1 EKSİK FOTOĞRAFLAR
Yaşlı ağacın gövdesinden akan reçine, ağacın üzerindeki tırtıl ile daha önce hiç görmediğim yeşil kanatlı, çirkin bir böceğin üzerine akıyordu. Reçine, belki saatlerdir akıyor; önüne çıkan canlı cansız her şeyi içine alıyordu. Ağaç upuzundu. Ucu, bucağı görünmüyordu. Ben ağacın gövdesine tıpkı bir böcek gibi sarılmış, küçücük olmuş; reçinenin beni de içine almasını bekliyordum. Hem korkuyor, hem de bu yapış yapış sıvı ile buluşmak için sabırsızlanıyordum. Az kalmıştı. Sıra bana da gelecekti. Nefesimi tutmuş, bu mucizevî anı bekliyordum. Yaklaşık bir aydır sık sık gördüğüm rüyamdan, sinir bozucu bir korna sesiyle uyandım. Yatağımdan telaşla kalkıp pencereyi açtım. Sabah sabah bisikleti-
2
nin kornasıyla tüm sokağı inleten, Tiktak Sami’den başkası değildi. Beni pencerede görünce “Günaydın Amber Hanım!” dedi. “Sonunda uyanabildiniz.” “Geç mi kaldık? Saat kaç?” diye sordum. Tiktak bir cevap vermek yerine, şaşkın şaşkın suratıma bakıyordu. “Ne bakıyorsun?” dedim. “Haydi, sen git. Ben koşar, sana yetişirim.” “Amber, bugün cumartesi. Okul yok ki…” dedi gülerek. Sabahları çok zor uyanırdım. Eğer bir cumartesi günü erken kalkacaksam önemli bir nedenim olmalıydı. “Ne işin var öyleyse sabahın bu saatinde?” diye bağırmamla, Tiktak’ın hemen ayaklarının dibinde duran büyükçe saati kaldırması bir oldu. Yaklaşık bir hafta önce, babamın doğum günü için ondan yapmasını istediğim saatti bu. “Tabii ya! Babamın doğum günü bugün... Nasıl da unuttum!” diye mırıldandım kendi kendime. Tiktak, babamın yakın arkadaşı olan Saatçi Erdal amcanın oğluydu. Üniversitede ikisi de mimarlık okumuş olsalar da Erdal amca, aile mesleği olan saatçiliği sürdürmeyi seçmişti. Aradan geçen yıllar içinde babam, başarılı bir iç mimar olmuş; Erdal amca ise Saat Dükkânı adındaki dükkânından hiç ayrılmamıştı. Farklı hayatları seçmelerine rağmen,
3
ikisi de üniversite yıllarındaki dostluklarını korumayı bilmişlerdi. Bu dostluk sayesinde Tiktak ile ben de kardeş gibi büyümüştük. Biraz deli dolu olsa da iyi çocuktu Tiktak. Genellikle onun bisikletiyle giderdik okula. İkimiz de on üç yaşında olmamıza rağmen, o benim bir alt sınıfımdaydı. Herkese, “İlk gün çok ağladım diye beni okula geç gönderdiler,” diyordu ama aslında sınıfta kalmıştı. Erdal amca bir süredir Tiktak’ı, ‘baba mesleğini öğrensin’ diyerek okuldan arta kalan zamanda yanında çalıştırıyordu. Doğrusu, Tiktak da bu durumdan pek şikâyetçi değildi. Saatlerle oynamayı, onları yapmayı, bozmayı, tamir etmeyi çok seviyordu. Eh, güzel saatler de yapıyordu. Bu yüzden, babamın ellinci doğum günü hediyesi için ondan yardım istemiştim. Eski bir saatin fonuna, babamın elli yıllık geçmişini fotoğraflarla sığdırmaya çalışacaktık. Önce babamın evde bulabildiğim fotoğraflarının renkli kopyalarını almıştık. Sonra da Tiktak, saatin rakamlarının yer alacağı fon kartona babamın fotoğraflarını yapıştırmıştı. Saatin rakamları kocamandı! Rakamların her birinin üzerinde, babamın hayatının belli dönemleri yer alıyordu. Mesela saat birde ilkokul mezuniyetinin fotoğrafı vardı. Saat onda ise üniversite mezuniyetinin... Saat, gerçekten kusursuz görünüyordu.
