Güneş Demirel - Seni Severken

Page 1

SENİ SEVERKEN GÜNEŞ DEMİREL Birinci Bölüm Camlar, hiç silinmemiş gibi tozlu ve pisti. Vitrinlerin bulanık görüntüsünden nefret ettiği için, neredeyse her sabah çırağının eline bir bez ve cam sil kutusu tutuştururdu. Zavallı çocuk da onun ne huysuz biri olduğunu bildiğinden, hiç itiraz etmeden, büyük bir özenle temizlerdi camları. Gözü patronuna kaydığında ise, 'Beni izlemeyi bırak ve işini yap!' fırçasını yerdi. Bazen onun kafasının arkasında da gözleri olduğunu düşünür ve bir sürü komik görüntü hayal ederdi. Mesela kafasının arkasındaki gözlere uygun güneş gözlüğü olsa? Bu huysuzlukla evde kalması kaçınılmaz gibi görünüyordu. Neredeyse bir yıldır yanında çalışıyor olmasına rağmen, arkadaşları dışında kimseyle birlikte olduğunu görmemişti. Aslında gayet güzel bir kadındı. Ancak güzellik de bir yere kadar çekilirdi. Yüzünün güldüğü anlar sayılıydı. Bu kadar suratsız bir eşe sahip olmayı kim isterdi ki? Hem diğer açıdan düşünüldüğünde, bu kadar zor beğenen biri, eş adayında kim bilir neler beklerdi... Gerçi hakkını yememeliydi. Ne zaman başı sıkışsa, patronu bir şekilde anlar ve derdini halletmeden de yakasını bırakmazdı. Belki de bu merhametli yönü yüzünden başka bir iş aramıyor ve ona yaptıklarına katlanıyordu. Bu dünyada anneciğinden başka kimi kimsesi yoktu. Geçen kış hastalandığında, bu soğuk kadın doktor doktor gezdirmişti annesini. Üstüne, ona fikrini dahi sormadan ameliyatını yaptırmış, başında bekleyecek bir kadın olmadığından hastanede kalmıştı. Annesine göre, ondan daha iyi bir patron bulması imkânsızdı. Vicdanlı insan bulmak çok zordu ve şikâyet etmemeliydi. Peki, kar kış demeden cam sildirmek hangi vicdana sığardı? Yok yok, kesin gıcıklık olsun diye yapıyor olmalıydı bunu! Hem, şu gözüne taktığı siyah çerçeveli gözlüklerle de pek sevimsizdi. “Müsaade eder misiniz?” Eczaneye girmek için onun çekilmesini bekleyen adamı fark etmemişti. Zayıf ve çelimsiz bedeniyle kapıyı kapattığı bile söylenemezdi aslında. Hafif bir baş selamı ile kenara çekilirken, “Kusura bakmayın, fark etmedim," dedi. Adam elini omzuna koydu. “Hiç önemli değil, kolay gelsin," dedi ve içeri girdi. Onun da işi bitmiş sayılırdı artık. Elleri havanın ayazından kıpkırmızı olmuş, burnunun ucunu hissetmiyordu. Geriye doğru çekilerek, neredeyse ovalarken incelttiği cama baktı. Temizliğinden memnun, takdir bekleyen bir ifadeyle içeri girdi. Ne var ki patronu onu takdir etmek yerine, demin içeri giren uzun boylu adama sımsıkı sarılmıştı. Hatta gülümsüyordu. Evet evet, yanlış görmediğine emindi... Hem de çok içten gülümsüyordu. Adamı baştan ayağa tekrar incelediğinde, hissettiği şaşkınlığı engelleyemedi. Böylesine yakışıklı bir adamın ne işi olurdu bu suratsızla? Yazık ki ne yazıktı adama! Bal olsa yenmezdi bu huysuz kadın! “Kenan! Ağzını kapat da, yanıma gel. Seni abimle tanıştırayım." Tabii ya, biliyordu... Sevgilisi olamazdı. Elindekileri bir çırpıda arka taraftaki odaya bırakıp geldi. Elleri gerçekten çok üşümüştü ve içerinin sıcağını da alınca uyuşmuş gibi hissediyordu. “Bak abi, bu, Kenan. Eczanemin vazgeçilmez elemanı ve benim sağ kolum." Kendisinden bahsediyor olamazdı herhalde. Eğer öyleyse, kesin işe gelirken kafasına bir şey düşmüş olmalıydı. Şefkatle bakan adamın uzattığı eli tuttu ve tokalaştı. “Nasılsın, Kenan? “ “Teşekkür… Teşekkür ederim. Siz?” “Ben de iyiyim. Söyle bakalım, üzüyor mu seni bu cadı?” Anlık da olsa, yüzüne gelip yerleşen tebessümü engellemeye çalıştı. Zira patronu bir kaşını kaldırmış, vereceği cevabı bekliyordu. Panikledi ve “Yok… Yok…” diyebildi sadece. “Şuraya bak! Yüzündeki şu ürkek ifadeye bak! Çocuğu nasıl korkutmuşsan... Hem bu soğukta ne


işi var bu çocuğun camlarda?” “Burası bir eczane ve hijyen çok önemli." “Öyle mi? Sen eline bir bez al da, çık bakalım cam silmeye. Soğuk, resmen bıçak gibi kesiyor insanın tenini." “Eee, o da Kenan’ın sorunu. Madem okumamaya kararlı, alışacak o zaman böyle işlere. Değil mi, Kenan?” Ne diyeceğini gerçekten bilemedi o an. Evet, geçen sene liseyi bitirdikten sonra okumamaya karar vermişti. Ama bu kendi tercihiydi ve hiç şikâyet etmemişti. Doğrusu, bu konuda tek şikâyet eden annesiydi düne kadar. Okul meselesini, Deniz Hanım’ın da dile getirmesine gerçekten şaşırmıştı. “Hımm… Demek okumayı bıraktın? Bak, bu kötü işte. Dışarıdan devam etsen peki?” “Adamın umurunda bile değil okul falan. Akşama kadar canına okuyorum, gıkı çıkmıyor." “Nasıl yani? Bilerek mi sildiriyorsun bu soğukta camları?” “Dediğim gibi, burası bir eczane. Temiz olması şart. Ve Kenan, mademki bu işe talip... O zaman tartışacak bir şey yok demektir." “Evet… Deniz Hanım haklı. Şikâyetim yok benim, siliyorum." “Anlıyorum. Ancak henüz çok gençsin. On sekiz var mısın?” “Evet, on sekizimi yeni doldurdum." “Gelecek hedefin nedir peki?” Yüzü kızarmaya başladı ve gelecekle ilgili hiç hayal kurmadığını fark etti. “Abim bir soru sordu, Kenan?” “Bunu daha önce hiç düşünmedim aslında." “Hımm… Demek düşünmedin!” Gözleri öyle sertti ki, kelimenin tam anlamıyla ürktü ve başını öne eğdi. Deniz Hanım’ın bu bakışlarından ciddi anlamda korkuyordu. “Hadi git ve üç bardak çay doldurup gel." Kenan’ın mutfağa gitmesini fırsat bilen Kaya, hınzır bir ifadeyle kardeşine baktı. “Bilerek eziyet ediyorsun, değil mi? Okumadığı için burnundan getiriyorsun." “Henüz çok küçük. Yaptığı yanlışın farkına varmalı." “Elbette. Ama yine de, senin içine sıkışmış olan despotun eline düşmesi pek acı…” “Çok komiksin!” “Küçükken de böyleydin. İnatçı ve zalim. Doğrusu, senin de tıpkı Ateş gibi doktor olmanı bekliyordum. Arka bahçede yakaladığın kurbağayı ikiye ayırışını asla unutmayacağım. Tanrım! Şu an bile midem ağzıma geliyor." “Evet, feciydi gerçekten. O ne yapıyor? Yani Ateş?” Kaya omuzlarını silkeleyerek, ellerini cebine soktu. “Bana bozuk atıyor. İstanbul’a yerleşiyor olmamı saçma buluyor. Ona göre Ankara yaşamak için en ideal yer. Ama bilirsin, aşktan öte köy yok. Sedef’ten ayrı yaşamak istemiyorum artık." Elini cebine sokarak, çıkardığı kutuyu kardeşine doğru uzattı. Sedef ile tanışmaları Deniz sayesinde olmuştu. O da tıpkı Deniz gibi eczacıydı ve yaklaşık dört senedir süren bir ilişkileri vardı. “Evlenme mi teklif edeceksin yoksa?” “Evet. Niyetim bu. Kabul eder mi dersin?” “Biliyor musun?"


“Neyi?” “Ömrümde gördüğüm en kasıntı ve kendine güvenen adamların başını çekiyorsun. Kendinden öyle eminsin ki, şu adaleli omuzların kasıldıkça kasılıyor. Doğrusunu istersen, o ayran budalası arkadaşımın sana ‘hayır’ demesini çok isterdim. Fakat o küçük aptal, bu yüzüğü gördüğü yerde kendini senin kollarına atacak ne yazık ki.” “Dost musun, düşman mı? Neden benim adıma mutlu olmayı denemiyorsun?” “Hımm… Peki, deneyelim bakalım." Onları şaşkınlıkla izleyen Kenan’ı fark ettiğinde, abisine sarılmayı bırakıp geriye doğru birkaç adım attı. Kaşlarını çatıp “Bana bak, sen bugün pek bir meraklı turşucu oldun ha! Elindeki çayları buz gibi etmeden vermeyi düşünüyorsundur umarım!” “Kusura bakma, Deniz Abla." Sesi mırıltı halinde çıkan çocuk, titreyen parmaklarıyla zor bela tuttuğu çay tepsisini patronuna doğru uzattı. Tezgâhın dip tarafına geçerek, sessizce kalorifere yakın bir yere oturdu. Akşam olana dek kim bilir daha neler çıkartacaktı bu çatlak patronu... Dili dursa kaşı gözü durmuyor, sürekli olarak emirler yağdırıyordu. Dedesinden annesine kalan emekli maaşı yetse, bir dakika durmazdı burada. Ama annesi yeni iyileşmişti ve paraya ihtiyaçları vardı. Eğer çalışmazsa, annesinin işe başlayacağını biliyor ve ona kıyamadığı için de kendisi çalışıyordu. Okulla arası hiçbir zaman iyi olmamıştı. Ancak bir tercih yapması gerekseydi, iş hayatı yerine okumayı tercih edeceği kesindi. Hele de böylesine huysuz bir patrona sahipken. “Bazen beni çok utandırıyorsun, Deniz. Çocukla uğraşmayı kes. Yoksa annemi büyük bir zevkle başına sararım, haberin olsun.” “Sen benimle uğraşacağına, git de yüzüğü sahibine teslim et." “Bak, bu konuda çok haklısın.” Kaya kasaya doğru eğilerek bir not kâğıdı aldı ve numarasını yazarak Kenan’a uzattı. “Bu benim cep numaram. Canına tak ettiği zaman hiç çekinmeden ara. Kulağını çekerim Deniz’in. Benden korkar, merak etme." Gülümseyerek kapıya yönelmişti ki, vazgeçerek geri döndü. “Ha, yalnız bir şey var ki… Okul ve okumak konusundaki ısrarında çok haklı. Bunu bir kez daha düşün bence.” Çocuk çekingen bir tavırla başını salladı ve Kaya’yı geçirmek için kapıya doğru ilerledi. Bu konuda annesinden sıkı bir eğitim görmüştü. Misafirin kapıya kadar uğurlanması şarttı. Deniz ve Kaya’nın aynı anne babanın çocuğu olması ne kadar da ironikti. Biri gayet güler yüzlü ve sıcakken, diğeri buzdan bir kale gibiydi. Deniz babasına çekmiş olmalıydı. Anne ve babası bazen sabah yürüyüşüne çıkar, dönüşte de eczaneye uğrayıp soluklanırlardı. Annesi oldukça şen şakrak bir kadınken, albay emeklisi olan babası daha otoriter bir yapıya sahipti. “Kenan, gel buraya.” Ona doğru uzattığı kâğıdı aldı ve okudu. Bu bir kayıt formuydu ve ekinde tamamlaması gereken evrakların listesi vardı. “Ne yapacağız bunları, abla?” “Dershaneye yazdıracağım seni. Zaten liseyi de ite kaka bitirmişsin. Destek alman şart. Sonra da üniversite için neye eğilimin var bir bakarız." “Ama abla… Ben…” “Sana fikrini sormadım, Kenan! Biliyor musun, aslında şu anki fikrin hiç de umurumda değil zaten. Ben ne diyorsam o olacak." “İyi de abla… Üniversite dediğin masraflı iş. Nasıl okurum? Durumumuzu az çok biliyorsun sen." “Hah! Bak, kendin de söyledin. Durumunuzu biliyorum. Bana güven, Kenan. Sen sadece okumaya programla kendini. Hem yarım gün çalışırsın burada." “Olur mu ki?” “Neden olmasın? Ben sana güveniyorum.” “Güveniyor musun gerçekten?” Kalbine konan kuşların sayısını bilmediği gibi, ne kadar süre kanat


