoğunlaşmıştır. Bu süreç aynı zamanda işçi sınıfının kapsamını genişletici ve beyin işgücünün proleterleşmesi sürecidir. Bu işgücü yüksek ücret alabilmekte, belirli oranda rahat imkanlara ve kısmi bir iş güvencesine sahip olabilmektedir. Diğer yandan dünya çapında çevre işgücünün niceliksel oranının gittikçe arttığı görülmektedir. Çevre işgücünün en karakteristik özelliği kendi içindeki heterojenliğidir. Bu işgücü ağırlıkta atölye sisteminde sürekli bir hizmet akdine sahip olmadan, geçici sözleşmelerle hiçbir iş güvencesi olmayan bir şekilde çalışmaktadır. Bu yönleriyle karşımızda, geçmişte aynı mekanda emeklilik yaşına kadar çalışabilen, işçi kuşağından farklı olarak hiçbir sosyal ve ekonomik güvencesi bulunmayan, ağır ve uzun çalışma saatlerinde iş gören, işletmeye geçici sözleşmelerle bağlı, uygulanan ayrımcı politikalar sonucu birbirleriyle ortak duruş noktalarında kaymaların görüldüğü, hatta bazen aralarında çelişkilerin yaşanabildiği bir işçi profili vardır. 3 Geçmişin klasik hizmet sektörleri (eğitim, sağlık vb.) ağırlıkla devlet eliyle yürütülen kamu hizmetleri olarak görülmekteydi. Özellikle 2. Dünya Savaşı 3 - Ülkemizde ve yarı sömürge ülkelerde hâlâ çekirdek işgücü endüstriyel ilişkilerde kendini göstermektedir. Yaşadığımız coğrafyada farklı sektörlerde teknolojik yenilenmeler ve yeni emek yönetimine yönelik uygulamalar görülse de, etkileri sanayi işçilerine yansısa da metropol ülkelerde çekirdek işgücünde yaşanan niteliksel farklılaşmalar gerçekleşmemiştir. Türkiye’de işçi sınıfının asıl gövdesini emek yoğun ve hizmet sektörlerde çalışan çevre işgücü oluşturmaktadır. Ayrıca unutulmaması gereken başka bir hususta kadın, çocuk, genç işçilerin giderek çevre işgücü içinde yer alması ve yoğunluluğun artmasıdır.
129
sonrasında gelişen ve Sosyal Devlet anlayışının bir uzantısı olarak gündeme gelen bu tür hizmet sektörlerinin işçi sınıfının yapısı üzerinde doğurduğu etkilerle ilgili tartışmalar henüz bir sonuca ulaşmamışken, şimdi yeni bir tür hizmet sektörüyle karşı karşıyayız. Bir yandan yukarıda bahsedilen kamu hizmetleri niteliğindeki sektörler, giderek sermayenin kar anlayışına bağlı olarak yeniden düzenlenirken, esas olarak finansman, reklam, tasarım, yönetim ve koordinasyon gibi alanlarda doğrudan özel sektörle ilişkili ve nitelik olarak da farklı bir “hizmet” sektörü kavramı gelişmektedir. Yeni teknolojilerin sanayiye uygulanmasının en çarpıcı sonuçlarından birisi de, kapitalizme zaten içkin olan yapısal işsizliğin görülmemiş boyutlara ulaşması, bir çok iş türünün ortadan kalkmasıdır. 4 Yeni gelişen sektörlerin yarattığı istihdam alanları da ihtiyaç duyulan nitelikli emek, giderek daha fazla sayıda insan tarafından taşınan bir özellik haline geldikçe, işsizlik kabusu bu kesimin de uykularını kaçırmaya başlamaktadır. Sonuçta iş güvencesi talebi, daha iyi çalışma koşulları ve daha fazla ücret taleplerinin önüne geçebilmektedir. Bugün karşılaşılan en önemli değişikliklerden bir başkası da, standart istihdam biçimlerinin değişmesi ve düzensiz istihdamın yaygınlaşmasıdır. Part-time çalışma ve eve iş verme biçimleri giderek daha “olağan” çalışma biçimleri olmaktadır. Ayrıca özellikle iletişim sektöründe yaşanan hızlı gelişmeler, evde çalışma şeklinde bir istihdamı mümkün kılmaya başlamıştır. Bugün, çoğu hizmet sektöründe “işyeri” kavramı giderek gereksizleşen ve sadece bir alışkanlık ya da sosyal rahatsızlıklara yol açmama gibi gerekçelerle varlığını sürdüren bir kavram olarak durmaktadır. 