Toplumsal Özgürlük Gazetesi -sayi46

Page 1

8 Mart’ta Kadınlar Birlikte Güçlü!

Kadınlar özgürlükte ısrarlı, mücadelede kararlı adımlarla yol alıyor, yol açıyor.

toplumsal özgürlük www.toplumsalozgurluk.org

facebook.com/ToplumsalOzgurlukPartisi

twitter.com/toplumsalozgur

2 TL / Şubat-Mart 2021

Otoriter emek rejimi karşısında mücadele Juliana Gözen Yaklaşık bir yılı bulan pandemi koşullarında, üretim ve hizmet çarklarını durmaksızın döndürdü sermaye. Pandemiyi fırsat bilerek, üretim ilişkilerini yeniden yapılandırmaya ve her koşulda “kesintisiz üretim sağlamak” için ihtiyaç duyduğu yasal düzenlemeleri gerçekleştirmeye çalışıyor. Bir taşla birden çok kuş vurmaya niyetli. Bu düzenlemeler işçi sınıfının mücadele ile kazandığı haklarının gasp edilmesiyle gerçekleştiriliyor elbette. (...) >> 7. sayfada

Kâr için değil tüm canlıların yaşamı için su S. Özgür Ekolojik krizin etkilerine dikkat çekmek için çarpıcı iki örnek ile başlayalım yazıya. 2 Şubat’ta bir yanda Dünya Sulak Alanlar Günü dolayısı ile WWF- Türkiye son 50 yılda Türkiye’de 3 Van Gölü büyüklüğünde (1,3 milyon hektar) sulak alanın yok olduğu bilgisini verirken, diğer yanda İzmir bir gecede yağan aşırı yağmur dolayısı ile sel ile boğuşuyordu. >> 11. sayfada

Boğaziçi direnişi hepimizin direnişi Halk güçleri Gezi’de başlattığı özgürlük mücadelesini Boğaziçi’nde, üniversiteli gençlerin öncülüğünde yeni bir safhaya getirdi. Üniversiteliler son derece meşru ve demokratik taleplerle, “Kayyımların saltanatına mahkûm değiliz” diyerek, despotik iktidara karşı direnmenin yeni aşamasını ilan ettiler. Ne yeni anayasa ne Ay’a gitme hayalleri pazarlamaları fayda etmiyor, ayaklarının altındaki toprak kayıp gitmeye devam ediyor. Günü kurtarma amacıyla her gün yeni bir çılgın projeyle de gelseler, olmuyor, olmuyordu. Toplumun büyük bir kesiminin rızasını alamadıkları gibi, Boğaziçi gibi sürprizler(!) hepsinin uykularını kaçırmaya yetiyordu. Polisiyle, gazıyla, copuyla, medyasıy-

Kadınlaşan yoksulluk

“Kriz yok” yalanlarına karnı tok olan kadınlar, ekmek kuyruklarında bekliyor, gece pazarında sebze ve meyve topluyor.

9

la, muhalefet figürleriyle saldırdılar, öne görmezden gelmeyi sonrasında ise ezmeyi denediler. Olmadı, yine olmadı. Nereye baksalar, halkın haklı ve meşru öfkesini, demokratik taleplerini, ekonomik güvence isteklerini görüyorlar. Gözlerini kapatsalar rüyalarına giriyor.

Kayyımlar saltanatına mahkûm değiliz Halk güçleri ise Gezi’de

başlattığı özgürlük mücadelesini Boğaziçi’nde, üniversiteli gençlerin öncülüğünde yeni bir safhaya getirdi. Son derece meşru ve demokratik taleplerle mücadelenin öncülüğüne soyunan gençler, “Kayyımların saltanatına mahkûm değiliz” diyerek, despotik iktidara karşı direnmenin yeni aşamasını ilan ettiler. Artık Boğaziçi, üniversite odaklı bir direniş olmaktan çıkmış, AKP-MHP öncülüğün-

deki faşist koalisyonun karşısında, halk güçlerinin siyasal taleplerini dillendiren “hepimizin direnişi” diyebileceğimiz bir konuma gelmişti.

Siyasal reçetemiz belli Sadece AKP-MHP odaklı koalisyonun değil, restorasyoncu güçlerin de kurgularına çomak sokan bu yeni halkçı dalga, şimdi toplumun geniş kesimlerince tartışmaya açılan sorun alanlarının siyasal reçe-

Hayvan hakları türcülük ve kanun

Boğaziçi’nden çıkarılacak dersler ve görevler “Kayyum rektör

10

telerini arıyor. Bu arayışa verilecek cevabımız halkçı demokratik anayasal düzendir, demokratik cumhuriyettir. Valilikler ve kaymakamlıklar da dâhil, ülkedeki tüm kayyımları silip atacağımız, ülkeyi halkın denetim mekanizmalarında, yani meclislerde, birlikte yönettiğimiz bir düzeni daha fazla ve daha fazla tartışmalıyız. Bu bizim tek çıkış yolumuzdur.

İktidar hayvan hakları kavramı yerine, bilinçli olarak korunma kavramını kullanıyor.

11

istemiyoruz!” sloganı ile açığa çıkan durum...

“Paran kadar sağlık” dünyası ve pandemi

Boğaziçi direnişi ve yeni halkçı dalga

Hatice Göz

Hasan Durkal

Sağlıkta Dönüşüm ile birlikte aslında bu alan, daha hızlı şekilde sermayeye açılmış oldu. Hastaneler birer şirkete, hastalar da müşteriye dönüştü. “Devlet” hastaneleri gitti, yerine kamu-özel ortaklığı ile yapılan ve müşteri-hasta garantisi sunan, dışarıdan otel gibi duran ama içinde ihlaller zincirleri gizleyen şehir hastaneleri geldi. (...) >> 3. sayfada

Boğaziçi eylemleri ile başlayan fırtına, hızla Boğaziçi odaklı olmaktan çıkıp, halkın geniş bir kesimince benimsenen bir harekete dönüştü. Kayyım rektör karşıtı eylemler, bizzat kayyımlar saltanatına yönelen

bir öfkeye büründü. Yeni halkçı dalga, 7,5 yıl önceki Gezi direnişinden süreklilik içerisinde bir kopuşa işaret ediyor. Öncelikle irili ufaklı birçok işçi direnişinin gerçekleştiğini ve her an bunlara yenilerinin eklendiğini belirtelim. Öte yandan

ekonomik krizin yıkıcı etkilerini en çok hisseden kent ve kır yoksullarının ve işsizlerin biriken öfkesi, büyük bir iflas dalgası tarafından yıkıma uğrayan küçük esnaf, zaten uzun bir süredir güç ve deneyim biriktiren kadınlar ve doğa savunucuları da topyekûn

saldırıya geçen düzen karşısında potansiyel biriktiriyor.

Dayanışmalar kurulurken Boğaziçi direnişi tüm bu koşullar içerisinde yükseldi ve somut talepleri ile bunları geniş kitlelere tartıştır-

ma pratikleriyle demokratik halkçı mücadelenin ne şekilde olması gerektiğine dair önemli deneyimler yarattı. Boğaziçi pratiği, bizlere nasıl yol alınabileceğini gösteriyor. (...) Devamı 2. sayfada


Şubat-Mart 2021 / sayfa 2 POLİTİKA Boğaziçi pratiği, bizlere faşizmin inşası karşısında gidilebilecek yegâne yolun ne olduğunu gösteriyor

Boğaziçi direnişi ve yeni halkçı dalga Yeni bir toplumsallık oluşuyor. Demokratik, kitle katılımını merkeze koyan, emeğin, Kürtlerin, kadınların, doğanın, LGBTİ+’ların ihtiyaçlarını temsil eden bir toplumsallık. Bu yeni doku, kurucu bir iddiayla yeni bir düzenin öncülüğünü üstlenebilir. Hasan Durkal

Dayanışmalar kurulurken

Boğaziçi eylemleri ile başlayan fırtına, hızla Boğaziçi odaklı olmaktan çıkıp, halkın geniş bir kesimince benimsenen bir harekete dönüştü. Kayyım rektör karşıtı eylemler, bizzat kayyımlar saltanatına yönelen bir öfkeye büründü. Yeni halkçı dalga, 7,5 yıl önceki Gezi direnişinden süreklilik içerisinde bir kopuşa işaret ediyor. Öncelikle irili ufaklı birçok işçi direnişinin gerçekleştiğini ve her an bunlara yenilerinin eklendiğini belirtelim. Öte yandan ekonomik krizin yıkıcı etkilerini en çok hisseden kent ve kır yoksullarının ve işsizlerin biriken öfkesi, büyük bir iflas dalgası tarafından yıkıma uğrayan küçük esnaf, zaten uzun bir süredir güç ve deneyim biriktiren kadınlar ve doğa savunucuları da topyekûn saldırıya geçen düzen karşısında potansiyel biriktiriyor.

Boğaziçi direnişi tüm bu koşullar içerisinde yükseldi ve somut talepleri ile bunları geniş kitlelere tartıştırma pratikleriyle demokratik halkçı mücadelenin ne şekilde olması gerektiğine dair önemli deneyimler yarattı. Boğaziçi pratiği, bizlere nasıl yol alınabileceğini gösteriyor. Henüz somut bir kazanımı olmasa da, direniş; kendisini dü-

zen içi teslimiyetçi muhalefetin çizgisinden ayrışarak, halkın faşist inşaya karşı direnebileceği yegâne yolu ortaya koydu. Bu yol sadece karşı çıkarak değil, kitlelerin somut taleplerini örgütlemenin, direnişi geniş bir satha yaymanın yolu oldu. Boğaziçi Dayanışması’nın kuruluşunu diğer üniversitelerdeki dayanışmaların kuruluşu izledi. Ve ardından bu, liselere taşındı. Gezi forumlarını

andıran bu örgütlenmeler, her an mahalle, ilçe, park, işyerleri dayanışmalarını da beraberinde getirebilir.

Bu dalga bizi özgürlüğe götürür Sakin ve durgun havalarda risk almadan yürünen yollar her ne kadar birilerine cazip gelse de ve her ne kadar yüksek tansiyonlu havalar gündelik yaşamın

rutinini bozsa da, özgürlüğe giden yol sakin anlardan değil, tansiyonun, aksiyonun ve gerilimin yüksek olduğu durumlardan geçer. Rektörün seçimle iş başı yapması talebi, neden her yerde, her alanda tüm yöneticilerin seçimle başa geçmelerini -gerektiğinde geri çağrılabilmeleri ilkesini de içerebilecek biçimde- tartışmaya açmasın ki? Daha da ileri gidersek, neden

valilik ve kaymakamlık gibi atama yoluyla halkın iradesini gölgeleyerek başa geçen kurumları tartışmaya açmasın?

Yeni bir toplumsallık Siyasal İslam’ın birçok yorumu çöküyor, İhvan çizgisi de, silahlı radikal gruplar da, ılımlı neoliberaller de tarihsel yenilgiler yaşadılar. Aynı şekilde TC’nin kuruluşunun çimentosu olan despotik modernleşmeci ideoloji olarak Kemalizm de kuruculuk iddiasından çok uzakta. Ve bunlara eşlik eden bir toplumsal ruh Boğaziçi eylemlerinde kendisini bir kez daha ortaya koydu: Demokratik, kitle katılımını merkeze koyan, emeğin, Kürtlerin, kadınların, doğanın, LGBTİ+’ların ihtiyaçlarını temsil eden bir toplumsallık. Bu yeni doku, kurucu bir iddiayla yeni bir düzenin öncülüğünü üstlenebilir.

Faşizmin önlenebilir yükselişi Boğaziçi’ne yönelik saldırı ve kayyım atanmasını, binlerce polisin savaşa gidercesine kampüse girmesini, çatılarda keskin nişancıların konuşlanmasından Alaaddin Çakıcı’nın kayyım Melih Bulu’ya “istifa etmeyin” mektubuna kadar, yüzlerce öğrencinin işkence ile gözaltına alınması, tutuklanması veya elektronik kelepçe ile evlerine tutsak edilmesine kadar hepsi faşist koalisyonun bu kapsamda ele alınması gereken hamleleri olarak okunmalı. Tamer Doğan

Faşistlerin “bir gece ansızın gelebilme” huyları olsa da, bir rejim olarak faşizm kendisini inşa ede ede gelir. Ayasofya’nın cami statüsüne dönüştürülerek ibadete açılması faşist koalisyonun en önemli hamlelerinden biri oldu. Ayasofya’daki Cuma namazına 350 bin kişi katıldığını iddia eden siyasal iktidar, bu hamle sayesinde oylarını bir süreliğine arttırmış olsa da ekonomi ve sağlık politikalarının iflas etmesi nedeniyle oylarının düşüşüne engel olamamakta. Faşist koalisyonun oylarının düşüyor olması, onun zayıf düştüğü veya faşizmi kurumsallaştıramayacağı anlamına gelmiyor. Faşist koalisyon, elinde sanki bir kitapçık veya reçete varmış, orada faşist rejimin kurumsallaşabilmesi için olması gerekenler liste halinde yazılmış ve de eksik kalan hususları tamamlamaya çalışıyormuşçasına ahtapot misali saldırıyor. Bu stratejiyi “gidiyorlar”, “kaybettikleri için saldırıyorlar” şeklinde okumak ise son derece talihsiz.

Faşizmin Ayak Sesleri Siyasal iktidar faşist rejimi inşa etmek istiyor; bu konuda son derece kararlı

ve elindeki bütün kozları oynuyor o yüzden de bulabildiği her boşluktan saldırıyor. Evet, faşist oldukları ve faşizmi arzuladıklarına dair şüphe yok. Peki, faşizme meyletmeleri rejimin faşist olduğu tespitini yapmamız için yeterli mi? Faşizmi çok istiyor olmaları bunu başardıkları veya başaracakları, buna kapasitelerinin yeteceği veyahut karşılarında dikelen direnişin kazanmayacağı anlamına gelmez. Şimdilerde, gündeme dayatılan “yeniden kuruluş anayasası”nın bir reform veya restorasyon hamlesi değil de faşizmin inşa sürecinin koalisyon açısından hayati bir aşaması olduğunu görmek gerek. Boğaziçi’ne yönelik saldırı ve kayyım atanmasını, binlerce polisin savaşa gidercesine kampüse girmesini, çatılarda keskin nişancıların konuşlanmasından Alaaddin Çakıcı’nın kayyım Melih Bulu’ya “istifa etmeyin” mektubuna kadar, yüzlerce öğrencinin işkence ile gözaltına alınması, tutuklanması veya elektronik kelepçe ile evlerine tutsak edilmesine kadar hepsi faşist koalisyonun bu kapsamda ele alınması gereken hamleleri olarak okunmalı.

Faşist koalisyon bu saatten sonra geri adım atamaz. Salt bu yüzden Melih Bulu’nun utanmasını, istifa etmesini beklemek manasız. Bulu, savaşlarda öne sürülen “mayın askeri” gibi yolu açması ve gelecek hamleleri göstermesi için salınmış bir figüran.

Belirleyici gelişmeler İllerde valilerin, ilçelerde de kaymakamların güya pandemiyi gerekçe göstererek gösteri ve yürüyüş yasağı kararları alması, kolluk kuvvetlerinin eylemcilere sokak ortasında alenen işkence yaparak gözaltına alması, savcıların keyfi tutuklama ve adli kontrol talepleri ile sulh ceza hâkimlerinin salt toplantı gösteri yürüyüşüne katıldığı gerekçesiyle insanları tutuklaması veya ev hapsi kararı vermesi, tüm bu mekanizmalardakilerin iktidar koalisyonunun memuru olarak hareket ediyor olmaları faşizmin kurumsallaşması açısından belirleyici noktalardan biri. Çok yönlü saldırı ve inşa faaliyetine devam eden koalisyon bir yandan da karşısındaki tüm muhalefet güçlerini bölmek için türlü yollar deniyor, dizayn etmeye ve üçüncü bir ittifak zemini yarata-

rak parçalamaya çalışıyor. Erdoğan’ın bizzat sahaya inmesini, sıklaşan ziyaretleri bu stratejinin bir parçası olarak okumak gerek. HDP’nin kapatılması tartışmasının sürekli ısıtılarak servis edilmesi konusunda da siyasal iktidar aynı saiklerle hareket ediyor. Sağ muhalefete yönelik saldırıların artması üzerine, Ülkü Ocakları’nın bu olaylarla bağlantısı herkesin malumu iken, Bolu İl Jandarma Alay Komutanı Albay Ömer Ersever’in Bolu Ülkü Ocakları’nı ziyaret etmesi tesadüf olmadığı gibi Ersever’in bireysel inisiyatifinde gelişmemiştir. Yine, Yalova’da Alevi yurttaşlara ait evlerin işaretlenmesini de üç beş kendini bilmezin işi olarak görmemek gerekiyor. Resmi Gazete’de yayımlanan bir yönetmelik değişikliği ile MİT ve polisin, “milli güvenlik, kamu düzeni ve kamu güvenliğini ciddi şekilde tehdit eden terör, toplumsal olaylar ve şiddet hareketlerinin meydana gelmesi durumunda” Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait silah ve teçhizatı kullanabilecek olması, faşizmin kurumsallaşması aşamasında karşılacaklarını öngördükleri direnişe karşı önemli bir hazırlık.

İçeride ve dışarıda sürekli savaş Faşist koalisyon sürekli savaş konseptini devam ettirmekte, mevcut sınırlarını genişletmeye çabalamakta. Siyasal iktidar Libya’dan tutalım, Azerbaycan-Ermenistan savaşında aktif rol alarak asker göndermeye, Afrin’den tutalım da Güney Kürdistan’da Barzani ile ortaklaşa giriştiği Kandil’e yönelik büyük operasyonlara kadar kendi içinde tutarlı davranmaya devam ediyor. Bu şekilde, yaratmış olduğu ikilik ortamında;

“millet” olarak hitap ettiği kendi kitlesine işaret ettiği “asr-ı saadet” yılları ve Osmanlı’ya dönüşü müjdeleyen faşist koalisyon milletin ihtiyaçlarına cevap üretemeyen Cumhuriyet’in yıkılacağını ve o “eski ihtişamlı günlere” dönüleceğinin sinyalini vermiş oluyor. Ancak, iktidar koalisyonu faşizmin inşasında, askeri ve ekonomik olanaklardan yoksun ve kriz halinde. İşbu koalisyon, devlet içindeki farklı kliklerin ittifakı

olduğu için de aralarındaki savaşım faşizmin kurumsallaşmasına engel teşkil edebiliyor. Öte yandan, devletin bütün imkânları ile yok etmeye çalıştığı, tutuklama, kaçırma, işkence, ev hapsi, tehdit, sansür ve daha nice baskı yöntemi ile sindirmeye çalıştığı toplumsal muhalefetin sokakları terk etmediği, halk dinamiklerinin farklı zeminlerde direnmeye devam ettiği gerçeği ise faşizmin önünde baraj oluyor.


