ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
TÜRK DEMOKRAS‹ VAKFI ÜCRETS‹Z AYLIK ULUSAL DERG‹S‹D‹R ————————————————————————————————
SAHİBİ TÜRK DEMOKRASİ VAKFI ADINA YÖNETİM KURULU BAŞKANI ÖMER LÜTFÜ AVŞAR ————————————————————————————————
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Murat ŞENGÜL muratsengul@demokrasivakfi.org.tr ————————————————————————————————
GENEL KOORDİNATÖR Behiç ÖZEK behicozek@demokrasivakfi.org.tr ————————————————————————————————
GENEL YAYIN YÖNETMENİ Muzaffer Mine HOMRİŞ ————————————————————————————————
YAPIM VE TASARIM Programevi Yapım-Yayın-Reklam Organizasyon Tic. Ltd. Şti Tel: 0312 448 01 92-93 Faks: 312 448 01 94 ————————————————————————————————
REKLAM DİREKTÖRÜ Nilgün ÇELEBİOĞLU nilgun.celebi@demakrosivakfi.org.tr ————————————————————————————————
BASIM Doğuhan Tanıtım Ltd. Şti. Büyük Sanayi 1. Cadde 103/6-7 İskitler/ANKARA Tel: 0312 384 63 34-35 ————————————————————————————————
Basım Yeri: Ankara Basım Tarihi: 24.03.2010 ————————————————————————————————
TÜRK DEMOKRASİ VAKFI Ahmet Rasim Sok. No:27 Çankaya 06550 ANKARA Tel: 0.312 438 67 44 (pbx) F: 0.312 440 91 06 e-mail: tdv@demokrasivakfi.org.tr www.demokrasivakfi.org.tr Enstitü dergisinde yayımlanan yazılar, içerdikleri bilgiler ve yaptıkları değerlendirmeler bakımından yalnızca yazarlarını bağlar. “Enstitü Dergisi”nde yazılan yazılar kaynak gösterilmeden hiçbir şekilde izin almaksızın kullanılamaz, yeniden yayınlanamaz.
Enerjinin vazgeçilmez yaşamsal bir gereksinim olduğu günümüzde, ülkelerin yönetimini üstlenenler toplumun ihtiyaç duyduğu enerjiyi kesintisiz, güvenilir, zamanında, temiz ve ucuz yollardan temin edebilmek için doğru politikaları ve bunun neticesinde de en iyi planlamayı yapmak zorundadırlar. Bu planlamanın ardından, arz ve talep oranının dengede durabilmesi için dış ve iç gelişmeler doğrultusunda üretim ve tüketim dengesi dikkate alınarak rakamların güncellenmesi ve revize edilmesi gereklidir.
Yenilenebilir enerji kaynakları günümüz koşullarında fosil yakıtlara oranla daha pahalıdır. Ancak yerli kaynaklar olması bakımından yoğunluğuna bağlı olarak uzun vadede daha ucuz olma olasılığı çok yüksektir. Bu alana yapılacak yatırımlar desteklendiği ve arttığı takdirde hem dışa bağımlılık azalacak hem de kullanıcı açısından temiz ve ucuz enerjiye kavuşma olanağı sağlanacaktır.
Sonuç olarak, enerji politikalarımızın yeniden revize edilmeli, öz kaynaklarımız saptanmalı, atıl durumda bekleyen enerji kaynaklarımız devreye sokulmalı ancak tüm bunlara ek olarak enerji tasarrufu konusunda herkes üzerine düşeni mutlaka yerine getirmeli.
Editör...
S
iyasal ve toplumsal alanda özgürlük kavramı beraberinde daha karmaşık ve çok anlamlı tanımları ve tartışmaları getirir Genel kabulle bireylerin ifade özgürlüğüne sahip olduğu, düşüncenin serbest bir şekilde ifade edilebildiği, tüm vatandaşların kanun önünde eşit olduğu ve fırsat eşitliğine sahip olduğu, özel teşebbüsün özgürce faaliyet gösterip yatırım yapabildiği, serbest piyasa ekonomisinin tesis edildiği, hukukun üstünlüğünü, erklerin ayrılığını geçerli kılan şeffaf devlet modeline, toplumsal hayat düzenine ve sisteme liberal demokrasi denilmektedir.
Demokrasi okurken çok zevkli ama oynaması çok zor bir oyundur. Bu oyunu iyi oynayabilmenin için gerek duyulan donanımı ve altyapıyı kurmak son derece zordur. Toplumlar bazen böylesi altyapıyı kurduklarını zannetseler de bu oyunu gerçek anlamda sergilemek çok zordur.
2
Liberalizmde kişisel özgürlük ana prensiptir. Liberalizmin ekonomideki uzantısı olan serbest piyasa ekonomisi, ekonomik faaliyetlerin tam rekabet şartları içinde serbestçe yapılabildiği, ekonomik sorunların çözümünün devletin ekonomiye müdahalesiyle değil fiyat mekanizması aracılığı ile gerçekleştirildiği ekonomi olarak tanımlanır. Arz ve talebin fiyat oluşumlarında temel belirleyici olarak kabul edildiği bu tür ekonomilerde fiyat mekanizmasının iyi işlemesi zorunludur. İdeal serbest piyasa ekonomisinde üreticilerin ve tüketicilerin pazarda aynı şartlar
altında bulunduğu varsayılır. Pazara giriş ve çıkışlar sınırlandırılmamıştır. İdeal durumda üretim ile tüketim arasındaki bütün engellerin kalktığı bilgiye ulaşımın herkesçe eşit olduğu bir sistem olarak tanımlanır.
Serbest piyasa ekonomisinde üretim ve yatırım bireyin alacağı risktir. Devlet sadece bireyin önündeki rekabete aykırı unsurları gidermede devlet erkini kullanarak düzenleyici ve denetleyicidir. Birey, yapacağı serbest girişimin tüm riskini üzerine alır ve bu riskin karşılığında bir getiri beklentisi içindedir. Bu girişim ortamının yaratılabilmesi için rekabete aykırı hususların olmaması, piyasalara müdahalelerin olmaması ve fiyat yapılarının ekonominin gereğine göre arz-talep ilişkisi ile oluşması gerekir. İdeal bir serbest piyasa ekonomisinde bilgiye ulaşımda arzın ve talebin eşit şartlarda ve eşit imkanlarda olması gerekmektedir. Bireyin alacağı riskler ticari ve pazar riski olmalıdır. Ülke riskleri bireylerin kontrol edip yönetebileceği riskler değildir. Ancak Pazar riskleri de öngörülebilir olmalıdır. Aksi taktirde serbest piyasa ekonomisinden bahsetmek mümkün olmaz. Devlet, pazar ekonomisinin müdahalesiz çalışabilmesinin ortamı hazırlar. Enerji sektörü de sermaye yoğun, uzun vadeli yatırımlar gerektirir. Uzun vadeli yatırımlar için geleceği planlamanın ve yatırımcılara güven vermenin önemi yatsınamaz bir gerçektir. Türkiye, enerji gibi bir sektörde yolumuzu özel sektörden yana belirlemiş, sektörün gelişimini rekabete dayalı ser-
best bir piyasa yapısı olarak kabul etmiştir. Yatırımcıların risklerini hesaplayabileceği, ekonomik modellerde 20-30 yılı modelleyebileceği ve risk primini sayısallaştırabileceği bir ortam çok önemlidir. Enerji gibi, sermaye yoğun bir sektör için bu hususlar vazgeçilmez öneme haizdir. Enerji sektöründe yatırım kararı diğer hiçbir sektöre benzemez. Süreç çok boyutludur. Lisanslama ve mevzuata uyum, ürünün tedarik boyutu, birincil yakıtın sağlanması, imtiyaz sözleşmeleri, inşaat sözleşmeleri, işletme sözleşmeleri ve finansman boyutu, yoğun ve karışık kredi sözleşmeleri, kısaca çok karmaşık bir risk silsilesi ve risk değerlendirmesi bulunur enerji sektöründe. Risklerin hesaplanıyor olabilmesi için öngörülebilirlik ve güvenilebilirlik şarttır. Girişimci her zaman pazar riskini ve ticari riskleri hesaplar ve alırlar. Girişimcinin münferit olarak alamadığı risk ise ülke riskleri, regülasyon riskleridir. Yabancı yatırımcı özellikle devlet veya kurumları ile arasında imtiyaz sözleşmesi veya lisans boyutunda eğer şartlarını iyi belirlemişse uluslararası tahkime güvenerek bir pazara girebilir. Ticari bankalar çeşitli uluslararası finans kuruluşları, exim-bankalar ve benzeri kuruluşların ülke risklerini garanti etmesi ile projeleri finanse edebilirler. Ancak yerli yatırımcının zaten kendi ülkesinde yatırım yaptığı için ülke risklerini ve düzenleme risklerini değerlendirme ya da sayısallaştırma olanağı da yoktur. Kimisi istim sonradan gelir der ve siyasi baskı ile çözebileceğini varsayar, kimisi yapılan yatırımı çok karlı veya stratejik olarak katma değeri çok yük-
sek görür ve ülke riski ya da düzenleme risklerini göz ardı eder, kimisi zaten kısa vadeli bakıyordur ve almış olduğu imtiyazı veya lisansı satma çabasındadır. Bunun ötesinde sonradan önemli bir oranda değişebilecek ikincil mevzuatta ortaya çıkan düzenlemeler, kısa vadeli siyasi ve politik kararların gerek yabancı yatırımcılar, gerekse yerli yatırımcılar açısından tek çözüm yolu uzun ve meşakkatli bir yol olan adalete başvurmaktır. Ancak Türkiye’de adalet mekanizmasının çok hızlı ilerlememesi, uzun ve yorucu bir yol izlemesi yatırımcılar için caydırıcı olmaktadır. Enerjide politikalar uzun vadeli olmalıdır. Enerjide orta vade, 5-10 yıl uzun vade ise 1030 yıllık dönemlerdir. Halbuki siyasi iradelerin ömürleri seçim dönemleri ile sınırlıdır. Türkiye’nin uzun vadeli politika ve stratejilerinin devletin her kurumunun kendi hedeflerinden değerlendirmesini yapıp faydamaliyet analizleri ile ortaya koyduğu sonuçlardan sonra belirlenen kriterlerle şekillenmiş yol haritaları şeklinde olması gerekir. Genel kabul görmüş makro hedeflerin özellikle devletin karar verici mekanizmalarında herkes tarafından kabul görüp özümsenmesi gerekir. Bu nedenle Öngörülebilir, güvenilebilir ve sürdürülebilir enerji politikaları demokrasi oyununun enerji perdesinde çok önemlidir. Arif AKTÜRK
Türk Demokrasi Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi
3
DOSYA Jeotermal Enerji ve Demokrasi Prof. Dr. Mehmet fiENER
.............................6
Arama - Üretim Sektörünün Geliştirilmesi İçin Öneriler Türk Petrol Aramacılığı Tarihi Işığında
Nusret CÖMERT
.................................18
Nükleer Santraller Çare Mi? Nevzat fiahin
...................................24
Türkiye’nin Altın Geleceği İçin Çalışıyoruz TÜPRAG Madencilik
..............................32
Enerji Özelleştirmelerine Kısa Hukuki Bakış Ali ULUSOY
....................................38
Enerji ve Demokrasi Üzerine Hasan Ali ÇEL‹K
.................................42
Enerji ve Demokrasi İlişkisinin Türkiye’yi İlgilendiren Boyutları Osman COfiKUNO⁄LU
.............................46
Cumhuriyet’ten Günümüze Türkiye’de Enerji Politikaları Necdet PAM‹R
..................................50
DÜNYADAN
PAKİSTAN Parlamentosu .................................76 Hasankeyf
...................................84
Çağların İç İçe Girdiği Şehir
GEZİ
“Batman ekonomide, eğitimde, sosyal ve kültürel alanda bölgede örnek bir il olma konumundadır” Batman Valisi Ahmet TURHAN:
SÖYLEŞİ
....88
“Hedefimiz kentsel dönüşüm projesini bir an evvel hayata geçirmektir” Muş Belediye Başkanı Nectettin DEDE:
..................94
“Uyguladığımız Projelerle Farklı İnsanları Aynı Amaç İçin Biraraya Getirmeyi Hedeflemekteyiz” Bismil Kaymakamı Ali ÇELİK:
TANITIM
....98
Afyon Kocatepe Üniversitesi
...................106
Benal ARIMAN
.......................................112
ETKİNLİK /
Cumartesi Konferansları
Türkiye’nin İlk Kadın Milletvekili:
“Türkiye Amerika İlişkileri” “Siyasi Partiler ve Seçim Kanunlarında Değişiklik Önerileri”
KİTAP-KÜLTÜR SANAT
.........114
.................................116
DOSYA
Jeotermal Enerji ve Demokrasi Prof. Dr. Mehmet fiENER
G
Jeoloji Yüksek Mühendisi - Ni¤de Üniversitesi / msener@nigde.edu.tr
ünümüzde 6,5 milyar olan dünya nüfusunun 2100 yılına kadar 10 milyar’a ulaşması beklenmektedir. Yüz yıllık bir zaman diliminde yeni gelecek 4 milyar insanla birlikte tüm insanlar, en kaliteli beslenmeyi, en iyi eğitimi, en iyi sağlık koşulların, en iyi yolları, en iyi otomobilleri, en iyi televizyonları ve en iyi olan her şeyi isteyeceklerdir. Tüm bu istemlerin yanında ortalama yaşam süresi de 60 lar dan 80 li yaşlara çıkacak ve bu isteklerin karşılanması için; enerji üretim ihtiyacı katlanarak sürecek, doğal kaynaklar ve çevre aşırı kullanılacak, sorunlar daha da artacaktır. Yeni nüfus ve dağılımla birlikte tüm insanların karşısına çıkacak en önemli sorunların başında: temiz, ekonomik, depolanabilir enerji üretimi gelecektir. Bu bağlamda savaşlar dışında ilk kez bir krizle karşılaşan bilim adamları modern teknoloji konusunda katkı koymak zorunda kalarak “Fosil katı ya-
kıtların 21. yüzyılda da günümüz teknolojileri ile çevreye ve ekonomiye zarar vermeden enerji üretiminde kullanılıp kullanılamayacağı?” sorusuna yanıt aramaya başlamışlardır.
Sanayi devrimi ile birlikte 1850 li yıllarda fosil yakıt çağına giren insanoğlu, 20. yüzyılda önceki yıllara inat tükettiği enerjinin 10 katı enerji tüketerek, 21 yüzyılda da artan bir hızla tüketimini devam ettirmektedir. Gelişen teknolojilere bağlı olarak yaşamın her alanına giren enerji tüketimi; beraberinde konforu, gelişmişliği, hoyratlığı, kolaylığı ve 24 saatlik bir zaman dilimi olan bir günü mümkün olduğu kadar uzun kullanmayı sağlayarak enerji gereksinimi kat be kat artmıştır.
Artan bu gereksinim enerji hammadde kaynakları üzerinde değişik senaryoların yazılmasını getirmiş ve bu senaryolar içerisinde hammaddeye, hammaddenin bulunduğu ülkeye, o ülkenin bulunduğu coğrafyaya, o coğrafyada yer alan tüm ülkelere rol ve/veya roller verilmiştir. Bu bağlamda özellikle hammadde rolü; odun ve tezek gibi ilksel yakıt,
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
Yeni nüfus ve dağılımla birlikte tüm insanların karşısına çıkacak en önemli sorunların başında: temiz, ekonomik, depolanabilir enerji üretimi gelecektir.
kömür, bitümlü şeyl, asfaltit, petrol ve doğal gaz gibi fosil yakıt, jeotermal, hidrolik, rüzgar, güneş ve dalga gibi yenilenebilir, uranyum ve toryum gibi nükleer hammaddeler arasında dağıtılarak zamana ve zemine göre oynak bir şekilde sahneye konmaktadır.
Sahneye konulan rol ne olursa olsun zaman ve zemin ne gösterirse göstersin senaryonun baş aktörü o hammaddenin bulunduğu ülkenin jeolojik konumu ve yapısı olmaktadır. Tüm enerji hammaddeleri, içinde bulunduğu ülke jeolojisine bağlı olarak oluşmuş, gelişmiş ve korunmuştur. Jeolojiye inat herhangi bir enerji hammaddesi henüz insanlığın bilgi dağarcığında bulunmamaktadır. Yöresel jeolojik yapılara bağlı olarak kendiliğinden yeryüzüne çıkan ve kökeni bilinmediği için kutsal sayılan petrolün insanlar tarafından kullanımı M. Ö. 40.000 yıllarına kadar uzanmaktadır. Doğal asfalt (veya bitumen) birikintileri, petrol sızıntıları ve sıvı petrol özellikle İran Zağros dağlarında olmak üzere Orta Doğu’da geniş bir alanda bulunur. Kuzey Irak, Güney batı İran ve Ölü Deniz bölgesinde yaşayan eski insanlar bu mucizevi doğal kaynağı Neolithic dö-
nemde (M.Ö. 7000-6000) yoğun olarak kullanmışlardır.
