İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin

Page 1


Birinci Bölüm Bin Canlı Kahraman Johnny dudağını ısırdı ve odaklandı. Tamam. Hızla yaklaş, bir füzenin ilk savaş gemisine nişan almasına izin ver – biip biip biip biibiibiibiip – füzeyi fırlat – bam – topları geminin üzerine boşalt – pat pat pat pat – ikinci gemiyi vur, lazerle kalkanını yok et – ciyuv – bu arada füze – foşş – birinci gemiyi indirsin, dal, silah değiştir, dönmekte olan üçüncü gemiyi tara – pat pat pat – ikinci gemiyi yukarı kıvrılırken vizörde yakala, bir füze yolla – bam – taramaya başla. Fit fit fit. Dördüncü gemi! Hep en son gelirdi, ama ilk önce onun peşine düşerseniz diğerleri dönüp tekrar gelme fırsatı bulurlardı ve bir anda üçü birden size nişan alırdı.


2

Johnny şimdiye kadar altı kez ölmüştü bile. Ve saat daha beşti. Elleri klavyenin üzerinde uçuyordu. O hızını arttırarak kargaşadan çıkarken yıldızlar kükreyerek geçti. Bu hamle yakıtını tüketecekti, ama düşman gemileri yetişene kadar o kalkanlarını kaldırıp çarpışmaya hazır olacaktı. İki gemi hasar görmüştü bile ve… işte geliyorlardı! Füzeler fırladı, vay, ilk atışta şansı yaver gitti, öl öl öl!, kırmızı ateş topu – fışşş – ve şimdi sonuncusu kaçıyordu, ama Johnny ona yetişebilirdi, gaza bas – ggrrRRRŞŞŞ – peş peşe atışları yollarken onu gözden kaybetmemeye bak – fışşş. Ah! Amiral gemisinin iri gövdesi ekranın köşesinde belirdi. Onuncu düzey, işte geliyoruz… dikkatlice, dikkatlice… artık başka gemi yoktu. Bu yüzden Johnny’nin tek yapması gereken onun atış menziline girmemek ve sonra dalarak yaklaşıp… Konuşmak istiyoruz. Johnny gözlerini kırpıştırarak ekrandaki mesaja baktı. Konuşmak istiyoruz. Gemi kükreyerek geçip gitti– iiiyooouuunn. Johnny fren tuşuna uzandı ve yavaşladı, sonra dönerek büyük kırmızı şekli tekrar vizöre aldı.


3

Konuşmak istiyoruz. Parmağı, Ateş tuşu üzerinde oyalandı. Sonra bakmadan, elini klavyenin diğer yanına uzattı ve Duraksat’a bastı. Ardından kullanma kılavuzunu okudu. Kapağında İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin yazıyordu. “Eksiksiz Ses ve Grafiklerle. Bundan İyisi Yok.” On yedinci sayfada, bir ScreeWee ağır kruvazörünün yetmiş altı lazer atışıyla yok edilebileceği yazıyordu. Savaş gemilerinden oluşan koruma filosunu temizleyip, Scree-Wee’nin silahlarının sizi vuramayacağı güvenli bir yer bulduktan sonra, gerisi yalnızca zaman meselesiydi. Konuşmak istiyoruz. Duraksat’a basmış olmasına rağmen mesaj, ekranda yanıp sönmeye devam ediyordu. Kullanma kılavuzunda mesajlar hakkında hiçbir şey yoktu. Johnny sayfaları karıştırdı. Oyuna eklediklerini söyledikleri Yeni Özellikler’den biri olmalıydı. Kılavuzu bıraktı, ellerini tuşlara götürdü ve ihtiyatla yazdı: Öl, uzaylı pislik! Hayır! Ölmek istemiyoruz! Konuşmak istiyoruz! Böyle olmaması gerekiyordu, değil mi? Ona diski veren ve kullanma kılavuzunu baba-


