Ocak 2 Ocak Pazartesi Bitip tükendik. Yılbaşı gecesi köyde yapılan Organik Kaz Panayırı’ndan sonra bütün ailem, sanki ölmüş de dirilmiş gibi trans hâlinde. Ete bağlı gelişen iki günlük komadan sonra yataktan sürünerek çıktım ve satışları kontrol etmek için Abingdon’a kadar beş kilometre yol yürüdüm. Pazaryerine geldiğimde o korkutucu çıngırak seslerini duydum, ellerindeki küçük sopalara minik ziller ve kurdeleler bağlamış olan bir grup erkek, sanki pek önemli bir iş yapıyorlarmış gibi bahar dansı ediyorlardı. Onlara daha yakından baktım, kocaman göbekleri ve domuz gibi gözleri vardı. Sonuna kadar sömürdükleri için çoktan ölüp gitmiş gelenekleri geri getiren şehir insanları; bütün ülke şimdi bunlarla kaynıyor. Eve döndüğümde babam süper mutluydu. Beni kapıda gördü ve mutfağın penceresini açtı. “Kim’den mesaj geldi. Hadi gel!”
bu senin dünyan
Merhaba millet, elektrikler gitmeden hızlıca bir mesaj yazayım dedim. Burada çok şahane şeyler yaşıyoruz. Dün gece yeni bir tapınağın açılışındaydık. Oraya otobüsle gittik. Otobüsün içinde yaklaşık 200 kişiydik, dışında da orasından burasından sarkan bir 300 kişi vardı herhalde. Dışarıda sıcaklık neredeyse 1 milyon dereceydi ama herkes şarkı söylüyor, gülüyor, otobüsün en arkasında gizli gizli Tay viskisi içiyordu. Otobüsün tavanına bir ekran koymuşlardı, bangır bangır bağıran on iki hoparlörle ekranda manyak bir Çinli grubun videosu gösteriliyordu. Ses o kadar yüksekti ki sağır olmak üzereydik. Tapınak koskocaman ve altındandı, içerisi rahip doluydu, ortalık turuncu elbiseler ve çiçek çelenkleri denizi gibiydi. Biz de 30 baht vererek kendimize elbise aldık ve tapınağı dört defa tavaf ettik. Sonra dört kez daha yaptık, ama ikinci seferki mumlar ve tütsülerle. Bittikten sonra giysilerimizi çıkardık ve yeni Buda tapınağındaki bir kuyuya attık, bir rahip gelip giysilerin üzerine kutsal yağ döktü ve hepsini ateşe verdi. Ateş birden o kadar yükseldi ki az kalsın yanımdaki arkadaşım John’un kaşları yanıyordu. Yarın şehre dönüyorum, hemen kendimi plaja atacağım, ah evet plaj! Sizi seviyommm Kx
3
Huysuz huysuz, eve giden çakıllı yolu taşları çatırdata çatırdata yürüdüm. Yatakta uzanmış düşünüyordum ki birden çılgına döndüm. Kız kardeşim bu hayatı nasıl elde etmişti? Geçen yaz Kieran’ın Karbon Flörtü projesinde organizatör olarak çalıştığı işini bırakmış ve Tayland’da SevgiYolu isimli bir ekolojik turizm şirketinde çalışmaya başlamıştı. Şirket, yağmur ormanlarında yaşayan zavallı köylüler için kütük kulübeler yapıp günahlarından biraz arınmak isteyen beyaz insanlara, 5 bin euro’luk Tayland turları düzenliyor. İşte kız kardeşim orada yüzde yüz Tay viskisiyle kendi başına ayakta dururken, ben buradayım; 18 yaşında, Oxfordshire’da bir çiftlikte, tek kişilik bir yatakta yatıyorum. Aslında Adi’yle beraber Glasgow’da yapılacak devasa yeniyıl partisinde olmam gerekiyordu, ama bilin bakalım kimin annesi eski sırt çantasını yıkarken içinde karbon kartını unutup eciş bücüş olmasına neden oldu? O zavallı yaratık tekrar çalışır duruma gelene kadar evden dışarı çıkamayacağım. Bugünlerde yalnızca para yeterli değil. Yaşamak için karta ihtiyacımız var.
4
4 Ocak Çarşamba Buradan ayrılmanın zamanı çoktan geldi de geçiyor. Bu sabah aşağıya indiğimde mutfakta bölge çiftçiler birliğinin toplantısı vardı. İçeriye girdiğimde babam kafasını dizüstü bilgisayarından kaldırıp gruba baktı. “Her şeyden önce size bir şey söylemek istiyorum. Birçoğumuz çiftliğimizde domuz besliyoruz, peki işimizi ilerletmeye ne dersiniz. Mesela…” Babam annemin yüzüne bir bakış fırlattı. “Mesela domuz gübrelerimizi mazota dönüştürmeye!..” Annemin çenesi istem dışı bir hareketle seğirdi. “Yüce İsa!”
