Toplumsal Özgürlük Gazetesi -sayi17

Page 1

Toplumsal Özgürlük Partisi kuruluyor!

Şubat 2016 / sayfa Parti 1 Girişimi 5. konferansını yaptı ve partileşme kararı aldı. Kurucutoplumsal özgürlük heyet seçildi.İşçi sınıfının ve anti kapitalislerin mücadelesi verilecek.

toplumsal özgürlük

facebook.com/ToplumsalOzgurlukPartiGirisimi

twitter.com/toplmsalozgrlk

2 TL / Şubat 2016

Yunanistan’da neler oluyor? Alp KAYSERİLİOĞLU Eylül’den beri Yunanistan’la ilgili haberler birden kesildi. Oysa, 2015 başlarında SYRİZA iktidar olduktan sonra bütün dünya gözlerini Yunanistan’a çevirmişti. Avrupa solcuları da, SYRİZA’nın seçim zaferini “Avrupa’nın baharı” olarak nitelendirmişti. Sol camianın büyük bir kısmı şölen yapıyordu. Verilen sözlerin tutulmaması sonrasında, SYRİZA’nın hükümet olmasını kutlayanlar sustu. Eh, yenilgiler böyle de hazmedilmeye çalışılabilir. Yunanistan’da yaşam ve mücadele ise, elbette devam ediyor. Ama, eskisinden daha kötü koşullarda yaşanıp mücadele ediliyor. Üstelik, gelişmeler o kadar da moral bozucu değil. Yunan halkının demokratik ve direnişçi refleksleri, gericiliğe veya siyasi miskinliğe bükülmedi. Evet, bir geri çekilmeye ve kafa karışıklığa yol açıldı, ama direnişçi-demokrat potansiyeller hala mevcut ve her an yeniden ön plana çıkabilir. Devamı 9. sayfada

10 Ekim rejimine karşı halkın gücü

Halkın özgürleşmesinin örgütü, halkın oylarıyla seçilen Halk Meclisleridir. Halk meclislerinin, özgürlük ve demokrasi zemininde örgütlenmesi, demokratik bir cumhuriyetin inşa edilmesi anlamına geliyor.

İstanbul yağması Eymen DEMİRCAN Kentsel Dönüşümün en acımasız ve en gözü dönmüş şekilde ilerlediği İstanbul her gün daha da yaşanmaz hale gelmektedir. İstanbul’da 2014’te yapılan sayım ile kayıtlı ikamet edenlerin sayısı 14.377.000 olarak belirlenmiştir. İkamet dışı nüfusu da göze alırsak mevcut nüfusa en az bir kaç milyon insan daha eklenmeli. 5 milyon insanı kaldırabilecek yüz ölçümüne sahip İstanbul’a bu kadar nüfusun yığılmasının sebebi ne? Devamı 15. sayfada

7 Haziran’da halktan yediği tokatla sersemleyen Erdoğan/AKP, halkın iradesini yok saydı ve bir darbe düzenleyerek özel bir rejim kurdu. Bu yeni rejimin temeli, 20 Temmuz Suruç ve daha da ağırlaştırılmış haliyle 10 Ekim Ankara katliamlarıyla atıldı. Evet, bu yeni rejime “10 Ekim Rejimi” diyebiliriz. Rejimin ana omurgası, Kürtlerle savaşarak inşa ediliyor. Ama, sadece Kürtler değil; Aleviler, kadınlar, işçiler de düşman olarak görülüyor. Kürt şehirleri günlük olarak bomba-

lanıyor. Kadınların iktidar güçleri tarafından sürekli aşağılanmasından cesaret alanlar, alçakça saldırıyorlar. Kadınlar, cinayet, tecavüz ve taciz saldırısı altında. Alevilerin evleri işaretleniyor, Cem evleri tehdit ediliyor. İşçilere yönelik neo liberal saldırı, yoksulluk ve işsizlik sonuçlarını yaratarak bütün çalışanların ve ailelerinin yaşamlarını cehenneme çeviriyor. Sadece bunlar değil, israfçı tüketim ve beton sevdalısı AKP/Erdoğan iktidarı, doğayı artan oranda ve sürekli

tahrip ediyor. 10 Ekim rejimi, çok açık ki, halkı düşman olarak gören ve halka karşı savaşan bir rejim. Halk güçleri de, saldırılara karşı güçlü ya da zayıf, ama bir biçimde direniyorlar. Kürt sorunu üzerinde oluşan gerilim, bir iç savaşa doğru evriliyor. Şimdi, halkların ve inançların eşit haklarla, kardeşçe ve ortaklaşa yaşamaları için direnme zamanı. Şimdi, güvencesizlik, yoksulluk ve işsizliğe karşı direnme zamanı. Şimdi, Erdoğan diktatörlüğüne ve

Sosyalistlerin sorumluluğu

Kürtlerin yıldızı parlıyor

3

5

Krizi yönetecek hamleler yapılabilirse hava yine bizden yana esecektir.

Kriz ve yeni köpük Volkan YARAŞIR Kapitalist sistemde krizler organiktir. Sistemin işleyişinden ve doğasından kaynaklanır. Kapitalizm krizden beslenen ve krizler üreten bir sistemdir. Sermayenin üretim, yeniden üretim döngüsünün bozulması krizleri yaratan temel faktördür. Kapitalist sistemde iki tip kriz vardır. Kısa çevrimli krizler ve büyük bunalımlar. 1970’lerin başlarından bugüne kadar farklı evrelerden geçerek ve bünyesinde zaman zaman kısa çevrimli krizler üreterek devam eden kriz, kapitalizmingenelleşmiş/ yapısal krizidir. Devamı 7. sayfada

10 Ekim rejimine halkın gücünü gösterme zamanı. Özgürlük ve Demokrasi, direnen halk güçlerinin ortak arzusu olarak belirginleşiyor. Halkın mücadele ederek özgürleşmesinin örgüt biçimi, halkın oylarıyla seçilen Halk Meclisleridir. Halk meclislerinin ülke çapında ve özgürlük ve demokrasi zemininde örgütlenmesi, demokratik bir cumhuriyetin fiilen inşa edilmesi anlamına geliyor. Erdoğan diktatörlüğüne karşı özgürlük, özgürlük, daha fazla özgürlük.

“Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sözü, Ortadoğu’da yaşanıyor. Ez cümle, Ortadoğu’da tarih yeniden yazılıyor.

Kadınlar öz savunmaya

Erkeklerin neredeyse her gün kadın öldürdüğü ve ölüm ile burun buruna yaşadığımız bu ülkede özsavunma şart!

12

Kavşak noktası! Gerilim politikalarıyla toplum kamplaştırılıp, birbirine düşmanlaştırılıyor. Muhalif toplumsal güçler düşman olarak görülüyor ve çıkarılan yeni yasalarla muhaliflere her türlü devlet şiddeti uygulanabiliyor. AKP, başka sebeplerin yanı sıra, özel bir yönetim tarzı sayesinde iktidarını sürsürebiliyor. Öyle ki, kaybettiği 7 Haziran seçimlerini bile fiili durum yaratarak olmamışa çevirebildi ve hukuk dışı bir «Darbe» biçiminde yürüttüğü 1 Kasım süreciyle hedefine ulaşabildi. “Kontrollü gerilim” politikaları, bu

“yönetim tarzının” ana ögesini oluşturuyor.

Toplum kamplaştırılıyor Süreklileşen ve birçok biçime bürünen gerilim politikalarıyla toplum kamplaştırılıyor, bu kamplar birbirine düşmanlaştırılıyor. Ve, “Sünni-Türk-Erkek” bir kitlenin, “İslamcı

bir Türkçülük” ve “Devletin bekası” zemininde AKP’nin arkasında toplanması hedefleniyor. Artık, devletin bütün ana alanları, kısmen Ordu hariç, AKP’nin daha doğrusu Erdoğan’ın doğrudan emriyle çalışıyor. Çok net bir “emir-komuta” zinciri oluşturuldu. Muhalif toplumsal güçler “düşman” olarak görülüyor ve

çıkarılan yasalarla bu “düşmanlara” karşı her türlü devlet şiddeti yasallaştırıldı. Elbette, gerilim politikaları, “pürüzsüz” bir alanda yürütülmüyor. İçinde yaşadığımız toplumsal alanın birçok alanına yayılmış irili ufaklı engeller, yürütülen gerilim politikalarına direnç gösteriyor. Devamı 4. sayfada


Şubat 2016 / sayfa 2

toplumsal özgürlük

POLİTİKA Dönüşü olmayan yollarda macera peşinde!

1 Kasım sonrası AKP Krizleri seçim sonrasına ertelemişlerdi. Seçimlerden sonra yönetememe durumunu bertaraf etmek için bölgedeki krizlerin içerisine girmek zorunda kaldılar. Buradan bir çıkış yolu arıyorlar. Toplumu yeni Osmanlıcılık konseptiyle biçimlendiriyorlar. Hasan DURKAL 1 Kasım’dan zaferle çıktılar. Kayıp giden iktidarlarını yeniden tesis ettiler. Yüzde 49 aldılar. Ama halen diken üstündeler. AKP’nin krizleri kısa sürede bitecek gibi değil. Çünkü ne iç krizleri, ne aktif olarak müdahale etmek istedikleri emperyal hegemonya krizi durulacak gibi görülmüyor. Karşılıklı belirlenim ilkesinin işlemesiyle bilinmezliğe gidiyoruz. Dışarıdaki kriz AKP’nin hatalarından da etkilenmişti. Ve kontrol edilemez bir noktaya gelince dönüp AKP’nin iç gerilimini arttırdı ve bütün dengesini bozdu. Bozuk dengeyle dış politikada daha büyük riskler aldılar ve işler daha da karıştı. Şimdi herkes dönüşü olmayan bir yolda.

Rus uçağını düşürerek bir siyasal manevra alanı sağlamak istediler ama olmadı. Bu hamle AKP’yi içeride daha da baskılayan bir duruma soktu. Yetmedi son derece provokatif bir şekilde Musul’a asker çıkardılar. Bölgedeki hegemonya boşluğundan belki bir pay çıkarırız ümidiyle. Ama olmadı. Geri çıktılar.

Savaş durumu Her ne kadar Musul’dan kaçılsa da, AKP medyası Türkiye’nin sınırlarının güvenliğinin Musul’dan, Kerkük’ten, Lazkiye’den başladığını söyleyerek savaş çığırtkanlığını devam ettiriyorlar. AKP neden bunu “tercih” ediyor diye sorma gafletinde bulunmayacağız. Çünkü savaşın bir seçenek olmadığını, AKP’nin üzerinde seyrettiği

yüksek gerilimli krizlerin kaçınılmaz bir sonucu olduğunu biliyoruz. Sınıf savaşımlarının bu özel momentinde savaş kaçınılmaz gibi görünüyor. Dışarıda bir savaş gündemi nesnel bir şekilde şekilleniyor. Tüm güçler bu ortamda kendisine yer edinmeye çalışıyor. Ulus devletler ve silahlı örgütler inisiyatiflerini geliştiriyor. AKP Türkiye’si de konumlanmasını savaşa göre ayarlıyor. Medyasındaki tüm bu savaş çığırtkanlığının nedeni bu. Şimdi dışarıda Alevi ve Şii düşmanlar belirdi bile.

İçeride Kürtler dışarıda Şiiler-Aleviler Aslında yapmak istedikleri şey açık. Krizleri seçim sonrasına ertelemişlerdi. Seçimlerden

sonra yönetememe durumunu bertaraf etmek için bölgedeki krizlerin içerisine girmek zorunda kaldılar. Buradan bir çıkış yolu arıyorlar. Toplumu yeni Osmanlıcılık konseptiyle biçimlendiriyorlar. Bunu yaparken seçim öncesinin muhalif seslerini hizaya getiriyorlar. Seçim öncesinin çatlak sesi Doğan medyasına operasyon yapıldı. Cumhuriyet’in yazarları içeri atıldı. Diğerleri ise çoktan biat etti. İçeride Kürtlerle yapılan savaşa, dışarıda Alevi Esad ve Şii İran’la olan didişmeye sessiz kalarak ya da sosyal şoven bir dil kullanarak destek veren bütün liberaller aslında olan biteni iyi görüyorlar. Ama onların siyasal menzili, sınıf savaşımının keskinleştiği yere kadar değil mi zaten?

HDP ne yapacak? Hendeklerin ya da barikatların hangi tarafında olduğunuz tamamen sınıfsal bir mesele. Halk HDP’yi hendeklerin berisine çağırıyor.

CHP’de yeni bir şey yok Ne seçimlerde aldığı oylar, ne de muhalefette kalma durumu değişen CHP’de kurultaylar ve adaylar da değişmiyor. C.MALATYA 1 Kasım seçimlerinin ardından CHP’de her zaman olduğu gibi kurultay çağrıları yapılmaya başlandı. Artık kısır bir döngü haline gelen bu kurultay süreçleri, aslında CHP’nin sistemin yedek gücü olma halini güncelleme, bu güncellemeye uyum sağlayamayanları da tasfiye etme sürecine dönmüş durumda.

Yavuz hırsız ev sahibini bastırır Muhaliflerin olağanüstü kurultay isteğine, yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali CHP yönetimi, 16-17 Ocak günlerinde Ankara’da Olağan Kurultayı yapılacağı karşılığını vererek atağa geçti. Muhaliflerin derlenip toparlanmasına izin vermeden yapılacak hızlı kurultayla “güven” tazelemeyi hesaplayan CHP yönetimi, böylece

bir kez daha tasfiye olanağını yakalamış gözüküyor. Nitekim Aralık sonuna doğru yapılan il kongrelerinde yönetime yakın isimlerin seçildiğini görülmektedir. Mustafa Balbay’ın dışındaki açıktan adaylığını açıklayan olmaması bunda büyük bir etken. Her ne kadar Balbay kongrelerde etkin olmaya çalışsa da şu ana kadar başarı sağlayamadı. Bunda Balbay’ın kısmen tasfiye olmuş ulusalcılardan pek farkının bulunmaması ve örgütçülük eksikliğinin olmasının önemi bulunmakta. Nitekim yönetimde bunu fırsat bilip hızlı bir şekilde delegelikleri ve il örgütlerini eline geçirme derdinde. Diğer yandan önceki kurultaylarda “derslerini” almış olan Muharrem İnce ve Umut Oran’ın pusuda bekleyişi sürüyor. Özellikle İstanbul ve

Ankara’daki sonuçlara göre hareket etmeyi planlayan bu ikili, kurultay öncesi yıpranmadan “sağ” kalmaya çalışıyorlar. Böylece seçim sonuçlarından ve politik “yetersizliklerden” memnun olmayan kesimi yanlarına çekmeyi planlıyorlar.

CHP’de hiçbir şey değişmiyor Ne seçimlerde aldığı oylar, ne de muhalefette kalma durumu değişen CHP’de kurultaylar ve adaylar da değişmiyor. Bir tarafta ulusalcılardan Balbay ve İnce, diğer tarafta ulusalcıların neoliberalizme uyum sağlayamamasından kaynaklı göreve getirilen Kılıçdaroğlu ve onun genç versiyonu Oran ile CHP, sistem için olası bir altüstte hem bir alternatif hem de yükselecek devrimci harekete barikat oluşturma görevini layıkıyla yerine getirebilmesi için diri tutulmaya çalışılıyor. Dolayısıyla her seçimden son-

MHP ‘yenileşebilir’ mi? C. MALATYA 1 Kasım seçimlerinde en büyük kaybı yaşayan MHP’de her seçimden sonra olduğu gibi “yenilenme” çağrıları yankılandı. Önceki seçim sonralarından farkla bu sefer, hem bu çağrıyı yükseltenlerin sayısı fazla hem de temsilcisi oldukları çizgi farklı.

Birbirinden faşist üç aday Bahçeli’ye karşı partide ve ülkücü harekette kısmen de olsa tabanları bulunan üç kişi öne çıktı: Meral Akşener, Koray Aydın ve Sinan Oğan. Hemen her kongrede müzmin aday olan Koray Aydın, DSP-MHP-ANAP koalisyonunda

Bayındırlık ve İskân Bakanlığı yaptı ve 2005’te “fesat karıştırmak ve haksız mal edinme” suçlarından Yüce Divan’da yargılanarak “beraat” etti. MHP’nin gelenekçi tabanında etkin olan Aydın, teke tekte yenemediği Bahçeli’yi aday çokluğundan yararlanarak ekarte etmeyi düşünüyor. Aydın’ın çizgisi ise MHP›yi sermayenin hizmetine daha çok sokmak ve Ülkü Ocakları’nın paramiliter olarak daha aktif kullanılmasını sağlamak. Sinan Oğan ise daha önce de Bahçeli’ye karşı kazan kaldırıp partiden atıldı. Sonrasında açtığı davayla geri dönen Oğan, Azeri olmasının da avantajıyla Azer-

ra müzminleşen bu kurultaylar ve adaylarla CHP’de, emekçilerin, halkların, gençlerin, kadınların ve Alevilerin kurtuluşunu engelleme ve sistem içine kanalize etme görevini güncelleme dışında değişen bir şey yok. düzelmiş hali.... Ne seçimlerde aldığı oylar, ne de muhalefette kalma durumu değişen CHP’de kurultaylar ve adaylar da değişmiyor. Bir tarafta ulusalcılardan Balbay ve İnce, diğer tarafta ulusalcıların neoliberalizme uyum sağlayamamasından kaynaklı göreve getirilen Kılıçdaroğlu ve onun genç versiyonu Oran konumlanmış durumda. CHP, sistemin yaşayabileceği olası bir altüstte hem bir sistem içi alternatif olması hem de yükselecek devrimci harekete barikat oluşturma görevini oluşturabilmesi için diri tutulmaya çalışılıyor.

Kenan DAĞAŞAN Hendekler ülke siyasetinde büyük bir ayrıştırıcı görev üstlendi. Birbiri içine geçmiş ve sınırları silikleşmiş zıt kutuplar şimdi ayrışmaya zorlanıyor. Hendeklerin yarattığı gerilim şimdi ülkedeki siyasi atmosferin temel belirleyicilerinden bir tanesi. Kürt Özgürlük Hareketi Kuzey Kürdistan’da niteliksel bir sıçrama gerçekleştiriyor. Devletin iktidarıyla hareketin iktidarının arasına hendekleri yerleştirdiler. Halkın inisiyatifinin geliştiği bir savaş stratejisini hayata geçiriyorlar. Aralık ayında toplanan DTK ile öz yönetim ve öz savunma vurgusu arttırıldı. Öte yandan bu atılımların Batı’daki karşılığının atabilme potansiyeli olan ancak henüz bunu gerçekleştirme becerisi gösteremeyen HDK ve halkların demokratik birlikteliğini inşa etme becerisini henüz gerçekleştiremeyen bir HDP söz konusu.

Gerilim artarken Savaşın patlaması ve hendeklerin kazılmasıyla liberal demokrasinin sınırları açığa çıktı. Kitleler, emek örgütleri ve siyasal yapılanmalar ya gerçekten halkçı bir demokrasi seçeneğinde buluşarak kendi yazgısını yazacaklar, ya da devletin kampına destek olacaklar. “Ortası” kalmadı bu işin. HDP bu çatallaşmadan en çok etkilenecek yapılardan bir tanesi. Çünkü bir yanda güçlü halkçı eğilimi içerisinde barındırırken, diğer yanda ortada durarak durumu idare etmeye ve sınıfsal

ayrıcalıklarını korumaya çalışan bir başka eğilim kendisini dayatıyor. Hendek siyasetini seçmek, Gezi’deki barikata sahip çıkmak, işbirlikçi sendikaları ve işyerlerini işgal eden işçi sınıfıyla buluşmak anlamına gelir. Hendeklere sahip çıkmak, Yeşil Yol ve HES karşıtı direnişlerde halkla birlikte iş makinelerini “etkisiz hale getirmek”tir. Mesele bu kadar nettir.

HDP ne yapacak? Yukarıda belirttiğimiz halk direnişlerinin somutlaştığı yerler barikatlar, hendekler ya da işyerleri. Bu mücadele sahalarının her iki yakasında güç odakları oluşmaya başladığını görebiliriz. Devlete karşı-halk, patrona karşı-işçi sınıfı, yağmacı şirkete karşı-doğa savunucuları. Hendeklerin ya da barikatların hangi tarafında olduğunuz tamamen sınıfsal bir mesele. Güçlü bir halk hareketi HDP’yi hendeklerin berisine çağırıyor. 7 Haziran seçimlerinde yakaladığı fırsatı değerlendiremeyen HDP, halkın bu kez sokaktan yükselttiği mücadelenin odağı olma şansını yakalayabilir. Ama halk örgütlenmelerine dayanmayan partiler bu iş için çok bürokratik birer araca dönüşürler. Kürt Özgürlük Hareketinin çeşitli kanallarından yaptığı “HDK ve DTK’ya dayanmayan bir HDP’nin varlığı düşünülemez” açıklamalarının HDP pratiğindeki karşılığı yazık ki zayıf. Ama bunca yıllık mücadele deneyimi bu tıkanıklığı aşacaktır.

Bahçeli yönetiminde MHP, kısmen sokaklardan çekilmekle birlikte sermayeyle daha doğrudan ilişkilere geçmiş, ihtiyaç duyulduğunda devlete ve sermayeye hizmette kusur etmemişti.

baycan, Orta Asya ve Avrasya ile ilişkileri sahip.

Kim daha faşist ? Partideki Turancı çizginin ve gençliğin içinde etkin olan Oğan, “Ben Aras’ın kenarında Türk dünyasından gelen Turan kokusuyla ve Sovyetler’in bir gün dağılacağı hayaliyle büyüdüm” diyerek MHP’nin daha Türkçü ve ırkçı çizgi izlemesi taraftarı. Öne çıkanların en dikkat çekici ismi ise Meral Akşener. Erbakan-Çiller hükümetinde İçişleri Bakanlığı yapan Akşener, gerek bakanlığı döneminde gerekse sonrasından faşist ve militarist tavırlarıyla nedeniyle partide

“Asena” olarak biliniyor. 1 Kasım seçimlerinde aday gösterilmeyen Akşener, partide hem gelenekçi hem de genç ve kadın tabanından destek görüyor. Akşener, partinin daha “merkez-sağ” çizgiye yanaşarak sermayeye daha da yakınlaşmasını, AKP’nin alternatifi olmasını savunuyor. Nitekim “merkez-sağ”dan bazı eski siyasetçiler Meral Akşener’e dolaylı desteklerini açıkladılar. Bahçeli’nin öne çıkanlara 2017’deki olağan kongreye işaret etmesine rağmen, üç aday ortak bir bildiriyle olağanüstü kurul için imza toplamaya başladılar. Fakat bu süreçte de delegelerin Akşener’e desteğinin fazla çıkma-

sı, “muhalifler” arasında çatlak oluşturuyor ve bu da Bahçeli’nin elini güçlendiriyor.

MHP’nin asli görevi değişmiyor Bahçeli yönetiminde MHP, kısmen sokaklardan çekilmekle birlikte sermayeyle daha doğrudan ilişkilere geçmiş, ihtiyaç duyulduğunda ise paramiliter güçlerini sokağa dökerek devlete ve sermayeye hizmette kusur etmemişti. Fakat bu MHP sermayenin yeni dönemdeki ihtiyaçlarına cevap veremiyor. Nitekim öne çıkan üç adayın da sermayeyi daha da merkeze alan, aktif bir çizgi izlemeyi düşünmeleri de bir tesadüf değil. Sermaye,

olası bir AKP iktidarının bitmesi durumunda, MHP’yi AKP ile koalisyona (Erdoğan’ın 7 Haziran’dan sonra yaptığı “Tabanımız MHP ile koalisyon istiyor” açıklamasındaki gibi) ya da olası başka alternatiflerle koalisyona hazır tutmaya çalışmakta. Diğer yandan da 8-9 Eylül’de olduğu gibi, devletin ve sermayenin ihtiyaç duyduğu zaman paramiliter güçlerini hizmete sunmaya hazır durumda tutulmak isteniyor. Dolayısıyla MHP›nin başına kim geçerse geçsin, sermayenin ve devletin «kirli aracı» olmak dışında bir şansı olmadığı görülüyor. Esas mesele kimin daha işlevli araç olacağıdır.


Şubat 2016 / sayfa 3

toplumsal özgürlük

POLİTİKA Bir sosyalist odak ihtiyacının çaresini bulabilir miyiz?

Sosyalistler varoluşsal bir kavşakta! Türkiye Devrimci/Sosyalist Hareketi üzerine düşen sorumlukları, sürecin hassasiyetini gözeten bir düzlemde yerine getirebilir ve krizi yönetecek hamleler yapabilirse hava yine bizden yana esecektir. Perihan KOCA Türkiye’nin mevcut gidişatında, Gezi isyanı, Kobane direnişi ve bu direnişi Türkiye’nin batısına sıçratarak toplumsallaştıran 6-8 Ekim serhildanı ve 7 Haziran seçimleri, tarihin akışının yönünü değiştiren üç önemli momentin halkaları… Hemen 7 Haziran ertesinde yaşanan katliam ve şok uygulamalarıyla toplumsal-politik ortama dayatılan 1 Kasım seçim darbesi, 7 Haziran’da zirve yapan ve halk güçlerine moral veren bu momentte kırılma ya da çatlak yarattı ve geriye itti. Elbette, şimdilerde üzerine bastığımız yeni ve moralsiz politik zemin, Gezi ayaklanmasından 7 Haziran ve sonrasına uzanan olağanüstü momentumun Türkiye Devrimci Hareketi olarak hakkını veremememiz ve olanaklarını kullanabilecek bir öncülük yapamamamızın ürünüdür. Giderek otoriterleşen bir rejimin inşa sürecinin içindeyiz. “Savaş ve katliam” yapma bir politik araç olarak bu inşa faaliyetinde kullanılıyor. Kürdistan coğrafyasının özel kuvvet ve infazlarla kuşatıldığı, Kürt halkına ve Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı tasfiye politikalarının yükseltildiği, halkçı güçlerin terbiye edilmeye çalışıldığı bir süreci yaşıyoruz. İktidar paradigmasının dayanağı olan “korku imparatorluğu” rengi koyulaştırılarak ve ayağı sağlamlaştırılarak yeniden inşa ediliyor.

Öyle ya, AKP/Erdoğan iktidarı verdikleri kavganın “ölüm-dirim” kavgası olduğu bilincinin asabiyetiyle davranıyor. Bizim cenahta ise, daha ileri bir momente yerleşmek ve iktidar hedefine doğru çubuğu bükme asabiyetinden ne yazık ki uzak bir tablo var. Ki, şimdilerde o momentin en geri noktasına itilmiş durumdayız.