Şubat-Mart 2021 / sayfa 3 POLİTİKA Salgın boyunca yalanlarla salgın krizini ötelemeye çalışan iktidar ortakları, şimdi de aşı politikasında aynı stratejiyi sürdürüyor

“Paran kadar sağlık” dünyasında pandemi ve aşı Sağlıkta dönüşüm olacak ise, bunun yönü halk olmalı! Aşı, devletin ücretsiz, hızlı ve nitelikli biçimde sağlaması gereken temel bir hak. Hatice Göz (...) 1. sayfadan devam

Dönüşüm adı altında sağlık çalışanlarının tüm hakları gasp edildi, hastaneler fabrikaya dönüştürüldü. Sağlık, devletin halka sunması gereken bir hizmetken, şirketlerle ortak yürütülen ve ciddi kazançlar elde edilen bir sektöre dönüştü. O arada özel hastanelerin sayısı da hızla arttı.

Anayasayı halk yapar

Pandemide derinleşen sağlık krizi Pandemi öncesinde, sağlıkta atılan adımların yalnızca sermayeye yaradığı gerçeği bu kadar çıplak görünmüyordu. O devasa, cam kaplama hastaneler bir şekilde göz boyayabiliyordu. Pandemi ile birlikte o perde kalktı. Bir avuç zengin, sağlığa erişilebiliyordu ama halk? Zaten sağlam durmayan sağlık sistemi, pandemi ile çatırdamaya başladı. Daha sürecin başında, nasıl yönetecekleri anlaşılmıştı: Yalanla! Başka nasıl yönetebilirlerdi ki? Açıklanmayan vakalar, gizlenen ölümler, biri diğerini tutmayan ifadeler, bir maske bile dağıtamamalar... Salgın başladığı andan bugüne 11 ay geçti. Aylardır kapanma hali sürüyor. Hâlâ şeffaf bilgiler

Gezi’den Boğaziçi direnişine dek süreklilik kazanan halk mücadelesinin taçlanacağı bir halkçı anayasa mümkündür ve şu anda son derece gereklidir. paylaşılmıyor. Sağlıkçılar, süreç yönetilmediği için tükeniyor.

Aşı reklamı bitti ise aşıyı görelim Aşı gelir gelmez iktidar koalisyonundan tüm vekiller, vekil çocukları, iktidar partisinin başkanından gençlik kollarına kadar neredeyse hepsi aşı oldu. Neden? Aşıya teşvik! Tamam. Teşvik olduk, aşı olmak istiyoruz. Ama aşı nerede? Aralık’ta geleceği söylenen aşılar ancak Ocak

sonunda yapılabildi. Şu an Şubat ortasındayız, bu ay gelenlerle birlikte elimizde yaklaşık 10 milyon doz aşı var. Bu, 5 milyon kişi demek. Hâlihazırda neredeyse tüm sağlık çalışanları ilk dozu oldu. Elde kalan aşıların 85 yaştan başlayıp 65 yaşa kadar yapılacağı açıklandı. TTB, bu “hız”la devam ederse aşılanma sürecinin iki yıldan fazla süreceğini ve tüm ülkeye yetecek kadar aşının hızla getirilmesi gerektiğini vurguluyor tüm açıklamalarında.

Öte yandan devlet, birçok şeyi olduğu gibi pandemiyi de Kürt illerini “cezalandırma” aracı olarak görüyor. Bunu, nüfusuna göre en az aşılanan illerin tamamının Kürt illeri olduğu gerçeğinden anlıyoruz. İktidar çözümü bulmuş: Biz olduk, zenginler zaten gidip istediği yerden almıştır, sağlıkçılar da oldular, gerisini de yıllara yayarak hallederiz, zaten o arada virüs de biter biz de para harcamayız! Başa dönelim. Sağlıkta dönüşüm olacak ise, bu-

nun yönü halk olmalı! Aşı, devletin ücretsiz, hızlı ve nitelikli biçimde sağlaması gereken temel bir hak. Hızla yeterli dozların alınması, ülkeye getirilip yaygın biçimde yapılması, eğitim emekçileri ve sağlık öğrencilerinin aşıda öncelenmesi, toplumsal bağışıklığın sağlanabilmesi için bir kişiyi bile dışarıda bırakmadan herkesin aşıya erişiminin sağlanması gerekiyor. Çünkü sağlık da aşı da hak. Ve devlet, bunları karşılamakla yükümlü.

Halk korkusu “restorasyonun” yaldızını döküyor Boğaziçi direnişi, “restorasyon” cephesinin “Demokrasi getirme” müjdesinin başkanlık sisteminin kimi uçlarının törpülendiği bir ucubeyi barındırdığını tekrardan ortaya koydu. Hasan Feramuz Başta Boğaziçi öğrencileri olmak üzere gençlerin gösterdiği direniş, toplumun üzerindeki birçok ölü toprağını kaldırmakla birlikte “muhalefetin” üzerindeki yaldızını da döktü. Özellikle CHP nazarında dökülen yaldız, parlamenter sisteme dönüş adı altında “restorasyon” projesi yürütenlerin esas niyetlerini açığa çıkardı.

CHP “demokratlığı” Libya, Azerbaycan, Irak ve Rojava’da yapılan askeri operasyonlar ile HDP’li vekillerin dokunulmazlığının kaldırılması gibi konularda hükümete olan “desteğini” esirgemeyerek “milliliğini” ispatlayan CHP, direniş sırasında başka yönlerini de ortaya koydu.

İlk olarak iktidarın, direnişin meşruiyetini gidermek için Kabe üzerinden kalkıştığı provokasyona destek çıkarak “dindarlığını” koyan CHP yönetimi, direnişin büyümesi üzerine geri adım attı. Fakat bu geri adımda Kılıçdaroğlu sergilediği “babacan” tavırla iktidarın LGBTİ+ bireyleri hedef göstererek “sahip çıktığı” Türk aile yapısına kendisinin de sahip olduğunu “ispatlamaya” çalıştı. CHP bu tavırlarıyla uzun zamandır dillendirdiği “Seçimlere kadar ağzımızın tadı bozulmasın.” düşüncesinin yanı sıra “demokratlığını” da ortaya koydu. Öğrencilerinin kendi demokratik taleplerini dile getirerek mücadele etmesi ve bu mücadeleye toplumun geniş kesiminde verilen destek nedeniyle

CHP’nin ağız değiştirmesi, “demokratlığın” halkın zorlamasının bir sonucu olduğunu gösteriyor. Ayrıca Kılıçdaroğlu başta olmak üzere kimi CHP’lilerin söylemlerindeki üstenci bakış da partinin, halk güçlerinin öncülüğünde kurulacak bir demokrasiyi değil “devletlûların” bahşedeceği bir demokrasiyi “Uygun gördüğüne” işaret ediyor. Nitekim İmamoğlu’nun öğrencilere, yaptığı mücadeleyi “Kampüsle sınırlama” çağrısı da aslında “Herkesin yerini bilmesi” gerektiğine dair bir “uyarı”.

Halk korkusu “Muhalefetin” diğer unsurlarının tutumları da “Baş balığın kokusunu” izliyor. DEVA Partisi

kurucularından birisinin rektörün danışmanlığına atanmasının “Darbeyi enişteden öğrenenleri” imrendirir bir şekilde “sosyal medyadan” öğrenildiğinin iddia edilmesi, sahne arkasında pazarlıkların döndüğü gerçeğini örtmeye yetmedi. Henüz bu konuda “acemi” olan Babacan’ın da direnişi “üniversite” ile ilgili meseleye indirgeme çalışması da halktan ne kadar çok korkulduğunu gösteriyor. Öte yandan iktidarın Kabe provokasyonu ile İslami kesimde yaratılmak istenen asabiyete ilk başta katılan, ama direnişin halk nezdinde gördüğü destekten dolayı “dilini değiştiren” ve Boğaziçi’nde direnişe “Müslüman” gençleri sahiplenmeye çalışan Saadet Partisi de halk

“korkusunun” bir diğer ifadesini gösterdi. İyi Parti’nin öğrencilere “terörist diyemezsiniz” diyerek gösterdiği “hassasiyet” ve rektörün “liyakatsizliğine” yönelik özel vurgusu da öğrencilerin taleplerini “kampüse” sıkıştırmaya yönelik bir diğer çaba. Sonuç olarak baktığımızda Boğaziçi direnişi, “restorasyon” cephesinin “Demokrasi getirme” müjdesinin başkanlık sisteminin kimi uçlarının törpülendiği bir ucubeyi barındırdığını tekrardan ortaya koydu. Aynı zamanda, Ülkü Tamer’in “Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten” dizesinde bahsettiği gibi, “kibirden şişen” restorasyonun halkın vereceği dersten ne kadar korktuğunu gösteriyor.

Hasan Durkal Erdoğan Türkiye halklarına yeni bir müjde(!) verdi. Dediğine göre, 2023 yılına Türkiye’nin ilk sivil anayasası ile girmek için çalışmalara başlanacakmış, darbe anayasaları dönemi bitecekmiş. Durup dururken ortaya atılan bu niyet şaşırtıcı oldu, çünkü tamamen kendi dayatmalarıyla ve türlü sandık hileleriyle halk oylamasına sunularak yürürlüğe giren anayasa sadece 2,5 yıl önce oylanmıştı. Erdoğan böylece hem kendi anayasasının darbe anayasası olduğunu itiraf ediyordu, hem de henüz 2,5 yıl önce zoraki bir şekilde halka dayattığı ve her fırsatta nimetlerini övdüğü anayasal düzenin kimi tıkanma noktaları olduğunu da itiraf ediyordu.

Bitmeyen kuruluş süreci Bu çağrıya ortaklardan Devlet Bahçeli hemen olumlu görüş bildirdi. Ardından da Erdoğan’a yakınlığı ile bilenen Abdülkadir Selvi olası bir yeni anayasanın iki kırmızıçizgisini ifade etti: Yeni Başkanlık sistemine dokunulmayacak ve mevcut anayasanın ilk dört maddesini içerecekti. Konuya yaklaşımın ciddiyetsizliği ve aceleciliği bir yana niyetleri ile ilgili asıl ipucunu AKP grup başkanvekili verdi. Konu ile ilgili daha sonra konuşan AKP Grup Başkanvekili Cahit Özkan da, yapmak istedikleri yeni anayasanın bir “yeniden kuruluş” anayasası olduğunu söyledi.

Onların muradı belli Tüm bunları toplayınca yeni bir anayasadan neyin murat edildiği açığa çıkıyor. İnşa edilmekte olan yeni rejim ideolojik olarak birbirlerinden farklı bileşenlerin öncülüğünde kuruluyordu ve rejime hangi ideolojinin renk vereceği, İslamcılığın

mı yoksa Türkçülüğün mü ağır basacağı konusundaki itiş kakış devam ediyordu. “Gazi” olarak nitelendirdikleri mecliste şimdi yeni bir ideolojik ortaklaşmayı deneyecekleri, rejimlerinin çimentosunu ancak birbirlerini içererek, Türkçülüğü ve İslamcılığı sentezleyerek oluşturabileceklerini düşünüyor olmalılar. Kısacası yeni olarak nitelendirdikleri anayasada yeni olan bir şey yok, olsa olsa faşist kurumsallaştırmanın meşruiyet zeminini güçlendirecek yolların arayışı var.

Bize başka anayasa gerek Onların hesapları öyle kaladursun, bir de başka bir anayasal zemin kendisini inşa ediyor. Halk güçlerinin birbirlerini özümsemekte olan mücadele deneyimleri bir ortaklaşma zeminini ve burayı demokratik bir anayasa ile kalıcılaştırmayı mümkün kılıyor. İşçi sınıfı için cehenneme, kadınlar için, doğa için, Kürt halkı için katliam makinesine, Aleviler için asimilasyon aracına dönüşen rejimin alternatifi uzun bir süredir bu bahsedilen halk güçlerinin mücadelesi sonucunda nesnel olarak biçimleniyor. Bu alternatif, somut talepler içeren bir mücadelenin nihayeti olarak beliriyor. Gezi’den Boğaziçi direnişine dek süreklilik kazanan halk mücadelesinin taçlanacağı bir halkçı anayasa mümkündür ve şu anda son derece gereklidir. Devletin yapılanmasını yeniden dizayn edecek, halk güçlerinin çıkarlarını merkeze koyarak bizzat kendilerinin öznesi olduğu bu süreç, faşizmi durdurabilecek olan tek güçtür. Aksi halde yukarıdakiler, sonu gelmeyen bir arayışla bizim üzerimizde sonu gelmeyen deneyler yapıp duracaklar.


Şubat-Mart 2021 / sayfa 4 POLİTİKA Oğuzhan Kayserilioğlu

Süreklileşmiş bir öğrenci hareketinin toplumsal özgürlük arayışlarına yeni bir güç kaynağı olacağı kesindir

Boğaziçi’nin gizemi

Ülkenin toplumsal ve siyasal güçleri, çok yönlü krizlerle sarsılıp zorlansalar da, o krizler tarafından yaratılan acil ihtiyaçlarını elde edebilmek için faşist kurumsallaşmaya karşı mücadele ediyor ve bu gerçek bir dizi dolayım kanalı üzerinden akarak Boğaziçi direnişine ivme veriyor. Genellikle öyle olmuştu ve muhtemelen şimdi de “Bu da tamam, yenisine bakalım!” di-yeceklerini düşünmüşlerdi. Böylece, Boğaziçi’ni “fethederek” bir engeli daha temizlemiş olacaklardı. Boğaziçi’ni, muhalif olduğu için, yürüdükleri yolda bir “pürüz” ya da “engel” olarak gö-rüyorlardı. Bu engeli yok ederek kendilerinin ırkçı-dinbaz anlayışlarının ülke çapındaki egemenliğine bir tuğla daha yerleştirmek istiyorlardı. Hepimiz içinde yaşayıp görüyoruz; iktidar olmanın verdiği bütün olanakları sonuna dek kullanmasına ve kendi dışındakilere neredeyse nefes aldırmayan bir medya gücüne sahip olmasına rağmen; iktidar güçleri, sanki zayıf, ürkek ve zavallı bir durumdaymış gibi dav-ranıyor. Pek haksız da sayılmazlar! Hem güçlüler hem de güçsüz! Onlar,

her hallerinden belli olan bitmez tükenmez bir korkuyla saldırarak kendi dışlarındaki her şeyi yok etmeye çalışıyor. Barolar, Tabipler Odası ve TMMOB gibi kurumlara yönelik saldırı girişimleri, Anayasa Mahkemesi’ni korumakla hükümlü oldukları yasaları göz göre göre delip geçerek kontro-le almaları, en temel güncel ihtiyaçları için patronlarına karşı direnen ve aslında bir kısmı AKP-MHP’li olan işçilere yönelik polis saldırıları gibi birçok alana yayılan hamleleri bo-şuna yapmıyorlar. Başka çareleri yok, sürekli saldırmak zorundalar; üstelik artan hızda ve şiddette saldırmak zorundalar. Ancak, yine de faşizmin kurumsallaşması süreci bir türlü hedefine ulaşamıyor. İktidar alanı, bütün gücüyle yüklenmesine rağmen, halkın çeşitli güçlerinin farklı güncel ihtiyaçlar

üzerinden sürekli hareket etmesini ve hareket ettikçe de güç kazanmasını engel-leyemiyor.

Dolayısıyla; evet, iktidar güçleniyor, ama öyle bir zeminde ki, aynı zamanda liberalinden demokratına

Boğaziçi’nin farklı bir gizemi de, ülkede yeni bir öğrenci hareketini filizlendirmesi ve doğum sancılarının onu ülkedeki diğer toplumsal güçlerin demokratik bir anayasa ihtiyacıyla ortaklaştırmasıdır.

Yeni bir toplum! İçinde sürekli sarsılarak ayakta kalmaya çalıştığımız güncel gelişmelere çok yönlü bakan-lar açısından Boğaziçi olayı çok şaşırtıcı olmadığı gibi, “nerede” ya da “nasıl” olacağı bilinmese de “beklenen” bir durumdu. Benzerlerini de beklemeliyiz. Boğaziçi’nde patlayıveren demokratik tepki, iktidarın faşizmi kurumsallaştırma sürecinin son hamlesi ve ona karşı Boğaziçili öğrenci ve öğretim üyelerinin tepkisi olarak “güncel” bir anlam taşıyor. Ama aynı zamanda, Gezi’nin “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” diyecek cüretle başlattığı “tarihsel” bir hamleyle adeta “kapısını kırarak” içine girdiği “yeni bir dönemin” sözcüsüdür. O “hayalet”, son dönemlerde daha çok kadınların erkek egemenliğine karşı isyanında, işçilerin iktidarın yoksullaştırma politikalarına karşı direnişlerinde ve süreklilik kazanmış haliyle Kürt halkının özgürlük arayışında kendisini gösteriyor. O, egemenlerin “işte, ni-hayet sönümlendi!” diyerek rahatladığı herhangi bir

zamanda bir anda yeniden canlanıp gözüküyor, bir türlü yok edilemiyor. Gezi, tıpkı sonrasına damga vuran 15-16 Haziran işçi ayaklanması gibi, “tarihsel” bir ağırlık taşıyordu. O, yeni bir dönem açmış, ortaya çıktığı şiddette fazla ilerleyemeyerek geri çekilmişti. Ancak, açtığı yeni dönemin içinde bir “hayalet” gibi geziniyor, bazen ora-da başka zaman şurada aniden kendisini gösteriveriyor. Bu süreçte yaşanan her hareket, “yeni bir toplum” hedefini ufuktaki bir kutup yıldızı gibi parlatıyor. İşte, Boğaziçi olayının ikinci gizemi de burada; Gezi’nin açtığı yolda filizlenen “özgür-lükçü-demokratik-halkçı” bir ülke “hayaleti” ve onun öznesi “Halkçı-demokrat potansiyel enerji”, özgün bir biçime bürünerek Boğaziçi öğrencileri ve öğretim üyelerinde gerçekle-şiverdi!

