Suydu samandı, toydu dumandı… Bilinmedik, çok eski bir zamandı. Olmadık işlerle uğraşırdı o zaman da şaşkınlar. Kimi gökte yıldız yüzdürür, kimi başında kuş gezdirirdi. Kimi küllüklerde köşe kapar, üstüne küpeli konak yapardı. Bense bula bula boş bir yumurta buldum. Verdim olan paramı, satın aldım. Dayayıp döşedim, girdim içine. Yaşayıp giderken o kaz yumurtasında, kar yağmasın mı yaz ortasında! “Ne sırtım kuru, ne karnım tok. Bize burada rahat yok!” deyip yürüdüm. Az gittim, uz gittim… Yorulunca durdum. Yere çöktüm, oturdum. Bir de baktım, bizim bağı aşıp sizin dağa düşmüşüm. Dağda dizim dizim dizilmiş karıncalar, bini söyler, bini çalar. Çaldıkları saz değil, söyledikleri, söylenmiş bir söz değil. Bana dönüp ne deseler beğenirsin? “Bakar bakar görmezsin; sendeki de göz değil!” Gözlerimi dört açıp bir daha baktım. Baktım ki karıncalar çizgi olmuş; yaprak olmuş, dal olmuş; dizilip anlattıkları, üç güzel masal olmuş... 7
SİHİRLİ KAZAN Yedi kişiydiler. Dağların ayazından ve güneşinden iyice esmerleşmişlerdi. Karalar Çetesi denirdi onlara. Bu acımasız çete yol keser, köy basar, sonra da kayıplara karışırdı. Tam unutulmuşken beklenmedik bir yerde ortaya çıkardı yine. Bugün dar bir geçitte pusuya yatmışlardı. Aşağıdaki yoldan atlar, katırlar, yolcular tek tek geçebilirdi ancak. Yolun alt yanı uçurumdu, üst yanı kaya. İlerisi orman… Zaman ilerledikçe sabırsızlanmaya başlamışlardı. Sonunda, bekledikleri küçük kervan göründü. Önde tedirgin bakışlarla kayaları kollayan muhafızlar, arkada beş altı deve, kimi atlı kimi yaya yolcular… – Şimdi… diye fısıldadı Çetebaşı. Yaylar gerildi, oklar uçtu. Altı muhafız yaralanıp düştü. Yedinci Kara tam okunu fırlatacağı sırada ensesine bir kertenkele atlamış, o yüzden hedefi tutturamamıştı. Kervan panik içinde dağılırken, – Kazanı koruyun kazanı! Develere sahip olun, diye bağırdı başmuhafız. 9
Develer ürküp kaçmıştı; onları ormanda zorlukla yakaladılar. Ne yazık ki geç kalmışlardı. Kazan da değerli yükleri de Karalar’ın eline geçmişti çoktan. Kervandakiler develeri toplamaya çalışırken çete çoktan uzaklaşmıştı. Soluk soluğa dik bir yamacı tırmanmaktaydılar. – Sayende kolay iş oldu be ağam, dedi Dördüncü Kara. – Kolay oldu çengel burun; çünkü ağanız pusu için en uygun yeri buldu. – Bizim yemek pişirmeye kazanımız vardı ya ağam. Bu kazanı niye aldık, anlamadım. Üstelik bir kulpu çatlamış. Söylendiği gibi sihirli mi gerçekten? Satsak para eder mi ki, diye sordu Beşinci Kara. – Sihirli mi, değil mi akşam anlarsın keçi, diye sertçe azarladı onu Çetebaşı. Çenesinde üç beş tel sakal bulunan Beşinci Kara sırıtarak, – Bizim isli ocağa da pek yakışacak be ağam, diye yılıştı bu kez. Hava kararırken inlerine vardılar. Burası ormanın içlerinde, kimsenin bilmediği bir mağaraydı. Silahlarını çıkarıp kendilerini birer köşeye attılar. – Uzanın, keyfinize bakın kara çakallarım, dedi Çetebaşı. Hak ettiniz. Size hiç tatmadığınız bir ödül yemeği yapacağım. Yeni kazanı mağaranın önündeki kaynaktan doldurdu. Ocağın üstüne yerleştirdi. Bir hafta önce avladıkları geyikten yalnızca kuru kemikler kalmıştı. O kemikleri koydu kazana. Üç beş de kozalak… Kuşağından çıkardığı küçük bir torbadan azıcık toz akıttı içine. Kazan kaynarken kendisi gidip kaynağın 10