Kaotik dönem sürecek Bir kez daha kalınca altını çizmekte fayda var… 2013 Haziran’ında Türkiye’ye özgü koşullarda, tarihin, zamanın ve sokağın yönünü, akışını, ritmini değiştiren bir milat yaşandı. Türkiye bir zaman eşiğinden atladı. Mevcut politik denklemler, 2013 Haziran’ının ardından gelen ve sürekli değişen politik gündemler ve dengelerle, yeniden ve daha da karmaşıklaşarak güncellendi. Dolayısıyla, günlük siyasetin uzunca yıllardır alışılagelen yapısı ve bileşenleri farklılaştı, zenginleşti. Genel geçer bir süreç içinde değil, çok sık rastlanmayacak derecede kaotik, çalkantılı ve uzun erimli bir zaman dilimi içerisindeyiz… Alışıldık ne varsa ters yüz olan, akışkan ve hızlı bir dönüşüm konjonktüründeyiz. Böylesi bir karmaşa fotoğrafının içerisinde, ani toplumsal sıçramalar, beklenmedik kırılma dinamikleri yahut zirveleri yaşanabilir. Dolayısıyla çizdiğimiz fotoğraf olduğu gibi kalmayıp, dışına taşabilir…

7 Haziran ertesinde ardı ardına gelen şok ve katliam darbeleriyle – özellikle 10 Ekim Ankara Katliamı ileartan iktidar saldırganlığının Batı’da yarattığı toplumsal kırılma ve geri çekilme hali toplumsal-politik iklimi oldukça değiştirdi. İktidarın “savaş ve katliam” silahıyla birlikte, giderek yaşam alanlarını daha da boğan ve daraltan bir atmosfer oluştu. Ancak, bu sürecin kalıcı bir dönem değişikliği ve sinme haline evrildiğini söylemek, oldukça erken bir tespit olacaktır. Türkiye Devrimci/Sosyalist Hareketi üzerine düşen sorumlukları, sürecin hassasiyetini gözeten bir düzlemde yerine getirebilir ve krizi yönetecek hamleler yapabilirse hava yine bizden yana esecektir. Evet zaman zaman faşizmin ayak seslerinin duyulduğu ama faşizmin Türkiye’nin politik havasına hakim olamadığı bir durumun içindeyiz. Ancak, aynı zamanda, Türkiye stratejik konumu itibariyle ve Haziran ayaklanması ve ertesinde yaşayıp biriktirdikleriyle, birbirinden farklı alan ve ölçeklerde gelebilecek Gezi dinamiklerine hala açık bir konjonktürdedir. Tarihsel bir kopuş sürecinin eşiğindeyiz. İleri ya da geri her hamlemiz ya da hamlesizliğimiz süreci yeni bir yol ayrımına götürecek. Hemen önünde durduğumuz kavşak varoluşsal bir niteliğe sahip.

Türkiye Sosyalist Hareketi’ne dair... Devrimci ve halkçı bir mücadele tarzının ve yaşamın tüm alanlarına yayılmış bir direniş hattının olanaklarını arayabiliriz. 12 Eylül darbesi sonrasında gelen ağır yenilgi dönemini ve 1989-90 yıllarında reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte kazandığı mevzilerden geriye düştü. O arada, üzerine gelen basınçla sürüklenip ağır tasfiye dalgalarıyla cebelleştiği uzun bir kriz dönemini yaşadı ve uzunca yıllar etkili ve kalıcı radikal siyasi çıkışlar yapamadı. 2013 Gezi isyanı, 12 Eylül darbesiyle açılan koca bir dönemi kapatıp, başka bir dönemin ve hatta yeni bir toplumun doğuşunun kapılarını araladı… Tekrar tekrar bugünden düne ve daha öncesine dönüp bakmakta fayda var. Haziran ayaklanmasının açığa çıkardığı dinamiklere, Gezi’de sol/sosyalist yapıların konumlanışlarına, isyanın kendisi kadar muazzam olan potansiyel ve olanaklarına, aynı şekilde 7 Haziran seçimlerinde hareket halinde olan halk dinamiklerinin esas taleplerine, sokağın ve toplumsal alanının meşruiyet zeminine yoğunlaşıp değerlendirdiğimizde, sosyalist solun yapıp yapamadıkları ya da neyi nasıl yaptığı çıplak bir şekilde açığa çıkıyor. Bu değerlendirmeleri, “ahlanıp vahlanmak” ve solun üzerinde debelenmek için değil, denklemi doğru kurmak, önümüzdeki tarihsel ve kritik dönemde, sıkça sorduğumuz “sosyalistler ne

yapmalı” sorusunu keşfetmek için yapalım. Zira, Gezi isyanı, Kobane direnişi ve 7 Haziran momentleri bu fevkalade kaotik dönemde, “ ne yapmalı” “nasıl yapmalı” sorularına, yeni dönemin mücadele araçları ve biçimlerine ilişkin cevap olabilecek önemli ipuçları verdi. Elbette ki Türkiye Devrimci Hareketi’nin ahvali, Türkiye’nin gidişatından ve içerisine soluduğumuz iklimden azade ya da yalıtık değil. Ancak mevcut “sol” alışkanlıklar, siyaset yapma tarzları, konjonktürü ve isyan dinamiklerini okuma zaaflarımızla acımasızca hesaplaşmamak, bugün yapılması gerekenleri tarihi belirsiz bir takvime havale etmek olacak. Sosyalist hareketin, bir kriz sarmalı içerisinde olduğu ve kendini yeniden kurmak için, kurucu bir irade ile devrimci bir re-organizasyon sürecine ihtiyacı olduğu açıktır.

Sosyalist bir odak kurabilir miyiz? Türkiye yeni bir siyasal gerilim eşiğinde iken, sosyalistler bu olağanüstü süreci kenarda bekleyerek ya da günü kurtaran eylemliklerle geçiştiremez. Karşımızda duran görev salt bir devrimci örgütün yeni dönemde ne yapıp, nasıl konumlanacağı meselesi değil, Türkiye’nin politik

geleceği, dolayısıyla sosyalistlerin geleceği meselesidir. Şu günlerde boşluğu şiddetle hissedilen sosyalist bir odak ya da sol bir merkezin inşasını böylesi bir düzlemde gündemimize almalıyız. Kürdistan coğrafyasında muazzam bir direnç ve “kopuş” pratiği gelişirken, sosyalistlerin inşa ettiği etkili ve kalıcı bir sol merkezin/odağın KÖH ile kuracağı ilişki, şüphesiz, işçi sınıfı, Gezi güçleri ve KÖH’ün tarihsel ittifakının inşasında, batı ile Kürdistan arasında önemli ve etkili bir köprü olacak, birbirini besleyecektir. Bir formülümüz ya da reçetemiz yok elbette. Ancak sosyalist bir merkez inşasının temellerini atmak için birlikte etme, eyleme, birlikte arayıp, keşfetme zeminlerini yoklayarak başlayabiliriz. Halka güven verici, kitlesel ve kazanım odaklı birlikte etmeeyleme olanaklarını yaratabilir, nefes alacak yeni kanallar açabilir, günümüze özgü direniş ve mücadele biçimlerini/araçlarını çoğaltabiliriz. Devrimci ve halkçı bir mücadele tarzının ve yaşamın tüm alanlarına yayılmış bir direniş hattının olanaklarını yan yana gelerek arayabiliriz. “İktidar bloğu nasıl parçalanır?” sorusuna yıkıcı, kopuşçu ve yaratıcı bir cüretle yönelme vaktidir.

Faşizmin yükselişine karşı; Halkların Demokratik Kongresi HDP de özellikle 7 Haziran sonrası artan “Ankara/Meclis” odaklı liberal politik bir anlayış hâkim. Bu anlayış; sokak mücadelesini ve halk meclislerini merkezine alan bir örgütlenme modeli olan HDK’yi sürekli olarak daralttı ve işlevsizleştirdi. Emrah BAL Halkların Demokratik Kongresi(HDK), 6.Genel Kurulunu Ankara’da gerçekleştirecek. 16 Ocak’ta Konferans, 23 Ocak’ta Kongre yapacak olan HDK, halk güçlerinin tarihsel kararlar aldığı ve stratejik-taktik hamlelerin devrimci demokratik halkçı güçlerin geleceğini belirleyeceği bir ortamda kongreye gidiyor. Egemenlerin ise topyekûn saldırıya geçtiği bir dönemde kongrenin anlamı; devrimci,demokratik,halkçı güçler için

yaşamsal bir yerde duruyor. Bu yüzden HDK Kongre’si tarihsel anlamlar içeriyor.

Kongreye giderken Ancak şimdiye kadar kongrenin teknik (delege sayısı,bileşenler katılımı, genel katılım vb.) yönü ağırlık kazandı; stratejik anlamı ve örgütlenme sorunları derinlikli tartışılmadı. Kongreye yüzeysel ve de ertelemeci yaklaşım hâkim oldu. Bu nedenle kongre bürokratik bir saplantıya dönüştü. Aynı hataya düşmeden HDK’nin stratejik

yönü ve örgütlenme sorunları kongrenin temel gündemi haline getirilmeli. Ancak bu şekilde bir kongre HDK’nin ufkunu açabilir.

HDP’nin başarısı, HDK’nin varlığına göbekten bağlı. HDK Kongresi’nin aertesi gününde HDP Kongre’si de gerçekleşecek. Elbette bu durumun, HDK Kongresine katılımı yükselteceği ve kongrenin coşkulu geçmesini sağlayacağı su götürmez bir gerçeklik. Ancak 7 Haziran sonrası dö-

nemde HDP’nin politik yönelimi ve buna bağlı olarak HDK ile ilişkilenme biçimi Halkların Demokratik Kongresi’ni önemli ölçüde gözden düşürdü. HDP de özellikle 7 Haziran sonrası artan “Ankara/Meclis” odaklı liberal politik bir anlayış hâkim. Bu anlayış; sokak mücadelesini ve halk meclislerini merkezine alan bir örgütlenme modeli olan HDK’yi sürekli olarak daralttı ve işlevsizleştirdi. AKP’nin 1 Kasım seçim darbesi ve sonrasında yürüttüğü savaş konseptine karşı, Batı’da sokağın

sessiz kalışının en büyük nedeni HDK’nin örgütlenememiş olması. Bu anlamda HDK Kongresi geç kalınmış bir hamlenin ilk adımı olabilir.

HDK’ ya yaklaşım tarzı; bir adım ileri iki adım geri Türkiye’de sosyalistlerin dağınık dizilişleri ve kafa karışıklığı muazzam devrimci olanakların ve fırsatların uçup gitmesine neden oluyor. Bu durum HDK içerisinde, zamanında ve doğru pozisyon alışı önemli oranda etkiliyor.

7 Haziran’ın yarattığı olanakların ve fırsatlar kullanılamadığı gibi, bugün de politik durumun yarattığı olanakların çok gerisinde pozisyonlar alınıyor. Bugün hala HDK’yi mimari bir proje olarak gören, onu güncel bir açılımın ötesinde görmeyen, güncel durumun içinden gelen tarihselliğini kavrayamayan yaklaşımlar mevcut. Her şeye rağmen HDK tarihi misyonunu oynayabilir. Kongre sürecine bu ciddiyette yaklaşılırsa eğer…


Şubat 2016 / sayfa 4

toplumsal özgürlük

POLİTİKA OĞUZHAN KAYSERİLİOĞLU

Halkçı ve demokratik gerilim eksenleri AKP nin etrafını sarıp kuşatıyor

Kavşak noktası

Gelinen son aşamada, özellikle Kürt sorunu üzerinde rahatlıkla görülebileceği gibi, gerginlik artık “kontrollü” olmaktan çıkıp “kaotik” bir yapı kazanmaya başladı. “Her an her şey olabilir” hissi, bu ülkede yaşayan herkesin ortak ruh hali değil mi? 1. sayfadan devam

O «direnç/sürtünme noktalarında» oluşan karşıt gerilimler, AKP›nin etrafını sarıp kuşatarak attığı her adımda onu zorluyor. O aşamada da, şiddet eşiği her geçen gün yükselen ve kimi zaman katliam düzeyine sıçrayarak zirve yapan, süreklileşmiş bir “devlet zoru” devreye giriyor. Bu “zorla” engeller aşılıyor ve “yola devam”

ediliyor. Kürt halkının “özgürlük” arayışı, işçilerin sosyal haklar için mücadelesi, öğrencilerin “eşit, bilimsel, ana dilde eğitim” mücadelesi, kendileri için giderek bir cehenneme dönüşen toplumsal ortama karşı “öz savunma” arayışında olan kadın kurtuluş hareketi, ekolojik yıkıma karşı kentlerde ve kırlardaki direnişler, Alevilerin

“özgürlük” arayışları, neo-liberal soygun ve yoksullaştırma politikalarının derinleştirilmesine karşı bütün toplumsal güçlerin biriken tepkileri ve kimi zaman patlayıveren hak arayışları…vd.

AKP nin fay hatları Evet, bütün bunlar “direnç ve sürtünme noktaları” olarak öne çıkıyor ve halkçı-demokratik bir

zeminde güç biriktiren toplumsal gerilim eksenleri olarak AKP’nin etrafını kuşatıyor. İşte, AKP, şiddetle desteklenen gerilim politikalarıyla bir biçimde iktidarda kalmaya devam ediyor olsa da, hepimizin rahatlıkla görebildiği gibi, aslında hiçbir sorun çözülmüyor ve o çözülmeyen sorunlar gittikçe daha ağır ve daha büyük engeller/pürüzler

haline geliyor. Ve, açık ki, birbirini sürekli besleyip kışkırtarak güçlendiren ve her seferinde daha yüksek bir zeminde daha yıkıcı bir kimlik kazanarak kendilerini var eden bu zıt eğilimler, ülkeyi yangın yerine çeviriyor. Üstelik, gelinen son aşamada, özellikle Kürt sorunu üzerinde rahatlıkla görülebileceği gibi, ger-

ginlik artık «kontrollü» olmaktan çıkıp «kaotik» bir yapı kazanmaya başladı.

Toplumun ortak ruh hali “Her an her şey olabilir” hissi, bu ülkede yaşayan herkesin ortak ruh hali değil mi? İşte, o zaman, özel ve tarihsel bir «kavşak» noktasındayız tespitini yapabiliriz.

Güçsüzlük ve çapsızlık Kutsallaştırma, faşizmin inşasının önemli bir hamlesi olarak görülmelidir. AKP’nin görüşleri bir siyasal partinin görüşleri olmaktan çıktı ve kutsallaştırılarak dokunulmazlık kazandı. AKP yol almak hatta mutlak iktidar olmak istiyor; bu uğurda, gerilimi şiddetle destekleyerek her alana ve her ana yayabiliyor, ama hiçbir sorunu çözemiyor. Çözülemeyen sorunlar ise, süreklileşmiş bir şiddet ortamını doğurup büyütüyor. Kaosa doğru sürüklendiğimiz “kaotik” bir ortamı solumaya başladık. Gerginlik politikasının “kontrollü” olmaktan çıkıp “kaotik” bir hale dönüşmesi, “güç yetmezliğinin”(var olan gücün, sürekli artarak karmaşıklaşan gerilimin güncel seviyesini kontrol edememeye başlamasının); ve, hiçbir sorunun çözemeyen bir “çap yetmezliğinin”(var olan politik kapasitenin, sürekli ağırlaşan sorunları çözebilme birikim ve becerisine sahip olmamasının) sonucunda oluşuyor.

AKP’nin önüne kendi gücünün sınırları ve çapının kapasitesi dikiliyor. Gelişmelerin AKP’nin kontrolü dışına çıkma riski artıyor. Özellikle Orta-Doğu politikalarında ve Kürt sorununda “tıkanma” belirginleşiyor.

Siyasetin kutsallaştırılması 1 Kasım sonrasında, zaten önceden de işlemeye başlayan özel bir tutum iyice belirginlik kazandı; AKP/Erdoğan siyaseti kutsallaştırılıyor! AKP ve hatta Erdoğan dışındaki her siyasal alan ve kişi, “teröristlik” ya da “vatana ihanet” suçlamasıyla karşılaşıyor. Eh, biz komünistler buna alışığız da, şimdi “terörist” olmak için “demokrat” hatta kimi zaman “liberal” olmak bile yetiyor. Akademisyenlerin “demokrat” zeminde yaptıkları açıklama-

ya verilen tepki, “her yerde düşman görme, farklı olan her şeyi terörize etme” yöneliminin nerelere ulaştığını gösterdi. Ama, demokrat akademisyenler sayesinde bir şey daha gördük ki; çok gergin, “kırılgan” ve “nevrotik” bir ruh hali içindeler; zıplamaları için dokunmak yetiyor ve esneme yeteneklerini tümüyle kaybetmişler. Kutsallaştırma, faşizmin inşasının önemli bir hamlesi olarak görülmelidir. AKP’nin görüşleri bir siyasal partinin görüşleri olmaktan çıktı ve kutsallaştırılarak dokunulmazlık kazandı. Muhalifler ise, isterse sistemin bekçisi olsun hiç fark etmiyor, doğrudan düşmanlaştırılıyor. Artık “tartışma” yok, “farklı görüş” yok; sadece Erdoğan’ın görüşleri var. Onlar da “mutlak ve kutsallaştırılmış doğruyu”

temsil ediyor. İşte, bu kutsallaştırma, ilk bakışta bir «güç» belirtisi gibi gözükse de; aslında, olağanüstü kritik dengelerin üstünde yürüyen ve bu yürüyüşünü gittikçe artan bir güç ve çap yetersizliği içinde nefes nefese gerçekleştirebilen bir iktidar gerçekliği karşısındayız.

Kaotik ortam Bir yönetme tarzı olarak “kontrollü gerginlik” AKP açısından istenir sonuçlar yaratmış olsa da, son dönemde hem bölgede hem de ülke sınırları içinde bu tarzın “kontrol” ögesinin zayıfladığını, gerginliğin kontrol dışına çıkma eğilimine girdiğini görüyoruz. Kürt sorunu, ancak şehirlerin sokaklarında tankların ve tepesinde askeri savaş helikopterlerinin dolaşmasıyla kontrol

edilebilir bir seviyeye sıçradı. O alandan çakan kıvılcımın bütün ülkeyi saracak bir yangına dönüşme ihtimali her geçen gün artıyor. Akademisyenlerin bildirisi, Gezi dinamiğinin hala çalıştığını, oradan alınan cesaret ve cüretin fırsatını bulunca hala canlanabildiğini gösterdi. İşlenen kadın cinayetleri ve her geçen gün bir yenisiyle karşılaştığımız kadınlara yönelik aşağılama ve tacizler, kadınların içinde güçlü bir isyanın mayasını atıyor olmalıdır. Ekolojik yıkım artarak sürüyor ve o alanda da bir mayalanma olduğu kimi lokal tepkilerden anlaşılabiliyor. İşçiler, neo-liberal uygulamaların derinleştirilerek sürdürülmesinin sonuçlarına karşı birçok fabrikada lokal düzeyde ve zayıf da olsa tepkilerini her fırsatta gösteriyor. Artan yoksul-

luk, varoşların rejimin kontrolü dışına çıkması olasılığını büyütüyor. Rusya uçağının düşürülmesi, geri dönüp vuran bumerang misali, Suriye ve Irak’ta zaten çıkmaza saplanmış olan AKP’nin “ilhakçı” bölge politikalarına bir darbe daha vurdu. Taşeron olarak kullanılan IŞİD, anlaşılan bu sefer başka bir gücün taşeronluğuna soyunarak Sultanahmet’te bomba patlattı ve cari açığın “aspirini” olan turizm gelirlerine ağır bir darbe vurdu. İşte, hiçbir sorunu çözemeyen bir «çapsızlık» ve yeni eşikleri aşmak için gereken gücü var edemeyen bir «güç yetmezliği» belirginleşiyor. Çapsızlık ve yetmezlik olguları, gerginlik politikalarının kısmen kontrolden çıkması ve kaotik bir ortamın oluşması gerçekliğini yaratıyor.

Faşizm ya da Demokratik Cumhuriyet Siyaseti sadece seçimlere ve meclis faaliyetlerine indirgeyen anlayış; tam da o günlerde 7 Haziran zaferini kutlamak için şenlikler düzenliyordu. Centilmenler arası bir bilek güreşi alanı olduğu sanılan TC siyasal arenasında, nasıl olsa HDP’nin galibiyeti tescillenecek ve AKP’nin yenilgisi de kabullenilecekti. Sonradan değerlendirecek olanlar, 7 Haziran’ı, sanıldığı gibi çıkan oy oranları açısından değil, ama o oy oranlarının ortaya çıkardığı olağanüstü devrimci moment ve bu muazzam fırsatın kaçırılışı üzerinden değerlendireceklerdir. Evet, yeni ve eskilerinden oldukça meşru bir halk hareketi, hemen 7 Haziran sonrasında başlatılabilirdi. Hepsi son derece meşru olan demokratik ve sosyal talepler, rejime hiç beklemeden (evet, oluşan olağanüstü gergin momentum içinde 1/bir günün bile özel önem taşıdığının bilinciyle hiç vakit kaybetmeden) dayatılmalıydı.

Neler olabilirdi? Bu hareket, bir şeyleri devletten talep etme zeminine değil, devletin oligarşik-totaliter yapısına alternatif bir seçenek olarak, özgürlükçü ve demokratik bir halk gücünün inşası zeminine yerleşmeliydi. Bu canlı toplumsal süreç; anlık parlaklıklarla değil, zamana yayılan bir derinleşme-kök salma mantığıyla yürütülmeliydi. “Ne olabilirdi ki” mi diyorsunuz? Evet, 7 Haziran’ın özel momentu-

munda, iktidar güçlerinin gittikçe derinleştirerek uyguladığı faşizan uygulamalara ve neo-liberal yoksullaştırma politikalarına karşı, “Özgürlük, Demokrasi ve Toplumsal Refah” bayrağını yükseltilseydi, ne olabilirdi? Gerçeklere ayağını basan hayaller kurmak, sadece «gelecek» değil, ama «geçmiş» için de açıklayıcı ve yol açıcı olabilir. Muhtemelen topyekun bir devrimci dönüşüm henüz olamayacaktı, ama halkçı bir demokratik güç alanı yüksek moralle kendini var edecekti. Böylesi bir halkçı zorlama karşısında, AKP sarsılacak ve sermaye güçleri hızla bir AKPCHP koalisyonu kurmak zorunda kalacak; Suruç ve Ankara bombaları muhtemelen patlatılamayacak; 1 Kasım seçim darbesi gündeme bile getirilemeyecekti. Ama, siyaseti sadece seçimlere ve meclis faaliyetlerine indirgeyen anlayış; tam da o günlerde 7 Haziran zaferini kutlamak için şenlikler düzenliyordu. Centilmenler arası bir bilek güreşi alanı olduğu sanılan TC siyasal arenasında, nasıl olsa HDP’nin galibiyeti tescillenecek

ve AKP’nin yenilgisi de kabullenilecekti.

1 Kasım seçim darbesi Ne yazık, şimdi hepimiz iyi biliyoruz ki, ikisi de olmadı. TC siyasal arenasının tarihsel ve yapısal gerçekleri, özellikle de güncel momentumun yıkıcı gerginliği ve bu gerginliğin hızla devreye soktuğu güç ilişkilerinin demirden yasaları, 7 Haziran’dan henüz 3-5 gün geçmeden halk güçlerine dayatıldı. AKP, yediği yumruğun tesiriyle kısa bir şaşkınlık geçirdikten sonra, yenildiği 7 Haziran seçimlerini yok sayarak olmamışa çevirdi ve “1 Kasım seçim darbesini” devreye soktu. Evet, tarihin özel yoğunluk ve gerginlik taşıyan bazı dönemlerinde, sadece haklı ve güçlü olmak yetmiyor; gerçeklerle yüzleşmeyi göze almak, uygun hamleleri tam zamanında yapmak ve kurnaz olmak gerekiyordu. Ve, Erdoğan’ın HDP’ye nazaran bu konularda çok daha üstün olduğu açıktı.

Güçlerin son durumu Şimdi, oldukça geç kalınmış ve 8 Haziran sabahına göre oldukça dezavantajlı bir durumda olunsa da hala, kaldırılması gereken bir “Özgürlük ve Demokrasi” bayrağı var. Zaten “savaş” halinde olan Kürt halkından değil, “Batı’dan” söz ediyoruz. Şimdi, açık ki, iki katliam yaşamış ve 1 Kasım seçim darbesinde sert bir tokat yemiş olan «Batı›daki» halk güçleri, 7 Haziran›daki ruh halinde değiller. Tersine, Gezi›den 7 Haziran›a dek taşınan kendine güvenli ve moral dolu duruş, şimdi yıpranmış durumda. Yaratılan korku ortamında yol alan 1 Kasım seçim darbesinin başarılı olduğunu saptamalıyız. Ancak, bu başarı, bütünlüklü ve kesin değil, kısmi ve geri püskürtülebilir bir zayıflık taşıyor. Evet, 1 Kasım süreci ve sonrasında, Gezi’nin kazandırdığı özel duruş hayli hırpalandı; ama onu tümüyle kaybettiğimizi ve tümüyle başka bir döneme girdiğimizi söylersek yenilgimizi abartmış oluruz. O, epey zayıflasa da henüz yaşıyor ve yeniden güç kazanma

yeteneğine hala sahip. Evet, AKP/Erdoğan kazandı; ama önümüzdeki yılları garantiye alan kesin bir başarı kazandıklarını söylersek abartmış oluruz; olağanüstü hassas ve kırılgan dengelerde konumlanıyor ve ittifak gücü Ordu onun açısından hiç de güvenilir bir ortak sayılmaz. Ve üstelik, güç ve çap yetmezliği problemiyle baş başa kalmış durumda.

Özgürlük ve Demokrasi Şimdi, oldukça geç kalınmış ve 8 Haziran sabahına göre oldukça dezavantajlı bir durumda olunsa da hala, kaldırılması gereken bir «Özgürlük ve Demokrasi» bayrağı ve hedeflenmesi gereken bir «Demokratik Cumhuriyet» gerçekliği var. Bir yol ayrımına dayanmış durumdayız; önümüzdeki yol ayrımı, faşizm ya da demokratik cumhuriyet olarak apaçık duruyor.


Şubat 2016 / sayfa 5

toplumsal özgürlük

POLİTİKA Bölgenin tarihi yeniden yazılıyor

Ortadoğu’nun kutup yıldızı: Kürtler Türkiye’nin tarihinde kırılma noktası olan Gezi’de yükseltilen “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sözü, şimdi tam da Ortadoğu’da yaşanıyor. Ez cümle, Ortadoğu’da tarih yeniden yazılıyor. Juliana GÖZEN Küresel kapitalist sistemin çarkını çeviren emperyalist güçlerin, Ortadoğu’da mezhep çatışmalarını körükleyerek egemenlik alanlarını güçlendirme savaşımının en şiddetli zamanlarını yaşıyoruz. Türkiye’nin tarihinde kırılma noktası olan Gezi’de yükseltilen “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sözü, şimdi tam da Ortadoğu’da yaşanıyor. Ez cümle, Ortadoğu’da tarih yeniden yazılıyor.

Ortadoğu’nun haritası değişiyor Her gücün kendi hedefine doğru sürekli hamle yaptığı, oluşan boşluklara müdahale ettiği ve güç eksenlerinin

karşılıklı keskinleştiği Ortadoğu’da, Kürt Özgürlük Hareketi(KÖH) sürecin önemli belirleyen gücü olma yürüyüşünü devam ettiriyor. KÖH, askeri, siyasal ve diplomatik hamlelerini 4 ülkede birden, Türkiye, Irak, İran ve Suriye’de yükseltiyor. Yerel bir güç olmaktan çıkıp Ortadoğu’nun derinlerine kök salıyor. Artık attığı her adımı kendi küçük terazisinde değil, Ortadoğu terazisinde tartmak zorunda.

doğuda tabela partisine çeviren HDP’nin en yüksek oy aldığı yoksul, emekçi şehirlere saldırarak halka diz çöktürmeyi amaçlıyor. Ayrıca, HDP’yi ehlileştirme hamleleri istediği gibi karşılık bulmayınca, bu sefer doğrudan hedef alma planı devreye sokuldu. Şimdilerde de vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması tartışmasını ortaya atıp nabız yoklama denemeleri yapılıyor.

Direniş sürüyor

Gayrımeşru iktidar ile imtihan Gezi, Kobane ve 7 Haziran tokatlarının iktidarın yüzünde kalıcı kızarıklıklar yaratması ve günler geçtikçe Kürt hareketinin daha da

Kürtler Ortadoğu’nun kaotik ortamında belirleyici güç olma yolundalar

güçlenmesi çözüm sürecinin sonlandırılmasına sebep oldu.