Gençlik hareketi Boğaziçi odaklı hareketlenme, gayet sistemli ve birbiriyle uyumlu hamlelerle sürekliliğini

sağlayabilen, politik hedeflerini dağıtmadan, bir noktada yoğunlaştırarak ve toplumsal meşruiyet üretmeye özel önem vererek ilerliyor. Her ne kadar ülke çapına yayılma denemeleri yapılsa ve kısmi karşılıklar üretilebilmiş olsa da, henüz Boğaziçi’ni aşarak ülke çapında yaratılan güçlü bir hareketlenme yok. Süreç, Boğaziçi’nin etrafında yanıp sönen hareketlenmeler halinde yaşanıyor. Öncesinde sönmüş görünen öğrenci hareketi, hastalığa ve okulların tatil olmasına rağmen hareketlendi, üstelik liselere yayılma eğilimi içinde. İşte, değişik şehirlere yayılarak ve farklı biçimlere bürünerek sürecek bir öğrenci hareke-tinin başlangıcını yaşıyor olabiliriz. Her ne kadar koşullar ve bizzat öğrenci kimliğinin öğrenci-işçi olma yönünde yaşadığı sancılı dönüşüm süreci eskisinden oldukça farklı bir öğrenci kimliğiyle bizi yüzleştiriyor olsa da, süreklileşmiş bir öğrenci hareketinin toplum-sal özgürlük arayışlarına yeni bir güç kaynağı olacağı

kesindir. Öte yandan, öğrencilik döneminde ve mezuniyet sonrasındaki “işçileşme” olgusu, öğrenci hareketinin toplumsal güçlerin özgürlük ve insani yaşam ihtiyaçlarının karşılanması özlemleriyle daha özel bir kaynaşma yaşamasını belirleyecektir. Zaten süreklileşmiş olan kadın kurtuluş hareketi ve Kürt halkının özgürlük arayışıyla, şimdilerde süreklileşme sancıları yaşayan işçi hareketine, yeni bir toplumsal güç alanı olarak öğrenci hareketi de katılınca, halk güçlerinin toplumsal özgürleşme yönünde özel bir güç kazanacağı açık değil mi? Demokratik bir anayasa, öylesi bir güçlenmenin kazanımlarını ve özlemlerini anayasal teminat altına alacak bir siyasal belge olarak, zaten sürece içkin olacak, süreç ilerledikçe öne çıkacak, bilinçlere yerleşecek, güçlenecektir. İşte, Boğaziçi’nin farklı bir gizemi de, ülkede yeni bir öğrenci hareketini filizlendirmesi ve doğum sancılarının onu ülkedeki diğer toplumsal güçlerin demokratik bir anayasa ihti-yacıyla ortaklaştırmasıdır.

oradan sosyalistine kadar faşizme direnen her renkten muhalif toplumsal ve siyasal güçler de güçle-

niyor. İktidarın gücünün fazlalığı ve belirleyici olduğu açık. Ama öyle istediğini yapma özgürlüğü yok. Güç dengeleri faşizmden yana kalıcı bir statüko kazanabilmiş değil, mevcut üstünlüklerini değişken ve hassas dengeler üzerinden kuruyorlar. Üstelik içinde çırpındıkları çok yönlü krizlere pandeminin yaptığı ek baskıyla zorlanıyorlar. Boğaziçi kendi halinde bir “elit” üniversite iken, aslında tam da bu yüzden hızla ülke gündeminin ilk sıralarına doğru tırmanıverdi. İktidar, kendisini sürdürebilmek için saldırmaya zorunlu olsa da; bir türlü yok edilemeyen halk muhalefeti, iktidarın hiç hesap etmediği bir güce ulaşarak Boğaziçi’nden ses çıkardı ve sakin ama kararlı bir duruşla kendisini savunuyor.

İşte, Boğaziçi’nin ilk gizemi burada; direniş, kendisi olarak kıymetli ve bütün halk güçleri tarafından desteklenmelidir. Ama aynı zamanda direnişin hiç de rastlantısal olmayan bir biçimde, ülkedeki ortamın ilk bakışta hemen görülemeyebilecek olan gerçek yapısını kendisinde barındırıyor. Ülkenin toplumsal ve siyasal güçleri, çok yönlü krizler içinde sarsılıp zorlansalar da, biz-zat o krizler tarafından yaratılan acil ihtiyaçlarını elde edebilmek için faşist kurumsallaş-maya karşı mücadele ediyor ve bu gerçek bir dizi dolayım kanalı üzerinden akarak Boğaziçi direnişine ivme veriyor. Aynı sürece tersinden bakarsak, Boğaziçi direnişi de içinden çıkıp geldiği ortamı kendi varlığıyla etkileyip belirliyor, güç kazandırıyor.

Resmi muhalefet ve Boğaziçi Muhalefet alanında en kirli tutumu CHP aldı. İlk tepki olarak iktidarla aynı dilden konu-şan CHP, öğrencilerin samimi, dürüst ve masum ama bir o kadar da çoşkulu, net ve karar-lı tutumlarının yarattığı toplumsal meşruiyetin büyüklüğü karşısında düştüğü sefilliği fark edince, hızlı ve aynı sefillikte bir manevra yaptı. Şimdilerde, kuzu postuna bürünmüş bir sinsilikle söz üretiyorlar. Asıl amacının hareketin bilincini bulandırmak, ittifaklarından ve sokaktan kopararak dar alana sıkıştırmak ve zamanla sönümleneceği bir konuma yerleştirmek olduğu çok açıktı. Hareketin öznesi öğrenciler ve destek alanı karşısında rezil oldular, daha da fazlasını hak ediyorlar. Sefaletin bir üst halini, kendisini “gençlerin babası” pozuna büründüren Kılıçdaroğlu ba-şardı! “Yaşlı amcalara” özgü bir saplantılı güvence ihtiyacı, donuklaşmaya başladığı belli olan zekası ve kabullenme katsayısının yüksekliği her tarafından akan Kılıçdaroğlu; sözümona akıl vermeye

yeltendiği gençlerin özgürlüğü fethetme arzusu, her gün farklı biçimlerde kendisini gösteren yaratıcı zekası ve risk alma cüreti karşısında zavallı bir duruma düşü-yordu. Bir üniversite öğrencisinin kendi okuluna “işgal etme” amaçlı rektör atanmasına karşı çıkması ve okulun bütün bileşenleriyle kendi rektörünü kendisinin seçmesini istemesin-den neden korkulur ki? Gençler, tabii ki kendi ihtiyaçlarını ve özlemlerini dile getirecek ve orada da durmayıp onlar doğrultusunda hareket edecek, kampüsleri ve sokakları kendi-sini ifade etmek için dolduracak. Daha doğal ne olabilir, o çok sözü edilen demokrasi tam da böyle bir şey değil midir? Yoksa rektörlerin okul bileşenleri tarafından seçilmesinin gençleri başka bazı “tehlikeli” isteklere yöneltebileceğinden mi korkuluyor? Öyle ya, okullar kendi yöneticilerini seçebilirlerse, yerel yönetimler neden halk oyuyla seçilmiş yerel meclisler tarafından yönetilmesin? Peki, o zaman halka sormadan tepeden atanan

valilik ve kaymakamlık benzeri “saltanat makamlarının” çöpe atılması gibi daha da tehlikeli istekler peşi sıra gelirse, söyler misiniz “kutsal” devletimiz ne olur? En iyisi, henüz demokrasi mücadelesinin ilk adımlarını atarken gençlerin bilincini bulan-dırmak ve davranışlarını felç etmek olur değil mi? İşte, kendi zavallı ömürlerini iki kuruşluk maaş ve statü uğruna despotizmin kulu kölesi olduğu bir karanlık hücrede çirkin bir ucubeye dönüşerek geçirenlerin, kendilerini özgürce gerçekleştirmek isteyen gençlerin hareketlerine hasetle ve düşmanca yaklaşmalarından normal ne olabilir ki? Neymiş, “hassasiyetler” varmış, gençler bunlara dikkat etmeliymiş! Bre zavallı ucubeler, AKP’nin kendi ihtiyaçları giderebilmek için uydurduğu “hassasiyetleri” üzerinden sizinle oynadığı gibi gençlerle de oynamasını mı istiyorsunuz? İşte, Boğaziçi’nin başka bir gizemi de, resmi muhalefetin sefilliğini bütün çıplaklığıyla ortaya sermesidir.


Şubat-Mart 2021 / sayfa 5 POLİTİKA Göçmenler kuşatma ve dayatmalara karşı durarak el yordamı ile de olsa ihtiyaçları ve taleplerini dillendiriyor

Göçmenler ve öz örgütlenme Göç hareketi, kendisini özne olarak alan yeni örgütsel formlara ve kendi sözünü özgürce ifade edebileceği özel politik duruşa ihtiyaç duyuyor. Emrah Bal Anlaşılan o ki, 21. yüzyıl tarihsel çapta toplumsal ve siyasal kırılmalarla ve değişim-dönüşümlerle yüklü. Tarihin kendisine yeni bir rota çizmeye zorlandığı bir yüzyılın içinden geçiyoruz.

Göç hareketinde dönüşümler Göç, basit bir yer değiştirme değildir. Göç hareketi sadece hareket halindeki mülteci ve sığınmacılardan oluşmuyor, aynı zamanda metropollerin sömürgelerinden gelen göçmenleri, “misafir işçi” olarak davet edilip geldikleri ülkelerde yerleşerek göç etmiş aileleri ve ailelerinin gelip yerleştiği ülkelerde doğup büyüyen göçmen kökenine sahip

bireyleri de kapsıyor. Göçmenler, yerleştikleri ülkelerin nüfusuna oranla nicelik olarak az olmalarına rağmen göç ettiği bölgeleri toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel açıdan etkilemişler ve hatta kimi zaman ulusal çapta etki-dönüşüm yaratabilecek güç ve etkiye ulaşabilen bir toplumsal dinamik olmuşlardır. Göçmenler günümüzde kendine has bir “zenginliğe” ulaşmış ve birçok farklı toplumsal dinamiği içinde barındıran, kendi taleplerini, yol haritasını ve politik ufkunu arayan küresel politik bir özne konumuna yerleşmiştir.

Göçmenlere yaklaşımlar Göç hareketi bugün emperyalist devletlerin ve küresel sermayenin enteg-

sahip. Göçmen hareketine yaklaşımlar, çoğunlukla insani yardım politikaları ile sınırlandırılmıştır. En düşmanca yaklaşım ise sağ politikanın ırkçı söylemlerinin malzemesi olmak biçiminde yaşanıyor.

Yeni bir yol, öz örgütlenme ve özgürlük

rasyon, güvenlik ve baskı politikaları ile kuşatılmış durumda ve kölece yaşam koşullarının dayatılmasıyla kıskaç altına alınıp, baskılanıyor. Göçmenler de kuşatma ve dayatmalara

karşı durarak el yordamı ile de olsa ihtiyaçları ve taleplerini dillendiriyor. Göç olgusu artık küresel yaşamın kalıcı ve gittikçe büyüyen bir gerçeği haline gelince, göçmenler adına

Alevileri işaretlemek ve Alevisiz Alevilik

sağından soluna, liberalinden radikaline herkesin bir sözü ya da çözüm önerisi mevcut. Bu önerilerin kimi kısmen doğru kimi ise baştan karşı çıkılması gereken yanlış tutuma

Çember daralırken direniş büyüyor İktidarın Gare operasyonunda hesapladığı hedeflere ulaşamaması üzerine yarattığı atmosferde yüzlerce HDP’li gözaltına alındı ve HDP’nin kapatılması için ortam hazırlanıyor. Hasan Feramuz

İktidar “Aleviliği işaretledikçe” nefret söyleminin atmosferinde Alevi evleri, köyleri, mahalleleri işaretleniyor. Haydar Arıkuşu

Aleviliği işaretlemek

Korku, faşizmin ruhsal bileşenidir. Şiddetin ve simgelerin(işaret) diliyle konuşur. İşaretleme bu kez Yalova ve Tokat’ta yaşandı. 24 Ocak’ta, Yalova’da beş Alevi ailenin evleri çarpı(X) sembolüyle işaretlendi. 2009’dan bu yana 34 ayrı yerde 100’ü aşkın ev işaretlendi, tehdit yazıları yazıldı. İktidar tarafında ya “bilgisayar oyunlarından etkilenerek yapılmış, çocuk işi…” denilerek küçümsendi ya da “polisiye vaka” tutanaklarıyla geçiştirildi.

Sadece Alevi evleri Alevi köyleri işaretlenmiyor. Alevilere de, Alevilikleri öğretilerek işaretleniyor. Cumhurbaşkanı Avrupa’daki Alevileri “Ali’siz Alevi” Türkiye’dekileri “Alevi Müslüman kardeşlerim” diye işaretliyor. Zamanında “cemevi cümbüş evi” diyerek aşağıladığı Alevileri şimdi kendi İslam yorumu olan “Erdoğanist İslam”la işaretliyor. İktidar “Aleviliği işaretledikçe” nefret söyleminin atmosferinde Alevi evleri, köyleri, mahalleleri işaretleniyor.

Sistematik ve siyasidir 11 yıldır yapılan bu işaretlemeler sorunu “münferit” ya da “polisiye, adli vaka” olarak değerlendirmeyi mümkün kılmıyor. Sistematik bir “siyasi”liğin olduğu gün gibi ortadadır. Aleviler, işaretlemelerin ne olduğunu çok iyi biliyor. Benliklerinde “güncel olan tarihselle” bütünleşiyor. Bundandır ki Yalova ve Tokat’ta yaşadıklarının “tarihsel” arka planında Alevi katliamlarını görüyor.

Alevisiz Alevilik Devlet Bahçeli de geri durmuyor. Aleviliği, Avrupa Alevileri şahsında “Türkçü-İslamcı” kalıplarda işaretliyor; eğip büküyor, yontup öğretiyor. Almanya’da Alevi kurumların, Cemevleri “kamu tüzel kişiliği” kazanması pek zoruna gitmiş olmalı ki MHP lideri Bahçeli “Alevi İslam inancına mensup canlarımızı istismar eden batı” diyerek Alevilerin kazanmış olduğu “yasal statüye” karşı durmuş; Avrupa Alevi Birlikleri

Federasyonunu (AABF) ise tehditle hedef göstermiştir. Aleviler, Türkiye’de, yıllardır “Eşit yurttaşlık”, “Cemevleri ibadet yeri olarak tanınması” taleplerini dillendirirken, siz; Alevileri inkâr ediyor, onu “din bilgini” edalarınızla durmadan tanımlıyorsunuz.

Boğaziçi direnişi ve Aleviler Faşizm korktuğu için korkutur, ötekileştirmek için işaretler “Krizlerin ve isyanın” suyunda ısınır, sermayenin iktidarı kaybetme korkusunda ilmek ilmek örülür. Boğaziçi direnişinin süreklileşip yükseldiği günler AKP-MHP iktidarının olası bir “Gezi İsyanı” korkusunun nüksettiği, LGBT+lar şahsında “ötekileştirici nefret dilinin” pervasızlaştığı günlerdi. Polis şiddeti, gençliğin ve hocalarının “neşeli zekâsında” dağılırken; ortaya bir korku-tehdit duvarı örülmeden edilmezdi. Faşizm, ezberine döndü. “Gezi korkusu” sarmışken; “Gezi”de Alevilerin isyan dinamiğini iktidarın unutması mümkün mü? Bir korku, bir “haddini bildirme” zamanı gelmişti.

Elbette insani yardım kampanyaları ve dayanışma çok değerli ve daha da büyütülmeli. Etnik, kültürel ve kimliksel farklılıklar ve göç hareketinin sınıfsal yapısı da her zaman göz önünde tutulmalı. Ama bu farklı duruşlar ve var olan göç örgütlenmeleri tek başına göç hareketinin bugünkü ana ihtiyacını karşılayamıyor, tersine çözümsüzlüğe itiyor. Göç

hareketi, kendisini özne olarak alan yeni örgütsel formlara ve kendi sözünü özgürce ifade edebileceği özel politik duruşa ihtiyaç duyuyor. “Göçmenlerin öz örgütlenmesi” fikri bu arayışa cevap olabilecek potansiyele sahip. Politik ufkunu ve konumlanmasını hangi biçimde olursa olsun göç eden göçmenler merkezli kurgulayıp kendine has bağımsız-özgün bir duruş inşa edilebilir. Öz örgütlerine dayanan göçmenler, kendilerini kuşatıp sermayenin kölesi haline sokmak isteyen egemenlerin karşısında güçlü bir pozisyon alabilecek, kölece koşullar ve ırkçı saldırılara maruz kalan milyonlarca göçmenin özgürleşme alanları olacaktır.

Türkiye’nin başını çektiği ve çeşitli küresel ve bölgesel güçlerin de farklı biçimlerde dahil olduğu, Kürt Özgürlük Hareketi’ni (KÖH) çembere alma çabası uzun bir süredir devam ediyor. Yeni yılın ilk günlerinden itibaren bu “çaba” yoğunlaşmakla birlikte Suriye’yi de içine alarak genişleme halinde. Buna karşılık ise KÖH’ün daha aktif bir tutum alma çabası içerisinde olduğu görülüyor.