4

sının fotokopi makinesinde çoğaltan Bıngıl Johnson bir seferinde, onuncu düzeyi geçince fazladan 10,000 puan ve Cesaret Ödülü aldığını, daha fazla sayıda ve çeşitte geminin bulunduğu Arcturus bölümüne geçtiğini söylemişti. Johnny, Cesaret Ödülü’nü istiyordu. Lazeri bir kez daha ateşledi. Fışşş. Nedenini bilmiyordu. Sırf elinde bir oyun çubuğu ve onun üzerinde bu iş için tasarlanmış bir Ateş düğmesi olduğu için. Bir Ateş Etmeme düğmesi yoktu, değil mi? Teslim Oluyoruz! LÜTFEN! Johnny uzandı ve büyük bir dikkatle Oyunu Kaydet tuşuna bastı. Bilgisayar uğuldadı, tıkırdadı, sonra sustu. Johnny bütün akşam bir daha oyun oynamadı. Ödevini yaptı. Ödevi coğrafyadandı. Büyük Britanya’yı boyamanız ve dünya haritasında nerede olduğunu düşünüyorsanız, orayı işaretlemeniz gerekiyordu.

ScreeWee’nin kaptanı ön bacaklarından birini masaya indirdi. “Ne?” İkinci kaptan yutkundu ve kuyruğunu saygılı bir açıda tutmaya çalıştı.


5

“Yine ortadan kayboldu, hanımefendi,” dedi. “Ama kabul etti mi?” “Hayır, efendim.” Kaptan üç elinin parmaklarını masanın üzerinde tıkırdattı. Birazcık semenderi andırıyordu, ama en çok benzediği şey bir timsahtı. “Ama ona ateş etmedik!” “Etmedik, efendim.” “Mesajımı gönderdin, değil mi?” “Evet, efendim.” “Ve onu her öldürdüğümüzde geri geliyor…” Johnny teneffüste Bıngıl’a yetişti. Bıngıl, takım oyuncuları seçilirken sona kalan türden bir çocuktu, ama bu sorun değildi, çünkü beden öğretmeni, rekabeti teşvik ettiği inancıyla takımlara karşıydı. Bıngıl, bıngıl bıngıl sallanıyordu. Beze gibi, diyordu. Özellikle de koşarken bıngıldıyordu. Bıngıl’ın farklı kısımları farklı yönlere doğru gitmeye çalışıyordu; belli bir yöne ancak ortalama olarak gittiği söylenebilirdi. Ama oyunlarda iyiydi. Yalnızca bunlar, insanların iyi olmanız gerektiğini düşündüğü türden oyunlar değildi. Okullar Arası Galaktik-Gemiler’in-Kopyalamaya-Karşı-Kırılması-İmkânsız-Koruma-Sistemi-


6

ni-İlk-Kıran-Kişi-Olma yarışması düzenlenecek olsa, Bıngıl yalnızca takıma girmekle kalmaz, takımı seçen kişi olurdu. “Yo, Bıngıl,” dedi Johnny. “Artık yo demek havalı değil,” dedi Bıngıl. “Havalı demek fiyakalı mı?” diye sordu Johnny. “Havalı her zaman havalıdır. Ve artık kimse fiyakalı da demiyor.” Bıngıl bir sırrı varmışçasına etrafına bakındı ve sonra çantasından bir torba çıkardı. “İşte bu havalı. Şunu bir dene.” “Bu ne?” diye sordu Johnny. “Savaşçı Yıldız TeraBombacı’yı kırdım,” dedi Bıngıl. “Ama kimseye söyleme, tamam mı? Klavyede SYB yaz, yeter. Aslında pek iyi değil. Klavyede boşluk bırakmak için bastığın tuş bomba bırakıyor ve… eh… tuşlara bas ve ne yaptıklarını gör…” “Dinle… İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin’i biliyorsun ya?” “Hâlâ onu mu oynuyorsun?” “Sen ona bir şey yapmadın, değil mi? Şey... Bana kopyasını vermeden önce?” “Hayır. Korumalı bile değildi. Kullanma kılavuzunu kopyalamak dışında hiçbir şey yapmam gerekmedi. Neden?”