Tarihte gerçek anlamda yapılan ilk petrol savaşı yine bulunduğumuz bu coğrafya da M.Ö. 312 yılında Suriyelilerle Araplar arasında “Ölü Deniz” ve/veya “Zift Gölü” asfaltları için yapılmıştır. M.Ö 312 de başlayan bu savaş(lar) günümüzde “DEMOKRASİ” adına halen sürdürülmektedir. İrili ufaklı çatışmaların yanı sıra, ülkelerin haritadan silinmesine kadar uzanan kanlı enerji savaşları demokrasiye inat 21’inci yüzyılda da sürdürülmektedir. Hızla tükenip azaldığı için kavgayı kızıştıran fosil kaynaklara inat akılcı kullanıldığı takdirde tüm dünya ya yetebilecek yenilenebilir enerji kaynakları her geçen gün önemini arttırmaktadır.
Enerji ve Demokrasi Ba¤lant›s›
Siyaset bilimcilerin hangi sistemin daha iyi işlediğinden çok hangi demokrasinin daha iyi işlediğini tartıştığı günümüzde sosyalist, liberal, muhafazakar vb görüş sahipleri farklı farklı demokrasi tarifleri yapabilmektedirler.
7
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
Bu farklı yaklaşımlara karşın; vatandaşların veya tüm üyelerin organizasyon veya devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimi olan Demokrasi, sadece devlet yönetim biçimi değil üniversite, kurum, sendika, dernek gibi sivil kurum ve kuruluşlarda da uygulanabilen bir yöntem olarak algılanmalıdır. Onurlu, eşit ve özgür bir yaşamın vazgeçilmez koşullarını ifade eden insan hakları günümüzde tüm dünyanın kabul ettiği evrensel, ahlaki bir değerler bütünü; adil, meşru ve uygar bir devlet ve toplum yönetiminin yani demokrasinin vazgeçilmez kriteridir. Bir başka açıdan, insan hakları insan onurundan kaynaklanan siyasi talepler olarak da ifade etmek mümkündür. Çünkü insan hakları bireyin bilhassa devlet karşısında ileri sürdüğü ve ondan ihlal etmemesini istediği haklardır (Uzak ve Altuntaş, 2007).
İnsanoğlunun dünyadaki diğer canlılardan temel farklılıklarından en önemlisi kültürel bir yaşam sürdürüyor olabilmesidir. İnsanoğlu yaşamını coğrafi veya meteorolojik koşullara bağlı kılmaksızın dünyanın her bölgesinde sürdürür. Bu durumda da her zaman enerjiye gereksinim duyar. Bu temel davranış biçiminden hareketle, gereksinim duyduğu enerjiyi kültürel düzeyine bağlı olarak üretir ve tüketir. Bu yaşam ve tüketim biçimleri onun için aynı zamanda yaşamsal bir zorunluluk haline dönüşür. Bu zorunluluğu yaşadığı çağdaki teknoloji düzeyi belirlemektedir.
8
Bu bağlamda, insan yaşamındaki vazgeçilmezliği ve sanayinin ana girdisi olan enerjiye ulaşma ve kullanma hakkı insan hakkı olarak kullanılması gereken bir haktır. İnsan yaşamı açısından son derece önemli olan ısınma, ulaşım, iletişim, bilişim ve aydınlanma alanlarında kullanılan ve tüm bi-
reylerin kullanımına açık olması ve kullanılmasının engellenemeyeceği bir ürün olan enerji ve üretildiği enerji hammaddeleri bulunduğu coğrafyada yaşayan bireyler için birer kamu malıdır. Kamu malı olarak kamu yararına kullanılması gereken enerji hammadde kaynakları ve bu kaynaklardan üretilen enerji, türü ve kullanım alanı ne olursa olsun insanların ve toplumun refah düzeyini, yaşam standardını arttırmak amacı ile kullanılmalıdır. Bu amaçla kullanımın sağlanabilmesi için enerji üretiminde kamu yararını koruyucu denetim ve sürdürülebilirliği sağlayıcı organizasyonlar özetle demokrasi işletilmelidir. Bu nedenle enerji ve demokrasi arasındaki bağlantı çok önemlidir. Ikinci dünya savaşından sonra gelişen teknolojilere dayalı olarak enerji üretim tekniklerindeki gelişmeler ve kaynak çeşitliliği ile haberleşme uyduları insanların günlük hayatını doğrudan etkileyerek, üretimden tüketime kadar olan tüm süreçlerde demokrasi kurallarının çalışmasını gündeme taşımış ve enerji sektöründe;
• Hammadde kaynak çeşitliliğinde demokrasi • Üretimde demokrasi,
• Tüketimde demokrasi kavramlarını ortaya koymuştur.
Her geçen gün yeni kavramların ışığında gelişen enerji sektörü; jeoloji, çevre, teknoloji, ekonomik, siyasi ve sosyal boyutları ile yönetilmesi gittikçe karmaşıklaşan bir durum kazanmaktadır. Bu karmaşıklığın önüne geçilebilmesinin yegane yolu planlama ve organizasyondur. Çünkü planlamanın olmadığı yerde belirsizlik, belirsizliğin olmadığı yerde ise anarşi gündeme gelmekte ve anarşinin yeşerdiği ortamlarda demokrasiden bahsetmek olanaksızlaşmaktadır.
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
Enerji sektörü bütüncül olarak ele alındığında ortaya çıkan taraflar: i. Enerji hammadesinin türü ve jeolojisi,
ii. Enerji üretimine yatırım yapacak yatırımcı, iii. Yatırımcılara kaynak aktaracak finans kuruluşları,
iv. Tüm bu bileşenlere mal ve hizmet üretecek firmalar, v. Enerji üretiminde işgücü, tüketiminde ise müşteri olan vatandaşlar,
erimiş mineral, çeşitli tuzlar ve gazlar içerebilen sıcak su ve buhar olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımlamaya ek olarak, bazı alanlarda bulunan “sıcak kuru kayalar” akışkan içermemesine karşın jeotermal enerji kaynağı olarak nitelendirilmektedir. Jeotermal akışkanı oluşturan sular meteorik kökenli olduklarından, yeraltındaki hazneler sürekli beslenmekte ve kaynak yenilenebilmektedir. Bu nedenle pratikte, beslenmenin üzerinde kullanım olmadıkça jeotermal kaynakların tükenmesi söz konusu değildir.
vi. Bu işlemlerin organizasyonu için gerekli yasama ve yürütme organlarıdır.
Yukarıdaki tanım ve saptamalar ışığında jeolojik dengeler jeopolitik baskılarla bozulmadığı sürece Jeotermal enerji yeni, yenilenebilir, sürdürülebilir, tükenmez, ucuz, güvenilir, çevre dostu, yerli ve yeşil bir enerji türüdür.
Jeotermal Enerji
Jeotermal Sistem: Jeotermal sistem, dört ana unsurdan oluflur (fiekil 1):
Ortaya çıkan bu tarafların sistemli birlikteliğinin sağlanması “ Demokrasi için enerji, Enerji için demokrasi” şeklinde özetlenebilir. Jeotermal enerji; yerkabuğunun çeşitli derinliklerinde anomali yaratacak şekilde birikmiş ısının oluşturduğu, sıcaklıkları sürekli olarak bölgesel atmosferik ortalama sıcaklığın üzerinde olan ve çevresindeki normal yer altı ve yerüstü sularına göre daha fazla
1. Isı Kaynağı
2. Rezervuar ve/veya hazne kayaç 3. Isıyı Taşıyan Akışkan 4. Örtü kayaç
İnsan yaşamındaki vazgeçilmezliği ve sanayinin ana girdisi olan enerjiye ulaşma ve kullanma hakkı insan hakkı olarak kullanılması gereken bir haktır. fiekil 1: Jeotermal sistemi oluflturan unsurlar.
9
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
Şekil 1 de şematik olarak gösterilen jeotermal sisteme ait unsurların kısa tanımlamaları ise aşağıdaki şekilde yapılabilir: Isı Kaynağı: Plaka hareketleri sonucu mantoda oluşan yersel veya bölgesel düzensizlikler mantoda ısı anomalileri oluşturur. Bu anomalilerin tektonik hatlar ve/veya kuşaklar boyunca yer kabuğuna ulaştığı noktalardaki ısı anomali zonları ve/veya sıcak noktalar (hot spots) jeotermal sistemler için ısı kaynağını oluşturur.
Jeotermal Rezervuar: İşletilmekte olan jeotermal sistemin sıcak ve geçirgen kısmını tanımlar. Jeotermal sistemler ve rezervuarlar; rezervuar sıcaklığı, akışkan entalpisi, fiziksel durumu, doğası ve jeolojik yerleşimi gibi özelliklerine göre sınıflandırılırlar. Örneğin jeotermal rezervuarda 1 km derinlikteki sıcaklığa bağlı olarak sistemleri iki gruba ayırmak olasıdır.
10
a) Rezervuar sıcaklığının 150°C’ dan düşük olduğu, düşük sıcaklıklı sistemler: Bu tür sistemler genelde yeryüzüne ulaşmış doğal sıcak su veya kaynar çıkışlar gösterirler.
b) Rezervuar sıcaklığının 200°C’ dan yüksek olduğu yüksek sıcaklıklı sistemler: Bu tür sistemler ise doğal buhar çıkışları (fumeroller), kaynayan çamur göletleri ile kendini gösterir. Jeotermal sistemlerin fiziksel durumlarına bağlı olarak sınıflandırılmaları durumunda, üç farklı rezervuar durumu tanımlanabilir. 1. Sıvının etken olduğu jeotermal rezervuarlar:
Rezervuardaki basınç koşullarında su sıcaklığının buharlaşma sıcaklığından daha düşük olduğu rezervuarları tanımlamakta kullanılır. Rezervuar basıncını sıvı su fazı kontrol etmektedir. 2. İki fazlı jeotermal rezervuarlar:
Rezervuarda sıvı su ve su buharı birlikte bulunmaktadır ve rezervuar basıncı ve sıcaklığı suyun buhar basıncı eğrisini izler. 3. Buharın etken olduğu jeotermal rezervuarlar:
Rezervuar basıncındaki akışkan sıcaklığı-
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
dolayısı ile atmosfere boşalımını önleyen geçirimsiz kayaçlardır.
S›n›fland›rma
Jeotermal kaynaklar bulundukları ülkelere göre; kökenlerine ve sıcaklıklarına göre sınıflandırılmaktadır.
fiekil 2: Dünya genelinde jeotermal kaynaklar›n kökensel da¤›l›mlar›.
nın suyun buhar basıncı eğrisi sıcaklığından daha yüksek olması durumunda bu tür rezervuarlar oluşurlar. Rezervuardaki basıncı su buharı fazı kontrol etmektedir.
Bir jeotermal rezervuarın fiziksel durumu ve kimyasal özellikleri zamana bağlı olarak değişiklik gösterebileceği gibi aynı rezervuar içerisinde de bir noktadan diğerine farklılıklar gösterebilir. Örneğin sıvının etken olduğu bir rezervuar, üretim sonucu oluşan basınç düşümünden dolayı, zamanla iki fazlı bir jeotermal akışkan durumuna dönüşebilir.
Isıyı Taşıyan Akışkan ve/veya Jeotermal Akışkan: Meteorik kökenli yağmur suları yeryüzüne düştükten sonra çatlaklı zonlardan süzülerek derinlerdeki ısı anomalisi etkisi ile ısınmış kayaçlardaki ısıyı süpürerek yüzeye, ekonomik anlamda erişilebilecek sığ derinliklere taşıyarak sistemin çalışan jeotermal akışkanı olur.
Örtü Kayaç: Jeotermal sistemlerin geliştiği alanlar üzerinde derindeki rezervuar zonda bulunan akışkan ve ısının yeryüzüne ve
Kökenlerine göre sınıflandırma: Bu sınıflandırmada Tip A dan Tip F ye kadar uzanan ve aşağıda kısaca özetlenen sınıflandırılmalar kullanılmaktadır. Tip A Magma ısıtmalı kuru sistem kaynaklar (Gayser)
Tip B Andezitik volkanizmaya bağlı kaynaklar (Filipinler, Endonezya, Orta ve Güney Amerika) Tip C Kaldera kaynakları ( Medicine gölü, Valles Kalderası, Yellowstone)
Tip D Sedimanter ortamlarda volkanizma ile ilişkili kaynaklar (Imperial Vadisi) Tip E Gerilme Tektoniği, Fay kontrollü kaynaklar (Great Baseni)
Tip F Okyanus ortası sırtı, bazaltik kaynaklar (Hawai, İzlanda, Azor Adaları)
Bu tiplere göre dünya genelindeki jeotermal kaynak dağılım yüzdelerine bakıldığında andezitik volkanizmaya bağlı Tip B türü kaynaklar % 52 lik bir oranla birinci sırada yer almaktadırlar (Şekil 2). Dünya genelinde kullanılan bu sınıflandırma bazında Şekil 2 den de anlaşılacağı üzere ülkemiz kaynaklarının kökeni hakkında herhangi bir yorum getirme olanağımız günümüz koşullarında bile olanaklı değildir. Sıcaklıklarına göre sınıflandırma: Ülkemizde de kullanılan ve jeotermal kaynakla-
11
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
rın sıcaklıklarına göre yapılan sınıflandırma ise: 1. Düşük Entalpili Sahalar (20-70 °C) 2. Orta Entalpili Sahalar (70-150 °C)
3. Yüksek Entalpili Sahalar (150 °C’den yüksek) olmak üzere üç gruba ayrılır. Yukarıda verilen sınır değerler ülkemizle birlikte birçok ülkede de kullanılmaktadır. Ancak jeotermal kaynak yönünden ülkemize göre daha yüksek entalpili (toplu ısılı) sahalara sahip olan bazı ülkelerde bu değerler yüksek tutulmaktadır.
Kullan›m Alanlar›
Jeotermal kaynak ısısına bağlı olarak elde edilen enerjiye dayalı kullanım alanları Tablo 1 de sunulmuştur.
Jeotermal Enerji ve Türkiye
Jeotermal enerjinin çok yönlü kullanım alanları göz önüne alınarak Dünya geneline bakıldığında;
Filipinler’de toplam elektrik üretiminin %27’si, Kaliforniya Eyaleti’nde %7’si, Papua Yeni Gine’de 56 MWe kapasiteli jeotermal elektrik üretimi yapılmakta olup, Altın Madenciliği İşletmesinin enerji ihtiyacının %75’i jeotermalden karşılanmaktadır. İzlanda’da toplam ısı enerjisi (şehir ısıtma) ihtiyacının %86’sı jeotermal enerjiden karşılanmaktadır. Elektrik üretimi açısından bakıldığında Dünyada jeotermal elektrik üretiminde ilk 5 ülke sıralaması:
A.B.D., Filipinler, Meksika, Endonezya ve İtalya olarak ortaya çıkmaktadır.
Tablo 1. Jeotermal Enerji Kullanım Alanları ISI (°C) 180 170 160 150 140 130 120 110
100 90 80 70 60 50 40 30
12
20
Kullanım Alanı
Yüksek konsantrasyon çözeltisinin buharlaşması, amonyum absorbsiyonu ile soğutma
Hidrojen sülfid yolu ile ağır su eldesi, Diyatomit kurutması Kereste, balık ve yiyeceklerin kurutulması Bayer’s yöntemi ile Aliminyum eldesi
Çiftlik ürünlerinin kurutulması (konservecilik) Şeker endüstrisinde kullanım ve tuz eldesi
Temiz tuz üretimi ve tuzluluk oranının arttırılması Çimento kurutulması
Organik maddelerin kurutulması Balık kurutma
Ev ve sera ısıtma
Soğutma (alt sıcaklık sınırı) Kümes ve ahır ısıtma
Mantar yetiştirme, Balneolojik banyolar Toprak ısıtma, kent ısıtma
Yüzme havuzları, fermantasyon Balık çiftlikleri
Elektrik Üretimi +
Isıtma
+
+
+
+ + + + + + + + + + + + +
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
Tablo 2. 1995-2005 yılları arasında Jeotermal kullanım oranlarındaki değişim Hacim Isıtma (Konut, Termal Tesis Vb.) Sera Isıtması
Elektrik Üretimi
Balneolojik Uygulamalar
1995
2005
1085 MWt
1348 MWt
2579 MWt
6798 MWt 1085 MWt
4158 MWt
9732 MWt (2007 yılı) 4911 MWt
% Artış 61
24
43
Yak. 350
13
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
Isıtmacılık açısından bakıldığında ise, Dünyada jeotermal ısı ve kaplıca uygulamalarındaki ilk 5 ülke sıralaması:
A.B.D, İsveç, Çin, İzlanda ve TÜRKİYE şeklinde gözlenmektedir.