KDP fırsatçılığı Türkiye uzun zamandır sınırından 20-25 km’lik derinlikteki bir bölgede, Başûr’da operasyonlar yürütme ve bunun sonucunda askeri üsler kurarak bölgeye yerleşme hamlesi içerisindeydi. Bu hamle “yeni” bir hamleyle sona ermiş durumda. Başûr’da önemli üsler edinen Türkiye “Pençe-Kartal-2” adı verilen harekâtla Gare’ye “havadan” inerek hem 40 km’lik derinliğe ulaşmayı hem Irak ile Suriye arasındaki bağlantıyı kesmeyi hem de “yeni Kandil” diye lanse ettiği Sincar’a varmayı hedefliyor. Türkiye’nin bu çoklu hedefine ulaşmada en büyük yardımcılarından biri ise Başûr yönetimi. Türkiye’nin yaptığı operasyonlardan KÖH’ü sorumlu

tutan ve hareketi işgalci olarak tanımlayan Başûr yönetimi, geçtiğimiz sene yapılan “birlik” çağrılarına yönelik aldığı “karşıt” tutumu sürdürmenin ötesine geçmekte. Yönetimin, Barzani ailesinin “tarihsel karizmasına” dayanarak Kürt halkının tek temsilcisi olduğu iddiasını “gerçek” kılmak için Türkiye’nin daha derinlerdeki hamlelerine sessiz kalmaktan doğrudan destek verme aşamasına adım attığı görülüyor. Bu “aşamaya” geçişin altında Türkiye’nin yoğun saldırılarının getirdiği “güç” ile birlikte Suriye’deki gelişmeler yatmakta. Kürdistan Demokrat Partisi’nin (KDP) Suriye kolunun Suriye’deki bürolarını açması ve Tel Ebyad ile Menbiç’te Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG) yönelik Türkiye’nin saldırıları, Barzanilerin “iddialarını” Başûr’un yanı sıra Rojava’da da “gerçek” kılabilmek için bu ânı tarihsel “fırsat” olarak gördüklerine işaret ediyor. Dolayısıyla uzun zamandır büyük bir özenle kaçınılan kardeş kavgasının (Birakujî), KÖH’ten gelen açıklamalarında gösterdiği üzere, kısa vadede gerçekleşme olasılığı yüksek. Rojava ve Başûr’da gerçekleşen saldırılara karşı KÖH’ün geri çekilmek yerine bulunduğu yerde

karşılık vermesi de hareketin gerekirse Birakujî’den kaçınmayacağını gösteriyor.

Halkın “sınırı” Harekete yönelik saldırıların gerçekleştiği bir diğer yer ise Bakûr. İktidarın Gare operasyonunda hesapladığı hedeflere ulaşamaması üzerine yarattığı atmosferde yüzlerce HDP’li gözaltına alındı ve HDP’nin kapatılması için ortam hazırlanıyor. Bununla birlikte Öcalan’a yönelik tecrit de hapishanelerdeki açlık grevlerine rağmen sürdürülüyor. Baskılara karşı gerçekleştirilen açlık grevlerine ve HDP üyelerine yönelik tutuklama ile gözaltılarına HDP’den verilen “sınırlı” tepki ise halkın “yen içinde kalan” eleştirilerine neden olmakta. Kimi zaman bu eleştiriler Ayhan Bilgen şahsında “dışarıya” çıkmakta ve halkın saldırılara karşı gösterilen “savunmacı” tutum ile “restorasyon” cephesine gösterilen ilgiye yönelik tepkisinin bir süre sonra “çuvala sığmayabileceğine” işaret ediyor. Tıpkı Rojava ve Başûr’da olduğu gibi Bakûr’da da kısa vadede Kürt halkının saldırılara karşı “sınırlılıkları” aşıp mücadeleyi büyütebileceğini görebiliriz.


Şubat-Mart 2021 / sayfa 6 EKONOMİ Volkan Yaraşır

2021’in dünya ekonomisi açısından birçok olasılığın aynı anda yaşandığı yıl olması yüksek bir olasılıktır

Kartel rejimi ve ekonomik kriz

Muhalefetin birleşik bir güç olmaması ve etkisizliği rejime güç veriyor, açık zorun yarattığı atmosfer rejimin güçlü görünmesine yol açıyor. Aslında katılaşan ve kartelleşen rejimler kırılganlaşan ve iktidar bloğunda çatlakların en çok arttığı rejimler olarak dikkat çeker. 2021 Türkiye ekonomisi açısından kritik bir yıl olacak. Yılın, çok vektörlü makro ekonomik sorunların derinleşeceği bir moment olması yüksek bir ihtimal. Ekonomideki çoklu kırılganlığın yanı sıra, küresel ekonomik gelişmeler, finansal balonun şişmesi, pandeminin kontrolsüz bir noktaya ulaşması Türkiye ekonomisini sarsacak dış faktörler olarak dikkat çekiyor. 2018’de yaşanan döviz kriziyle Türkiye, senkronize bir kriz sarmalı içine girmişti. Döviz krizinin

hızla emlak ve bankacılık krizine dönüşme olasılığı artmış, öte yandan borç çevriminin kırılması ihtimali doğmuştu. 2001 krizi gibi ani ve şiddetli bir çöküşün yaşanmadığı koşullarda, ekonomik kriz ve etkileri bir nevi sürece yayılabildi. Sabit kur sisteminin tıkanmasının yarattığı 2001 krizi gibi bir yıkım, uygulanan dalgalı kur sisteminden dolayı gerçekleşmedi. Bu durum siyasal iktidara manevra yapma şansı yarattı. En azından krizi öteleyen taktikler

devreye sokuldu. 2019 başında FED’in parasal genişleme politikası izlemesi ve faiz indirimi Türkiye ekonomisi için soluk oldu. Çöküş zor kontrol edildi. Devlet ve rejim kriziyle iç içe geçen ekonomik kriz kontrolsüz gelişmelerin ve gerçek bir çöküşün nesnel zeminlerini oluşturabilirdi. Kartel rejimini sarsacak bu gelişmeler agresif politikalarla bloke edilmeye çalışıldı.

Finans kapital ve inşaat oligarşisi Kartel rejimi bir iktidar

bloğunu ve oligarşiyi ifade ediyor. En başta kriz ötelenerek bloğu sarsacak ve blok içindeki uyumu bozacak engeller ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Otoriter düzenlemelerle rejim tahkim edilmek ve toplumsal muhalefet sürekli kuşatılmak istendi. Bu politikaların devamı olarak finans kapitalin stratejik hamlelerinin önünü açan düzenlemeler gündeme getirildi. Ayrıca rejimin organik sermayesi olan ve sermaye birikimini rejime tabiiyet içinde olağanüstü

Sürece yayılan kriz ve ekonomik durgunluk Siyasal iktidara soluk aldıran, krizi ve etkilerini sürece yayma olanağı sağlayan bu gelişmeye rağmen ekonomide genel tablo ya da makro ekonomik göstergeler çoklu ekonomik kırılganlığın arttığını ortaya koyuyor. Türkiye ekonomisi 2021’e yüzde 0,5 ya da 1 aralığında bir büyümeyle girdi. Bu büyümede ancak, 2020’nin 3. çeyreğinde iç piyasanın hareketlenmesini hedefleyen aşırı kredi pompalamasıyla elde edildi. Bu hamle olmasıydı yıla eksi büyümeyle girilmesi kaçınılmazdı. 2019 yılında yaşanan yüzde 0,9 büyüme ve 2020 yılındaki büyüme trendi ekonominin ciddi bir durgunluk içinde olduğunu ortaya koyuyor. Pandemi koşulları ve aşının koordinasyonunda görülen zafiyetler 2021 yılında hem büyüme probleminin süreceğini ve durgunluğun şiddetleneceğini ortaya koyuyor. Rejim açısından ekonomik büyüme ciddi önem taşıyor. Ekonomik büyüme siyasi iktidarın hem kitlelere iyi bir hikâye anlatımını sağlıyor, hem de farklı patronaj ilişkilerinin devamı ve çelişkilerin ertelenmesini beraberinde getiriyor. Türkiye kapitalizmin yapısal bir sermaye birikimi

sorununun olması, ekonomik büyümenin ancak dış kaynak vasıtasıyla gerçekleşmesinin önünü açıyor. Türkiye ekonomisinin bir manada dış kaynağa narkotik bir bağımlılığı var. Dış kaynak geldiğinde sanal/spekülatif bir şekilde büyüyen ekonomi, dış kaynak ve sıcak para girişlerinde sıkıntıların yaşandığı konjonktürde bir nevi tıkanıyor ve hızla krize giriyor. AKP iktidarının uzun yıllar iktidarda kalmasının belirleyici yönlerinden biri iktidara geldiği konjonktürde küresel piyasaların lehinde olması, bol ve ucuz dövizin bulunmasıydı. 2015 sonrası bu konjonktür değişti. Özellikle 2018 döviz krizi yeni bir momenti simgeledi. 2021 yılının Ocak ayında FED’in izlediği politikalara bağlı sıcak paranın çevre ülkelere yeniden dönmesi yeni bir döviz krizini şimdilik engelleyen faktör oldu. Türkiye’nin dâhil olduğu çevre ülkelere 17 milyar dolarlık sıcak para girdi.

Farklı parametrelerde (hisse senetleri, devlet iç borçlanmalarıyla ve net parasal akımlarla) Ocak ayında Türkiye’ye giren sıcak para miktarının 5 milyar doları bulduğu tahmin ediliyor. Palyatif ve günü kurtarmalık adımlar Siyasal iktidara soluk aldıran, krizi ve etkilerini sürece yayma olanağı sağlayan bu gelişmeye rağmen ekonomide genel tablo ya da makro ekonomik göstergeler çoklu ekonomik kırılganlığın arttığını ortaya koyuyor. Ayrıca atılan adımların bütünüyle palyatif ve günü kurtarmaya yönelik adımlar olduğunu gösteriyor. 2021’nin ekonomik tablosunda en başta mali borçlanmanın ulaştığı boyut dikkat çekiyor. Türkiye’nin 1 yıl içinde yenilenmesi gereken borç tutarı, dolar cinsinden 184,3 milyara ulaştı. Buna cari açık olarak 14 milyar dolar daha eklediğinde 1 yıl içinde finansmanı sağlanması gereken

tutar 200 milyar dolara ulaşıyor. Ayrıca bu arada Merkez Bankası’nın döviz rezervlerini artırmaya yönelik hamleleri de bu oranı yükseltiyor. Kısacası Türkiye ekonomisi yüksek bir dış kaynağa ya da sermaye girişine ihtiyaç duyuyor. Şu an için küresel durum fena değil. Merkez bankalarının izledikleri para ve faiz politikalarından dolayı çevre ülkelere yönelik sermaye akımları artıyor. Ayrıca Türkiye yüksek faiz vererek tahvil satışları yapabiliyor. Ama bu tip borçlanmanın maliyeti ve taşıdıkları riskler de yüksek oluyor. Ayrıca sıcak para hareketlerinde yaşanacak gelgitlerin de ciddi bir problem oluşturduğu unutulmamalıdır. Son yıllarda kamu borçlarının dikkat çekici tarzda artması söylediklerimizi doğrulayan gelişmelerdir. 2020 yılında bütçe açığının 172,7 milyar liraya ulaşması Türkiye ekonomisindeki kara deliklerin arttığını gösteriyor.

derece artırmış inşaat sektöründeki oligarşiye muazzam olanaklar tanındı. Büyük kamu ihalelerini özellikle 5 şirketin alması ve bu şirketlerin kamu bankalarından ve Dünya Bankası’ndan aldıkları kredilere devlet güvencesi verilmesi ilginç bir tablo ortaya çıkardı. Dünya çapında en büyük kamu ihalesi alan şirketler olarak da dikkat çeken bu şirketlere uygulanan patronaj, tipik bir kartelci işleyişi gösteriyor. Bu işleyiş rejimin karakteri ve ruhuyla da uyumlu

bir içerik taşıyor. Rejim ayrıca sınıfsal karakterini ve ruhunu, uyguladığı ve giderek rafine ettiği despotik emek rejimleriyle de dışa vuruyor. Sınıfı kötürümleştirmek ve kadavra haline getirmeyi amaçlayan bu uygulamalar aynı zamanda rejimin kendini tahkim etme adımları olarak hayata geçiriliyor. Siyasal iktidar emek karşıtı politikalar ve sağlanan olanaklarla finans kapitalle son derece uyumlu hareket ediyor. Her şeye karşın pandemi

süreci, ekonomik kriz ve yaşanan ekonomik durgunluk giderek katılaşan rejimin hareket kabiliyetini sınırlıyor, en fazla da istikrarsızlık normalleştiriliyor. Muhalefetin birleşik bir güç olmaması, etkisizliği ve yaşadığı atomizasyon rejime güç veriyor, açık zorun yarattığı atmosfer rejimin güçlü görünmesine yol açıyor. Aslında katılaşan ve kartelleşen rejimler kırılganlaşan ve iktidar bloğunda çatlakların en çok arttığı rejimler olarak dikkat çeker.

Dünya ekonomisinde yaşanacak sert türbülanslar, türev piyasaların yarattığı spekülatif köpüğün 20072008 krizinin açığa çıktığı boyuta ulaşması gibi gelişmeler, Türkiye açısından senkronize bir krizin tetikleyicisi olabilir.

Senkronize kriz riski Dikkat çekici göstergelerden biri özel sektörün borçları azalırken, kamu borçlarında görülen hızlı yükselme oldu. Bu arada başta Çin’le olmak üzere yapılan swap anlaşmalarından kaynaklanan borçlarla son birkaç yılda kamu borçları 50 milyar dolar daha artırdı. Kritik risk ölçülerinden biri olan dış borcun GSYH oranı yüzde 59,1’e çıktı. Özel sektörün döviz açıklarını kapatmak için yaptığı hamlelerin bir başka yansıması yatırımın düşmesi, istihdamın azalması, işsizliğin artması, sınırlı büyüme oldu. Ayrıca şirketlerin döviz varlıklarını tampon için elde tutmasının yarattığı dövizdeki oynaklık, Merkez Bankası’nın Türk Lirası’nda yaşanan değer kaybına bağlı döviz rezervlerini eritici sonuçlar yarattı. Türkiye’nin 2021 yılında fiilen ödemesi gereken borç tutarı 63,2 milyar dolar. Bu borcun 6,4 milyar dolarını kısa vadeli borç oluşturuyor. Ekonomide KİT, SGK, İşsizlik Sigorta Fonu, yerel yönetimler yaşanan kara delikler sorunları artırıcı rol oynuyor. Ayrıca 2020 yılında dağıtılan 1 trilyon lirayı geçen kredi, 2021’de tahsil edilmeye başlanılacak. 2021 yılında kredi daralmasının yaşanması kaçınılmaz gözüküyor.

Piyasaya kredilerin pompalanamaması, faizlerin yüksek seyretmek zorunda olması, kaynakların dış borç ödemeye ayrılması, ekonomide büyümenin ve istihdamın durması, işsizliğin artması ve ertelenen şirket iflaslarının yaygınlaşması anlamına geliyor. Ekonomik durgunluk derinleşecek Kısacası 2021 yılının ilk yarısı kamu maliyesinde deformasyonların yanında sürece yayılmış kriz ve ekonomik durgunluğun derinleştiği bir dönem olacak. Bugün açısından küresel düzeyde, aşı ve salgının bir düzeyde kontrolüne bağlı olarak yapılan pozitif projeksiyonlar geçici olabilir. 2021’in dünya ekonomisi açısından birçok olasılığın aynı anda yaşandığı yıl olması yüksek bir olasılıktır. Özellikle dünya ekonomisinde yaşanacak sert türbülanslar, türev piyasaların yarattığı spekülatif köpüğün 2007- 2008 krizinin açığa çıktığı boyuta ulaşması gibi gelişmeler, Türkiye açısından senkronize bir krizin tetikleyicisi olabilir. Ayrıca kartel rejiminin istikrarsızlığı ve sorunları derinleştirici rolü önümüzdeki dönemde her an her şeyin olma ihtimalini ortaya çıkarmaktadır.


Şubat-Mart 2021 / sayfa 7 EMEK İktidar ve sermaye aynı sömürü ve zulüm çarkının farklı dişlileri

Otoriterleşen emek rejimi karşısında mücadele Bir tarafta ülke çapında faşizmin inşasına soyunan iktidar, diğer tarafta fabrikalarda emeği güvencesiz ve kölece çalışma koşullarına zorlayan ve mahkûm eden sermaye. Birbirini koruyup kollayan, birbirinin destekçisi, ikisi aynı sömürü ve zulüm çarkının farklı dişlileri… Juliana Gözen (...) 1. sayfadan devam

Yeni bir emek rejimi inşa ediliyor. Sermaye yaşadığı yapısal krize karşı geliştirdiği stratejisini pandemi ile hızlandırarak hayata geçirme zemini yakalamış oldu. Sözde işçilerin sağlığını korumak için kapalı çalışma metodunu uygulayan fabrikalar, virüse yakalanan işçilerin işten atılması, virüse karşı fiziksel mesafeyi koruma bahanesiyle işçilerin her anını gözetleme projesi, izole üretim tesislerinin kurulacağının “müjdesi”, işte bu yeni rejimin görünümlerindendir. OHAL’den bu yana, sermaye ve hükümetin gizlisiz saklısız dayanışması, kol kola bir ilişkisi var. Hükümet her fırsatta sermaye örgütleri ile yan yana gelip torba torba yasalar çıkarıyor ve teşvikler sağlıyor.