5
Babam devam etti. “Bakın şimdi, mazot ve petrol fiyatları son yılların en yüksek düzeyinde seyrediyor. Petrolün varili 250 dolar ve belli ki ilerleyen günlerde daha da yükselecek. Bu ekonomik durgunluk daha da kötüleşecek ve biz de bu yüzden kendi yakıtımızı kendimiz yapmalıyız. Bunu 1970’lerdeki petrol krizinde de yapmışlardı, o yüzden elimizde teknolojik bilgi var. Bakın…” Babam parmağıyla ekrana vurunca ekran uyku modundan çıktı ve karşımızda tuhaf görünümlü bir makine belirdi. Çiftçiler mırıldanmaya başladı. “Tek ihtiyacınız olan şey, küçük ölçekli bir termo-kimyasal dönüştürme reaktörü. Bu alet, basitçe anlatmak gerekirse, domuz şeylerinin… yaptıkları şeylerin işte… üzerine ısı verip baskı uyguluyor ve gübrenin uzun hidrokarbon zincirini kırıp daha kısa zincirler oluşmasını sağlıyor.” “Bu ne demek şimdi?” diye sordu Daniel. İsmini tek bildiğim kişi de oydu, çünkü çok yakışıklıydı. Kıvırcık saçlı ve ela gözlü Daniel eskiden şehirde borsa simsarlığı yapıyormuş. Şimdi ise bataklıkta bir kulübede, Rachel isminde, koca dişli lama yetiştiren, dediğim dedik bir sarışınla yaşıyor. (Koca dişli olan kadın, lamalar değil, onlar çok şirin.) “Tam detayları bilmiyorum ama burada söylenene göre, beş litrelik gübre yığını bir litre petrole
6
dönüştürülebiliyormuş. Yeterli sayıda domuzu sağladığımız anda biz de kendi yakıtımızı kendimiz üretebiliriz.” Koca Diş, lama yünü dolaklarının üzerine dayadığı elini havaya kaldırdı. “Peki, bunun için kaç hayvana ihtiyaç var? Birkaç yüz mü mesela?” Babam kafasını salladı. “Evet, Rachel. Aşağı yukarı.” Annem homurdandı. “Ah, Nick, hayır, lütfen şaka yaptığını söyle.” Babam anneme baktı, grup da öyle. Hiç kimse gülümsemiyordu. Koca Diş anneme döndü ve sanki annem kıt akıllıymış gibi tane tane konuşmaya başladı. “Peki, bu işsizlik ve enflasyon koşullarında, ekonominin bu genel gidişi içinde… sellerden ve herkes şehirlerden kaçtığı için artan arazi fiyatlarından bahsetmiyorum bile…” Kadın annemin gözlerine bakıyor, annemin onu dinlediğinden emin olmak istiyordu. “Bu koşullar altında, eminim ki, her şansı değerlendirmemiz gerektiğine sen de katılıyorsundur.” Zavallı yaşlı annem. 5 Ocak Perşembe Bugün yeni kartımı aldım. Özgürlük. Ama bu ay için hiç puanım kalmamış. Çünkü bir sürü puanımı,
7
annemle babam Noel için o çiftlik saçmalıklarını taşısınlar diye minibüsün tamirine vermiştim. Noel Baba bütün işlerini o rengeyiklerine yaptırarak çok iyi ediyormuş doğrusu. 6 Ocak Cuma Bu öğleden sonra domuzum Larkin’e birkaç patates vermek için evden gizlice sıvıştım. (Şu anda hayatım pek inişli çıkışlı.) Domuz dediğime bakmayın, o süper bir domuz. Ondan başka hangi hayvan, Londra’yı birbirine katan selde kaybolup iki hafta sonra son derece sakin biçimde evine dönebilirdi ki? Her neyse, patatesleri verdim ve Larkin tam bana seveyim diye kulaklarını uzatıyordu ki babam ortaya çıkıverdi. “Size katılabilir miyim?” Tatlı tatlı gülümsedim; içimden de D ile başlayan o kelimeyi kaç saniye sonra söyleyecek diye sayıyordum. 1, 2, 3, 4… Babam elini kapının üzerine koydu. “Peki, şu domuz gübresi planım hakkında ne düşünüyorsun bakalım?” Etkileyici. Babamın kafadan çatlak olup olmadığını ilk defa düşünüyor değildim. Babam, hani şu kafasında bir anda ışıklar yanıp bir şeyler keşfediveren otistik bilim adamları gibi, aklına bir şeyleri
8