4
Odamdan çıktığım gibi soluğu bahçede, Tiktak’ın yanında aldım. Saati yakından görünce sevincim bir kat arttı. Bir çığlık attım. “Harika! Tam istediğim gibi. Sana boşuna Tiktak demiyorum. Saat gibi tıkır tıkır çalışıyorsun!” Tiktak, ben konuştukça utanıyordu. Saate sarılmış; saatin alt bölümünü eliyle sıkıca kapatmıştı. “Çek şu elini,” dedim. “Tümünü görmek istiyorum.” Tiktak, kızarıp bozarmaya başlamıştı. “Ben de sana onu söyleyecektim,” diyerek utana sıkıla, eliyle kapattığı bölümü açtı. Bomboştu! “Hâlâ bitirmedin mi?” Sesim biraz hırçın ve istediğimden daha yüksek çıkmıştı. Zaten dakikalardır karşımda ezilip büzülen Tiktak, şimdi iyice yerin dibine geçmişti. “Foto… fotoğraflar yetmedi,” dedi kekeleyerek. “Nasıl yetmez? Hepsini oturup ince ince planladık. En geç akşama vermem gerek hediyeyi,” dedim. Sakin olmaya çalışıyordum. Doğum günleri, babam ve benim için çok önemliydi. Doğum günlerimizde en şaşırtıcı ve yaratıcı hediyeyi vermek için birbirimizle yarışırdık. Bu yıl, babam hayatında elli yılı; yani yarım asrı geride bırakıyordu. Tiktak’ın elindeki yarım yamalak saate baktım. Babam kesinlikle daha iyisini hak ediyordu.
5
“Amber, şey diyeceğim… şey…” Belli ki Tiktak’ın bir önerisi vardı. “Söyle hadi!” dedim. “Burası için aynı fotoğrafları kullansak...” “Kesinlikle olmaz!” diye karşı çıktım. Kusursuz, ellinci yaş gününe yakışır bir saat istiyordum. “İyi de ne yapacağız? Sen evi biraz arasan… Belki Bülent amcanın başka fotoğraflarını bulabilirsin.” “Hiç sanmıyorum. Sana verdiğim onca fotoğrafı zor buldum zaten,” deyince suratı asıldı. Onu üzmek istemezdim ama bu doğum günü hediyesine verdiğim önemi biliyordu. En azından dün söyleseydi… Şimdi yine tüm evi arayacaktım. Yeni fotoğraflar bulamazsam saatin üst bölümünde yer alan fotoğrafları tekrar kullanmak zorunda kalacaktık. Ama ben hiçbir zaman unutamayacağı bir hediye vermek istiyordum babama. Onu ne kadar sevdiğimi, düşündüğümü bu hediyeyle kanıtlamak istiyordum. Yaptığım türlü türlü şımarıklıklara göz yummasına rağmen, kendisine dair en ufak bir şeyi önemsemediğimi düşünmek babamı üzerdi. Televizyonda sevdiğimiz bir program başladıysa onu hemen çağırmalıydım. Okul gezilerine katılabilirdim; ancak gideceğim için yaşadığım sevinç onu kırabilirdi. Babam hiçbir zaman dile getirmese de ben, onun artık neye
6
üzülüp neye darılacağını çok iyi biliyordum. Eskiden babamın bu tavrına bir anlam veremez, kızardım. Anlam veremediğim ve tuhaf bulduğum tavırlarına rağmen onu çok severdim. Annemin yokluğunu hiç hissettirmemiş, hep üzerime titremişti. Son yıllarda iyice duygusallaşan, içine kapanan babama artık kızmıyordum. Sıradan bir baba-kız ilişkisi değildi bizimki. İki kişilik ama çok mutlu bir hayatımız vardı. Evin içinde yalnızlıktan canım sıkıldığında, bana arkadaşlık eder, benimle güler oynardı. Çok zor bir problemi çözemediğimde öğretmenim olur, yardım ederdi. Ben üzülsem o da üzülürdü. O benim canım babam; ben onun biricik kızıydım. Mükemmel bir babaydı! Bir de fazla duygusal olmasaydı… Bazen onun tüm neşemize rağmen çok mutsuz ve hüzünlü olduğunu hissederdim. Bu yüzden onu üzecek bir şey yapmamaya özen gösteriyordum. Çalışma odasında oturup gümüş bir kutunun içindekilere bakarak zaten yeterince üzülüyordu. “Amber, artık dükkâna dönmem gerek. Saati de götürüyorum. Birkaç fotoğraf bile işimi görür. Hemen bulup getirebilirsen aynı fotoğrafları kullanmak zorunda kalmayız. Amber! Sen, beni duyuyor musun?” Tiktak’ın sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım.