“Modern Kölelik” Özellikle pandemi süreciyle sermayeye her türlü teşvik ve olanağı sunan iktidar, Temmuz ayında meclisten geçirdiği “Kölelik paketi”nden ücretsiz izin ve İşsizlik Sigortası Fonu’nun patronların

emrine amade edilmesi çıktı. Patronların en kullanışlı silahı oluveren ücretsiz izin uygulaması, haklarına sahip çıkan ve hak gasplarına karşı sesini yükselten işçilerin üzerinde patlıyor. 2,3 milyona ulaşmış durumda ücretsiz izin ile çıkartılan ve günde 47 TL ile yaşamak zorunda kalan işçilerin sayısı. 47 TL’yi de “hak edebilmek” için ise 17 Nisan’dan önce işe başlamak şartı var. Salgın sürecinde işten çıkarma yasağının “istisnası” olan ve patronların keyfi bir biçimde kullanabildiği “Kod 29”, işçiyi “damgalayarak” açlığa mahkum ediyor. Güvencesiz çalışma milyonlarca işçi için artık hâkim bir çalışma rejimi haline geldi. Sadece kayıt dışılık olarak tanımlanan güvencesizlik; sermayenin ücretlerde ve çalışma saatlerinde yaptığı keyfi değişikliklerle, kuralları tamamen patronların belirlediği yeni bir biçim halini aldı. Salgınla beraber yaşanan kitlesel işsizlik, iş ve gelir kayıplarının emekçilerin yaşamlarını tehdit eder hale gelmesi, sermayenin kölece çalışma rejimini

Nasıl yapmalı? Ne etmeli?

dayatmasını kolaylaştırıyor. Öte yandan sermaye sınıfının tüm bu saldırıları, hakkını arayan, sendikaya üye olan, iş yerinde sorunlara ses çıkaran işçileri tehdit ediyor. Sendikaya üye olan işçilerin ücretsiz izin ile işten çıkartılması, sendika çalışması başlayan işyerinde patronun, işçilerin kayıtlı olduğu iş kolunu değiştirmesi gibi örnekler hayata geçirilmeye çalışılan çalışma rejiminin kendini inşa ettiği zeminlerdir. Çok açık ki pandemiyi yeni bir çalışma rejimi için katalizör olarak kul-

lanan iktidar ve sermaye, emek üzerinde mutlak egemenlik kurmak istiyor. Bir tarafta ülke çapında faşizmin inşasına soyunan iktidar, diğer tarafta fabrikalarda emeği güvencesiz ve kölece çalışma koşullarına zorlayan ve mahkûm eden sermaye. Birbirini koruyup kollayan, birbirinin destekçisi, ikisi aynı sömürü ve zulüm çarkının farklı dişlileri…

Çalışmak, yaşamak, direnmek İnşa edilen yeni emek rejimine karşı mücadele artık bir yaşam mücadele-

si haline gelmiştir. Sendika hakları için direnen PTT, Baldur, Ekmekçioğulları, Migros Depo işçileri; ücretsiz izin köleliğine karşı mücadele eden Sinbo, Nak Kargo, Tayaş Gıda işçileri; ücretleri ve tazminat hakları için direnen Kayı İnşaat, Bimeks, Soma, Ermenek işçileri; işte tam olarak bunu yapıyor. Haklarını almak için, insanca çalışmak için direniyor. İşyerleri önünde işçilerin yaktığı çoban ateşleri; iktidar ve sermayenin birbirine arka çıkarak emeğe yönelik saldırılarına karşı bir mücadeledir.

Yaşadığımız bu kriz dönemi, sermaye sınıfının emekçilere saldırısı aynı zamanda işçi sınıfının örgütlülüğünü geliştirme olanakları da sunmaktadır. İşçi ve patron arasındaki çelişkinin en sert ve doğrudan yaşandığı yer olan üretim alanında yani fabrikalarda ve iş yerlerinde, işçinin söz ve karar sahibi olacağı mekanizmaları kurmak; sermayenin kölece çalışma koşullarını dayatmasına karşı verilecek mücadelenin ana öznesini oluşturmak anlamına gelecektir. Bu mekanizmalar, kendi doğal önderliklerini çıkartacak, işçiler kendilerini yalnız hissetmeyecek, patronun işyeri içerisindeki emeğe karşı her hamlesine ortaklaşa cevap üretebilmeyi kolaylaştıracaktır. İşçileri, iş yerlerinden başlayıp yaşam alan-

larına ve yaşamlarının her anına kadar kuşatıp kapsayacak dayanışma ağları; kapitalist sistemin işçinin yaşamının her alanını tahrip etmesine karşı, işçi sınıfının dayanışma ile kendisini koruyacağı ve başka bir ilişki biçimini mümkün kılabileceğinin ilk adımı olacak, sömürüsüz bir dünya özlemini güçlendirecektir. Dayanışma ağları, çok yönlü bir yayılımla, işçinin çocuğuyla, eşiyle, ailesiyle, yaşadığı mahallesiyle ve yetiştiği kültürüyle ilişkiye geçmeli; sistemin çürüttüğü, yozlaştırdığı yerlerde dayanışma içinde yeni değerler üretmelidir. Şimdi sermaye ve iktidarın, emek üzerinde kurmaya çalıştığı mutlak hakimiyetin üzerine yürüme zamanıdır. Saldırıları geri püskürtmeli, sömürü çarklarını kırma iradesini işçi havzalarına taşımalıyız!

Covid 19, Kod 29, biz bu oyunlara tokuz! Emeğe yönelik bu saldırı araçlarını boşa düşürmek, işçilerin haklarını almak ve genişletmek için; işçilerin söz, yetki ve karar sahibi olduğu örgütlenmeleri yaratıp çoğaltmak en önemli görev olarak gerçekleştirilmeyi bekliyor. Kerem Emre

Covid-19 salgını sadece halk sağlığına yönelik yarattığı yıkım ile değil toplumsal yaşamda emekçi sınıflar için de derin ve yıkıcı sonuçlar doğuruyor. İktidar ve sermaye güçlerinin politikaları sebebiyle salgının toplumsal ve iktisadi etkileri en çok işçi sınıfı ve emekçi kesimleri etkiliyor. Hastalığa yakalanma ve yaşamını yitirme konusunda da istatistikleri işçi sınıfı ve emekçiler doldurmakta. Salgının büyük istihdam kayıplarına yol açmasına ek olarak gelir adaletsizliğini ve yoksulluğu daha da tetikleyeceği bir sır değil. Salgını bir koz olarak kullanan patronlar ise birçok sektörde angaryayı, fazla mesaileri, az eleman ile çok iş yaptırmayı “aynı gemideyiz” hikâyesi ile çoktan uygulamaya koymuş durumda. Hükümet ise emek düşmanlığı ve doğa talanı üzerine kurulu “sermaye birikim planlarını” uygulamalarını hoyratça hayata geçiriyor. Kâğıt üzerinde “pandemi süresince işten atma yasağı”

uygulanan ülkemizde, gerçek hayatta bu yasağın uygulanmadığını görebiliyoruz. DİSK-AR tarafından hazırlanan Ocak 2021 raporuna göre iş başında olanların sayısı son bir yılda 1 milyon 833 bin kişi azaldı. Peki bu nasıl oldu? İşten atma yasağına bazı “istisnalar” getirildi. İş Yasası’nın 25/2 maddesinde sıralanan, belirli süreli iş sözleşmesinin süresinin bitiminde, işyerinin kapatılmasında, işyerinin faaliyetlerinin sona ermesinde, hizmet alımı yoluyla yapılan işlerde işin sona ermesi halinde işveren işçiyi çıkartabilecek. Patronlar sadece evraklar üstünde oynayarak dahi bu koşulları yaratıyor ve işçileri kapının önüne rahatça koyabiliyorlar. Dönemin ikinci ve en yaygın kullanılan “istisnası” ise yasada bulunan ve Kod 29 olarak tanımlanan “Ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan haller ve benzerleri” başlıklı, yoruma açık madde. Çalıştırmak istemediği işçiyi, ihbar ve kıdem tazminatlarını bile ödemeksizin işten çıkarmaya başlayan

patronların bahanesi hep aynı idi: Kod 29.

Ahlaksız işçi, mazlum patron masalı Kod 29’dan atılan işçilerin gerçek sayılarına ulaşmak oldukça zor. “Ticari sır” adı altında kamuoyu ile paylaşılmayan

bu rakamların çoğaldığını son dönemdeki işçi eylemlerinden, direnişlerinden, davalardan ve işçi dostlarımızdan biliyoruz. Son dönemde öne çıkan direnişleri ile PTT’de sendikal mücadele veren taşeron işçiler, DİSK Birleşik Metal’de örgütlenen Çorum Ekmekçioğlu

işçileri, TOMİS’te örgütlenen Sinbo Fabrikası işçileri, DİSK/ Tekstil’de örgütlenen Güven Boya işçileri patronların Kod 29 silahının hedefi oldu. Covid 19 ile angaryaya ve yoksulluğa ses çıkarmaması beklenen işçiler olası bir itirazlarında işte bu Kod 29 ile tehdit ediliyorlar. Kod 29 bütün işçiler için korkutucu bir tehdit. Çünkü sadece işsiz kalmıyorsunuz. Tazminat ve işsizlik maaşı da alamıyorsunuz. En kötüsü de başka bir işe başvurulduğu zaman Kod 29 adeta bir damga haline gelip sizi sonsuz bir işsizliğe mahkûm etmeye çalışıyor.

Kod 29 kadın işçileri iki kere vuruyor Kod 29’un kadın işçiler üzerinde de ekstra bir baskı aracı olarak kullanıldığı pek çok işçi haberinde karşımıza çıkıyor. İşten çıkarma gerekçesi olarak sunulan “namussuzluk, ahlaksızlık, cinsel suçlar, ailenin ve iş arkadaşlarının yüzüne bakamaz hale gelme” maddeleri kadın işçiler için tüm çalışma

yaşamı boyunca karşılaştıkları olumsuzluklara ek bir baskı aracı haline geliyor. İşten atılma gerekçesinde böyle bir madde ile karşılaşan kadın işçiler eş ve aile karşısında bir de bu durumu izah etmek sıkıntısı ile karşı karşıya kalıyor. Birçok kadın işçi bu damgayı yememek adına sayısız sıkıntıya katlanmak zorunda kalıyor.

19, 29, 39, 49 Covid-19 çalışma koşullarını ağırlaştırma bahanesi yapılırken Kod 29 da işçiyi susturmanın bir aracına dönüşmüş durumda. Emeğe yönelik bu saldırı araçlarını boşa düşürmek, işçilerin haklarını almak ve genişletmek için; işçilerin söz, yetki ve karar sahibi olduğu örgütlenmeleri yaratıp çoğaltmak en önemli görev olarak gerçekleştirilmeyi bekliyor. İşçilerin iş güvencesi, gelir güvencesi, insanca yaşayacak koşullar etrafında mücadeleye katılması için bu gündemleri emek hareketine dönük fikir ve emek üreten herkesin öncelikli gündemi haline getirmek gerekiyor.


Şubat-Mart 2021 / sayfa 8 DÜNYA Başta işçi sınıfı olmak üzere yoksulların öfkesinin biriktiği ve her an patlayacağı bir konjonktürün içine girdik

Çoklu kriz ve ekonomik çöküşe doğru Krizler devam edecek, derinleşip çoğalacak. Adeta krizlerin mutasyonlarını göreceğiz. Egemenler buna karşı ancak geçiştirici ve palyatif çözümler üretip insanlara gerçek bir alternatifi vaat edemiyor. Bu kör düğümü ancak güçlü bir halkçı seçenek çözebilir. Max Zirngast Koronavirüs salgını bir seneyi aşkın bir süredir dünyanın birçok ülkesini derinden sarsıyor, bu vesileyle de dünyanın bütününe güçlü ve kalıcı bir etki bırakıyor. Salgının, özellikle 2008 itibariyle ivme kazanan çoklu kriz dinamiklerini daha da derinleştirip yeni krizlere de yol açtığını görüyoruz. Çokça söylendiği gibi, salgın kapitalist toplumundan ayrı olarak ele alınamaz. Endüstriyel tarım ve büyük ölçekli hayvancılık sonucunda doğal alanların talan edilmesi ve özellikle ormansızlaştırma gibi, insanlarla yaban hayat alanlarının arasındaki mesafeyi azaltıp ortadan kaldıran hususlar, virüslerin hayvanlardan insana geçmesini çok daha mümkün kılıyor. Dahası, virüsün yayılması çağdaş kapitalist meta zincirlerinin yollarında gerçekleşti ve Çin’den hızlı bir şekilde ABD’ye ve Avrupa’ya yayıldı. Dun & Bradstreet’in sunduğu bulgulara göre, Wuhan’da dünya çapında 51.000 şirketin tedarik firması bulunuyor!

yasının daha da gerileceğini ve başta Çin olmak üzere, Asya’nın git gide gücünü arttıracağını saptamak çok da zor değil. Zaten var olan bir eğilim salgın vesilesiyle daha da ivme kazandı. Aralarında puan farkı olsa da, AB ülkeleri ve ABD’nin topyekun sınıfta kaldığı besbelli. Egemen Covid-19 politikalarında birkaç farklı yaklaşım belirginleşmişse de, hepsinin ortak yönü sermayeyi kollayan, mümkün mertebe kârları tehlikeye atmayan ve üretimin çarklarını döndürmekte ısrarcı olan bir anlayışa sahip olmaları.

Ne var ki, bu politikaların iflası inkâr edilemez oldu. Virüs yayılmaya devam ediyor, daha kötüsü yeni yeni mutasyonlar ortaya çıkıyor. Britanya ve Güney Afrika varyantları ilk verilere göre daha bulaşıcı. Brezilya’nın 2 milyon nüfuslu Manaus kentinde geçen Nisan ayında virüs yıkıcı bir şekilde yayıldıktan sonra Kasım ayına kadar tahminlere göre kentin bağışıklığı yüzde 70’lere kadar çıkmıştı. Ancak gelin görün ki, bugünlerde gelen haberlere göre, yeni mutasyona uğrayan virüs, Manaus’ta hızla yayılarak sağlık sisteminin tekrar

çökmesine yol açacak kadar ilerlemiş. Egemenler, salgın politikasında ancak “aynen devam” ve yeni bir ek olarak “mutasyonla yaşamamız gerekecek” minvalinde geçiştirici söylemlerde bulunuyor. Örnek vermek gerekirse, Almanya kapanmayı her birkaç haftada bir “birkaç hafta daha” uzatırken, Avusturya ise “sert” ve “yumuşak” kapanmalar arasında gitgeller yaşıyor. Üçüncü sert kapanmadan yumuşak kapanmaya geçilirken, “dördüncü sert kapanma mümkündür” denildi.

Hal böyleyken, insanların bu tür oyalama ve geçiştirme politikalarına destek azalıyor. Aşı kampanyası da apaçık eksikliğinden ve mutasyonların yarattığı korkulardan dolayı pek heyecan yaratıp umut vaat etmiyor. Yanı sıra mevcut krizin ekonomik ve toplumsal etkileri ve gelecek kaygısı insanları, özellikle de gençleri bunalıma sokuyor ve ruhsal sorunlar hızla artıyor.

İki raporun anlattığı Toplumsal ve ekonomik durumu incelemek için, düzenli olarak her Ocak ayının sonun-

Virüsün gösterdiği Son bir sene içerisinde günümüzün kapitalist toplumunun, özellikle de emperyalist merkezlerin ne kadar kırılgan olduğunu netçe görmüş olduk. Yaşanan gelişmelerden dünya sisteminde Batı’nın hegemon-

Biden “savaşla” geliyor

Caner Malatya Sabık Başkan Trump’ın nihayet görevini “devretmesiyle” Biden’ın koltuğa oturması, Orta Doğu’da ve dünyada kimi çevrelere “oh” çektirdi. “Rahatlamanın” arkasında Biden’ın işçilere, emekçilere, halklara, kadınlara vd. daha iyi bir dünya sunmayı hedefleyen birisi olması değil, Trump’a nazaran daha “akılcıl”, “tutarlı” ve “öngörülebilir” politikalar uygulayacağı varsayımı yatmakta. Fakat son gelişmeler gelenin gideni aratacağına işaret ediyor.

İkili stratejiye dönüş Obama dönemiyle birlikte ABD, Orta Doğu’da ana gündem konularından biri olan İran’a özel politikalar uygulamaya yönelmişti. Özel politikaların uygulanmasında, İran’ın başta Suriye ve Yemen’deki savaşlara müdahil olarak bölgedeki etkinliğini arttırmasının payı büyük olmakla birlikte, kapitalizmin kriziyle bağlantılı olarak artan hegemonya krizini giderebilmek için doğrudan müdahale etme “ihtiyacı”

Kapitalizmin krizi ve küresel güçler arasındaki hegemonya krizinin sürmesiyle birlikte ele alındığında ABD’nin bölgedeki “savaş halini” çeşitli “örtülerin” ve “süslemelerin” eşliğinde daha da alevlendireceğini gösteriyor. da önem taşımaktadır. Bugün ABD’nin bölgede istediği politikaları uygulayabilmesi için hem hegemonya krizini gidermesi hem de bölgedeki inisiyatifini tekrar kazanması gerekmekte. Bu nedenle Biden’ın, kendisinden umutlu olanların beklediği “akılcıl” politikaları uygulayabilmesi için ABD’nin tekrardan “sert” ve “yumuşak” hamleleri barındıran ikili stratejiye dönmeye “ihtiyacı” var.

Asabiyet” oluşturma Öncelikli olarak Biden’ın dış işleri ekibinin İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn arasında imzalanan İbrahim Anlaşması’na sahip çıkmakla birlikte bu anlaşmanın yürütücüsü olan Jared Kushner (Trump’ın damadı) ile

ilişkilerini sürdürmesi, İsrail’in bölgede öncü olmasına ve onun “sert” gücüne dayanılacağını göstermekte. Ek olarak İsrail basınına yansıdığı üzere Biden’ın Netenyahu’yu hâlâ “aramaması” İsrail’in “sert” gücünü fütursuzca değil efektif bir şekilde kullanmasının istendiğine işaret ediyor. Son günlerde Türkiye ve Katar’daki Hamas üyelerinin “sıkıştırılması” da hem İsrail’in saldırılarda bulunurken ülke içerisinde “rahat” olmasının sağlanması hem de bu iki ülkenin yeni duruma uyum gösterme çabası içerisinde olduğunu gösteriyor. Diğer yandan İbrahim Anlaşması ile, ki adını semavi dinlerin ortak noktası olan İbrahim peygamberden almasının da gösterdiği üzere, bölge

ülkeleri arasındaki çatlakların İsrail ile anlaşma üzerinden İran karşıtlığı bağlamında yapılacak bir birliktelikle çözülmesi hedeflenmekte. “Şii” İran’a karşı “Sünni” bölge ülkeleri, “Yahudi” İsrail ve “Hıristiyan” ABD’nin bir araya getirilmesiyle oluşturulacak bir “dinsel asabiyetin”, sonrasında eski “komünist” Rusya ile “komünist” Çin’e karşı kullanılmasının hesabının yapılmakta olduğu görülüyor. “Asabiyetin” oluşturulmasına yönelik ilk önemli adımlar, anlaşmanın ertesinde Suudi Arabistan ve BAE’nin Katar ile görüşmeye başlaması ve Katar’a yönelik ambargoların birçoğunu kaldırmasında kendisini somutlaştırmış durumda. Bloklar arasındaki çatlakların kapanmasına

yönelik “olumlu” olarak ve hızlıca gelişen bu adım “umut” vaat etse de, ensesinde hegemonya krizinin sürekliliğinin ölümcül nefesini hissetmeyi sürdürüyor. “Asabiyeti” oluşturmaya yönelik bir diğer adım “Avrupa”dan gelmekte. Son yıllarda Doğu Akdeniz üzerinden gelişen Yunanistan BAE ilişkileri üst düzeye çıkmış durumda. İki ülke arasında askeri işbirliği protokolünün imzalanması, bu protokol doğrultusunda BAE askerlerinin Yunanistan’da üslenmesi, Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Mısır, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Ürdün Dışişleri bakanlarının “Dostluk ve İşbirliği Forumu” kurmak üzere Atina’da toplanması Yunanistan’ın

Orta Doğu üzerinde artan etkisini gösteriyor. Yunanistan’ın hamleleri Orta Doğu’da ABD’nin yanına Avrupa Birliği’nin (AB) de gücünü getirmekle birlikte Türkiye’ye alternatif olabilme isteğini imliyor.