“1 Kasım seçim darbesi” ile gayrimeşru iktidarını ilan eden AKP, şimdi soluduğu-

muz atmosferi inşa etmek için kolları sıvadı. Özyönetimleri ilan eden ve AKP’yi

Son birkaç günde devlet terörünün şiddetini arttırdığı bu şehirlerde, bizzat halkın yürüttüğü ve sonuna kadar sahiplendiği bir direniş devam ediyor. İktidarın ezme politikası karşısında daha dengeli,

savaşı diğer bölgelere de kontrollü yayan, halkı sahiplenmeye çağıran ve özyönetim talebinden geri adım atmayan bir Kürt hareketi var. Gayrımeşru biçimde parlamentonun işletilmemesi karşısında hamle yapan ve direnişin yanında olmaya uğraşan HDP ve yaptığı olağanüstü kongresiyle özyönetimi sahiplenen ve uygulanması noktasında altını doldurmaya çalışan DTK konumlanıyor. AKP/Erdoğan ve iktidarın kuyusunu kazmak için fırsat kollayan Ordu ittifak kurdu ve Kürt hareketini tasfiye etmeyi amaçlıyorlar. Ama, bölgesel denklemleri de gözönünde bulundurarak değerlendirirsek hiç de kolay bir hedef olmadığı görülüyor.

Halk Meclislerin’den öz yönetim inşasına Faşizmin ayak seslerini duyan var mı? Peki, faşizme karşı en büyük direnişin Kürt halkının öz yönetim mücadelesi olduğunu gören? Meral ÇINAR

Ortadoğu denkleminde Kürtler Yerel ve küresel güçlerle konjonktürel ittifakların “mecburen” kurulduğu bir yangın yeri olan Ortadoğu’da, istikrarlı ilerleyişin garantisi, Arap, Fars, Hrıstiyan halklarıyla ortak direniş eksenleri yaratmakla sağlanabilir. Ortadoğu’nun derinlerine kök salan KÖH, yerel ve küresel güçlerin hesaba katmak zorunda olduğu bir güç artık. Küresel güçlerin, kullandıkları taşeron çeteleri bahane ederek konumlanmaya çalıştıkları Irak, KÖH açısından da oldukça kritik bir yer. Rojava zaferiyle uluslararası arenada meşruluğunu arttıran YPG’nin Şengal’i özgürleştirmesi bu meşruluğu arttırdı. Kendi halkının birliğini emperyal çıkarlar peşindeki güçlere pazarlayan Güney Kürdistan Hükümeti/Barzani ile insiyatif savaşı öne çıkıyordu. T.C’nin şimdi bu çatlağa oynama hamlesine karşın KÖH Irak’ta artan insiyatifini düşünerek hamle yapıyor ve Barzani’yi ulusal bir zeminde tutmaya çalışan politikaları devam ettiriyor. Ancak, Barzani-T.C ittifakının kalıcılaşması halinde plansız kalacak bir Kürt Özgürlük Hareketi olmayacağı Goran ve YNK ile kurulmaya çalışılan eksenlerden anlaşılmaktadır. KÖH’ün karşısına tekrar

tekrar çıkacak özgün bir hesaplaşma var. Evet, Güney Kürdistan’da somutlaşan “Hangi Kürt -işbirlikçi mi özgürlükçü mü- yeniden düzenlenen Ortadoğu’da belirleyici olacak?” sorusu ile hesaplaşma artık çok uzak bir zamanda olmasa gerek.

Arap halklarıyla ittifak: Demokratik Suriye Güçleri Küresel güçlerin bin bir takla atıp konumlanmaya çalıştığı Suriye’deki güçler dengesi, Rusya’nın denkleme güçlü girmesiyle değişti. ABD öncülüğündeki koalisyon uçaklarının katliamcı çeteleri sözde bombaladıkları, özde ise kaosu istediği yere yönlendirme operasyonu yaptıkları “tiyatromsu” süreç, Rusya’nın müdahalesiyle açığa çıkmış oldu. Şu haliyle tarafların saflarının netleştiği Suriye’de, Esad-Rusya- İran ekseni karşısında ABD- Türkiye- Suudi Arabistan- Katar konumlanmış durumda. Üçüncü bir güç olarak var olmaya çalışan Kürt hareketi

öncülüğünde kurulan Demokratik Suriye Kongresi’nin askeri gücü olan Demokratik Suriye Güçleri, bölgede artan insiyatifiyle özgür ve demokratik Suriye’nin inşası için adımlarını sıklaştırıyor. KÖH’ün mücadele tarzı olan halklarla ortak mücadele ekseni kurma politikası sonucu oluşturulan Demokratik Suriye Kongresi/Güçleri, kurulalı çok kısa bir zaman olmasına rağmen Fırat’ın batısının özgürleştirme operasyonunu başarıyla devam ediyor. O arada, T.C’nin kırmızı çizgisi de aşılıyor. Konjonktürel olarak Rusya- İran-Suriye ekseniyle yan yana düşse de, o alana sıkışmamaya özen gösteren ve ABD ile de denge kuran Kürt hareketi, esas olarak kendi bağımsız duruşunu bölgede inşa etmeye çalışıyor. Yakın zaman içerisinde Suriye’nin çözümünün konuşulacağı Cenevre masasına kimlerin oturacağı, Kürtler açısından bölgede belirleyici olma noktasında çok önemli bir yerde duruyor. Nitekim,

diplomasi görüşmelerini Heysem Menna öncülüğünde başlatan Demokratik Suriye Güçleri inisiyatif almaya çalışıyor.

Yeni bir eşik Dört parçalı Kürdistan’da kırk yıla yakın mücadele deneyimini ve muazzam taktik zenginliğini alana yansıtan ve bunu yaşamsallaştıran KÖH, şimdiye kadar gelinen süreçte önemli kavşaklardan geçmiş ve sürekli eşik atlamıştır. Yerel ve küresel güçlerle konjonktürel ittifakların “mecburen” kurulduğu yangın yeri olan Ortadoğu’da, KÖH’ün istikrarlı ilerleyişinin garantisi, konumlandığı dört parçada Arap, Fars, Hrıstiyan halklarıyla ortak direniş eksenleri yaratabilmesiyle sağlanabilir. Artık “yeni” diyebileceğimiz Ortadoğu’daki güçler denkleminde “tarih yazan” hamleleriyle konumunu güçlendiren KÖH, bölgede halkları özgürleştirecek demokratik bir devrimin imkanını arıyor. Rojava’da ise, küçük bir örnek inşa ediliyor.

Türkiye’nin batısında Halkların Demokratik Kongresi çatısı altında inşa edilmeye çalışılan Halk Meclisleri’nin, Kürdistan coğrafyasında Demokratik Toplum Kongresi tarafından hayata geçirildiğini ve uzun zamandır sürdürüldüğünü biliyoruz. . İşte, Kürdistan coğrafyasında örgütlenen Halk Meclisleri’nin, yükselen örgütlülük düzeyinin sonucu ulaşabildiği yer, öz savunma ve öz yönetim pratiğidir. Bu örgütlenme, faşizmin tamtamlarını çalan AKP Hükümetini zorlayan ve sıkıştıran en büyük güce dönüştü; bu yüzden önemli bir örgütlenme modeli.

Özerk yönetimler nasıl olacak? Yaklaşık bir ay önce toplanan Demokratik Toplum Kongresi Olağanüstü Kongresinin sonucunda, öz yönetim ilanlarının somut taleplerini içeren metin, kamuoyuna deklare edildi. Bu deklarasyon ile birlikte öz yönetim talebi ve öz yönetim biçiminin kaba hatları açıkça ifade edilmiş oldu. Bu haliyle düşünülen öz yönetim modelinin dünyadaki güncel benzerleri, Brezilya’da ki Topraksızlar Hareketi ve Güney Amerika’da ki işçi konseyleri olabilir. Bireylerden toplumsal alanın bütününe yayılan bir özgürlüğü esas alan öz yönetimler; toplumsal yaşamın özgün alanı olan siyasal yaşama, doğrudan katılımcı bir demokrasiyi tarifliyor. Halkın kendisini yönetebilmesini ve kurduğu denetim mekanizmalarıyla da kendi seçtiği yöneticilerin bürokratik baskısından korunmasını sağlıyor. Yani, şehirleri, fabrikaları, mahal-

leleri emekçi halkların yönetmesi mümkündür.

Söz, yetki, karar, halka! Halkın oy hakkını kullanarak seçtiği yöneticileri tanımayan, anadilini ve kültürünü kabul etmeyen, baskı ve zor aygıtlarıyla asimile etmeye çalışan merkezi otoriter bir devlete karşı özerk yönetimler; her bireyin söz-yetki-karar mekanizmasına katılımını, hukukunu oluşturmasını, güvenliğini almasını sağlar ve bunları halk meclisleri tarafından denetlenebilir kurumlar olarak inşa eder. Dolayısıyla siz öz yönetim ile bir işçi olarak fabrikayı, ya da yaşam alanız olan mahalleyi nasıl yöneteceğinizin kararını verirsiniz. Bir mahallenin ve yahut bir fabrikanın farklı sorunları ve bunları aşacak farklı yöntemleri olabilir. Bu yüzden, öz yönetim yaşam alanlarının kendi öznelerinin sorunlara müdahale edebilmesinin önünü açacak bir yönetim biçimidir.

Devrimci olanı görmek Yaşam hakkını, ama öyle basitçe sadece hayatta kalabilmek adına değil; özgürce, anadilinde, kendi kültüründe, eşit haklarla yaşam hakkını savunan Kürt halkının girdiği bu yolu, hala anlamayanlar için tekrar edelim. Bu hendekler bir kez açıldı; T.C isterse o mahallelere girsin ve herkesi öldürmeyi göze alsın, bir daha kapanmayacak. Bu yüzden, hızla süreci “anlamaya çalışma” halinden kopuşup, “adapte olma” durumuna geçmeliyiz. Öz yönetimleri anlamalı, içerisindeki devrimci enerjiyi görmeli, açığa çıkarmalıyız.


Şubat 2016 / sayfa 6

toplumsal özgürlük

POLİTİKA Mezhep çatışmasına karşı, bütün inançların özgürce ve ortakça yaşamını inşa edelim!

Şah Kalenderlerimiz Pir Sultanlarımız var Türkiye sermayesi, AKP hükümeti yürütümünde ordunun da desteğiyle emperyalist hayaller peşindedir. Daha başından beri politikalarını “Yeni Osmanlıcılık” ufkunda tutup, mezhep çatışmaları, Sünni-Şii (Alevi- Sünni) savaşı zemininde yürütmek olmuştur. Haydar ARIKUŞU 2011 yılında, Suriye kriziyle birlikte, devletlerin bölgesel politikalarında, köklü değişiklikler oldu. Türkiye’nin de aktif müdahil olduğu süreç, en son Rusya’nın bölgeye hamleleriyle, keskinleşerek devam ediyor. Küresel güçlerin hegemonya boşluğundan kendine “emperyal” bir inisiyatif alanı çıkarmaya çalışan Türkiye,önce ABD ye kafa tutarak bölgesel politika da etkin olmaya çalıştı. Ancak İran ve Rusya’nın bölge de dik duruşu ve hamleleri Türkiye’yi yeniden ABD‘nin kanatları altında politika yürütmeye itti.

IŞİD çeteleri ve Türkiye Türkiye, bağımsız, bölgesel bir politika yürütmeye çalışırken, Katar, Ürdün ve Suudi Arabistan’la birlikte bölgeyi kan gölüne çeviren İŞİD çetelerini desteklediler. Şimdi çetelere destekleri sürse de yürütülen politika iflas etmiştir. Zalimliği ve zulmüyle uluslar arası kamuoyunda

deşifre olan İŞİD çetesi, Türkiye’nin de başına bela haline gelmiştir. AKP hükümetinin Suriye özelinde izlediği Ortadoğu politikası, savaş politikasıdır. Halkları birbirine kırdırma politikasıdır. Sürdürdükleri savaş ve katliam politikalarını “mezhep çatışmaları” eksenine yerleştirmek istemektedirler. Türkiye sermayesi, AKP hükümeti yürütümünde ordunun da desteğiyle emperyalist hayaller peşindedir. Daha başından beri politikalarını “Yeni Osmanlıcılık” ufkunda tutup, mezhep çatışmaları, Sünni-Şii (Alevi- Sünni) savaşı zemininde yürütmek olmuştur.

Sünni- Şii ekseninde düşmanlık içinde konumlandırmaya çabalamaktadırlar. Bu yetmediği ölçüde bazen de İran’ı karşılarına almadan konuşup “ batılı haçlı ordularına karşı savaşmaya” davet ediyorlar.

Yavuz Selim tehdidi

“Gözleyi gözleyi gözüm dört oldu / Ali’m ne yatarsın günlerin geldi”

Yüzyılın hesaplaşması

Alevilere yeni bir katliam mı?

AKP’nin ideologları bölge politikasına seferber olurken, dönemi “ yüzyılın büyük hesaplaşması” olarak değerlendirmektedirler. Böylesi bir hesaplaşmada, Rusya ve İran karşıtı politikalarıyla, Türkleri, Müslüman halkları,

Devletin böylesi politikası içinde Aleviler yeni bir katliamla yüz yüzedir. Suriye’de Esat’ın şahsında Arap Alevileri hedefe alan AKP, genelde tüm Alevileri, Sünnilerle çatışmaya itmektedir. Cübbeli, sarıklı kişiler (İŞİD militanları olduğu düşünülen) Yozgat ve Sivas köylerinde serbestçe dolaşmaktadır. Dolaştıkları köylerde “ neden namaz kılmıyorsunuz?” “ köyünüzde neden cami yok?” diye sorular soruyorlar. Yine G.Antep’ in köylerinde “Alevileri bitireceğiz” diyerek tehditler savurmaktadırlar.

Bölgede savaş politikaları kızışırken devletler, kendi sermayelerinin çıkarları doğrultusunda çatışma hamleleri yapıyor. Türkiye iflas eden dış politikasını değiştirerek yeni kulvarlar açmaya çalışıyor. Özellikle İran ve Rusya’nın bölgede inisiyatif almasını sindiremiyor. Şii-Sünni çatışmalarını örmeye çabalıyor. Bu doğrultuda,yandaş gazete kalemşörlerinin “perspektif yazılarıyla” hızla yol alıyorlar. Yandaş kalemşör( İ. Karagül) şöyle diyor: “ Batılı istilacılar ve doğulu istilacılar, İslam yurdunu harabeye çevirmeye hazırlanıyor.” , “Türkiye içerden işgal ediliyor”, “Haritayı onlar mı

çizsin? Bizim de haritamız, Musul-Halep çizgisidir.” Diyerek savaş tamtamları çalıyor. Ve Sözü Alevilere getirmeden edemiyor: “ Sen Şah İsmail olursan ortaya bir Yavuz çıkar” diyerek Alevileri, Şiileri, büyük kıyıma uğratan Osmanlı padişahı Yavuz Selim’ le tehdit savuruyor.

Pir Sultan Abdal ve Şah Kalender Çelebi Sizi hey şavaş çığırtkanları. Alevi düşmanları zalimler. Alevileri zalim padişahlarınızla, katliam politikalarınızla korkutamayacaksınız. Binlerce yıldır yok edemediniz, yine başaramayacaksınız. Siz Yavuz Selim’i Kanuni Sultan Süleyman’ı mı hatırlatıyorsunuz? Unutmayın ki bizimde Pir Sultan’larımız, Şah Kalender Çelebilerimiz var. Sen Yavuz Selim olursan, bizden de Şah Kalender Çelebi’ler, Pir Sultan Abdal’lar çıkar. 29.12.2015

Arap Alevi halkı Ras İs Seni etkinliğinde buluştu! Birçok sosyalist odağın Antakya’daki Arap Alevilerle ontolojik bir ilişki kuramadığı ve Arap Alevi komününün tarihsel devrimci duruşunun örgütlenemediği böylesi bir süreçte Halk Meclisleri’nin‘Ras is Seni’nin örgütleyicisi olması oldukça önemli ve anlamlı. Serpil KIRDAĞ Malumumuz Suriye’de giderek derinleşen ve yeni dengelerin oluşması ile farklı boyutlar kazanarak ilerleyen emperyalist savaş, Antakya’da yaşayan Arap Alevi halkını tehdit etmeye devam ediyor. Ortadoğu’da her gün yeni bir Alevi mıntıkasının hedefe koyulduğu ve çok kapsamlı bir imha politikasının geliştirildiğini görmekteyiz. Ustaca işletilen asimilasyon süreci ile gündemden kopuk, mevcut riskleri ve tehditleri görmezden gelen tarikat tipi örgütlenmelerin

kendilerince kurmaya çabaladığı ‘’kültürel hegemonya’’ namlusu Arap Alevilere çevriliyor. Bu kaotik ve her an yeni dönüşümlere gebe olan bölgede, Antakya risk altında. Sürecin yarattığı psikolojik durum bölgede yaşayan neredeyse her Arap Alevinin birçok günlük rutininden feragat etmesine neden oluyor. Üstelik bir panik havası yayılıyor. Böyle bir süreçte Arap Alevi halkının birlik ve dayanışma zemininin inşa edildiği etkinlik ve projeler hayati önem taşıyor.

Byinsa Lseno Byinsa Tariho Byinsa Aslo* 10 Ocak günü Antakya’da 2000 Arap Alevinin bir araya geldiği, Ehliddar Kültür Merkezi Arapça Tiyatro Grubu ve Grup Katre’nin sahne aldığı Ras is Seni etkinliği bölgede yaşayan binlerce Arap Alevi’ye moral deposu oldu. Aynı zamanda sıkı asimilasyon politikalarına karşı, Arapça skeçler ve türküler eşliğinde ‘’byinsa lseno byinsa tariho byinsa aslo’’ sloganıyla anadil vurgusu ön plana çıktı.

Böylesi gergin koşullarda halk güçlerini öne çıkaracak projeler bir direniş ve dayanışma zemininin oluşmasına katkıda bulunuyor. Birçok sosyalist odağın Antakya’daki Arap Alevilerle ontolojik bir ilişki kuramadığı ve Arap Alevi komününün tarihsel devrimci duruşunun örgütlenemediği böylesi bir süreçte Halk Meclislerinin ‘Ras is Seni’nin örgütleyicisi olması oldukça önemli ve anlamlı. Halk Meclisi üyelerinin etkinlik süresince salon güvenliğini sağlamak üzere oluşturduğu güvenlik ekip-

leri Arap Alevilere güven aşılayan bir başka olumlu durum oldu. 2015 yılı boyunca Ortadoğu’da katliam haberleri aldık, elbette ki görkemli direniş haberleri de. 2016 yılı Türkiye’nin Güneydoğusu’ndaki katliam süreci ve yine Ortadoğu’daki savaşın derinleşerek sürdüğü ama toplumsal katmanların da isyanı biriktirdiği bir fotoğrafla geldi. Faşizm yükseliyor, devrimci durum da yükselecek. 2016 hakların direniş yılı olacak! * Dilini unutan tarihini de aslını da unutur

Mücadele odağı olarak Halk Meclisleri Meclislerde halk, tüm toplumsal sorunlarını kendi iradesiyle çözer, öz yeterliliği ile öz yönetim organları oluşturur. Meclisler bütün toplumsal farklılıkların kendini özgürce ifade edebileceği, kendi adına tartışıp karar alabileceği ve bu kararları hayata geçireceği mekanizmalara dönüşür. Ufuk SULTANOĞLU Küreselleşmiş kapitalizmin hegemonya mücadelesi yüzünden olsun, gerici devlet yapılanmasının baskıları olsun, halklar coğrafyamızda büyük saldırı altında. Kapitalizmin krizi git gide derinleşirken, bu kriz sistemin yükselttiği faşist saldırılarda vücut bulmakta, kedini burada somutlamakta. Çünkü derinleşen sistemsel kriz kendi tıkanıklığını giderebilmek, kedini yeniden üretebilmek için yeni pazarlar arıyor. Çeşitli emper-

yalist blokların bu arayışları kendi aralarında bir savaşıma neden olmakta. Bu savaşım her an alevlenerek bir dünya savaşına sıçrayabilir. Bu savaşın kaybedenlerinin tüm dünyada halklar ve emekçiler olacağının farkındayız. Ülkemizde de durum aynı. Kürdistan Coğrafyası’nda yükseltilen savaş, doğanın talanı, artan kadın cinayetleri ve emeğin sömürüsü kriz ve ama aynı zamanda direniş dinamiklerini ortaya koymakta. Bu saldırılara karşılık, halklar bir adım ileri çıkıp direngenliğini arttırmalı

ve halk meclislerinde bir araya gelmelidir.

Alternatif iktidar ‘’Halk Meclisleri’’ Farklılıkların birliği temelinde; emekçiler, köylüler, esnaflar, sanatçılar, inançlar, etnik gruplar, kadınlar ve gençler, özcesi tüm toplumsal kesimlerle birlikte, sistemin dayatmalarına karşı güçlü bir direniş mekanizması kurulmalıdır. Bu mekanizma halk meclislerinin kendisidir. Yerel dinamiklerde ve bu dinamikler öncülüğünde yapılacak

propaganda ve örgütlenme faaliyeti, yeni bir mücadele tarzını, bilincini ve ruhunu yaratacaktır. Ruhsuzlaştırılan topluma ruh, yeniden halk meclisleriyle kazandırılacaktır. Böylelilikle demokrasinin teorik zeminden çıkıp, halkın öz iradesiyle pratikleşme süreci başlayacaktır. Halk meclislerinden daha demokratikleştirici bir seçenek yoktur. Halk meclisleri, sistemin, toplumu siyasi iradeden yoksun bırakan ahlaki çürüme, sürekli kriz ve çatışmasına karşı eşit, adil ve özgür yaşamı var etme çabasıdır.

Yaşamı yeniden kuralım Meclislerde halk, tüm toplumsal sorunlarını (ekonomik, siyasal, sosyal vs.) kendi iradesiyle çözer, öz yeterliliği ile öz yönetim organları oluşturur. Meclisler bütün toplumsal farklılıkların kendini özgürce ifade edebileceği, kendi adına tartışıp karar alabileceği ve bu kararları hayata geçireceği mekanizmalara dönüşür.

Esnek ve güvencesiz çalışma koşullarıyla yoksullaştırılan emekçilerden, suyun ticarileşmesine karşı çıkan halka, doğanın talanına karşı duranlardan, kadın örgütlerine toplumun tüm mücadele dinamiklerini siyasal bir zeminde örgütleyelim. Özgürleşme pratiğimizi yaratalım. Yaşamı yeniden kuralım!


Şubat 2016 / sayfa 7

toplumsal özgürlük

EKONOMİ VOLKAN YARAŞIR

Küresel büyümenin taşıyıcı gücü olan ABD, AB ve Çin bu özelliğini yitirdi, performansları düştü.

Küresel kriz ve yeni spekülatif köpük Ülke ekonomileri arasında senkronizasyon artmasıyla birlikte, hızla yükselen ve 2016 yılında da orantısal düzeyde yükselmesi beklenen bu spekülatif köpük, küresel düzeyde yeni bir finansal tsunaminin habercisi olabilir. 1. sayfadan devam

Yapısallığı üretim tarzının iç dinamikleriyle ilgilidir. Başka bir tanımla, kâr oranlarının düşme eğilimine ya da yasasına bağlıdır ve bu eğilime karşı geliştirilen sermaye birikim rejimine ilişkindir. Krizin dışavurumu aşırı birikim/ kapasite fazlası sorunu şeklindedir.1980’liyıllarda bir kriz yönetme modeli olarak devreye sokulan neo-liberal yeniden yapılanma ve küreselleşme süreci kapitalizmin tarihinin en kapsamlı mali genişlemesini beraberinde getirdi. Kriz aşırı finansallaşma ve kredi spekülasyonlarıyla yönetildi. Bu süreçte Sovyetlerin çöküşü ve Doğu Avrupa’daki rejimlerin iflası, kapitalizme yeni pazar alanları ve olağanüstü kaynaklar yarattı. Bu gelişmeler krizin şiddetini azalttı/ etkilerini sönümlendirdi ve krizi öteledi. 2007, krizin depresyon

aşaması simgeledi.

Krizin iç fazları 2008- 2009 yıllarında kriz merkez ülkelerde yoğunlaştı. ABD’de mali kriz şeklinde biçimlenen kriz, 2009 yılında Avrupa’ya sıçradı/ sirayet etti. Avrupa krizin odak coğrafyasına dönüştü. Kıtanın Akdeniz havzası borç ve bankacılık krizi içine girdi. 2014 yılında kriz periferiye/ “gelişmekte olan ülkelere” yansıdı. Bu süreç krizin iç fazlarını, küresel yayılımını ve derinleşmesini gösterdi. ABD yaşadığı mali krize karşı, parasal genişleme politikaları uygulamaya başladı. Ayrıca finans şirketlerin ve otomotiv devlerinin iflasını kamuya mal etti. Küresel piyasalara parasal enjeksiyonun yapılmasının temel nedeni krizi “ihraç” etmekti. Avrupa Merkez Bankası ’da

benzer yaklaşım gösterdi. Bu dönemde (2014 yılının sonları kadar) sermaye hareketleri merkezden periferiye doğru bir seyir izledi. Küresel piyasalarda likidite olağanüstü arttı ( sadece FED, 7 yıllık bir zamanda piyasaya 3.9 trilyon dolarsürdü).2007- 2014 arası periferi için bol ve ucuz döviz anlamına geldi. Türkiye dahil, gelişmekte olan piyasalar olarak tanımlanan ülkelerde görülen sanal/ spekülatif büyümenin ardındaki sır buydu. Yani küresel likidite fazlalığı.

Yıkıcı enerji birikiyor Ne var ki parasal genişleme ve düşük faiz politikalarıkrizi engelleyecek bir nitelik taşımaz. Kriz devam eder, hatta yıkıcı enerjisini daha da biriktirir. Sadece krizin yayılmasına, etkilerinin azaltılmasına ve bir ölçüde krizi

geriletmeye yarar. Özünde palyatif önlemlerdir. Gelişmelerde bunu gösterdi. Merkez ülkelerin bütün varyasyonları; bir yandan yeni ve yıkıcı bir finans köpüğüne yol açıyor, diğer yandan isedünya “büyük” durgunluk içinde savruluyor. Dünya ekonomisi uzun dönemli düşük büyüme trendi içinden çıkamadı. Resesyonda sınır 2.5’ken, dünya ekonomisinin büyüme oranı 2.8. Yani kritik eşikte. Küresel büyümenin taşıyıcı gücü olan ABD, AB ve Çin bu özelliğini yitirdi. Dünya performansları düştü. Çin’in büyüme oranında hatırı sayılır düşüş yaşanmaya başladı. ABD, yaptığı hamlelererağmenresesyondan çıkmış değil. Avrupa’da uzun durgunluğun sarsıntılarını yaşıyor. Yeni bir mali krizin bütün dinamikleri açığa çıkmış durumda. FED’in yeni kararları ve Çin’de

yaşanacak ekonomik salınımlar(Çin’de ekonomik yavaşlamave Çin döviz kuru, emtia fiyatlarının düşmesine ve küresel ticarete olumsuz etkilere yol açıyor) gelişmekte olan ülkeleri borç krizine doğru sürükleyebilir.