takmadan duramazdı. Ama arada bir fark vardı. Bu bilginler daha çok piyano soloları ya da moleküler fizik gibi konularda dâhi olurlar, benim babam ise maalesef onların stilinden pek uzak bir şekilde, ancak domuzlar konusunda parlak fikirler ortaya atıyor. Kimse babam hakkında bir film yapmayacak. Babama baktım. “Baba, eğer bir petrol fabrikası kurmak istiyorsan bence sorun yok, ama bence annemi biraz rahat bırakmalısınız. Yani demek istiyorum ki, lama dolaklı o kadın annemle çok iğrenç konuştu.” Babam bana gülümsedi. “Biliyorum, ama… annen bu işten pek anlamıyor…” “Sürpriz, sürpriz. Baba, kadın bütün hayatını toynaklı memeliler saçmalığı içinde harcamak istemiyor. Hiç annemin normal olmak isteyebileceğini düşünmedin mi?” “Ama, bu öyle…” “Ne?” Babam suratını astı. “Artık normal diye bir şey yok.” Orada bir süre öyle sessizce dikildik. Derin bir sessizlik. Ama yemin ederim ki Larkin bana göz kırptı. Küçük yüzsüz şişko.
9
7 Ocak Cumartesi Annem içeriye girdiğinde ben eşyalarımı topluyordum, yatağa oturdu ve ortalıkta duran bir çift çorabı eline aldı. “Seni kıskanıyorum, biliyorsun. Londra’ya geri dönüyorsun…” Of. Of. Sessizce elimdeki tişörtü katladım. “Baban burada çok mutlu tabii, kendini köy hayatına gömmüş durumda.” “Kütüphane işi nasıl gidiyor?” Annem birbiriyle eş olmayan iki çorabı top hâline getirdi. “Güzel. Yani, gerçekten iyi. Tabii ki yayıncılık işi gibi değil… Ve tabii ki şu anda bir işim olduğu için minnettarım ama…” deyip sustu. Ama. Bana kalırsa herkesin hayatında mutlaka bir ama var. Tanrı yüzüme baktı da dışarıdan bir korna sesi geldi. Annem ayağa fırladı. “Ah tanrım, servis geldi.” Annem bana süper sıkı bir şekilde sarıldı. “Belki ben de bir ara Londra’ya gelip seni görürüm.” Gözlerim endişeyle büyüdü, annem beni öpüp dışarı çıktı. Camdan annemin işe giden buralı insanlarla dolu, enikonu yıpranmış küçük minibüse binmesini seyrettim. Arkalarda oturan bir adam yukarı bakıp bana el salladı. Okullarda engelli çocuklar için kullanılan otobüslere benziyordu. İçler acısı.
10
9 Ocak Pazartesi Annem dün akşam özel bir veda yemeği hazırladı ve babam da günün anlam ve önemine uygun olarak kendi yaptığı havuç şaraplarının en eskilerinden birini açtı. El yapımı üç toprak kupayı elindeki iğrenç içecekle doldurup bana döndü, gözleri nemlenmişti. “Demek tekrar Londra’ya dönüyorsun. Peki, sana içelim!” Annem kadehini kaldırdı. “Sevgili kızımıza!” derken sesi titredi. Kadehimi neyin şerefine kaldıracağımı bilmiyordum, gelecekteki domuz petrolü başarısına mı? Yoksa evliliklerinin devam etmesine mi? O yüzden sadece gülümsedim ve şaraptan bir yudum aldım. Şarabın tadı, Shakespeare’in oyunlarındaki kötü adamların insanları öldürmek için kadehlere koyduğu zehirlere benziyordu. Boğazımın tıkanmamasını ümit ederek masaya baktım, ama kafamı tekrar kaldırdığımda annemle babamın pürdikkat bana baktıklarını gördüm, demek ki bir şey söylememi bekliyorlardı. Elimdeki kadehi kaldırdım. “Geleceğe!” “Hayır!” Annem kadehini bıraktı (akıllıca bir hareket hanımefendi), kendini babamın göğsüne attı ve bir koluyla da beni çekiştirdi, böylece bir anda
11