Yumuşak” güç? “Asabiyet” oluşturma çabaları ikili stratejinin “sert” kısmının öncekine nazaran daha bütünlüklü ve genişçe hazırlandığını işaret etmekle birlikte, “yumuşak” kısmının ihmal edildiği anlamına gelmemekte. Bununla birlikte Biden’ın nükleer anlaşmaya yaptığı “olumlu” vurgular pratiğe geçmemekle birlikte söylemsel olarak sürdürülüyor. “Uyarıların” söylemsel nitelikte olması, İran’ın adım atması gerektiğinin

da yayınlanan iki rapora göz atmakta fayda var. “Olağan” koşullarda Davos’ta kapitalist elitlerle toplanan Dünya Ekonomik Forumu’nun (DEF) Küresel Riskler Raporu ve Oxfam’ın bahsi geçen raporuna alternatif, daha doğrusu rakip olarak kamuoyuna sunduğu raporlardan bahsediyoruz. Oxfam’ın verilerine göre, dünyanın en zengin bin milyarderinin varlıkları 2020 bitmeden pandemi öncesindeki seviyeye ulaştı; dünya üzerindeki büyük çoğunluk ise yıllarca bunun etkileriyle boğuşacak. Amazon’un sahibi Jeff Bezos ya da Elon Musk gibi dünyanın en zenginlerinin zaten servetlerine servet kattıklarına dair haberler düzenli olarak düşüyor. Rapora göre, eş zamanlı olarak neredeyse dünyanın her ülkesinde eşitsizlikler arttı, bu, neredeyse tarihte bir ilk. Öte yandan DEF de egemenlerin, sermayenin ağzıyla konuşarak çoklu krizlerin üzerini örtemedi. Rapor hem eşitsizlikleri, hem de iklim krizini vurgularken, genç kuşakların bu iki derin krizi yaşadıklarını ve gelecek kaygılarıyla baş başa kaldıklarını vurguluyor. Elbette rapor asıl sorumluları, bütün bunlardan sorumlu olan yağma düzenini işaretlemiyor. Bu iki rapor mevcut gidişatı özetliyor. Krizler devam edecek, derinleşip çoğalacak. Adeta krizlerin mutasyonlarını gö-

sıklıkla söylenmesi ve askeri müdahale yerine yaptırımların dillendirilmesi ise “yumuşak” güç kullanımının “sert” gücünün kullanılması için meşruiyet yaratmak ve onu perdelemek için olduğuna dair “izlenimler” uyandırmakta. Bu “izlenimler”, kapitalizmin krizi ve küresel güçler arasındaki hegemonya krizinin sürmesiyle birlikte ele alındığında ABD’nin bölgedeki “savaş halini” çeşitli “örtülerin” ve “süslemelerin” eşliğinde daha da alevlendireceğini gösteriyor. Nitekim Biden’ın da seçim sürecinde sıklıkla “ABD geri dönüyor” diyerek yeni savaşları müjdelemiş olması da önümüzdeki süreçte bölgeye ölüm, kan ve gözyaşı sunulmaya devam edeceğine işaret ediyor. Fakat pandemi öncesinde bölgenin dört bir yanında sokaklara dökülen Orta Doğu halklarının, tekrardan sokakları doldurarak “savaş haline” karşı direnişe geçmesi halinde sunulan “şeylerin” gerçekleşmesi hayal olabilir.


Şubat-Mart 2021 / sayfa 9 KADIN Kadınlar, direnişi büyütmeye devam ediyor Kriz yok yalanlarına karnı tok olan kadınlar, saatlerce ekmek kuyruklarında bekliyorlar, gece pazarında çürümüş sebze ve meyve topluyorlar ya da pazar sepeti ile sokak sokak gezip “Artık yiyecek alınır” diye bağırıyorlar.

Kadınlaşan yoksulluk İrem Kayıkçı Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini göz önünde bulundurarak kullandığımız “kadınlaşan yoksulluk” kavramı, pandemi ile derinleşen ekonomik krizin faturasının türlü sömürü biçimleriyle ve daha yakıcı bir şekilde “hangi öznelere” kesildiğini göstermesi açısından önemli bir yerde duruyor. Pandemi öncesinde yayınlanan 2020 Cinsiyet Eşitliği Raporu’nda karşımıza çıkan kadınların erkeklerle eşit ücrete sahip olması için 257 yıl geçmesi gerektiği bilgisine sadece “ücretli emek” penceresinden bile baksak, pandemi sürecinde bu eşitsizliğin daha çok artığını ve bu sürenin daha da uzadığını söylemek mümkün görünüyor. Peki, ücretli emek piyasasından ücretsiz ev ve

bakım emeği kıskacına kadar kadınları çevreleyen yoksulluk, işsizlik, güvencesiz ve esnek çalışma politikaları, “Geçinemiyoruz” diyen kadınlara neler getirdi?

Hep aynı nakarat İktidar koalisyonunun tabanındaki erimeyi durdurmak için uzun zamandır daha coşkulu söylediği “Yalanlarla yaşıyorum” şarkısı, ne devlet krizini ne de pandemi krizini çözemediklerini gizlemeye yetmediği gibi, “ekonomik kriz yok” nakaratları da halkın kulağını daha çok tırmalar oldu. Bu nakaratlara karnı tok olan kadınlar ise, saatlerce ekmek kuyruklarında bekliyorlar, gece pazarında çürümüş sebze ve meyve topluyorlar ya da pazar sepeti ile sokak sokak gezip “Artık yiyecek alınır” diye bağırıyorlar.

Yükselen enflasyon oranları ile temel geçim kaynaklarına, ped, tampon gibi en temel sağlık ürünlerine dahi ulaşamayan kadınlara gece pazarına çıkmalarını ya da marketten nasıl daha hesaplı alışveriş yapacaklarını öğütleyen “patriarkal kapitalist” düzenin yürütücüsü iktidar güçleri “Geçinemiyoruz” diyenlere, keyif sürdükleri saraylarından, sırça köşklerinden ve binlerce trolle doldurdukları sosyal medya mecralarından “Hain” ya da “Terörist” demek ile meşguller. “Yalanlarla yaşıyorum” şarkısı başka nasıl söylenebilir ki?

İşsizlik, ümitsizlik, KDV Disk-Ar’ın Şubat ayı İşsizlik ve İstihdam Raporu’na göre, kadınlarda Kasım 2019’da yüzde 28,5 olan geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 37,7’ye yükselmiş, geleceğinden ümitsiz

kadınların oranı ise yüzde 171 artmış. Son 2 yıldır hızla düşen istihdam oranlarına baktığımızda pandemi süreci ile en az 2 kat artan kadın işsizlik oranı her sektörde daha görünür hale geldi. Özellikle kadınların büyük çoğunluğunu oluşturduğu hizmet sektöründe işsiz kalan ya da kredi borçlarına batan kadınların iş ve gelir kaybına, sanki onlar yetmezmiş gibi yeni vergi ve fatura zamları da eklendi. Pandemi öncesinde işyerlerinde aldıkları ulaşım, yemek, internet gibi ek ödemelerin hepsinden yoksun bırakılan kadınlar, kendilerine dayatılan bu ödemeler için ekstra harcamalar yaparak hem daha çok yoksullaştılar hem de daha çok yalnızlığa itildiler. Özellikle bekâr annelerin, aile evine dönmek zorunda olan kadın öğrencilerin

ve göçmen kadınların maruz bırakıldığı ekonomik şiddet, pandemi döneminde daha da katmerlendi. Kadın işçilerin toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklı daha çok maruz bırakıldığı zorla ücretsiz izne çıkarılma, angarya işler yapma, esnek ve uzun saatler çalışma, mobbing ve taciz gibi sorunlara örgütlü mücadele ile cevap vermesi engellenmeye çalışılıyor. Mücadelelerini güçlendirebilmek için sendikalaşma çabaları ise, Kod 29 tehdidiyle karşılaşıyor. İşten çıkarılmak için her tarafa çekilebilecek “ahlak” ve iyi niyet kurallarına aykırı davranış” gibi gerekçeler içeren bu kod, kadınlara ve LGBTİ+’lara saldıran hükümetin ötekileştirici politikalarıyla birlikte düşünülünce, sermaye güçlerinin ekmeğine yağ sürüyor.

İktidar erkek şiddetine ön açıyor Cemile Baklacı Kapitalist sermaye düzeni, erkek egemen sistemin zeminlediği olanakları kullanmakta, ataerkinin sunduğu toplumsal iktidar ilişkilerini kendi ihtiyacı doğrultusunda ilerleterek sürdürmekte. Bu iktidar ilişkilerinin kurulması, kabul edilmesi ve sürdürülmesi için şiddet; farklı biçimleriyle yüzyıllardır kullanılan önemli bir araç. Kadınlara ve çocuklara uygulanan evdeki erkek şiddeti, salt koca, sevgili, baba, abi kardeşin iktidar alanını sağlamasını ve sürdürmesini sağlamakla kalmıyor. Aynı zamanda “devlet baba”nın vatandaşına uyguladığı şiddetin de mevcudiyetini ve meşruluğunu sağlıyor. İktidarın içinde bulunduğu krizler ve bu kriz sarmalının ortaya çıkardığı yönetememe krizi eşliğinde

İktidar tarafından bireysel silahlanmanın teşvik edildiği, silah alma şartlarını kolaylaştıran düzenlemeler yapıldı. Silahlandırılmanın yaygınlaştırılması sonucunda silah, kadın cinayetlerinde en çok kullanılan alet oldu. kadın cinayetlerinin, şiddetin ve istismarın günden güne artışını görüyoruz. Öyle ki, iktidarın faşist rejim kurma niyetindeki ilerleyişi süresince hareket halindeki halk direnişlerini bastırma girişiminde şiddet vazgeçilmez bir araç. İstenilen rejim için makbul “anne-aile-ev” üçlüsü devlet erklerinin her söyleminde vazgeçilmez hedef oluyor. Buna uygun hareket etmeyen kadınlar, LGBTİ+ lar suçlu, günahkar ve iç gerilimin yükseldiği yerde “terörist” oluveriyor. Erkeklerin kadınlara uyguladığı şiddetin kamuya açık alanlarda, çoğunlukla silah ve/veya kesici aletler-

le yapıldığını görüyoruz. İktidar tarafından bireysel silahlanmanın teşvik edildiği, silah alma şartlarını kolaylaştıran düzenlemeler yapıldı. Silahlandırılmanın yaygınlaştırılması sonucunda silah, kadın cinayetlerinde en çok kullanılan alet oldu. Tüm bu çıplak şiddetin yükselmesi, erkek egemen sistemin tahakkümcü yapısının sonucu. İktidarın şiddeti serbest bırakarak, hatta teşvik ederek aynı zamanda kendi şiddet aygıtlarını da meşrulaştırdığını görüyoruz.

300 kadın cinayeti, 171 şüpheli kadın ölümü İntihar süsü verilerek kadınlar öldürülüyor.

Gülistan Doku’nun şüpheli faili yurt dışına çıkacağı bilinmesine rağmen serbest bırakıldı. Ankara’da evinde ölü bulunan, Aleyna Çakır’ın vücudunda tespit edilen doku ve sperm örneğinin Ümitcan Uygun’a ait olduğu anlaşıldı. Güçlü şüphe bulundurmasına rağmen ısrarla gözaltına alınmayan Ümitcan Uygun “uyuşturucu” kapsamında tutuklandı. Korunan, aklanan erkekler her gün daha büyük bir cüretle tehditler savurarak kadınları öldürüyor, çocukları istismar ediyor. Erkek şiddetinin, kadın cinayetinin, çocuk istismarının artması toplumun geniş kesiminde

korkuyu, insanlar arası güvensizliği, ümitsizliği ve belirsizliği arttırıyor. Bu da hakim iktidar ve devlet aygıtları için rejimlerinin kurumsallaşmasına önemli hizmet ve katkı sağlıyor.

Kadınlar bu gidişata razı değil Şiddetle terbiye edilmeye çalışılan kadınlar tüm dayatmalara, baskıya, şiddete rağmen kendi hayatlarından, haklarından, özgürlüğünden ve bedenlerinden vazgeçmiyor. Kadınların isyanın uzun zamandır sokaklara taştığı, kıvılcımın çakıldığı ve yayıldığı, inadın büyüdüğü bir dönemin içindeyiz.

Kadınlar yaşam hakkını savunuyor Kadınların yarattığı mücadele pratikleri ile elde ettiği yaptırım gücünün ve kazanımların gösterdiği gibi, bu dönemi dönüştürüp tersine çevirmek, kadın mücadelesi ile gerçekleşecektir. Yeşim Güzel Erkek egemen sistemin binlerce yıldır gelişen kontrol ve baskı mekanizmaları kadınların bilinçlerini köreltmeye, daraltmaya çalışıyor. Kadınlar, fiziksel saldırıların yanında, düşünsel saldırılar ile de karşı karşıya kalıyor. İstanbul Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması, 6284’e yönelik saldırılar, iktidar koalisyonunun kurguladığı yeni rejimin parçası olan mevki ve unvan sahibi katillerin alenen korunduğu bir dönemi yaşıyoruz. Aleyna Çakır cinayeti sonrası yaşanan süreç bizlere iktidar bloğu arasındaki ilişkilerin, kadınlara karşı bir saldırı biçimine nasıl dönüştüğünü gösterdi. Cinayetin ardından açık bir biçimde katiller gizlenmeye, korunmaya çalışıldı. Ancak kadın hareketinin güçlü duruşu ve toplumun genelinde konuya dair oluşan hassasiyet sayesinde gerçekler ortaya çıkmaya devam ediyor.

Öz savunma yaşatır Uzun zamandır üzerine tartışılan, kadınlar tarafından güçlendirilmeye çalışılan öz savunma olgusu ise bugünlerde kendisini göstermeye devam ediyor. Yaşam hakkını savunmaktan başka bir çaresi kalmayan kadınlar, meşru müdafaa yapıyor. Ancak bu meşru müdafaa eylemi sonucunda kadınlar cezaevine girmekten kurtulamıyor. Sistematik şiddete uğrayan, ölümün kıyısından dönmek için kendisini savunan kadınlar, bir de cezaevi sürecini yaşamak zorunda bırakılıyor. Meselenin bir başka yüzünü de kaçırmayalım. Çoğu kadın öz savunma gerçekleştirerek, hayatını kurtarabilecek imkanı bulamıyor. Bu durumda yaşananları bir kadın cinayeti haberi

olarak okuyoruz. Öz savunma sadece fiziksel bir eylem biçimi değil. Kadınların özgür bir şekilde, korkmadan, tüm yaratıcılıklarını kullanarak neler yapabileceklerini bilmeleri ve bu şekilde harekete geçebilecekleri her ana müdahale kapasitelerini geliştirmeleri ve tabii ki kendilerini görmeleri, dayanışmaya devam demeleri çok kıymetli. Öz savunma, şiddetin tüm biçimlerine karşı etkili karşı duruşu sergilemektir. Kadınlar her gün birçok şiddet türüyle karşı karşıya kalıyor ve bunu sistematik bir şekilde yaşıyor. Kadınlar, onay vermediği, rızası olmayan birçok şeye zorlanıyor. “Hayır” dedikleri için şiddete maruz bırakılıyor ve öldürülüyorlar. Bunun en önemli sebebi, patriyarkal kapitalist sistemin yarattığı erkek egemen iklim içerisinde, iktidar koalisyonunun kurguladığı yeni rejimin, mutlak biçimde erkek şiddetini desteklemesi. Öz savunma geliştirilmeli, çünkü, tek fail erkek değil. Hukuk, eğitim, medya, kolluk güçleri, devlet politikaları hepsi erkek egemen sistemin bir savunucusu. Kadınlara yönelik sistematik erkek şiddeti karşısında hayatımızı savunmak en meşru hakkımız. Her kadın yaşamının mutlaka bir bölümünde taciz veya farklı şiddet türleri ile karşılaşıyor. Kadınların bu şiddet sarmalında yalnız olmadıklarını, dayanışmadan aldıkları güçle neler yapabileceklerini ısrarla konuşmak gerekiyor. Kadınların yarattığı mücadele pratikleri ile elde ettiği yaptırım gücünün ve kazanımların da gösterdiği gibi, bu dönemi dönüştürüp tersine çevirmek, kadın mücadelesi ile gerçekleşecektir.


Şubat-Mart 2021 / sayfa 10 GENÇLİK “Özgür Demokratik Üniversite” için “Üniversite Dayanışma Ağları”nı örgütleme zamanı

Boğaziçi’nden çıkarılacak dersler ve görevler Bizim açımızdan bugünün tarihsel sorumluluğu; Boğaziçi eylemliliğinde izlerini rahatça görebileceğimiz “yeni” tarzın izinde kurulan ve “Özgür Demokratik Üniversite” modelinin nüvelerini barındıran “Üniversite Dayanışma Ağları’nı” üniversite üniversite örgütleyip öğrenci gençliğin kendini özgürce ifade edebileceği adresler haline getirmektir. Güney Mengen

Kadın Üniversitesi Değil Demokratik Üniversite

Boğaziçi’nde dillendirilen “Kayyum rektör istemiyoruz!” sloganı ile açığa çıkan durum, hızlıca diğer üniversitelere ve illere yayılarak “Demokratik üniversite istiyoruz!” sloganına dönüşmüştür. Savunma hattından (karşı çıkma), saldırı hattına (talep etme) geçen bu dönüşüm; “Hareket kitleler için eğiticidir” ilkesini doğrular nitelikte bir örnek teşkil ediyor.

