BİRİNCİ BÖLÜM Çatırt, Çatırt, Çatırt. Ses yatak odamın penceresinden geliyor. Dağ gibi ödevimin arasında zihnimi dağıtıyor. Çok yüksek bir ses olmasa da duymazdan gelmenin imkânı yok çünkü buralarda işitmeye alışkın olduğumuz seslere hiç benzemiyor. Çatırt, çatırt, çatırt. Candor*’da her gece aynı sesler duyulur: ıslık gibi ses çıkaran fıskiyeler, cırlayan bataklık kurbağaları, evlerin arasında dolaşan sivrisinek ilaçlama arabasının gürültüsü. Ama bu ses bunların hiçbirine benzemiyor. Çatırt, çatırt, çatırt. Ses giderek yükseldi. Sandalyemi geriye itip ayağa kalktım. Dışarıda ufak bir keşif yapmanın zamanı geldi. Ödev beş dakika daha bekleyebilir. Ya da ilginç bir durum varsa, daha da fazla. Ama birden babamın “mesaj”larından birini hatırladım: Eğitim başarının anahtarıdır. Bu söz, sanki ayaklarıma ellişer kiloluk ağırlık takılmış gibi dizlerimi bağladı ve hiçbir yere gitmemeye karar verdim. Yapmam gereken bir ödevim vardı. * Özgün okunuşu: Kændır. (æ: Türkçe’deki “geniş e”yi karşılayan sembol, fonetik harf.)
5
Bu mesajlar ilginç bir şey yapacağınız ana kadar beyninizin bir köşesinde öylece durur. Zamanı geldiğindeyse, beyniniz sizi neyle besleyeceğini çok iyi bilir: Bir mesaj aniden aklınıza giriverir. Kendi dışındaki her şeyi örtbas eder. Geriye ne arzu kalır ne de korku. Hatta açlık bile hissedemezsiniz. Sandalyeme geri oturup biyoloji kitabımı açtım. Hemen mesajlardan bir yenisi daha aklıma geldi: Çalışmak en büyük önceliğinizdir. Sanki beynim benden ayrı bir varlıkmış gibi, “Anladım,” diye cevap verdim ona yüksek sesle. “Artık sesini kesebilirsin!” Çoğu insan kafalarının bu mesajlarla doldurulduğunun farkında bile değil, ama ben herkesten daha uzun zamandır buradayım ve kendimi eğitmenin yollarını buldum. Beynimin mesajlarla beni beslediği anı fark edip onlarla mücadele edebiliyorum. Tabii eğer ortada mücadele etmeme değecek bir şey varsa!.. Bu gece bütün ödevlerimi tamamlamam gerekiyor. Yığınla ödev var beni bekleyen. Kitabıma şöyle bir göz attım: Sitrik asit çemberi. Bunu hatırlayan, ara sınavda artı on beş puan alacak. Böylece notunuz yüz on beş üzerinden değerlendirilecek. Biyoloji dersinde mükemmelim. Tıpkı diğer her şeyde olduğu gibi. Çatırt, çatırt, çatırt. Çember şemasını parmağımla takip ediyorum: İzositrat dehidrogenaz enzimi. Kelimeler beynimde dönüyor. Şimdi de yeni bir ses dikkatimi dağıtıyor: Takır, takır, takır. Tanıdık bir ses bu, ama ne? Gizlice bakmaktan bir zarar gelmez, diye düşündüm. Masamın önündeki ahşap panjurun çıtalarını yavaşça aralayıp dışarı baktım. Kaldırımın 1,5 metre gerisinde uzanan yan yana dizili evleri görüyordum. Hepsinin loş ışıklarla aydınlatılmış verandaları ve yemyeşil bitkilerle dolu çiçek tarhları vardı. Geniş kaldırı6