5 Bu gelişmelerin sonucunda sürekli ve düzenli istihdama göre örgütlenen sendikaların gücü ve etkinliğini azalmaktadır. Geçmişteki işleyişi altüst eden bu gelişmeler klasik sendikal yapıları da gerçek bir krizle karşı karşıya bırakmıştır. Sendikaların eski biçimlerde 4 - Örneğin bankacılık sektöründe “insansız Bankacılık” uygulamasına doğru hızla gidilirken, tekstilde kopuşsuz dokuma projeleriyle birlikte entegre tesislerin en azından bazı bölümlerinde insansız dokuma projelerinin denemeleri başlamıştır. Konfeksiyon sektöründe ütücülerin yerini buhar odaları almaya başlamıştır. Benzer örnekleri daha da çoğaltılabilir. 5 - “Fransa’da yapılan bir denemenin gösterdiği gibi, bugünkü teknolojiyle herkesi evinde tutarak iş dağıtmak mümkün. Yani tamamen işyerine gitmeyi ortadan kaldıran, büro işlerinin evlerde yapılabildiği, fakslarla kompüterlerle kurulmuş bir sistem işletilmiş ve ekonomik olarak da başarılı olduğu görülmüş. Fakat sistem durduruldu. Durdurulmasının sebebi, toplum içindeki sosyal yapıyı değiştirmesi. Teknoloji bir potansiyel taşıyor, ama toplumun mevcut güçler dengesi bu potansiyelin realize edilmesini engelliyor. ” (İlhan Tekeli, Birikim, Sayı: 28).
130
varlıklarını sürdürmelerini olanaksızlaştıran kriz, bütün kavram ve kurumların değişmesini, yeniden ve farklı bir bağlam içinde tanımlanmasını zorunlu kılmaktadır. Temelde refah devleti politikalarıyla ve Fordist anlayışa göre düzenlenmiş büyük ölçekli üretim birimlerinde örgütlenerek var olan sendikaların, üzerinde hareket ettikleri zemin ortadan kalkmaktadır. Artık sermaye sadece toplu sözleşme dönemlerinde işverenlerin taleplerine boyun eğmekle ve arada çıkan bazı sorunlarda işçileri yatıştırmakla yetinen bir sendikal anlayışa giderek daha az gerek duymaktadır. Bu nedenle, sermayenin yeni gerekleriyle bütünleşen ve varlığını “çağdaş” sarı sendikalara dönüşerek sürdürmeye çalışan bir eğilim, kendi “örgütlü” bulunduğu sermaye grubunun rekabet gücünü ve pazar payını artırması için, tıpkı işletmenin “personel müdürü” ya da “genel müdürü” gibi bir konumlanmaya gitmektedir. Bu amaca dönük bazı uygulamalar “endüstriyel demokrasi” makyajıyla süslenirken, “kalitenin yükseltilmesi”, “üretimin artırılması” “hepimiz aynı gemideyiz” gibi söylemler ön plana çıkmaktadır. Kendisini işçi sınıfının çıkarlarını korumak ve geliştirmekle görevli olarak görmeyen bu anlayış sadece üyesi olan iş bulabilmiş “şanslı” işçilerin, (gerektiğinde diğer işçilere ya da işsizlere karşı) işini korumayı ön plana çıkartmakta ve bunun karşılığında emeği disipline etmek ve yüksek emek verimliliğini sağlamak görevini yüklenmektedir. Buna karşılık, yeni döneme adapte olamayan klasik sendikal örgütlenmeler giderek yok olmak noktasına yaklaşmaktadırlar. Bu gelişmeler karşısında, sınıf temelinde bir sendikal anlayışı savunan kesimlerin de, klasik örgütlenme ve mücadele yöntemlerini aşarak, günün koşullarına uygun bir anlayışı pratiğe geçirmemeleri halinde dinozorlar gibi tarihe gömülmekten kurtulamayacakları açıktır.