7
“Gümüş kutuda…” dedim heyecanla. “Ne kutusu? Hemen fotoğraf bulursan aynılarını kullanmak zorunda kalmayız diyo…” Sözünü bitirmesini beklemeden eve doğru koşmaya başladım. Sanırım ihtiyacım olan fotoğrafları nerede bulabileceğimi artık biliyordum.
2 GÜMÜŞ KUTU
Kalabalık aileler, hep ilginç gelmiştir bana. Babamla her hafta sonu gittiğimiz alışveriş merkezlerinde anne, baba ve birkaç çocuktan oluşan aileleri dikkatle incelerdim. O çocuklardan biri olduğumu düşünmeye çalışırdım ama kendimi onlardan birinin yerine koyamazdım. Aklıma, cevabını hiç veremediğim sorular gelirdi. Mesela, “Alışveriş sonrasında hediye edilen konser biletini hangi çocuk alırdı? Konseri verecek olan şarkıcıyı en çok seven mi; yoksa en uslu olan mı?” Ya da “Üç çocuğu ile sinemaya giden bir ailenin çocuklarından biri farklı bir filme gitmek isterse ne olurdu?” diye düşünmekten kendimi alamazdım.
Ben, aileleri dikkatle incelerken, babam da onlara özendiğimi sanıp benim için kaygılanırdı. Babamın kaygısı hemen yüzüne yansır; gözleri dolardı. Bana belli etmemeye çalışır, “Amber, tatlım, haydi söyle, şimdi nereye gitmek istersin? Seni nereye götüreyim?” diye sorardı. Annemi ben henüz üç yaşındayken kaybetmişiz. Hayal meyal birkaç görüntü dışında hiçbir şey hatırlamıyorum onunla ilgili. Belki bizimle yaşadığı günleri hatırlasaydım onun eksikliğini hissederdim. İki kişilik ailemizden sıkılır ve kalabalık bir ailem olmasını isterdim. Ama eskiden beri evde iki kişiydik: sadece babam ve ben. Hiç kalabalık bir aile özlemi içinde olmadım. Kendi ailem dışındaki aileleri merak ediyordum o kadar. Dedeler, nineler, yakın ve uzak akrabalar… Bizim hayatımızda hiç kimse yoktu. Birkaç yıl öncesine kadar, uzaklarda yaşadığı için ziyaretimize gelemeyen akrabalarım olduğunu düşünürdüm. Bu fikre kendimi inandırmıştım. Kesinlikle bir akrabamız olmalı, diyordum kendi kendime. Annemin, gülen gözleriyle insanın içini ısıtan bir amcası vardı belki. Ya da babamın çocukken sokak aralarında terden sırılsıklam oluncaya kadar futbol oynadığı bir amcaoğlu… Bu düşüncelerimi babama anlatırsam
10
onu üzeceğimi bilirdim. Ancak bir gün Türkçe öğretmenimiz, ödev olarak uzakta olan bir akrabamızı tanıtmamızı istedi. Ödevim, aileme dair merakımı giderebileceğim bir fırsat olabilirdi. Ben de bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirdim. Gidip babama ödevimi anlattım ve kimi tanıtabileceğimi sordum. Babam uzun süre sustu, düşündü. Dolu dolu gözlerle yüzüme baktı. Korktuğum olmuştu: Babamı üzmüştüm. “Maalesef biz küçük, iki kişilik bir aileyiz tatlım. Üzgünüm ama sanırım ödevine yardımcı olamayacağım,” dedi uzun süren bir suskunluktan sonra. Ödevimde tanıtacak kimsem olmadığı için üzülmüştüm ama merakımı da gidermiştim. Yine de emin olmak istedim ve “Hiç kimse yok mu gerçekten?” diye sordum. “Aslında… bir teyzem var. Ne zamandır görüşemiyoruz. Çok yaşlı. Zaman zaman ziyaretine gidiyorum. Küçükken birkaç kez seni de götürdüm. Ama şimdi ne seni, ne de beni tanır. Hiç kimseyi hatırlamıyor.” “Çok yazık!” dedim. O gün babam, büyük teyze yerine, ödevimde annemi anlatmamın daha uygun olacağını söyledi. Nasılsa o da yanımızda değildi. Ödevim sayesinde babam, ilk kez bana annemi anlattı.