çırptıklarını da bilmiyordu. Deniz’in ona güveniyor olması, okumasından daha önemli gelmişti. Daha önce, annesi dışında kimse güvenmiş miydi Kenan’a? Hatırlamıyordu. Deniz elleriyle çocuğun omuzlarından tutarak, kendisine minnetle bakan masum gözlere odaklandı. “Eğer dediklerimi yaparsan, camları üç günde bir silersin." “Gerçekten mi?” “Evet, gerçekten.” Her gün cam silmeyecekti. Son günlerde duyduğu en güzel haberdi bu. Okuyacak olmanın faydalarını daha şimdiden görmeye başlamıştı bile. “Hem, üniversite etkinliklerin…”

hayatını

yaşamak

istemez

misin,

Kenan?

Arkadaşların

olacak,

sosyal

“İsterim! Çok isterim!” Heyecan ve telaş yüklüydü sesi. Belki hayalleri de olacaktı. Gerçekleşmez diye kurmaya korktuğu hayalleri… Deniz umutsuz, hayalsiz ve geleceksiz bir çocuk görmek istemiyordu yanında. Hele de Kenan gibi temiz ve paksa. Bir yıldır yanındaydı ve gerçekten seviyordu onu. Gencecik ve çok korumasızdı. Üstelik bu toyluğuna rağmen, annesine sonuna kadar sahip çıkmaya çalışıyordu. Şimdiye kadar oldukça sert davrandığını ve zorladığını biliyordu. Ama birinin ona dünyanın zor tarafını göstermesi gerekliydi. Aksi halde, okuma fikri hiç de cazip gelmeyecekti Kenan’a. “Hadi, sen şimdi git ve evraklarını toparla. Ayrıca annene de bu güzel haberi verebilirsin. Eminim en az benim kadar sevinecektir.” Bu güzel teklifi ikiletmenin manası yoktu. Montunu alarak çıktı eczaneden. Şaşkındı. Patronu güne ne kadar sert başlamış olursa olsun, şu an bir melekten farksızdı gözünde. Bulutların üzerinde koşar gibi hafifti bedeni. Bir de içinde büyüyerek dağ olan sevinci annesine anlattı mı, ondan rahatı olmayacaktı. Deniz… Buraya gelmenin iyi bir fikir olmadığını biliyordum. Ancak annemin ısrarlı tavırlarına, bir yere kadar karşı koyabiliyordum. Kız istemeye giderken benim de olmam şartmış. Neyin şartıydı bu? Sedef'le yakın arkadaş olduğumuzu kabul ediyorum ama eninde sonunda o muhteşem ‘görümce eşittir örümcek’ benzetmesine sahip olmayacak mıydım? Üstelik, Ateş ve karısı da geliyordu. Ateş, abimin en yakın arkadaşıydı. Kaya’nın onun da gelmesini istemesi çok normaldi. Ama benim o sivri dilli karısını görmem, imalı bakışlarıyla beni yiyip bitirmesine izin vermem kadar kötü bir şey yoktu. Ateş’in babası ile benim babam askeriyeden arkadaşlardı. Aynı askeri lojmanda uzun süre komşu olmuştuk. Sonradan, Ören tarafında aynı site içinde yazlık almıştı babalarımız. Ateşler oralıydılar. Dedesi, Ören'in sözü geçenlerindendi. Kendi zeytin bahçelerinde yetiştirdikleri zeytinleri, yine kendi tesislerinde zeytinyağına dönüştürerek ticaret yapardı Ahmet Dede. Yazlığımız da onun rehberliğinde alınmış bir evdi zaten. Nisan ayı olduğunda hem Ateş’in ailesi, hem de bizimkiler terk ediyorlardı İstanbul’u. İzmir yolculuğumuz boyunca surat asmam, annemi oldukça germiş görünüyordu. Kaşı ayrı, gözü ayrı oynayarak “Topla o suratını, Deniz! Yoksa seni elimden kimse alamaz! ” diye çemkirip duruyordu. İnadına dikiyordum burnumu havaya. Beni zorla getirtirsen, inadımı da çekmek zorundasın! Hem sen de ‘pis kaynana’ olmuyor musun zaten… Nedir bu heves, anlamadım gitti. Sedef ile annemi tartışırken hayal etmek çok hoşuma gitse de, merhamet duyduğum taraf kesinlikle Sedef’ti. Onun annemle başa çıkması mümkün değildi. “O küçük aklından neler geçiriyorsun bilmiyorum ama sakın beni milletin içinde rezil etme aptallığına düşme, kızım." “Anneciğim, neden bana taktığını anlamış değilim. Şurada sessizce oturduğum halde benimle uğraşıyorsun.”


“İnsan abisinin söz törenine nasıl gelmek istemez? Bunu anlamamı bekleme!” “Dayımlarda mı kalacağız, otelde mi?” “Dayınlarda tabii ki. Geçen sefer tanışmaya geldiğimizde otelde kaldık diye nasıl da küstüler. Zaten o da senin sivri fikirlerindendi.” “Ben kimseyi rahatsız etmeyelim istemiştim.” “O benim kardeşim, neden rahatsız olsun? Hem kızlar da seni çok özlemiş.” “İyi madem… Bir de Ateş’in şu kendini beğenmiş karısı olmasaydı… Neydi adı? Ha, Nazenin… İsme bak ya!” “Aaa, Deniz! Kimseyi de beğenmiyorsun!” “O ukalanın nesini beğeneyim ben? Bir daha burnuma doğru sokulup ‘Deniz’cim, şu enteresan gözlüklerini atsan da lens taksan’ derse…” Geriye doğru yaslanıp, annemin gözbebeklerinin tam da içine bakarak “Onu parçalarım!" dedim. Sanırım annemi fazlasıyla germiştim. Gömlek düğmelerinin ikincisini de açarak, ellerini kendine doğru sallamaya başladı. “Nazım! Bu kızın beni bir gün öldürecek!” Ellerini babama doğru uzatarak, “Bak, görüyor musun, tansiyonumu oynattı yerinden!” “Tansiyon dediğin şey dansöz değil, anne. Bu kadar basit bir şey için neden oynasın?” Babam, annemin şaşaalı hallerini çok iyi bilirdi. Fakat bu sefer ona hak veriyor olmalıydı ki, sağ kaşı hafifçe kalkık bir halde, içinden gelen gülme isteğini bastırarak bana baktı. “Deniz, üzme anneni!” “Peki, baba.” “Nasıl yani? Sabahtan beri seninle mücadele halindeyim, lafım para etmiyor. Ama baban üç kelimelik bir cümle kuruyor ve sen hemen başını sallıyorsun.” Babama ‘peki’ demiştim bir kere… Ağzımı açıp tek laf etmeyecektim anneme. Biliyordum, bu onu daha çok çıldırtıyordu. Hop oturup, hop kalkıyordu yerinde. Neyse ki, İzmir’e varınca benimle uğraşmayı unuttu. Dayımların Narlıdere’de bulunan iki katlı ve bahçeli evlerine varınca kendi telaşına düştü. Neticede akşam kız istemeye gidilecekti. Eksik gedik ne var, onu konuşuyorlardı yengemle. Sedef ise o kadar heyecanlı ve sabırsızdı ki… Sabahtan beri kaç kez aramıştı sayamadım bile. Son telefonunda adeta yalvararak “Deniz, ne olur benimle kuaföre gel. Sonuçta benim en yakın arkadaşım sensin, değil mi?” demişti. Telefonum tekrar çaldığında, oflayarak elime aldım. Bu kez arayan abimdi. Ateşlerle birlikte tek arabayla geliyorlardı Ankara’dan. Ateş’in vakti olmadığı için gece geri döneceklerdi. Abimin sesi ne kadar da keyifliydi… Nedir bunlardan çektiğim ya! Annem burada panik, Sedef orada... Kaya Bey ise sanki sözlenen benmişim gibi rahat. Beyefendi yolun tadını çıkara çıkara, yiye içe geldiklerinden bahsediyor. “Zıkkım ye emi, abi!” “Çemkirme bana!” Sonunda, kıyafetlerimi alıp, Sedef’in yanına gitmeye karar verdim. Annem buna da bir araba dolusu laf söyledi ama duymamayı tercih ettim. ‘Akşam hep beraber gitmek varken niye bölük pörçük gidiyormuşuz…’ Asıl korktuğu şeyin, kot pantolonla geceye katılmam olduğunun bal gibi farkındaydım. Rahatlaması için elimdeki elbise çantasını salladım ve beni daha fazla oyalamasına izin vermeden kendimi sokağa attım. İzmir’i hep sevmişimdir aslında. Başka bir havası var insanının. Ayrıca çocukluğumun çok güzel anıları saklı burada. Dayımın ikiz kızları Özlem ve Elçin çok kafa dengiydiler. Cumartesi çalıştıkları için henüz onları görememiştim ama akşam görüşecektik nasılsa. Sedeflerden döndükten sonra da gecenin kritiğini