Sadece bir üniversite projesi/ saldırısı olarak görmeden topyekûn bir kadın düşmanlığı olarak değerlendirmek ve tüm kadın mücadelesinin gündemine almasını sağlayarak bütünlüklü bir savunma alanı yaratılması gerekiyor.

Öğrenci gençlik, artık zincirlerinin farkında Uzun zamandır zincirlerini fark edemeyen, etse de buna karşı güçlü bir çıkış sergileyemeyen öğrenci gençlik, şimdi ve burada yakaladıkları zincirleri takip ederek bağlı oldukları kilidi bulma ve onu kırma zorunluluğuyla karşı karşıya. Öğrenci gençlik bugün “Boğaziçi süreci” olarak tanımlayabileceğimiz bu karşı çıkışı (savunmayı) nicelik ve niteliksel olarak zenginleştirip talep etme (saldırı) yeteneği kazanmalıdır. Bu süreçte gereksiz tartışmalarla yüklenen uzun ve verimsiz toplantılar başlıca iki zaaflı tutumu açığa çıkardı. İlki, Boğaziçi odaklı hareketlenmenin öğrencilerin güncel ihtiyaçlarına ulaşma yönündeki yoğun isteğini açığa çıkartmış olmasıyla ilgilenmeyip ya da sadece göstermelik bir ilgiyle yetinip, hareketi kendi siyasal yönelimlerine hizmet edecek bir tarzda “araçsallaştırdıkları” bir hale indirgemek

Dilan İpek isteyen tutumdur. İkincisi, ortaya çıkan değerli ama “ham” enerjiye “hayranlıkla” yetinip, ona “tabi olmakla” ve kendiliğinden oluşmuş haliyle sürece “hizmet etmekle” yetinme tutumudur. Oysa sorumlu davranış, Boğaziçi öğrencilerinin hareketini ve onlardan ivme alarak birçok şehre yayılıveren öğrenci hareketliliğini araçsallaştırmak isteyen küçük burjuva dikta heveslerini ve memur yaklaşımlarını mahkûm etmeyi gerekli kılıyor.

“Yeni” olanın izinde görevlerimiz Bizim açımızdan bugünün tarihsel sorumluluğu; Boğaziçi

eylemliliğinde izlerini rahatça görebileceğimiz “yeni” tarzın izinde kurulan ve “Özgür Demokratik Üniversite” modelinin nüvelerini barındıran “Üniversite Dayanışma Ağları’nı” üniversite üniversite örgütleyip öğrenci gençliğin kendini özgürce ifade edebileceği adresler haline getirmektir. “Özgür Demokratik Üniversite!” talebini, çarpışmanın hızı önümüzü dahi görmeye fırsat vermediğinde başımızı kaldırıp yolumuzu bulmamızı sağlayacak bir fener haline getirmeliyiz. Üniversitelerimizin sağlık, kültür, spor birimleri gibi işletebileceğimiz, süreci ise tüm bileşenlerin yer aldığı meclisler, forumlar ile yürüteceğimiz hatta tüm bunlarla

da sınırlı kalmayabileceğimiz bir zemin yaratan “Üniversiteli Dayanışma Ağları”; yaşam biçimlerimize müdahale edilmesine karşı çıkmakla yetinmeyip, onu “üniversitelilerin” belirleyeceği bir yapıda elde etmemizin maddi koşullarını yaratma mücadelesini, yani kendi hareketimizle kendimizi özgürleştirici bir özneleşme süreci içine girmemizi sağlayamaz mı? Şimdi, açmadıkları Cinsel Taciz Birimleri’ni, kapattıkları topluluklarımızı açmalı, talep ettiğimiz dersleri, yasaklanan etkinliklerimizi gerçekleştirmeli, ihraç edilen hocalarımız ve uzaklaştırılan arkadaşlarımızla yan yana gelmeliyiz.

Ekoloji hareketi ve gençlik Baran Baştaş Ekolojik yıkımın etkileri Covid-19 ve aşırı iklim olayları ile birlikte çok daha fazla görünür, hissedilir hale geldi. Yaşananlar ile birlikte, son 2 yıldır buna karşı küresel çapta bir iklim hareketi ortaya çıktı. Bildiğimiz üzere bu hareketin özneleri liseli ve üniversiteli gençler.

Gençliğin değiştirme ve dönüştürme isteği Hareketin öznelerinin liseli ve üniversiteli gençler olmasının belli nedenleri mevcut. Burada temel nokta gençliğin kendi geleceğine sahip çıkma isteği diyebiliriz. Ancak bunun yanında gençliğin dinamizmini, içinde yaşadığı döneme etkide bulunma isteğini yani değiştirme ve dönüştürme isteğini görmek gerekiyor. İklim grevleri ile başlayan süreç kendisini farklı mecralarda devam ettiriyor. Gençliğin yaşadığı yıkıcı sorunu değiştirme ve lehine dönüştürme isteği yol arayışına devam etmekte. Evrensel bir nitelik taşıyan ekoloji hareketi de kendisini daha önemli bir yere

taşıyor. Bunun iki nedeni var; birincisi, ekolojik yıkımın büyük etkileri hissedilmeye başlandı. Covid-19 ekolojik yıkımın habercisi oldu. Bunun yanı sıra yaşanan kuraklık, su kirliliği, hava kirliliği, aşırı iklim olayları yıkımın büyük etkilerini bize göstermekte. İkincisi; halklar ekolojik yıkımı kapitalizmin durdurmayacağını fark etmeye başladı. Gıda krizi, su krizi, hava kirliliği ve salgın hastalıklar ekoloji gündemini doldururken, kapitalizmin mega projeleri, köprüleri, HES’leri yıkımı giderek arttırmaya devam etti. Tüm bu olgular, kitleler henüz farkında olmasa

dahi anti-kapitalist bir ekoloji hareketi zemini yarattı. Diğer tüm anti-kapitalist mücadeleler ile kesişim noktaları olan bu hareket, Türkiye’de de önemli bir karşılık buluyor. Türkiye ekoloji hareketinin içerisinden gelişen, yetişen Ekoloji Birliği bu zeminin vücut bulmuş halinin örnekleri arasında. Gençlik hareketi ile ekoloji hareketi arasında köprü görevi görme adımları inşa ediliyor.

Ekoloji Birliği gençlik meclisi Sermaye karşıtı ilkeler bütününü programına, tüzüğüne koymayı başaran Ekoloji Birliği içerisinden bir gençlik çalışması

doğuyor. Ekoloji Birliği örgütlenme ve biçim problemlerini tam olarak aşamamış olsa da, durduğu politik zemin oldukça önemli. Ülkenin altı-üstü rantçı sermaye gruplarına peşkeş çekilirken, bunun tam karşısında politik bir duruş sergiliyor. İşte bu politik zeminin ağırlığı ve haklılığı sayesinde Ekoloji Birliği’nin gençlere yaptığı çağrı olumlu bir karşılık buluyor. Örgütlü veya örgütsüz çok sayıda liseli, üniversiteli genç ekoloji mücadelesinin bir parçası olmak için Ekoloji Birliği’nin gençlik çalışmasına dahil oluyor. Elbette kuruluş sancıları, gerontokrasiye karşı özgürlükçü duruş her alanda

İklim grevleri ile başlayan süreç kendisini farklı mecralarda devam ettiriyor. Gençliğin yaşadığı yıkıcı sorunu değiştirme isteği yol arayışına devam etmekte. olduğu gibi, burada da kendisini gösteriyor. Yaş tahakkümüne karşı gençlik kendi sözünü ve iradesini ortaya koymak, bu iradeyi mücadele içinde sınamak istiyor. Gençliğin bu özgürlük arayışını, isteğini cesaretlendirmeli ve ona güvenmeliyiz. Deneyimlerinin kısıtlı olmasına, politik zayıflığına odaklanmak yerine, mücadele isteğini anti-kapitalist zeminde zenginleştirmeye çalışalım. Gençliğin içinden çıkan iklim hareketine karşı dışarıdan eleştiri fazla konforlu bir alan. Ancak şimdi zaman, konfor alanlarından çıkıp, ekoloji mücadelesini dönüştürmeye, devrimcileştirmeye soyunma zamanı.

Erdoğan’ın Japonya ziyaretiyle gündeme gelen kadın üniversiteleri, şimdi 2021 CB Yıllık Programı’na eklenmesi sebebiyle yeniden ve “daha ciddi” tartışılmaya başlandı. Kadın üniversiteleri, Japonya’da kadınların “daha iyi anneler olmak için okumaları” mottosuyla oluşturuldu. Bu motto “Kadınların nitelikli anneler olmak için okudukları”nı söyleyen Erdoğan’ın aklı ile de neredeyse birebir uyuşuyor. Siyasal İslam politikalarının ve tabi ki patriyarkanın temel taşlarını oluşturan aile yapısı da bu kadın üniversiteleri projesinin önemli bir sebebi. İstanbul Sözleşmesi’nin aileyi dağıttığını söyleyen akıl, kadın üniversiteleriyle kadınlar için “uygun” mesleki eğitimleri vererek “makbul kadını, nitelikli anneleri” yaratabilir ve aile kurumunun devamının garantisini sağlayabilir(!). Bir diğer önemli nokta ise, ilkokul ve lisede özellikle imam hatip okullarıyla karma eğitim biçiminden uzaklaşan modelin üniversitelere de yayılması ve tüm eğitim kademelerinde karma eğitimin bitirilmeye çalışılması da bu Siyasal İslam politikalarına eklenebilir.

Peki ne yapmalı? Bugüne kadar kadın mücadelesinin saldırıları püskürttüğünü gördük, ama erkek egemen iktidarın bu saldırılara ihtiyacının olduğunu ve vazgeçmeyeceğini de bilmemiz gerekiyor. Sadece bir üniversite projesi/saldırısı olarak görmeden topyekûn bir kadın düşmanlığı olarak değerlendirmek ve tüm kadın mücadelesinin gündemine almasını sağlayarak bütünlüklü bir savunma alanı yaratılması gerekiyor. Kadın üniversitelerine karşı yürütülen mücade-

leyi, Boğaziçi Direnişi ile yeniden ve güçlü bir şekilde başlayan demokratik üniversite mücadelesi ile birleştirmek gerekiyor.

Demokratik üniversite Kadın üniversitelerine karşı çıkış şu an üniversitelilerin il il, üniversite üniversite yükselttiği demokratik üniversite talebinden ve mücadelesinden bağımsız değildir. Kadın üniversiteleri de kayyum rektörler de aynı aklın ürünleridir. Üniversiteler üzerindeki baskıyı ve denetimi arttırmak, üniversiteleri şirketleştirmek en başta sayabileceğimiz hususlardır. Bu bağlamda Demokratik Üniversite mücadelesinde hedefler açıkça ortadadır. Üniversitelerin tüm bileşenleriyle yönetilmesinin yanı sıra, toplumsal cinsiyet derslerini tüm bölümler için zorunlu hale getirilmeli, “toplumsal cinsiyet dersleri değerlerimize aykırıdır” diyen ve üniversiteler üzerindeki baskının bir aracı olan YÖK kaldırılmalıdır. Kadınlar ve LGBTİ+’lar için güvenli alanlar yaratılmalı, cinsel tacizi önleme birimleri etkin ve feminist bakış açısıyla işletilmelidir. Kadınların, LGBTİ+’ların, tüm öğrencilerin baskıya ve sansüre uğramadan kendilerini ifade etmeleri, kendi çalışma alanlarını yaratabilmeleri için imkanlar sağlanmalıdır. Akademi kadrolarında cinsiyetçi, ırkçı, homofobik hocalar yer almamalıdır. Eğitim tüm öğrenciler için ücretsiz hale getirilmelidir, kadın ve LGBTİ+ öğrenciler için özel burslar, kontenjanlar ve kota uygulamaları ile pozitif ayrıcalıklar sağlanmalı ve okuma oranları artırılmalıdır. Genç kadınlar, kadın üniversitelerine de tüm kayyum rektörlere ve antidemokratik uygulamalara da karşı çıkıyor.


Şubat-Mart 2021 / sayfa 11 EKOLOJİ - ÇOCUK Türcülükten uzaklaşarak sömürü ve tahakküm mekanizmalarını parçalayacak mücadele olanaklarını yaratalım

Hayvan hakları, türcülük ve kanun İktidar güçleri ise hayvan hakları kavramını kullanmak yerine, bilinçli olarak hayvanların korunması kavramını kullanıyor. Hayvanların anayasal düzlemde haklara sahip olmasını istemiyorlar. Ayaz Çetin Hayvan hakları mücadelesi uzun yıllara yayılan deneyim ve pratiğini sergilemeye devam ediyor. Hayvanların anayasal statüsü üzerine yürüyen bu mücadele zemini 5199 sayılı mevcut kanun yerine, hayvan hakları yasasını talep ediyor. Geçtiğimiz haftalarda AKP Grup Sözcüsü Özlem Zengin meclise getirecekleri yasaya dair belli başlıklar ortaya attı. Özetlersek, AKP Sözcüsü, 2012-2014 yılları arasında hayvan hakları savunucularının “ölüm yasası” olarak tanımladığı yasayı merkeze alarak bir çalışma yaptıklarını söyledi. Açıklanan başlıklardan küçük bir örnek verelim: Hak savunucuları hayvana şiddet durumunda, cezanın ertelenmemesi için alt sınırın 3 yıl olmasını talep ederken, Özlem Zengin bu

süreyi 6 ay ila 3 yıl arası olarak açıkladı. Adalet Bakanlığı başından itibaren iş yükünün artacağı gerekçesiyle mahkemelerin bu konulara vakit ayırmaması gerektiğini savunuyor. Yunus park sahipleri, hayvan dövüştürenler, av ihalesi peşinde koşan çeteler mecliste aylardır kulis yaparak, olabilecek en kötü yasanın çıkması için yoğun mesai harcıyorlar. Hayvan hakları savunucularının yakından takip ettiği TBMM Hayvan Haklarını Araştırma Komisyonu 1 yıllık bir çalışma sonucunda oldukça ayrıntılı bir rapor hazırladı. Hazırlanan rapor içinde çok sayıda eksik olmakla birlikte, hak savunucularının bazı talepleri doğrudan yer alıyor.

rılması, hayvana şiddetin CMK kapsamına alınarak alt sınırın 3 yıl olması,

hayvanat bahçelerinin kapatılması, avcılığın ve hayvan satışının yasaklan-

Ekolojik, etik bir bakış açısı ile hayvanlara baktığımızda ise, onlar da tıpkı bizim gibi hissedebilen, bilinç sahibi bireylerdir. Evrimleşme düzeyimiz bize dünyada ki tüm yaşamı etkileyecek, olumlu veya olumsuz yönde dönüştürecek bir nitelik kazandırmıştır. Yani

Yaşam için yasa Bu talepler arasında, sahipli/sahipsiz hayvan ayrımının ortadan kaldı-

Kuraklığa gidişi hızlandıran faaliyetleri ortadan kaldırmak ya da en aza indirmek için mücadele etmek, kâr için su tüketimi yapan sermayenin tüm oyunlarını açık etmek, tüm canlıların yaşam güvencesi için su hakkı mücadelesi vermek hayati önem taşıyor. S. Özgür Ekolojik krizin etkilerine dikkat çekmek için çarpıcı iki örnek ile başlayalım yazıya. 2 Şubat’ta bir yanda Dünya Sulak Alanlar Günü dolayısı ile WWF- Türkiye son 50 yılda Türkiye’de 3 Van Gölü büyüklüğünde (1,3 milyon hektar) sulak alanın yok olduğu bilgisini verirken, diğer yanda İzmir bir gecede yağan aşırı yağmur dolayısı ile sel ile boğuşuyordu. Doğaya yapılan her müdahalenin karşımıza farklı şekillerde çıktığını tecrübe ettiğimiz bu günlerde kuraklık tehdidi gündemimizde. Yavaş gelişen bir doğal iklim olayı olan kuraklık, nem miktarının azlığına bağlı su kıtlığıdır. Yani kuraklıkla birlikte susuzluk tehdidinden de bahsetmek gerekir. Tüm canlıların yaşamı için vazgeçilmez olan su, ekosistemlerin devamlılığı için ve dolayısı ile doğal dengenin korunması için önemli bir bileşiktir. Endüstriyel tarım ve hayvancılık, sanayi, madencilik, termik santral gibi su tüketimini arttıran; ambalaj atıkları, deterjan, suni gübre, pestisit kullanımı vb. su kirliliğini arttıran; ormansızlaştır-

ma, beton-asfalt dökümü gibi toprağın su tutma kapasitesini azaltan faaliyetler su döngüsünün bozulmasına neden oluyor. Su döngüsünün buharlaşma ve yoğunlaşma gibi temel olayları, küresel iklim değişikliği ile sekteye uğruyor. İç içe geçen bu dinamikler kuraklık tehdidini derinleştiriyor. Kuraklık ve ona bağlı gelişen susuzluk, bir yandan başta sucul canlılar olmak üzere birçok canlının yok olmasına, orman yangınlarının artmasına, gıda sorununa ve yeni hastalıklara sebep olurken, diğer yandan göçlere sebep olup ekoloji mültecilerini yaratıyor. Kuraklığın bunca etkisini görmezden gelen iktidar, kuraklığa gidişatı hızlandıran faaliyetleri artırmaya devam ediyor.

Ekolojik yıkım yoksulları etkiliyor Ekolojik yıkımlar sınıfsal uçurumları derinleştiriyor, Covid-19 salgınında da gördüğümüz gibi yoksul halk daha çok etkileniyor. Kuraklık gündeminde de el yakan su faturaları, susuzluk yoksulların belini büküyor. Yoksullar suya nasıl erişeceğini düşünürken, zenginler daha çok suyu nasıl depolayacağının derdine giri-

lerinin kurulması gibi maddeler var. İktidar güçleri ise hayvan hakları kavramını kullanmak yerine, bilinçli olarak hayvanların korunması kavramını kullanıyor. Hayvanların anayasal düzlemde haklara sahip olmasını istemiyorlar. İnsanın doğayla kurduğu ilişkide hayvanları nereye koyduğumuz oldukça önemli. İnsan merkezci bakış açısı, dünya üzerindeki canlı ve cansız her şeyin bizler için var olduğu görüşüne dayanır.