“Ama oynadın, değil mi?” “Biraz.” Bıngıl oyunları yalnızca bir kere oynardı. Bir oyunu birkaç dakika izledikten sonra oyun çubuğunu eline alıp, puan rekorları kırabilirdi. Sonra da o oyunu bir daha oynamazdı. “Tuhaf bir şey… olmadı mı?” “Nasıl yani?” diye sordu Bıngıl. “Şey…” Johnny duraksadı. Bıngıl’a söyleyebilirdi ve sonra Bıngıl gülerdi ya da ona inanmazdı ya da yalnızca bir tür hata falan, bir tür numara olduğunu söylerdi. Ya da virüs. Bıngıl’ın diskler dolusu bilgisayar virüsü vardı. Onlarla hiçbir şey yapmıyordu. Yalnızca onları biriktiriyordu, pul koleksiyonu falan gibi. Johnny Bıngıl’a söylerse, bir şekilde gerçek olmaktan çıkardı. “Ah, bilirsin… tuhaf.” “Ne gibi?” “Garip. Şey... gerçek gibi, sanırım.” “Öyle olması gerekiyor. Tıpkı gerçek gibi, diyor. Umarım kullanma kılavuzunu iyice okumuşsundur. Babam onu kopyalamak için koca bir kahve molasını harcadı.” Johnny rahatsızca sırıttı. “Evet, haklısın. Okusam iyi olacak, o zaman. Yıldız Savaşçısı Pilot için teşekkürler…”


8

“TeraBombacı. Babam Amerika’dan bana Alabama Smith ve Kader Mücevherleri’ni getirdi. Bana diski geri verirsen bir kopyasını alabilirsin.” “Tamam,” dedi Johnny. “Sorun değil.” “Tamam,” dedi Johnny tekrar. Bıngıl’ın ona verdiği oyunların yarısını oynamadığını söyleyecek cesareti yoktu. Oynayamazdınız; uyuyacak ve yemek yiyecek zaman istiyorsanız, bu mümkün değildi. Ama bu sorun değildi, çünkü Bıngıl asla sormazdı. Bıngıl’a göre, bilgisayar oyunları oynamak için değildi. Onlar koruma programını kırmak, yazılımı yeniden yazarak size fazladan can falan vermesini sağlamak ve sonra kopyalayıp herkese dağıtmak içindi. Temel olarak, dünyada iki taraf vardı. Korsanlığı yok etmek için muazzam bir çabaya girişmiş koca bir bilgisayar oyunu yazılım sektörü, bir de Bıngıl vardı. Şu anda Bıngıl öndeydi. “Tarih ödevimi yaptın mı?” diye sordu Bıngıl. “Al,” dedi Johnny. “‘İngiliz İç Savaşı sırasında köylü olmak nasıl bir şeydi?’ Üç sayfa.” “Sağ ol,” dedi Bıngıl. “Çabuk yapmışsın.” “Ah, geçen dönem Coğrafya dersi için ‘Bolivya’da köylü olmak nasıl bir şeydi?’ diye bir ödev yapmıştık.


9

Yalnızca lamaları çıkardım ve kralların kelleler uçurması hakkında bir şeyler ekledim. Köylü ödevlerini bu tür şeylerle doldurman gerekiyor, sonra da hava durumu ve ekinler hakkında şikâyet edip duruyorsun.”

Johnny yatağının üzerine uzanmış, İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin’i okuyordu. Kullanma talimatlarının “Sola gitmek için < tuşuna, sağa gitmek için > tuşuna, ateş etmek için Ateş tuşuna basın” gibi bir şey söylediği oyunlar oynadığı günleri hâlâ hatırlayabiliyordu. Ama artık oyun hakkında yazılmış küçük bir kitabın tamamını okumanız gerekiyordu. Aslında bu bir kullanma kılavuzuydu, ama ona “Roman” diyorlardı. Kısmen, bir Bıngıl’a karşı önlemdi. Amerika ya da herhangi bir yerdeki birisi oyunun size, “Kullanma kılavuzunun on dokuzuncu sayfasının yirmi üçüncü satırının birinci sözcüğü nedir?” gibi sorular sormasının ve doğru yanıtı vermezseniz makineyi sıfırlamasının çok akıllıca olacağını düşünmüştü. Muhtemelen Bıngıl’ın babasının ofisindeki fotokopi makinesini hiç duymamışlardı. Sonuçta, bu kitap vardı. ScreeWeeler yoktan varolmuşlardı ve üzerinde insanlar olan bazı gezegen-