yapacaktık elbette. Özellikle annem ve yengemin konuşacaklarını az çok tahmin edebiliyordum. Milletin çatalından camına kadar temizlik kontrolünü itina ile yapacaklarına adım gibi emindim. Zavallı dünürlerimiz! Narlıdere’den Karşıyaka’ya gitmek için Üçkuyular otobüsüne bindim. İzmir’in belediye otobüsleri, İstanbul’un son model araçlarıyla kıyaslanamayacak kadar eskiydi ne yazık ki. Ancak, camdan şehri seyretmeyi sevdiğim için bu bana hiç dokunmuyordu. Tam tersine, ne çok hatırayı, dedikoduyu ve acıyı içinde sakladığını düşünüyordum. Üçkuyular’dan Karşıyaka’ya geçmek için körfezi dolanmanın manası yoktu. O yüzden, en doğru tercih vapura binmek olacaktı. Nitekim, vapur geldiğinde çocuklar gibi şendim. Elimde elbise çantasından daha özenle tuttuğum başka bir şey vardı. Biraz önce seyyar satıcıdan aldığım boyoz ve yumurta. Bir de çay aldım mı, değmeyin keyfime. Yaklaşık bir saat süren yolculuğumun sonunda, ruhum dinginleşmişti adeta. Havanın serin olmasına rağmen, dışarıda oturup güzel İzmir’i seyretmek, son zamanların en güzel terapisi olmuştu benim için. Arsızlığa vurarak unutmaya çalıştıklarım yüzünden, çok yorgun ve mutsuz hissediyor, çözüm bulamadıkça da geriliyordum. Karşıyaka iskelesinden iner inmez Sedef’i gördüm. Kızcağız, bir sandık altın bulmuş gibi mutlu oldu beni görünce ve hızla boynuma atıldı. “Kızım, bir dur! Altı üstü görümcenim senin." “Öf, saçmalama, Deniz! İyi ki geldin." Ellerini saçlarıma batırarak kafamı öpüp durmasına sinir oluyordum. Bu kızın da benden aşağı kalır yanı yoktu. O da hafif çatlak bir kafaya sahipti. Anneme de yazık yahu! Biriyle uğraşamazken, diğeri… “Çok güzel bir vapur yolculuğu yaptım, Sedef. Değdi vallahi." “Bak buna sevindim. Kafan rahat yani. O zaman kuaförde bana yardımcı olursun. Saçlarımı açsam mı, toplasam mı karar veremiyorum." “Seni geren şey bu mu? Saçların mı?” Sedef duraksadı bir an. O güzel yüzünü buruşturup, parmaklarını çıtlattı. “Neden gerildiğimi ben de bilmiyorum, Deniz. Bana öyle aptal kız muamelesi yapma!” “Peki madem... Hadi gidelim, akıllı kız. Gerçi, Kaya’nın evlenme teklifini kabul ettiğin için aklın konusunda şüphelerim var ama…” “Kaya’ya laf yok. O benim hayatımın aşkı." “Hayatının aşkı…” diye tekrar ettim. Aşkın ne demek olduğunu bilmediğimi düşünmeyin. Tam tersine, deli gibi âşık gezip, kalp çarpıntımın tavan yaptığı birçok an yaşadım. Karşılığı olmayan birçok an… Onun gözlerime asla aşkla bakmayacağını bilirken, ölür gibi âşık baktığım birçok an… Böylesine âşıkken, başka birini hayatıma almak gibi bir saçmalığa hiç karışmadım. Zorlama ilişkiler yerine, uzaktan da olsa mutlu oluşunu seyrettim. Başka bir kadınla evlenmesini… Ona dokunmasını... Bazen gülüşüp, cilveleşmelerini… Sınırsızca kıskanmayı keşfettim... Düğünlerinin olduğu gün, nefes alamadığımı hissetmiştim. Ertesi gün olmayacakmış gibiydi, sanki yaşam bitmiş gibi... Fakat hepsine dayanıyormuş, ölmüyormuş meğer insan. Kuvvetli bir kişiliğim vardı ancak bunları düşündüğüm vakitler kendimi frenleyemiyordum. Tüm şalterlerim atıyordu. Hele de o aptal karısını düşündükçe! Boya küpüne düşüp, fingirdemek için kurulmuş oyuncak bebek! Tanrım! Nefret ediyorum ondan, nefret! “Ahh!” “Dikkat et, düşeceksin!” “Bu aptal taşları ne diye koyarlar yolun kenarına? Ayağım kırılıyordu."


“Haklısın.” Sedef kolumdan tutarak durdurdu beni. Eliyle yüzüme dokunurken, gözleri endişeliydi. “Deniz, rengin kızardı. Çok mu üşüdün sen? Hasta mı olacaksın yoksa?” “Yok... İyiyim. Sadece, akşamı düşündükçe ben de gerildim sanırım." Sedef sıkıntıyla yüzünü buruşturdu ve elini koluma atarak yürümeye devam etti. “Nazenin ve Ateş yüzünden, değil mi?” Başımı salladım umarsızca. Sedef gerçekten çok zeki bir kızdı. Daha ilk günlerde anlamıştı her şeyi. Ama bunu benimle beraber saklamayı tercih etti. Abim duyarsa gerçekten çok kızardı bana. “Elimde değil. O aptal şey, fırsatını bulduğu ilk an küçümseyerek bakacak ve lafları sokuşturacak bana." “Sen de fırsat verme o zaman." “Ben ne yapabilirim, Sedef? Hem boş ver, atı aldı ve Üsküdar’ı geçti nasılsa. Benimkisi, olmayacak duaya âmin demek gibi bir şeydi." “Alsın atını da başına çalsın. Gençsin ve çok güzelsin. Hatta gördüğüm en güzel kızlardan birisin. Bir de kendine bakmayı denesen." “Siz İzmir kızları kadar kendine bakan bir topluluk var mıdır acaba?” “Unutma! Senin annen de İzmirli.” “İyi ya işte... O da sizin gruba dâhil zaten.” Bileğimden tutarak durdurdu beni. Yüzüne dökülen kızıl rengi saçları bir kenara iterek, burnunu havaya dikti. Kızıl mı? Yok yok, bu kız resmen havuç kafalıydı. Anadan doğma hem de! Yüzündeki çiller de eşlik ediyordu saç rengine. Gözleri ise... Tıpkı şu an bakışlarına yansıyan, ne yapacağını bilmez hal gibi, gözleri de kararsızdı. Yeşil ile mavinin arasına sıkışmış, tuhaf bir renge sahipti. “Seni anlamakta zorlanıyorum!” Bir çırpıda gözlüklerimi çıkardı ve kendisi taktı. “Bunların numarası ne, söyler misin? Görmemde hiçbir değişiklik olmadı zira.” Gözlüğü elinden almaya çalışıyordum ama o mücadele ediyordu. “Ver şunu! Bir de yakışsa, gam yemeyeceğim!” “Sana numarası kaç dedim?” “Bu seni hiç ilgilendirmez!" “Dinlendirici, değil mi? Ruhunu o siyah çerçevenin ardına gizlediğini sanıyorsun!” “Sedef! Neden benimle uğraşmak yerine, saçlarını nasıl yapacağına karar vermiyorsun?" “Karar verdim! Toplayacağım!” “İyi! Niye kızıyorsun peki?” “Farkındaysan, seninle her buluştuğumuzda bunu başarıyorsun!” “Neticede görümcenim ben senin. Bu çok doğal değil mi?” “Tabii! Ben de, nasıl kötü gelin olunur, yakında göstereceğim sana." İşime gelmediği zamanlar daima yaptığım gibi dudağımı yana doğru kaydırıp, "Boş ver, Sedef," diye fısıldadım. Kuaföre girerken, üzerimizdeki sıkıntılı havayı dışarıda bırakmayı tercih ettik. Büyük bir heves içinde, son model saç tasarımlarına hızlıca göz gezdirip, neredeyse en eski model olan ensede topuza karar verdik Sedef için. O bir koltuğa, ben diğerine oturduğumda, aynadaki görüntüme baktım. Kaş aldırmak dışında, en son ne zaman kuaföre uğramıştım? Saçlarımın bu kadar uzadığının farkında dahi değildim. “Beş yaşındaki kuzenim bile senden daha çok süsleniyor," diyerek kuaföre işaret etti. “Arkadaşımın saçını yaklaşık yarım metre kadar kısaltalım lütfen."


“Çok komiksin!” Kuaför ne yapacağını bilemez halde, şaşkın bir ifadeyle suratımıza bakınca müdahale ettim. “Uçlarından on santim kadar kısaltıp, maşalayalım." “Peki… Gözlüklerinizi çıkartın lütfen." Sedef haince bir tebessüm yayarken, ben oturduğum koltuktan kalkıp kaçmak istiyordum. Ancak kendimi kuaförün ellerine bıraktığımda, rahatlamaya başladığımı hissettim. Kızın elleri saçlarımın içinde gezinirken, derin bir uykuya teslim olmamak için gayret ediyordum. O büyük bir özenle işini yaparken, sessizlik tüm mekâna yayılıp, herkesin kendi iç dünyasına çekilmesine fırsat tanımıştı. Nihayet saçlarımız bitip, makyajlarımız tamamlandığında, aynadaki görüntümüzden memnun bir şekilde, teşekkür ederek ayrıldık kuaförden. “Çok güzel oldun, Deniz." “Asıl sen çok güzel oldun." Öğrencilik dönemimizden beri gelir giderdim Sedeflere. Hem annesi, hem de babası öğretmen emeklisiydi. Sedef tek çocukları olduğu için, çok düşkünlerdi ona. Yanlarında rahat ettiğim, sohbetlerini sevdiğim insanlardı. Şu anda olduğu gibi, hep güler yüzle karşılamışlardı beni. “Kızlar, ne güzel olmuşsunuz. Deniz’cim, hoş geldin, canım. Özledik seni.” “Hoş bulduk, Necla Teyze'cim. Ben de sizi özledim.” “Anne, biz çok açız.” “Hadi gelin. Biz de babanla sizi bekledik yemek için.” Üzerimdeki kabanı asmış içeri girecekken, Sedef’in bana uzattığı eli gördüm. Gözlüklerimi istiyordu. “Uğraşma benimle, Sedef!” “Lütfen, sadece bu gece için. O güzel gözlerini gizleme... Bırak, benim gibi onlar da kararsız kalsın ela mı, yeşil mi diye." “Peki." Onu üzmek istemediğim gibi, mücadele etmek de istemiyordum. Gözlükleri eline tutuşturup, muzip, taklitçi bir kırıtmayla içeri geçtim. Yüzündeki içten gülümsemeyi görmek, bu gece mutlu olması için ne istiyorsa yapmam için yeterliydi. *** Hangi dünyanın içindeydim? Kalbimi delen bu ağrı ile ne kadar da zavallıydım. Çaresizlik her hücreme tekrar tekrar işlerken, mutsuz olmamdan daha doğal ne vardı? Oysaki, abim ve Sedef’in yüzükleri takıldığında babamın yüzüne yerleşen gurur, annemin gözlerine dolan yaşlar bile mutlu olmam için kâfi olmalıydı. Ama… Yapamıyordum. Ateş karısının elini okşarken, onun gözlerine arzu dolu bakarken yapamıyordum… Üstelik biraz önce müjde olarak verdikleri haber… Hamileymiş Nazenin. Hem de ikiz bebekleri olacakmış. Kendimi bildim bileli kalbime yapışmış durumdaydı bu duygu. Önüne geçemiyor, engelleyemiyordum. Titreyen bedenim neden vazgeçmiyordu? Neden bu görüntü karşısında dahi pes etmeden onu seviyordu? Çünkü, aptalım ben! Küçük bir aptal! Kendimi cam kenarına zar zor attım. Güz yağmurlarının, sararan yaprakların üstüne hışırtılı bir sesle düşmesini izledim. Kalbimin o yapraklardan bir farkı yoktu. Ben de az ıslatmamıştım gözyaşlarımla onu. Şu an ağlamamak için verdiğim çaba kayda değerdi doğrusu. Onu düşünmeden geçen bir gün nasıl olur, bilmiyordum bile… En acısı da, onu başka birisiyle düşünmekti! Neredeyse, doğduğumdan beri tanıyordum bu adamı. Birlikte büyümüştük. Ailelerimiz hep iç içeydi. Sonra, abimin en yakın arkadaşı. Küçük muamelesi yaptıklarında deli olur, elime geçirdiğim taşları kafalarına fırlatırdım. O zamandan delibozuktum. Yok bıcırık, yok ufaklık… Off! O anları bile özlüyordum. En azından aramızda Nazenin gibi bir dağ yoktu.