Hayvan hisseder

Kâr için değil tüm canlıların yaşamı için su

Kuraklık tehdidi derinleşiyor

ması, hayvan endüstrisinin faaliyet alanlarına 7/24 kamera izleme sistem-

yor. Salgın döneminde marketleri evlerine taşıyanlarla, işsiz kaldığı için evine ekmek götüremeyenler arasındaki fark gibi. Kuraklığa gidişi hızlandıran faaliyetleri ortadan kaldırmak ya da en aza indirmek için mücadele etmek, kâr için su tüketimi yapan sermayenin tüm oyunlarını açık etmek, tüm canlıların yaşam güvencesi için su hakkı mücadelesi vermek hayati önem taşıyor. Kuraklıkla mücadeleyi sadece bireysel tedbirlere ve tasarrufa indirgemek kuraklık nedenleri üzerinden hedef şaşırtmacadır. Suyun tüketim alanlarına baktığımızda bu şaşırtmacayı net görebiliyoruz. TÜİK ve DSİ 2018 verilerine göre Türkiye’de suyun yüzde 71,4’ü tarımsal sulamada, yüzde 18,3’ü sanayide, yüzde 10,2’si içme ve kullanma olarak tüketiliyor. Yani su tüketiminin azaltılmasının yolu öncelikle kâr için yapılan tarım politikalarının değişmesinden, bölgenin iklim ve toprak koşullarına uygun ekin yetiştirilmesinden, az su tüketen sulama yöntemlerinin kullanılmasından, sanayide kullanılan suyu azaltmaktan, şebeke sularındaki kayıp kaçakları azaltmaktan geçiyor.

hayvanların yaşamının nasıl olacağını, yaptığımız faaliyetler doğrultusunda bizler belirliyoruz. Elbette sadece tek tek bireylerin katkısından bahsetmiyorum. İçinde yaşadığımız dönemin üretim-tüketim-dağıtım ilişkilerini kapitalizm belirlediğine göre, hayvanlarla kurduğumuz ilişki biçimini gene aynı sistem belirlemektedir. Kapitalizmin belirlediği sınırlara çarpan tarifleri bırakmamız gerekiyor. Komünizmin en temel dayanaklarından biri eşitlik ilkesi ise ulaştığımız bilgi ve bilinç düzeyiyle, bu eşitliğin sadece insanlar arası bir ilişkiyi tariflemesi mümkün değil. Türcülükten uzaklaşıp, sömürü ve tahakküm mekanizmalarını parçalayacak mücadele olanaklarını yaratalım. *Bu yazıda kaynak olarak yasamicinyasa.org sitesinden yararlanılmıştır.

Okulların açılıp kapatılması arasında kalan çocuklar Peki ya devletin sorumluluğunda olan eğitim, çocukların eğitim hakkı? Eğitime erişemeyen milyonlarca çocuk ne olacak? Ya da saatlerce ekran karşısında çırpınan öğretmenler? Hatice Göz Şubat ayının ikinci haftası itibariyle okullar kademeler halinde açılacak. Ancak hâlâ, tıpkı pandeminin başında olduğu gibi tartışmalar ve kafa karışıklıkları, kaygılar mevcut. Gelinen noktada büyük bir eğitim sorunu varken; karşısında AVM’lerden fabrikalara kadar her yerin açık olması iktidarın hesap makinesinde neyin ağır bastığını tekrar gösteriyor. Eğitim gibi oldukça masraflı bir şeyin böyle ağır aksak ilerletilmesi nerdeyse işlerine geliyor. Girebilen girer, giremeyenin kendi “tercih”i, özel okullar zaten daha fazla kazanıyor, gücü yeten de özel öğretmen tutuyor… Peki, ya devletin sorumluluğunda olan eğitim, çocukların eğitim hakkı? Eğitime erişemeyen milyonlarca çocuk ne olacak? Ya da saatlerce ekran karşısında çırpınan öğretmenler?

Bütünlüklü bir eğitim planı gerekiyor Bütün önlemlerin alınıp okulların kademeler halinde yüz yüze eğitime geçmesi ana talep olmalı. Ancak ilk süreçte olduğu gibi değil, planlı ilerlenmeli, göstermelik değil gerçek adımlar atılmalı. Çocukların ve eğitim emekçilerinin yararını gözeten, sermaye için

değil halk için, bütünlüklü bir eğitim planlaması hızlıca devreye sokulmalı. Toptan açılıp kapanmalar süreci yıpratıyor. Bunun yerine okulların açılışı için, şeffaf bir araştırma ile bölgesel hatta il düzeyinde planlamalar yapılması önemli. Eylül’de, gerçek önlemler alınmadığı için hızlıca tekrar kapanan süreçten ders çıkarılmalı. Sorumluluk ailelerin ya da öğretmenlerin değil devletin, bakanlığındır. Okulların ihtiyaçları tek tek hesaplanıp karşılanmalı, çocukların eğitime erişmesi için bütün adımlar acilen atılmalıdır.

Sürdürülebilir eğitim için aşı şart Buradaki ana taleplerden biri de aşı olmalı. İlkokul dördüncü sınıfa kadarki öğrencilerle çalışan eğitim emekçileri ve okullarda çalışan personeller aşılama sırasında öncelenmeli. Aksi halde açılıştan bir

ay sonra rakamların yükselmesi ve tekrar kapanma artık şaşırtıcı olmayacaktır. Aşıların yapılması, eğitim emekçilerinin ve çocukların sağlığı ve eğitimin sürdürülebilirliği için atılması gereken en acil adımlardandır. Çocuklar da bu süreçten en az yetişkinler kadar etkilendiler, etkileniyorlar. Aylardır eve hapsolmuş olan çocukların en acil ihtiyacı ders ya da ödev değil. Seyreltilmiş bir program. Oyun. Arkadaşlık. Sokak. Eğlence.

Okullar açılıyor ama... Okullar yüz yüz açılıyor. A, B, C planlarımız hazır diyen bakanlığın bu planlara dair şeffaf hiçbir şey sunmaması kaygıları arttırıyor. Biz yaptık oldu, olacak mantığı ile ilerleyip; süreç boyunca ne sendikalar ne yerel yönetimlerle ne de ailelerle ortaklaşan bakanlık, şimdi de benzer bir yolda gibi görünüyor. Şimdi eğitim hakkını daha fazla dillendirme ve bunun devletin temel sorumluluğu olduğunun altını çizme zamanı. Tek bir çocuğun bile eğitimin dışında kalmadığı, bütünlüklü, çocuk odaklı, eğitim emekçileri ve okul bileşenlerini de koruyan, aşılamayı önceleyen bir politika ve bunun planlanıp hayata geçirilmesi mümkün.


Şubat-Mart 2021 / sayfa 12 GEÇİNEMİYORUZ Askıda yaşamak istemiyoruz!

Onurlu, güvenceli, insanca yaşam mümkün! Zenginlik ne Allah’ın bir lütfu olan doğuştan gelen bir kader ne de öyle zeka parıltılarından çıkan yeteneklerle sağlanan, alın teriyle gelen doğal bir zenginleşme halidir. Servet zengini olmak suçtur. Bugün memleketin üzerine adeta bir karabasan gibi çöreklenmiş olan beşli çete mesela… Fıtratlarına, çalışkanlıklarına, döktükleri alın terine mi borçlular onca zenginliği, yoksa işledikleri suçlara mı? Perihan Koca Aylardır “reform” adı altında, halka kesilen acı reçetenin renkli ambalajı olmaktan öteye gitmeyen “ekonomide reform” vaadi konuşuluyor. İktidar koalisyonu sıkıştığı krizden çıkış için, içeride ve dışarıda sermaye örgütleriyle müzakerelere soyunup, patronlarla görüşüyor. Türkiye, emperyalist sermayeye ucuz işçi cenneti olarak pazarlanıyor. Sermayeye vergi aflarıyla, teşvik paketleriyle güvence verilip, iktidarın ömrünü uzatmanın yolları aranıyor. Erdoğan’ın reform vaadinin neye tekabül ettiğini, adeta bir “sefalet ücreti”nden farksız olan 2021 asgari ücretinin belirlenmesinde bir kez daha görmüş olduk. Belirlenen sefalet ücretine ise erişemeyen milyonlar var. Gelir ve servet dağılımındaki adaletsizliğin her geçen gün daha da keskinleştiği, yoksulluğun giderek derinleştiği ülkemizde, yeni yılın “sefalet ücreti”ni, ardı arkası kesilmeyen “sefalet zamları” izledi ve belli ki arkası daha da gelecek.

Geçinemiyoruz Ekonomik kriz yapısallaşırken, pandemiyle birlikte kriz daha da yaşamsal bir hal aldı. Açıklanan işsizlik verileri- iktidar menşeili- hiç kimse için güven teşkil etmiyor. İşsizler ordusunun nüfusu 10 milyonu aştı. Pandemi döneminin ana olgularından biri haline gelen ücretsiz izin olgusu resmi işsizlik rakamlarına dâhil edilmiyor. Ancak Nisan ayından itibaren patronlara fiilen kıdem tazminatı vermeden işçi çıkartma fırsatı tanıyan ücretsiz izin uygulaması sonucu çıkartılanların toplam sayısı 2 milyonu geçmiş durumda.

Mayıs ayında geniş tanımlı işsizlik oranı ücretsiz izinlerle birlikte 11,5 milyona dayandı. Pandemi döneminde, günlük ve gündelik işlerde çalışanların yüzde 86’sı işsiz kaldı. Çocuk işçi sayısı 2 milyona dayandı. Resmi verilere göre iflas eden esnaf sayısı 100 bine

İktidar sözcüleri, her gün kürsülere çıkıp, “bu ülkede yoksulluk sorunu yok” diyorlar. Evet, aslında haklılar. Bu ülkede ayan beyan bir “zenginlik sorunu” var. O zenginleşmeden doğan bir yoksullaştırma sorunu var. Kapitalizmin geldiği aşamada, zengin ve yoksul arasındaki devleşen sınıfsal uçurumda, zengin olmak demek başkasının emeğinin ürününe el koymak, üretenlerin emeğinden çalıp çırpıp vurgun yapmak demek. Neoliberalizmin açtığı yoldan tarihin, kentlerin, doğanın, toprağın, havanın, suyun doğal zenginliklerin hunharca yağmalanıp, talan

ulaşmak üzere. Faturasını ödeyemediği için 3 milyonu aşkın hanenin doğalgaz ve elektrik aboneliği kesildi. Ülkedeki her 5 üniversite mezunundan 1’i ne çalışıyor ne de iş arıyor. İstihdamda ve eğitimde yer bulamayan milyonlarca genç var. İşgücünün dışına itilmiş

edilmesi demek. Servet zengini olmak, emek sömürüsü ve işçilerin kanı üzerine inşa edilen saray saltanatı ve şatafatı demek. Milyonları mülksüzleştirip o mülksüzleşme üzerinden devasa mülkleşme demek…

Dini istismar ediyorlar Zenginlik ne Allah’ın bir lütfu olan doğuştan gelen bir kader ne de öyle zeka parıltılarından çıkan yeteneklerle sağlanan, alın teriyle gelen doğal bir zenginleşme halidir. Servet zengini olmak suçtur. Bugün memleketin üzerine adeta bir karabasan gibi çöreklenmiş olan beşli çete mesela… Fıtratlarına, çalışkanlıklarına, döktükleri

milyonlar var. İş bulma ümidi tükenen milyonlar var. Ne gençler gençliğini ne de emekliler emekliliğini yaşayabiliyor. 7’den 70’e milyonların ortak duygusu geleceksizlik ve güvencesizlik. Alım gücü giderek düşüyor. Hayat pahalılığı yükseliyor. Emekçiler en

alın terine mi borçlular onca zenginliği, yoksa işledikleri suçlara mı? Hangi doğa yağmalarından, hangi işçi katliamlarından, hangi hak gasplarından geçerek en tepedeki zenginlik koltuklarına oturduklarını hepimiz biliyoruz. Ve o zenginler şimdi milyonların yaşamına hükümet ediyor. Ekmek kuyruklarına, çöplerden toplanan çürüklere, kuru ekmeğe, pazar artıklarına, onların saray sofralarından arta kalan kırıntılara razı gelelim istiyorlar. Üstelik bu razı gelişi de, kendi isteğimizle yapalım istiyorlar, ki dini ve İslam’ı kullanarak, Müslümanlığı kendilerince

temel geçim ihtiyaçlarına erişemiyor. Başta gıda fiyatları olmak üzere, emekçi halkın mutfağı yangın yerine dönmüş, barınma, ısınma, elektrik, su, sağlık, eğitim gibi temel ihtiyaçlar lükse kaçmış, halk boğazına kadar borca batmış vaziyette.

eğip bükerek, Allah’ı, peygamberi, kitabı kendi çıkarlarınca allayıp pullayarak, aman devletimize zeval gelmesin, beterin beteri var diyip şükrederek yoksulluğa, açlığa ve ölüme rıza göstermemizi istiyorlar. İşte bu rızayla suçlarını ört bas edip saraylarda lüks ve şaşaa içinde yaşamaya devam etmek istiyorlar… Onların sofraları yoksulun adını bile bilmediği ejder meyveli smoothieler, starex eşliğinde aloeveralarla donatılırken, halk “askıda ekmeğe” tamah etsin istiyorlar.

Onurlu, güvenceli ve insanca yaşam Ama artık yeter. Bu böyle gitmez. Askıda

Gelir adaletsizliği ve vergi uçurumu Sadece zam üstüne zam gelen fiyatlar, faturalar değil, artan vergi de halkın belini iyice büküyor. Hâlihazırda mevcut dolaylı vergilerin ağırlığı altında ezilen emekçiler yeni vergi zamlarıyla “müjdeleniyor.”

yaşamak istemiyoruz. İşsizlik, yoksulluk, açlık, ölüm kaderimiz değil. Bu cehennem içinde yaşamaya mecbur değiliz. Biz milyonlarız, biz halkız, onlar ise bir avuç vurguncu azınlık. Hepimizin özlediği, arzu ettiği, hak ettiği onurlu ve insanca bir yaşam hayal değil mümkün. Zaten yaşamlarımız ekmek kavgasına, hayat memat meselesine dönüşmüşken kaybedecek neyimiz var? Oysa kazanacak bir gelecek, onurlu, güvenceli ve insanca bir yaşam varken… Ve üstelik değiştirecek gücümüz varken. Tek ihtiyacımız olan şey “biz” olmak. Hem de hemen şimdi, bugünden başlayarak.

Geçtiğimiz haftalarda vergi yükünü daha da artıran yeni bir düzenlemeyle, Özel İletişim Vergisinin yüzde 7,5 olan oranı yüzde 10’a yükseltildi. İletişimden alınan vergilerin artırılmasını, elektrikli otomobil vergisine zamlar izledi. Dolaylı vergilerin önümüzdeki günlerde daha da artması bekleniyor. Akaryakıttan otomobile, internetten, elektriğe, doğalgazdan aldığımız ekmeğe kadar her şey KDV ve ÖTV gibi giderek yükselen dolaylı vergilerle vergilendiriliyor. Vergide adalet, herkesten gelirine göre vergi almakla mümkünken, sermaye çıkarlarını kollayan iktidar işbirliği ile yüklü vergi sistemi ve vergi politikalarıyla zengin daha da zenginleşirken, yoksul daha da yoksullaşıyor.

Gizli vergi rekortmenleri Sadece 2020 yılının vergi rakamlarına şöyle bir göz gezdirince, servet zenginlerinin bir asgari ücretli kadar bile vergi ödemediğini görmek mümkün. Vergi yükü neredeyse tümüyle yoksul halka kesilirken, ülkemizdeki servet zenginlerinden aynı oranda vergi alınmıyor, hatta sermaye gruplarının vergi borçları bir kalemde silinip, vergiden kaçınma ve vergi kaçırma yolları da bizzat yapılan yasal düzenlemelerle açık bırakılıyor. Öyle olmasa vergi cennetine dönüştürülen illegal adacıklar, egemenler tarafından bunca normalleştirilmezdi. 2020’nin açıklanan aynı zamanda açıklanamayan, ismi gizli tutulan vergi rekortmenleri diye bir veri meşrulaştırılmazdı. 2020 yılı vergi rekortmenlerinin 100’ünden 67’sinin isminin açıklanmamasını başka nasıl izah ederiz ki?

Bize dayatılan hayata razı değiliz Halkın cebindeki para durmadan eriyor, değil ay sonunu getirmek günlük öğünler bile karşılanamıyor. Sermayedarlar, iktidar koalisyonu ve yandaşları emekçilerin sırtından geçinerek şatafat içinde yaşıyorlar. Sarayın milyonlarca lirayı bulan harcamaları yoksulluk içindeki halktan toplanan vergilerle karşılanıyor. Sermayedarlara gelince sonuna kadar açılan destek paketleri halka hep kapalı. İşçiler 2800 TL ile ev ge-

çindirmeye çalışıyor. İktidar koalisyonu saray sofralarında sefa sürerken, halk ucuz ekmek kuyruğuna girerek, pazarın bitiminde çürük meyve toplayarak hayatta kalmaya çalışıyor. Halkın cebindeki para durmadan eriyor, değil ay sonunu getirmek günlük öğünler bile karşılanamıyor.

Milyonlarca kişi iş bulamıyor. Milyonlarca üniversite mezunu genç, mahkûm edildikleri işsizlik ve geleceksizlik içinde bir de KYK borcunu ödemek zorunda bırakılıyor.

İnsanca gelir, güvenceli yaşam için taleplerimiz -Asgari ücret arttırılsın.

-Servetlerine servet katan zenginlerin servetlerine vergi getirilsin, oluşan kaynak halkın ihtiyaçları için kullanılsın. -Fatura borcu nedeniyle kesintiler yasaklansın! Elektrik, su, doğalgaz, su, ulaşım ve internet asgari ihtiyaç sınırına kadar ücretsiz olsun. Daha önce alınan açma kapama bedelleri iade edilsin.

-Elektrik, su, doğalgazdan alınan vergi kaldırılsın. Tüm fatura borçları silinsin. -Öğrenim kredisi borçları silinsin! -Temel gıdalara getirilen tüm zamlar, elektrik ve doğalgaz zamları geri çekilsin. Herkese ucuz ve sağlıklı gıda, ucuz hizmet istiyoruz.

-Emekli maaşları yetmiyor. Emeklilere insanca yaşam ücreti hemen

şimdi. -Herkese güvenceli iş güvenceli yaşam istiyoruz.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.