mın kenarında beyaz, plastik bir çit boylu boyunca uzanıyordu. (Plastik çitleri severim; boyanması ya da karıncalara karşı ilaçlanması gerekmez). Herkes aynen olması gerektiği gibi evinde, içeride. Bir tek, kaldırımdaki tuhaf görünümlü kız hariç. Eğilmiş ve kolları çıplak. Uzun saçları omuzlarına dökülmüş, veranda ışıkları altında ışıl ışıl parlıyor. Perşembe gecesi; normalde kimsenin dışarıda olmadığı perşembe gecelerinden herhangi biri. Hafıza oyunları oynamak, fazladan puan kapmak için ödev hazırlamak veya üniversiteye giriş başvurusunda sunulacak makaleler yazmak için uygun bir gün. Mesajların garantiye almış olduğu, kimsenin dışarıda olmak istemeyeceği bir gün. Belki buralarda yenidir; belki de benim için potansiyel bir müşteridir, diye geçiyor aklımdan. Son zamanlarda burası gerçekten can sıkıcı bir hal almaya başladı. Aylardır oyalanabileceğim kimse yok; az insan taşınıyor, gelenlerin de fazla parası yok ve 7/24 mükemmel olmaya uğraşmak beni çok zorluyor. Bu yüzden azıcık da olsa rahatlamaya, kafamı boşaltmaya ihtiyacım var. Müşterilerimin çoğu Candor’a gelirken yanında bonbon, çikolata gibi şeyler getirir. Onları, getirdiklerini benimle paylaşmaya ikna ederim. Ama şu an elimde olan tek bir kişi var: Sherman. Parası olan bir müşteri olmasına rağmen çekilmez biri. Ailesiyle buraya taşınırken yanında tek bir açık saçık dergi bile getirmemiş, düşünsenize! Bir kız arkadaşım var tabii. Fakat oldukça sessiz sakin biri; onu sadece altına saklandığım maskemin bir parçası olarak yanımda tutuyorum. Ben Candor’ın örnek genciyim; iftihar edilecek bir oğul, mesajların tıkır tıkır işlediğinin kanıtıyım. Herkes böyle düşünüyor. Babam bile. 7
Tüm bunların bir rolden ibaret olduğunu bilmiyor. Onun müşterilerini oldukça mutsuz eden bir iş kurmuş olduğumdan haberi bile yok. Benimki tam bir butik işi; seçilmiş birkaç kişiye hizmet veririm. Çok fazla insanın parası bana yetmez çünkü. Ama belki bu yeni kızınki yeter, diye geçiyor aklımdan. Kaynakları asla boş yere harcama. Bazen mesajlara karşı koymak için uğraşmaya bile değmez: Masa lambamın zincirini hızla çekip ışığı kapadım. Daha fazla mesaj beynime girmeye çalışıyor, bana olduğum yerde kalmamı söylüyor: Çalışmamı. Dikkat dağıtan şeylerden kaçınmamı. Gözlerimi kapatıp beynimde çelikten bir duvar canlandırıyorum. Duvarımda mesajların sızabileceği hiçbir çatlak yok. Bu, mesajlarla mücadele yöntemlerimden sadece biri. Üzerinde başarılı olabilmek yıllarımı aldı. Başlarda çelik duvarım işe yaradı. Kafamda neredeyse hiç ses kalmadı. Ama duvarın arkasında çılgın gümbürtüler var. Eninde sonunda bir şey duvarı yarıp geçecek, bunu hissediyorum. Dışarı çıkmamla ayağa kalkıyor. Uzun boylu ve hoş bir vücudu var. “Kimsin sen?” diye soruyorum, pat diye. Aptal. Sesim bir ahmak gibi çıkıyor. Tamamen kontrol dışı. Tek taraflı bir gülümseme yüzünü aydınlatıyor ve hızla kayboluyor. “İlgilenmen gereken biri değil.” Bakışlarımı ayaklarına dikiyorum: Eskimiş asker botları. Kıvrılmış uzun bir bluz. Tek ayağının altında da bir kaykay. Çatırt, çatırt. Kaldırım taşlarına çarpan kaykayın sesi bu. Candor’da asla duymadığınız bir ses. Babam kaykaylardan nefret eder, onların tehlikeli ve zararlı olduğunu söyler. Kardeşim Winston da eskiden bunlardan biri8