Bu veriler ışığında dünya genelinde 19952005 yılları arasında jeotermal enerjiden yararlanma oranları giderek artmaktadır (Tablo 2). Türkiye’de kent ısıtmacılığına uygun kentler
Türkiye’de jeotermal olarak merkezi ısıtma imkanı bulunan bazı yerleşim birimleri;
14
Afyon, Akyazı, Aydın, Bademli, Balçova, Balıkesir, Balya, Bigadiç, Bolvadin, Buldan, Bursa, Denizli, Dikili, Edremit, Emet, Erciş, Erzurum, Gediz, Germencik, Güre, Havran, Havza, Hisaralan, Ilgın, Ilıca, İzmir, Karacasu, Kızılcahamam, Kozaklı, Kuzuluk, Nazilli, Sarayköy, Pamukçu, Pasinler, Reşadiye, Sakarya, Salavatlı, Salihli, Sandıklı, Seben, Seferihisar, Sındırgı, Sivas, Sorgun, Susurluk, Turgutlu, Yenice, Yozgat
Tablo 2 de görüleceği üzere her geçen gün daha fazla kullanılmakta olan jeotermal enerjinin kullanım alanları açısından ülkemiz değerlerine bakılacak olursa aşağıdaki durum ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’de elektrik üretimine uygun sahalar 1. Aydın-Germencik ......................(232 °C),
2. Denizli-Kızıldere........................(242 °C), 3. Manisa-Alaşehir-Kurudere........(184 °C)
4. Manisa-Salihli-Göbekli...............(182 °C) 5. Çanakkale-Tuzla ........................(174 °C) 6. Aydın-Salavatlı ...........................(171 °C) 7. Kütahya-Simav............................(162 °C)
8. İzmir-Seferihisar .........................(153 °C) 9. Manisa-Salihli-Caferbey ............(150 °C) 10. Aydın-Yılmazköy........................(142 °C) 11. İzmir-Balçova ..............................(136 °C)
12. İzmir-Dikili ..................................(130 °C)
Jeotermal Enerji ve Demokrasi:
Yukarıda jeotermal kaynak özelinde verilen kısa bilgiler ışığında genel anlamda enerji
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
kaynaklarının yeryüzündeki dağılımı, paylaşım savaşını coğrafi alana da yaymaktadır. Bu kaynaklara sahip bölgeler tarihin her aşamasında olduğu gibi, gelişmiş ülkelerin cazibe merkezi haline gelmektedir. Ortadoğu’nun olduğu kadar, günümüzde yaşanan Afganistan ve Irak krizinde de görüldüğü üzere, gelişmiş ekonomiler enerji yataklarını haiz bölgeleri denetim ve gözetim altında tutmak için politik olduğu kadar, gerektiği durumda askeri güç kullanmaktan da geri durmamaktadırlar. Bu anlamda dünyanın çeşitli bölgeleri ele alınacak olursa; Borç batağında gelişen krizlerin birleştirdiği Latin Amerika ülkelerinde, yeni enerji talepleri karşısında yeterli yatırımların yapılamaması ve/veya sermaye eksikliği, elektrik sektörünüde içine alacak şekilde birçok kamusal şirketin özelleştirilmesi yönündeki neoliberal baskılarla hükümetlerin genel anlamda fikir değiştirmelerine sebeb olmuştur. Enerji bütünleşmesi işlemleri 1994 yılında Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşmasının (NAFTA) imzalanması ile farklı bir yol izlemeye başlamıştır. NAFTA nın gelişimi ve Amerikan
pazarına kadar ulaşan imtiyazların Meksika içinde garanti edilmesi bölgedeki bütünleşme için yeni bir dinamik olmuştur. Böylece Güney Amerika daki bütünleşme sistemi olan MERCOSUR, NAFTA dan sonra gerçekleşmiş ve Orta Amerika Genişletilmiş Pazarı örgütlenerek Amerika daki serbest ticaretin genişlemesine sebeb olmuştur. Küreselleşme ortamında gelişmiş ekonomiler aralarındaki enerji kavgasını sürdürürlerken, kaçınılmaz olarak, gelişmekte olan ekonomiler de bu mücadeleden olumsuz yönde etkilenmektedir. Bu etkilenme, gelişmekte olan ülkelerin genellikle ağır borçlu konumda olması nedeniyle, bu sıkışıklıktan yararlanmak isteyen gelişmiş ekonomilerin söz konusu kaynaklara uzanma ve onları ekonomik değerlerinin çok altında ele geçirme arzuları artar. Gerek kaynağı ele geçirme, gerek enerji üretim santralleri kurma aşamasında gelişmekte olan ekonomiler gelişmiş ekonomilerin ciddi sömürüsü ile karşı karşıya gelmiş olabilirler Enerji politikası, kaynakların kullanımı, üretim biçimi vb gibi çok yönlü karar mekanizması ile ülke sanayileşmesinin plânlanmasında ve
15
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
Bir ülkenin enerji politikasına hakim olan güç aynı zamanda o ülkenin sanayileşme ve kalkınma politikalarına da hakim olabilir. Bu nedenle, enerji politikaları ulusal nitelikli olmak zorundadır.
uygulanmasında fevkalade önemlidir. Başka bir deyişle, bir ülkenin enerji politikasına hakim olan güç aynı zamanda o ülkenin sanayileşme ve kalkınma politikalarına da hakim olabilir. Bu nedenle, enerji politikaları ulusal nitelikli olmak zorundadır.
Bu bağlamda enerji kaynaklarının rezerv durumuna bakıldığında; Dünyanın toplam petrol rezervinin 165,8 milyar varil olup bunun % 65.3’ü Ortadoğu Ülkelerinde bulunduğu,
Dünyanın toplam doğal gaz rezervinin 155,1 trilyon m3 olup bununda % 55,9’unun Ortadoğu Ülkelerinde bulunduğu, Coğrafi olarak en yaygın fosil yakıtın kömür olduğu,
Ülkemiz için Türkiye Jeolojisinin sunduğu bir cömertlik olarak tüm bölgelerimize eşit olarak dağılmış Jeotermal kaynakların öne çıktığı bilinen bir gerçekliktir. Bu gerçeklik ülkemizde bulunan toplam konutların 1/10’u nu ısıtabilme ve 31500 MWt gücü ile küreselleşmeye inat yenilenebilir bir kaynak olarak: Balneoterapik açıdan insan sağlığını, 16
En soğuk koşullarda bile yüzme olanakları ile spor sağlığını,
Balık vb üretimlerde kullanılabilen su ürünleri çeşitliliğini, İklimlendirme olanakları ile gıda sektöründe ekonomikliği, Enerji üretimi esnasında çevre dostluğu,
Planlı kullanıldığında ısınmada ucuzluğu,
Taşınması ve/veya nakliyesinin diğer kaynaklara nazaran olanaksızlığı nedeni ile yerli oluşu,
Bulunduğu yerde kullanılabilmesi ve değerlendirilebilmesi nedeni ile yerelliği beraberinde getiren Jeotermal Enerji entegre kullanılabildiği ölçüde bulunduğu yöreden başlayarak ülke genelinde ekonomik canlanmayı ve istihdam olanaklarında artışı beraberinde getirmekte ve demokrasinin olmazsa olmazlarına bekleneni üzerinde katkılar koyabilmektedir.
Sonuç
Yer altı kaynak potansiyeli açısından son derece zenginiz. Yer altı kaynaklarımızın toplam değeri milyarlarca dolar eder. Zengin madenlerin fukara bekçileri olmayalım türünden söylemlerin her zaman geçerli olduğu ülkemizde jeotermal kaynaklarımızda ülke ekonomisini bir çırpıda düze çıkaracakmış havasında değerlendiriliyor. Mostra madenciliğinin bittiği ve/veya bite-
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
ceği gibi kaynak jeotermalciliğinin de bitebileceği kimsenin aklına gelmiyor. 1962 yılından bugüne kadar jeotermal kaynaklarımızın nasıl ele alındığı, neler yapıldığı ve neler yapılması gerektiği hakkında değerlendirmelerin yapıldığı çalışmalar son günlerde yapılanlar dışında sanki yok gibi. Vanaları açılıp elektrik üretiminin hemen yapılıvereceği ve ülkemiz enerji açığının büyük ölçüde karşılanacağı gibi söylemlerin arkasındaki sorunlar hiç tartışılmıyor veya tartışmalar dinlenmek istenmiyor.
Yıllardır beklenen yasa sonunda çıkarıldı. Çıkmış yasa çıkmamıştan iyidir gibi pembe tablolar çizmek mümkün iken yasa çıkmadan önce daha düzenli çalışabiliyorduk fikrine dönmek herhalde sadece ülkemize özgü bir paradoks olsa gerek. Jeolojik oluşum tiplerini bilmeden, kaynak ve faylara bağlı verilen sondaj lokasyonlarının artık tükendiği ülkemizde, jeotermal potansiyelimiz gerçekten yıllar önce kabaca
hesaplanmış olan 31500 MWt midir. Yoksa bunun altında veya çok çok üstünde midir?
Türkiye genelindeki tüm jeotermal sahalar tek modelli bir sistemde mi oluşmuştur? Yoksa her saha kendine özgü jeolojik koşullar ve unsurlara mı sahiptir?
Bu tür soruları sosyolojik açıdan demokrasi bağlamın da da sorarsak enerji-demokrasi bağlantısı açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu anlamda jeolojiye inat enerji üretimi ile demokrasiye inat enerji yönetimi kısa süreli başarıların sonunda varsıllığın ve bağımsızlığın kaybedilmesi ile sonuçlanmaktadır.
Bu ve benzeri sonuçlarla karşılaşmamak ve Şekil 4’te sunulan dünyanın gece görüntüsü içinde gündüzü yaşayabilmek için Akıl ve Bilim ekseninde jeolojik göstergelerin mühendislik parametreleri ile birleştirilmesi ve çok disiplinli ekip çalışmalarının çoğaltılması ile yerli enerji hammaddelerinin verimli kullanımı ve ehil insanların demokratik yönetimi ile mümkündür.
fiekil 4. Dünyan›n gece uydu görüntüsü. KAYNAKLAR
Uzak, A., Altuntaş, M., 2007. İnsan hakları nedir? Temel bilgiler ve Türkiye’de insan hakları alanında yaşanan gelişmeler. T. C. Başbakanlık yayını. 70 s.
17
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
Türk Petrol Aramac›l›¤› Tarihi Ifl›¤›nda
Arama - Üretim Sektörünün Geliştirilmesi İçin Öneriler
18
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
Nusret CÖMERT PETFORM (Petrol Platformu Derne¤i) Yönetim Kurulu Baflkan›
1
22 metre yüksekliği, 50 bin ton ağırlığıyla dünyanın ikinci büyük sondaj platformu unvanına sahip olan Leiv Eiriksson, 2009 yılının son saatlerinde İstanbulluların meraklı bakışları arasında İstanbul Boğazı’ndan geçerek Karadeniz’e giriş yaptı. Platform, Sinop açıklarında belirlenen noktada ilk sondaj operasyonuna Şubat ayının sonlarında başladı. Bu, ülkemizde yapılan ne ilk ne de son petrol sondajı. Cumhuriyet tarihimiz boyunca açılan her kuyu, ülkemizin aslında çok büyük petrol rezervlerine sahip olduğuna dair iddiaları yeniden gündeme getirmiştir. Kamuoyunda sıkça gündeme gelmesine rağmen, Cumhuriyet tarihimiz boyunca gerçekleştirilen petrol arama yatırımlarının maalesef çok sınırlı düzeylerde kaldığını gözlemliyoruz. Nitekim petrol aramacılığı tarihimiz, üretimimizin artırılmasının önündeki en büyük engelin, petrolün olup da çıkarttırılmaması gibi önyargıların yanı sıra hukuki altyapıdaki belirsizlik olduğunu örneklerle ortaya koymaktadır.
Petrol Aramac›l›¤›nda Dönüm Noktalar›
Cumhuriyetimizin kurulduğu 1923 yılından günümüze kadar geçen 87 yıllık süreci, arama – üretim sektöründe yaşanan gelişmeler ışığında 5 döneme ayırabiliriz:
1923 – 1954: Petrol üretimi, Cumhuriyeti kuran kadroların yakından ilgi gösterdiği konuların başında gelmiştir. 1925 yılında Hükümetin, Lüksemburglu petrol uzmanı Dr. M. Lucius’u getirterek bazı bölgelere ilişkin jeolojik araştırmalar hazırlatmasıyla atılan ilk adımı, 24 Mart 1926 tarihinde kabul edilen 792 sayılı Petrol Kanunu takip etmiştir. Kanun ile Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisindeki bütün petrol ve petrol bileşiklerinin tâbi olduğu madenlerin aranması ve işletilmesi hakkı Hükümete verilmiştir. Bu hakkın yürütülmesi amacıyla da 7 yıl sonra 20 Mayıs 1933 tarihinde yayımlanan 2189 sayılı kanun ile petrol aramacılığında ilk kamu kurumumuz olan Petrol Arama ve İşletme İdaresi kurulmuştur.
19
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
namamış, 6 ay sonra su oranının %98’e çıkmasıyla birlikte kuyudan üretim fasılalı olarak yapılmaya başlanmış, bir süre sonra da kuyu tamamen kapatılmıştır.
Resim 1: Petrol Arama ve ‹flletme ‹daresi’nin Saha Gezisi (1935)
Amerika’dan getirtilen sondaj makinesi ve personeli ile Ekim 1934’te açılmaya başlanan ilk derin kuyumuz Basbirin-1, herhangi bir petrol emaresine rastlanamayarak Haziran 1936’da 1.351 metrede terk edilmiştir. Bu ilk kuyudaki çalışmalar devam ederken teşkilat yapısında önemli bir değişikliğe gidilmiştir. 22 Haziran 1935 tarihinde yürürlüğe giren 2804 sayılı kanun ile Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA) kurulmuş, Petrol Arama ve İşletme İdaresi kaldırılarak Petrol Grubu Direktörlüğü adı altında MTA’ya bağlanmıştır. 1934 – 1940 yılları arasında Adana, Trakya ve Van bölgelerinde çeşitli arama faaliyetleri yürütülmekle birlikte herhangi bir sonuç alınamamıştır. Ülkemizde ilk petrol emaresine, 20 Nisan 1940 tarihinde Raman-1 kuyusunda 1.048 metre derinlikte rastlanmıştır. Ancak test üretiminde maalesef beklenen sonuç alı-
Cumhuriyet tarihinin ticari anlamda ilk petrol keşfi ise 1945 yılında açılan Raman-8 kuyusunda gerçekleştirilmiştir. Kuyudan bir yıl boyunca günde 4 – 5 ton üretim yapılmıştır. Bu üretim, rafinaj ihtiyacını da beraberinde getirmiştir. 1930 yılında İstanbul Beykoz’da kurulan, ancak vergi sorunlarından dolayı 1934 yılında kapatılan Boğaziçi Tasfiyehanesi’nin malzemeleri bölgeye getirilerek, 1942 yılında günlük 10 ton kapasiteli Raman Tecrübe Tasfiyehanesi kurulmuştur. Bunu 1948 yılında Batman’da kurulan günlük 200 ton kapasiteli yeni tesis, 1955 yılında da yıllık 330.000 ton kapasiteli Batman Rafinerisi takip etmiştir. Sonuç olarak, 1923 – 1954 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti devleti, petrolün ekonomik ve stratejik öneminin farkındadır ve dönemin kısıtlı imkanlarına rağmen arama – üretim çalışmalarına doğrudan devlet desteği sağlamıştır. Sermaye eksikliği, mevcut atıl ekipmanlar değerlendirilerek, bilgi birikimi eksikliği ise yabancı uzmanların doğrudan istihdamı ile aşılmaya çalışılmıştır. Ancak tüm bu çabalara rağmen yerli ham petrol üretimi maalesef düşük düzeylerde seyretmiştir. Tablo 1: Petrol Arama-Üretim Verileri (1923-1954)
Arama Kuyusu.........................................................37
Tespit Kuyusu.............................................................7 Üretim Kuyusu.........................................................13
Test Kuyusu ..............................................................19 Açılan Toplam Kuyu ...............................................76 Toplam Sondaj (metre).....................................76.402 Toplam Üretim (ton).........................................95.881
20
Resim 2: Cumhuriyet Gazetesi (3 May›s 1940)
Toplam Harcama (milyon TL) ...............................84
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
1954 – 1973: 1952 tarihli İsrail Petrol Kanunu’nu da hazırlayan Amerikalı hukukçu ve jeolog Max Ball tarafından kaleme alınan 6326 sayılı Petrol Kanunu, 16 Mart 1954’te Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Kanunun en önemli özelliği, arama – üretim faaliyetlerini yerli – yabancı özel sermayeye açmasıdır. Kanunla birlikte MTA Petrol Grubu Direktörlüğü’nün arama – üretim görevinin jeolojik istikşaf hariç yeni kurulacak tüzel kişiliğe (aynı gün kabul edilen 6327 sayılı kanun ile Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’na) devri öngörülmüş, kanunun uygulanması görevi de Petrol Dairesi Reisliği’ne verilmiştir. Sektörde sağlıklı bir rekabet ortamının geliştirilmesi için bir yandan kamu işletmesi ile idari karar alma mekanizması ayrıştırılmış, diğer yandan da TPAO ile yerli – yabancı özel şirketlere tamamen eşit yaklaşım sergilenmiştir. Vergi + Devlet Hissesi (Tax & Royalty) modelini esas alan kanunda Devlet Hissesi (Royalty) oranı üretime bağlı olmaksızın %12,5’le sabitlenmiştir.