Ben liseye başladığımda, Ateş ve abim üniversiteyi kazanıp Ankara’ya taşınmışlardı. Başarılı öğrencilerdik. Ailelerimiz maaşla ev geçindiren insanlar olduklarından, emeklerini boşa çıkarmak istemiyorduk. Ateş Hacettepe’yi, abim ise ODTÜ’yü kazanınca beraber ev tutmuşlardı. Bu onların ekmeğine sürülmüş yağ baldı. Onların heyecan ve coşku içindeki gidişleri, karalar bağlamama ilk sebepti. Zira, orada yapacaklarını tahmin etmek hiç zor değildi. Tatillerde geldiklerinde ağızlarından laf alacağım, bir şeyler öğrenmeye çalışacağım diye kendimi paralardım. Ne boş bir çabaymış. Duyduklarım her seferinde canımı acıttığı halde, her konuşulanı dinlemek... Aslında kıskanmaya da alışmıştım. Çocukluğundan beri karizmatikti adam. Bir de üstüne çapkınlığı eklenince, etrafından kızlar eksik olmazdı. İlk aşkını, flörtlerini, tırnaklarımı yiye yiye seyreder, üzülürdüm. Ama bugünkü kadar değil. Bugün hissettiğim hüzün… Çokça da kızgınlık… Nazenin çok bakımlı, kendine güvenen ve bir o kadar da kibirli bir kadındı. Bazı günler, hırs gözbebeklerinden taşacak sanırdınız. Hükmetme duygusu öylesine gelişmişti ki, Ateş'i bile parmağında oynatıyordu. Sedeflere geldiklerinden beri, evi ve insanların kıyafetlerini inceliyordu. Bir kusur bulamamak onu sıkmış olmalıydı ki, gözlerini bana dikerek konuşmaya başladı. “Deniz’cim, sonunda beni dinlemeye karar verdin demek. Bak, ne cici olmuşsun." Allah’ım! Nasıl da küçümseyerek bakıyordu bana, kendini ana kraliçe sanan zilli! Sakin olmak adına yutkundum ve yalancı bir tebessümü dudaklarıma yaydım. “Nazenin, senin rengin çok solgun görünüyor. Her zamanki canlılığın yok. Hamilelik zor geçiyor olmalı. Ah, geçenlerde bir arkadaşım da aynı şeyden şikâyet ediyordu," dediğimde, telaş içinde yanaklarını yoklayıp Ateş’e doğru döndü. “Aşkım, bak ne diyor, Deniz... Çok mu solgunum gerçekten?” “Bakma sen Deniz’e. Gayet iyisin." Ateş’e alaylı bakışlar atmak hep hoşuma gitmiştir. Bunun, onu sinir ettiğini biliyordum. Kaşını gözünü oynatarak uyarmaya çalışıyordu beni. “Ne? Niye ilgilenmiyorsun karınla? Hamile kız, beti benzi atmış baksana. Sanki bir anda çökmüş gibi geldi bu gördüğümde." İleri gitmiş olmak umurumda değildi. Nefret ediyordum samimiyetsiz hallerinden. Nazenin huzursuzca ayağa kalkıp aynaya doğru gitti ve yüzünü gözünü inceledi. İyi olup olmadığına karar veremiyordu budala şey. Nazenin, Ankara’da bir estetik merkezine sahipti. Tam kendine göre bir işi vardı yani. Kendini süslemekten, müşterilere vakit bulabiliyor muydu acaba? Ateş ile üniversitenin son senesinde tanışmışlardı. Buldu tabii kara gözlümü, yapıştı yakasına... Ne diyorum ben ya? Kadının kocası sonuçta! Fakat bunu bilmek öfkemi bastırmadığı gibi, beni de zerre kadar yatıştırmıyordu. Bazen kendimi tutamamaktan, içimde biriken ne varsa dışa vurmaktan korkuyordum. İsyanlarım arttıkça, dilimden zehir zemberek sözcüklerin dökülmesine engel olmak zorlaşıyordu. Ama artık değişmeli, hayatıma bir yön vermeliydim. Onların bebekleri olacaktı. Mutlu bir aileyi hak eden, masum bebekleri… Unut her ne varsa, Deniz! Sana hiç verilmeyen umutları sil zihninden! Sırtını dön ve yeni ufuklara yelken aç. Bak karşıdaki denize, tıpkı senin ruh halin gibi çalkantılı. Ama güneş doğmuyor mu eninde sonunda? O vakit çarşaf gibi dümdüz olup, taze gelin gibi nazlana nazlana salınmıyor mu kıyıya? İşte o güneş, senin de hayatına vurmalı artık. Dön dünyana, Deniz, dön! Ateş, en yakın dostuna sımsıkı sarılmış tebrik ederken ciddi anlamda mutluydu. Kaya’nın da onun kadar iyi bir evlilik yapmasını istiyordu. Nazenin, her erkeğin isteyeceği türden bir kadındı. Cilveyse cilve, güzellikse güzellik... Onunla olmak iyi geliyordu Ateş’e. Tüm günün yorgunluğunu, stresini alıp, başka bir âleme götürüyordu. Bebekleri olacağını öğrendiğinden beri daha da keyifliydi Ateş. Sedef, tanıdığı en düzgün kızlardan biriydi ve arkadaşına gereken değeri vereceğinden emindi. Hem belki Kaya’nın da, tıpkı Sedef gibi kızıl çocukları olurdu. Şöyle bir bakındı etrafına. Herkes mutlu görünüyordu. Kaya’nın dayısının kızları, yaptıkları şamata ile evi inletiyorlardı.


Bir tek Deniz durgundu. Bugün başka türlü bir gerginlik vardı üstünde. Kıskanıyor muydu acaba? Sonuçta, herkes kendine bir yuva kurarken, o her zamanki gibi yalnızdı. Deniz’in içindeki öfkeli tavrı büyüten, belki de bu tek başınalıktı. Aslında çok güzel bir kızdı. Ve etrafında dolanan tipleri Kaya kadar, Ateş de fark ediyordu. Üstelik, içlerinde oldukça düzgün kişiler de vardı. Sahi, niye beğenmiyordu bu kız kimseyi? Kendini beğenmişlik ve kibirden miydi acaba? Gerçi Deniz’i neredeyse bebekliğinden beri tanıyor olmak, bu ihtimalleri hızlı bir şekilde çürütüyordu. Nazenin’e göre, Deniz en azılısından ve soğuğundan bir feministti. Yıldızları da bu yüzden barışmıyordu zaten. Onun gibi herkesle iyi geçinen birinin, Deniz’le iletişim kuramamasının başka bir sebebi olamazdı zaten. Halbuki Deniz’in derdi bambaşkaydı. Perişanlığının, iç sıkıntısının sebebi, yenmeyi başaramadığı saplantılı aşktandı. Ateş ve Kaya’nın şımarık Deniz’i olduğundan değildi hiçbir şey… Sevdiği adama dokunan o kadını görmeye tahammül edemiyordu. Düğünlerine konuk olarak katıldığı günden beri nefret ediyordu Nazenin’den. Onları gelin ve damat olarak görmek, tüm bedeninde hummalı bir titreme tutturmuştu o gün... Başı dönmüş, midesi bulanmış, nefes alamadığını hissettiğinde, gidip Nazenin’in göğüslerinin yarısını açıkta bırakan gelinliğe kusmak istemişti. Her geçen saniye öldüğünü hissettiği düğünün sonunu, içtiği votka yüzünden hatırlamıyordu bile. Ciğerlerinin tükendiğini, soluğunun kesildiğini hissederek izlemişti o büyük aşkının gidişini… Hele de gecenin sonunda olacakları düşündükçe… Gelin hanımın ne kadar azgın olduğu yüz metre öteden belli olurken hem de! Dünya başına yıkılmasın da ne olsun? O geceyi her hatırladığında, içindeki öfke harlanıp, dalga dalga büyüyerek tüm ruhunu ele geçiriyordu. Ateş’e karşı olan zaafını yenemedikçe bu öfkeye esir olacaktı. Mutfağa giderek bir bardak su doldurdu kendine. Omzuna konan ele doğru döndüğünde, Sedef ile göz göze geldi. O güzel gözler en içten ifadeyle ‘boş ver’ diyordu. Sımsıkı sarıldı arkadaşına... “Çok zor, Sedef… Dayanamıyorum artık," diye fısıldadı. Sesi boğuk ve ağlamaklıydı. “Biliyorum, canım… Biliyorum." “Yardım et bana… Artık bitsin. Canım yanmasın. İçim içimi kemirmesin. Bebekleri olacakmış Sedef…” “Topla kendini. Sen, tanıdığım en kuvvetli kızsın." “Hayır hayır, hiç kuvvetli değilim. Yok olmak istiyorum." Tekrar sarıldı Sedef’e ve gözyaşlarını salıverdi. Sedef onu sakinleştirmek için saçlarını okşadı usulca. “Özür dilerim, Sedef… Bu gece seni üzmemem gerekiyordu." “Kendini üzme, bana yeter." En kötüsü de, suçlayacak birini bulamamaktı. Onunla hiç sevgili olmamışlardı ki... Hiç sevişmemişler, hiç hayal kurmamışlardı. Göz göze dahi gelmemişlerdi aşkla. Onları yan yana gördüğünde dünyanın durmasının, kara bir boşluğun içine sürüklenmesinin suçlusu yoktu. Canına zulüm haline gelen bu sevgiyi silkelemek, boynunun borcuydu artık. Unutmak mümkün değildi belki, ama unutmaya çalışmak da bir başlangıç sayılırdı.

İkinci Bölüm “Kenan! O elindeki telefonu bırakıp, hemen yanıma gel! Anlamıyorum, beni bağırtmak seni neden mutlu ediyor?” “Yok abla, neden mutlu etsin? Ben sadece… Arkadaşım aramıştı da…” “Hımm… Kimmiş o arkadaşın? Adı ne?” Yanakları kızarmış ve utandığı için sesi titreyen çocuğun bu halleri çok hoşuna gidiyordu Deniz’in. Ondaki ruhun saf tarafını seviyor, garip bir şekilde koruma güdüsü duyuyordu Kenan’a karşı.