11
“Annen her zaman neşeli, çok gülen bir kadındı,” diye başladı anlatmaya. Birkaç resmini gördüğüm annemin doğal taşlara merakı vardı ve en çok da amber taşını severdi. Adımı da bu yüzden Amber koymuşlardı. Babam saatlerce annemi anlatmıştı. Sonuçta, hem annemi çok daha yakından tanımış hem de çok güzel bir yazı yazmayı başarmıştım. Üstelik babam çalışma odasında sakladığı annemin amber taşı koleksiyonunu da bana hediye etmişti. Bu hediye, benim için çok önemliydi. Çünkü hayatımda ilk kez anneme ait bir şeye sahip olmuştum. Evimizdeki çalışma odası hep kilitli olurdu. Bu odayı yalnızca birkaç kez, babam odaya girerken, kapı aralığından görmüştüm. Bir iç mimar olan babam, bu odada yaptığı projelerin ve mimarlıkla ilgili kitapların olduğunu söylemişti. Babama göre, odada merak edeceğim, beni ilgilendiren bir şey yoktu. Bir gün, “Annemden kalan amber taşı koleksiyonundan başka bir şey yok mu?” diye sorduğumda, çalışma odasına ilgimin artmasına neden olan bir cevap almıştım. Babam, annemden bize kalan sınırlı sayıda hatırayı bu odada bir sandıkta benim için sakladığını ve zamanı gelince ona ait her şeyin benim olacağını söylemişti.
12
Çalışma odasında anneme ait anıların bulunduğunu öğrendikten sonra babam ne zaman odaya girse ben de peşinden sessizce gitmeye başlamıştım. Babamın odaya kapanmasını bekliyor, sonra da odanın anahtar deliğinin önündeki yerimi alıyordum. Yaptığımın oldukça kötü bir şey olduğunu biliyordum. Ancak annemi öyle çok merak ediyordum ki kendime engel olamıyordum. Hem zaten bir şey görebildiğim de yoktu. Sadece babamın gümüş bir kutudan bir fotoğraf çıkardığını görüyordum. Saatlerce bu fotoğrafa bakıyordu. Ayakta dikilip anahtar deliğinden bakmaktan yorulduğumda, bir koltuğa oturup babamın odadan çıkmasını bekliyordum. Bazen babam odadan çıkmadan oturduğum yerde uyuyakalıyordum. Uyumadan, çalışma odasının kapısının açıldığını beklediğim günlerde babamı çoğu kez yorgun, düşünceli ve üzgün görüyordum. Hatta birkaç kez gözlerinin dolu dolu olduğunu bile görmüştüm. Tiktak’ın yanından ayrıldığımda, aklımda sadece kutudaki fotoğraf vardı. Tekrar evi aramak, yeni fotoğraflar bulmaya çalışmak iyi bir fikir değildi. Daha önce aile albümümüzde yer alan tüm fotoğrafları kullanmıştım ve belki başka fotoğraflar da bulurum umuduyla evin her yerini zaten aramıştım. Bakmadığım tek yer, babamın çalışma odasındaki o gümüş
13
kutuydu. Ne yapıp edip iyi bir doğum günü hediyesi için o kutunun içindeki fotoğrafı almam gerekiyordu. Babamın, çalışma odasında oturup saatlerce baktığı fotoğraf, doğum günü hediyesinde yer almalıydı. Babam, belki girmemin yasak olduğu bir odaya izinsiz, gizlice girmeme kızacaktı ama doğum günü hediyesinin ne kadar güzel olduğunu görünce beni affedecekti. Çalışma odasının kapısını açan anahtarlığı daha önce görmüştüm. Eğer anahtarlık düşündüğüm yerdeyse gümüş kutudaki fotoğrafı almak çok kolay olacaktı. Evin içinde anahtarlığı bulmak üzere hızla yürürken babamın hâlâ evde olduğunu hatırlayınca durdum. Babam, hafta sonları çalıştığı mimarlık ofisine daha geç giderdi. Sakince odama geçip yatağıma girdim. Uyuyormuş gibi yaparak gitmesini bekleyecek, çalışma odasının anahtarını o gittikten sonra arayacaktım. Ben sokak kapısının kapandığını duymayı beklerken babam odamın kapısını açtı. “Amber, günaydın tatlım,” dedi. Üzerimdeki çarşafa daha sıkı sarılıp uyuyormuş gibi yaptım. “Amber, uyumuyorsun, biliyorum. Sami sabah sabah ne istiyor?” Yataktan zıplayarak kalktım. Bizi gördüyse bir haftadır hazırladığım sürpriz mahvolmuş demekti. “Sen... sen bizi mi izliyordun baba?”