Tablo 2. Petrol Arama – Üretim Verileri (1954 – 1973)
Açılan Toplam Kuyu (adet) .................................914 Arama Kuyusu (adet) ...........................................371
TPAO’nun Payı (%) .................................................63 Petrol ve Gaz Sahası Keşfi (adet) ..........................37 TPAO’nun Payı (%) .................................................48
Başlangıç * ve Bitiş Yılı Üretim Farkı (%)........+229 (*)1965 y›l›na kadar y›ll›k bazda üretim verileri olmad›¤› için bafllang›ç y›l› olarak 1965 y›l›n›n üretimi esas al›nm›flt›r.
Döneminin koşullarına göre gayet liberal bir ruha sahip olan Petrol Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle birlikte hem TPAO hem de özel şirketler önemli yatırımlar yapmış; 1969 yılında 3,6 milyon ton üretimiyle ülkemiz, tüketiminin %58’ini kendi öz kaynaklarından karşılar konuma gelmiştir. Arama – üretim sektöründe yaşanan canlanma, petrol piyasasına da yansımış; 1957 yılında Mobil – BP – California Texas – Shell ortaklığıyla Anadolu Tasfiyehanesi A.Ş. (ATAŞ), 1959’da da TPAO – California Texas ortaklığıyla İstanbul Petrol Rafinerisi A.Ş. (İPRAŞ) kurulmuştur.
Grafik – 1. Petrol Üretimi Trendi (1965 – 2005)
(*) 1965 y›l›na kadar y›ll›k bazda üretim verileri olmad›¤› için bafllang›ç y›l› olarak 1965 y›l›n›n üretimi esas al›nm›flt›r.
21
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
22
1974 – 1983: 8 Nisan 1973 tarihinde yürürlüğe giren 1702 sayılı kanun (Petrol Reformu), mevcut kanunda önemli yapısal değişikliklere yol açmıştır. Petrol Dairesi Reisliği, Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (PİGM)’ne dönüştürülmüş, kuyulara ilişkin ekonomik miktarda petrolü belirleme yetkisi PİGM’e verilmiştir. TPAO’ya üç önemli ayrıcalık tanınmıştır: Bakanlar Kurulu kararı ile kapalı bölgelerde petrol faaliyeti yapma, süresi sona eren sahalara yeniden başvurma ve işletme ruhsatnamesine konu sahaların müzayedeye çıkarılmadan önce TPAO’ya teklif edilmesi. Kanunun liberal ve rekabetçi yaklaşımından uzaklaşmasına neden olan bu değişikliklerin yanı sıra, o dönemde tüm dünyada artan petrol fiyatlarının aksine ülkemizde petrol fiyatlarının sınırlandırılması, özel şirketlerin yatırımlarında keskin bir düşüş yaşanmasına neden olmuştur. Petrol Reformu’nu takip eden on yıllık dönemin sonunda üretim 2,2 milyon tona, üretimin tüketimi karşılama oranı ise %27’ye düşmüştür.
Tablo 3. Petrol Arama – Üretim Verileri (1974 – 1983)
Açılan Toplam Kuyu (adet) ..................................836 Arama Kuyusu (adet) ............................................291 TPAO’nun Payı (%) ..................................................80 Petrol ve Gaz Sahası Keşfi (adet) ...........................25
TPAO’nun Payı (%) ..................................................72 Başlangıç ve Bitiş Yılı Üretim Farkı (%) .............- 33
1984 – 1991: 30 Mart 1983’te yürürlüğe giren 2808 sayılı kanunla Petrol Kanunu’nun bazı maddeleri değiştirilmiştir. Bu değişiklik kapsamında fiyat sınırlamasının kaldırılması ve piyasa fiyatı olarak dünya petrol fiyatlarının esas alınması, genel planda ülkemizde yaşanan dışa açılma ve liberalizm rüzgarıyla birleşince, özel şirketlerin yatırımları yeniden hız kazanmıştır. Petrol üretimi kısa sürede 2,5 katına çıkmış; 1991 yılında yakalanan 4,4 milyon ton ile tarihi rekorunu kırmıştır.
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
Bu dönem, petrol üretiminde tarihi zirvenin yanı sıra, enerji KİT’lerine ilişkin kapsamlı düzenlemelerin gerçekleştirildiği bir dönem olmuştur. İlk olarak 20 Mayıs 1983’te yayımlanan 60 sayılı İktisadi Devlet Teşekkülleri ve Kamu İktisadi Kuruluşları Hakkındaki Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile TPAO, Türkiye Petrol Kurumu’na bağlı bir ortaklık haline getirilmiştir. Ardından 18 Haziran 1984’te yayımlanan 233 sayılı KHK ile Türkiye Petrol Kurumu’nun varlığı sona erdirilmiş; TPAO da Anonim Şirket ve Bağlı Ortaklık statülerinden çıkarılarak %100 hissesi devlete ait bir İktisadi Devlet Teşekkülüne dönüştürülmüştür. Ayrıca Petrol Ofisi A.Ş. (POAŞ), Deniz İşletmeciliği ve Tankerciliği A.Ş. (DİTAŞ), Boru Hatları ile Petrol Taşıma A.Ş. (BOTAŞ) ve Türkiye Petrol Rafinerileri A.Ş. (TÜPRAŞ)’ın TPAO’nun bağlı ortaklıkları olması hükme bağlanmıştır. İstanbul Gübre Sanayi A.Ş. (İGSAŞ) da 1988 yılında TPAO’ya bağlanmıştır. (TÜPRAŞ ve POAŞ 1990, DİTAŞ 1993, BOTAŞ 1995, İGSAŞ ise 1998 yılında Bağlı Ortaklık statüsünden çıkartılmıştır.) 1992 – 2010: Son 18 yıldır özel sektörün arama – üretim yatırımları büyük bir hızla düşmüş; belli başlı yabancı şirketler sahalarını terk ederek ülkemizden ayrılmıştır. Bu süreçte petrol aramalarının yoğunlaştığı Güneydoğu Anadolu bölgesinde yaşanan terör olaylarının da katkısı olmakla birlikte, sorunun temelinde üç yapısal neden bulunmaktadır:
1) Hukuki Sorunlar: Petrol Kanunu’nun 56 yıldır aynı kalan hükümleri bile bazen ‘farklı’ yorumlanabilmiş, bu yorumlarla özel şirketlerin yatırımları sekteye uğratılmıştır. Kanun hükümlerinin ‘idari kararlar’la durdurulabilmesi, uluslararası arenadaki yatırımların temel belirleyicilerinden
biri olan ‘hukuki risk’in ülkemizde maalesef yüksek olmasına neden olmuştur.
2) Dünyada Yeni Sahaların Yatırıma Açılması: Uluslararası arenada şirketler, yatırımlarını Türkiye gibi hukuki ve jeolojik riski yüksek olan ülkelerden, Doğu Bloku’nun çöküşü sonrasında Orta Asya ve Hazar bölgesinde ortaya çıkan yeni sahalara yönlendirmiştir.
3) Yeni Yasal Düzenlemenin Gecikmesi: Sektörün hukuki altyapısını oluşturan 6326 sayılı Petrol Kanunu, yarım asır öncesinin sermaye ve teknolojik imkanları esas alınarak hazırlanmıştır. Bu gerçeğin yanı sıra, rafinajdan pazarlamaya, doğalgazdan iletime, arama – üretim haricindeki tüm piyasa faaliyetleri yeni enerji kanunları (Petrol Piyasası Kanunu, Doğalgaz Piyasası Kanunu…) çerçevesinde ele alındığı için güncellenmesi ihtiyacı doğmuştur.
Petrol Arama – Üretim Yat›r›mlar›n›n Art›r›lmas› ‹çin Öneriler
Her şeyden önce arama – üretim sektörüne yeni bir ‘ruh’, yeni bir ‘heyecan’ kazandırılması gerekmektedir. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı (ETKB) tarafından hazırlanacak uzun vadeli ‘strateji planları’ çerçevesinde kamu – özel işbirliğiyle büyük bir ‘atılım’ başlatılması uygun olacaktır. Bu strateji planları çerçevesinde gerek yurt içinde gerekse yakın coğrafyamızda ‘stratejik petrol yatırımları’ gerçekleştirecek Türk şirketlerine siyasi ve ekonomik destek sağlanmasının, TPAO başta olmak üzere tüm yerli petrol şirketlerimizin uluslararası arenada önünü açacağına, know-how ve sermaye birikimi sağlanması yolunda önemli bir ilerleme sağlayacağına inanıyoruz.
Yatırımların 56 yıllık bir kanunla canlandırılamayacağı aşikardır. En kısa zamanda
23
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
ETKB başkanlığı ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (PİGM) koordinasyonunda sektörün tüm paydaşlarının katılımıyla bir Çalışma Grubu oluşturulmalıdır. Bu grup, Ocak 2007’de TBMM’de kabul edilen ancak 4 maddesi yeniden görüşülmek üzere iade edilen ve o günden günümüze 3 yıldır TBMM gündeminde bekleyen 5574 sayılı Türk Petrol Kanunu üzerinde çalışmalı ve sektörün yapısal sorunlarını çözecek yeni ve güncel bir mevzuat oluşturulmalıdır. Yeni kanunda dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan biri, rekabetin sağlanması, gerçekten yatırım yapacak şirketlerin önünün açılmasıdır. Mevcut Petrol Kanunu’nda yer alan soyut kriterlere dayalı ‘sondaj mükellefiyeti’ uygulaması, ruhsatların aslında yatırım yapmayacak şirketler tarafından ‘kapatılma’sına neden olmaktadır. Bunun yerine, 5574 sayılı Türk Petrol Kanunu taslağında yer alan ‘İş ve Yatırım Programı’ prensibi korunmalı, şirketlerin her bir saha bazında program sunarak birbirleriyle rekabet etmesi sağlanmalıdır.
Mevzuat revizyonuna paralel olarak PİGM de, sektörün ihtiyaç duyduğu etkin bir yönetim ve denetim için idari ve mali açıdan güçlendirilmeli, organizasyonel açıdan uluslararası alandaki muadillerine benzer şekilde yeniden yapılandırılmalıdır. Yeniden yapılandırma çerçevesinde, çeşitli imkansızlıklardan dolayı halihazırda TPAO’da tutulmak zorunda kalınan PİGM arşivlerinin de, kurum bünyesinde oluşturulacak modern bir yapıya aktarılması gerektiğine inanıyoruz.
24
İdari yapıdaki revizyonun yanı sıra, sektördeki dışa bağımlılığımızın azaltılması hususunun da göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Ülkemizde arama – üretim sektörüne yönelik AR-GE faaliyetlerinin ye-
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
tersizliğinden dolayı Türk şirketleri, maalesef yurtdışından teknoloji, ekipman ve hizmet transferine mecbur kalmakta ve bu durum da maliyetleri yükseltmektedir. Bu sorunun uzun vadede çözümünün, kamu – özel – üniversite eşgüdümünde oluşturulacak ‘Yerli Petrol Sanayii Destekleme Fonu’ kanalıyla yerli AR-GE projelerinin desteklenmesi ve yerli ekipman ihracatının teşvik edilmesi olduğuna inanıyoruz.
Sektörün gelişimine katkıda bulunacak bir diğer adım da, jeotermal alanında dünyanın sayılı kaynakları arasında yer alan ülkemizin bu potansiyelinin çok daha etkin bir şekilde ekonomimize kazandırılması için Türk petrol şirketlerinin jeotermal yatırımlarına yönlendirilmesidir. Zira petrol ve jeotermal sondajları teknik açıdan çok benzer prosedürleri takip etmektedir. Petrol aramacılığı alanında edindiğimiz deneyim ve sahip olduğumuz ekipmanların jeotermal sondajlarında da kullanılabilmesi için bazı hukuki düzenlemeler yapılması gerekmektedir. Sonuç olarak, petrol aramacılığımızın tarihinde kısa bir gezinti bile, Petrol Kanunu’nda yapılan her liberal ve rekabetçi revizyonun üretim artışına, her devletçi revizyonun ise üretim düşüşüne yol açtığını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. 21. yüzyılın başında bizlere düşen görev, petrol zengini olup olmadığımız üzerinde yüzeysel tartışmalarla zaman kaybetmek yerine, sahip olduğumuz rezervleri ekonomimize kazandırma hedefi doğrultusunda rasyonel politikalar geliştirmektir. Resimler: 1-2: Halit Edip Özcan, “Foto¤raflarla Ulusal Petrol 19291954”, TPAO Arfliv ve Tarih Yay›nlar›, Ankara, 2006 Resim 4: Karakilise-2 Kuyusunda Sondaj Çal›flmas› (Diyarbak›r – 2009)
3:
Yeliz Erkoç ve Fatih P›nar, “Türkiye’nin Petrolü”, Atlas, Kas›m 2008
4:
Güney Y›ld›z› Petrol Arflivi
25
NÜKLEER ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
Santraller Çare Mi? NEVZAT fiAH‹N
Elektrik Y. Mühendisi, (EUAfi Nükleer Santralar Dairesi Eski Baflkan›), n.sahin@cinergroup.com.tr
D
ünya elektrik üretimine bakacak
olursak 2009 yılında %15’inin nükleer santraller tarafından karşılanmış,
ve bu üretimin 2/3’ün ise gelişmiş ülkelerden
ABD, Fransa, Japonya, Almanya, Rusya, ve Güney Kore tarafından karşılanmıştır.
Şubat 2010 itibari ile Dünyadaki nükleer santraların durumuna bakacak olursak (Tablo1):
Tablo 1’in
detayı incelenirse ABD’de 26
ünite yeni nükleer santral yapmak için baş-
vuruda bulunulmuş, Hindistan 2025 yılına
kadar 40.000MW(Türkiye’nin şu andaki
Tablo 1
Çalışan Nükleer Santral Sayısı:
Tesis aşamasındaki Nükleer Santral Sayısı
2015 Yılına Kadar İşletmeye Girecek Nükleer Santral Sayısı
Proje aşamasında olup 10 yıl içinde işletmeye girecek Nükleer Santral Sayısı Kaynak: World-nuclear.org
26
436 53 42
192
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
toplam kurulu santral gücüne eşit), ÇİN 2020 yılına kadar 30.000MW, Güney Kore 2022 yılına kadar 12 yeni nükleer santral yapmayı planlamış, nükleer programını durduran İngiltere ve İtalya tekrar nükleer yatırım programlarını başlatmışlardır. Dünyada “Nükleer Rönesans” diye adlandırılan bu geri dönüşün arkasındaki ana nedenler: • Petrol fiyatlarının varil başına 100 dolar yaklaşması ve beraberinde doğal gaz ve kömür fiyatlarını yukarı çekmesi fosil yakıtlardan elektrik üretimi daha pahalı hale getirmiş nükleer santral elektrik üretim maliyetleri kıyaslanabilir ve kabul edilebilir noktaya gelmiştir. • Elektrik üretiminde kullanılan doğalgaz ve kömür fiyatları belli ölçekte petrol fiyatlarına endeksli olması beklenmedik fiyat iniş çıkışlarına sebep olmakta, uzun dönemli yakıt fiyat istikrarı isteyen elektrik üretim sektörü için fosil yakıtlar önemli ölçüde güven kaybına sebep olmuştur.
• Fosil yakıt kullanılan santraların iklim değişikliği sebep olan karbon dioksit baca emisyonlarına konan(veya konacak) kotalar ve kısıtlamaların bu santralleri ileride oldukça pahalı tesisler olan karbondioksit tutma tesisleri kurmaya veya
karbon ticareti yolu ile karbon salınımlarını ödemeye mecbur edecektir. Karbon dioksit salınımlarının maliyeti kömür santralleri için kWh başına 3 eurocent civarında hesaplanmaktadır. Üretim Şirketlerini ileride karşıların çıkacak bu ek maliyetler yatırım planlarını değiştirmeye sebep olmuş ve kömür santralı yatırımları yerine karbondioksit salınımı olmayan nükleer santrallere yöneltmiştir.
• Dünyadaki kurulu nükleer santrallerin ortalama yaşı 25 olup bir çok nükleer santralde yenileme, ve ömür uzatma yatırımlarının başlayacak olması nükleer endüstrinin tekrar canlanmasına sebep olmuştur.