“Mahalleden…” “Adı?” “Selin." Elindeki kitapları masaya bırakarak koltuğuna oturdu. Tek kaşını kaldırıp, oturması için eliyle işaret etti Kenan’a. “Selin… Güzel isim. Kendisi de ismi kadar güzel mi?” Rengi artık mora dönüşen çocuk, Deniz’in gözlerine bakamayacağını anlayınca, masadaki kitabı önüne çekti. Gevelemek istemiyordu fakat onunla konuşurken hep aynı şey oluyordu. Kem küm ederken, konuşmayı unutuyordu. Ama bunun sebebi, Deniz’in haince parlayan gözlerinden başka bir şey değildi. “Âşık mısın sen yoksa?” Bir anda panikleyerek ayağa fırlayan çocuk, güldürmeyi başarmıştı Deniz’i. “Yok, abla. Bunu da nereden çıkardın?” “Hadi hadi... Otur şuraya da, ders çalışmaya başlayalım. Selin’e söyle, bir daha ders saatlerimizde aramasın. Âşık değilmiş güya, rengini görmez misin sen hiç?” “Anneme de dersin sen şimdi!” Deniz, elindeki kalemin ucuyla omzuna vurdu Kenan’ın. Kaşlarını çatarak ona doğru eğildi. “Sen bana ispiyoncu mu demek istedin?” “Aman abla, estağfurullah. O nasıl söz? Tövbe!” “Tamam, neyse... Hadi dersimize bakalım. Geçen seferki deneme sınavların gayet iyiydi. Bunları da anladığın zaman, benden rahatı olmayacak." “Abla…" Deniz elindeki gözlükleri temizlemeyi bırakarak Kenan’a baktı. Gözleri ışıl ışıldı. “Sağ ol. Sen olmasan…” “Of, tamam, Kenan. Ben de, bir şey diyeceksin sandım. Ne çok oyaladın beni. Al şu testi önden çöz de, nerede zayıfsın bir kontrol edeyim." Kenan minnetle başını sallayarak, kitabı önüne doğru çekti. Deniz’in, geleceği için ne yaptığını çok iyi biliyordu. Annesinin deyimiyle, inkâr ederse yüzüne gözüne dururdu. Keşke o da Deniz için bir şeyler yapabilseydi. Bazı günler ağlamaktan şişen güzel gözleri için ya da dalıp dalıp gittiği zamanlar kafasını dağıtabilmesi için bir şeyler yapabilseydi. Derdini bilebilseydi, çabalardı en azından. Ama o, bir sır küpüydü ve Sedef dışında kimseyle uzun uzun konuşmazdı. Hem başka kimse yokmuş gibi, Kenan’a anlatacak değildi ya… Eczane hastanenin tam karşısında olduğundan, geleni gideni çok olurdu. Fakat ders çalıştıkları zamanlarda, Kenan’ı kesinlikle yerinden kaldırmazdı Deniz. Bir kalfaya ihtiyaç duyduğu için defalarca ilan vermişti. Ama içine sinen birini henüz bulamamıştı. Kenan ile ikisi idare ediyorlardı şimdilik. Kış boyunca babası da İstanbul’daydı. Nöbet geceleri, dışarının sessizliğinden korktuğu için babasıyla kalırdı. Hem bu fırsattan istifade sohbet eder, yoğunluk yoksa tavla oynarlardı. Gerçi kışı da bitirmiş sayılırlardı artık. Sonuçta mart ayı ortalanmıştı. Nisan sonu gibi anne ve babası yazlığa gidecekti. Kaya, İstanbul’a taşınalı iki ayı geçmiş, yeni işine de oldukça ısınmıştı. Zaman denilen meret, yarışmalarda kimseye pabuç bırakmayan, en iyi koşan atletti. Kaya ve Sedef, düğün zamanı olarak eylülü seçmişlerdi. Yazlığın bahçesinde yapacağız diye tutturdukları için annesiyle epey tartışmışlarsa da, sonunda galip gelen abisi olmuştu. “Bir tanecik oğlumu yazlık bahçesinde mi evlendireceğim ben?” diye isyan eden kadıncağızı ne yazık ki kimse dinlememişti. Kaya samimi bir ortamda, akraba ve yakın arkadaşlardan oluşan bir toplulukla birlikte olmak istemişti. Deniz’e göre, abisi çok haklıydı. Ama annesine göre ise, Deniz ona muhalefet olmak adına destekliyordu abisini. “Abla, iyi misin?”


Kendisine meraklı gözlerle bakan Kenan’a anlamsızca baktı Deniz. “Şu soruda bir hata mı var acaba diye sormuştum da…” Daldığı yerden çıkarak, çocuğun gösterdiği soruyu inceledi. “Soru da hata yok, çarparken iki yerine üç yazmışsın bak." “Doğru ya…” “Neyse, bugünlük bu kadar yeterli. Evde devam edersin." “Olur." İçeriye gelen müşteriye gülümseyip, yardımcı olmak için ayağa kalktı. Reçetede yazılı olan ilaçları okuduktan sonra, raftan aldı ve poşete koyup adama uzattı. Para üstünü verdiği sırada çalan telefona baktığında, arayan kişiyi görünce şaşırdı. Ateş, doğum günü dışında onu pek aramazdı. İçindeki heyecanı bastırmaya çalışarak cevap verdi. “N'aber, güzellik?” Deniz güzel olduğunu bilirdi ama bu güzelliği ön plana çıkarıp, kimsenin gözüne sokmaya çalışmazdı. Sade giyinir, saçlarını toplar ve ardına gizlendiğini kabul etmediği gözlükleri takarak evden çıkardı. Ateş’in onu gerçekten güzel bulup bulmadığını bilmiyordu. Cümlenin sonuna öylesine takılmış bir kelime olabilirdi. “İyi sayılır. Sen nasılsın?” “Ben de iyiyim. Bilirsin işte, hastalar, ameliyatlar… Bir de Nazenin’in problemli hamileliği var tabii." “Hayırdır? Bir sorun yok, değil mi?” Nazenin’i zerre kadar merak etmediği halde, ilgiliymiş gibi davranmak ne kadar da yapmacık geliyordu ona. “Bebekler beş aylık oldu ama onun hâlâ midesi bulanıyor. Sanırım biraz nazlıyız." “Eee, adı üstünde Nazenin…” Söylediği anda pişman olmuştu Deniz. Ama Ateş, onu tanıdığı için gülmekle yetindi. “Kaya’yı arıyorum sabahtan beri. Ulaşamayınca merak ettim. O, iyi mi?” “İyi, merak etme. Toplantısı olacağını söylemişti." “Beni aratabilir misin sonra, Deniz?” “Tabii…” “Teşekkür ederim. Görüşürüz." İçinde kızılca kıyametler koptuğu halde, böylesine sakin olmak çok zordu. Onun sesini duymak, tüm bedenini ayaklandırmıştı. Liseli kızlar gibi bacakları titriyordu resmen. Bunun için kendisine ne kadar kızsa azdı. Unutmak adına verdiği onca çaba nereye uçmuştu? Telefonda belli etmese de, Ateş'in canı çok sıkkındı. Nazenin, hamileliği sırasında çok huysuz ve aksi bir kadına dönüşmüştü. Hareketlerinin kısıtlanması sinirlerini bozuyordu. Dışarıda yemek yediklerinde, içemediği şarap bile kavga konusu oluyordu. Ateş, Nazenin’in yeni tanıştığı bencil yönü yüzünden şaşkın ve ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Bunu her ne kadar değişen hormonlarına bağlasa da, eski haline dönmezse ne yapacağını hiç kestiremiyordu. Neredeyse hamile kaldığı için Ateş’e saldıracaktı. Onun çocuk düşünmediğini, hatta çocuklarla arasının pek iyi olmadığını biliyordu. Ancak kendisi için durum tam tersiydi. Kalabalık, mutlu bir ailesi olmalıydı. Ve o evi idare edebilecek bir eşi… Fakat Nazenin bu aralar onu ciddi anlamda korkutuyordu. Biriyle konuşmaya çok ihtiyacı vardı. Hatta belki, iki üç kadeh devirmeye. Kaya Ankara’da yaşıyor olsaydı, soluğu yanında alıp, içindekileri dökerdi. O en yakın dostuydu ve hissettiklerini en iyi o anlardı. Gün boyu telefonla ona ulaşmayı denemişti. Başarılı olmayınca Deniz’i aramıştı. Deniz, çok doğal ve dürüst bir kızdı. Onunla konuşurken, ima veya yapmacık hareketler aramazdı insan. Ama içindekileri ona anlatacak kadar da yakın hissetmiyordu kendine. Nazenin’den hiç hoşlanmadığının farkındayken hem de. Hatta, ‘Oh iyi olmuş, az bile yapıyor sana!’ cevabını yapıştırsa hiç şaşırmazdı. Elinde titreyen telefon irkilmesine sebep oldu. Arayanın Kaya olduğunu görünce yüzü gevşedi. Şu


Deniz, ne gözü pek kızdı. Kaya’ya ne kadar da hızlı ulaşmıştı. Ateş’in yüzüne bir tebessüm yayıldı bir anda. Deniz eğer isteseydi, başbakan bile olabilirdi. Küçük cadı! diye geçirdi içinden. Ne kadar büyümüş olursa olsun, Deniz dediler mi, kapıya başını yaslayıp merak içinde onları izleyen küçük kız çocuğunu anımsıyordu. Kaya ile birlikte onu kızdırdıklarında salya sümük ağlayan kız çocuğu… Gülümsemesi aptal bir sırıtmaya dönerken telefonu açtı. “Çok şükür!” “Hayırdır ya? Telefonu masamda bırakmıştım toplantıya girerken. Deniz ofisten arayınca…” “Aklıma ne geldi, biliyor musun?” “Ne?” “Hatırlıyor musun, Deniz çok küçüktü ve ağlıyordu…" “Deniz küçükken hep ağlardı, Ateş. Hangi birini hatırlayayım?” “Ne için kızdırdığımızı hatırlamıyorum ama öyle çok ağlamıştı ki, sümükleri akmıştı ve sen silmeye çalıştıkça daha çok bağırıyordu. Onlar benim sümüklerim, elleyemezsin! diye…” Telefonun karşı tarafından bir kahkaha patladı. “Evet, bu gerçekten çok komikti. Çatlak keçinin teki işte!” “Öyle… Ama en azından kardeş. Benim gibi yalnız değilsin." “Sen de yalnız değilsin… Ben varım.” “Canım çok sıkkın. Nazenin ile ne yapacağımı bilemiyorum." “Eee, sana dedim ipleri o kadar eline verme diye. Resmen kılıbığın önde gideni yaptı seni." “Kırılsın istemiyorum. Hele şu aralar… Hamile sonuçta." “Anlıyorum. Az kaldı doğuma, sabret biraz daha.” “Neyse, beni boş ver. Nasıl gidiyor düğün hazırlıkları? Yapabileceğim bir şey var mı?” “Ha evet, ben de seni arayacaktım. Düğün yazlıkta olacak ya, dedene sorsana, bahçeyi düzenletebileceğimiz biri var mı diye." “Tamam, merak etme. Biz hallederiz o işleri.” “Süper! Hazır annem kabullenmişken halledelim de, yine isyan etmesin." “Onun, isyan bayraklarını tıpkı bir hakem gibi cebinde taşıdığına inanıyorum." “Sürekli kırmızı kart çıkaran bir hakem gibi…” “Duymasın!” “Sen söylemezsen duymaz. Ama ilk gördüğün yerde söyleyeceğine eminim.” “Haklısın, söyleyeceğim.” “Biliyor musun, bazen Nazenin’in sana az bile yaptığını düşünüyorum.” “Neyse, evlen de bir daha konuşalım.” “Tamam. Akşam ararım seni. Görüşürüz.” “Görüşürüz.” İyi bir dosttan daha etkili bir terapi yoktu. Sesini duymak, bazen geyik yapmak, tüm kafayı dağıtabilir, sıkıntıları anlık da olsa öteleyebilirdi. Saatine bakarak yerine oturdu ve neredeyse yarım saattir beklettiği hastasını içeri davet etti. Pek yoğun bir gün sayılmazdı. Belki akşama doğru dışarı çıkıp, tek başına biraz hava almak iyi gelirdi. Nasıl olsa akşam olduğunda, Nazenin burnundan getirecek bir şeyler bulurdu. Ateş ile konuştuktan sonra bir türlü moralini düzeltemeyen Deniz, akşam olunca hemen üst caddede bulunan Sedef’in eczanesine doğru yürüdü. Beraber yemek yerlerdi belki ya da sinemaya


