Hayalet Tozu

Page 1


Hayalet Kız “Demek buradasın...” Orçun bir saattir aradığı köpeğini, Boğkıraçların malikânesine giden ağaçlı yolun başında bulmuştu. “Tüylü, gel oğlum!” Hayvan dönüp bakmadı bile. “Tamam, Tüylü’nün saçma bir isim olduğunu biliyoruz. Ama küçük kızlar böyle şeyleri seviyor, ne yapalım? İsmini kardeşimin koyması şartıyla seni alabildiğimi unutma. Tam tersi olsaydı pembe fırfırlı şapkalar takan, Rambo adlı bir köpeğe dönüşmüştün.” Orçun sonunda beklemekten sıkıldı ve hayvanın yanına gitti. Tüylü, gözünü ayırmadan karşıdaki ağaca bakıyordu. “Ne var orada?” Kendi yaşlarında, uzun saçlı, sırılsıklam kız çocuğunu fark edince irkildi. 1


“Bu ne ya? Kızlar artık evcilik yerine korku filmcilik mi oynuyor? Neydi o kuyudan çıkan kızın olduğu film? Halkacılık. Yok yok, kuyuculuk. Aman be! Tüylü, yürü gidiyoruz!” Ama hayvan yerinden kıpırdamadı. Korkudan titriyordu. “Sabaha kadar seni bekleyemem.” Koca köpeği zorla kucakladı. Tam yürümeye başlayacakken, burnuna çok kötü bir koku çarptı. Hayvanı yere koyup tekrar kıza döndü. Koku yoğunlaşıyordu. “Öğğğk! Çürümüş kurbağaların arasında mı yuvarlandın sen? Ya da dünyanın en kötü kokulu gazını çıkarma rekoruna falan sahipsin. Eğer öyleyse, bu bir sürü erkek çocuğunu kıskandırır, haberin olsun.” Kız cevap vermedi. Üzerinden sular damlayarak, öylece durmayı sürdürdü. Tüylü, Orçun’un arkasına saklanmış, yavru bir köpek gibi ağlamaklı sesler çıkarıyordu. Kız, birdenbire buharlaşırcasına kayboldu. Orçun korku içinde, “oha,” diye mırıldandı. Ağacın yanında ışıktan, küçük bir yuvarlağın uçtuğunu gördüğü an hareket edecek cesareti buldu. Tüylü’yü kucağına aldı, hayvanın ağırlığına rağmen eve doğru var gücüyle koşmaya başladı. 2


3


Arzu Yaklaşık bir aydır, Düşçe evde garip şeyler döndüğünü hissediyordu. Annesi yeni salatalar denerken Rolling Stones’un şarkılarını söylemek yerine, sadece melodilerini mırıldanmaya başlamıştı. Bu, Düşçe’ye çok ürkütücü geliyordu. Annesinin, ağzını bile açmadan “mmmm”layarak söylediği şarkılar, kış gecesi dışarıda esen rüzgâr kadar korkutucuydu. Hele şarkının melodisi neşeliyse, rüzgâr bir ağacın dallarını pencereye sürtüyormuş gibi oluyordu. Babası ise yeni kitap konuları bulmada eskisinden de kısır bir döneme girmişti. Çalışırken sık sık Düşçe’nin fikirlerini alırdı. En son merak ettiği şey, ineklerle ilgiliydi. “Gece bahçede kırmızı gözlü bir inek mi görürsen korkarsın, yoksa aniden belirmiş bir mezarlık mı?” 4


Düşçe, korku romanları yazan –daha doğrusu yazmaya çalışan– babasının bir gün başarılı olacağına inanıyordu. Ama önce, kırmızı gözlü inekleri düşünmekten vazgeçmesi gerekiyordu. İnsan bahçesinde kırmızı gözlü olmayan bir inek görse de korkabilirdi. Yani gece vakti orada ne işi vardı, değil mi? Hem illa birinden birini seçmek zorunda mıydı? Aniden beliren bir mezardan çıkan kırmızı gözlü inek daha tüyler ürperticiydi. Tabii en garibi, babasının ölü inekler üzerine iki yüz elli sayfalık bir roman yazmış olmasıydı. Adı Karanlığın İntikamı’ydı. Yolladığı yayınevinin editörü Karanlığın İntikamı adlı bir korku kitabından çok şey beklemiş olmalıydı ki, romanın taslağını, üzerine, “Benimle dalga mı geçiyorsunuz?” yazarak geri yollamıştı. Düşçe o adamın, gece yarısı bahçesindeki bir mezardan çıkan kırmızı gözlü inekler görse ne yapacağını düşünmüştü. Büyük ihtimalle korkudan altına işerdi ve karanlık da ondan sıkı bir intikam almış olurdu. Babası bazı televizyon reklâmlarına metin yazıyor ve geçici yazarlık işleri yapıyordu. Tabii bunlar, ünlü bir korku yazarı olma yolunda ilerlerken mecburen yaptığı şeylerdi. Kafasını kitaplarından başka konulara yöneltmek istemediği için, geçici işleri mümkün olduğunca az alırdı. 5