TOTAL ÖRGÜTLENME: ÇALIŞMA ALANLARINDAN YAŞAM ALANLARINA, YAŞAM ALANLARINDAN ÇALIŞMA ALANLARINA Sermayenin işçi sınıfının her düzeydeki örgütlülüğüne yönelik saldırılarının yoğunlaştığı günümüzde; işçi sınıfının organik birliğini ve eşgüdümünü sağlayan, sendikal örgütlülüklerin yeni bir perspektifle donanması yeni döneme uygun mücadele ve örgütlenme yöntemleri geliştirmesi acil bir ihtiyaçtır. Sendikaların bir bütün olarak yaşadıkları kriz karşısında sınıf eksenli geliştirilecek bir çözümün temelinde anti-kapitalist bir mücadele çizgisinin
131
bulunması kaçınılmazdır. Mevcut biçimiyle ya yok olmak ya da sisteme bütünüyle entegre olmak ikileminin aşılabilmesinin esas koşulu, düzenden kopuşu hedefleyen bir sendikal anlayıştır. Ne var ki, dünyada yaşanan büyük alt-üst oluşları ve değişimleri ciddiye almayan, bu değişimlerin gerektirdiği örgütlenme ve mücadele biçimlerini yaşama geçiremeyen bir anlayış ne kadar “devrimci” söylemler geliştirirse geliştirsin önüne çıkartılan bu ikilemi aşamayacaktır. Üretimin alabildiğine esnekleştiği ve sermayenin uluslarüstü bir niteliğe evrildiği, işsizliğin görülmemiş boyutlara ulaştığı bir dönemde, geleneksel sendikal örgütlemelerle bu gelişmeleri kavramak ve çözüm üretmek mümkün değildir. Sendikal yapılar, geleneksel anlayış ve yöntemlerin dışına çıkarak, emeğin güncel sorun ve gereksinmelerine cevap verecek yeni program ve stratejiler geliştirmek zorundadır. Bu anlamda salt örgütlü emeğe değil, örgütsüz emeğe. 6 İşsizlere7, kadın, çocuk, göçmen işçilere, marjinal sektörlerde çalışanlara, emeklilere yönelebilmeli işçi sınıfının unsurları arasında organik birliği sağlayacak örgütlenme ve araçlar yaratabilmelidir. İlk başta görülmesi gereken işçinin, salt işyerinde değil, işyerinin dışında da bir yaşamı olduğudur. Yaşadığı sorunların bir bütünlük ve ic içe geçmişlik taşıdığıdır. Ve bu sorunları aşmak tekil bazı problemleri çözmekle mümkün değildir. 6 - Bugün Türkiye’de yaklaşık 13 milyon çalışanın gerçek sayı olarak 600700.000’e yakını sendikalıyken, hemen hemen yarısı sigortasız çalışmaktadır. Bu durum salt Türkiye değil dünya ölçeğinde giderek yaygınlaşmaktadır. Bu işçiler başta büyük kentler olmak üzere pek çok şehirde gün geçtikçe çoğalan küçük ve orta ölçekli sanayi sitelerinde “vahşi kapitalizm” koşullarında çalışmaktadırlar. Sigorta ve sendika hakkını kullanamayan bu işçiler fiilen baskı ve şiddete de maruz kalabilmektedirler. Bu işçileri resmi kayıtlarda bulabilmek mümkün değildir. Bunun yanı sıra Türkiye’de kapitalizmin biçimlenişinin de etkisiyle, bu durum bilinçli olarak devlet tarafından görülmemekte, hatta teşvik edilmektedir. Kaçak işçiliğin ayrıca kendini en somut gösterdiği biçimlerden biri de taşeronluk sistemidir. 7 - Çünkü Marx’ın dediği gibi “emekçi kendisini sermayeye satmadan sermayeye aittir”. Bunun anlamı işgücü fiili üretim sürecinde var olan bir meta değil, onun dışında da bir metadır. İşgücünü satışa çıkarmış herkes alıcı bulup bulamadığı hiç önemli olmadan doğrudan işçi sınıfı içinde yer alır. Bu anlamda ücretli emeği doğrudan ilgilendiren işsizlik, kapitalizm kendisinin örgütlendiği bir yedek emek gücü ordusudur. 132