leri bombalamışlardı. Hemen hemen bütün yıldız gemileri havaya uçmuştu. Bu yüzden geriye bu deney gemisi kalmıştı. ScreeWee sürülerine karşı bir tek o direniyordu. Ve insanlığı ancak sen kurtarabilirdin… yani, on iki yaşındaki John Maxwell, yani okuldan eve gelip bir şeyler atıştırdıktan sonra, ödev zamanına kadar. ScreeWee sürüleri savaşmak istemezse ne yapman gerektiği hiçbir yerde yazmıyordu. Johnny bilgisayarı açtı ve Oyunu Yükle tuşuna bastı. Gemi, vizörünün tam ortasında yine belirdi. Johnny düşünceli düşünceli oyun çubuğunu eline aldı. Ekranda hemen bir mesaj belirdi. Eh, tam olarak bir mesaj değil. Daha çok bir resim. Kuyrukları olan yarım düzine yumurta şeklinde leke. Hareket etmiyorlardı. Bu ne biçim mesaj? diye düşündü Johnny. Belki de göndermesi gereken özel bir mesaj vardı. “Öl, Pislik” o anda pek uygun gelmiyordu. Neler oluor? diye yazdı. Ekranda, sarı harflerle bir yanıt belirdi. Teslim oluyoruz. Ateş etme. Bak, sana çocuklarımızın resimlerini gösteriyoruz. Bıngıl hile mi bu? diye yazdı.


Yanıt gelmesi biraz zaman aldı. Bıngıl hile değilim. Pes ediyoruz. Savaşa son. Johnny bir süre düşündü ve sonra yazdı: Pes etmemniz geerk. Eve gitmek istiyoruz. Kitapta bi sürü gezegen uçurduunuzu yazıyo. Yalan! Johnny ekrana bakakaldı. Yazmak istediği şey şuydu: Hayır, demek istediyim, bu olamaz, siz Uzaylısınız, size ateş edilmemesini istiyemezsiniz, diğer oyunlardaki uzaylılar ekranda uzaylamayı hiç brakmamışlardı, hiç Gitmek İsteMİyoruz dememişlerdi. Sonra düşündü: Hiç fırsatları olmamıştı. Yapamazlardı. Ama artık oyunlar çok daha iyiydi. Eski Megazoidler gibi şeyleri, uygun hikâyeler ve Tam Renkli Grafiklerle, gerçek görünecek şekilde yapmamışlardı. Muhtemelen televizyonda anlatıp durdukları Sanal Gerçeklik buydu. Bu yalnızca bir oyun ama, diye yazdı. Ne oyun? SİZ kimsiniz? diye yazdı Johnny. Ekran titreşti. Biraz semendere, ama daha çok timsaha benzeyen bir şey bakışlarına karşılık verdi. Ben Kaptan’ım, dedi sarı harfler. Ateş etme!


Ben size ateş ederim, siz de bana ateş edersiniz. Oyun bu. Ama biz ölüyoruz. Bazen de ben ölüyorum. Hem de çok. Ama SEN yine yaşıyorsun. Johnny bir anlığına sözcüklere bakakaldı. Sonra yazdı: Siz yaşamıyor musunuz? Hayır. Bu nasıl olabilir? Biz öldüğümüz zaman ölüyoruz. Sonsuza dek. Johnny çaresizce yazdı: Hayır, bu doğru değil çünki ilk görevde ilk gezegenden önce patlatman gereken üç gemi var. Ben kaç kere oynadım, her seferinde orda üç gemi vardı. Farklı gemiler. Johnny bir süre düşündü ve sonra yazdı: Makineyi kapattığımda ne oluyo? Soruyu anlamadık. Bu saçma, diye düşündü Johnny. Bu yalnızca sıra dışı bir oyun. Özel görev falan. Neden size güveneyim? diye yazdı. ARKANA BAK. Johnny sandalyesinde dimdik oturdu. Sonra büyük bir dikkatle arkasına döndü. Elbette, orada kimse yoktu. Neden birisi olacaktı ki? Bu bir oyundu.


Ekrandaki semender yüzü yok oldu ve yıldız savaşçısının içinin tanıdık görüntüsü kaldı. Bir de radar ekranı vardı. … sarı noktalarla kaplanmıştı. Düşmanın sarısı. Johnny oyun çubuğunu aldı ve yıldız savaşçısını çevirdi. Tüm ScreeWee filosu oradaydı. Bir sürü gemi arkasındaki boşlukta asılı duruyordu. Küçük savaşçılar, büyük kruvazörler, devasa savaş gemileri. Hepsi birden ona nişan almışlarsa ve ateş ederlerse… Johnny ölmek istemiyordu. Dur bir dakika, dur bir dakika. Ölmüyorsun. Yalnızca oyunu bir daha oynuyorsun. Bu delilikti. Durdurma zamanı gelmişti. Tamam şimdi ne olacak? diye yazdı. Eve gitmek istiyoruz. Olur tamam. Bize güvenli geçiş hakkı ver. Tamam, diye yazdı Johnny. Ekran karardı. Bu kadar mıydı? Müzik yok muydu? “Tebrikler, En Yüksek Puanı Yaptınız” yok muydu? Yalnızca yanıp sönen küçük bir imleç. Güvenli geçiş hakkı neydi ki zaten?