Ülkemizde Nükleer Santral yatırımı kararı alınmasında yukarıdaki hususlar etkili olmakla birlikte bu kararın alınmasında Ülkemize özgü bazı etkenler de vardır. Ülkemizde elektrik enerjisi ihtiyacı ekonomik kriz dönemleri hariç yılda %6-8 civarında artmıştır. Bunun anlamı her 10 yılda mevcut elektrik santralı kurulu gücünü iki misline çıkarmak gereğidir. Aşağıdaki TEİAŞ tarafından hazırlanmış elektrik enerji ihtiyacı projeksiyonu grafiklerinden görüleceği üzere 2018 yılına kadar 20.000.MW’tı aşkın elektrik santralı yatırımı yapılmak zorunluluğu vardır.
27
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
Grafik 1: Türkiye Elektrik Enerjisi Projeksiyonu 2009-2018 Kaynak: N.GENÇYILMAZ-G.VAROL TE‹Afi APK Dairesi WEC 2009 -11. ‹zmir Enerji Kongresi1
Buna karşın EPDK verilerine göre1 lisans almış ve 2013 yılına kadar işletmeye girmesi beklenen santraller iyimser senoryaya göre 11.200 MW kötümse senoryaya göre ise 9.050 MW’dır. Aşağıdaki tablodan da görüleceği üzere servise girecek bu santralarla artan elektrik talebini karşılamak mümkün görülmemektedir.
2014 yılından itibaren elektrik sisteminin üretim yedeği kalmamakta ve 2015’ten itibaren ise sistem yedeği negatife geçmektedir. Bunun anlamı 2014’ten itibaren elektrik sıkıntısının başlayacağı ve sanayimize büyük zarar veren elektrik kesinti ve kısıntılarının başlaması demektir.
Bu kadar büyük boyuttaki açığın küçük santralarla veya güvenilir üretimi olmayan yenilenebilir enerji santralleri(Rüzgar, güneş, hidrolik) ile karşılamanın güçlüğü ortadır. Bu çapta büyük ihtiyaç ancak büyük adımlarla tesis edilebilen büyük güçteki nükleer veya fosil yakıtlı baz yük santralleri ile karşılanabilir. Akkuyu ve Sinop için planlanan nükleer santrallerin her biri 5.000MW olup hızlı davranılırsa 2017’den itibaren üniteler devreye sokulabilir
Ülkemiz elektrik üretiminin %55’ yakını ithal yakıtla(doğal gaz, ithal kömür) ile üretilmektedir. Yukarıda da işaret edildiği üzere doğal gaz ve ithal kömür fiyatları petro-
Tablo 2
YIL
TALEP Milyar kWh
28
SİSTEM YEDEĞİ %
2009
2010
2011
2012
2013
2014
2015
2016
2017
2018
8,0
5,9
3,5
5,5
10,2
2,9
-3,5
-9,1
-15,6
-22,5
194
203
216
232
250
268
288
310
333
357
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
le endeksli olarak çok değişkenlik arz etmektedir ve son 3 yıl göstermiştir ki fiyat güvenilirliği olmayan yakıtlardır. Grafik 2’den de görüleceği üzere: • Nükleer Santrallerde yakıtın üretim maliyetleri içinde %10 civarındadır. Yakıt fiyatlarındaki dalgalanmalardan nükleer elektrik üretim maliyetleri diğer fosil yakıtlı elektrik santralleri gibi etkilenmezler.
• Yakıt fiyatlarının iki katına çıkması nükleer üretim maliyetlerini %5-10 gibi etkilerken bu maliyet artışları doğal gaz santralarında %70-80, kömür santrallerinde %30-40 olmaktadır
ğun, riskli projeler olup tesis terminindeki aksamalar yatırımcıya dayanılması zor ek finanssal yükler getirmektedir.Finlandiya’nın tesis etmekte olduğu 1500 MW OLKILUOTO 3 Nükleer Santralının tesisindeki 3 yıllık gecikme santral yatırım maliyetlerini %55 artırmıştır.
Nükleer Santraların Riskli yatırımlar olması başta ABD olmak üzere nükleer santral yatırımını teşvik etmek için:
- Projelere finansman sağlama, kredilere %100 devlet garantisi verilmesi, - Nükleer Üreticilerden toplanacak fonlara karşılık nükleer atık ve santralın sökme işinin devlet tarafından üstlenilmesi, - Vergi iadeleri,
- Nükleer projedeki gecikme risklerinin devletçe paylaşılması, - Lisanslama sürecinin gecikmeleri minimize edecek şekilde basitleştirilmesi gibi katkı ve teşvikler sağlanmaktadır. Grafik 2: Nükleer-Kömür-Do¤algaz Santrallerinin üretim girdi maliyetinin k›yaslanmas› (%)
Nükleer Santrallerin yukarıda sayıla avantajları yanında : • Tesis sürelerinin uzun olması (7 yıl)
• Rusya,Çin, Hindistan, Güney Kore gibi aktif nükleer santral yatırımı kesintisiz devam etmiş ülkeler dışındaki batı ülkelerinde nükleer yatırımların durduğu zaman diliminde alt imalatçı ve yüklenici ağının dağılması, kalifiye personelin başka sektörlere kayması nedeni ile kalifiye personel, imalatçı ve alt yükleniciler bulunmasında sıkıntı çekilmektedir. • Nükleer Santral Yatırımları kapital yo-
Nükleer Santral yatırımında dikkat edilesi gerekli diğer hususlar olarak:
- Santralın 1 ünite yerine 8 ünite aynı tip ve aynı imalatçıdan alınarak tesis edilmesi yatırımda %30 tasarruf sağlayacağı,
- Devletin elektrik alım garantisi vermesi ve lisanslı tesis yeri vermesi ve lisanslama işini üstlenmesi, kredilere devlet garantisi vermesi vb. gibi faktörler Yatırımcının Kredi Maliyetlerini ve yatırım maliyetlerini düşüreceği, - Daha yüksek verimi (%15-17 daha az uranyum kullanırlar-nükleer atıkları da %14 daha azdır) ve daha yüksek emre amadeliği olduğu için III.Nesil Nükleer Santrallerin yatırımda tercih edilmesi zikredilebilir.
29
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
Resim 1: ‹spanya’n›n Akdeniz K›y›s›nda Turistik Bölgeye Kurulmufl BARCELONA-1.087 MW VANDELLOS Nükleer Santral›
Bu konuda sonuç olarak söylenecek ve ülkemizin nükleer programında dikkat etmesi gereken noktalar konusunda ipuçları veren ÇİN-FRANSA Nükleer Anlaşmasıdır. Bu anlaşmaya göre: • Çin Fransa’dan III.Nesil 2 tane 1700MW nükleer santral alacak ve 2020’ye kadar planladığı 40.000MW’lık nükleer programını III.nesil nükleer santrallerle devam edecek,
• Taraflar nükleer reaktörlerin geliştirilmesi ve mühendisliği ile ilgili bir ortak şirket kuracak ve III.Nesil Nükleer Santral teknoloji transferi ve paylaşımı yapacaklar, ve kurulacak bu şirket bu reaktörlerin Çin’de pazarlamasını da yapacak • Nükleer Santralı temin eden Fransız şirketinin işletmekte olduğu Afrika’daki uranyum madeninin ömür boyu üretiminin %35’şini bu satış çerçevesinde Çin anlaşmayla kendisine bağlamıştır, 30
• Fransız Elektrik Şirketi EdF bu iki ünitelik nükleer santralı kuracak ÇİN’li üretim
şirketine %30 oranında ortak olacak,
• Nükleer Santralın imalatçı firması AREVA 2026 yılına kadar bu reaktörlere yakıt teminini garanti ederek yakıt sağlayacak, • Fransa tarafından kurulan mevcut Çin’deki Yakıt Montaj fabrikasına ilaveten ikinci bir yakıt fabrikasının kurulmasına Fransa katkıda bulunacak(6),
• Nükleer santralın bazı önemli parçaları belli bir program çerçevesinde ÇİN sanayi tarafından imal edilecek (Fransa zaten Avrupa’da tesis etmekte olduğu 2 nükleer santralin buhar generatörü, yüksek basınçlı pompalar vs.gibi önemli parçalarını Çin’de imal ettirmektedir.) Kaynak: 1) N.GENÇYILMAZ-G.VAROL TE‹Afi APK Dairesi WEC 2009 -11. ‹zmir Enerji Kongresi 2) The World Nuclear Industry Status Report 2009 (With Particular Emphasis on Economic Issues M.Scheider-S.Thomas-A.Froggatt-D.Koplow
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
‹lk Nükleer Santral ‹çin G. Kore ‹le ‹flbirli¤i Türkiye ile Güney Kore arasında Sinop’ta nükleer enerji santralı kurulmasına ilişkin işbirliği protokolü imzalandı. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, “3-4 aylık bir sürede bu anlaşmayı belli bir olgunluk seviyesine getireceğiz” dedi.
ENERJİ ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Sinop’ta nükleer güç santralı kurulması isteği ve kararlılığı içinde olduklarını ifade ederek, “2020 yılına kadar en az yüzde 10’lar seviyesinde bir nükleer güç santralını yakalamış olmamız lazım” dedi. Türkiye-Kore İş Forumu çerçevesinde Türkiye ile Kore arasında Sinop’ta nükleer enerji santralı kurulmasına ilişkin iş birliği protokolünün imza töreninde Yıldız, ulaşımdan, bankacılığa kadar bir çok sektörde işbirliği için birarada olduklarını anlattı. Bunlardan en önemlisinin nükleer enerji santralın kurulmasıyla ilgili işbirliği olduğunu dile getiren Yıldız, enerji çeşitlendirmesi çalışmalarında, Türkiye’nin enerji politikalarının önemli kalemlerinden bir tanesinin nükleer güç santrallarının kurulması olduğunu belirtti. Mersin Akkuyu’da Rusya Federasyonu ile geliştirmeye çalıştıkları bir işbirliği bulunduğunu da kaydeden Yıldız, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Aynı zamanda Sinop’ta nükleer güç santralı kurulması isteğimiz ve kararlılığımız var. Bunlardan en önemlisi Güney Kore ile geliştireceğimiz Sinop’taki nükleer güç santralının kurulmasıyla alakalı işlemdir. Çalışma gruplarımız kurulacak ve 3-4 aylık bir sürede bu anlaşmayı belli bir olgunluk seviyesine getirmeye çalışacaklar. Mutabık kalınması, ortak bir nokta bulunması halinde bir hedef fiyat uygulamasına ulaşılması halinde bu anlaşma daha da farklı bir düzeye çekilmiş olacak.” Güney Kore Tecrübesi
Yıldız, Güney Kore’nin nükleer güç santralları yapımıyla alakalı 40 yıllık performansının örnek
bir çalışma olduğunu vurgulayarak, Güney Kore’de 20 tane işletmede bulunan 8 tane de inşa halinde ve 2020’ye kadar toplam 40’a çıkarmak istedikleri nükleer güç santrallarıyla yüzde 5557’lik bir enerji portföyünü temin etmek konusunda önemli bir nokta yakaladıklarını kaydetti. Yıldız, “Bizim de 2020 yılına kadar en az yüzde 10’lar seviyesinde bir nükleer güç santralını yakalamış olmamız lazım” dedi. KEPCO Yapacak
Kore Bilgi Ekonomisi Bakan Yardımcısı Young Hak Kim de, Güney Kore’de elektrik üreten kamu şirketi KEPCO Firmasının son 30 yılda nükleer santrallar konusunda uzmanlaştığını söyledi. Kim, “Türkiye’de nükleer enerji santralı sisteminin tamamlanması için tüm gücümüzle çalışacağımıza söz veriyorum” dedi. Daha sonra Türkiye Elektrik Üretim A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Sefer Bütün ile Kore’nin elektrik üreten kamu şirketi KEPCO’nun Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Jun Yeon Byun arasında Sinop’ta nükleer santral kurulmasına ilişkin protokol imzalandı. Daha İyi Teklif Gelirse Ona Da Bakarız
ENERJİ ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Sinop’ta santral kurulması konusunda başka ülkelerden veya firmalardan da talep gelmesi halinde değerlendirileceğini söyledi. Yıldız, finans açısından, yapım açısından daha cazip, daha uygun teklifler gelmesi durumunda, eş zamanlı çalışılmak kaydıyla o firmaların tekliflerinin de değerlendiri-lebileceğini kaydetti. Yıldız, “Biz en az 8-10 bin megavatlık nükleer santralının oluşmasını istiyoruz. Bu hedefimize ulaşmak için hem Akkuyu’nun, hem de Sinop’un eş zamanlı olarak çalışmalarına başlanmalı” dedi Yıldız, “KEPCO’nun Türkiye’den mutlaka ortağı olacaktır, bunu önümüzdeki süreçte hep beraber göreceğiz” dedi. 31
tanıtım
Türkiye’nin ALTIN Geleceği İçin Çalışıyoruz TÜPRAG Metal Madencilik
32
T
üprag Metal Madencilik A.Ş. merkezi Kanada’da bulunan Eldorado Gold Madencilik Firmasının Türkiye’de kurulu şirketidir. Tüprag, Türkiye’de metalik maden aramaları ve işletmeciliği yapmak için 1986 yılında kurulmuş ve bu güne kadar aldığı yüzlerce maden arama ruhsatında arama yapmıştır. Söz konusu arama çalışmaları sonucunda, Uşak - Kışladağ ve Menderes -
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
Efemçukuru gibi önemli altın yataklarını bulmuştur.
Bulunan altın yataklarının bazıları şirketin yatırım ölçeğinin altında kalmış olup bazıları için ise yeni ilave arama çalışmaların yapılmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Kışladağ altın madeninde arama safhası tamamlanarak üretim safhasına geçilmiştir. Kışladağ altın madeni yıllık üretimi ile Avrupa’nın en büyük altın madeni konumundadır.
33
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
Tüprag, bu güne kadar yaklaşık 208 milyon dolarlık yatırımı gerçekleştirilen, Uşak Kışladağ Altın Madeninde Mayıs 2006 tarihinden itibaren altın üretimine başlamıştır. 2008 yıl itibariyle 5,8 ton altın üretimi gerçekleştiren şirketimiz 2009 yılında üretimini 7.4 tona çıkartmıştır ve 2008 yılında 19 milyon TL vergi ödeyerek Kurumlar Vergisi Türkiye sıralamasında 84ncü, Ankara sıralamasında ise 16ncı olarak kendisine yer bulmuştur ve önümüzdeki sene ilk 50 içerisinde yer almayı hedeflemekteyiz.
Avrupa’nın en büyük altın madeni ünvanını taşıyan Uşak – Kışladağ Altın Madeni’ni işletmekte olan Tüprag Metal Madencilik San. ve Tic. A.Ş olarak, İstanbul Sanayi Odasının 1968’den beri her yıl açıkladığı, Türkiye’nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu listesinde 2008 yılı itibariyle 250’nci sırada yer almış bulunmaktayız. Şirketimiz, İSO tarafından 2007 yılında açıklanmış olan aynı listede ise 425’ nci sırada yer almıştı. Ege Bölgesi Sanayi Bölgesi (EBSO) tarafından 2008 yılı için Ege’nin 100 büyük sanayi kuruluşunun açıklandığı listede 38. sırada bulunmaktadır. Ayrıca, Uşak Sosyal Güvenlik kayıtlarında düzenli ve en yüksek prim ödeyen şirketler sıralamasında Tüprag Metal Madencilik San. Ve Tic. A.Ş. birinci sırada yer almıştır.
Kışladağ Altın Madeni 2008 yılında 9 ay çalışmış ve bu rakamlara 9 ayda ulaşıldığı düşünürlürse, 2009 yılında ilk elli şirket arasına girebileceği ön görülmektedir. Şirketin amacı, ülkemye daha fazla hizmet etmek, daha fazla istihdam sağlamaktır.
34
Tüprag bulduğu madenleri, ulusal ve uluslararası çevre standartlarına göre işletip, Türkiye’de yatırım, üretim ve istihdama katkı sağlayarak büyümeyi hedeflemektedir.
Çevre Sorumlulu¤umuz
Madenlerimizin işletilmesi sürecinde uygulanacak çevre politikasının esası; madenin çıkarılacağı yerde çevre ile dost olarak, maden üretimini sağlamaktır. Bu bağlamda;
Proje aşamasında ve sonrasında çevreye; insanlara ve tüm canlılara, havaya, suya, toprağa yönelik olası etkileri önceden tanımlayıp, gerekli tedbirleri almak, bu etkilere karşı ulusal ve uluslararası standartlara uygun önlemleri en üst düzeyde alıp uygulamak temel amaçtır.
Çevre ve insan sağlığı ile ilgili parametrelerin düzenli olarak kontrol ve ölçümlerini yapıp, ilgili kurum, kuruluş ve bölge insanı ile paylaşmak suretiyle herkesin sağlıklı ve sürdürülebilir çevrede yaşamasını sağlamak şirketimizin çevre sorumluluk anlayışının vazgeçilmez prensibidir.