Bundan dolayı sendikal mücadele işçinin hem çalıştığı alana, hem de yaşadığı alana ilişkin projeler üretebilmeli, işçinin işyerleriyle yaşamın sürdürüldüğü her alana, her soruna, her olguya müdahale edebilecek, yapısal bir içeriğe bürünmelidir. Bu alanlar arasında işçi ve kitle inisiyatifinin yaratılması hedeflenmeli, işçinin değişim ve dönüşümünü sağlayacak organlaşmalara gidebilmelidir. Sınıf mücadelesinin gelişim seyri ve yarattığı pratikler bunu zaten zorunlu kılmaktadır. Total örgütlenme diye tanımlayabileceğimiz çalışma alanlarıyla, yaşam alanlarının birliğini ve bütünlüğünü kuracak örgütlenme anlayışı, işçinin salt işyeriyle ilişkili zamanına değil, işçinin 24 saatine nüfuz edebilmeyi amaçlamaktadır. Sendikanın eve, evin sendikaya, fabrikanın sokağa, sokağın fabrikaya taşınacağı çalışma tarzı, örgütlenme ve mücadele anlayışıyla sadece örgütlü emek değil, işsizlere, ev kadınlarına, emeklilere, çocuk işçilere, göçmen işçilere, marjinal sektörde çalışanlara da ulaşmak mümkündür. Yasaların belirlediği çerçevede işkolu esasına göre örgütlenmiş mevcut sendikal yapılarla, farklı işkollarırnn bir arada bulunduğu, işverenlerin kendi aralarında ciddi örgütlülükler yarattığı, binlerce işçinin çalıştığı küçük ve orta ölçekli sanayi sitelerine veya cam, gıda, tekstil, metal sektörü gibi sektörlerinin belirleyici ağırlığı olduğu Manisa, Denizli, Kayseri, Gaziantep, Çerkezköy ve Çorlu gibi sanayi bölgelerine girebilmek, etkin mücadele ve örgütlenme yürütmek mümkün değildir. Kısaca işyerine yönelik müdahalenin yanında, yaşam alanlarına yönelik faaliyetlerin bir bütünlük içinde yürütülmesi, örgütlenmenin vücut bulacağı temelleri oluştururken işçi sınıfının birliğinin toplumsal maddi zeminini de örecektir. Sınıf hareketinde ulusal ve uluslararası düzeyde yaşanan deneyimler, sendikal faaliyetin yeni dönemde yeni işlevler kazanmasının zorunluluklarını göstermektedir. Artık hukuksal sınırlamalarla işlevi ve işleyişi belirlenmiş bir sendikal faaliyetin sonuç alıcı olması mümkün değildir. Sendikal faaliyetin arayacağı kıstas bellidir. O da toplumsal meşruiyettir. Total örgütlenme işçi sınıfının özgücüne dayanarak var olan sınırları aşan, işçi sınıfını bir bütün olarak ele alan ve bütünlüğe yönelik faaliyetlerini toplumsal meşruiyet üzerinden kuran bir ilişkiler ağıdır. Diğer anlamıyla total örgütlenme, fiili sendikal faaliyettir. Her alan sendikal örgütlenme alanıdır. Bazen bir işçi kahvesi, bazen varoş sokakları, bazen işçilerin evleri, mahalle ve köy dernekleri sendikal faaliyetin karargahıdır.