ne binerdi. Aptallık ederek ölmeden önceydi bu. Mesajlar herkesin dikkatli olmasını garantilediği için çocuklar buraya taşınmalarının hemen ardından kaykaylarını atarlar. “Sen yeni olmalısın.” “Bir bakalım.” Yüzünde sahte bir gülümseme var. Sesi gereğinden fazla coşkulu. “Buraya geçen hafta taşındık. Boston’dan. Hayır, burayı sevmiyorum. Hayır, münazara kulübüne, yardım cemiyetine ya da dahil olduğun herhangi başka küçük gruplara katılmak istemiyorum ve üniversite giriş sınavlarından ne aldığın hiç umrumda değil.” Doğrusu, sevimli olmaktan çok uzak. Ama gerçekte ne düşündüğünü söyleyen birisini dinlemek de bir o kadar hoş. “Hepimizden iyi mi olduğunu düşünüyorsun?” diye soruyorum. Aniden ağzını açıp yeşil gözlerini bana dikiyor. Ama hemen sonra omuz silkip yüzünü yana çevirerek, “Asla kendini başkalarından üstün görme,” diye mırıldanıyor. Bu bir mesaj ve bunu ondan duymak şaşırtıcı değil, hele ki altı gündür buradaysa. Asıl şaşırtıcı olan Candor’a hâlâ bütünüyle ait olmaması. Tabii bu durum iki haftadan uzun süremez. Eğer ki ben onları bundan kurtarmazsam, bunu kimse başaramaz. İşim bu benim. Yeni gelen çocukları değişmeden önce Candor’dan kaçırırım. Gerçek dünyaya dönüştür bu. Az bir para karşılığında olmasa bile kabul etmek gerekir ki bu hayatlarının en iyi alışverişidir. Kızın parası olup olmadığını merak ediyorum. Ayrıca, sütyen takıp takmadığını da... “Zengin misiniz?” Onunlayken Candor sahteliğini takınmak zorunda değilim. “Yetecek kadar paramız var.” Bana değil; arkamdaki kaldırıma doğru, yere bakıyor. Huzursuz bir hali var. 9
“İçeri gel. Limonatamız var.” “Limonatadan nefret ederim.” “Suyumuz var. Kahvemiz de. Kaliteli ve pahalı olanlarından.” Bu, babamın tek lüksü, hatta kötü alışkanlığı. “Canım bir şey içmek istemiyor. Susamadım.” Tek ayağını kaykay tahtasının tam ortasına koyuyor. “Neyse. Zaten gitmek zorundayım. Biyoloji ödevim var. Bir de Fransızca. Ve tabii Vatandaşlık Bilgisi.” Ah, şu koca çenem! Neden konuşmayı kesmiyorum? Gitmesi sanki umrumdaymış gibi konuşuyorum. Ki değil. Çok değil yani... Parasına ihtiyaç falan da duyduğum yok aslında; bende tonla var çünkü. Derken elindeki bir şey gözüme çarpıyor. Turuncu kapaklı, parlak, silindir şeklinde bir şey. “Sprey boya mı bu?” diye soruyorum. Sanki elindeki şeyi ilk kez görüyormuş gibi gözlerini şaşkınlık içinde kocaman açıyor. “Bu nasıl gelmiş ki buraya?” “Çaldın bunu, değil mi?” Hırsızlar birinci sınıf müşterilerdir. Bir sürü nakit para ve oyuncak demektir. Üstelik dışarıda da her zaman işe yararlar. Müşterilerim