Çevre bilinci geliştirme çalışmaları çerçevesinde yapılan faaliyetlerde Kışladağ Altın Madeni Projesinde Eşme ilçesi girişinde 50 Ha’lık alanda 72.000 fidan dikilmiş ve bu fidanların üç yıl boyunca bakımı sürdürülmüştür. Bunun yanında maden alanı içerisinde 3000 fidanlık ağaçlandırma çalışması yapılmıştır. Ayrıca Kışladağ Altın Madeni çalışan personelinin kendi adlarına dikmiş olduğu fidanların bakımını üstlenerek bu projeye dahil olmuşlardır. Kışladağ Altın Madeni sahası içerisinde işletmenin kuruluş aşamasından itibaren üç ayrı sera bulunmaktadır. Bu seralarda Ladin, Çam, Selvi, Fıstık Çamı fidanları yetiştirilmekte, ayrıca tohumdan fidan üretme çalışmaları yapılmaktadır. Dikilen fidanların bakımı düzenli olarak yapılmakta, çevre köylerden hayvan gübresi ve ek olarak organik gübre kullanılmaktadır.
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
kök üzümden oluşan diğer bir bağ projesi daha planlanmıştır. Şirketimiz yöre insanı ile birlikte bir büyük aile olma iddiasındadır. Bu sorumluluğun gereği olarak bu güne kadar madenin çevresindeki köylerde aşağıdaki hizmetler gerçekleştirilmiştir : Yaklaşık 5 Milyon ABD $ tutarındaki Sosyal Projeler Uşak’ta yapılmış olan ağaçlandırma faaliyetlerinin yanı sıra, Ege Orman Vakfı ve Tüprag Metal Madencilik arasında yapılan protokol sonrasında İzmir ilinde de ağaçlandırma çalışmalarında bulunulmuştur. Protokol kapsamında 10.000 adet fidan dikilmiş, tesis edilecek ağaçlandırma alanının adı TÜPRAG ORMANI olarak belirlenmiştir. Fidanların 5 yıl süreyle bakımlarının yapılması, alanın tel örgüyle kapatılması, yangın emniyet ve ulaşım yollarının yapılması gibi faaliyetler Ege Orman Vakfı tarafından üstlenilmiştir. Ayrıca, TÜPRAG Metal Madencilik olarak, Efemçukuru Altın Madeni sahasında projelendirilmiş olan 25 dönümlük bir organik bağ oluşturulmuştur. Bu proje kapsamında 11.200 adet sertifikalı siyah üzüm fidanı dikilmiştir. 25 dönümlük bir arazide 16.000
- Proje alanı yakınında bulunan 9 köy ve bağlı bulunan 4 mahallesine içme suyu hattı sağlanmıştır.
- Gümüşkol, Söğütlü (Ulubey) ve Katrancılar,Bekişli (Eşme) köylerinin kanalizasyon şebekeleri inşaatları tamamlanmıştır.
- Ulubey Belediyesi İçme suyu şebekesi için 2 adet sondaj yapılmış, tüm bağlantıları sağlanmış, 1 adet trafo inşaatı tamamlanmıştır - Tam Donanımlı Sağlık Tarama Aracı Uşak İl Sağlık Müdürlüğüne hibe edilmiştir. - Eşme İlçesine Hemodiyaliz Merkezi yapılmıştır
- Eşme İlçesi girişine 72.000 fidanlık ağaçlandırma yapılmış ve 3 yıl bakımları üstlenilmiştir.
35
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
- Proje alanı civarında bulunan köy yolları asfaltlanmıştır.
- Eşme Belediyesi yol yapımına katkı sağlanmıştır. - Ahmetler Belediyesi yol yapımına katkı sağlanmıştır. - Ulubey Yüzme havuzu tesisine yeni bina yapılmıştır.
- Kışla Beldesi köyiçi yolları parke taş ile kaplanmıştır. - Hasköy (Ulubey) Beldesine foseptik tankı inşaatı yapılmıştır.
- Eşme ilçesine kamera güvenlik sistemi yapılmasına katkı
- Söğütlü Köyüne İmam Lojmanı yapılmıştır.
- Söğütlü köyüne 1 adet kullanma suyu sondajı yapılmıştır. - MASGE projesi için destek sağlanmıştır.
- Maden sahası yakınlarında bulunan okullara eğitsel ve görsel desteklerde bulunulmuştur - 3 adet yangın müdahale havuzu Orman Müdürlüğü için yapılmıştır.
- Eşme Öğrenci yurduna bağışta bulunulmuştur. - Ulubey’de 2400 öğrenciye diş fırçası ve macunu verilmesi
Kışladağ Altın Madeni projesi kapsamındaki istihdam ve satınalma faaliyetleri sonucunda direkt ve dolaylı olarak ortaya çıkacak ekonomik aktiviteler aşağıdaki makroekonomik faydalara yol açacaktır.
36
- Proje, ekonomik ömrü boyunca ülke ve il düzeyinde gayri safi yurtiçi hasıla artışı (GSYİH) sağlayacaktır.
- Proje ekonomik ömrü boyunca; ülke ve il genelinde devlet gelirlerinin artışına; dolasıyla, bu artış ile de yerel idarelerin gelirlerinin de artmasına sebep olacaktır. Ayrıca vergi alma yetkisine sahip yerel idareler gelirlerinde bu bağlamda bir artışla da karşılaşabileceklerdir. Her seviyede devlet gelirlerinin artması, devlet tarafından sağlanan hizmetlerin de iyileşmesine katkıda bulunabilecektir. - Proje ekonomik ömrü boyunca ülke genelinde ticaret ve ödemeler dengesinin güçlenmesini sağlayacaktır.
Madenlerimizi işletecek firmaların personel ve satın alma ihtiyaçlarını mümkün olduğunca proje alanının yakın çevresinden temin etme amacı bu etkinin özellikle yerel ve bölgesel seviyede kuvvetle hissedilmesine yol açacaktır. Bu iş imkanları halihazırdaki yerel istihdam şeklini değiştirerek, çevredeki bir çok hanenin gelir ve yaşam kalitesini olumlu yönde etkileyecektir. Yerel işçi istihdamının toplam iş gücünün %50’si ile %80’i arasında değişeceği planlanmaktadır. İşletilmekte olan Kışladağ Altın Madeninde tedarikçiler ile beraber 1000 kişiye yakın bir istihdam söz konusudur.
Projelerimiz sayesinde ortaya çıkan direkt ve dolaylı iş imkanları çevredeki yerleşimlerin de ekonomilerinin gelişmesine yardımcı olabilecektir.
Tüprag Metal Madencilik San. ve Tic. A.Ş. olarak kısa vadedeki hedeflerimiz arasında Kışladağ Altın Madeninde üretimi güçlendirmek ve Efemçukuru Altın Madeni Projesinde yasal prosedürleri tamamlamak yer almaktadır. Bunların yanı sıra yeni saha araştırmalarına devam edilecek ve ekonomiye, sektöre yeni işletmeler kazandırma hedefinde olacağız.
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
Enerji Özelleştirmelerine Kısa Hukuki Bakış
Ö
Prof. Dr. AL‹ ULUSOY Ankara Hukuk Fakültesi/alulusoy@gmail.com
zelleştirme kavramını dar anlamda algılarsak, kamu mülkiyetindeki arazi, bina, tesis, şirket hissesi, işletme hakkı, kullanım hakkı gibi maddi değeri olan bir varlık, eşya veya hakkın mülkiyetinin özel kişilere satılması, devredilmesi veya kiralanması anlaşılır. Geniş anlamda özelleştirme ise, buna ek olarak, bir faaliyetin kamu hukuku rejiminden çıkarılarak özel hukuk rejimine tabi tutulmasını, örneğin bir faaliyetin “kamu hizmeti” olmaktan çıkarılıp özel hukuka tabi bir ticari faaliyet haline getirilmesini ifade eder.
38
Özelleştirmeler 80’li yılların başından itibaren tüm dünyada sosyal refah devleti krizinin yarattığı bütçe açıklarının ve kamu ekonomisine ilişkin diğer sorunların çözülmesine yönelik mucizevi bir ilaç olarak algılandı ve uygulandı. Türkiye de bu küresel eğilime uyarak özelleştirmeleri devreye koymaya çalıştı. Ancak 2000’li yıllara gelindiğinde eski sosyalist Doğu Avrupa ülkeleri dahil tüm dünya özelleştirmeleri büyük ölçüde tamamlamış olmasına karşın Türkiye özellikle 90’lı yıllarda bu konuda yeterli adım atamadı. Gerekli bazı özelleştirmeler yapılamadı. Buna karşın bazı alanlarda gereksiz, ölçüsüz ve bilinçsiz özelleştirmeler yapılmaya çalışıldı. Makul bir denge tutturulamadı.
Enerji faaliyetlerini elektrik, doğalgaz, petrol/LPG olarak kabaca üç gruba ayırabiliriz.
Elektrik alanındaki özelleştirmeler, ÇEAŞ ve Kepez gibi daha önce yapılan bir-iki özelleştirmeyi ayrık tutarsak, 1984 yılında çıkarılan 3096 sayılı Kanun ile başlatıldı. Rekabetçi bir elektrik piyasası oluşturma düşüncesini gözardı ederek, yap-işlet-devret (YİD), yapişlet (Yİ), işletme hakkı devri (İHD) ve imtiyaz sözleşmeleri yoluyla özel şirketleri yetkilendirme yöntemleriyle elektrik üretimi, dağıtımı, ticareti hatta iletiminin kısmen özelleştirilmesini hedefleyen bu kanun ve ilgili diğer mevzuat 2001 yılına kadar fiilen uygulandı. Yaklaşık 20 yıllık bu dönemde elektrik üretiminde önemli sayılabilecek özelleştirmeler gerçekleşti. Gelinen noktada elektrik üretiminin yaklaşık %20’lik kısmı özelleşmiş durumda. Bu oran bundan böyle sürekli artacak. Ancak elektrik dağıtımına ilişkin özelleştirmeler birkaç kez denenmesine ve faaliyete geçirilmesine karşın, hukuki sorunlar nedeniyle yürürlüğe konulamadı. Temel nedeni ise Danıştay’ın bu özelleştirmelerde yatırımlara ilişkin hukuki altyapının iyi oluşturulamadığını düşünmesi ve böylece yargının bu özelleştirmelere vize vermemesi idi.
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
Bu arada, asıl nedeni elektrik özelleştirmelerini kolaylaştırmak olan 1999 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile, kamu hizmetlerinin özel kişiler tarafından özel hukuk sözleşmeleriyle de gördürülmesi konusunda kanun koyucuya yetki verilmek ve ayrıca, kamu hizmetlerinin özel kişilere kamu hukuku rejimine göre gördürülmesinde Danıştayın istişari yetkilerini sınırlamak ve bunlardan doğacak uyuşmazlıkları Danıştay’ı devre dışı bırakarak ulusal veya uluslararası tahkime götürmeye olanak vermek suretiyle özelleştirmeler hukuksal yönden kolaylaştırıldı. Ancak kamu hizmetlerinin özel kişiler tarafından özel hukuk sözleşmeleriyle de gördürülmesi konusunda kanun koyucuya yetki verilmesi ve bu yetki uyarınca 3996 sayılı kanun gibi bazı kanunlarda yapılan değişiklikler idare hukuku ve hatta tüm hukuk sistemimizde bazı derin yaralar açtı. Temel olarak benimsediğimiz Kıta Avrupası Hukuk Sistemi ve bu sistemin öngördüğü “idari rejim” ve kamu hukuku-özel hukuk rejimi ayırımı ile bağdaşmayan ölçüsüz ve bilinçsiz bu değişiklik yerine, kamu hizmetlerinin özel kişilerce yürütülmesinde Danıştayın istişari yetkilerini sınırlamak ve bunlardan doğacak uyuşmazlıkları ulusal veya uluslararası tahkime götürmeye olanak vermekle yetinilseydi, hem o zaman karşı karşıya kalınan yabancı yatırım sorunu çözümlenebilir, hem de hukuk sistemimizin yapı taşları ile oynanmamış olurdu. 2001 yılında çıkarılan 4628 sayılı kanun ile elektrik faaliyetleri rekabete açıldı. Elektrik hizmetlerinin görülüş usulü ruhsat (lisans) usulüne tabi kılınarak kamu hukuku rejimi
39
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
belli ölçüde tekrar devreye konuldu. Tüm elektrik faaliyetleri bağımsız bir idari otorite olarak kurulan EPDK’nın regülasyonuna tabi kılındı. Özelleştirmelerin ise genel özelleştirme kanunu çerçevesinde ÖİB tarafından yapılması öngörüldü. Elektrik alanında öngörülen bu yeni hukuki yapı daha sonra çıkarılan özel kanunlarla doğalgaz, petrol ve LPG alanları için de aynen benimsendi.
40
Bu bağlamda yeni hukuki yapı sonrasında elektrik dağıtımı ve üretiminde ÖİB tarafından yeni özelleştirmeler öngörüldü ve devreye konuldu. Özellikle elektrik dağıtımında büyük mesafe alındı. Ülkenin 21 dağıtım bölgesine bölünüp her bölgede dağıtım faaliyeti yapmada hukuki tekel hakkına sahip ayrı kamu şirketleri oluşturup bunların hisselerinin tamamının özel sektöre ihale ile satışı şeklinde kurulan modele göre, bu şirketler o dağıtım bölgesinde kamuya ait dağıtım tesislerinin işletme hakkını uzun bir süre elinde tutma konusunda TEDAŞ
ile imzaladıkları İHD sözleşmesine ve ayrıca o bölgede dağıtım yapma tekeline sahip olduklarına dair EPDK’dan aldıkları lisansa sahip bulunmaktalar. Bu modele göre yapılan bazı özelleştirmeler yürürlüğe girmiş olup (örneğin Ankara ve Sakarya-Bolu bölgeleri), diğer bazıları ise halen özelleştirme aşamasındadır.
Bu modelin zayıf noktası ise, İHD sözleşmelerinde TEDAŞ’a verilen yetkilerin adeta TEDAŞ’ı EPDK yanında ikinci bir regülasyon otoritesi yapma riski ile EPDK’nın dağıtım şirketleri üzerindeki regülasyon yetkilerindeki (özellikle tarife ve denetim/yaptırım regülasyonlarında) ileriye yönelik belirsizliklerin doğurduğu yatırım riskleridir.
Doğalgaz özelleştirmelerinde dağıtım alanında özelleştirmeler, BOTAŞ ve bazı belediyelerce yapılan dağıtım işinin özel sektöre devri ve ayrıca henüz doğalgaz gelmemiş olan yerlerde doğalgaz dağıtımının
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
EPDK’dan ihale yoluyla alınan lisanslarla özel şirketlerce üstlenilmesi yuluyla tamamlanma noktasına gelmiştir. Ancak dağıtım dışındaki alanlarda dikey bütünleşik yapısıyla halen sektörün en kilit oyuncusu olan BOTAŞ’ın büyük kısmının özelleşmesi (iletim hariç) kanunda somut olarak öngörülmesine karşın, fiilen gerçekleşmemiştir. Bu olgu, “acaba kanun koyucu mu uygulanamaz kanun çıkarmıştır, yoksa idari makamlar mı kanunu uygulamaya direnmiştir?” noktasından tartışmaya açık ilginç ve hukuki açıdan bir o kadar da dramatik görünmektedir.
Petrol alanındaki özelleştirmeler ise biraz daha farklıdır. Bu alanın dağıtım ve perakende satış (bayilik) bölümünde, elektrik ve doğalgazın aksine zaten uzun süredir özel sektör faaliyet göstermektedir. Petrol Ofisi’nin özelleşmesi de bu olguyu iyice perçinlemiştir. Ancak sektörü bütünüyle rekabete açan ye-
ni kanun sonrasında ithalat ve rafinajda tekel konumunda bulunan kamu şirketi TÜPRAŞ’ın ilki idari yargıdan dönerek başarısız olan iki girişim sonrasında özelleştirilmesi önemli bir dönüm noktasıdır.
Bu arada, henüz daha sektörü rekabete açan kanun çıkmadan “apar topar” ve yeterli rekabet koşulları sağlanamadan yapılmak istenen ilk özelleştirme girişimini iptal eden idari yargı mensuplarına ülke olarak yaklaşık 3 milyar dolar borçlu olduğumuz söylenebilir! Zira idari yargı tarafından iptal edilen ilk özelleştirmeden kısa süre sonra yapılan ve rekabet şartları sağlandığından yargının hukuka uygun bulduğu ikinci TÜPRAŞ özelleştirmesinde kamu bütçesi ilkine oranla yaklaşık 3 milyar dolar daha fazla gelir elde etmiştir. Ancak ne yazık ki bu “netameli” ilk TÜPRAŞ özelleştirmesinin sorumluları siyasetçi ve bürokratlardan hesap sorulamamıştır. Gerçek bir hukuk devleti olmak o kadar da kolay değilmiş anlaşılan...