Bazen Düşçe, ‘Belki de asıl problemi, her kitap için bana akıl danışmasıdır,’ diye düşünüyordu. Sonuçta o sadece dokuz yaşında bir oğlan çocuğuydu. Dünyayı ele geçirecek robotlar da, zeytinyağlı yaprak sarma kılığına girmiş bir uzaylı da onun için eşit derecede heyecan vericiydi. Babası, zeytinyağlı yaprak sarma kılığına girmiş uzaylı fikrini çok sevmişti. Annesi, neyse ki, onu bu konuda bir kitap yazmaktan vazgeçirebilmişti. Annesinin, Korku Tüneli adında bir kitapçı dükkânı vardı. Bu ismi tabii ki babası bulmuştu. Çok yaratıcı olduğu söylenemezdi, ama kitapçının tabelasındaki resim kesinlikle yaratıcıydı. Bir tünelin ucunda ağzını kocaman açıp duran vampir, tünelden uçarak çıkan kitapları sivri dişleriyle yiyordu. (Bunu da babası çizmişti.) Kitapçının önünden geçen herkesin gözü bu tabelaya mutlaka takılırdı. Korku Tüneli, lüks kitapçılara benzemiyordu. Daha çok, henüz televizyonun bile icat edilmediği dönemleri anlatan eski filmlerdeki dükkânlar gibiydi. (Yaşadıkları yer de küçük bir kasaba olduğu için, Korku Tüneli kitap seven herkesin bir numaralı mekânıydı.) Tepesine çıngırak asılı kapısı her açıldığında, rafların arasında kitaplara gömülmüş olan müşterilerin yüreği ağzına gelirdi. Bir an herkes kafasını uzatıp bu gürültücüye bakar; gürültücü, 6


yani yeni gelen müşteri de kendini rafların arasına atıp hevesle yeni kurbanı beklemeye başlardı. Düşçe, kapıdaki çıngırağın müşterilere kendilerini kötü hissettirdiğini düşünüyordu. Annesi onunla aynı fikirde değildi. “Bazen insanlar dikkat çekmediklerini düşünerek üzülür ve birilerinin onları fark etmesini ister. Çıngırak çaldığı an, kapıdaki insan birkaç saniyeliğine oradaki herkesin ilgi odağı oluyor. Bence bu hoşlarına gidiyor.” Annesinin açıklamasına rağmen Düşçe, bir çıngırak sayesinde kendini mutlu hisseden insanların olduğuna inanmıyordu. Okula başlayana kadar tüm vaktini ya annesiyle kitapçıda ya da nihayet kendini meşhur edecek bir korku romanı yazdığını düşünen babasıyla evde geçirmişti. Şimdi de okul dışındaki zamanı yine aynı şekilde geçiyor denebilirdi. Korku Tüneli’nde bir köşeye çekilip kitap okumak da, yaratıcılık sıkıntıları çeken babasının sorularına cevap vermek de çok eğlenceliydi. “Bir hayaletin konuşması mı daha korkutucudur, yoksa sessiz durması mı?” Düşçe tercihini ikinci seçenekten yana kullanmıştı, ama işin doğrusu bir hayalet ne yaparsa 7