Finans köpüğü FED’in yeni kararlarıyla sermaye hareketleri sert bir şekilde yön değiştirmeye başladı. Son 1 yıl içinde gelişmekte olan ülkelerden 1 trilyon dolar sermaye çıktı. 2014 yılında sermaye hareketleri yön değiştirdi. 2008’den sonra sermaye hareketleri merkezden çevreye yönelirken, 2014’te çevreden merkez ülkelere, güvenli pazarlara yönelmeye başladı. Finansal köpük olağanüstü aşamaya, 2007 krizini tetikleyen orana yaklaştı. Türev, spekülatif piyasalar, 2015 yılında 753 trilyon

dolara ulaştı. Küresel ekonomisinin toplam gayri safi hasılası ise70, 75 trilyon dolar civarında. 2007’de türev piyasaların toplamı 890 trilyon doları bulmuştu. Aşağı yukarı küresel ekonominin toplam çıktısının 14, 15 kat fazlasını oluşturuyordu. Bugün ise 10 katını geçmiş durumda. Diğer veriler de dikkat çekici. Dünya ekonomilerin toplam borcu 2015 yılında, 200 trilyon doları geçti, küresel varlıkların toplamı ise 250 trilyon dolar. Ülke ekonomileri arasında senkronizasyon artmasıyla birlikte, hızla yükselen ve 2016 yılında da orantısal düzeyde yükselmesi beklenen bu spekülatif köpük, küresel düzeyde yeni bir finansal tsunaminin habercisi olabilir. Bu noktada özellikle Çin ekonomisinin yaşacağı salınımlar önem taşıyacaktır.

Avrupa’nın 1. periferisinde mali kriz sürüyor Avrupa’nınI. Periferisi ve Doğu Avrupa yani Avrupa’nın II. Periferisi post- kolonyal düzenlemelere tabi tutuldu. Krizin yarattığı “olanaklar” en yıkıcı şekilde değerlendirildi. Kapitalizmin genelleşmiş krizinin ikinci fazı, 2009 yılında Avrupa odaklı biçimlendi. Yunanistan’ın borç ve bankacılık krizi sonucu iflas etmesi, Avrupa’yı saran krizin başlangıcı oldu. Kriz, hızla AB’nin birinci periferisi olan Akdeniz havzasına yayıldı. Merkez ülkelerden İtalya, kriz sarmalı içine girdi. Fransa ve Almanya sert resesyon yaşamaya başladı. Almanya ancak Uzak Doğu’ya, Çin pazarına açılarak “uzun durgunluğun” sarsıcı etkilerini atlatabildi. Kriz kıta düzeyinde kendini en net ekonomik büyüme oranlarında gösteriyor. Avrupa halen kriz öncesi büyüme seviyesine ulaşamadı. Uzun resesyona yönelik ortak bir mo-

delin geliştirilememesi, AB’nin geleceğine yönelik tartışmaları da beraberinde getiriyor.

Almanya’nın hegemonik hamleleri Almanya, krizi hegemonyasını yayma aracına dönüştürdü. AB’nin içinde dominant bir ülke olarak AB’ninyeniden yapılanması ya da homojenleşmesi yönünde önemli adımlar attı. Avrupa’nınI. Periferisi ve Doğu Avrupa yani Avrupa’nın II. Periferisi post- kolonyal düzenlemelere tabi tutuldu. Krizin yarattığı “olanaklar” en yıkıcı şekilde değerlendirildi. Bu noktada Troyka yıkıcı bir rol üstlendi.

Yunanistan bir laboratuvar olarak kullanıldı. Almanya’nın emperyal arzularının ve agresyonunun somut biçim aldığı coğrafya,Yunanistan oldu.

Zayıf halkalar Bu üç ülke troykanın neo- liberal karşı devrimci politikaları sonucu kısa zamanda bir enkaza dönüştürüldü. Uygulanan radikal kemer sıkma politikaları sosyal ve ekonomik yıkım anlamına geldi. Yunanistan halen mali krizin anaforunda sarsılıyor. Kıtanın en zayıf halkası troykanın kredileriyle ancak ayakta durabiliyor.Şantaj, kumpas vetehditle çağın en

aleni yağma ve soygunu Yunanistan’da gerçekleşiyor. Ülkenin tüm değerleri,kaynakları, tarihi ve geleceği emperyalist yağmaya tabi tutuluyor. Syriza “sol”bir çizgiyle sistemin yeni politik aparatı olarak hareket ediyor. Troyka ’ya teslim olmuş ve bütün yaptırımlarını istisnasız hayata geçiriyor. Uzun süreli bir ayaklanma halinin yaşandığı, 63 sektör bazında büyük grevin, 27 genel grevin gerçekleştiği ülkede Syriza bu enerjiyi bir nevi eritiyor, sistem sınırlarında tutuyor. Sistem tarafından bu yıkıcıenerjinin, absorbe edilmesini kolaylaştırıyor.

PODEMOS ve sol blok Diğer iki zayıf halka olan Portekiz ve İspanya’da mali krizin etkileri sürüyor. Kemer sıkma politikaları kısmi bir büyümeye yol açsa da kitlelerin hayat standartlarında şiddetli düşüşler yaşandı. İşsizlik oranları son derece ciddi bir noktada.İspanya ve Portekiz, Yunanistan’dan sonraAvrupa’nın en yüksek işsizlik oranına sahip ülkeler olarak dikkat çekiyor. Ayrıca her iki ülkede de yoksulluk kitleselleşti ve kronikleşti. Son 6 yılda büyük sınıf ve kitle hareketlerine sahne olan İspanya ve Portekiz’de kitlele-

rin arayışları Podemos ve Sol Blok gibi oluşumları yarattı. Bu yapılardevrimci öznenin olmadığı koşullarda sosyal ve sınıfsal öfkeninyeni biçimlenişini gösteriyor. Amorf ve eklektik karakterde (örgütsel, ideolojikve stratejik olarak)parlamentarist, legalist ve sol liberal bir çizgiyi temsil eden bu partiler, Syriza gibi son seçimlerde önemli başarı gösterdiler. Ve Syriza’nın girdiği (ve kaybettiği) sınavaonlar da girecekler: Yani ya anti- kapitalist mücadelesinin bir parçası olacaklar ya da oportünizmin ve konformizmin“öldüren cazibesi” içinde sisteme teslim olacaklar.

Türkiye ekonomisinde riskler 2016 yılı her boyutta ekonomik sarsıntılara gebe. Fed’in faiz artırımı yeni bir eşik oldu. Dış şoklar, içpolitik gelişmeler, jeo- politik faktörler her an ekonomide büyük alt üst oluşlara yol açabilir. Fed 2006 yılından beri ilk defa faiz artırımı yaptı. Faizi 0- 0.25 aralığından 0.250.50 aralığına yükseltti. 2016 yılında 0.25 oranında4 kez daha faiz artırımının yapılacağı açıklandı. 2017’de faizin yüzde 1,5 olması hesaplanıyor. Fed bir dünya merkez bankası niteliğinde hareket eden, küresel finans mimarisinin en önemlikurumudur. Yaptığı her hamle dün olduğu gibi bugünde sarsıcı sonuçlar yaratıyor. Fed’in yeni kararlarının özellikle gelişmekte olan piyasalarda sarsıcı sonuçlar doğurması kaçınılmaz gözüküyor. Sermaye kaçışlarının, sermayenin güvenli pazarlara yönelmesinin yanında, genelleşmiş/ küresel likidite sıkıntısının artacağı bir konjonktüre girdik. 2008 yılından sonra Fed, küresel piyasalara 3.9 trilyon Dolar enjekte etmişti. Genişleyici para

politikaları piyasalarda bol ve ucuz döviz dönemini beraberinde getirdi. Bu dönem Türkiye gibi gelişmekte olan piyasalarda sanal ve spekülatif gelişmelerin önünü açtı. Sıcak para akımları kendini en net çevre ülkelerde, sanal ekonomik büyüme oranlarında gösterdi. Fed, 2014 yılının son çeyreğindeparasal genişleme politikalarına son verdi. Bu adım yıkıcı sonuçlara neden oldu. Küresel piyasalarda türbülanslar yaşandı. Türk lirası başta olmak üzere, kırılgan 5’li diye tanımlanan ülkelerin paraları Dolar karşısında hızla aşındı. Döviz şokları birbirini izledi. Fed’in izlediği para politikalarındaki değişim devam etti. Bir dizi ertelemeden sonra Fed, 16 Aralık’ta faiz artırma kararını hayata geçirdi. Fed’in faiz artırımı Türkiye ekonomisi için yeni moment olarak

kabul edilebilir.

Ekonomide yüksek kırılganlık Faiz artırımı kararı, her ne kadar önümüzdeki süreci belirleyecek tek parametre olmasa da önemli bir eşik olarak değerlendirilebilir. Bu gelişmeyi iç politik gelişmeler(savaş konsepti, siyasi belirsizlik), jeo- politik riskler ve ekonominin genel durumu etkileyecektir. Türkiye ekonomisi çoklu ve yüksek bir kırılganlık yaşıyor. Cari işlemler dengesinin GSYH oranı ( yüzde 5 önemli kırılganlık kabul edilirken, Türkiye’de bu oran yüzde 5,7 ) kritik eşikte. Dış borç 405 milyar dolara ulaştı. Bunun yanısıra kısa vadeli dış borç stoku tehlikeli bir noktaya geldi. Kısa vadeli dış borç stokunun toplam rezerve oranı yüzde yüze yaklaşması nedeniyle uluslara-

rası finans kuruluşları Türkiye’yi en kırılgan ülke ilan etti. Ayrıca Türkiye’nin net dış yükümlülüklerinin GSYH oranı da kritik eşiği oldukça geçti (yüzde40 kritik eşik kabul ediliyor, 2014 rakamına göre bu oran yüzde 58 yaklaştı),Türkiye’nin cari işlemler dengesinin toplam rezervleri içindeki oranı başka bir kırılganlık olarak dikkat çekiyor. Polis devleti yönünde düzenlemeler, iç savaş dinamiklerinin açığa çıkması, kaotik sürecin derinleşmesi ve Irak ve Suriye’deki iç savaş süreci, iç savaşın gelişimi, Rusya krizi gibi jeo- politik faktörler Türkiye’nin zaten kırılgan olan ekonomisini alt üst edebilir. Fed’in faiz artırımı bu manada tetikleyici mahiyette bir gelişmedir. 2016 yılında son derece kritik gelişmeler yaşanabilir.

Krize doğru Fed’in faiz artırımı hızlı sermaye kaçışlarını ve yeni döviz şoklarını beraberinde getirebilir. TCMB’nin tam anlamıyla eli kolu bağlanmış durumda.İlk refleksi faizleri sabitleme kararı oldu. Önümüzdeki günler, özellikle dolarda yaşanacak oynaklık yeni kararları beraberinde getirebilir. TCMB önümüzdeki günlerde faizleri artırma kararı alırsa, faize karşı duyarlılığı yüksek olan sektörlerde, başta inşaat ve konut sektöründe önemliproblemler yaşanabilir. Emlak balonunu tetikleyecek bu süreç başka bir bağlamda ekonomideki büyümeyi yavaşlatacaktır. Eğer faizleri sabit tutmada ısrar ederse yeni döviz şoklarının yaşanması yüksek bir olasılıktır. Bu kararın bir başka yansıması

ise özel sektörünün ödemeler dengesinde ciddi problemler yaşanmasıdır (özel sektörün döviz cinsi borcu 180 milyar dolar civarında. Bunun 70 milyar dolarını kısa vadeli borçlar oluşturuyor). Enflasyonu tetikleyecek bu adım beraberinde cari açığın artmasınave yine ekonomik büyümede yavaşlamayayol açacaktır. 2016 Ocak ayından başlayarak dövizde yükselme kaçınılmaz gözüküyor. Doların 2016 içinde 3500/ 3600çıtasına ulaşması ihtimal dahilindedir. Sert döviz şokların yaşanacağı bir konjontüre girdik. Kısaca 2016 yılı her boyutta ekonomik sarsıntılara gebe. Fed’in faiz artırımı yeni bir eşik oldu. Dış şoklar, içpolitik gelişmeler, jeo- politik faktörler her an ekonomide büyük alt üst oluşlara yol açabilir.


Şubat 2016 / sayfa 8

toplumsal özgürlük

POLİTİKA İstanbul’da toplanan konferans iki gün sürdü

TÖPG 5. Konferansını gerçekleştirdi Konferansta dünya ve Türkiye nin birçok sorunu tartışıldı, tespitler yapıldı ve kimi yönelimler kararlaştırıldı. Konferansın sonunda partileşme kararı alındı.

Toplumsal Özgürlük Parti Girişimi’nin 5. Olağan Genel Konferansı 30-31 Ocak 2016 tarihleri arasında İstanbul’da yapıldı. 2 gün süren Konferansa, Toplumsal Özgürlük Parti Girişimi’nden (TÖPG) 153’ü delege olan 300’ü aşkın bir katılım sağlandı. Konferansa, 16 ilden katılım sağlandı. Konferans, Juliana Gözen’in yaptığı giriş konuşması ile başladı. Sosyalizm mücadelesinde hayatını kaybeden devrimciler için yapılan saygı duruşu sonrasında, Konferans Divanı’na Meral Çınar, Serkan Nar ve Şilan Sürmeli seçildi. Divan başkanı olarak seçilen Meral Çınar’ın yaptığı açılış konuşması ve hep birlikte söylenen Enternasyonal Marşı

ile konferans başlatıldı. Gündem önerilerinin oy çokluğuyla kabul edilmesinin ardından, TÖPG eş sözcüsü Oğuzhan Kayserilioğlu açılış konuşmasını gerçekleştirdi.

şinden işçiler, Suruç şehitlerinden Hatice Ezgi Saadet’in babası Ali Saadet, Sorun Yayınları Kollektifi ve Söz ve Eylem adına İsmail Hardal, Araştırmacı-yazar Volkan Yaraşır ilk gün izleyici olarak katıldılar ve yaptıkları konuşmalarla görüşlerini belirtip, konferansın Türkiye devrimci hareketi için başarılı olmasını dilediler.

Konuklar Konferansa; Kongreya Jinen Azad (KJA) kurucularından Sebahat Tuncel, Halkın Türkiye Komünist Partisi Genel Başkanı Erkan Baş, EHP Genel Başkanı Sibel Uzun, Halkevleri Genel Sekreteri Nuri Günay, Devrimci Parti Genel Başkanı Ufuk Göllü, Emek Partisi Kadıköy ilçe başkanı Nuri Gündoğdu, Kaldıraç Dergisi sözcüsü Hakan Dilmaç, İstanbul Kent Savunmasından Deniz Özgür, Arçelik LG direni-

Yurt dışından mesaj Yurt dışında oldukları için konferansa katılamayan TÖPG üyeleri de, yazdıkları mesajlar ve canlı Skype bağlantılarıyla, başarı dileklerini iletti. İsviçre’den “Revolutionüer Auf-

bau Schweiz” (İsviçre Devrimci İnşa-Yapılanma) hareketinden gelen konferansı selamlama metni okundu.

Tutsakları selamlama AKP’nin üniversitelerde yürüttüğü faşist politikalara direndiği için tutsak düşen TÖPG üyesi Ali Haydar Buluş ve Cenk Kaya’nın konferansa gönderdiği selamlama mektubu okundu. Konferans, tüm siyasi tutsaklara alkışlar ve sloganlarla devrimci selamlarını iletti. Konferansta, dünya ve Türkiye’nin birçok sorunu tartışıldı ve kimi yönelimler kararlaştırıldı. En son gündem maddesinde de, “partileşme” kararı alındı.

Konferansta ‘Partileşme’ kararı alındı Halen süren zaaf ve yetmezliklerimizi aşabilecek teorik derinliğe, pratik güce beceriye sahibiz. Sürecin bu son aşaması, özel bir yoğunlaşma talep ediyor. Konferansımız, hareketimizin;

delesinin öncü gücü olarak inşa edeceğiz.

sında zaaflar taşıdığımızın farkındayız.

1- Ulaştığı örgütlenme ve politikleşme düzeyinin, yoldaşlaşma yoğunluğunun, moral gücü ve direnç kapasitesinin, devrimci-pratik reflekslerinin, mücadele etme ve hamle yapma yeteneğinin, farklı halk güçlerini ve mücadelelerini ortaklaştırma kapasitesinin, pratik örgütsel yayılımı ve etki alanının, partileşme düzeyinde bir yoğunluğu taşıyabilecek asgari pratik var oluşa sahip olduğunu… Ana hatları oluşan teorik zemininin, partileşme düzeyinde yoğunlaşabilen bağımsız ve devrimci bir komünist pratik duruşun üstüne yerleşebileceği asgari derinliğe ulaştığını tespit eder ve somut olarak bir parti biçimine sıçramak için hamle yapma zamanının geldiğini saptar. Partimiz, işçi sınıfının tarihsel - devrimci zemininde konumlanır. Kendimizi, işçi sınıfının politikleşmiş hali ve sermayeye karşı müca-

2- Konferansımız, partileşme hedefimizin somut ve pratik bir adımla başarılmasının zamanı gelmiş olmakla birlikte; bu hamlenin hemen şimdi yapılabilmesi için henüz bazı pratik örgütsel yayılım ve derinleşme eşiklerinin aşılamadığını; günlük pratiğimizin ruhu olan hamleci militan metodu yeterince içselleştiremediğimizi görür. Aynı zamanda parti yükünü kaldırmakta zayıf kalacağımız bazı zaafları halen taşıdığımızı, yaşadığımız olağanüstü politik ortamın dayattığı yüksek ve karmaşık görevleri yerine getirmekte birçok yetmezliklerimiz yüzünden zorlandığımızı, üyelerimizin militanlık ve öncülük düzeyindeki aşamadığımız kimi tıkanma noktalarını da görür. Özellikle, belli mesafeler aşılmış olsa da, kendimizi politikleşmiş hali olarak gördüğümüz işçi sınıfının içinde konumlanma nokta-

3- Halen süren zaaf ve yetmezliklerimizi çok kısa sürede aşabilecek teorik derinliğe, pratik güce ve beceriye sahibiz. Partileşme sürecimizin bu son aşamasının özel bir yoğunlaşma talep ettiğinin farkındayız. Bu son hamlemizi de kısa sürede başaracağız. İçinde var olduğumuz mevcut küresel ve yerel kriz ortamının olağanüstü zorlamalarına rağmen, kendi bağımsız- devrimci komünist zemininde ayakta kalabilecek, yönünü kaybetmeyecek ve o yönde en zor koşullarda bile sürekli ve yaratıcı hamleler yapan ve hamlelerini sonucuna ulaştırıp başaran bir partili duruş ve güç alanı için yola çıkmayı kararlaştırıyoruz. 4- Hareketimiz “parti” biçimini mutlaklaştırmıyor ve kuracağımız partiyi başka bir dizi anti-kapitalist yapı ve mücadelelerin birbirle-

İşçi sınıfı üzerine İşçi Sınıfı başlıklı önergede, İşçi sınıfının egemen kapitalist sınıfın tam karşısında öncü, yıkıcı ve tarihsel bir toplumsal güç olduğu savunuldu..... işçi sınıfının yapısının ve bileşiminin farklılaştığına, genişlediğine, çeşitlileştiğine dair tespitler yapıldı. Ancak bu yönde sınıfların “eridiğine”, kapitalizmin temelinde bulunan ana ve uzlaşmaz emek-sermaye çelişkisinin bittiğini savunan ideolojilere karşı tavır alındı. Kapitalizmdeki dönüşümler sonucunda işçi sınıfındaki parçalanma, enformelleşme, gençleşmenin işçi sınıfının kolektivizmini kaybettiği ve sınıf hareketinin gerekliliğini yitirdiği yönündeki tespitlere sınır

çekildi. Bu minvalde işçi sınıfına bütünsel ve sistematik bir yönelim kararı alındı.

Emekçi Gençlik Gençlerin işçileşmesi ve işçilerin gençleşmesi tespitinden hareketle, işçi sınıfına yönelimin bir parçası olarak yarı politik yarı sendikal bir örgütlenme tarzı olan Emekçi Gençlik yönelimini önüne koydu. Burada.... sınıf bilincine ulaşmış öncü işçiler yetiştirme hedefleniyor. ..... Son olarak, işçiler arasında haberleşme ve koordinasyon kurarak sınıfın asgari işçi bilincine ulaşması için çıkarılan gazetenin devam ettirilmesi kararlaştırıldı.

riyle ilişkilenerek oluşturacağı çağımızın gerçeklerine uygun bir anti-kapitalist alanın özel bir bileşeni olarak görüyor. Kuracağımız parti, günümüz dünya kapitalizminin somut-tarihsel ortamında, ancak böyle bir anti-kapitalist alanla ilişkilenirse ve bu ilişkinin ortaklaşma düzeyinin yüksekliğine bağlı olarak devrimci bir komünist yapı olabilecektir. 5- Hareketimizin teorik ve politik tespitlerinin ana hatlarıyla ortaklaşan ve pratik duruşunu önemseyip doğru gören irili ufaklı bütün devrimci-komünist özneleri ve bireyleri, partileşme hamlemize omuz vermeye ve ortaklaşmaya çağırıyoruz. 6- Konferansımızın seçeceği ülke koordinasyonunu, partileşme sürecindeki engelleri ve zaafları aşmakta yoğunlaşmak ve gereken siyasi ve hukuki hamleleri yapmakla görevli bir kurucu heyet olarak görevlendiriyoruz.

Liseli Gençlik Liseli gençler, nasıl bir eğitim istediklerini açıkladı... - Kafa ve kol emeğinin ayrılmadığı... -Hayatla iç içe.... -Doğa ile iletişim halinde..... -Eğitim süresinin yerine yeterlilik seviyesinin geçerli olduğu.... -Sadece öğrencilerin değil öğretmenlerin de eğitim süreçlerinin devam ettiği.... -Salt meslek seçimi üzerinden değil, neler öğrenilmek istendiğini de araştıran... -Okul içinde söz ,yetki, kararın.... öğrencilerin oluşturduğu ‘’Okul Komiteleri’’ nde olduğu, -Komiteler ile birlikte MEB içinde temsiliyetin olduğu, -Eşit,Parasız, Bilimsel, Demokratik, Anadilde ve zorunlu din dersinin ve sınavların olmadığı bir Eğitim Sistemi...

Kadınlar hakkında Sadece kadın delegelerin oyladığı kadın önergesinde şu karar alındı:

örgütlenme araçlarının, materyalinin ve dilinin kadınları da kapsayan biçimde yeniden üretilmesini sağlar. Kadın bedenine dönük ...her türlü şiddet biçimine karşı, bütün kadınların ulaşabileceği “öz savunma” pratiklerinin önünü açar. Kadın bedeni ve emeği üzerinde değişen ve yinelenen tahakküm biçimlerine karşı, mahallelerde, işçi ve ev emekçisi kadınlar arasında örgütlenecek bağımsız bir kadın örgütlenmesi kararını alır.”

“Hareketimiz, Kadın kurtuluş mücadelesinde Sosyalist Feminist ideolojiden beslenir, bu mücadelenin sınıfın partisiyle kuracağı ortaklaşmayı önemser ve erkeklerden bağımsız bir şekilde yürütülmesini savunur. Sınıf mücadelesi içerisinde kadın iş gücünü erkek iş gücünden ayıran öznel sorunlara dönük özel örgütlenmelerin önünü açar. Sınıfın

Üniversiteli Gençlik - İdeolojik ve politik hatta ortaklaştığı gençlerle, örgütsel bağımsızlık temelinde ilişki kurar. - iktidarın neoliberal ve faşist politikalar dayattığı şimdiki üniversitelerin karşısına, özgür halk üniversitelerinin inşa edilmesi gerektiğini savunur. - kampüsleri ayrı bir mücadele olarak görür ve bu mücadele alanının kendi özgün koşullarında kendi öznelerinin yaratılmasını savunur.

- “Özgürlükçü Gençlik”in kuruluş konferansıyla ortaya koyduğu irade beyanını selamlar. - gençliğin içerisinde kadın, ekoloji, Arap Alevi gençliği dinamiklerinin kendi sorunlarını esas alarak ve kendi öznelerini yaratarak mücadele etmesi gerekliliğini savunur. - kapitalizmin kültür ve sanatı yozlaştırma politikalarına karşı …. özgür sanat anlayışını savunur.

Halk Meclisleri Halk iktidarının yapı taşı halk meclisleridir. Kapitalizmin ve devletin iktidarını sınırlayarak, sistem ve rejim krizlerinin işçi sınıfı, antikapitalist dinamikler ve halk güçleri üzerindeki dağıtıcı

etkisine karşı, halkın iktidarını inşa eden, halka güven ve mücadele etme kapasitesi kazandıran...ve ..demokratik cumhuriyetin yapı taşını oluşturan halk meclislerini kurmayı önümüze koyuyoruz.


Şubat 2016 / sayfa 9

toplumsal özgürlük

DÜNYA Diğer sol partiler ikna edici olamadılar

Yunanistan’da neler oluyor? SYRİZA da sermayeye yenilince halkın savaşçı refleksleri iyice gevşemiş ve “hiç olmazsa öbürlerinden daha iyi” diye çaresizlik içinde yine SYRİZA tercih edilmişti.

Alp KAYSERİLİOĞLU 1. sayfadan devam

Ne olmuştu?

2015 Ocak sonunda solcu SYRİZA seçimleri kazanmıştı. SYRİZA, sermaye güçlerinin çıkarları yönünde uygulanan kemer sıkma politikalarını geri çevirme amacıyla mücadele eden Yunan halkı tarafından hükümete getirilmişti. Yunan devleti ve bankaları ise, ciddi mali sıkıntılar içindeydi. Onlara kredi desteği yıllardır Troyka tarafından veriliyor ve karşılığında ağır kemer sıkma politikaları dayatılıyordu. SYRİZA, sermayenin tahakkümünü riske soktuğu için, sermaye ve siyasi temsilcileri tarafından topyekün karşı saldırı uğradı: AB politikacıları tehditler savurdu, Troyka kredileri verdirmeyi durdurdu, Avrupa Merkez Bankası bütün

desteklerini kesti. Bunun üzerine, Yunan hükümeti ile Troyka arasında müzakereler başladı. SYRİZA’nın elinde hiç bir koz olmadığı için, bu müzakereler aslında SYRİZA’nın adım adım geri çekilmesinden ibaretti.

Düşmanı görmek istemek SYRİZA ise, karşısındaki düşmanı görmek istemiyor, kendisine dayatılan sınıf savaşını kavrayamıyor ve ona göre hazırlanmıyordu. Kendisinin elini güçlendirebilecek olan tek şeyi, halkın iktidarını toplumun her yerinde güçlendirmeyi örgütlemiyordu . Gittikçe burjuva parlamenter oyun sahasına çekildi ve alacaklılarla centilmence müzakere etmeyi denedi. Onlar ise, SYRİZA’yı kendi zeminlerine çektikten sonra acımasızca ezdi elbette. En sonunda 11 Ağustos’ta

Yunan Maliye Bakanı Tsakalatos Troyka’nın şartlarını kabul ettiklerini açıkladı ve anlaştılar. Verdiği hiç bir sözü tutmadığı için meşruiyetini kaybeden Çipras, erken seçim kararı aldı. 20 Eylül’de yapılan erken seçimde SYRİZA, oyların %35,45’ini aldı. Artık parti içindeki sol muhalefet olmadan hareket edebilecekti. Sol muhalefet partiyi terk edip LAE adında ayrı bir parti kurmuş ve 20 Eylül seçimlerinde %3 barajını geçemeyip parlamento dışında kalmıştı. Halk neden emperyalist güçlerin dayatmalarını kabul eden SYRİZA’yı seçti? Bunun bir kaç nedeni var: öncelikle Çipras “kahramanca savaştık ama düşman daha güçlüydü” yaygarasını inandırıcı bir şekilde satabilmişti. Ayrıca, senelerce mücadele eden Yunan halkı, SYRİZA’nın

seçilmesiyle beraber sokaklardan geri çekilmeye başlamış ve bütün umut SYRİZA’ya bağlanmıştı. SYRİZA da yenilince halkın savaşçı refleksleri iyice gevşemiş ve “hiç olmazsa öbürlerinden daha iyi” diye çaresizlik içinde SYRİZA tercih edilmişti.