giderlerdi. Ama umduğu gibi olmamıştı. Kaya ondan önce soluğu Sedef’in yanında almış, program bile yapmıştı. Onların nazik davetini ne yazık ki kabul edemezdi. Birbirlerine aşkla bakan bu çiftin yalnız kalmaya ihtiyacı vardı. Kendisi ise zaten yalnızdı. Eve gitmek istemiyordu. Çiseleyen yağmuru umursamadan ağır adımlarla yürüdü. Öyle çok dalmıştı ki, ne sırılsıklam olan kıyafetlerinden, ne de nereye gittiğinden haberi vardı. Koluna dokunan el sayesinde kendine geldi. Kenan endişeli gözlerle ona bakıyordu. “Ne oldu, çocuk?” “Asıl sana ne oldu, abla? Korkutma beni. Baksana sırılsıklam olmuşsun.” “Sen… Neden eve gitmedin? Annen merak etmiştir.” “Şuradaki markete göndermişti beni. Seni görünce…” “Anladım. Hadi ıslanma, dön evine." Kenan, onun yine moralinin bozuk olduğunun farkındaydı ve yalnız bırakmak istemiyordu. Çekinmedi bu sefer. Elini koluna koydu ve çekiştirerek ters yöne doğru çevirdi Deniz’i. “Abla, annem bir masa hazırlamış ki sorma… Zeytinyağlı sarmalar, börekler… Hadi bize gidiyoruz. Hem ne çok sevinir annem, düşünsene." “Ama Kenan… Olmaz." “Olur abla, olur… Hadi, kırma beni." O an, Kenan’ı reddetmek için öyle çok nedeni vardı ki… Aynı şeyleri tekrar düşünebilir, yağmura gözyaşlarını karıştırabilir veya Nazenin’in ruhuna hiç duyulmayan orijinal küfürlerden savurabilirdi. Ama yapamadı. Kenan’ın gözleri yalvarırcasına bakarken yapamadı. “Hımm… Zeytinyağlı sarma demiştin, değil mi?” “Evet. Hem, öğlen yemek yedik. Ben çok açım, sen de öylesindir." “Gel, şuradan ekmek kadayıfı da alalım o zaman." Gülümsedi Kenan. Deniz’in kolundaki eline baktı ama çekmedi. Ne kadar bağırıp çağırsa da, seviyordu onu. Deniz çok değerliydi ve yalnız bırakmayacaktı. Hem, eskisi kadar uzak da değillerdi birbirlerine. Alışmıştı huyuna suyuna artık. Daha fazla ıslanmamak için koşarak geldikleri evin kapısını, tüm güler yüzüyle açmıştı Gülsu. Camın kenarında, geciken oğlunu beklerken kendisine çok kızmıştı. Bu yağmurda onu markete göndermemeliydi. Ancak kol kola girmiş bahçeye doğru koşan ikiliyi görünce, yüzü bir başka aydınlandı. Deniz’i de alıp gelmişti Kenan. Sıçan yavrusuna dönmüşlerdi. Hızla kapıyı açtı. “Ay, ne çok ıslanmışsınız! Hadi, çabuk girin içeri.” “Gülsu Abla, kusura bakma. Ben de böyle çat kapı…” “Aaa, o nasıl söz, Deniz? Çok sevindim, iyi ki geldin. Ama hemen üstünü değiştirmen lazım. Gel hadi benimle. Kenan, sen de değiştir üstünü annem." Evin eşyaları yeni değildi. Ama her yer tertemizdi. Gülsu ameliyat olduğu zaman da gelmişti bu eve Deniz. Pek kimseleri yoktu anne oğlun. Kenan’ın babası hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Çok merak etmesine rağmen, bu konuda hiç soru sormamış, kurcalamamıştı. Gülsu en fazla otuz sekiz, bilemedin kırk yaşlarında olmalıydı. Bembeyaz tenini süsleyen boncuk gözleri yüzünden, insanın baktıkça bakası geliyordu. Yüzünde belirmiş birkaç çizginin dışında, teni oldukça pürüzsüz ve parlaktı. Bu akça pakça kadını gördüğü an ısınmış, hiç yabancılık çekmemişti. Gülsu’nun uzattığı kıyafetler, büyük bir özenle ütülenip katlanmıştı. Garip bir huzur hissetti ruhunda. Ayrıca, içeriye girdiğinde gözüne çarpan kömür sobası da başka bir keyif vermişti Deniz’e. İçindeki sıkıntıyı bir kenara öteleyip gülümsedi. Beyaz sabun kokusu yayılan eşofmanları özenle aldığında, Gülsu giyinmesi için onu yalnız bıraktı. Eşofmanlar belli ki misafir için tutuluyordu evde. Yoksa Gülsu’nun boyu ile Deniz’in boyu arasında neredeyse on beş santim vardı. Hoş, misafir olarak kim geliyor olabilirdi ki buraya? Salona


döndüğünde Gülsu sobaya kömür atıyordu. “Eşofmanlar tam bana göre oldu.” “Sevindim. Hadi gel, sobanın arkasındaki mindere otur." “Elimden gelse oradan hiç kalkmam.” “Kalkma o vakit… Ben yer sofrası hazırlarım senin önüne doğru.” “Gerçekten mi? Zahmet olmasın ama." “Merak etme, hiç zahmet olmaz. Hah, geldin mi, oğlum? Hadi sofrayı getir, annem." “Olur. Çok acıktım zaten." Böyle bir akşam hayal etmemişti Deniz. Ama en güzeli de bu olmuştu. Yemekten sonra, sobanın üstünde demlenen ıhlamura sohbet karıştırdıkları, geç saatlere kadar süren bir gece... Gülsu, duvardaki fotoğrafı göstererek “Kenan’ın babası,” demiş ve yaşadıklarını üstün körü anlatmıştı. Üniversitede tanışmışlar meğer. On sekiz yaşındayken, okumak için göndermiş ailesi İstanbul’a. Babası elleriyle kız yurduna yerleştirip, öğretmen olacak kızına karşı duyduğu gururla Denizli’ye dönmüş. Gülsu, birinci senenin sonunda tanımış Erkan'ı. Babayiğit, kara yağız adam üçüncü sınıfta okuyormuş. Ortak arkadaşları Handan’ın doğum gününde tanışmışlar. Bakışları ilk birbirine değdiğinde, bir şeylerin değiştiğini anlamış Gülsu. Zira, yüreği yerinden çıkacak kadar hızlı vuruyormuş bedenine. Sevdiğinin yüzüne bakamadığı, utandığı günler için kendine ne kadar kızdığını anlatmıştı Gülsu… Deniz onu dinlerken, sevmenin insana acı verdiğine bir kez daha kanaat getirmişti. Erkan, Trabzon’un ileri gelen ailelerinden birinin oğluymuş. Çok konuşmayı sevmeyen mizacını, güzel bakışları süslermiş. Bir iki ay uzaktan uzağa bakışmışlar sadece. Ama bir gün değişmiş her şey… Gülsu sınıftan bir erkek arkadaşı ile notları paylaşırken, karşı masada oturan Erkan’ın çelikten bakışları ok olmuş üstüne. Üşüdüğünü, buz tuttuğunu sanmış o an. Ani bir kalkış yaparak çıkmış kantinden ve birkaç gün görünmemiş ortalarda. "Kalbim güm güm etmiyordu artık. Ruhu çekilmişti sanki hayatın. Onu görmek için gittiğim yerler bomboştu. Kantin… Okulun bahçesi… Yıkılmaya yüz tutmuş çay evi… İçimdekileri bilseydi birileri… Sorardım Erkan’a ne olduğunu. Ama dedim ya, bilmiyordu kimseler. Sonra bir gün Handan geldi yanıma. Sıkıntımı anlamış gibi, ‘Sen yanıksın ona, değil mi?' diye sordu. Öyle utandım ki, inkâr etmek istedim. Ama sonra vazgeçtim. Başımı öne eğdim. Konuşacak birilerine ihtiyacım vardı. Erkan hakkında sağdan soldan duyduklarım dışında bir şey bilmiyordum. Doğru düzgün konuşmuşluğumuz da yoktu zaten." “Eee, sonra?” Deniz, pürdikkat dinliyordu Gülsu’yu. Onun, duygularını anlatım kabiliyetine hayran olmuştu. Kendini bir masalın içindeymiş gibi hissediyordu adeta. Gözü bir an Kenan’a iliştiğinde, gördüğü ışıltı içinin cız etmesine sebep oldu. Sahi, babası neredeydi acaba? “Sonra, üstüme gelmedi Handan. ’Erkanlar çay bahçesinde oturuyor. Dersin yoksa gidelim. Tabii sen de istersen,’ dedi. O sıralar, bu çay bahçeleri pek bir popülerdi. Bir erkeğin peşinde geziyor olmak, ayıp geldi o an bana. Başımı salladım olmaz manasında. Hem dersim de vardı. O gitti, ben de derse girdim. Ders bitip de herkes çıktığında, amfide yalnız kalmıştım. Yurdun kalabalık ortamına gitmek istemiyordum. Ellerimi sıraya koyup, başımı üstüne yasladım. Sonra sertçe bir el dokundu omzuma. Korkuyla attığım küçük çığlıkla beraber kaldırdım başımı. Gelen Erkan’dı. Bakışlarının içinde alevler vardı sanki. Ölsem unutmam o günü. Çenemi tuttu ve yüzümü kendisine doğru çevirdi. ‘Bak, yüzüm yüzüne, kalbim kalbine bakacaksa eğer... Yanında erkek sinek istemem. Kıskanç, aksi adamın tekiyim ben, Gülsu!’ dedi ve tepkimi bekledi. Bana hiçbir şey sormamış, sadece şartlarını sıralamıştı. Şaşkındım, ürkektim ve çok cahildim, Deniz. Tam bir Karadeniz insanıydı. Hırçın, sabırsız… Tıpkı denizi gibi. Beni ona, onu da bana bırakmalıydı zaman. Soluk almak gibiydi o kesintisiz bakışmalar." “Çok heyecanlandım, Gülsu Abla. Durma, anlat hadi." Buruk bir tebessüm yayıldı yüzüne ve Kenan’ı gösterdi. O, bir anneydi. Yüzüne şefkatin bin türlüsü yerleşince gözünden yaş döken anne...