yapsın yine de korkutucu olurdu. Tabii şarkı söyleyip dans etmediği sürece... Belki uçarken duvardan geçemeyip düşen bir hayalet de korkutucu olmayabilirdi. Düşçe sonunda insanların gerçekte hayaletlerden korkmadığına; korktuklarının, kendi kafalarında oluşturdukları hayalet imajı olduğuna karar vermişti. Bu dünyaya ait olmayan bir şey herkesi tedirgin ederdi, ama dans ederek yemek pişiren bir hayaletten de herhalde kimse korkmazdı. Yoksa korkar mıydı? Bunu babasıyla konuşmak isterdi, fakat bir aydır evde gerçekten çok garip bir hava vardı. Annesiyle babası alçak sesle saatlerce konuşuyor; o yanlarına geldiğinde hemen susuyorlardı. Oysa bunu hiç yapmazlardı. Köşelerine çekilip düşündükleri zamanlar da çoğunluktaydı. Sonra aniden bir çözüm bulmuş gibi birbirlerinin yanına koşuyorlar; yine uzun uzun konuşuyorlar ve bunun muhtemelen iyi bir fikir olmadığına karar verip tekrar sessizliğe bürünüyorlardı. Düşçe konu her ne ise, kendisinin fikrini almamalarına bozuluyordu. O gün annesi kitapçıyı ortağı Peri’ye bırakmış ve eve erken gelmişti. Düşçe insanların isimlerinin, fiziksel özellikleriyle uyumlu olması gerektiğini düşünüyordu. Buna göre Peri, uçabilecek kadar narin vücutlu; dalgalı, uzun saçlı, pırıl pırıl gözlü ve 8


ışık saçar gibi görünen bir kız olmalıydı. Ama Korku Tüneli’nin Peri’si erkek çocuğu gibi kısa saçlı, etrafa ışık değil garip bir kolonya kokusu saçan, üstelik bıyıklı bir kızdı. Gözlerinin pırıl pırıl olup olmadığını kontrol edememişti, çünkü Peri’nin camları çok kalın gözlükleri vardı. Hep çiçekli elbiseler giyer, az konuşur ve Düşçe’ye dik dik bakardı. Annesine niçin onunla çalıştığını sorduğunda, “O benim dostum,” demişti annesi. “Hem işini de çok iyi yapıyor.” İşte bu doğruydu. Peri sadece her kitabın hangi rafta olduğunu değil, hangi cümlenin hangi kitapta olduğunu da bilirdi. Düşçe bazen raflardan gizlice bir kitap alır, rastgele bir sayfasını açar ve ona sadece bir cümle okurdu. Peri kitabın adını, hatta o cümlenin kaçıncı sayfada olduğunu bile söylerdi. Bu gerçekten çok garipti. Peri’nin kaç yaşında olduğunu tahmin edemiyordu. On dokuz da olabilirdi, kırk da. Annesi, “Kadınların yaşlarıyla uğraşmayı bırak. Yoksa ileride kız arkadaşlarını sinirlendiren, gıcık bir sevgiliye dönüşürsün,” demişti. Düşçe ileride kız arkadaşlarını sinirlendiren, gıcık bir sevgiliye dönüşmek istemiyordu. Bu yüzden Peri’nin yaşını merak etmekten vazgeçmediği halde, bunu annesine sormayı bırakmıştı. Ama kadınlara yaş sorulmaması 9


kuralının, kendisi büyüyene kadar yok olmasını diliyordu. Kim kaç yaşında olduğunu bilmediği ya da yaşını yanlış söyleyen bir kızla çıkmak isterdi ki? Aslında ileride kız arkadaşı olacağından da şüpheliydi. Çünkü kızlar, babası garip korku kitapları yazan; annesi ise Korku Tüneli isimli, kapısı çıngıraklı bir kitabevi işleten çocuklardan pek hoşlanmıyordu. (Hele ki bu kitapçıda bıyıklı bir Peri varsa...) Tabii onu garip bulmalarının sebebi, Düşçe’nin de korku hikâyeleri yazması olabilirdi. Sınıfındaki herkes, çocukların beynini ele geçiren canavar tebeşirle ilgili hikâyesini gerçek dışı bulmuştu. En iyi –ve aslında tek– dostu Güney hariç. Güney’e göre canavar tebeşirlerle savaşabilmesi için, öyküye süper güçleri olan, yüz on yaşında bir karatahta da eklemesi gerekiyordu. “Niçin yüz on yaşında?” diye sorduğunda, Güney, “Çünkü dostum, yüz dokuz yaşındaki karatahtalar, canavar tebeşirlerle başa çıkamaz,” demişti. Bunu o kadar kendinden emin söylemişti ki, Düşçe öyküyü o şekilde değiştirmişti. Sınıftaki diğer çocukların öyküyü saçma bulmasının sebebi artık karatahta yerine beyaz tahta kullanılıyor olmasıydı. “Yani çocukların beynini ele geçiren beyaz tahta kalemiyle ilgili bir hikâye yazsaydım, çok mu gerçekçi olacaktı?” diye sormuştu Düşçe. Sınıfın en 10