kendimi iğrenç bir grup kucaklaşması içinde buldum. Öylece durdum, nemli yünden boğuluyordum ve sonra tuhaf bir şey oldu; yüreğim tereyağı gibi yumuşadı. Yani, tamam, onlar deli, epeyce de komikler ama sonuçta onlar benim annemle babam. 10 Ocak Salı Londra’ya dönerken yolda kasvetli bir ruh hâlindeydim. Adi’yle benim aramda bir şey vardı ve sanki Adi’ye konuşmayalı çok uzun zaman olmuş gibiydi. İşin doğrusu, Noel için biraz uzaklaştığım için memnundum. Bununla başa çıkamazdım, evet, Adi’yi sevdiğimi biliyordum; yalnızca durum bana biraz fazla güvenli geliyordu. Yani, çıkmaya başlayalı bir yıl olmuştu ve… bilmiyorum. Üniversiteye başlamak için tekrar Londra’ya döndüğümüzde, Adi birlikte oturmamızı istemişti, ama ben çoktan Elephant and Castle’da bir ev arkadaşıyla bir yer kiralamış ve Adi’ye benimle oturursa her gün çok fazla yol gidip gelmek zorunda kalacağını söylemiştim. Çünkü o Mile End’deki Queen Mary Üniversitesi’ne gidiyordu. Onu göreceğim için çok heyecanlıydım, gerçekten çok heyecanlıydım, ama… Gene şu ama sözcüğü. Sonra zihnim gruba kaydı. Dışarıdan her şey normal görünüyordu, çünkü önemsenen bir müzik sitesi olan port’ta parçalarımız beğenilmeye başla-
12
mıştı. Sahnede de gerçekten zıpkın gibiydik. Son altı ayda UEL, Londra Met, Westminster, LSC ve Camberwell’deki üniversitelerde konserler vermiştik, fakat ne yazık ki aramızda her zaman bir gerginlik vardı. Bence Adi içten içe, bir grupta olmanın aptalca olduğunu düşünüyordu. Lisedeyken sorun yoktu ama şimdi artık herkes kendi hayatına bakmalıydı. Tabii bunu hiçbir zaman bu şekilde ve yüksek sesle söylemedi. Öte tarafta da Claire vardı. UEL’de gazetecilik okumaya başladığından beri ağır politik olmuştu. Stace yalnızca vurmalıları çalıyordu, o yüzden her şeyi sürekli istikrarlı tutmak bana kalıyordu. Noel’den önceki toplantımızda, edepsiz melekler ismi yüzünden fena bir kavga çıkmıştı. Adi ismin çok aptalca olduğunu ve o ismi 15 yaşındayken bulduğumuzu söylemişti. “Zaman değişiyor Claire,” demişti. Claire ise Adi’ye bakarak gözlerini belertmişti. “Belki de sen, insanlar değişir, demek istiyorsun. Ben bu grup konusunda çok ciddiyim, ama sen değilsin galiba.” Bana bir bakış fırlattı. “Belki de hepimiz bu işi neden yaptığımız konusunda tekrar düşünmeliyiz.” Ellerimi havaya kaldırdım. “Hepimiz mi? İş neden bana kadar geldi şimdi?” “Çünkü siz çiftsiniz. Bir alana ikincisi bedava.” Claire’in iğneleyici sözleri iyice batmaya başladı. Bazen sanki evliymişiz falan gibi hissettiriyor insana.
13
Her neyse, ben bunları düşünürken, tren Londra’nın dış mahallelerine girdi. Buralar çok değişti, inanılır gibi değil. Bariyerleri tekrardan yapıyorlar, ama her zaman para ve teknoloji sorunu var. Aslında selden bir yıl sonra bütün şehir hâlâ sel tehdidi altında, ne hoş! Üstelik su seviyesi de sürekli yükseliyor. Geçen sene, Thames Nehri tam 34 defa taştı. Nehir her taştığında bir sürü insan göç etti. Riskli alanlardaki emlak fiyatları komik denecek miktarlara düştü. Herkes, Hampstead ve Shooters Hill gibi biraz daha yüksek yerlerde yaşamak için savaş veriyor. Bromley’de dört yatak odalı bir ev yakın zamanda 8 milyon pounda satıldı, çünkü Bromley Londra’daki en yüksek nokta. Biz de pek akıllıca davrandık; annemle babam ilk selden sonra çarçabuk evi tamir ettirip hemen şehirden ayrıldı. Ben, sınavlarıma girebileyim diye mayısa kadar Claire’de kaldım, sonra da anne babamın yanına, Abingdon’a gittim. Annemle babam Londra’ya geri dönmemi istemiyor, okul için bile, ama burası benim yuvam. Şehir dışına taşınmak onların kararı, benim değil. Waterloo’ya vardığımda eve yürüyerek gitmeye karar verdim. Sokağa girdim, 100 metre yürüdüm, anahtarlarımı çıkardım ve dondum kaldım. Evin ön kapısı ve pencereleri metal plakalarla kapatılmıştı. Olanları anlamam birkaç saniyemi aldı. Sonra elime