bana bir ömür borçlu hissederler, ben de bunu en iyi şekilde tahsil ederim. “Çalmadım. Onu… satın aldım.” “Büyük yalan. Kimse Candor’da sprey boya satmaz.” “Pekâlâ. Onu inşaat alanında buldum. Bak, zaten yarısı bitmiş.” Spreyi havaya kaldırıp sallıyor: Tıkır-tıkır-tıkır. İşte, diğer gizemli ses. “Bir bakayım.” Graffiti yapan tiplere benziyor; hoş bir tesadüf bu. Daha önce böyle birini görmüş falan değilim. Candor, graffitinin girmediği bir yerdir. Sırf bu sebepten bile tarihi bir an yaşıyor olabiliriz. “Neden bakmak istiyorsun? Baban detaylı bir rapor mu istiyor senden?” Gülüyor bunları söylerken. Gülüşü küçük bir kız 10
çocuğununki gibi; ince sesi, haşin ve gotik yeniyetme görüntüsüne hiç uymuyor. “Babamın kim olduğunu biliyor musun?” Yeşil gözleri üzerimde gezinerek beni süzüyor şimdi. “Elbette. Ayrıca senin de kim olduğunu biliyorum. Ünlü Oscar Banks!” Bu sırada kollarını tıpkı sahnedeki bir sunucu gibi genişçe, iki yana açıyor. “Uzun boylu, şık ve yakışıklı. Münazara kulübü başkanı. Mezuniyet töreni konuşmacısı. Özgür dünyanın gelecekteki koruyucusu!..” Yakışıklı olduğumu söylediğinde, aynı şekilde düşündüğüne de eminim. Zeki olduğunu biliyordum, diye geçiriyorum içimden. “Bir imza ister misin?” En şakacı gülüşümü atmış olmama rağmen bana pas vermiyor. “Neyse, ismin ne?” Ekşi bir şey tatmış gibi dudaklarını büküyor. “Dediğim gibi, vaktini boşa harcama.” Benim için hava hoş. Onu babamın dosyalarından araştırabilir ve buraya yerleşmelerine sebep olacak şeyin ne olduğunu öğrenebilirim. Ailesinin kredi raporuna bakmam yeterli. Ama asıl istediğim bir parça eğlence: “Hadi gidip bir yerleri boyayalım,” dememle bir mesaj beynime hücum diyor: Candor’ı temiz tut. Mesaj ne yapmak istediğimi biliyor ve ayaklarımı geriye, eve doğru çekiyor. “Şimdi değil,” diye mırıldanıyorum. Sonra kafamı sallayarak, “Sana demedim,” diyorum ona. “Kaybol çılgın çocuk.” Mesajla mücadele halinde duvarımı inşa ediyorum. Ama canım kusursuz olmayan birinin yanında kalmak istiyor. “Eğer beni başından savarsan bunu babama söylerim,” diyorum bir anda. “Ve o da ailene söyler.” 11
Bu ancak altı yaşındaki bir çocuğunun söyleyebileceği bir şey olsa da birkaç gündür burada yaşayan herhangi biri üzerinde işe yarayacağına eminim. “Ee, söylerse ne olur yani?” Gidecekmiş gibi yapsa da başının belaya girmesini umursamıyor gibi bir hali var. Buradaki tüm çocuklardan farklı sanki. Ama sonra ayağını yeniden kaldırıma basıp derin bir iç çekerek, “Her zaman ailenin gururlandırmak için çabala,” diye mırıldanıyor. Mesajlardan kimse kaçamaz. Tabii bu, olup biteni anlamayan çocuklar için geçerli değil. Babam çocuklarına hiçbir şey anlatmamaları konusunda aileleri uyarır. “Çocuklar anlamaz,” der. “Öfkelenir, direnirler. Mesajların, içlerine nüfuz etmesi daha uzun zaman alabilir. Çocuklar, mesajların kendilerini