ukala kızı Aslı, “Şapşal, n’olcak!” demişti ve diğer çocuklar da Aslı’nın bu çıkışı sayesinde soruya cevap aramaktan kurtulup dağılmıştı. Düşçe, annesiyle babasının yine yatak odasında alçak sesle konuştuklarını gördü. O içeri girdiğinde ikisi de susmuştu. Bu durum gerçekten sinir bozucu olmaya başladığı için, sonunda patladı: “Neler oluyor?” “Tatilde nereye gidelim, ona karar vermeye çalışıyoruz,” dedi annesi. “O zaman niye mutsuzsunuz? Sanki tatil için size iki seçenek sunmuşlar: Biri Kont Drakula’nın şatosu, öbürü de kurbağalarla dolu pis kokan bir bataklıkmış gibi. Yani tatile gideceksek sevinmemiz gerekmiyor mu?” “Ben Kont Drakula’nın şatosunu tercih ederdim,” dedi babası. Annesi, konu dağılmadan duruma el koydu. “Elbette mutsuz değiliz. Sadece yanıma pek çok şey almak istiyorum, ama bavulum küçük.” Düşçe henüz kızları anlayacak yaşa gelmemesine rağmen, etrafında yaptığı gözlemler sonucunda, bir kızın kaç yaşında olursa olsun böyle basit bir sebeple üzülebileceğini biliyordu. Yine de bu üzüntü bir ay sürmezdi herhalde. 11


“O zaman daha büyük bir bavul al?” “Doğru ya!” dedi annesi. Sonra birkaç dakika boyunca kimse konuşmadı. Sorun çözüldüğüne göre sevinmeleri gerekmiyor muydu? Asıl konunun bu olmadığını aptal bir karga bile tahmin edebilirdi. Düşçe bunları düşünmek yerine hayatındaki daha eğlenceli şeylere yönelmeye karar verdi. “Dışarı çıkacağım. Belki Arzu da iner.” Annesiyle babası, sanki en sevdikleri grubun konserine bilet kalmadığını öğrenmiş gibi birbirlerine baktı. Bakışları o kadar hüzünlüydü ki, büyük ihtimalle bu grup bir daha hiç konser vermeyecekti. Acaba sorun Arzu muydu? Arzu, ailesiyle birlikte karşılarındaki eve dört ay önce taşınmıştı. Sekiz yaşındaydı. Düşçe, Arzu’nun anne babasının epey garip insanlar olduklarını düşünüyordu. Gerçi bir sürü arkadaşı da onun ailesinin garip olduğunu düşünüyordu. Ama Arzu’nunkiler gerçekten garipti. Çünkü iki ay boyunca, kızlarını hiç dışarı çıkarmamışlardı. Düşçelerin salonunun penceresi, Arzu’nun odasına bakıyordu. Tabii o odanın Arzu’nun odası olduğunu, onların taşınmasından iki ay sonra, perdelerin aralık kaldığı bir gün, eşyaları görünce anlamıştı. Normalde perdeleri gece gündüz hep 12


kapalı dururdu. Annesine, bu insanların niçin perdelerini devamlı sımsıkı örttüğünü sormuştu. Annesi de, “Belki yaramazdırlar ve yaptıklarını görmemizi istemiyorlardır,” diye cevap vermişti. Komşularının yaramaz olabileceğine ihtimal vermiyordu aslında. Kadın da, adam da çok ağırbaşlı görünüyordu. Düşçe bunu, adamın işe gitme saatiyle kendisinin okula gittiği saat aynı olduğu için biliyordu. Her sabah onu geçirmek için kapıya gelen anne babasıylayken, komşular da karşı evin kapısında belirirdi. “Düşçe, beslenmeni aldın mı?” “Evet anne.” “Düşçe, okulda garip şeyler olursa, döndüğün gibi bana anlatmayı unutma.” “Unutmam baba.” Okulda garip ne olabilirdi ki? Babasına göre, oluş sürecini gözlemek için sınıfta kurdukları turşunun içinden bir canavar bile çıkabilirdi. Babasının buna gerçekten inanmadığını biliyordu, ama yeni kitabı için her türlü ilhama ihtiyacı vardı. Güney, sınıftaki turşu kavanozundan canavar çıkmasının çok da sıra dışı bir şey olmayacağı görüşündeydi. Çünkü ellerini hiç yıkamayan Batuhan’ın, kavanozu gizlice açıp salatalıklardan birine dokunduğunu 13