41
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
Enerji ve Demokrasi Üzerine Dr. HASAN AL‹ ÇEL‹K
TBMM Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji, Komisyonu Baflkan›, AK Parti Sakarya Milletvekili
G
ünümüzde dünyada ve ülkemizde, gelişen teknolojiye bağlı olarak sosyal ve ekonomik kalkınmanın en önemli girdisi olan enerjiye, gün geçtikçe daha çok gereksinim duyulmaktadır. Uluslararası Enerji Ajansı (UEA), mevcut enerji politikaları ve enerji arzı tercihlerinin devam etmesi durumunda dünya birincil enerji talebinin 2007 - 2030 arasındaki dönemde yüzde
42
40 oranında artacağını açıklamıştır. Artan nüfusumuzun ve hızla gelişen ekonomimizin enerji ihtiyacı; rekabetin oluştuğu şeffaf bir piyasa ekonomisi ile sürekli, kaliteli, güvenli ve uygun maliyetlerle temin edilmelidir. Bu suretle temin edilen enerji, iş hayatında; rekabet ve ihracat kabiliyetinin geliştirilmesinde de belirleyici unsurdur.
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
Enerji sektörü politikamızda temel amaç; enerji piyasalarının işlemesi ve enerji arz güvenliğinin sağlanması, enerjinin etkin kullanımının ve tasarrufunun teşviki, yeni yenilenebilir enerji kaynaklarının teşvik edilmesi ile ülkemizin bölgesel ve küresel enerji ticaretinde söz sahibi olmasıdır. Bu enerji politikası hedeflerini gerçekleştirecek hukuki düzenlemeler Meclis ve Hükümetimizce yapılmış ve yapılmaya devam etmektedir. Enerji sektöründeki faaliyetlerin düzenli, hızlı ve etkin bir biçimde yürütülmesini sağlamak üzere, sosyo-ekonomik gelişmenin temel girdisi olan enerjinin üretimi, iletimi, dağıtımı ile tüketicilere kesintisiz ve güvenli olarak en ucuz maliyetle sunulmasına yönelik olarak yerli ve yabancı özel sektör yatırımcılarının ağırlıklı olduğu bir piyasanın oluşturulması, enerji piyasasına ilişkin bu güne kadar çıkarılan kanunların temel amacını oluşturmaktadır. Bu kapsamda, Elektrik Piyasası Kanunu, Doğal Gaz Piyasası Kanunu, Petrol Piya-
sası Kanunu, LPG Piyasası Kanunu , Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanun ve Enerji Verimliliği Kanunu ile arz güvenliğine ilişkin Elektrik Piyasası Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun yürürlüğe girmiştir.
Bu yasal düzenlemeler ile Ülkemiz, enerji sektöründe rekabete dayalı piyasaların oluşturulması stratejisi çerçevesinde, elektrik, doğal gaz ve petrol sektörlerinde sürdürülebilir bir büyümeyi temin edecek yatırım ortamının oluşturulmasına yönelik önemli aşama kaydetmiştir. Bilindiği üzere dünya petrol ve doğal gaz rezervinin yaklaşık yüzde 75’i Orta Doğu, Rusya ve Orta Asya ülkelerinde bulunmaktadır. Orta Asya’daki rezervler dünya enerji talebini karşılamada önemli bir alternatif kaynak olarak ortaya çıkmaktadır. Ülkemiz jeopolitik konumu ile Orta Doğu ve Orta Asya’nın üretiminin dünya pa-
43
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
zarlarına ulaşmasında hem bir köprü hem de bir terminal olma özelliğine sahiptir.
44
Hükümetimizce enerji alanında Ülke içerisinde yapılan çalışmaların yanında uluslararası enerji arenasında da Ülkemizin enerji arz güvenliği için yoğun bir enerji diplomasisi yürütülmektedir. Hükümetimiz, önemli bölgesel petrol ve doğalgaz projelerinde öncü rol oynamak suretiyle gerek ulusal arz güvenliğimizin sağlanması gerekse bölgesel ve küresel arz istikrarına katkı sağlayacak politika ve stratejiler yürütmektedir. Elektrik enerjisi arz güvenliğini sağlamak amacıyla ikili ve bölgesel enterkoneksiyonlara önem verilmektedir. Halen Türkiye’nin ve bölgemizin enerji ihtiyaçlarına çözüm olacak, Ülkemizin dünya arenasında önemli bir aktör konumunu sağlamlaştıracak enerji koridoru ve terminali anlayışını iyice kökleştirecek politikalar izlenmektedir. Bunlar; Doğu-Batı Enerji Koridorunun en önemli bileşenini oluşturan Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Ham Petrol Boru Hattı Projesi, Hazar Bölgesi ülkelerinde üretilecek doğal gazın Türkiye’ye, buradan da diğer Avrupa ülkelerine taşın-
masını öngören Hazar-Türkiye-Avrupa Doğal Gaz Boru Hattı Projesi, Türkiye- Yunanistan-Doğal Gaz Boru Hattı ile Güney Avrupa Gaz Ringi Projesi, Türkiye-Yunanistan Doğal Gaz Boru Hattının, Adriyatik Denizi’nden geçecek bir hat ile İtalya’ya uzatılması projesidir. 4/3/2010 tarihinde 5969 sayılı Kanunla onaylanması uygun bulunan Nabucco Projesi olarak da bilinen Türkiye-Bulgaristan-Romanya-Macaristan- Avusturya Hattı Projesi, doğal gazın Ürdün ve Suriye üzerinden Ülkemize ve Ülkemiz üzerinden de Avrupa’ya ulaştırılmasını hedefleyen Arap Doğal Gaz Boru Hattı Projesi, Irak-Türkiye Doğal Gaz Boru Hattı Projesi, Samsun-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı, Kuzey-Güney Enerji Koridoru’nun da ana öğesi olmak üzere tasarlanmıştır. Ayrıca, Katar ile Doha’da sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) alımına yönelik yürütülen çalışmalar ile elektrik iletim şebekemizin Avrupa iletim şebekesi (UCTE) ile senkron paralel çalışmasını temin etmek üzere çalışmalar yürütülmektedir. Yine İran ile doğalgaz anlaşmalarımız devam etmektedir. Bu projeler sayesinde ülkemiz uluslara-
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
rası petrol ve doğalgaz boru hattı projeleri ile uluslar arası enerji arenasının en önemli aktörlerinden biri olmuştur. Bu sayede Ülkemiz, taşıma yollarına sahip konumu ile enerji ticaretini kontrol altına almaya başlamıştır. Yaşanan tüm bu gelişmeler bizi son derece gururlandırmaktadır. Ancak, bu projelerde başarılı olunması enerji iletiminde enerji güvenliğini sağlamaktan geçmektedir. Uluslararası enerji arenasında daha fazla söz sahibi olabilmenin yolu güçlü devlet olmaktan geçer. Güçlü devlet olmanın yolu ise öncelikle ülke içinde milli birlik, beraberlik ve istikrardan geçer. Bir ülkede demokrasi tüm kurumlarıyla ne kadar iyi işlerse o ülke güçlü ülkedir. Vatandaşların geniş sivil ve siyasal haklara sahip olduğu, yönetim makamlarının serbest ve adil seçimlerle hukuk kurallarına dayanarak belirlendiği siyasal ortamlarda barış içinde ve umutla yol alabiliriz.
Ülkemizde demokrasinin tüm kurumları ile işlemesi için çalışıyoruz. Özellikle siyasal, ekonomik ve sivil hakların korunması için karar alma sürecine vatandaşlarımızın katılımına yönelik düzenlemeler yapıyoruz. Hükümetimiz, tüm vatandaşlarımızın hiçbir ayrım gözetmeksizin kendini Ülkemizin eşit ve özgür vatandaşları olarak hissetmesi temel amacından hareketle yıllardır çözümü ertelenen görmezlikten gelinen meselelerin üzerine azim, cesaret ve kararlılıkla gitmektedir. Hükümetimizce, milli birlik ve beraberliğimizi üniter devlet yapımızı, Cumhuriyetimizi ve demokrasimizi daha da kuvvetlendirmek amacıyla demokratik açılım süreci başlatılmıştır. Milli birlik ve kardeşlik projesi olan demokratik açılım süreci demokrasimizin standartlarını yükseltecek, terörü insanımız ve devletimiz için bir tehdit olmaktan çıkaracaktır. Bu sayede enerji politikaları ve projeleri amacına ulaşacak, enerji alanında yatırımlar hızla artacaktır.
Demokrasinin tüm kurumları ile işlediği Türkiye, uluslararası enerji arenasında da etkin söz sahibi ve bölgesinde hakim Türkiye demektir.
45
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
Enerji ve Demokrasi İlişkisinin Türkiye’yi İlgilendiren Boyutları
46
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
Osman COfiKUNO⁄LU CHP Uflak Milletvekili
G
ünümüzde enerji denince, öncelikli olarak petrol ve doğalgaz gibi kaynakları kullanmanın teknolojisinden çok jeopolitiği akla geliyor. Konuya ilgi gösteren ekonomistlerin ve siyasal bilimcilerin araştırmaları “doğal kaynakların laneti” kavramının ortaya atılmasına neden olacak sonuçlar içeriyor. Özetle, zengin doğal kaynakları olan ülkelerin önemli bir kısmı totaliter rejimle yönetiliyor; totaliter rejimle yönetilen ülkelerin önemli bir kısmı da zengin doğal kaynaklara sahip. Ayrıca, doğal kaynakları zengin ülkelerin ekonomik büyümelerinin de yetersiz olduğu görülüyor. Bu durum, doğal kaynaklarla demokrasi ve ekonomik büyüme arasında negatif bir neden-sonuç ilişkisi olduğu izlenimini veriyor. Yani, birisi çoksa öbürü az olduğu gibi bir tez yaklaşık yirmi yıldır siyasal ve ekonomik bilimlerin önemli araştırma konusu halinde. Doğal kaynaklar ile demokrasi ve ekonomi arasındaki ilişkiye odaklanan araştırmalar, enerji bağlamında daha çok doğalgaz ve petrol zengini ülkeleri kapsıyor. Ülkemiz ne doğalgaz ne de petrol kaynakları bakımından zengin. Fakat, doğal kaynaklar ile demokrasi ve ekonomi arasındaki ilişkinin bilinmesi ve doğru anlaşılması ülkemizi dört nedenle yakından ilgilendiriyor:
1. Enerjide %70 üzerinde dışa bağımlı olmamız nedeniyle, kaçınılmaz olarak uluslar arası enerji diplomasinin içinde yer alıyoruz. 2. Bor ve altın gibi değerli yeraltı zenginlikleri olan bir ülkeyiz ve bu kaynaklarımız çok uluslu firmaların odağında yer alıyor.
3. Yoğun enerji tüketicisi olan Batı ülkeleri ile yoğun enerji kaynaklarına sahip Ortadoğu ve Hazar havzası ülkeleri arasında bir jeopolitik konumumuz var.
4. Ulusal enerji ve doğal kaynaklar politikamız üzerinde ve bu politikaları belirleyen siyasi irade üzerinde etkin rol oynayan güç odaklarının rolünün ve demokrasimize etkilerinin anlaşılması gerekiyor.
Do¤al Kaynaklar ile Demokrasi ve Ekonomi ‹liflkileri
Doğal kaynakları zengin ülkelerin hepsinde de totaliter rejimler yok. Doğal kaynak zengini olup da totaliter rejimle yönetilenler ile demokrasiyle yönetilenler arasındaki farka bakılınca, bu farkı açıklayan en önemli unsurun demokratik kurumların niteliği olduğu anlaşılıyor. Yani, demokratik kurumların güçsüz ve niteliksiz olduğu ülkelerde, sadece parlamenter sistemin olması demokratik ortamın
47
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
oluşması için yeterli değil. Demokratik kurumların güçlü ve nitelikli olduğu ülkelerde ise doğal kaynaklar zengin olsa da totaliter rejim görülmüyor. Doğal kaynakların demokrasiyi ve ekonomiyi nasıl etkileyeceğini belirleyen bir diğer önemli unsur da, beşeri sermayenin gücü ve niteliği.
Dolayısıyla, bilimsel araştırmaların sonucunu şöyle özetleyebiliriz: Bir ülkede demokratik kurumlar ve beşeri sermaye güçlüyse, niteliği de yüksek ise, o ülkede zengin doğal kaynaklar demokrasiyi ve ekonomiyi destekler.
Enerji kaynaklar› ve Demokrasi ‹liflkisi
Doğal kaynaklar konusundaki yukarıdaki sonucu enerji kaynakları için de aynen tekrarlamak mümkün. Spesifik olarak enerji zengini ülkelerde demokrasinin durumunu araştıranlar, hangi unsurların belirleyici olduğu konusunda önemli sonuçlar elde etmiştir. Bu sonuçları kullanarak, enerji zengini ülkelere komşu olan ve enerji bağımlısı olan ülkemizi özellikle ilgilendiren etkiler olarak aşağıdakileri sıralayabiliriz:
• Rant etkisi: Yüksek rantların söz konusu olduğu enerji sektörünün güçlü aktörleri, bir ülkenin yönetiminde etkin olabiliyorlar. Bir yandan maddi güçlerini kendilerini koruyanları desteklemek için harcarken, ayni aktörler maddi olanaklarını, ulusal çıkarları savunan sivil toplum örgütlerini ve siyasileri etkisiz kılmak hatta tasfiye etmek için de kullanabiliyorlar. Bu etki, totaliter rejime yol açmasa da, demokrasinin işlemesini, özgür tercihlerin oluşmasını önleyen bir unsurdur.
48
• Yoksulluğu istismar etkisi: Gelir dağılımının bozuk olduğu, yoksul kesimin çaresizlik düzeyinde ve eğitimsiz olduğu ülkelerde, enerji sektörünün güçlü aktörleri yoksullara sağladıkları küçük yararlarla, kendilerinin
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
büyük çıkarlarını –ulusal çıkarlarla çelişse bile– koruyabiliyorlar. Hatta, işsizliğin yoğun olduğu ülkelerde, az ücretle istihdam sağladıkları kitleyi, ulusal çıkarları savunanların karşısında ve kendi yanlarında tutabiliyorlar. Böylesine bir baskının olduğu ortamda demokrasinin işlemesi ve özgür tercihlerin oluşması zor veya imkansızdır.
• “Fakir zengin yaşar” sendromu: Beşeri sermayenin ve yerli enerji teknolojilerinin geliştirilmesine yönelik yatırım büyük kaynaklar gerektirir. Oysa, pahalı da olsa, güvenilir olmasa da, ithal enerji kaynaklarının taksitli ödemelerini karşılamak, uzun vadede daha pahalı olsa da, kısa vadede daha kolay olabiliyor. Hatta, ülkemizin doğalgazda diğer bazı ülkelerle yaptığı “al ya da öde” anlaşmaları nedeniyle, kullanmadığımız enerji için bile ödeme yapılması kabul edilebiliyor. Fakat, güneş, rüzgar, jeotermal gibi yenilenebilir ve temiz enerji kaynaklarının kullanılmasını teşvik için kaynak ayrılmıyor. Bu düzenden memnun olanlar, ekonomik güçlerini düzenin devamı için kullanırken, muhalifleri etkisiz kılabiliyor.
• “Öğrenilmiş çaresizlik” sendromu: Üretici olmadan tüketici olmak, teknoloji üretmek yerine teknolojiyi kullanmak gibi görüşlerin geçerliliği yönünde kamuoyu oluşturmak için gerekli propaganda yapılarak, koşullandırılmış ve kabullenmiş bir toplum yaratılabiliyor. Böylece, zaten zor olan değişim için gerekli demokratik kitle hareketi etkisiz kılınabiliyor.
Sonuç
Enerji kaynaklarına ilişkin politikaların küresel ölçekte bir güç kavgası olarak yürüdüğü dünyamızda, ülkemizin de bu güç kavgasından etkilenmesi kaçınılmaz. Enerji sektörünün güçlü aktörlerinin kamuoyu oluşturmak, ülke yönetimini etkilemek ve çıkarlarına dokunanı etkisiz kılmak için ellerindeki müthiş maddi olanaklar karşısında, toplumun demokratik tercihlerinin özgürce oluşmasını sağlamak için ulusal ve toplumsal çıkarları savunan sivil toplum örgütlerinin kamuoyunu bilgilendirme ve bilinçlendirme yönünde güçlü bir çaba göstermesinden başka seçenek yoktur.
Demokrasi, sadece 4-5 yılda bir seçim yapmak değildir. Demokrasi, sadece çoğunluğu ele geçiren siyasi partinin mutlak yönetimi de değildir. Demokrasi, ekonomik ve siyasi baskılardan arınmış özgür tercihlerin oluşabildiği toplumsal ve kültürel bir ortam gerektirir. Böyle bir ortam, küresel bağlamda en önemli rant kaynağı olan enerjiyi kontrol eden güçlü aktörlerin çıkarları ile çelişir.