Diğerleri SYRİZA dışındaki sol partiler ikna edici bulunmamıştı: LAE, fazla Drahmi odaklı ve SYRİZA kopyası gibi algılanırken, Yunanistan Komünist Parti’sinin (KKE) “tek yol sosyalizm” ajitasyonu halka soyut geldi ve güncel mücadeleleri ve ihtiyaçlarından uzaktı. Ama bütün bu nedenler çok pasif ve 2015 Ocak sonundaki gibi coşkulu değil. Halk kendini toparlamaya becerdiği ve yine sokaklara indiği an, SYRİZA’ya verilen rıza çökecektir.

Latin Amerika dönüm noktasında Venezuela’da, Chavez döneminde halkın siyasi sürece katılımıni sağlamak, halkı güçlendirmek için özellikle yoksul mahallelerde halk meclislerine benzeyen “Colectivos” kuruldu, işte Chavista’ların gücü o “Colectivos”’dan geliyor. Max ZİRNGAST Hugo Chavez’in zaferiyle 1998’de Latin Amerika’da yeni bir dalga başlandı. Halkçı-sol hareketler ve partiler sol-reformist ve anti-emperyalist söylemlerle dolu bir program ile birçok ülkede iktidara geldi. Venezuela dışında Arjantin, Bolivya, Brezilya, Ekvador, Honduras, Paraguay, Urugay gibi ülkeler, ne kadar süre olduysa, ülkeler arasında ne kadar fark varsa, hepsi bir noktaya kadar anti-emperyalist ve sol-refomist bır modeli savundu. 15-20 sene içinde hem de Latin Amerika’yı ALBA ve benzer projeler ile “birleşme” anlamında, hem de yoksulluğu ortadan kaldırıp, işçi sınıfını ve alt sınıflarını güçlendirmek – eğitim, siyasette katılım vs. anlamında çok önemli adımlar atıldı. Latin Amerika dünya sol güçlerinin umudu oldu.

Sağın seçim zaferi Fakat, 2015 Kasım ve Aralık’ta yapılan seçimlerde hem Arjantin’de hem Venezuela’da sağ kazandı. Kirchnerler’in Arjantini pek sol değildi zaten, yani açıkça “akıllı, iyi” bir kapitalizmi ve “milli burjuvazi” merkezli bir kalkınma modelini savundular. Ama yine de iki büyük ve önemli ülkede sol/merkez-solu yenilgiye uğradı. Bu bir tesadüf de değil, maalesef daha büyük bir yönelme gibi gözüküyor. Aynı zamanda kıtanın en büyük ülkesi ve eknomi Brezilya, çok derin bir ekonomik ve politik kriz yaşanıyor. Arjantin ve Venezuela’daki sağın seçim zaferi ve Brezilya’nın derin kriziyle bu model kritik bir kavşağa ulaştı. Peki, Latin

Amerika solu nereye doğru yürüyecek?

Ekonomik sorunlar Genel olarak halkçı/merkez-sol hareketler ve partiler kapitalizmi aşmayı hedeflemedi, neoliberalizme karşı “milli kalkınmacı modeli” savundu/ savunuyor. Bir istisna olarak Chavez liderliğiyle Venezuela’yı sayılabiliriz. Venezuela modeli de petrol rantiyesinden büyük ölçekte faydalandı, petroldan gelen karlarla işçi sınıfını ve alt sınıflarını güçlendirmeye çabaladı. 10-15 sene bu model pek de fena işlemiyordu – dünya Güney’in yükselişine şahit oldu. Küresel kapitalist sistemde BRICS ülkeler (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) güç kazanmaya başladı. Bu yükselişin bir kaç sebebi vardı ama bütün Güney için hammadelerin yüksek fiyatı çok büyük bir fayda idi. Örneğin petroldan faydalanan Venezuela, örneğin Brezilya’da petrol, şeker, soya vs. Latin Amerika aynı zamanda Çin’in muazzam kalkınmasından da faydalandı. Fakat, ekonomik krizi sonucunda dünya ekonominin kalkınması yavaşladı, ham madde fiyatları düşmeye başladı. Petrol fiyatının inanılmaz düşüşü birçok ülkeye, Rusya’dan Suudi Arabistan’a, Brezilya’dan Venezuela’ya sert vurdu. Artık şunu görebiliriz: Merkez-sol hükümetlerin savunduğu kalkınma modeli çok derin bir krize girdi, Venezuela’da da bunu net görebiliriz. Hem ekonomik sorunlarından, hem de emperyalizmin ve sermayenin saldırganlığından kaynaklı basit ürünler (ekmek, süt, vs.) azaldı.

Aynı zamanda enflasyon muazzam arttı ve zaten büyük bir problem olan yolsuzluk daha da yayıldı. Maduro hükümetinin buna karşı, devrimci retoriği arttı ama sorunları çözemedi. Belli bir süre sonra da halk artık boş sloganlara inanmamayı tercih etti.

Emperyalizmin saldırganlığı Latin Amerika uzun yıllar, ABD’nin arka bahçesi olarak görülüyordu ve ABD tarafından öyle davranılıyordu. Fakat 90’larda biraz ayrılabilirdi, ABD emperyalizmi başka bögelere odaklandı. Buna rağmen Chavez’in ilk zaferinden itibaren, ABD her zaman kıtayı kontrol altında tutmaya çalıştı ve istemediği hükümetlere karşı çıkıp darbecileri destekledi. Örneğin 2002 Chavez’e karşı darbe. Halkın muazzam tepkisi darbecileri yenip, Chavez hükümetini yeniden iktidara getirdi. Ama 2009 Honduras’da Manuel Zelaya’ya karşı, 2012 Paraguay’da Fernando Lugo’ya karşı ABD tarafından desteklenen darbeler “başarılı” oldu. Küba’ya yönelik yatırım ve abluka politikası daha yeni hafifledi. ABD her zaman merkez-sol güçlere karşı çıktı, bugüne kadar kaç darbe deneyimini desteklediği bile belli değil. ABD, Küba ile müzakereye girdiği zaman Venezuela›ya yönelik yeniden sert bir cephe açtı. Maduro’nun güçsüz olduğu belliydi, düşük petrol fiyatlarından kaynaklı ekonomik sıkıntılar kullanıldı. Sağın seçim zaferleri de tam da bunu gösteriyor: Latin Amerika’nın birleşme ve bağımsızlaşma projelerini sabote edilmeye

çalışıyor. Arjantin’de seçimi kazanan oligarşinin temsili hatta kendisi en zengin oligarşlardan biri olan Mauricio Macri ilk hedef olarak Venezuela’yı seçti ve seçimlerde sağı destekledi.

Latin Amerika nereye? Latin Amerika’daki halkçı-sol güçler bir dönüm noktasında: Ciddi yenilgilere uğradı ama savaşı elbetteki henüz kaybetmediler. Ama artık bir karar verilmeli: ya radikalleşip, halkı güçlendirip sosyalizme doğru ya da yenilgiye. Kıta çapında sağ, monopol sermaye, ABD emperyalizmi ve ABD sermayesi önemli mevzileri kazandı ve bu da gösteriyor ki: bir ortak yol yok, milli burjuvazi ile beraber daha “iyi” bir kapitalizmi yaratmak tehlikeli bir hayal. Bu durumda “devrimcileşmekten” başka bir yol kalmadı. Örneğin Venezuela’da, Chavez döneminde halkın siyasi sürece katılımıni sağlamak, halkı güçlendirmek için özellikle yoksul mahallelerde halk meclislerine benzeyen “Colectivos” kuruldu, işte Chavista’ların gücü o “Colectivos”’dan geliyor, bürokratlardan veya Chavez’in projesine katılan “milli“ buruvaziden değil. Sağ şu an kazandığı mevzileri kullanacak elbette ki, ama sermaye de “dikkatli olmalı.” Eğer hemen bütün kazanımları yok etmeye başlarsa, 90’ların sert neoliberalizmine geri dönüverirse, mutlaka yeni kazandığı çoğu seçmeni kaybedip, büyük bir protesto dalgasını fişekleyecek… Evet sermayenin bu politikalarına karşı uyanık olunmalı ve bu politikalara karşı “Colectivos“ ve benzeri kurumları güçlendirmeli.

SYRİZA’da Eylül’den sonra Emperyalist dayatmalarının uygulamasıyla halkın yaşam standartlarının daha da çökmesi yeniden kitlesel bir direnişi tetikleyebilir. Eylül’den sonra SYRİZA’nın yaptığı hamleler, eleştirmenlerin ön gördüğü gibi oldu. SYRİZA, kamu ve emekçiler için yıkıcı reformları uygulamaya zorlandı ve bütün bu süreçte yaptığı tek ilerici reform, 22 Aralik’ta eşcinsel çiftlerin evlilik statüsüne yakın bir statüse kavuşması oldu. 6 Kasım’da hükümet parlamentoda ilk büyük reform paketini kabul etti. Buna göre artık uluslararası standartlarına göre çok iyi rekabet edebilen Pire limanın özelleştirilmesinin önü açılacak, tarımcılara vergi desteği kesilecek ve emeklilik maaşları “yeniden hesaplanacak”, yani daha da kesilecek. Onun dışında, Kasım ayının tümü, Yunan hükümeti ve artık AB çapında devlet desteği fonu olarak kurulan ESM ile Troyka yerine Quadriga olarak adlandırılan kurumlar birliği ile tartışma halinde geçti.

Ödenemeyen ev kredileri Şöyle ki, krizle beraber hanelerin gayrimenkul yatırımları için aldıkları krediler tabii ki riskli ve yer yer ödenemez haline gelmişti ve bu riskli veya ödenemeyen kredilerin miktarı 100 milyar €’yu aşmıştı. Quadriga, gayrımenkul kredi taksitlerini ödemeyen veya geciktiren borçluların gayrımenkullerine banka tarafından el koyulmasını izin veren bir yasa istiyordu. Bu konuda SYRİZA’nın tek başarabildiği şey, el koyulma riski altında olan gayrimenkul sahiplerin %60’ını zorunlu el koymadan kurtarabilmekti. Tabii ki bu %40’ının gayrımenkullerine el koyulacak anlamına geliyordu. Öbür yandan Alman şirketi Fraport’la Yunanistan’ın 14 en kazançlı hava alanının özelleştirilmesi üzerine mutabakata varıldı. Devletin kriz içinde bankaları kurtarmak için çok para vererek satın aldığı senetler neredeyse bedavaya özel yatırımcılara yeniden satıldı. En önemli 4 bankada kamunun payı %56’dan %17’ye düştü. SYRİZA bütün bu süreçte artık fazlasıyla eskimiş yaygaralarla gaz vermeye çalışıyor. Başbakan Yardımcısı Dragasakis’e göre kabul edilmek zorunda kalınan andlaşmalar “sadece yapmaya zorunlu olduğumuz

bir şey; onu aşıp ondan sonra bütün toplum için bir plan kuracağız” diyor. Çipras da hala “biz herşeyi müzakere ederiz” diyor. Ancak veriler çok net: herşey sermaye lehine gelişiyor. SYRİZA ise, sadece halka karşı yürütülen topyekün saldırının derecesini biraz azaltabiliyor.

2016’ya girerken... SYRİZA’nın teslimiyetçi bir ters takla atıp düşmanla anlaşmasıyla beraber, toplumsal muhalefet felç oldu. SYRİZA hükümet olduğundan beri Yunanistan’da ilk genel grev ancak 11 Kasım’da gerçekleşebildi. Toplumsal muhalefetin zirve yaptığı 2012-13 yıllarına göre gayet düşük bir katılımla ve o kadar güçlü geçmeyen genel grev, gene de toplumsal muhalefetin ilk kez travmadan çıkma ve kendine gelme hamlesi oldu. Çoğu siyasi aktivist, artık felç halinin yavaşça bittiğini ve toparlanma sürecinin başladığını vurguladı. Hakikaten şu an için halk güçleri açısından sadece bir geri çekilme söz konusu. Topyekun bir yenilgi veya sağa kayma gibi bir eğilim yok. Bu, Yunan halkının içinde sımsıkı yerleşmiş demokratik reflekslerin ve son yılların dayanışmacı-halkçı mücadelelerin sonucu. Emperyalistlerin dayatmalarının uygulamasıyla halkın yaşam standartlarının daha da çökmesi ve özellikle de taksitler ödenemediği için başlatılan ev boşaltmaları, yeniden kitlesel bir direnişi tetikleyebilirler.

Göçmenlerin baskısı Ayrıca, göçmenlik krizi de ülkeyi sarsıyor. 2015 yılında, 10 milyonluk bir nüfusu olan Yunanistan’a sadece Akdeniz’den 800.000’den fazla göçmen geldi ve onları karşılayacak alt yapı yok. Tersine, devlet SYRİZA altında göçmenlere karşı furyasını önce durdurduktan sonra, Aralık’tan beri yine göçmenleri hapishaneye benzeyen kamplara zorluyor ve Makedonya sınırından polis şiddetiyle kovuyor. Öyle görülüyor ki, 2016 yılı Yunanistan’da toplumsal dinamiklerin yeniden patlayıp bütün ezberleri bozabileceği bir yıl olacak.


Şubat 2016 / sayfa 10

toplumsal özgürlük

DÜNYA ALP KAYSERİLİOĞLU

Küresel rekabette zorlanan Fransa sermayesi kısa zamanda çok fazla soygun yapabilmek istiyor.

Fransız emperyalizmin kanlı dirilişi Militaristleşme ve neoliberalizmin yabancı ve göçmen karşıtı propaganda atmosferi içinde, diğer bir çok ülkede olduğu gibi Fransa’da da aşırı sağın muazzam yükselişi yaşandı. 2015 yılı bu konuda bir zirve oldu. 2000’lerin başından beri AB içinde İngiltere’nin yanında lider iki emperyalist ülke, Almanya ve Fransa’nın arasındaki yarış, iktisadi ve siyasi açıdan giderek Almanya lehine ve Fransa aleyhine bükülmeye başladı. Fransa bu değişime tepki olarak, çok kutuplulaşma eğilimine giren yeni kapitalist dünya düzeninde neoliberal reformlar yaparak, AB içinde ise dış politikada askeri kanadı derinleştirerek koruyup Almanya’ya karşı konumunu muhafaza etmeye çalıştı. Libya ve Mali’de işgallerin ilk adımlarını atarken, Ukrayna’da Batı emperyalist merkezlerin çıkarını Almanya ile beraber partner olarak savundu. Ancak yetmedi, kapitalizmin küresel krizi ve girdiği yeni azgın evresi, bütün emperyalist ülkeleri daha çılgın, daha büyük hamlelere zorluyordu. Bir yandan Almanya ile baş edebilmek için kendisini sosyalist olarak tanımlayan partinin iktidarı altında en sert neoliberal reformlar uygulandı, ek olarak da senelerdir kapitalist kriz ve neoliberal dönüşümün yıkıcı etkileri göçmenlerin ve ya-

bancıların, yani en fakirlerin ve muhtaç durumda olanların üstüne yöneltildi. Öte yandan, Suriye savaşına en fazla katılan güçlerden birisi Fransa oldu. Fransa’nın bu angajmanı ve yükselen yabancı düşmanlığı, bir sürü genç müslümanı İŞİD gibi gerici örgütlere itti ve 2015 yılında Fransa’da İŞİD’in iki tane çok ağır terör saldırısına neden oldu. Fransız devleti bu saldırıları fırsat bildi ve neoliberalizme karşı oluşan muhalefeti daha çok bastırabilip başka yönlere dağıtabildi. Devletin otoriter yeniden yapılanması da aynı gerekçe üzerinden meşru hale sokulabildi.

Charlie Hebdo ve Bataclan saldırıları 2015’de IŞİD’in Fransa’da gerçekleştirdiği iki ağır terör saldırısından ilki, 7 Ocak 2015’de eleştirel-hicivci dergi Charlie Hebdo’ya olmuş ve 2 İŞİD’li Charlie Hebdo’nun Paris’deki binasını yayın kurulu toplanırken basıp 12 insan öldürmüştü. Paralel bir eylemde, üçüncü bir İŞİD’li de 5 insan daha öldürmüştü. Saldırılar sonrasında, her yer

durumunu” ilan etti. Bütün AB ülkeleri bunu kabul etti. OHAL önce 3 günken, parlamentoda 6’ya karşı 551 oyla 3 aya uzatıldı. Polisin ve askerin yetkileri muazzam genişletildi, yüzlerce ev arandı. BM’nin “COP 21” olarak adlandırılan göstermelik ekolojist toplantısına karşı gerçek ekolojistlerin protesto eylemleri OHAL yüzünden yasaklandı.

Demokrasiye darbe

Fransız halkını acılara boğan terör saldırıları demokrasiye darbe vurmanın bahanesi oluyor

birbirine girdi ve 3 gün yas ilan edildi. “Artık Avrupa terör ile savaş içinde” tespiti yapılarak, saldırılar “bütün özgür insanlığa savaş açıklaması” olarak yorumlanmıştı. Avrupa ve özellikle Fransa, bu saldırıyı, toplumlarını “teröre karşı savaş” yaygarası altında militaristleşmeye ve otoriterleşmeye itme fırsatı olarak kullanmayı denediler, kısmen başarılı da oldular. Le Figaro, Libération ve Independent gibi liberal ve

sol-liberal gazeteler “anti-terörizm” propagandası saflarında yer aldı. Fransa’nın Komünist Partisi (PCF) bile “barbarlık karşısında” “bütün cumhuriyetçi güçleri” “ulusal birliğe” çağırmak gibi sosyal-şovenist bir ahmaklık yapabildi. Fransa, bu şoven ortamı arkasına alarak, özellikle Suriye savaşındaki katılımını bir misli arttırabildi. Ama bu eylem yetmedi. Anlaşılan Fransız emper-

yalizmi insanları yeterince ikna edememişti. Şu “tesadüfe” bakın ki, IŞİD’den hop diye ikinci ve çok daha ağır bir terör saldırısı geldi. 13 Kasım 2015’de 9 İŞİD militanı Paris’in 8 farklı noktasında kanlı bir terör serisine girişip toplam 130 insan öldürüp 352 insanı yaraladılar. Bunun üzerine Fransa’da OHAL ilan edildi. Fransa sadece savaş durumlarında yürürlülüğe giren “ittifak

Kasım ortasında, başbakan Hollande, parlamento’da, anayasanın değiştirilmesi ve başbakana OHAL konusunda parlamentodan bağımsız özel yetkiler verilmesi gerektiğine dair bir konuşma yaptığında, bütün parlamento onu alkışladı. Fransa ve AB genelinde terörden şüpheli insanlara elektronik ayak kelepçeleri takılması ve suç işleyen yabancılardan Fransız vatandaşlığının alınması tartışılmaya başlandı. Ayrıca, Hollande, “artık Fransa savaş içinde“ deyip, Fransa’yı Suriye savaşına daha da derin bir şekilde sürükledi. Neoliberal politikaları yüzünden eleştirilen PS, hem birden bütün

bu eleştirileri unutturdu hem de devletin otoriter yeniden yapılandırılmasını ve Fransa’nın dış politikasını daha da savaş eksenine çekti.

Front National yükseliyor Militaristleşme ve neoliberalizmin yabancı ve göçmen karşıtı propaganda atmosferi içinde, diğer bir çok ülkede olduğu gibi Fransa’da da aşırı sağın muazzam yükselişi yaşandı. 2015 yılı bu konuda bir zirve oldu: 6 Aralık yerel seçimlerin ilk turunda aşırı sağcı Front National (FN), oyların %27,73’üyle en güçlü parti oldu ve 17 eyaletinin 6’sında mutlak çoğunluğu elde etti. İkinci turda, her ne kadar bütün eyaletlerde yine mutlak çoğunluğunu PS veya Sarkozy’nin sağcı-cumhuriyetçi koalisyonuna kaybetse de, büyük bir başarı elde etmiş oldu. Fransa’nın egemenlerinin toplumu sağa itme çabalarının bir sonucu olan bu başarı, FN dışındaki öbür partilerin de militarist, otoriter ve ırkçı eğilimlerini daha da güçlendirip Fransız emperyalizmin kanlı dirilişine hizmet edilecektir.v

Asıl eksen: Almanya-Fransa rekabeti ve yeni emperyalizm Fransa’nın çoğalan ve derinleşen askeri müdahaleleri, ezik bir duruma itilen Müslüman gençlerde beklendiği ve istendiği gibi bir İslamist radikalleşmeye yol açtı. Fransa’da yükselen ırkçılığın ve İŞİD gibi örgütlerin yoksul Müslümanların öfkesini kendi çatısı altında birleştirebilmesinin bir sonucu olan 2015’in terör saldırılarını, FN’in yükselişinde sadece bir ek neden olarak görülmeli. FN çok net bir şekilde 2015’den önce de yükselişe geçmişti. Bunun nedeni, Fransız kapitalizminin Alman kapitalizmine karşı daha ezik kalması ve kendisini yeniden diriltme çabaları sonucunda oluşan toplumsal yıkımın, sistem partileri tarafından ırkçılık üzerinden sistem içi tepkilere dönüştürülmesinde aranmalıdır. Fransız kapitalizmi, Sovyetler Birliğinin çözülmesi sonunda sonra saldırganlaşan AB süreci,

küresel kapitalist rekabet ve sermaye ve metaların gittikçe daha özgür ve sınırsız dolaşımında Almanya’ya karşı kaybediyordu. Alman kapitalistler 2000 ve 2008 yılları arasında reel ücretleri %0,8 düşürtüp aynı anda üretkenliği artırıp muazzam miktarlarda metalarını ek kar ederek ihraç ederken, Fransa’da aynı zaman diliminde reel ücretler %9,8 artmıştı. Kapitalist rekabette bu kaybetmek demekti.

Almanyanın üstünlüğü Bütün Avro bölgesinde Almanya’nın ihracatları 2000’de bütün ihracatların %25’i olup 2009 yılında %28’e yükselirken, Fransa’nın oranı aynı zaman

diliminde %16’dan %13’e düşmüştü. 1999 senesinde Fransa’nın dış ticaret dengesi + 39 milyar €’iken 2009 yılında – 43 milyar €’ya düşmüştü. Yani 2009 yılında Fransa’ya Fransa’dan ihraç edilen mallardan 43 milyar €’luk bir miktarda fazlasından mal ithal ediliyordu. Bu miktarda para biçiminde sermaye, elbette Fransa’yı ödemeleri halinde terk ediyordu. Bu paraların 34 milyar €’su 2014 yılında Almanya’ya gidiyordu. Yani kapitalist rekabet içinde kaybeden Fransa sermayesi yerine daha rekabetçi sermayelerin malları Fransa’ya girip Fransız sermayesine daha da fazla baskı uyguluyordu.

İşte, Fransız kapitalizmi bunu kabul edemedi ve kendi konumunu yeniden güçlendirmek için iç ve dış politikada hamleler yaptı. Fransa 2011’de Libya işgalinde uçak bombardımanı yapan ilk Batı ülkesi oldu, 2013’de ise Mali’ye askeri olarak müdahale etti. 2014’den beri Irak, 2015’den beri Suriye’ye askeri müdahalelerde bulundu. 2014’den beri Almanya ile beraber Ukrayna’da ana arabuluculardan birisi ve 2015’de Almanya ile Yunanistan’da odaklanan AB ekonomik krizinde Almanya’ya karşı nispeten farklı bir eğilim yaratmaya çalıştı. Bu dış politika hamleleri Fransız emperyalizmini uluslararası sahada güçlendirecekti.

İç politikada, Hollande 2014›den beri 50 milyar €›dan fazla kamu bütçe kesintisi uyguladı. Paralel olarak, Başbakan Valls büyük sermayedarlara «iş adamlarını çok severim» sözleriyle 40 milyar € civarında vergi indirimleri ayarladı. Bu hamleler, Fransız kapitalizminin düşen rekabet gücünü neoliberal reformlarla güçlendirmeyi amaçlıyordu.

Kanlı diriliş Evet, Fransa emperyalizmi, Alman emperyalizminin 20 küsur senede becerdiği şeyi, geç kaldığı ve Alman emperyalizmi tarafından baskılandığı için çok daha kısa bir zamanda yapmalıydı. Beraber gelen toplumsal yıkıma

yönelik tepkileri sistem içinde tutabilmek için, sermaye güçleri, sağcı-şoven söylem ve politikalarla yabancıların üstüne atmaya çalıştı. Yükselen ırkçılık ve Fransa’nın çoğalan askeri müdahaleleri, ezik bir duruma itilen Müslüman gençlerde beklendiği ve istendiği gibi bir İslamist radikalleşmeye yol açtı. İşte, sonuçta, bütün bu süreçler birleşip birikti ve 2015 yılında iki çok ağır terör saldırısı oldu. Bu saldırıları da fırsat bilen Fransız emperyalizmi, “ben de henüz eksik kalan devletin otoriterleşmesinin önünü açayım“ dedi. Anlayacağınız, Fransız emperyalizminin yeniden dirilişin kanlı aşamalarına tanık oluyoruz.


Şubat 2016 / sayfa 11

toplumsal özgürlük

GENÇLİK Diktatörlük rejimi üniversiteleri zapt etmek istiyor!

AKP’nin üniversitelerde abluka denemeleri AKP rejiminin, hegemonya kuramadığı üniversitelere girmek için koçbaşı olarak kullandığı selefi çeteler ile inançlı öğrenci kesimlerini ayrıştırmalıyız. Bu ayrım, çeteleri yalnızlaştıracaktır.

Utku ŞAHİN 7 Haziran yenilgisi sonrası başlayan baskı ve katliam süreci, 1 Kasım seçimleri ile birlikte başka bir boyut kazandı. Ülke genelinde estirilen milliyetçi havayı arkasına alan saray rejimi, Kürt halkına açıktan savaş ilan etti. Bir tarafta muhalif gazeteciler, Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklanması, diğer tarafta barış talebi ile simgeleşen sivil siyasetçi Tahir Elçi’nin katliamı ile“toplumun her kesimine her an saldırabilirim,

sindirebilirim”mesajını vermek istedi iktidar. Daha önce de belirtmiştik, bu yaşanan baskı ve katliam sürecinin yansıyacağı ilk yer hali hazırda polis yuvalarına dönüştürülmek istenen üniversiteler olcaktı, nitekim öyle de oldu. Devrimci siyasetin köklü olduğu İstanbul Üniversitesi’nde başlatılan siyaset yasağı ve polis şiddeti neredeyse tüm üniversitelere sıçradı. Geçtiğimiz dönemlerde milliyetçi, faşist çetelerin, polis ve okul yönetimi tarafından desteklediği

saldırılar; şimdi kendisini iktidarın ayrıştırma, kutuplaştırma, muhafazakarlaştırma ve Ortadoğu’da katliamcı çeteleri destekleme politikasının etkisiyle “Müslüman öğrenciler” ve devrimciler arasındaki çatışmaya evriltilmiş durumda.

Yalnızlaştırmaya karşı örgütlenmeye Etki alanını her alanda genişletmeye çalışan saray rejiminin, üniversitelere yönelik yeni dönem planlaması cihatçı çeteler aracılığıyla üniversitelerde

devrimci gençliği tasfiyesi. “Müslüman öğrenciler linç ediliyor, ibadet etmesi engelleniyor” gibi söylemler ile yandaş medyanın da köpürtmesi sonucu, örgütlü gençlik kitleleri yalnızlaştırılmaya, marjinalleştirilmeye çalışılıyor. Yoğunluklu olarak kendisini ODTÜ ile gösteren bu manipülasyon; İTÜ, MSGSÜ, İstanbul Üniversitesi merkezli ve çevre üniversitelere de sıçrayan bir şekilde yayıldı. Ayrıca faşist çeteler aracılığı ile Çukurova Üniversitesi ve Mersin Üniversitesi’nde

400 lira ile neler yapılabilir? Görülüyor ki, AKP önce biz üniversitelilerin eğitim yoluna derin çukurlar kazıyor daha sonra elimize sıkıştırdığı bir avuç toprakla “çukurları kapatın diyor!”.

de polis destekli faşist saldırılar gerçekleşti.