görmüştü. O salatalığın içinde, şu an büyük ihtimalle en az yedi yüz elli bakteri ailesi tatil yapıyordu. Annesinin, yeni evli komşuları hakkındaki ilk izlenimi ‘fazlaca ruhsuz’ olduklarıydı. Düşçe, yeni evli olduklarını nereden anladığını sorduğunda, annesi, “İkisi de çok genç ve henüz çocukları yok,” demişti. Düşçe, “Siz de gençsiniz,” diye cevap vermişti. Annesinin yüzü birkaç saniyeliğine gülmüş, ama bu uzun sürmemişti. “Ben otuz sekiz yaşındayım. Babansa kırk. Ama onlar sanırım yirmilerini henüz bitirmemişler.” Yirmilerini bitirmemiş olmakla otuzlarını bitirmemiş olmak, annesinin gözlerinden geçen hüzne bakılırsa, birbirinden epey farklı şeylerdi. Komşularıyla sabah karşılaşmalarında, genç adam asık suratıyla apartmanın kapısını açar; ardından üzerinde sabahlığı ve yine asık suratıyla karısı görünürdü. Kadın adamı asık suratıyla öper, adam arabasına binmeden Düşçe ile anne babasına şöyle bir bakardı. Selam vermekle vermemek arasındaki kararsızlığı uzayınca da selam vermeden kaçarcasına giderdi. Düşçe, onun nerede çalıştığını gerçekten merak ediyordu. Hayalinde bir oyuncakçı vardı. Bir sürü minik yaratık, durmaksızın oyuncaklar yapıyor; patronları 14


Bay Asıksurat gülmeyi ve konuşmayı yasakladığı için de, sadece oyuncakları yaptıkları makinelerin sesleri duyuluyordu. Bay Asıksurat hiçbirine selam vermeden doğrudan odasına giriyor, akşama kadar odasında kalıyor; sonra yine hiçbirine bakmadan çıkıp gidiyordu. Minik yaratıklar Bay Asıksurat’tan o kadar çekiniyorlardı ki o yokken bile gülmüyor, konuşmuyorlardı. Bazen oyuncakları deniyorlar; etrafa bebek kahkahaları, kedi miyavlamaları, köpek havlamaları, şarkılar yayılıyordu. Bunları da asık suratlarıyla, sadece kontrol için dinleyip hemen kapatıyorlardı. Bay Asıksurat arabasına binip gittikten sonra, karısı Bayan Asıksurat Düşçelerle göz göze gelirdi. Kocasından farklı olarak o, belli belirsiz de olsa gülümsemeyi becerirdi. Annesi de belli belirsiz gülümserdi. Ama babasıyla Düşçe gülümsemezdi. Çünkü ikisi de belli belirsiz gülümsemeyi beceremiyordu. Zaten Bayan Asıksurat da gülümser gibi yaptıktan sonra, hiçbir şey söylemeden hemen eve girerdi. Annesi kitapçıya Düşçe’yi okula gönderdikten yarım saat sonra gittiği için, karşı komşuyla bir fincan kahve içmeye vakti vardı. Babası kahve fikrini önerdiğinde annesi buna pek yanaşmamıştı. 15


“O kız biraz garip,” demişti. Babası için komşularının garip olması onlarla görüşmeye engel değildi. Aksine, garip insanları severdi. Çünkü garip şeylerden kitap konusu çıkardı. Ama karısı onlarla görüşmeye ikna olana kadar beklemek zorundaydı. İki ay boyunca her sabah, bazen de akşamüzeri karşılaşmaları sürdü. Ve Düşçe bir gün, pencereden yağmuru izlerken onu gördü. Kendi yaşlarında bir kız çocuğu perdelerin arasından dışarı bakıyordu.

16


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.