“Biliyor musun, Kenan da ilk defa dinliyor babasıyla aşkımızı.” “Ya, gerçekten mi?” “Gerçekten. Erkan elini uzattı bana. Biliyordum, ya tutacaktım o eli… Ya da tutmayıp vazgeçecektim. Tutmaya utanıyor, tutmazsam olacaklardan da korkuyordum. Seviyordum, Deniz! O kara gözleri öyle bir bakardı ki, siyah siyah olmaktan çıkar, ışıl ışıl, rengârenk olurdu." “Tuttun mu peki o eli?” “Yok… Öyle çaresiz bakmışım ki, anladı Erkan. Kendisi tuttu elimi. ‘İtirazın var mı?’ diye sordu. Başımı salladım. İçimde büyüyen aşk, kabıma sığmaz hallerimin başlıca nedeniydi. Durduğum yerde durmak ne mümkündü... İçimdeki telaşı, heyecanı kontrol edemiyordum. Bir yağmur damlası kadar küçük olan varlığım, aşka düştüğüm andan itibaren okyanusa dönüşmüştü. Sanki bütün dünya insanlarının âşık kalbi birleşmiş ve benim sol tarafıma yerleşmişti." “Ama bu gerçekten çok romantik, anne!” “Evet... Keşke hep öyle olsaydı. Birkaç ay rüya gibi geçti. Çok konuşmazdık. Yalnız değilsek, elimi dahi tutmazdı. Dedim ya, konuşmayı sevmezdi Erkan. Sevinci, kızgınlığı hep gözlerindeydi. Ne dediğini anlamam şarttı bakışlarından. Ama ben anladığımı zannettim hep. Sanırım en büyük hatam da buydu. Kabullenmek... O ne isterse kabullenmek! Bunun bir hata olduğunu anladığımda, Erkan yüzü gözü kan içinde karşımdaydı. Okulun bahçesinde bir anda ortalık toz duman oldu. Onun siyasi bir partiye üye olduğunu, idealleri olduğunu biliyordum. Hukuk Fakültesi'nde okuyordu. Ama birbirlerini neredeyse öldüresiye dövmek? O karmaşanın içinde, kolumu bile kaldırmadan Erkan’a bakıyordum. Kaşının kenarından süzülen kan… Düşünemez olmuştum. Beni fark ettiği an bocaladı. Bir hamlede kolumdan tuttu ve kenara çekti. Fakat çok geçti. Kafama yediğim taş yüzünden omzumdan aşağıya kanlar süzülüyordu. 'Gülsu, çabuk git buradan! Hemen alt sokakta sağlık ocağı var. Durma!’ diye bağırıyordu. Öyle ters bakıyordu ki yüzüme, itiraz etmeye çekindim ve dediğini yaptım. Daha önce çay bahçesinde düzenledikleri birkaç parti organizasyonuna şahit olmuştum. Ama o zaman şiddet yoktu. Erkan için duyduğum endişe düşünmemi engelliyordu." Gülsu o günleri tekrar yaşıyor gibiydi. Masanın üzerindeki sudan bir bardak içti ve geri geldi. “Handan’ı göndermişti yanıma ama kendisi ortalarda görünmüyordu. O gün yoktu… Daha sonraki gün de… Deli gibi merak etmeme rağmen, alınganlık etmeden de duramıyordum. Sonunda dayanamadım ve her zaman gittikleri çay bahçesine gittim. Handan ağzından kaçırmıştı orada toplanacaklarını. Dediği gibi, hepsi oradaydı. Birinin kaşı yarılmış, diğerinin başı… Ama aradığım kişi, dimdik ayaktaydı. Alnına doğru bir yara vardı ancak o hiç umursamıyordu. Elini sağa sola sallayarak bir şeyler anlatıyordu. Beni kapıda görünce duraksadı. Sevineceğini düşünmüştüm, yanılmışım. Tam tersine, hiç görmediğim kadar büyük bir öfke yerleşti göz bebeklerine. Yanında duran arkadaşının kulağına bir şeyler fısıldadı. Çocuk yanıma gelip, ‘Gülsu, hadi gel, ben seni okula bırakayım,’ dediğinde sinirden ölebilirdim. Erkan’a baktığımda o sinir iyice arttı. Çünkü suratıma dahi bakmıyordu. Ne yanımdaki çocuğu kafama taktım, ne de rezil oluşumu… Onun gözünde ne kadar da kıymetsizmişim diye harap ettim kendimi. ‘Ben giderim!’ diyerek ayrıldım oradan. Sahilde oturup, öfkemi yenmeye çalıştım. Sonunda bir karara vardım. Ardından hemen yurda gittim ve eşyalarımı topladım. Okulun son günleriydi zaten ve Denizli’ye dönmek üzereydim. Ha bir hafta önce, ha bir hafta sonra… Soluğu Denizli otobüsünde aldım. Annesiz büyüdüm ben, Deniz. Babam, abilerim ve ablalarım vardı... Abilerim ve ablalarım hâlâ var aslında." “Nasıl yani? Ameliyat olduğunda kimse aramadı bile...” “Evet… Aramadılar. Neyse… Sıkıldınız mı? Hadi kalkıp yatın." “Aaa, sıkılmak da ne demek? Ölüyorum devamını dinlemek için." Kenan sessizdi. Duvardaki fotoğrafı inceledi uzun uzun. Aslında dikkatli bakınca, babasıyla arasındaki benzerlik şaşırtıcıydı. Erkan esmer, Kenan sarışın olsa da, çizgiler çok benziyordu. “İşte, aldım başımı gittim. Babacığım beni erkenden yanında görünce, sevinçten deliye dönmüştü. Eh, yaz başıydı artık. Bağ bahçe ekilmiş, etraf yeşil… Biraz olsun içimin açılması lazımdı fakat ne gezer… Aklım, fikrim hep Erkan’daydı. Beni sevmediğini düşünerek kahrediyordum kendimi. Arada Handan ile telefonda konuşuyorduk, ama kesinlikle sormuyordum onu. Kalbim cayır cayır yanarken, dilim buz tutmuş gibi davranmayı başarabilmiştim. Onun sesini duymadığım, yüzünü görmediğim bir


ay geçmişti. Meğer sandığımdan da çok bağlanmışım. Canım yanıyordu, canım çok yanıyordu. Seviyordum. Ama o bana bir kez bile sevdiğini söylememişti. Üstelik arkadaşı aracılığıyla da olsa kovmuştu beni çay bahçesinden. Bunu kendime yediremiyordum. Dedim ya, günler geçiyordu. Hiç unutmam, temmuz sonlarıydı. Bir sabah Handan aradı beni. Bir süre çiftlikte benimle kalmak istediğini söyleyince sevinçten uçtum. Birkaç gün sonra, babamla birlikte gidip, otogardan aldık onu. Çiftliğe bayılmıştı. Her karışını gezdi. Sonra bir ağaç gölgesine geçip oturduk. 'İyice zayıflamışsın, Gülsu.' 'Öyle mi? İştahım yok bu ara.' 'Erkan ile aranız kötü diye mi?' 'Erkan ile aramızda bir şey kalmadı artık. Bitti o iş.' 'Bitti mi sahiden, Gülsu?' 'Evet, tabii. Baksana iki ay olacak neredeyse…' 'Trabzon'da, ailesinin yanındaydı. Ama geçen hafta dönmüş. İşleri varmış.' 'Tabii... Siyasi kariyer yapacak ya kendine. Vardır işleri.' 'Deme öyle! Beni aradı salı günü. Sesi çok kötüydü. Seni sordu.' 'Beni iki ay sonra mı sordu, Handan?' 'Haklısın. Ama Erkan bu. Az çok tanıdın sen de. İnadından ölecek diye korkarım hep.' 'Allah korusun!' 'Kıyamaz da… Telefon numaranı istedi. Vermedim kızarsın veya uygun olmazsın diye.' 'İyi yapmışsın. Konuşmak istemiyorum.' 'Tahmin ettim. Ama peşime takılıp buraya kadar geldi.' 'Ne!' 'Valla geldi.' Panik olmuştum. Oturduğum yerden zıplar gibi kalktım ve etrafa göz gezdirdim. Handan kahkahalarla gülüyordu. 'Dur, panik yapma! Burada değil.' 'Handan, iyi de, niye geldi?' 'Seni görmeye... Konuşması lazımmış. Bir bahane uydurup çıkmalıyız, Gülsu. Yer ayırttığı otelin telefon numarasını verdi bana. Arayıp haber veririm.' 'Benim konuşacak hiçbir şeyim yok!' 'Ama bak, buralara kadar geldi. Hem gerçekten morali çok bozuk. O gün… Sen gittikten hemen sonra pişman oldu. Sana değildi kızgınlığı aslında. Onun yüzünden okulunu ihmal ediyordun. Hem, o günkü kavganın ortasında kalman korkutmuş Erkan’ı. Ya kargaşanın içinde ona bir şey olsaydı! diye tekrar edip durdu. Ama sen haber vermeden Denizli’ye dönünce bir tuhaf oldu yüzü gözü. Hiç konuşmadı, sormadı. Sanki sen hayatına hiç girmemişsin gibi davrandı. Ta ki bu haftaya kadar…' 'Gelmeyeceğim, Handan.' 'Emin misin?' 'Evet.' Aslında koşa koşa gitmek istiyordum Erkan’ın yanına. Onca yolu tepip gelmişti nihayetinde. Gitsem ne kaybederdim ki? Ama bana o son bakışı aklıma geldikçe, delirecek gibi hissediyordum. Gerçekten de dediğimi yaptım. İçim içimi yese de, gitmedim. Handan kaldığı oteli arayıp gelmeyeceğimi söylediğinde ‘Onun canı sağ olsun,’ demiş sadece." Gülsu gözleri dolu dolu anlatıyordu. Büyük bir sessizlik çökmüştü odaya. Birden suskunlaşınca,