İkinci Bölüm Oyunu Oynamak İçin Kontrolleri Kullanın Annenizle babanıza asla, “Hey, gerçekten de bir bilgisayara ihtiyacım var, çünkü böylece Megasteroidler oynayabilirim,” demezdiniz. Hayır, şöyle derdiniz, “Gerçekten de bir bilgisayara ihtiyacım var, çünkü okul için lazım.” Eğitim için. Her neyse bu, evde herkesin geçirdiği Sıkıntılı Zaman-lar’ın iyi bir tarafı olmalıydı. Odanızdan çıkmayıp genelde sesinizi çıkarmazsanız, bilgisayar gibi şeyler kendiliğinden geliyordu. Bu, herkesin kendini daha iyi hissetmesini sağlıyordu. Bazen okul için de gerçekten faydalı oluyordu. Johnny onu kullanarak, “Muhtelif türlerden köylüler olmanın nasıl bir his olduğu” hakkında ödevler yazmış, yazıcıdan çıkarmış, ama sonra onları el yazısıy-


15

la yeniden yazmak zorunda kalmıştı, çünkü okulda Klavye Becerileri ve Yeni Teknoloji dersleri verseler de, klavye becerilerinizi ve yeni teknolojiyi herhangi bir şey yapmak için kullandığınızda başınız derde giriyordu. Tuhaftır, bilgisayar matematik konusunda pek işe yaramıyordu. Johnny’nin matematikle hep başı beladaydı, çünkü “x2 olmanın nasıl bir his olduğu” gibi ödevlerle paçayı sıyırmanıza izin vermiyorlardı. Ama bu konuda Bigmac’le anlaşması vardı, çünkü Johnny ikinci dereceden denklemlerle karşı karşıya kaldığında ne hissediyorsa, Bigmac de bir kompozisyon ödeviyle karşı karşıya kaldığında onu hissediyordu. Her neyse, pek fark etmezdi. Sesinizi çıkarmazsanız, örneğin okula polis gelmesine sebep olmazsanız ya da öğretmenlerden birini bir yere çivilemezseniz o kadar minnettar oluyorlardı ki sizi rahat bırakıyorlardı. Ama bilgisayar daha çok oyun oynamaya yarıyordu. Sesini çok açarsanız, bağrışmaları duymak zorunda kalmıyordunuz.

ScreeWeelerin ana gemisi ayaktaydı. Son bombardıman yüzünden havada hâlâ pus vardı ve belir-


16

siz şekiller ileri geri koşuyor, her şeyi yolculuğa dayanacak kadar onarmaya çalışıyorlardı. Kaptan geniş, gölgeli köprüde, koltuğunda arkasına yaslandı. Gözlerinin altı sararmıştı, bu kesinlikle bir uykusuzluk işaretiydi. Yapılacak o kadar çok iş vardı ki… Savaş gemilerinin yarısı zarar görmüştü ve ana gemiler de daha iyi durumda değildi, üstelik hasar gören gemilerden canlı kurtulanların hepsine yetecek kadar yer, özellikle de yiyecek yoktu. Başını kaldırıp baktı. Topçu Subayı gelmişti. “Bu akıllıca bir hamle değil,” dedi adam. “Elimizdeki tek seçenek bu,” dedi Kaptan bıkkınlıkla. “Hayır! Savaşmaya devam etmemiz gerek!” “O zaman ölürüz,” dedi Kaptan. “Savaşırız ve ölürüz. Bu iş böyle gidiyor.” “O zaman ihtişamla ölürüz!” “O cümlenin içinde önemli bir sözcük var,” dedi Kaptan. “Ve o, ‘ihtişamla’ sözcüğü değil.” Topçu Subayı öfkeden açık yeşile döndü. “Yüzlerce gemimize saldırdı!” “Sonra da durdu.” “Diğerlerinin hiçbiri durmamıştı,” dedi Topçu Subayı. “Onlar insan! Bir insana güvenemezsin. Onlar her şeye ateş eder.”


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.