Çetelerin desteklenmesi Bütün bu linç kampanyalarında çetelerin, ideolojik-politik hat olarak Suriye’de ve birçok Ortadoğu ülkesinde selefi cihatçı grupları benimseyen, bu gruplar için her türlü destek faaliyetini gösteren örtülü yapılar olması ve bunun da bizzat iktidarın yandaş rektörleri tarafından desteklenmesi, arka çıkılması gözler önüne serilmiştir.

Ronay GÜLTEKÇE Her yılbaşı öncesi haber programlarını işgal eden bir klişe vardır. Milli Piyango çekilişinde kazanılabilecek en yüksek ikramiye tutarı açıklanır açıklanmaz; muhabirler o miktarda parayla neler yapılabileceğini haberleştirir ve yayınlarlar. Malum bu yılbaşında büyük ikramiye biz üniversite öğrencilerine vurdu. AKP’nin aylarca parlattığı seçim vaadi hayata geçiyor. Aylık kredi/burslarımız, yeni yıldan itibaren 400 lira olacak. Hayaldi gerçek oldu! Gelin bu parayla neler yapabileceğimize bir bakalım. Ara not: Bu 400 lira, başvuran öğrencilerin çok küçük bir kısmına burs olarak (karşılıksız) veriliyor. Geriye kalan çoğunluk ise geri ödeme şartıyla yani kredi olarak alıyor ve borçlandırılıyor.

Öğrenciliğin bedeli! Tahmin edilebileceği üzere barınma-beslenme gibi ihtiyaçlarının aileleri tarafından karşılandığı evlerinden uzakta okuyan öğrenciler bu aylığa daha çok ihtiyaç duyuyorlar. Hatta çoğumuz bu aylığa güvenerek il dışı tercih yapıyor denebilir. Ancak bu 400 lira; metropoller-

Makarna ve yumurta öğrencilerin temel besin maddesi olmaya devam edecek.

Günün ihtiyacı Derinleşme tehlikesi olan, din üzerinden devrimci siyaseti tasfiye politikasına karşı tüm gençlik örgütleri süreci iyi tahlil etmeli. AKP rejiminin, hegemonya kuramadığı üniversitelere girmek için koçbaşı olarak kullandığı selefi çeteler ile inançlı öğrenci kesimlerini ayrıştırmalıyız. Müslüman öğrencileri örgütleme iddiası olan bu çetele-

de de, üniversiteye yakın konutların kiralarının fahiş fiyatlara çekildiği küçük, Anadolu şehirlerinde de bir öğrencinin aylık barınma masrafını karşılamıyor. Tek başına kira ve fatura masrafı dahi bütçeyi aşıyor. Beslenmeden bahsetmedik bile. Devlet yurdunda bu aylık, en azından yurt taksitlerimizi karşılar. Yurtların hijyen, güvenlik, ulaşım gibi hayati zaaflarını bir kenara bırakırsak barınma ve beslenme sorunumuz çözülmüş olur. Ancak yurt kapasiteleri minimum seviyede tutulduğundan, kontenjan bulma şansımız epey düşük. Yeni durağımız özel yurtlar! Güvenlik, hijyen ve ulaşım meseleleri daha az can sıkıcı buralarda. Ancak günde en azından iki kez yemek veren tam teşekküllü bir yurt için 400 liramız yeterli olmayacaktır.

Eğitim giderleri… Tabi ki öğrencilerin başka ihtiyaçları da söz konusu. Eğitim harcamaları bunların başında geliyor. Bir üniversitelinin; kırtasiye, fotokopi, ders kitabı gibi masrafları azımsanmayacak bir meblağaya tekabül ediyor. Okula gidip gelirken ödediği ulaşım

rin ideolojik-politik alt yapısını çökertmeli, esas baskı ve saldırıların tüm üniversite öğrencilerine, tüm bilimsel ve özgürlükçü değerlere dönük olduğunu pratikte göstermeliyiz. Meşru olmayan bir tek adam rejiminin yürüttüğü topyekûn savaş politikasının üniversitelere yansımasına karşı günün ihtiyacını karşılayacak örgütlenmeyi yaratmalıyız.

ücreti de var tabi. İkinci Öğretim olanlarımızın ise durumu daha vahim. Dönemlik harç bölümlere göre 770 ile 4.300 lira arasında değişiyor. Ki bu da öğrencilerin bir dönemlik burs/kredi gelirlerini dönem başlamadan okula vermeleri anlamına geliyor.

Kaşıkla verip kepçeyle almak! Üniversite yılları insanın kişiliğinde niteliksel sıçrama yapabilmesi adına kritiktir. Bir üniversite öğrencisinin gezmek, sinema/tiyatro izlemek, kitap edinmek ve sosyal faaliyetler geliştirmek için de bütçe ayırabilmesi gerekir. Ancak bu açıdan da tablo karanlık. Görülüyor ki, AKP önce biz üniversitelilerin eğitim yoluna derin çukurlar kazıyor daha sonra elimize sıkıştırdığı bir avuç toprakla “çukurları kapatın diyor!”. Amacı gençlikte “bu yol başı dik yürünmez!” algısı yaratıp kendisine %100 bağımlı, zavallı kuşaklar yetiştirmek. Üniversiteyi sermayenin ve iktidarın mutlak himayesine sokmak. Biz üniversiteliler olarak bu oyuna gelmeyeceğiz. Eşit, parasız, bilimsel eğitim için mücadelemizi sürdüreceğiz!

Alternatif eğitim üzerine Anti-demokratik, baskıcı, anti-bilimsel, paralı ve tek tip olan eğitim sistemine alternatif modeller yaratarak her alanda yaşamı kuşatmalıyız. Hayatla ve üretimle iç içe, parasız, bilimsel, doğaya dost ve cinsiyetçi olmayan bir eğitim örgütlemeliyiz. Doğuş GENÇ Türkiye’de, eğitimde yaşanan sorunlar, uygulanan neo-liberal politikalar nedeniyle her geçen yıl ağırlaşmakta ve eşitsizlikler yeniden üretilmekte. Kapitalizm, eğitimi bütün toplum kesimlerini kapsayan, sistematik bir süreç haline getirmiştir. Ama bu süreç, aynı zamanda insan aklının ‘araçsallaştırıldığı’, bilginin kapitalistlerin sömürü ve karlarının hizmetine sokulduğu bir süreç olarak gelişmiştir. Gelinen noktada, emperyalist-kapitalist sistemin dayattığı neo-liberal politikalar ile eğitimin ticaretleştirilip bilginin bir

meta haline getirilmesi, eğitimi parası olanın faydalandığı ya da herkesin parası oranında faydalandığı bir hizmet olmasının ve geniş emekçi kesimlerin bu haklarını elinden alınmasının önünü açmıştır. Kapitalizmin özü gereği daha fazla kar için yöneldiği liseler bu politikalar doğrultusunda yönlendiriliyor. Anti-demokratik, baskıcı, anti-bilimsel, paralı ve tek tip eğitim sistemine alternatif modeller yaratarak her alanda yaşamı kuşatmalıyız.

Nasıl bir alternatif eğitim? - Kafa ve kol emeğinin ayrılmadığı;üretimle emeğin bir

olduğu, - Hayatla iç içe bir eğitim, - Sınırları belli bir alanda olmayan eğitim, - Doğa ile iletişim halinde olan, - Eğitim süresinin olmadığı yeterlilik seviyesinin olduğu eğitimi, - Sadece öğrencilerin değil öğretmenlerinde eğitim süreçlerinin devam ettiği bir eğitim, - Ailelerin ve velilerin eğitimi için aile eğitim yuvalarının olduğu,ailenin sosyolojik ve psikolojik eğitim aldığı, - Öğrencilerin kişilik özelliklerini ön plana çıkaran psikolojik derslerin bulunduğu, -Salt meslek seçimi üzerinden

değil,neler öğrenilmek istendiğini vurgulayan, -Okul içinde söz,yetki, karar sahibi olan tamamını öğrencilerin oluşturduğu ‘’Okul Komiteleri’’ nin olduğu, -Okul Komitelerinde tüm alanların komitelerinin(Kadın,Ekoloji,Kitap Okuma-Okutma) alt birim biçiminde var olduğu, -Komiteler sonucu okul idaresinde söz hakkı olan, -Komiteler ile birlikte MEB içinde temsiliyetin olduğu, -Her zaman vurguladığımız: Eşit, parasız, bilimsel, demokratik, anadilde, zorunlu din dersinin olmadığı, sınavların olmadığı bir eğitim sistemi.

Sovyetler’de eğitim

pahalıydı.

Sovyetlerdeki eğitimin gelişmişliğini anlamak için; Sovyetler Birliği’nin son dönemlerinde okuma yazma bilen insan sayısının %100’e yaklaşmış olduğunu görmek bile yeterli. Sistemlerin devamını sağlamak için kullandığı silah olan, eğitim; sovyetlerde sosyalizmin inşası ve sosyalist bireylerin yaratılması için bir araç oldu. Ekim Devrimi olduğu sırada Rusya’daki okuma yazma oranı %28,4’tü. Bugün ülkemizde olduğu gibi, o zamanlar Çarlık Rusya’sında da eğitim; işçi ve köylü çocuklarının faydalanamayacağı kadar

Parasız eğitim Devrimin ardından paralı eğitim yerini; eşit, parasız bir eğitime bıraktı. Sovyetler’de, 14 yaşına dek kişinin bütün eğitim masraflarını devlet karşıladı. Yüksek öğretimde ise, geniş bir burs sistemi uygulandı. Türkiye’deki işçi ve köylü çocuklarının eğitim alamama durumunun aksine; Sovyetler’de, üniversite öğrencilerinin yarıya yakını işçi ve köylü çocuklarıydı.Bir çok ülkeden oluşan Sovyetler’de anadilde eğitim veriliyordu.


Şubat 2016 / sayfa 12

toplumsal özgürlük

KADIN ‘Tak etti’ dediğin yerde, öz savunma başlar…

Kadınlar, öz savunmaya! Simone De Beauvior, “Söz konusu olan tüm sistemdir ve talebimiz ancak radikal olabilir: Hayatı değiştirmek!”

Meral ÇINAR 21. yy da erkek egemenliğinin kadınlar için yok edici boyutlara ulaştığını söylersek abartmış olur muyuz? Erkeklerin her gün onlarca kadın öldürdüğü ve her gün ölüm ile burun buruna yaşadığımız bir ülkede mi? Asla; tam tersine, günlük olarak yaşadığımız bir sorunu basitçe anlatmış oluruz. Ekonomik krizle iç içe geçerek yaşanan hegemonya krizinin yarattığı savaş coğrafyaları, erkek egemen baskı biçimlerinin en çok çeşitlenip derinleştiği yerler. Savaşın içerisinde olan kadın, yoksulluğa mahkûm ediliyor ya da erkekler tarafından köleleştiriliyor. Bedenleri kapitalizmin fuhuş sektörüne “meta” oluveriyor.

Bu savaş ortamlarında kadınların en temel haklarının ne kadar geriye gidebileceğini görüyoruz. Bu, yaşanacak yeni krizde ilk olarak kapitalizme özgü kadın-erkek “eşitliğinin” ortadan kaldırılacağı yönünde açık bir tehdit. İşte, öz savunma, bu yıkıcı tehdit karşısında gelişen bir pratik.

Öz savunma pratiğinin gelişimi Öz savunma sadece şiddete karşı kendini korumaktan değil, yaşamını bütünüyle savunabilmekten geçer. Özgürce, istediğimiz gibi, tüm yeteneklerimizi geliştirerek yaşayabilmek için öz savunmayı geliştirmeliyiz. Bizler, basit bir “erkeklerden öç alma” peşinde değiliz, kendi yaşamımız üzerindeki denetimi kendi ellerimize almak istiyoruz. “Öz savunma” deyince aklımıza

doğrudan ve yalnızca silahlı bir mücadele yöntemi, ya da dövüş sanatları gelmemelidir. Bu biçimler öz savunmanın sadece belirli yönleridir. Öz savunmanın ilk koşulu, içerisinde bulunduğumuz ve zarar gördüğümüz sistemi anlayabilmekten geçer. Neye karşı savaşmakta olduğumuzu bilmeden, onunla savaşmak için doğru araçları geliştirmemiz mümkün değil. Erkeklere değil, erkek egemen sisteme karşı savaştığımızı unutmayacağız. İkincisi, erkek egemen sistemin ezeli ve ebedi olmadığını; dolayısıyla değiştirilebileceğini, ezilmeye ve ikinci cins olmaya mahkûm olmadığımızı bilince çıkarmalıyız. Üçüncüsü, gücümüzün farkında olup kendi hayatımız üzerinde

söz sahibi olmamızı sağlayacak olan öz güven mekanizmalarımızı geliştirmeliyiz. Kendimize güvenmemiz savunmamızı güçlendirecektir. Dördüncüsü, kadın dayanışması öz savunmanın önemli ve belirleyici bir aşamasıdır. Her kadın erkek egemenliğinin farklı biçimlerine maruz kalıyor. Birbirimizle dayanışmayı ne kadar güçlendirirsek, öz savunmamız o denli delinmez bir zırh olacaktır.

Çare örgütlü bir öz savunma Buraya kadar pasif ama öz savunmanın temelini oluşturan yöntemlerden bahsettik. Ama bu yöntemlerle erkek şiddetini önlememiz mümkün değil. En fazla yavaşlatır ya da kısmi olarak azaltabiliriz. Bu kazanımlarımızın ardından geliştireceğimiz

atak savunma yöntemleriyle öz savunma pratiğimiz başka boyutlar alacaktır. Erkek kadını taciz eder veya şiddet uygularsa, erkeği ve yaptığını teşhir ederek onu savunmasız bırakabiliriz. Teşhir; önemli bir atak savunma yöntemidir. Doğru bir şekilde kullanıldığı takdirde işe yarar. Erkeğin şiddetine karşı fiziksel şiddet uygulamak, teşhirden bir sonraki adımdır ve artan şiddet, taciz ve tecavüz olaylarından sokakta yürüyemez hale geldiğimiz bu günlerde önemli bir öz savunma yöntemidir. Erkeğin fiziksel olarak güçlü olan konumuna karşı, spor yapmak ve dövüş sanatlarını öğrenmek kendimize olan güvenimizi perçinleyecek ve şiddete karşılık verebilmemizi sağlayacaktır.

Bu yönde geliştirilmiş birçok savunma sanatı vardır. Örneğin Wen-Do (kadının yolu) tamamen kadınlar için geliştirilmiş bir dövüş sanatıdır. Sonuç olarak, öz savunma yönteminin sadece bireysel olarak kazanılması ya da örgütsüz bir biçimde uygulanması, içinde nefes alıp verdiğimiz toplumda bütünlüklü bir sonuç yaratamaz. Kadınların öz savunmadaki en önemli silahı örgütlenmektir. Karşımızda her tarafımızdan bizi kuşatmış bir ataerkil kapitalist sistem durmaktadır. Bunun karşısında sistemli ve bilinçli bir şekilde geliştirilmiş öz savunma pratiği “hayat kurtaracak” boyutlara ulaşabilir, toplumsal özgürleşmenin önünü açabilir. Bu da örgütlü bir kadın mücadelesinin gelişmesiyle mümkündür.

Direnişçi kadın hayalet Eve hapsettiğiniz kadınlar tarihin bahar temizliğine girişmiş durumda. Sokakları kazanan, örgütlenen ve giderek özgürleştiren bir temizlik! Hatice GÖZ Ataerkil kapitalist sistemin muhafazakârlaşmaya ve faşizme giden yolu, tarihin her döneminde aynı taşlarla döşenmiştir. Faşizm, ana eksenine bireyi ve özgürlüğü değil, devleti ve toplumu alır. Aynı şekilde aileden toplumun temeli olarak söz eder. Kutsadığı diğer kavramlarsa, annelik, çocuk, evlilik ve kadındır. Bu kavramları incelediğimizde faşizmin iktidara gelişinde zorunlu olan kadın desteğini gözlemleyebiliyoruz. Hitler’in de dediği gibi; ‘siyasette kadınların desteğini kazanmak gerekir, erkekler onları kendi başlarına izleyeceklerdir’. Ya da diğer faşist diktatörlerin söylemleri; “Beşikleri boş duran halklar imparatorluk kuramazlar…”Mussolini “Anne kendini bütünüyle çocuklara ve aileye adamalıdır. Kadın da erkeğe…” Bir Nazi ideoloğu “En az üç çocuk yapmak için özveriden kaçınmayınız.” Mareşal Petain Faşizm gibi, “niceliği” zafer sayan bir ideolojide, kadınlar yalnızca birer üreme makinesidir. Bu makineyi çalıştırmanın yolu ise, Kadının toplumsal rollerini yücelterek erkeğe bağımlılığını pekiştirmektir. Kalabalık ailelere altın madalyalar takmak; Anneler Günü’nü kutlamayı zorunlu hale getirmek; evlilik bütçeleri oluşturmak bunlardan yalnızca birkaçıdır. Sözün özü faşizmde, kadının yeri ‘ev’; erkeğin yeri sokaktır; kadının yüceliği ‘annelik’, erkeğin ki “güçtür”.

Tarihin tozlu yollarında, AKP Faşizm ve faşist diktatörlerin sözleriyle hafızalarımızı tazelememizin bir nedeni var elbette. AKP hükümetinin elinden gelse bir an bile düşünmeden kuracağı faşist diktatörlüğün yolunu yaparken uyguladığı kadın politikalarının benzerliğinin farkına varmak

için… AKP’nin 14 yıllık iktidarı boyunca kadın bedeni üzerinden ürettiği söylemler ve kadın emeğine dönük saldırıları arada ki benzerlikleri anlatmaya yetiyor. Erdoğan’ın ‘üç çocuk yapınız’ söylemleri; ‘cennet annelerin ayakları altındadır’ diyerek anneliği yüceltmesi; AKP döneminde Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’na dönüşmesi; artan kadın cinayetleriyle orantılı adalet sisteminin erkekleşmesi ve erkeği koruması… Tecavüz ve taciz durumlarında artan ‘iyi hal ve saygın tutum’ indirimleri; din üzerinden kadın bedeninin baskılanması; kadının kahkahası, yolda nasıl yürüdüğünün bile memleket meselesi haline gelmesi… Bu tabloda, kadının emeği ve bedeni üzerindeki baskıyı temeline alan kapitalizmin çocuğu faşizmin yeniden doğmaya çalıştığını görüyoruz.

Kadınlar bahar temizliğine başladı AKP hükümetinin ezdiği kadınlar tam da ezildikleri yerlerden cevap veriyorlar iktidara. Kaybedecek şeyleri kalmayan kadınlar en büyük direnişleri gösteriyorlar artık. Farkında mısınız? Ataerkil kapitalizmin üzerinde bir direnişçi kadın hayaleti dolaşıyor. Gezi’yle güçlenen kadın dayanışması artık bambaşka boyutlarda… Bedenlerine, emeklerine yaşamları hakkındaki kararlara sahip çıkarak direniyorlar. Kampüslerden sokaklara, edebiyattan doğaya her yeri direnişe boyuyorlar. Artık ‘acılı ana’ söylemlerine kanmıyor, erkek egemen devlete karşı Cizre’de, Sur da, ellerinde silah savaşıyorlar. Yani, eve hapsettiğiniz kadınlar tarihin bahar temizliğine girişmiş durumda. Sokakları kazanan, örgütlenen, öz savunmasını yapan ve giderek özgürleştiren bir temizlik!

O sancı bir kadını doğuracak “Kimsin sen?” Hemen hiçbir kadın sorulduğu anda cevap veremez bu soruya ve belki sonrasında bile. Leyla BUCAK Sokak lambası kar taneleri olan bir şehrin, kaldırımlarında geçiyor size anlatacağım yaşanmışlık. Bir anda bedenimi yeryüzüne siper etmişçesine üşüten bir soruyla başlıyor yaşananlar. Gecenin bir saati, sokakta, sessizce, yan yana ilerlediğim bir ‘erkek’… Saçlarıma takılan taneler kadar soğuk bir ses tonu ve kararlılıkla:” ‘Kimsin sen?’ soruma yanıt bulmadan beni arama” dedi. Afallamıştım, öylece kaldım. O ise, karanlığa karışıp gidiyordu. Elleri ceplerinde ve dileği derinlikte düşüncelere dalarak… Kar tanelerinin soğukluğuyla ‘kendime’ geldim. Bir an önce eve girmelisin diye bağırıyordu bütün sokak. Yaşadığım anı düşünmekten önce düşünmem gereken şeyler vardı. En nihayetinde ben bir kadındım. Apartman kapıcısı gelip, “sen, tecavüz edilecek birisin, öyle olmasan bu saatte ne işin var sokakta” diyebilirdi. İlk kattaki emekli teyze camdan yüzüme tükürebilir

ve “ sen namussuzsun, toplumun ahlakını bozuyorsun” da diyebilirdi. Ya da herhangi biri bana “kim” olduğumu başka şekilde gösterebilirdi.

Kimsin sen? Kafamda bin bir türlü soru -“kimsin sen?” dışında- ve korkuyla eve girip kapıyı içerden kilitledim. Nedense öncelikli olarak düşünmem gereken; gecenin bir yarısı sokakta olmam konusunda kimin ne düşüneceği olmalıydı. Bir anne de olsam böyle olurdu; kim olduğumu düşünmek yerine harcayacağım zamanı, çocuklarım ve kocamla ilgilenerek geçirirdim. Ne de olsa onların ‘karısı’ ya da ‘annesi’ idim. Ya da üniversite öğrencisi olsam mesela ailemin benim için seçtiği bölümü okur, bayramlarda eve gidip anneme komşu gezmelerinde vitrin mankeni olurdum. En nihayetinde okuyan ama namuslu ve’ hanım hanımcık’ bir evlattım ben. “Kimsin sen?” sorusuna bunların hepsi cevap olabilirdi. Ama bana yetmemiş olacak ki kitaplarıma yöneldim bir

umut… Özgür insanların simgesi olan Zorba, her hafta Madame Ortans’a gidiyor; onun iyi limanlı körfezini fethediyordu. “Madama sen kimsin?” desek; iyi niyetli, konuksever bir kıyıyım derdi herhalde. Kazancakis onu öyle yazmıştı.

Güçlü, dirençli ve kadın Kitaplığın bir köşesinde, Flaubert’in istek ve arzularına yenik düşmüş, kocasını aldatmış ve sonunda intihar etmiş Madame Bovary duruyordu. Aramaya devam ettim. Zamanın Kıyısındaki Kadın’a rastladım uçurum kenarında. “Güçlü, dirençli ve kadın” üçlüsünün toplumda var olmayan algısını bildiğinden bir şizofreni yaratmıştı Piercy, kadın kahramanından. Nazım Hikmet, Cemal Süreya ise, aşık olunacak kadınlara şiirler dizmişlerdi; alımlı, güzel, narin kadınlar. Tam karşılarında da bütün ihtişamıyla Füruğ duruyordu. İnatla ve dimdik… Kitapları bırakırken karar verdim: bunun bir kadına sorulacak son soru olduğu-

na. “Kimsin sen?” sorusuna binlerce kalıplaşmış cevap gelebilir bir kadının aklına… Çok basit, iki kelimelik bir sorudur, erkekler için. Oysa hiçbir kadın sorulduğu anda cevap veremez bu soruya ve belki sonrasında bile. Çünkü binlerce yıldır cevaplanmasına izin verilmemiş, bir sorudur bu. Ardını dönüp gidilemeyecek bir sorudur. Sorulduğu anda acıtan, taşlaşmış bir kimliği doğurtmaya çalışan bir soru. Sancıları ağır, çığlıkları yüksektir. Hiçbir dilde kadının şahıs zamiri yoktur ve bütün iyelik ekleri boğazına düğümlenir cümle kurarken. Gecenin bir saatinde, bir kadına; “kimsin sen?’ soruma yanıt bulmadan beni arama” denmez. Çünkü o kadın bulamadığı cevabı, tarihin gösterdiği şekliyle yenilgi olarak kabul etmez. O kadın bu cevabı ömrünce arar, vazgeçmez. Aslında, cevabı bilir: O kendisidir, bedenidir, üretkenliğidir, duygularıdır, gücü ve yaşamıdır. Ve zamanın ya da tarihin herhangi bir yerinde bu cevabı kabul ettirene ve katiller yargıçlığı bırakana kadar seni asla aramaz.


Şubat 2016 / sayfa 13

toplumsal özgürlük

EKOLOJİ Kyoto’dan Paris’e

İklim değişikliği anlaşmalarının açmazı Oysa kapitalizm üretim hacmini genişletmek zorunda olan bir sistemdir. Ve büyük ya da küçük ekonomi olsun her türlü kapitalist üretim doğal denge ile çelişki halindedir.

Paris ‘göz boyama’ zirvesi

Emine AYHAN 16 Şubat 2005’te yürürlüğe giren Kyoto Protokolü’ne Mayıs 2010 itibariyle 191 ülke ve Avrupa Birliği taraftı. Aslında ilk zirve 1992 yılında Rio’da gerçekleştirilmişti. Katılımcı ülkeler bir sözleşme imzalama konusunda anlaşmışlardı. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve sözleşmesi olarak imzalanan bu anlaşma çerçevesinde 1995’te Berlin’de, 1997’de de Japonya’nın Koyoto kentinde iklim zirveleri yapıldı. Kapitalist sistem artık sürdürülemez bir hal almıştı. Ve durum sermaye sınıfı tarafından bile gizlenemeyecek kadar vahimdi. Kyoto’daki zirvenin ardından imzalanan protokol, sanayileşmiş ülke taraflarına bağlayıcı sera gazı salım sınırlama ve azaltım yükümlülükleri getirmişti. Protokolün ülkelerin onayına ve uygulamasına hazır hale getirilmesi için gerekli ayrıntılı uygulama kuralları 2001 yılında Marakeş’te gerçekleştirilen 7. Taraflar Konferansı’nda kabul edilmişti. “Marakeş Uzlaşmaları” olarak adlandırılan bu kurallar 2005 yılında Protokol’ün 1. Taraflar Toplantısı’nda onaylandı.

Protokol kâğıt üzerinde kaldı Protokol, Sözleşme’nin “ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar ilkesi” uyarınca Taraflar arasında yükümlülükler açısından yaptığı ayrımlaştırmayı izleyerek, gelişmiş ülkelere bağlayıcı salınım azaltım yükümlülükleri getirmiş ve onlara daha ağır bir yük vermiştir. Taraflarının 2008-2012 yılları arasını kapsayan ilk yükümlülük döneminde toplam sera gazı salınımlarını 1990 düzeyi-

Paris’te toplanan iklim konferansında iyimser bir hava estirildi. Sanki sistemin doğa karşıtlığına bir çözüm bulunmuşçasına bir söylem geliştirildi. Emine AYHAN

Sermaye doğayı talan ettikçe, gösterişli şehirlerin parlaklığı arkasındaki gerçek çoraklaşan topraklar oluyor

nin % 5 altına indirmelerini öngören, toplu bir hedef veya tavan koymuştu. Gelişmiş ülkeler Kyoto Protokolü’nün nasıl uygulayacakları hakkında uluslararası bir uygulama planı hazırlayacaklardı. Ancak bunu yapmadılar. ABD ve Avustralyagibi büyük ekonomiler Kyoto protokolüne uymadılar. Yalnızca 15 ülke, sera gazlarının emisyonunu 2010 yılına kadar %8 azaltmayı kabul etmişti. Üstelik protokol, kalkınmakta olan ülkelere emisyon sınırı koymuyordu. Çin, Hindistan gibi ülkeler, atmosferin kirlenmesinden büyük ekonomilerin sorumlu olduğunu savunuyorlardı. (kapitalizmin mantığına söz söyleyen yoktu.) Dolayısıyla da üretim sınırlamasının büyük ekonomileriler sınırlı olması gerektiğini savundular. Oysa kapitalizm üretim

hacmini genişletmek zorunda olan bir sistemdir. Ve büyük ya da küçük ekonomi olsun her türlü kapitalist üretim doğal denge ile çelişki halindedir. Üstelik Çin 2002 yılında küresel düzeyde atmosfere salınan sera gazlarının yüzde 13,6’sından sorumluydu ve bu oran Amerika Birleşik Devletleri’nden sonra ikinci büyük rakamdı. Yine Hindistan yüzde 4,2 ile atmosferi en fazla kirletenler arasında beşinci sıraya yükselmiş durumdaydı.