14
telefonu alıp bir numara çevirdim, doğrudan sesli mesaja düştü ve derin bir nefes alıp bağırdım: “Sizi aşağılıklar, ödemediniz di mi?” Sonra kapat tuşuna bastım. Geri dönüp kapıya tekme attım. Kapı duvar. Haciz Kaldırma Çözümleri isimli bir şirketin acil durum telefonu kapıya dikey olarak asılmıştı. Hemen çevirdim. Gene telesekretere düştü, android sesli bir kadın şöyle dedi: “Haciz Kaldırma Çözümleri şu anda size cevap veremiyor. Çalışma saatlerimiz pazartesi ve cuma günleri saat 09.00 ile 16.30 arasındadır. Şu anda size yardımcı olamadığımız için üzgünüz.” Çat. Yardımcı olamamak mı? Telefonumu alnıma vurdum, paniğimi biraz azaltsın diye. Şimdi kimi arayabilirdim ki? Adi’nin yarın geldiğini biliyordum, onun dışında da herkes tatil için şehir dışındaydı. Titredim, hava kararmaya başlamıştı. Arayabileceğim yalnızca bir kişi vardı. Derin bir nefes aldım, yeni bir numara çevirdim. “Merhaba, benim.” “Aa!” “Bak, biliyorum, bir sürü şeyi konuşmamız lazım ama bu gece sende kalabilir miyim? Bu geri zekâlılar, Lou ve Greg yani, sırra kadem basmışlar. Evime giremiyorum.”
15
Bir sessizlik oldu, sonra, “Tabii ki,” dedi telefondaki ses. Öylesine rahatladım ki. “Claire, sen hayat kurtarıcısın gerçekten.” İç geçirdi. “Biliyorum. Saat 7’de Royal Albert İstasyonu’nda buluşalım. Geç kalma ama, çünkü sonrasında bir toplantım var.” Bir saat sonra trenden inip perona ayak bastım, ortalık kapkaranlıktı. “Claire? Dostum?” “Buraya. Merdivenleri görüyor musun?” Öne bir adım atıp tökezledim. “Hayır.” “Bekle.” Başımın üstünden yumuşak bir şey geçti ve sonra biri kolumu yakaladı. “Hey, tamam tuttum seni… Pek tatsız değil mi? Aylardır burada elektriğimiz yok.” Rıhtım’a varmak için sağa dönmeden önce bir otoparktan geçtik, sağımızda Excel Merkezi zifiri karanlık içinde duruyordu. Sonra başımızı eğerek bir geçitten geçtik ve bir depo binasının önünde durduk. Claire kapıda bir güvenlik numarası girdi ve ardından birkaç kapıdan geçtik. “Burası çok acayip. Yolunu nasıl buluyorsun?” diye sordum.
16
Dudak büktü. “Çabucak alışıyorsun. Geldik sayılır zaten.” Yine bir geçide gelmeden önce bir düzine merdiven tırmandık, birtakım tahtalara ve balkon parmaklıklarına bam diye çarptık. Balkon çok tehlikeli görünüyordu, tahtadan yapılmış bir hamak gibi aşağıya doğru çökmüştü. Her şey toz içindeydi ve epeyi hırpalanmıştı. Bütün camlar kırıktı, kırık dökük kapılar kapanmıyordu. Her kapının üzerine 5, 10, 20 tane tahliye ihbarnamesi çivilenmiş, rüzgârla uçuşuyordu. Claire etrafa baktı. “Bunlar Londra Onarım Ajansı’ndan. Aslında bir tür gurur işareti: Ne kadar çok tahliye ihbarnamesi alırsan o kadar uzun süre çarpışmışsın demektir. Her neyse, kim buraya gelecek de bizi buradan atacak? Bu yer tam sel bölgesinde.” “En azından şanslarını denemiyorlar mı? Daha önce sorunlar çıktığını duymuştum.” “Hayır, pek değil. Zaten yapman gereken sadece ev işgal komitesine haber vermek ve sonrasında da blok içinde boş olan başka bir daireye geçmek.” Metal bir kapının önünde durdu ve el yordamıyla bir asma kilidi bulup açtı. Paslanmış kapı tuhaf bir ses çıkardı. “Voila! İçeri girsene… Evet, ama bir saniye bek... gene elektriği kesmişler.”