onu merakla dinleyen Deniz ve Kenan huzursuzca kıpırdandı yerinden. “İyi misin, Gülsu Abla?” “İyiyim, canım. Merak etme... Sadece…” “Onu özlemeyi engelleyemiyorsun, değil mi, anne?” “Bak sıpama, büyümüş de halden anlar olmuş." “En kötüsü de ne, biliyor musun, Gülsu Abla? Özlemenin bile suç olduğu sevdalar…” “Deniz… Özlemek, insanın hissedeceği en özgür duygudur aslında. Kimse karışamaz.” “Haklısın… Ama en çok can yakanı da o galiba.” “Hayır, Deniz… En çok can yakanı, sana ait olmadığını bilmektir." Deniz eliyle boğazına dokunarak, yumru haline gelmiş sevdayı yutkunmaya çalıştı. Ona ait olmayan, olamayacak olan sevdayı… “Neyse… Devam edeyim ben anlatmaya… Sonunda yaz bitti ve ben İstanbul’a döndüm. Okulun ikinci yılı olduğundan, ilk seneki kadar zorlanmadım. Erkan’ın son senesiydi, mezun olacaktı artık. Fakat etrafta görünmüyordu. Neredeyse iki hafta geçmişti ama o yoktu. Handan’ın söylediğine göre, onun yerine arkadaşları imza atıyormuş. Babası hastaymış. Kim bilir ne çok üzülmüştür diye kahrediyordum kendimi. Oysaki öyle değilmiş o işler… Çok sonra öğrendim. Bir gün üniversitenin hemen arka tarafındaki caddeye bakan pastanede oturuyorduk. Handan bana kaş göz yapıyordu ama ne demek istediğini anlamıyordum. Onun baktığı noktaya baktım aniden. Erkan kapı girişinde durmuş, bizim masayı seyrediyordu. Hiç unutmam o halini… Çok yakışıklı bir adamdı. Kaşları bir yayla yarışacak kadar düzgündü. Kılık kıyafeti muntazamdı. Bakışlarımız çarpıştı ya bir kez, ayırmak ne mümkün… Yığılıp kalacağımı zannetmiştim. Özgüveni yüksek bir adamdı… Ancak bir değişiklik vardı ifadesinde. Tam olarak… Tam olarak acı vardı bakışlarında. Belki suçluluk… Sırtımı ona doğru dönerek yerime oturdum. Bütün vücudum zangır zangır titriyordu. Handan masada duran elimi tuttu ve hemen yanı başımda duran Erkan’ı gösterdi. Fakat o bir şey dememe fırsat bile vermeden, elimi Handan’ın avuçlarından aldı ve çekerek kaldırdı beni yerimden. O kadar hızlı yürüyordu ki, sürüklenir gibiydim. Pastanenin arka tarafındaki bahçeye doğru gittik, kimseler yoktu. Durdu ve sımsıkı sarıldı bana. Yine bir şey demedi. Ne özlediğini, ne sevdiğini, ne özrünü… Sormadı da… Onunla neden konuşmadığımı, onca yolu arşınlamasına rağmen buluşmaya gitmeyişimi… Hiçbir şey sormadı. Bir köşeye çekilip oturduğumuzda, tek istediğimiz sessizlikti. Herkes gülsün, eğlensin, ama biz sessizlik içinde tek kelime etmeden birbirimizi seyredelim. Soru sormayalım, muhabbet etmeyelim... Burnunu saçlarımın arasına bırakmış koklarken suskundu. Bir süre sonra bozdu suskunluğunu. 'Sen olmayınca… Tadı yok hiçbir şeyin. Sen bana ceza verdin, bildim ve çektim. Ama yeter. Gözlerin olmayınca mavi de anlamsızlaşıyor. Mavi umut demektir, Gülsu.' O kadarına bile razıydım ben. O bana bakışıyla, gülüşüyle kaç kez söylemişti sevdiğini. Kızdı mı iki kaşının arasında bir çift çizgi oluşurdu, anlardım... Melih diye bir arkadaşı vardı. Aynı evde otururlardı. Beni gördü mü utanır sıkılır, Erkan’a bir şeyler fısıldardı. Hoşlanmadığını düşünürdüm benden, ama öyle değilmiş. Korumaya çalışırmış Erkan’ın sevdasından. Birkaç ay geçti aradan. Genelde onlarda kalıyordum. Cahil cesareti yok mu insanda… En tehlikelisi de bu. İmam nikâhı yaptık. Babamın hiçbir şeyden haberi yok tabii. Sonra abimler, ablamlar… Üstüne bir de hamile olduğumu öğrenmişiz… Bu arada Erkan hiç durmadan partide çalışıyordu. Ekim sonu doğum yapacaktım ancak nasıl olacak ben de bilmiyordum. Korku tüm zihnimi kaplamıştı. Erkan beni rahatlatmak için Denizli’ye bilet aldı. Gidip babamlarla konuşacaktı. Yaptı da… O günler tam bir kâbustu… Herkes küstü bana. Babam, abimler, ablamlar… Ama en kötüsü de, Erkan’ın ailesinin de varlığımdan haberdar olmamasıydı. Bu konuda bir şey soramıyordum. Tadı tuzu kaçıyor, kafama bir şey takmamam konusunda uyarıyordu beni. Bir sabah… Kafama takılması gereken başka şeyler olduğunu da öğrendim. Kapıyı Erkan açmıştı. Genç ve güzel bir kadın gelmişti. Anlatırken bile nefesim kesiliyor, Deniz. Ben bir akrabası olduğunu düşünürken, karısı olduğunu öğrendim. Okulların açıldığı ilk zamanlar yoktu ya… Meğerse düğünü varmış. Bayılmışım… Gözümü açtığımda hastanede, gerçeklerle baş başaydım. Karnım burnumda ve ölesiye çaresizdim. Defalarca aramama rağmen babam benimle konuşmamıştı. Hem ne yüzle gidecektim ki yanlarına? Kalmak başka bir dertti, gitmek başka… Erkan odanın içinde dört dönüyor ama hiç konuşmuyordu. Sonunda


yanıma oturup elimi tuttu. 'Gülsu… Ailemin zoruyla yapılan bir evlilikti. Bana güven, ne olur. Halledeceğim her şeyi.' 'Sana güveneyim, öyle mi? Git buradan!' Sinir krizine benzer bir şey geçirmişim. Hatırlamıyorum. Ama kendime geldiğimde, bulduğum ilk fırsatta kaçtım hastaneden. Handan’ı aradım çaresizce. Sağ olsun, koşa koşa geldi. Ben ne kadar kızgınsam Erkan’a, o da o kadar kızgındı. Kendi evine götürmedi beni, çünkü Erkan eliyle koymuş gibi bulurdu orada. Bir akrabaları varmış. Annesinin teyzesi… Yalnız yaşıyormuş ve yanına can yoldaşı lazımmış. Annesi ile birlikte, beni oraya yerleştirdiler. Canlı cenaze gibiydim. Çaresiz… Mutsuz… Yalnız. Yanında kaldığım Emine Teyze bana can verdi. O olmasaydı, ne yapardım hamile halimle! Yaşadıklarımı kendime yediremiyordum. Kandırılmıştım, kalbimle oynanmıştı. Handan akşamları beni görmeye gelirdi. Dediğine göre, Erkan’dan kurtulamıyormuş. 'Gidecek yeri yok, sen bilirsin nerede olduğunu,' diye tutturuyormuş. Ama halimi gören Handan söyler mi hiç! O da benim gibi bilenmişti Erkan’a. Aile zoruyla yapılan bir evlilikmiş, ama karısı Trabzon’a döndüğünde kıyametleri koparmış Handan’ın duyduğuna göre. Erkan’ın babası da desteklemiş tabii gelinini. Onların benden doğacak bir toruna ihtiyaçları yokmuş… Handan’a ortak bir arkadaşımız anlatmış. Erkan’ın da hali hal değilmiş. Hem kafasını dağıtmak için, hem de siyasi geleceği için parti çalışmalarına hız vermiş. Bir karar vermiştim. Çocuğumu doğuracak ve kendime yeni bir yaşam kuracaktım. Emine Teyze ile birlikte bebeğimizi büyütürdük. Bana öyle moral veriyordu o. Nitekim öyle de oldu. Onlar benim çocuğumu istemiyorlarsa, benim de onlara verecek çocuğum yoktu. Kenan’ın doğumuyla birlikte, ben de yeniden doğdum. O doğdu, ağladı… Ben de ağladım. O gülmeye başladı, ben de güldüm. O ve ben vardık artık 'biz' kavramını oluşturan." Kenan duygulanmıştı. Bir çırpıda kalkıp annesinin gözyaşlarını sildi ve sımsıkı sarıldı incecik bedeniyle. Bedeni zayıf olsa ne çıkar, kalbi öylesine kuvvetli ve kocamandı ki. Oğlunun yüzünü o narin ellerinin arasına alıp sevgiyle öptü Gülsu. Ve anlatmaya devam etti, gözyaşlarını tutamayan Deniz’e gülümseyerek. Bu bir tür iç döküştü. Oğlunun merak ettiklerini, ortalığa hiç bu kadar açık seçik yaymamıştı daha önce. Deniz’in varlığından kuvvet alıyordu. “Erkan’ın bizi çok aradığını duymuştum. Ama bulamadı. Emine Teyze'm sağ iken, beni hiç çalıştırmadı. Belki sigortaya kayıtlı olsaydım bulurdu. İkametgâh desen, hep Denizli’de göründü. Kenan’ı kendi üstüme kayıt ettirdiğim için kimliğinde Erkan’ın adı yok. Sahi unuttum söylemeyi… Küçük ablam ile telefonda konuşurdum ben. Birkaç kez de bizi görmeye gelmişti İstanbul’a. Her gelişinde bana para bırakır, sıkı sıkı tembihleyip dururdu. Bir şeye ihtiyacım olduğunda aramam ve buraya gelip gittiğini kimseye söylememem için. Fakat dayanamayan kendisi olmuş. Babama nerede olduğumu söylemiş yıllar sonra. Kenan okula başlayacaktı neredeyse. Karşımda babamı görmek… O nasıl bir özlemdi! Bakışlarında eridim, beni öldürse bile kendimi kollarına atmamı engelleyemezdi. Sımsıkı sarıldım, gücüm yettiğince. Bir an ne yapacağını bilemese de, sonra o da bana sarıldı. Utanıyordum yaptıklarımdan. Bana kızmasını, söylenmesini beklerken, o farklı davrandı. Sustu. Arkamda bizi izleyen Kenan’a takıldı bakışları. Ama onun suçsuzluğunu göremedi, Deniz. Onun gördüğü, Erkan’a ait bir evlat, bana ait bir günahtı. Yaşlanmıştı babam iyice. Çok tuhaf hissettim. Elindeki torbayı bana uzattı. Para vardı içinde. 'Kendine iyi kötü bir ev alırsın. Ben ölünce… Emekli maaşımı da bağlat kendine,' dedi. 'Allah korusun, baba!' diye gösterdiğim tepkiyi sulu gözlerle karşıladı. Çok üzmüştüm babamı. Görünce daha iyi anladım. Bu oturduğumuz ev, o para ile alındı. Sonra bir sabah ablam aradı. Bir ay bile geçmemişti. Babam öldü dedi. Şoka girmiştim. Sırtımı yasladığım dağ yıkılmıştı. Bir kez daha yalnızdım… İçimden bir ben daha koptu. Ve o vakit Erkan’a milyon kez daha kızdım. Kenan’ıma öyle bir dağ olmadığı için." “Peki, Handan’a ne oldu, abla?” “Onu hiç sorma, Deniz… Dünya iyisi insanlardı ailece. Çok hakları var üstümde. Ama kader işte… 1999 depreminde kaybettik. Çınarcık’taki yazlıkları yıkıldı. Anlattırma bana, tüylerim diken diken oluyor. Kendimi kaybettim aylarca." “Bir daha Erkan’ı hiç görmedin, değil mi?” “Görmedim. Handan, ölmeden önce söylemişti... Bir kızı olmuş. O da etraftan duymuş." “Ne acı! Kenan’ın, bir yerlerde bir kız kardeşi var. Ama tanışmıyorlar bile." “Evet... Bildiğim kadarıyla bir kız kardeş, belki başka çocukları da olmuştur. Kim bilir?”


Başını salladı Deniz. Ne hayatlar, ne hikâyeler yaşıyordu insanlar. Kendi haline şükretmesi gerekirdi belki de. Tüm anlatılanı en az kendisi kadar merakla dinleyen Kenan’a baktı gülümseyerek. İçinden, ona sahip çıkacağını defalarca tekrarlarken…


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.