ve mükemmel olmayan çocuklarını değiştirip geliştirmesi için sabırsızlanan yetişkinlere benzemez.” Sanırım babam haklı ve ben bunu fark ettiğim günden beri onlarla mücadele ediyorum. Kaykayıyla biraz yanıma yaklaşıyor. “Lütfen söyleme.” “Gelmeme izin verirsen söylemem.” Küçümser bir tavırla konuşmaya devam ediyor: “Sanki kötü bir şey yapabilirsin de!.. Sen de tıpkı diğerleri gibisin. Tek fark›n, hepsinin kralısın, o kadar!” Dış görünüşüm tıpkı diğer herkesi aldattığı gibi onu da aldatıyor. Aslında bu söylediğinin, boynumdan yukarı ilerleyen bir sıcaklık dalgasıyla yüzümü kızartacağı yerde beni gururlandırması gerekir. Yanıldığını ona kanıtlamak istiyorum. Göz göze geldiğimizde bir anlığına bir şey oluveriyor. Onu güldüren bir şey. Midemi altüst eden bir şey. Ona doğru uzanıyorum. Göğüslerimiz bir anlığına birbirine değiyor. Sonra yavaşça boya kutusunu alıyor ve kaldırımdan aşa12
ğıya hızla koşmaya başlıyorum. Kendimi durdurmam mümkün değil. Nereye gittiğimin, uzak olması dışında hiçbir önemi yok. Babamdan, sitrik asit çemberinden ve kusursuz Oscar Banks’ten uzaklaşıyorum. Biri bakıp da görür diye sprey kutusunu gömleğimin altına sıkıştırdım. Her zaman, her ihtimale hazırlıklı ol. Kaykayının üzerinde, yanım sıra kaymaya başlıyor o da. “Onu bana geri ver!” “Asla olmaz.” Gömleğimin altındaki sert metale hafifçe vurarak, “İnan, o da özgürlüğüne kavuşmak istiyor,” diyorum. Mesajlar beynime doluşuyor ve kötü bir çocuğa dönüşmeden önce beni düzeltmeye çalışıyorlar. Barbarlık yanlış bir şeydir. Asla başkasının malına zarar verme. Onları işitiyor olmam, onlara boyun eğmek zorunda olduğum anlamına gelmez. Beni diğerlerinden farklı yapan da bu. Bu kez kazanıp kazanamayacağımı bilmiyorum. Benim öğrenmek istediğim, mesajların istemediği bir şeyi yapabilecek olup olmamam. Bu kumarı oynamaya kararlıyım! Persimon ile Longview sokaklarının kesiştiği köşede yanmayan bir sokak lambası var. Bu, olağandışı. Sokak ekibi yarın akşam ya da daha kısa süre içinde onarımını yapacaktır. Babama kayıtsız şartsız itaat eden bir adam elinde bir ampulle her an ortaya çıkabilir. Ne olacaksa bir an önce olsun istiyorum. Hızla boyayı çıkarıyorum. O da kaykayını durduruyor. “Onu boşa harcama!” Sesi çok yüksek: “Bana lazım!” “O şu an bana ait,” diye cevap veriyorum. Boyanın kapağını açıp seçeneklerimi gözden geçiriyorum. Sokak lambası direği?.. Çitler?.. Çimenler?.. 13
Spreyi sıkmaya çalışıyorum. Islık gibi bir ses çıkarıyor. Evet bunu gerçekten yapıyorum; direğin üzerine turuncu bir şerit çekerek mülkiyete zarar veriyorum ve kuralları yıkıyorum. Ağzım, koca bir sırıtışla aralanıyor. Boyanın keskin tadını alabiliyorum. Mesajlar beynimde çığlık çığlığa: Kötü-kötü-kötü! Onları yerlerine geri tıkarak kutuyu hırsla sallamaya devam ediyorum. Bu huzursuz duyguya adeta tapıyorum; insanı kendine getiriyor.
14