başına oturdu. Meşe palamudu büyüklüğünde, kapkara bir yumurta zıplayarak geldi. Bacaklarına sürtünerek kedi gibi dolanmaya başladı çevresinde. Çetebaşı onu alıp dizine kondurdu: – Küçüğüm, dedi sesini tatlılaştırmaya çalışarak; kara savaşçım… Yay bacaklı, çekiç başlı çekirgem… Beni çok mu özledin? Aç mısın yoksa? Sen aç kalma, hastalanma, ölme sakın. Keyifle keh keh güldü. İçeride serilekalmış adamlarını kollayarak fısıldadı. – Çünkü bana gereklisin. O akşam haydutlar kervandan ele geçirdiklerini paylaştılar. Sofra niyetine kullandıkları yassı taşın çevresine çöktüler. Kemikler, pişince yumuşacık olmuştu. Kozalaklar ise kızartılmış patates tadındaydı. Çetebaşı nedense pek el sürmedi kendi pişirdiği yemeğe. Ötekiler hepsini iştahla yiyip bitirdiler. Sonra da ayı postlarını altlarına serdiler, başlarını yere koyar koymaz horlamaya başladılar... Ertesi sabah ortalık ağarırken Çetebaşı yavaşça kalktı. Yan gözle adamlarına baktı. Hiçbirinde ne nefes, ne horlama… Başları yana düşmüş, kıpırtısız yatmaktaydılar. Yeni kazanı sırtladı. Yerden kara yumurtayı alıp koydu omzuna. – Hadi koçum, dedi. Onların işi tamam. Biz gidiyoruz. Bu kazan sayesinde ekmek aş derdimiz olmayacak. Kendimize, kimselerin ulaşamayacağı bir yer de bulduk mu yaşadık demektir. 11
Aradan yıllar geçti. Karalar Çetesi bir daha ortalara çıkmadı. Yaptıkları zamanla unutuldu; adları anılmaz oldu. Köylerde, kentlerde insanlar kendi işlerine daldılar. 12
Bakırcılar Kenti’nde aşçı çırağı İlyas da o insanlardan biriydi. Herkesin bir derdi vardır ya, onunki de yaptığı yemekleri ustasına beğendirememekti. – Bak bakalım usta. Bu sefer nasıl olmuş, diye seslendi ocaktan. Usta, daha tencerenin kapağını kaldırırken yüzünü buruşturup bağırdı: – Sen buna kokarca yağından katmışsın yine. O yağın kokusu aylarca çıkmaz. Çabuk götür, çöpe boşalt bunu. Şu şişeyi de al, birkaç damla eline dök, birkaç damla da tencereye. Bu kokuyu başka türlü yok edemezsin. Besbelli sana daha çok kez gerekecek. Geri verme, koy kuşağının arasına, kalsın. O sırada içeriye bir genç girdi. Ustanın ellerini kapıp öpmeye başladı: – Ey büyük usta, ey aşçılar aşçısı, son umudum sensin! Usta bir yandan ellerini kurtarmaya çalışıyor, bir yandan da “Neler oluyor?” diye düşünüyordu. Genç, derdini anlatınca iş anlaşıldı: – Ben bir aşçının kızına aşık oldum. Kız da beni seviyor. Ama babasını bir türlü razı edemiyorum. Araya beyler, paşalar koydum. Hayır diyemedi. Ama öyle bir koşul koştu ki duyulmuş, görülmüş gibi değil. Benden ‘taşı pişiren tencere’ istedi. Sormadığım bakırcı, çömlekçi kalmadı. “Hiçbir tencere taşı pişiremez. Arama boşuna. En iyisi, o kızı unut,” dediler. Sen yılların aşçısısın. Elinden ne kaplar, ne kazanlar geçmiştir. Bilirsin diye sana geldim usta. Bana öyle bir tencere bul. Kulun kölen olayım, bulamazsan yaptır. 13
Usta düşündü, düşündü: – Senin derdine çare… olsa olsa Karalar Çetesi’nin sihirli kazanı olurdu evlat, dedi. Dediğim kazan Yolaşmaz Dağ’ın ötesindeki Sisler Ülkesi’nden kaçırılmıştı. O ülkenin sultan mutfağından. Şimdi nerededir, bilinmiyor, diye ekledi. Belki duymuşsundur; son soygunun ertesi sabahı haydutların altısı mağarada ölü bulundu. Çetebaşı kayıp. Kazanı da alıp kaçmış. Delikanlı, ustanın ellerini bırakıp ayaklarına kapandı: – Ne olur usta, bul onu! Üç kese altınım var, hepsini sana vereyim! Usta, delikanlının sırnaşıklığına kızdı. – Senin için bu yaşta yollara düşecek halim yok ya be oğlum, diye çıkıştı. – Ben ararım. Bulur, getiririm, diye atıldı İlyas. Soğanla sarımsakla, yağla bulaşıkla yeterince haşir neşir olmuştu. Aşçılığın inceliklerini kavramış sayılırdı artık. Zaten hiçbir işe uzun süre katlanamazdı. Bu yüzden sık sık işsiz kalırdı. Usta acımış, onu çırak olarak almıştı. Yaşı otuzu aşıyordu o zaman. Beş yıldır bu aşevinde oflaya puflaya çalışıyordu. İşte şimdi talih yüzüne gülmüş, önüne bulunmaz bir fırsat çıkmıştı! – İyi, dedi usta. Bul, getir; altınlar senin olsun. Sonra da kazanın özelliklerini ve nerede olabileceğini anlattı: – Bu kazan, bildiklerimize benzemez. İçine odun koysan pişen et, kireç atsan çıkan süt olur. Arayacaksın. Göğü ağlayan, yeri çağlayan bir bölgeye vardığında gözünü dört açacaksın. 14