133
Ayrıca; her şeyin metalaştığı, en temel insani değerlerin yok edildiği, kitlelerin yoğun bir tekno-idolojik saldırılara maruz kaldığı ve paranın iktidarının; onuru, tutkuyu, özlemi, umudu yok ettiği günümüzde, giderek yalnızlaşan ve parçalanan insanın, paylaşma ve dayanışma ilişkilerini yeniden üreten, örgütsel formlara ihtiyaç vardır. Sendikal örgütlülük bu noktada dünden çok daha anlamlı bir pozisyondadır. İşçi sınıfının sermayenin saldırıları sonucu yaşadığı atomizasyon ve depolitizasyon sürecine karşı, işçi hareketinin yeniden inşası yönünde önemli misyonlar taşımaktadır. Bir anlamıyla sendikal hareketin bir toplumsal muhalefet gücü olarak hareket etmeyi becerebilmesi işçi sınıfını gücünü toparlayabilmesini ve müdahale edebilme yeteneklerini artıracaktır. Bu süreç bir yanıyla depolitizasyon sürecine karşı işçi sınıfının bizzat kendisini siyasallaştırması, bir sınıf olarak sermayeye ve güçlerine karşı hareket edebilmesidir. Total örgütlenme özellikle bugünkü sendikal örgütlülüğün ulaşamadığı ve göz ardı ettiği örgütlü emek dışındaki kesimlere ulaşmanın, kavramanın ve işçi sınıfının organik bütünlüğünü yaratmanın vazgeçilmez yöntemidir. Aynı zamanda emeğin kapsamındaki genişlemeyi gören, bu genişlemeye uygun politikalar ve örgütsel araçlar yaratan yöntemdir. 8 Fiili sendikal örgütlenme işçilerin sadece işyerinden kaynaklanan sorunları çerçevesinde değil, yaşam alanına ve toplumsal çevresine ilişkin sorunları da kavrar bir bütünlük içinde bu alanlara müdahale eder, projeler üretir. İşsizleri, marjinal sektörü ve kadınları vb. kesimleri kavramak ancak bu kesimlere gidebilecek kanalları bulmak ve bu kanalları örgütlülükle bütünleştirmekle mümkündür. Bunun yanı sıra fiili sendikal mücadele tüm toplumsal mücadele alanlarına yönelik politikalar geliştirebilmeli, bu alanların dinamiklerini 8 - Uluslararası sermayenin yeniden yapılanma sürecine bağlı olarak geçmişte farklı toplumsal katmanlar içinde yer alan kesimler günümüzde hızla proleterleşmektedir. Örneğin geçmişte ev kadınlığı yapan milyonlarca kadın bugün farklı istihdam ve çalışma biçimlerinde (evde, atölyede, belirli zaman dilimlerinde götürü ve geçici) olsa da ücretli işçi konumundadır. İşgüçlerini satarak karşılığında ücret almaktadırlar. Ayrıca yakın döneme kadar kendi bağımsız ofisinde çalışan sınıfsal anlamda küçük burjuva niteliğinde değerlendirebileceğimiz mühendis ve benzer meslek sahipleri bugün giderek bir işverenin denetiminde daha kompleks bir ofiste grup halinde çalışarak kafa emekleri (işgüçlerini) satarak ücret karşılığı çalışmaktadırlar. Bu gelişmeler bir yandan işçi sınıfının kapsamındaki genişlemeleri gösterirken diğer yandan sınıfın heterojen yapısını da işaretlemektedir.
134
kavrayabilmelidir. Yaşamın her alanına yönelik ekoloji sorunundan, her türlü ayrımcılığa kadar politikalar geliştirebilmeli bu alanlardaki mücadeleleri kendi mücadelesiyle ilişkilendirmelidir. Bu dinamiklerle ortak duruş ve mücadele hattı yaratabilmeli, bu dinamiklerin işçi sınıfı mücadelesiyle doğrudan bağlarının örülmesi yönünde görevler yüklenebilmelidir. Ancak bunu başarabildiği noktada sermayenin pervasızca işçi sınıfına ve tüm ezilenlere yönelik baskı ve saldırıları boşa çıkartabilir. Yaratılacak radikal ve militan sendikal örgütlülükler, emeğin gücünü ve dinamizmini toplumsal mücadele içine aktarabilir. Bağımsız sınıf çıkarları zemininde geliştirilecek yeni dönemin