14
“Hayır, canım. Sadece seslerinizi duydum. Yine sana yaptığı saatlerden birini mi satmaya gelmiş?” dedi gülerek. Tiktak başta ben olmak üzere, sokağımızdaki ve okuldaki tüm çocuklara yaptığı saatleri satmaya çalışırdı. Bu yüzden okuldan birçok kez uyarı almıştı. “Evet, evet onun için gelmiş. Almayacağım diyorum, laftan anlamıyor,” diye geçiştirdim. “Bir ara kulağını çekeyim şunun,” dedi. Umarım benim yüzümden ona kızmazdı. Konuyu değiştirmek, Tiktak’ı unutturmak için, “Biliyor musun, sana geçen gün anlattığım rüyayı yine gördüm,” dedim. Babam, “Hangisi?” diye sorup hemen ardından hatırladı: “Haa, ağaçlı rüya… ‘Amber Taşının Oluşumu’ adlı rüyan yani…” Bir ay önce; bilimsel konuları işleyen bir kitapta Amber Taşının Oluşumu adında bir yazı okumuştum. Okuduğumdan öyle etkilenmiştim ki, bazı geceler rüyamda, yazıda anlatıldığı gibi bir çam ağacından akarak önüne çıkan tüm canlıları içinde hapseden yapışkan reçineyi görüyordum. Genellikle çam ağaçlarının gövdesinden çıkan reçinenin saydamlığında yemeğini yerken hapsolan bir karıncayı, tam uçmak üzere kanatlarını açmışken havalanamadan yapışkan reçineye bulanan kelebeği görüyordum. Babama da gördüğüm her rüyayı anlatmış, derinden etkilendiğim yazıyı da okutmuştum. O da neredeyse bir belgesel gibi olan rü-
15
yama yazının adını koymuştu. Yattığım yerden babamın rüyama taktığı isme bir kez daha güldüm. “Haydi haydi! Gülmeyi bırak, çık artık yataktan. Neredeyse öğlen olacak. Ben işe gidiyorum. Hemen çıkmam gerekiyor. Kahvaltı etmeyi unutma!” dedi. “Tamam babacığım. Hoşça kal!” deyip yataktan çıktım. Sarılıp onu kapıya kadar uğurladım. Arabasına binip uzaklaşana kadar pencereden baktım. Gittiğine emin olmak istiyordum. Dakikalar sonra, her zaman babamın yatak odasında, ilaçların bulunduğu çekmecede duran anahtarlığı almıştım bile. Babam ilaç çekmecesinin içini daha önce görmediğimi sandığından anahtarı burada saklamaya devam ediyordu. Birkaç ay önce ayak bileğine kramp girdiğinde benim yardımımla yatak odasına kadar gitmiş, çekmeceden istediği ilacı almıştı. Babam çekmecedeki onca ilacın arasında ihtiyacı olan kremi ararken elinin çarptığı anahtarlar gecenin karanlığında çın çın ötmüştü. Anahtarlar, annemin babama hediyesi olduğunu bildiğim amber taşından yapılmış bir anahtarlığın ucundaydı ve on beşe yakın anahtar asılıydı. Her birini tek tek denemek uzun işti. Bunun için, önce kapının kilidini iyice inceledim. Çok girintisi çıkıntısı olmayan, orta büyüklükte bir kilidi vardı. Hemen
16
büyük ve küçük anahtarları eledim. Geriye tek bir anahtar kalıyordu. Tam da tahmin ettiğim gibi, elimde kalan son anahtarla kapıyı hemen açtım. Odaya girdiğimde farklı bir evdeymişim gibi hissettim. Odanın kapalı perdeleri, kâğıt ve mürekkep kokusu ve yıllardır boyanmayan hardal sarısı duvarların rengi bu odayı evin bütününden çok ayrı kılıyordu. İçinde yaşadığımız zamana değil de başka bir zamana aitti sanki oda. Babam, sanırım annemin anısı var diye, bu odanın dekorasyonunu ve rengini hiç değiştirmemişti. Küçükken kapısının önünden geçerken bile korktuğum odayı, biraz büyüyünce merak etmeye başlamıştım. Tüm rafları, çekmeceleri, sandığı, her köşeyi saatlerce karıştırmak istiyor ve bunun için karşı konulmaz bir istek duyuyordum. İlk kez giriyor olmanın verdiği heyecanla önce odanın ortasında öylece durdum. Sanki odada benim dışımda biri vardı. Bir göz beni izliyordu ve bu göz, az sonra, yaptığımın kötü bir şey olduğunu anlatacak ve beni babama söylemekle tehdit edecekti. İçeride hiç kimse olmadığını bile bile yine de çevreme bakındım. Yüksek sesle, “Yalnızım!” dedim. Kendi sesimi duymak beni rahatlatmıştı.