Emisyon ticareti Kapitalizm öyle bir virüs ki, bulaştığı her yere kendi pazar ilişkilerini dayatır. Her şey alınıp satılabilir bir metaya indirgenir de, karbon salınım hakkı bundan geri kalır mı? Bilindiği gibi, protokol sera gazları üretenleri bir bedel ödemeye zorlayarak azaltma-

yı amaçlıyordu. Bu durum şirketlerin, artık üretmedikleri metalardan da para kazanmaya başlamasını sağladı. Şirketler kendi salınım hakları olan karbon miktarını satarak gelir elde etme gibi bir dâhiyane sistem geliştirdiler! Dünyada Londra ve Chicago’da kendi borsalarını yaratan karbon pazarı, oldukça büyük hacimlere ulaştı. 2007 yılında 64 milyar doları,2008’de 140 milyar doları aştı. 2020 yılında 1 trilyon dolara ulaşması bekleniyor. Para odaklı çözümlerin çıktısı yine paraya çevrildiği, karbon salınım hedeflerinin ise beklenin üstüne çıktığı görülmektedir. Kısacası Kyoto sistem içi çevrecileri için büyük bir hayal kırıklığı yarattı. İklim bu sistem içerisinde kurtarılamıyor muydu?

Kyoto’nun uygulanamayacağın çok geç de olsa idrak edilmesinden sonra, düzen içi çözüm önerenler umut satmaya devam ettiler. Kopenhag’da, Lima’da, New York’ta Bonn’da, Durban’da, Cancun’da vs. birçok kez toplanıldı. Ama herhangi bir sonuç alınamadı. Bütün bu zirveler tüm dünyada son zamanlarda iklim krizinin yıkıcı etkilerine karşı gelişen hassasiyetle izlendi. Çünkü kriz öyle bir noktaya geldi ki, artık sermaye çevreleri tarafından bile gizlenemez oldu. Son olarak Aralık ayında Paris’te toplanan iklim konferansında iyimser bir hava estirildi. Sanki sistemin doğa karşıtlığına bir çözüm bulunmuşçasına bir söylem geliştirildi. Çünkü durum onları iki seçenek arasına sıkıştırmıştı. Ya krizi çözemeyeceklerini itiraf ederek bu düzenin daha fazla sorgulanmasına yol açacaklardı, ya da “biz bu sorunu çözebilecek kapasitedeyiz” diyerek var olan iklim adaleti kalkışmasını sakinleştirmek isteyeceklerdi.

1.5 ⁰C’de anlaşma! Paris’teki zirvenin dünyaya pazarladığı en köktenci (!) sonuç, bu yüzyıl sonunda ortalama sıcaklık artışının 1,5 ⁰C ile sınırlandırılma hedefi oldu. Onlar her ne kadar “sınırlandırılacak” şeklinde kesin ifadeler kullansalar da, biz hedef demeyi tercih ediyoruz. Çünkü bu anarşik üretim sistemi içerisinde bu hedefe nasıl uyulacağını doğrusu merak ediyoruz. (Kaldı ki bilim insanları bu derece bir artışın

bile oldukça büyük yıkıcı etkileri olduğunu söylüyorlar.) Varsayalım ki 1,5⁰C’lik bir ısınma hiçbir şeyi etkilemiyor. Varsayalım ki bilim insanları yanılıyor. Varsayalım ki bilim insanları komünist ideoloji tarafından yönlendiriliyorlar. (ABD’de kapitalizmin üretim mantığını eleştiren her bilim insanına yakıştırılan şey) Bu varsayımlar çerçevesinde soruyoruz: İklim değişikliğinin önlenmesi için ısınmayı 1,5 ⁰C ile sınırlamak için tarafların üzerinde mutabık olduğu bir yol haritası var mı? Evet, koca zirvede bu konuda herhangi bir karar alınmadı. Zirveye katılan 190 ülke sadece karbon salınımını azaltma hedeflerini beyan ettiler. Dolayısıyla 1,5 ⁰C’lik sınırlamanın ne şekilde yapılacağı bilinmiyor.

Krize ilişkin temel vurgular yok Evet yok. Ama olmasını da beklemiyoruz. Krizi bertaraf etmek için 2050 yılı itibari ile fosil yakıtların kullanımının tamamen kaldırılması hedefleniyor. Bu durumda üretim sistemi değiştirmeyeceklerine göre, kullandıkları yakıtları değiştirecekler. Ne tür enerji kaynakları kullanılacak? Onu bile belirtmemişler. Krize ilişkin getirdikleri bir diğer çözüm ise karbon tutma ve depolama teknolojilerinin geliştirilmesi oldu. Kısacası Paris iklim zirvesi yine sermaye merkezli ve teknoloji yoğun üretim odaklı bir perspektif sunan, boş lafların üretildiği bir zirveden öteye gidemedi. Bize de bunu teşhir etmek ve gerçek iklim adaleti hareketini örgütlemek düşer.

Domuz gribi yeniden hortlarken Griplerden meydana gelen toplu ölümlerin en büyük sebebi yoksulluk. 1918’deki toplu ölümlerin en çok görüldüğü yer Hindistan’ın en yoksul bölgeleriydi. Domuz gribi bugün en çok yoksul halktan ölümlere neden oluyor. Kenan DAĞAŞAN Dünya üzerinde ilk domuz gribi vakası 1918’de tespit edildi. Hem domuzlarda hem insanlarda ortaya çıkmıştı. 1918-1919 yıllarındaki salgında 20 milyon insan ölmüştü. 1976’daki salgında ise aşı olup da ölen insan sayısı hastalanan insan sayısından daha fazlaydı! En son salgın ise 2009 yılında ortaya çıktı. Meksika’nın domuz çiftliklerinden tüm dünyaya yayıldı. Evet ortaya çıktığı yerler bilindiği gibi domuz çiftlikleri. Tıpkı kuş gribinin kümes hayvanı çiftliklerinden yayılması gibi. İnsanların domuz, tavuk ya da diğer hayvanları evcilleştirmesi binlerce yıllık bir geçmişe sahip. Yani binlerce yıldır bu hayvanlarla iç içe yaşıyoruz. Ama bu hayvanların kitlesel ölümlere sebep olan yeni virüsler ortaya çıkarması yirminci yüzyılla birlikte başladı. Hastalığın değişim geçirmesi ve insanlara bulaşır hale gelmesi yine

kapitalizmle birlikte ortaya çıktı. Salgın hastalıklara yol açan virüsler sağlıksız ve hijyenden yoksun ortamlarda değişimeuğruyorlar veyepyeni hastalıklara dönüşüyorlar.

Domuz gribi ve Meksika çiftlikleri Bugünkü domuz gribi Meksika’nın Perote kasabasında ortaya çıktı. Tabi ki bunun bir nedeni var. Bir yanda tekelleşen kapitalizm, bir yandan neoliberal ekonomi politikaları bu durumun ortaya çıkmasında önemli rol oynadı. Bizdeki Özal hamlesinin gerçekleştiği dönemlerde yani 1980’lerde Meksika da neoliberal ekonomi modeline geçti. 1994 yılında büyük bir ekonomik buhran yaşadılar. Bu yıl aynı zamanda Amerika ile imzalanan serbest ticaret anlaşması NAFTA’nın yürürlüğe girdiği yıldı. Bu kriz ve anlaşmayla birlikte işgücü iyice ucuzladı. Yoksulluk arttı. Artık Meksika yabancı yatırımcılar için bir cennet haline geldi. Öte yandan 1918’den beri domuz

üreticiliği yapan ABD’li kapitalistler git gide tekelleşiyordu. Vereceğimiz rakamlar ne demek istediğimizi daha iyi anlatacaktır. 1965 yılı itibariyle ABD’de 53 milyon domuz ve 1 milyon domuz çiftliği vardı. Yani ortalama olarak çiftlik başına 53 domuz düşüyordu. Bugün domuz popülasyonu 65 milyon olan üreticilerin çiftlik sayısı ise 65 bin. Yani çiftlik başına ortalama 1000 domuz düşüyor. Bu durum çeşitli virüslerin bir araya gelerek yeni bir form oluşturmasını hızlandırıyor. Ayrıca toplu ölümleri hızlandırıyor.

Çiftlikler taşınınca İş gücünün ucuzlamasıyla yatırımcıların önü açılmıştı. Üretim çiftliklerini Meksika’ya kaydırmak için hiçbir engel yoktu. Üstelik Meksika hükümeti çevre sağlığı, iş sağlığı ya da hayvan sağlığı konusunda sıkı bir denetim politikası uygulamıyor. Böylece çiftlikler Meksika’ya taşındı. Ve sermaye yoğu üretim artarak

devam etti. Bu üretim sistemi beraberinde hesapta olmayan sonuçlar doğurdu. Bunlardan en önemlisi Meksika’dan tüm dünyaya yayılan domuz gribi oldu. 2009 yılında ortaya çıkan salgın tüm dünyaya yayılmıştı. Ve şimdi kabus geri döndü. Virüs Meksika çiftliklerinde üretilmişti. Yetersiz tedavi olanakları ve yoksulluk sebebiyle tüm dünyada can almaya devam ediyor. Ve ülkemizde de ölümlü vakalar yeniden görülmeye başlandı. Griplerden meydana gelen toplu ölümlerin en büyük sebebi yoksulluk. 1918’deki toplu ölümlerin en çok görüldüğü yer Hindistan’ın en yoksul bölgeleriydi. Domuz gribi bugün en çok yoksul halktan ölümlere neden oluyor. Çünkü neoliberal sağlık politikaları tedaviye ulaşmayı güçleştiren bir durum ortaya çıkardı. Görüldüğü gibi bir virüs bir virüsten çok daha fazlasıdır.


Şubat 2016 / sayfa 14

toplumsal özgürlük

KÜLTÜR/SANAT Sovyet sinemasında biçimden çok öze önem veriliyordu.

Bolşevik Devrimin Sine-Göz’ü; D.Vertov Devrimin iddialarından birisi olan burjuva sanat ve düşünce akımlarından kurtulmak da, Sovyet sinemacıların yeni yöntemler, üsluplar ve kuramlar geliştirmesinde önemli bir etki yaratmıştır. Dilgeş BAZ “Bir sinema yazarıyım ben. Bir film ozanıyım. Kağıda yazmak yerine, film üzerine yazarım.” (Dziga Vertov / 1935) Gerçek adı Denis Arkadievich Kaufman olan “Sine-Göz” akımının kuramcısı Dziga Vertov’a dönüşmüştür. Sinemada kurmacaya karşıdır. Dramayı, “burjuvazinin elindeki bir afyon” olarak nitelendirir. Kameranın işlevini, sadece görüntüyü kopyalayan değil, “gözün güçsüzlüğünün aşılması için bir araç” olarak tanımlar. Sine-Göz kuramını geliştiren Bolşevik Sine-Göz gerilla hareketinin kuramcısı Dziga Vertov’dur. Vertov 1917 Ekim Devrimi’nden sonra Lenin’in emriyle Sine-Göz hareketini başlatmıştır. Vertov sinema kuramını o dönemki Sovyet Bolşevik iktidarının kendini halka anlatma ihtiyacı üzerinden şekillendirmiştir. Vertov’un çoğu filmi, Bolşeviklerin sosyalizmi ve önceki çarlığın diktatörlüğünü / eşitsizliğini anlatıyordu. Dziga Vertov’un öncülüğünde Sine-Göz hareketi trenlerle tüm Sovyetleri köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir, fabrikadan okullara her

yere giderek Devrimi anlatmışlardır. Sovyet Kültür Devrimi, Sinema ile yapılmıştır desek yanlış olmaz. Vertov filmlerdeki kurmacanın bir afyon olduğunu savunur. Bu kurmacalar, seyirciyi sarhoş eder, böylece daha sonra bilinçsiz seyirciye çarpıtılmış gerçekleri kabul ettirmek kolaylaşmaktadır. Bu nedenle sinemada gerçek olayların yer alması gerektiğini savunur.

Dzgia Vertov’un manifestosu Şimdi Dzgia Vertov’un Kinoglaz Manifestosuna göz atalım. 1-Drama halkın afyonudur. 2- Kahrolsun beyaz perdenin ölümsüz kralları ve kraliçeleri! Yaşasın sıradan günlük işlerin başında kaydedilmiş ölümlü insanlar. 3- Kahrolsun burjuva senaryoları! 4- Drama kapitalistlerin elinde ölümcül bir silahtır. Biz bu silahla devrimci günlük yaşamımızı sergileyerek bu silahı düşmanımızın elinden alacağız. 5- Modern drama da eski dünyanın bir artığı, devrimci gerçeğimizi gerici şekillere sokma çabasıdır. 6- Kahrolsun günlük yaşamımızın tiyatroda sahnelenmesi. Bizi olduğumuz yerde yakalayıp çekin! 7- Senaryo üzerinde uydurulmuş bir

masaldır. Biz kendi yaşamımızı yaşarken üzerimize biçilen görüntülere boyun eğmeyeceğiz! 8- Herkes kendi işini yapsın, başkasının işini engellemesin! Sinemacının işi bizi, engellemeyecek bir şekilde çekmektir. 9-Yaşasın proletaryanın devrimci Sine-Gözü!

Sinemaya destek Çarlık yıkılmış ve Sovyet Bolşevik Devrimi merhaba demişti dünyaya. İşte böylesi bir dönemde Devrimi ve Sovyet halklarına hem de dünyaya anlatma ihtiyacı doğmuştu. Sovyet Bolşevik Devrimi dünyanın ezilen halklarında mutluluk yaratmış ve hâlâ umudun varolduğunu göstermişti, diğer yandan ezen sömüren devletlere / sistemlere de korku salmıştı. Sovyet Bolşevik devrimine karşı anti-propagandalar başlamıştı. İşte böylesi bir dönemde Dziga Vertov’un önderliğinde Sovyetlerde Sine-Göz hareketi doğuyordu. Sovyet sinemasının bu kadar gelişmesinin nedeni ise başta Lenin olmak üzere; devlet görevlileri ve organları tarafından sağlanılan desteklerdi.

Devrimi halka anlatmak “Kötü film yapmak” dışında her türlü hak tanınan bu genç kuşak, dünyanın ilk sinema okulunda eğitim almış; devletin onlara sağladığı teknik olanaklarla ilk filmlerini çekmişlerdir. Lenin sinemanın halkın aydınlanmasında önemli bir yeri olduğunu fark etmiş ve sinemacıları filmlerini göstermek için ülkenin en ücra köşelerine göndermiş; buralarda halkın yaşayışı hakkında fikir sahibi olan yönetmenler; yepyeni hikayelerle büyük kentlere geri dönmüşlerdir. Sovyet sinemasının en büyük özelliği biçimden fazla öze önem vermesidir. Filmler biçimlerine göre değil, taşıdıkları öze göre değerlendirilir. Devrimin iddialarından birisi olan burjuva sanat ve düşünce akımlarından kurtulmak da, Sovyet sinemacıların yeni yöntemler, üsluplar ve kuramlar geliştirmesinde önemli bir etki yaratmıştır. Bu bakımdan Sovyet Sineması, Bolşevik Devrim’den ayrı düşünülemeyecek bir sinemadır. Her ikisi de eski olanı yıkıp, yeni olanı ortaya çıkarmak iddiasındadır. Sovyet Sineması’nın kaderi de devrimin kaderini izler...

Lenin için üç şarkı Filmin yönetmeni Dziga Vertov, Oyuncuları ise Vladimir Lenin , Joseph Stalin, Dolores Ibárruri , Nadezhda Krupskaya. Film, Sovyetler Birliği halklarının Lenin’i nasıl gördüğünü ve onun hakkında söylenen 3 anonim şarkıyı konu almaktadır. “Yüzüm Karanlıkta Sıkıştı” isimli birinci şarkıda Lenin’in Orta Asya halklarındaki feodal ve eski İslami kalıntıları nasıl modern eğitim ve teknolojilere dönüştürdüğünü anlatılır. Yeni sosyalist ilişkilerin bu kalıntıları yerle bir ettiğinden bahsedilir. “Bozkırlardaki Aşk Gibi O’nu Sevdik” adlı ikinci şarkıda, Lenin’in ölümü üzerine Sovyetler Birliği’ndeki tüm halkların üzüntüsü gösterilir.

Üçüncü şarkı “Büyük Bir Taş Şehir” isimli üçüncü şarkıda ise Lenin’in ölümünden sonra halkların çalışmaya devam etme konusu anlatılır. Bu kısımda üretim liderleri ile röportaj, çeşitli büyük binaların resimleri ve halkın sevinç dolu hareketleri konu alınır. Tamamı Lenin’e adanmış bir belgesel bu. Her karesinde Lenin’den bir iz görüyorsunuz. Yer yer kitleler önünde yaptığı konuşmalardan görüntüler de var. Filmin çekildiği yıla yetişebilen belki de yegane görüntüler bunlar ama yönetmenin ustalığıyla belgesel adeta bir destana dönüşmüş. Filmin sonunda, yüz yıllar geçse de, Leninin unutulmayacağı vurgulanıyor.

T.O.T.T. ya da Pompadour için briyantin Ott, hikayelerinde, acıklı hikayeler, kırık kalpler yitirilmiş hayaller, umutsuzlar, katiller, cadılar, sahte peygamberler, intiharlar, hayata küsmüşler, tüm kaybedenleri ele alır. Servet İNANDI İnsanın ve tarihinin evrende bıraktığı işaretleri birbirinin benzeri, ardılı olaylar geçmişi şimdiye, şimdiyi geleceğe aktaran hikayeler zaman şeridinde izler bırakırlar. “Anlatılan senin hikayendir” ve her hikayenin ve anlatıcının dili, sesi, tarzı ile kendinden başkalaşarak zamanın rengi, kılığına dönüşür. Yeniden ve yeniden… “Gerçekleri, hikayemize uysun diye eğip bükeriz, zekamız yoluyla deneyimi yeniden işleriz” der Proust. Aklı selim, zihni açık okur, izleyici, dinleyici zeka ve yetenekle yeniden işlenmiş deneyimle yorumlanmış

hikayeleri tanır ve teslim olur. Bir kulağımızdan girip diğerinden çıkmaz, işimize işler. Yine iyi okur bilir ki, zamanın neresinde geçerse geçsin, “anlatılan O’nun hikayesidir.”

Thomas Ott’un hikayeleri Thomas Ott 1966’da Zürich’te doğar. Grafik tasarım eğitim alır. Bitirme tezi olan ilk animasyon filmi “La grande illusion/ Büyük illüzyon” ile dehasının parıltılarını gösterir. Eğitim hayatı ardına 1989’da Paris’e yerleşir ve orada kendi özgün üslubunun temellerini atarak “Scratch Art” tekniği ile çizgi romanlar çizer. 1993 yılında Claude Luyet ile ortak animasyon filmi “Robert Creep/Bir

köpek hayatı” Solothurn da ödül alır. Sanatın bir dalıyla ilgilenirken, diğerlerine kayıtsız kalamayan her gerçek sanatçı gibi sinema, çizgi roman üretimlerinin yanı sıra 1986’da kurduğu Rock N’roll grubu Playboys ve Beelzebub’da müzik yapar.

OTT’un çizgi romanları Karanlığa attığı çiziklerle katıksız Noir çizgi romanlarında sözcüksüz ve tamamını resimlerle anlattığı kendi evrenini oluşturur. Fransız underground çizgi romanı öncülerinden etkilenir. Thomas Ott, çalışmalarının tamamını siyah kağıtları kazıyarak Scratch art tekniğiyle ustaca uygular.

Ott, acıklı hikayeler, kırık kalpler yitirilmiş hayaller, umutsuzlar, katiller, cadılar, sahte peygamberler, intiharlar, hayata küsmüşler, tüm kaybedenleri hikayelerinde ele alır. Bir cerrah gibi karanlığı ve gölgesini derin neşter darbeleriyle hayatın kötücül, kanayan tüm yaralarını daha da derinleştirir. Sanatında edebiyat, çizgi roman ve Rock N’roll’un etkileriyle ironi ve modernizmi gerilimli pop klişelerini yeniden yorumlayarak eserlerine yansıtmayı başarır. Dediği gibi, çok ileri, ne kadar ileri gidebiliriz karanlıkta. Karanlık, daha ne kadar karanlık olabilir?

Soluk mavi noktanın gazabı giderek yakınlaşıyor Yaşam anlara sıkıştırılıyor ve yaşamın anlamına dair her türlü derli toplu görüş daha baştan boğuntuya getiriliyor. İnsani malzeme giderek yavanlaşıyor. Herkes birbirine benziyor. Ellerinde akıllı telefonlar olan primatlara dönüşüyoruz. Hasan BEREKETLİOĞLU Kadim medeniyet kurmuş Çinliler düşmanlarına : “İlginç zamanlarda yaşayasın” diye beddua ederlermiş... Sanırım günümüz keşmekeşini özetleyen en güzel söz budur. Dünyanın çivisi çıkmış. Ülke toptan tımarhanelik. Kanla beslenen egemenler her an ölümlerle bizi sınıyor. Kayıpların ardından hepimiz farklı yaslar tutuyoruz. Dünya hiç olmadığı kadar zulüm altında inliyor.…

Öyle bir yerdeyim ki… Daha önce her şey güllük gülistanlık mıydı? Elbette hayır. Savaşlar her zaman oldu. Mücadeleler-

de her zaman kayıplar yaşandı, doğal felaketler, ekonomik krizler ve daha bir sürü insan yaşamını olumsuz etkileyen faktörler yaşanageldi. Bugün farklı bir şey yaşanıyor ama; hiç olmadığı kadar artmış durumda duyarsızlık. Melankoli ayıplanır olmuş. Hedonizm hayatın her anında hakim. Medya-sosyal medya ikilisinin egemenliğinde yaşam anlara sıkıştırılıyor ve “yaşamın anlamına” dair her türlü derli toplu görüş daha baştan boğuntuya getiriliyor. Bu maalesef yaşamı devrimci bir tutumla değiştirmek üzere harekete geçirmiş insanlar için bir kat daha zorlaştırıyor mücadeleyi.

Elimizdeki insani malzeme giderek yavanlaşıyor.

Akıllı telefonlu olan primatlar Herkes birbirine benziyor. Kimse zoru sevmiyor. Giderek ellerinde akıllı telefon olan primatlara dönüşüyoruz. Teknolojinin distopyası giderek karanlığına çekiyor bizi. Meşhur “kaynayan kurbağa” gibiyiz işte. Finans Kapital sürekli teknoloji pompalıyor ve kimse direniş gösteremiyor. Teknolojinin erişebildiği her yer ona tabi. Dünyada hala elektriğin ulaşmadığı 1 milyar civarında insan varken sanki gereksiz bir telaş içinde yazılmış gibi görünebilir bu yazı.

Ama inanın elektrik giren yere en kısa zamanda akıllı telefon ve uygulamaları hemen ulaşıyor oraya. Yani 100 yıllık süreç oralarda 1 ay gibi kısa sürece sıkıştırılıyor.

Bu ne çıldırtan denge Acılarımızın ve yenilgilerimizin sorumlusu peki teknoloji mi? Somut olaylar üzerinden bakalım. Çok gerilere gitmeyelim; Suruç katliamı gerçekleşti, Ankara Katliamı gerçekleşti ve şimdi de Kürt coğrafyasında ölüm haberleri geliyor her gün. Travmalar gün geçmeden yerini başka travmalara bırakıyor. Acımızı bile doğru dürüst yaşayamıyoruz. Evet yaşam hızlı akıyor

evet dünya değişiyor. Âmâ bu başka bir şey değil mi? Bu kadar siyah-beyaza hangi bünye nasıl dayanıyor? Yaprak döker bir yanımız /bahar bahçe bir yanımız. Burada suçun büyüğü elbette teknolojinin; sosyal medyanın. Ona biat edenin. Mış gibi yapanın. Neredeyse tek bir parmak şaklatması ile üzülüyoruz ve aynı parmağın şaklatması ile sevinmeye başlıyoruz.

Çiğnenmiş inancın en seçkini Bu suni gündemin içinde kitlelerin olması normal ama bizim için ne demeli? ‘Mücadele şekilleri değişti’ ile açıklamak mümkün mü? Milyonların içinde olduğu

savrulmanın içinde olmak anlaşılabilecek bir durum. Ama bunun teorize edilmesini hazmedemeyiz. Acı çekmek, hayal kurmak, tutarlı ve dürüst yaşam, entelektüel anlayış giderek teknolojinin gazabına uğruyor. İnsani olan her şey günümüze yabancı. Küstahlık, değersizlik, sıradanlık, nobranlık günümüzün dünyasının zemininde alıcı buluyor; çünkü anı sıradanlaştırmak ancak bu basiretsizliklerle mümkün kılınabiliyor. Politik tavır içinde olanların yaşam deneyimleri önemlidir. Fark yaratmalıdır. Eğer değiştirmek istediğinizle nüansla ayrılıyorsanız kim niye sizin peşinizden gelsin?


Şubat 2016 / sayfa 15

toplumsal özgürlük

EMEK/KENT/SPOR Kıdem tazminatı hakkı yok edilmek isteniyor!

İşçi ve memurlar AKP’nin boy hedefi işçi ve memurları ilgilendiren çalışma yaşamı ile ilgili önemli değişikliklerle, ciddi bir saldırı dalgasıyla karşı karşıyayız. Bütün bu düzenlemelerin içinde bulunulan savaş koşullarında gerçekleştirilmesi daha kolay olacaktır. İrfan KAYGUSUZ AKP, yeni dönemde hükümet olmasının ardından işçi sınıfına ve emekçilere yönelik önceki dönemlerde yapmak isteyip, çeşitli nedenlerle gerçekleştiremediği bir dizi değişikliği yeniden gündeme getiriyor. Hükümet’in 2016 yılında gerçekleştireceği “eylem planı” çerçevesinde ilk 3 ay içinde yapılacak düzenlemeler şu başlıklar altında planlanmış: - Çalışma hayatına güvenceli esneklik sağlayacak düzenlemeler yapılacak. - Avrupa Birliği norm ve standartlarında özel istihdam bürolarının faaliyetlerinin geçici iş ilişkisini de içerecek şekilde genişletilmesi amacıyla mevzuat düzenlemeleri tamamlanacak. - Kıdem tazminatı sisteminde yaşanan sorunların çözümü amacıyla ilgili sosyal taraflarla istişare içinde gerekli mevzuat düzenle-

mesi yapılacak. -Alt işverenlik çerçevesinde asıl işlerde çalışanların, kamuda istihdam edilmesine yönelik düzenleme yapılacak. İlk 1 yıl içinde ise, “Kamu Personel Rejimi Reformu”nun yapılacağı belirtiliyor. Tüm bu değişiklikler işçi sınıfına yönelik açık saldırı anlamına geliyor. Planlanan değişiklere Ulusal İstihdam Stratejisi kaynaklık ediyor.Stratejinin ilk açıklandığı günlerde Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Başkanı Tuğrul Kutadgobilik, “Taleplerimizin yaklaşık yüzde 60-70’inin bu metinde yer almasından memnun olduk “ diyerek teşekkür etmişti. Yapılmak istenilenlere ana başlıklarıyla bakmakta yarar var. Esneklik, cilalanmış yüzüyle, AB’den alınan “güvenceli esneklik” kavramı adıyla sunuluyor. Buna göre, işçiler esnek çalışacakmış ama

bazı güvenceleri de olacakmış. Oysa “güvence” ile “esnekliğin” bir arada olması sözkonusu olamaz. Esnekliğin kendisi güvencesizlik demektir.