sendikal örgütleri her aşamada ön plana çıkarılmalı, işçilerin işyerindeki en küçük sorunundan uluslararası gelişmelere kadar her konuda politikaların oluşturulması, uygulanması ve denetlenmesi aşamalarına bilinçli birer özne olarak katılımlarını sağlamak hedeflenmelidir. Bu anlamıyla sınıftan yana bütün güçlerin uzun vadeli ve ortak bir anlayış temelinde gerçekleştireceği emek cephesini yaratmak acil bir görevdir. Bu cephenin çekirdeğini total örgütlenmeyle yoğrulmuş sendikal hareket oluşturmalıdır. Sendikalar; çalışma alanları ile yaşam alanlarının birlikteliğini sağlayan organizasyonlarla (işçi evleri, yoksullar arası dayanışma dernekleri, kolektif aşevleri, işçi emekçi sağlık ocakları, alternatif eğitim merkezleri, alternatif kültür evleri, kadın aktivite merkezleri, çocuğu toplumsal bir özne olarak kabul eden alternatif bakım ve oyun alanlarıyla, alternatif ekonomik ilişkileri organize eden kooperatif örgütlenmeleri v.b.) ile sadece işçilerin değil, işsizlerin, ev kadınlarının, esnafın, memurların, emeklilerin, sakatların, çocukların; kısaca bütün emekçi katmanların örgütlenmesinde taşıyıcı bir işlev yüklenmelidir. Açıktır ki; bu anlayışı geçmişin sendikal örgütlenme formlarıyla ile gerçekleştirmek mümkün değildir. Yeni süreç geleceği bugünden kazanmak için, farklı toplumsal muhalefet kanallarında, kolektif somut karşı duruşları hemen şimdi yaşama geçirmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu, kitle inisiyatif alanlarının yaratılması, genişletilmesi; biriktiren, yayan, derleyen; tekrar biriktiren, tekrar yayan, tekrar derleyen bir tarzın, bir politik kültürün oluşturulmasının ve bu kültürü yaratıp, kendini değiştirmeyi göze alan öznelerin kolektif duruşunun bir ifadesidir...
135
Geldiler...! Beyinlere ve kollara bukağılar vurmak için vurdular Geldiler...! Beyinlerindeki ve kollarındaki bukağıları Beyinleri ve kollarıyle kırmak için. 5 milyardılar, beyinlerinde ve kollarında 5 milyar demir bukağı. * 5 milyardan birisiydi o da. Paris'tekiler gibi, New York'takiler gibi, Hamburg'takiler gibi, Tek farkı Kazlı'da idi. Bir gün... Bir KIVILCIM yandı beyninde Sanki Temmuz sıcağı, Ne zincir dayanır bu sıcağa, ne de bukağı, Beyinlerde ve kollardaki bukağılar yetmedi, Bir de demir kafeslere aldılar yüzbinleri Yüzbinler, Kafes, Beyin, Kol ve bukağı. Sığmadı kafeslere Beyninde kıvılcımla yanan. Dedi ki: O Kıvılcım yanmalı, O kıvılcım Yakmalı 5 milyar ayağa kalkmalı. * “Sönmeli” Diyordu Tarihin Yüzkararsı “Madem ki sığmıyor kafeslere, bu Kıvılcım sönmeli.” *** “Bir oğlum olacak” demişsin Şair, “adı da Temmuz” Biz bir oğlumuzu verdik toprağa o sıcak Temmuz'un 25'inde. Sanki, tohumu filize yatırır gibi. Beyninde Kıvılcım kolunda bukağı 5 milyardık bir eksildik.
Ve yine 5 milyar olduk. Ve yine bir Temmuz sıcağı Ve yine 25'i ayın Yürüyorlar, Zeytinburnu'ndan, Bakırköy'den, Kazlı'dan, Taksim'e. GELİYORLAR Beyinlerinde ve kollarında 5 milyar demir bukağı ilşe gelenler. Beyinlerinde 5 milyar kor bir Kıvılcım Kollarında 5 milyar demir bukağı. “O da kim?” dedi ön sıradaki tekstil işçisi “En önde yürüyen de kim?” “O” dedi bir maden işçisi: “Kolunda bukağı Beyninde Kıvılcımla yanan O bizim Kenan.” “Biz O'nu filize yatırmadık mı?” “Evet” dedi deri işçisi “Yatırdık” Ama O TEMMUZLARIN KENAN'ı!
O gün kaç Temmuz oğul verdi analar? Duymadık. Ama, duyduk ki; bir Kenan doğmuş, Zeytinburnu'nun teneke çatılı küçük bir evinde.
136