Kiralık işçilik Esnek istihdamın gündemde olan bir başka biçimi de kiralık işçilik. Özel İstihdam Büroları aracılığıyla işçi kiralanması sonucu; işçi için işyeri kavramı olmayacak, örgütlenme hakkı ortadan kalkacak, grev hakkı olmayacak, işyerinde aynı işi yapan farklı statüde iki işçi grubu olacak, çalışanlarla işsizler arasındaki rekabet artacak, işçi simsarlığı yerleşecek. Bu tür bir ilişki çerçevesine çalışan işçilerin uygulamada ihbar ve kıdem tazminatları ile izin hakları da olamayacak. Özel İstihdam Bürosu aracılığı ile çalışacak işçi, bir işyerinden diğerine koşturup duracak, ama bu işçinin ne güvencesi, ne ihbar ve kıdem tazminatı, ne

de örgütlenme hakkı olacak.

Kıdem Tazminatı Yeni dönem saldırı planının önemli maddelerinden birini de kıdem tazminatı oluşturuyor. Halen her yıl için 30 günlük ücret karşılığı ödenen kıdem tazminatı için işverenler bu tazminatın taşınamayacak bir yük olduğundan yakınmaya başladılar ve özellikle kriz dönemlerinde bu tazminatı ödememek için değişik yollar denediler. Kıdem tazminatı tartışmalarında sermaye cephesi bakımından tam bir mutabakat olduğu söylenemez. Sermaye sınıfının bir kesimi, daha çok küçük işletmeler fonu savunurken, büyük sermaye 30 günlük sürenin 15 güne indirilmesini istiyor.

657 Devlet Memurları Kanunu Bunların yanı sıra 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda değişiklik öngören ve memurları

da güvencesiz biçimde çalıştırmayı hedefleyen düzenleme de yeniden gündemde. İşçi ve memur ayrımının ortadan kaldırılacağı, az sayıda kişinin “memur” statüsünde bırakılıp, diğerlerinin “işçi” yapılacağı, Erdoğan’ın deyimiyle tümünün “çalışan” yapılacağı bir değişiklik düşünülüyor. Bu değişikliğin kamuoyu meşruiyeti ise, “Fetullahcıların kamudan temizlenmesi” üzerinden sağlanmaya çalışıyor. Önceki yıllarda da benzer tasarı ve taslaklar hazırlanmış, ancak kamu emekçilerinin mücadelelerinin yanı sıra anayasanın da istenilen düzenlemeye olanak sağlamayacağı belirtilmiş ve bu köklü değişiklik için Anayasada değişikliğine ihtiyaç olduğu hükümet yetkilileri tarafından belirtilmişti. Diğer bir değişiklik ise, taşeronlaşma için gündemde. Kamuda çalışan taşeron işçiler yıllardır,

yaptıkları işlerin “yardımcı iş değil, asıl iş” olduğunu belirtiyorlar. Bu konuda onlarca yargı kararı işçiler lehine sonuçlandı. Şimdi hükümet, hangi işlerin yardımcı iş, hangi işlerin kamunun asıl işi olduğunu belirleyecek. Temmuz 2014 verilerine göre kamuda 755 bin taşeron işçi var. Ancak yapılan açıklamalara bakıldığında bu kişilerden 150 bine yakının kadroya alınacağı ve diğerlerinin ise yine taşeron olarak çalışmaya devam edeceği görülüyor. Asıl iş yardımcı iş ayrımı ve bunun belirlenme süreci yeni dönemin mücadele başlıklarından birini oluşturuyor. Kısacası işçi ve memurları ilgilendiren çalışma yaşamı ile ilgili önemli değişikliklerle, ciddi bir saldırı dalgasıyla karşı karşıyayız. Bütün bu düzenlemelerin içinde bulunulan savaş koşullarında gerçekleştirilmesi daha kolay olacaktır.

Burası AKP, buradan çıkış yok Yeni Türkiye’de karşımıza statlar artık Arena olarak çıkıyor. Her bir arena geçmişe özlem duyarcasına iktidardakilerin İmparatorluk özlemlerini giderdikleri birer yapı. Haluk KOŞAR

Sermayenin yönettiği kent! Artık daha gerçekçi ve daha net bir kent mücadelesi vermemizin zamanı geldi. Yaşanabilir bir kent için mücadelemizi büyütmenin zamanı geldi de geçiyor. Eymen DEMİRCAN 1. sayfadan devam

İstanbul “Pazarı” Bu gözü dönmüş yağma ve talan projelerinin sebebi sermayenin İstanbul’u pazar olarak seçmesidir. 2001 Ekonomik Krizi’nin ve 1999 Marmara Depremi’nin kent yağması konusunda çok önemli bir yol açıcı rolü vardır. Kriz sermayeye bir darbe vurmuştu. Ülkenin bozulan ekonomisini ve darbe alan sermaye gruplarını canlandırmak için emlak ve inşaat sektörü seçildi. Ükenin en zengin iş adamlarına baktığımızda neredeyse tamamının inşaat sektöründe iş yaptığın göreceğiz .17-25 Aralık Yolsuzluk Operasyonları gözaltı listesinde bir çok inşaat patronunun olması ise bir çok şeyi açıklamaktadır. İstanbul’da kentsel dönüşüm projelerinin bu denli ilerlemesinin bir önemli sebebi ise 99 Depremi’dir. İstanbul’un deprem kuşağında olması kentsel dönüşüme ön açmıştır.

Deprem bahane rant şahene Deprem riski bahane edilerek çok yasa çıkmış, bu yasalar sermayeye hizmet etmiştir.

Depremle korkutulan İstanbulluların evleri bir bir yıkılmaktadır. Deprem bahane, rant şahanedir . İstanbul’un dönüşümü sadece kendi toprak parçasını değil aynı zamanda çevresini de yok etmektedir. Kaos kenti haline gelen İstanbul’da hizmet adı altında kentsel dönüşüme hizmet eden bir çok proje yapılmaktadır. Bugün yapılması düşünülen metro hatlarına baktığımızda direk kentsel dönüşüm alanlarını hedeflediğini görebiliriz. Koçbaşı olarak kullanılan ulaşımı halk hizmet olarak görmektedir. Bir ulaşım projesi yapılırken duraklar genelde ya kentsel dönüşüm alanına , ya da AVMlere ve ticaret alanlarına çıkmaktadır. Ayrıca 3. Köprü , 3. Havaalanı ve Kanal İstanbul gibi projelerinin yapılmasının sebebi kesinlikle İstanbul’un taşının toprağının altın değerinde olmasıdır. 3. Köprü’nün amacı Kuzey Ormanları’na doğru kenti büyütmek , 3. Havaalanı’nın amacı ticari canlılığını ve döviz akışını arttırmak , Kanal İstanbul ise 2. bir kent merkezi yaratmaktır.

Taşı toprağı rant İstanbul’un nüfusu kaldıracağı

kapasitesinin kat kat üstünde olmasına rağmen kentsel dönüşüm hızla devam etmektedir. 5 Katlı bina 8 kata çıkarken , 10 bin kişilik mahalleler 100 binlerce kişilik oluyor. Hastaneler , yeşil alanlar , afet toplanma alanları , eğitim alanları , kültür merkezleri ve bir çok kamusal hizmet alanları ise büyümüyor aksine fazlasıyla küçülüyor. Ne yazık ki İstanbul’un 39 belediyesi de öncelikli olarak sermayeye hizmet etmektedir. Belediye başkanlarının arkasına inşaat şirketlerini alarak yaptığı açıklamalar , hukuksuz kentsel dönüşüm kararları, gayrimenkul şirketleriyle içli dışlı olması ve hukuksuz ihaleler bu örneklerden sadece bir kaçı. İstanbul’u yönetenler siyasi ve maddi rant amacıyla inşaat ve emlak sektörünün büyüterek geleceğimizi , yaşam alanlarımızı ve yaşam şartlarımızı yok etmekte. Birileri zengin olsun , bazıları hüküm sürsün diye daha ne kadar geleceğimizi yok edeceğiz? Artık daha gerçekçi ve daha net bir kent mücadelesi vermemizin zamanı geldi. Yaşanabilir bir kent için mücadelemizi büyütmenin zamanı geldi de geçiyor.

Arenalar açılıyor ardı ardına ve birilerinin imparatorluk rüyalarının süsü oluyor. O rüyalarda aslanlara yem olan muhalifler de var. Spor, iktidarın şu ana kadar fethedemediği nadir alanlardan bir tanesiydi. Esasında kale içten fethedilmişti fakat bu zafer bir türlü tribünlere kabul ettirilemiyordu. Uzun yıllar çeşitli sporcular arasında sürdürülen cemaatsel çalışmalar sonucunda AKP iktidarının sahalardaki ayakları da oluşmuştu. Ceza sahasında top kovalamaktan milletvekilliğine uzanan yol hikayenin bir kısmıdır esasında. Biz şu an işin kitleler kısmına bakalım.

Bize her yer deplasman AKP’nin giremediği nadir alanlardan bir tanesi spor alanlarıydı. Bu alanlarda her hamlesi ters tepmişti. R. Tayyip Erdoğan her gittiği maçta adeta deplasman takımı seyircisi gibi karşılanıyordu. 2010 yılında İstanbul’da düzenlenen Dünya Basketbol Şampiyonası finalinde ABD ile karşılaşan Türkiye ikinci olmuş ve kupa törenine katılan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile beraber Başbakan Recep Tayyip Erdoğan canlı yayında dünya televizyonları önünde binlerce seyirci tarafından ıslıklarla ve alkışlarla yoğun bir protestoya tabii tutulmuşlardı. Başbakanı hemen arayıp özür dileyen ise Hidayet Türkoğlu oldu. 2011 yılında Galatasaray’ın Seyrantepe’de TOKİ tarafından yapılan yeni stadının açılışına katılan Başbakan Erdoğan’ın stada girişi anons edilir edilmez protestolar

başlamış ve Erdoğan konuşma yapmadan stadı terketmek zorunda kalmıştı. 2012 yılında bir futbol efsanesi olan Lefter Küçükandonyadis’in cenazesi için Kadıköy’de bulunan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Şükrü Saraçoğlu Stadyumunda düzenlenen törene protestolar altında katılabilmişti.

Beni sevmeyeni ben de sevmem Görüldüğü kadarıyla iktidar spor sahalarında pek sevilmiyordu. Sporun koç başı kulüpleri iktidarın pençesi altında çeşitli yaptırımlar ile diz çöktürülüyor ama tribünler bir türlü hizaya gelmiyordu. Özellikle Gezi ve ardından gelen Haziran süreci, futbol taraftarlarının bu iktidar karşıtlığının ne kadar gerçek olduğunu ortaya koyması açısından oldukça önemlidir. Gezi sonrasının tribünlere yansıyan sloganları ve protestoları Passolig uygulamasına kadar devam etmiş ve Passolig ile beraber tribünler boşalmış ve boşalan tribünler de haliyle sessizleşmişlerdi. Bu sessizlik iktidarın tam da istediği şeydi.

Yeni Türkiye’nin statları Yeni plan şuydu: Şehrin en güzel yerlerine konmuş statların hepsini yıkıp AVM yapın. Yeni statlar yapın ve içlerini de yandaş taraftarlar ile doldurun. Bu furya Konya ile başladı. Konya’nın yeni stadı bir nevi yükselen yeni Türkiye’nin yeni statlarının prototipini oluşturdu. Burada toplanan güruh nasıl bir seyirci oluşturulmak istendiğini örneğiyle gösteriyordu: Konya stadında oynanan milli maç öncesi An-

kara katliamında ölenler için yapılan saygı duruşu tekbir çekilerek ıslıklandı. Konya’da gösterilen ‘hassasiyet’ AKP hormonlu statlara hemen yayılıverdi. Bu sefer Başakşehir Stadı’nda Yunanistan ile oynanan dostluk maçı öncesi Paris katliamında ölenler için yapılan saygı duruşu benzer bir davranışa maruz kaldı: Sloganlar, tekbirler ve ıslıklar. Ardı ardına stat açılışları gerçekleşiyor. Ülke futbolu geriye giderken bu kadar stadın açılışı ve bomboş tribünler kafalarda soru işaretleri de oluştururken AKP cevapları çok gecikmeden geliyor. ‘Seyirci mi? Siz merak etmeyin, bizde çok var.’ En son Bursa’da yapılan yeni stat ve bu stadın açılışında ibretlik sahnelere şahit olduk. Bursaspor taraftarı yeni stat açılışında bulunmadılar. Bir kısmının protesto ettiği bu açılış, daha çok Bursa ve civarında bulunan AKP teşkilatlarının dağıttığı davetiyeler ve kaldırdıkları otobüsler ile gerçekleşti. Yeni Türkiye’de karşımıza statlar artık Arena olarak çıkıyor. Her bir arena geçmişe özlem duyarcasına iktidardakilerin İmparatorluk özlemlerini giderdikleri birer yapı olarak şekilleniyor. Rüyaları da bu arenalarda muhaliflerini aslanlara yem etmek. Şimdilik bunu doldurdukları hormonlu seyircileriyle söylemde gerçekleştiriyorlar. Ankara’da, Paris’te katledilenler böylesi bir güruhun histerilerinde fütursuzca tekrar bu arenalarda katledildiler. Not: ‘Futbolda öz yönetim olur mu?’ yazısının devamı gelecek sayıda.


Şubat 2016 / sayfa 16

toplumsal özgürlük

ÖRGÜTLENME Sınıfın mücadelesiyle kaynaşmak, sınıf olarak nefes alıp vermek!

Örgüt-kadro-kitle diyalektiği Kendini ve devrimci pratiğini ciddiye alan her kadro, kendisini başarıya kilitler. Bu pratik süreçte, gübreyi ne zaman katacağı, suyu ne kadar vereceği, toprağı ne kadar süre havalandıracağı çok önemlidir ve tohumun sağlıklı bir şekilde yeşermesini sağlar ya da çürümesine neden olur. Pelin KAHİLOĞULLARI Kaderciliğe ve kendiliğindenciliğe karşı bir tutum geliştiren ve devrimci olmayan bütün eğilimlerden kopuşmaya başlayan devrimci kadro, devrimci niyetini somut bir zeminde ifade etmeli ve sınamalıdır. Aksi durumda, devrimci kadronun niyetleri, bütün samimiyetine rağmen güzel bir düş yahut lafazanlık olarak kalır.

Organik faaliyet zorunluluğu Her eşikte durmadan daha ileriyi hedefleyen devrimci kadro, ektiği tohumun filizlenmesi sürecini yüksek yoğunlaşma ile tasarlar ve fiilen de uygular. Kendini ve devrimci pratiğini ciddiye alan her kadro, kendisini başarıya kilitler. Bu pratik süreçte, gübreyi ne zaman katacağı, suyu ne kadar vereceği, toprağı ne kadar süre havalandıracağı çok önemlidir ve tohumun sağlıklı bir şekilde yeşermesini sağlar ya da çürümesine neden olur. Tohumun gelişmesini belirleyen gübrenin ve suyun niteliği, devrimci kadronun bilinci, iradesi ve

örgütüdür. Daha açık ifade edecek olursak; kadronun devrimci pratik sürecinde, ideolojik, politik ve pratik duruşu iç içe girmeli, birbirini beslemeli ve sınamalıdır. Örgütsel duruşun bilinçli pratikle inşası, kendine göre olma/keyfi davranma haline son verir. Kendine göreli olma hali kimi zaman “dengeci rasyonalite” şeklinde kimi zaman da “radikal irrasyonalite” şeklinde kendini ifade eder. İlkinde kendini ateşin içine atamayan kadroyu, ikincisinde ise kendini ateşin içine atan ama bunu bir bilinçli zemine yerleştiremediği için geriye bir şey bırakmadan yok olup giderek tükenen kadro gerçekliğini görürüz. Birbirine zıt gibi görünen bu iki eğilim, yaşadıkları siyasi yanılgıyı, hep birlikte yapılan tartışmalardan sonra kabul edilmiş olan örgüt çizgisini tartıştırarak ya da yürütülen örgütsel faaliyeti küçümseyerek veya en kötü halinde kendisini örgüte ve devrimci pratiğe dayatarak gizlemeye çalışır. İşte bu oportünist eğilimlerden kopuşun teminatı olan örgütsel

duruş, ortak yaratılan örgüt değerlerine ve ilkelerine bağlılık ve proletaryanın tarihsel bilincini kavramakla sağlanır.

Yeniden doğuş Yakalanan ortak ruh birliği ile hareket eden devrimci kadrolar, kendini bir militan olarak var etme ve özneleşme sürecinden bir üst zemine sıçrar. Bu üst zemine yerleşen öncü kadro, kendisini toplumsal yaşamın farklı alanlarına öncülük ederek ve onlarla bütünleşerek gerçekleştirme sürecine girer. O artık, sözgelimi, sadece bir işçi değil, aynı zamanda işçi sınıfıdır ya da sadece bir kadın değil, aynı zamanda kadın cinsidir. Bütün sınıfın ya da cinsin varoluşunu ve gerilimlerini muazzam bir yoğunlaşmayla kendisinde somutlar; sadece kendisi değil, sınıf ya da cins olarak nefes alıp vermeye başlar. Öncüleşme süreci, devrimci kadronun faaliyetlerindeki süreklilik ve kendini pratiğe katmadaki sınırsızlık tutumuyla ile belirlenir. Yaratıcı ve dönüştürücü enerji, bunun süreklileşmiş bir yaratıcı

hamlecilik tarzıyla kendisini var etmesi ve böylesi yoğun bir pratikle oluşan örgütsel asabiyet içinde sürekli daha üst noktalarda yetkinleşen öncü kadro, o anın somut toplumsal hakikatine ulaşan sahici bir duruş kazanır. Bu süreç, öncü kadronun kendisini kendi iradesiyle yeniden yaratmasıdır.

Kitlelerin öncülüğü Böylesi bir zorlu sürecin içinde ortaya çıkan kadro ve onun dinamizmi, partiyi hantal ve bürokratik bir yapı olmaktan çıkarır ve ona kitleler içinde hareketli bir konumlanış kazandırır. Bu hareketli konumlanış, toplumsal özgürleşmenin yol haritası olan paradigmayı-metodu gerçekleştirerek iktidar perspektifine yerleştirir; kitleleri politikleştirir; kadrolara yalın ve net bir duruş kazandırır. Bu hareketli konumlanış içinde yapılan her hamle, yeni ve daha büyük bir mevzinin kazanılmasının garantisi olur. Her yeni mevzi de, tarihsel kurtuluş ve özgürleşme sürecinin bir parçasını yaratır.

Devrimci İradenin Diyalektiği-3

İrade ve manalı yaşam İrade yitimi, devrimci bireyin, özgürlük isteminin, karar verme yeteneğinin çökertilmesidir. Haydar ARIKUŞU Âşık Mahsuni Şerif, 12 Eylül faşizminin karanlık günlerini bir türküsünde şöyle dile getirir: “Yar aşkına gizli gizli ağlarken Hasretinle garip sinem dağlarken Kırdın mümkünümü, çaremi, Kader…”

Bir insanın iradesini teslim almak, onu çaresizlik duygusuna itmektir. “ Mümkününü” kırmaktır. Çünkü mümkünü yoksa değiştirme gücü de bulamaz insan kendinde. İrade yitimi “Abuli” olarak tariflenir. Abuli olan kişi, seçme, karar verme yetisini kaybeder. İsteksizdir ve kolu kanadı kırıktır. İşe güce yetmez olur, eli, ayağı. Yüreğini yaratıcı olasılıklara açamaz.

Kapitalizm ve devrimci irade

Tarihsel hesaplaşmaya doğru Clausewitz’in deyimiyle “Savaşı küçük çapta tutabileceğinizi ve makul ölçülerde zapt edebileceğinizi zannetmeyin.” Çünkü politik bir eylem olarak savaş yöntemine başvurulduğunda sonuna kadar götürülmesi ve nihai amaç olarak düşman güçlerin imhası gerekir. Emrah ARIKUŞU Faşizmin ayak sesleri duyulmaya başladı. Suruç’ta, Ankara’da “Kurdun, dişine değen kan” hoşuna gitmiş olacak ki, daha fazla kan için etrafa saldırıyor. AKP; Cizre’de, Sur’da, Silopi’de, Nusaybin’de sadece Kürt Halkıyla değil, toplumun tamamıyla savaşıyor. Ordu ile yaptığı anlaşma, Suudi Arabistan’la kurulan yeni hat, CHP ve MHP’nin kadavralaşmış hali AKP’nin elini güçlendiriyor. Ancak ekonomik kriz ve Ortadoğu’daki savaş ile baskılanıyor. Yeni Rejim’in anayasasını oluşturması ve “Başkanlık” statüsünü yasallaştırması şu an için tek kurtuluşu. Bunun için de elinden ne geliyorsa yapıyor.

Savaş topluma yayılıyor AKP bir yandan Kürt halkına

imhayı dayatırken, bir yandan da sahte çözüm yolunda “makul Kürt” arayışı için toplantılar düzenliyor. En büyük engel olarak gördüğü HDP’yi parlamento dışı bırakmanın yollarını ararken olası bir ara seçimi hazırda bekletiliyor. İşçi sınıfına, kıdem tazminatının kaldırılması, kiralık işçi uygulamaları, esnek ve güvencesiz istihdam, taşeronun yaygınlaşması biçiminde saldırıyor. Asgari ücret oyunuyla şu an için ağzına bir parmak bal çalınan işçi sınıfı, yoğun sömürüyle, işten atmalarla ve iş cinayetleriyle karşı karşıya... Rejimin inşasında önce kadınlar öldürülüyor. Kadınlar erkek şiddetinin yanında, devlet şiddetiyle bilinçlice katlediliyor. Doğa mutlak kar hırsıyla şirketlere peşkeş çekiliyor. Yeni yıkım ve talan yasalarıyla vahşice katledi-

liyor. Ortadoğu’da Alevi-Sünni gerilimi ekseni oluşurken, Türkiye’deki Alevilerin yaşamı da tehlike altına giriyor. Her kargaşa, savaş ortamında bir Alevi katliamı egemenlerin her zaman başvurdukları yöntem...

Tüm güçler tarihsel hesaplaşmaya! Bazıları nereden çıktı bu savaş diyebilir. Ancak onlar Gezi’nin barikatlarını da hemen kaldırma telaşındaydılar. Şimdi de hendekleri hemen kapatma ve rahat dünyalarına geri dönme rüyasındalar. Clausewitz’in deyimiyle “Savaşı küçük çapta tutabileceğinizi ve makul ölçülerde zapt edebileceğinizi zannetmeyin.” Çünkü politik bir eylem olarak savaş yöntemine

başvurulduğunda sonuna kadar götürülmesi ve nihai amaç olarak düşman güçlerin imhası gerekir. AKP, Gezi’den, Kobane’den ve 7 Haziran’dan sonra imha siyaseti izliyor. Bu durum özgürlükçü halkçı güçler açısından da yerinde saymadan, “neler oluyor, her gün gündem değişiyor” sarhoşluğuna kapılmadan saldırılara, hak gasplarına, katliamlara karşı halkların devrimci direniş ekseninin kurulmasını en acil ihtiyaç olarak önümüze koyuyor. Ön açıcı ve sürekli hamlelerle bu kolektif direniş hattı büyütülmeli. Halklar, ancak “Barış, Demokrasi ve Özgürlük” sloganı etrafında birleşerek Demokratik Cumhuriyet mücadelesini sonuna kadar götürdüğünde, düşmanını etkisiz hale getirdiğinde rahat nefes alabilirler.

İrade yitimi, devrimci bireyin, özgürlük isteminin, karar verme yeteneğinin çökertilmesidir. Kapitalist sistem devrimci kadronun iradesini iki yolla yok etmeye çalışır. Birincisi; açık zor ve baskıdır. İşkenceyle, tutsaklıkla, ölümle yüzleştirir devrimciyi. Askeriyle, polisiyle, mahkemeleriyle devrimci kadrolara zor uygular. İkincisiyse “keyifli, eğlenceli” yaşamdır. Birey böylesi bir yaşamda görev ve sorumluluklarını unutur. Gününü yaşar. Kapitalistler kendi sistemlerini öyle muntazam kurarlar ki “ mutluluk çılgınlığıyla” keyifin sıcacıklığında erim erim eririz. Avrupa ülkeleri, bu anlamda nice devrimci kadroyu düzen içine çekerek onların iradelerini, teslim almışlardır.

Aşk ve irade Ünlü terapist ve kuramcı Rollo May; aşk ile iradeyi birlikte düşünür. “ Aşk ve iradenin birbirine bağımlı olduğuna bir arada düşünülmeleri gerektiğine inanıyorum. Her ikisi de var olmanın birleştirici süreçleridir. Başkalarını etkileme,

etkilenme, ötekinin bilincini biçimlendirme, yoğurma, yaratma çabasıdır.” Diyerek iradenin ve aşkın değiştirici gücüne işaret eder. Çünkü ona göre: “Aşk ve İrade, her ikisi de dünyayla ilişki kurma ya da dünyanın kendisiyle ilişki kurmasını talep etme sürecidir. Dünyayı kendi isteklerine uygun hale getirme, biçimlendirme gücüdür.

İradenin kaynağı İrade, biçimlendirme yeteneğiyle, yaratma gücüyle tek başına yetersiz kalır. İnsan ruhunda ve bilincinde iradeden de önce gelen, iradeyle bütünleşmesi gereken “Arzu etmek” vardır. “Bizi harekete geçiren irade değil “ Arzu”dur. Der, Rollo May. İradenin yaratıcı gücünü bireyin arzusunda görür. Çünkü irade salt bir güç iken arzu da “ anlam” unsuru vardır. İrade hayır demekle, reddetmekle başlar. Ancak salt karşı çıkış ve direnme zeminindeki irade yetersiz kalır. Amaçlılık içinde arzunun “anlam” içeriğiyle bütünleşmediği ölçüde irade, yaratıcı, üretici olamaz. Devrimci kadro, canlı, dinamik, neşeli, üretken devrimcilik, iradeyi, anlamlandırılmış bir amaçla, arzuyla bütünleştirdiğinde devrimciliğini sürdürebilecektir. Bu, yaşamın içinde devrimciliktir. Kürt özgürlük hareketinde ki kişilik çözümlemelerin de çokça vurgulanan “ anlam netliği” bu temeldedir. Sonuç; Sözümü, devrimciliği, aşk ve anlamla bütünleştirerek ifade eden Şair Adnan YÜCEL’E bırakıyorum: “Aşksız ve paramparçaydı yaşam Bir inancın yüceliğinde buldum seni Bir kavganın güzelliğinde sevdim Bitmedi daha sürüyor o kavga Ve sürecek Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek.” 27.12.2015

toplumsal özgürlük Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meral Çinar Adres: Rasimpaşa Mah. Halitağa Cad. No: 32/4 Kadıköy/İstanbul Baskı: Rumi Matbaa Maltepe Mah. Fezılpaşa Cad. No: 8/4 Topkapı-İstanbul (0212) 612 71 72 grafik@rumimatbaa.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.