Bu çelişkiyi barışçı bir şekilde çözümlemek için bir kazan-kazan formülü üretmek gerekir Gelir dağılımının bozuk, yoksul ve işsizin yoğun, demokratik bilincin zayıf olduğu ülkemizde, böyle bir formülü üretebilecek karar mekanizmalarının, siyasetin ve kurumların bağımsız ve güçlü olması gerekiyor. Bu da ancak ulusal ve toplumsal çıkarları savunan sivil toplum örgütlerinin güçlenmesi, etkin katılımcılığı ve baskısı ile mümkün. Demokrasilerde başka bir çare, başka bir seçenek yoktur.
49
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
Cumhuriyet’ten Günümüze
Türkiye’de Enerji Politikaları NECDET PAM‹R
Dünya Enerji Konseyi Türk Milli Komitesi Yönetim Kurulu Üyesi
Ü
lkelerin toplumsal gelişimlerinin sürükleyici unsurlarının başında, enerji kullanımı gelmektedir. Enerji kaynakları; günlük yaşamımızın, enerji ve sanayi ürünleri üretimimizin en önemli ve yaşamsal girdileridir. Bu nedenle de ülkenin ve enerji alanının yönetimlerini üstlenenler, toplumun ve ekonominin gereksinim duyduğu enerjiyi kesintisiz, güvenilir, zamanında, temiz ve ucuz yollardan temin etmek ve gerek en uygun fiyatlarla sağlayabilmek ve gerekse enerji arz güvenliği açısından da bu kaynakları mutlaka çeşitlendirmek zorundadırlar. Klasik enerji kaynakları ve geri kalmış teknolojilerin doğal çevrede geri dönülmez tahribatlara yol açmaması ve halkın en temel haklarından biri olan enerjiye erişiminin en uygun koşullarda temini içinse, “sürdürülebilir kalkınma” kavramı gündeme gelmiştir. Buna paralel olarak da gelişmiş toplumlarda, yalnız enerji kaynağı teminini ve enerji üretimini temel alan planlamaların yerini, enerji-ekonomiekoloji dengesini (3E) özenle gözeten planlama anlayışı ile, kaynak çeşitliliğini ve jeopolitik gerçekleri dikkate alan enerji güvenliği modelleri almaya başlamıştır.
50
Enerji politikaları belirlenirken dikkate alınması gereken öncelikli hususlardan biri de, ülkenin enerji kaynakları potansiyelinin, sağlıklı ve bilimsel olarak belirlenmesidir. Ülke enerji kaynakları potansiyelinin saptanmasından sonra; söz konusu kaynakların nasıl ge-
liştirileceği, yerli ya da yabancı özel sektörün hangi alanlarda katkısına gereksinim olduğu, ithalatın gerekli olup olmadığı gibi konularda strateji geliştirilebilir. İthalatın kaçınılmaz görüldüğü veya dönemsel olarak kullanılması gereken koşullarda ise; kaynak çeşitliliği, enerji politikasının en önemli gerekliliklerinden biri olarak dikkate alınmalıdır.
Enerji politikalarının yaşamsal bir gerekliliği de, enerji talep tahminlerinin sağlıklı yapılmasıdır. Enerji talep tahminlerinin dayandırılması gereken temel parametrelerin başlıcaları; ekonomik büyüme (sermaye birikimi, istihdam, iş veriminde artış, vb), nüfus (çoğalma oranı, göç, etkin çalışan nüfus, vb), enerji fiyatları, teknolojik gelişmeler, enerji politikaları (vergi politikaları, teşvikler, vb) ve enerji tasarrufuna yönelik tüketici davranışlarıdır. Bunların bilimsel ve gerçekçi yöntemlerle öngörülmesi ve gerek dünyadaki ve gerekse ülkedeki gelişmeler doğrultusunda, sürekli güncellenmesi ve gerektiğinde revize edilmesi ise, doğru bir enerji politikasının ön koşuludur.
Enerji politikalarının belirlenmesi sürecindeki en yaşamsal gerekliliklerden bir diğeri, son yıllarda ülkemizde devre dışı bırakılmış olan planlamadır. Planlama; gereksinime yönelik olarak; kaynakların, üretimin ve tüketimin düzenlenmesidir. Bu düzenleme, tüketimin doğru tahmini ve bu tahmine uygun üretimi sağlayacak tesislerde kullanılacak enerji ve fi-
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
nans kaynaklarının saptanmasıyla olanaklıdır. Özellikle elektrik enerjisinin depolanamaması, bu enerjinin ne eksik ne fazla; ancak zamanında, kesintisiz ve makul bir yedek kapasite ile üretilip, tüketilmesini zorunlu kılmaktadır.
Enerji sektörü, stratejik bir sektördür. Dünyadaki paylaşım savaşları ve işgallerin en temel nedenlerinin başında, doğal kaynakların ve bunların taşıma yollarının ele geçirilmesi, ticaretinin kontrolü savaşımı yatmaktadır. Bu nedenle, enerji politikaları, güvenlik politikalarıyla, dış politikayla ve bunların yanı sıra; ulaştırma, sanayi, teknoloji, tarım ve diğer birçok sektörü biçimlendiren politikalarla entegre ve planlı bir biçimde belirlenmelidir.
2. Dünyadaki Bafll›ca Enerji Aktörleri
Cumhuriyet’ten günümüze ülkemizdeki enerji politikalarını, uygulamalarını ve mevcut durumu ortaya koyabilmek için, aynı dönemde küresel ölçekteki politikaları ve gerek büyük devletlerin ve gerekse ulus-üstü şirketlerin temel davranış kalıbı ve dayatmalarının gelişim sürecinin anlaşılması açısından büyük önemi vardır. Zira gelişmekte olan birçok ülkede olduğu gibi, ülkemizde de bu davranış kalıbı ve dayatmalar büyük oranda etkili olmuştur. Özellikle, Sovyetlerin dağılmasından sonra daha da yaygınlaşan neo-liberal politikalar ve bu politikaların ayrılmaz parçaları olan özelleştirme ve serbestleştirme uygulamaları, ülkemize de, Dünya Bankası/Uluslararası Para Fonu aracılığı ile dayatılmıştır. Bu uygulamalar, enerji sektörümüzün mevcut kaotik yapısının temel belirleyicileri olmuştur. “Reform” adı altında sunulan bu politikalar yalnız enerji sektöründe değil, diğer alt yapı hizmetleri alanlarında da yaşanan özelleştirme sürecinin kuramsal dayanakları olmuş ve bu uygulamalar yeni liberal düşünce okulla-
rına (Friedman, 1982, Hayek: 1960) dayandırılmıştır. Medyanın desteğini de alarak özelleştirme ve serbestleşme uygulamalarının tartışmasız olarak kabul edilmesi gerektiği öne sürülürken; kamudaki yolsuzlukları, verimsizliği önleyeceği ve özel sektörün dinamizmi ile, gelişmekte olan ülkelerin, kamu erkinin elindeyken yitirdiklerinin hızla geri alınacağı öne sürülmektedir.
20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren özel sektörün kâr amaçlarına hizmet etmeyi temel dürtü olarak kabul eden bir özelleştirme ve serbestleştirme histerisi dünyada giderek egemen olmaya başlamıştır. Bu egemen anlayışın temel stratejisi; ulus devletlerin güçlerinin kırılmasını, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi savı altında idarenin tekil yapısının bozulmasını, gelişmekte olan ülkelerin borç sarmalına sokulmasını, borç vermenin ön koşulları olarak borçlu ülkelerde “yapısal reformlar” uygulanmasını, kamu tekellerinin yerli-yabancı özel şirketlerin tekeline dönüştürülmesini, sosyal devlet anlayışının bıraktırılmasını, borçlu ülkelerde ucuz emek cennetleri yaratılmasını, çalışanların kazanılmış haklarının bile ellerinden alınmasını içeren kapsamlı programlar çerçevesinde, gelişmekte olan ülkelere dayatılmıştır.
Türkiye’de ise, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ateşleri içinden çıktıktan sonra, gerçek bağımsızlığın ancak ekonomik bağımsızlıkla mümkün olacağını benimsemiş ve yaşamlarına şiar edinmiş ulusal kadroların yönetiminden pek çok ekonomik konularda olduğu gibi enerji konusunda da önemli mesafe katedilmiştir. Ancak neo-liberal rüzgârın hızla ülkemizde de alan bulduğu yıllar içinde bu duyarlılıktan önemli oranda uzaklaşılmış, yönetimine geçen kadroların bir süreçte, ne yazık ki enerji sektöründe de etkinlikten uzak ve dışa bağımlı bir konuma ülkeyi getirdikler gözlenmiştir. Türkiye Petrolleri A.O.’nı ve bu kuruluşa bağlı olarak Petrol Ofisi’ni, TÜPRAŞ’ı,
51
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
PETKİM’i, BOTAŞ’ı, Türkiye Elektrik Kurumu’nu (TEK) ve daha birçok sanayi devini kuran Cumhuriyet’in devlet adamlarına karşın, bugün ne yazık ki, bütün bu değerleri elden çıkartan bir anlayış hâkimdir.
Cumhuriyet’ten Günümüze Türkiye’de Enerji Sektörü
Osmanlı döneminde, ticari enerji tüketiminde, temel olarak 3 kaynağın kullanıldığı görülmektedir. Bunlar petrol, taş kömürü ve linyittir. Petrolün ithal edildiği, taş kömürünün kimi yıllarda kısmen ithalatla karşılandığı, linyitin ise tamamen ithal edildiği anlaşılmaktadır. İzmir Birinci İktisat Kongresi’nde, enerji sektörüyle ilgili şu hususlara dikkat çekildiği anlaşılmaktadır: • Ereğli – Zonguldak havzası ile Soma ve diğer kömür yataklarının içinde bulundukları durumu düzeltecek tedbirlerin alınması,
• Bütün milli kuruluşların, demir yollarının, fabrikaların yerli kömür kullanmalarının sağlanması, hatta tarım makinelerinin bu yakıtla işletilmesi
• Kok ve antrasit dışında ülke ihtiyacını karşılayan maden kömürlerimizin dış rekabete karşı korunması • Ereğli- Zonguldak havzasının jeolojik yapısının tespit edilmesi, haritalarının iyi bir şekilde hazırlanması, ayrıca bölgede mülkiyet durumunun ve sınırların belirlenmesi ve bu konularla ile ilgili olarak görülmekte olan davaların kısa zamanda kesin bir sonuca bağlanması kararlaştırılmıştır.
52
Cumhuriyet döneminde petrol sektörü ile ilgili olarak yapılan ilk yasal düzenleme, 1926 yılında çıkarılan ve ülke sınırları içinde bütün petrol arama ve işletme haklarını hükümete veren 792 Sayılı Kanundur.
1933 yılına kadarki dönemde, özel girişimciliği de desteklerken, “yabancıların tekel kurmasından kaçınan”, “hammaddesi yurt içinde yetişen veya yetiştirilebilen sanayi dalları kurmayı” hedefleyen, “dış rekabete dayanabilmek için, sanayinin toplu ve bütün olarak kurulması gerekir” görüşünü benimseyen, sanayinin teşvik edilmesini ve milli bankalar” kurmayı” öngören Cumhuriyet, 1933 – 1950 yılları arasında daha da devletçi bir yaklaşımı benimsemiştir.
Bu dönemde, sanayi tesisleri kurmayı planlarken, kurulacak fabrikaların enerji ihtiyacı ve iktisadi gelişme dolayısıyla ülkede toplam enerji talebinde meydana gelecek artışın hangi kaynaklardan karşılanabileceği noktasının da saptanmasına çalışılmıştır. Bu yıllarda sistemli ve geniş kapsamlı bir enerji modeli hazırlanmasa da, konu bilimsel bir yaklaşımla ele alınmaya çalışılmıştır. Bu süreçte, bir kısmı yeraltı ve yer üstü doğal kaynaklarımızın potansiyelini belirleyecek, diğer kısmı ise belirlenen kaynakları üretip işletecek kamu kurumları kurulmuştur. Bu görevleri üstlenen kurumlar arasında Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü, Etibank ve Elektrik İşleri Etüt İdaresi sayılabilir. 1935 yılında çıkarılan 2804 sayılı kanunla, Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA), maden arama ve işletmeciliğinin yanı sıra, petrol konusunda da görevlendirilmiştir. 1950- 1960 dönemine ise, çok partili demokrasi ve Demokrat Parti iktidarı damgasını vurmuştur. DP, iktisadi alanda liberal görüşleri benimsediğinden, enerji sektöründeki süreç de buna koşut biçimde gelişmiştir. Bu dönemde, DSİ, TPAO, Petrol Dairesi, Türkiye Atom Enerjisi Komisyonu ve Türkiye Kömür İşletmeleri kurulmuştur. Bu dönem aynı zamanda, hidroelektrik santrallerin, enerji tüketim profili içinde yerlerini almaya başladığı dönem olmuştur. Ata-
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
türk’ün 1925 yılında temelini attığı “su idaresinin taksimat, teşkilat ve vezaifi” işleri, böylece suyun içme ve sulama amaçlarının ötesinde, elektrik üretiminde de kullanılması noktasına taşınmıştır. Su İşleri Teşkilâtı 1953 yılında yeniden düzenlenmiş; 18.12.1953 tarihinde kabul edilen ve 28.02.1954 tarihinde yürürlüğe giren 6200 sayılı kanun ile yetkileri arttırılarak, Bayındırlık Vekâleti’ne bağlı, katma bütçeli, tüzel kişiliğe sahip Devlet Su İşleri Umum Müdürlüğü kurulmuştur. 1954 yılında 6327 sayılı kanunla, Türkiye’de kamu adına hidrokarbon arama, sondaj, üretim, rafineri ve pazarlama faaliyetlerini yürütmek amacıyla milli petrol şirketi olarak Türkiye Petrolleri A. O. kurulmuştur. Böylece, daha önce MTA bünyesinde yer alan petrol ve gaz arama, sondaj, üretim faaliyetleri TPAO’na devredilmiştir. TPAO, kuruluş yasasında, dünyadaki petrol şirketlerindekine paralel olarak, dikey entegre yapıda organize edilmiştir. Böylece, arama faaliyetlerinin gerektirdiği risk sermayesinin, katma değeri yüksek dağıtım ve pazarlama faaliyetlerinden karşılanması hedeflenmiştir. TPAO, aramadan sondaja, üretimden taşımaya, rafinaj, dağıtım ve pazarlamaya uzanan yelpazedeki yapısıyla, ülkemizdeki birçok sanayi kuruluşunun da kurucusu olmuştur. TPAO’nın kurulduğu yılda, kuruluş yasasından bir önceki sıra numarası ile günümüzde
de halen yürürlükte bulunan (daha sonra bazı değişikler yapılmışsa da, ilk halini büyük oranda korumaktadır) 6326 sayılı Petrol Kanunu kabul edilmiştir. Bu yasa ile aynı zamanda Petrol Dairesi Reisliği de kurulmuştur. Yine aynı Kanun’la, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı bünyesinde bulunan Akaryakıt Daire Başkanlığı da lağvedilerek PİGM’ne bağlanmıştır.
1956 yılında 6821 sayılı Yasa ile Başbakanlığa bağlı olarak Ankara’da Atom Enerjisi Komisyonu Genel Sekreterliği kurulmuştur. Ülkemizdeki nükleer faaliyetlerinin başlangıcı olarak kabul edilecek ilk çalışmalar da bu dönemde başlamıştır. 1956 yılında devlet bütçesine bir araştırma reaktörünün kurulması ve ilk masraflarını karşılamak amacı ile 760.000 TL (yaklaşık 270.000 $) tahsisat konmuş ve İstanbul’da Küçükçekmece Gölü kenarında şimdiki arazi istimlâk edilmiştir. 1957 yılında nükleer bilimlere ait deneysel çalışmaları yapmak üzere TR-1 Araştırma reaktörü için müracaat eden 5 firmadan “American Machine Foundary (AMF)” firmasına “anahtar teslimi” usulüne göre TR-1 Reaktörü yapımı ihale edilmiştir. TR-1 Reaktörü 1959-1962 yılları arasında bu merkezde inşa edilmiş ve 27 Mayıs 1962’de işletmeye açılmıştır. Projeye, kenarında bulunduğu göle izafeten 1960 yılında “Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi” adı verilmiştir. Reaktör bina inşaatı 2
53
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
Kasım 1960’ta, laboratuar ve atölye kanadı Nisan 1961’te tamamlanmıştır.
6974 sayılı yasa ile 22.05.1957 yılında Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu (TKİ) kurulmuştur. Kuruluş amacı “Devletin genel enerji ve yakıt politikasına uygun olarak linyit, turp bitümlü şist, asfaltit gibi enerji hammaddelerini değerlendirmek, ülkenin ihtiyaçlarını karşılamak, yurt ekonomisine azami katkıda bulunmak, plan ve programlar tanzim etmek, takip etmek, uygulama stratejilerini tespit etmek ve gerçekleşmesini sağlamak” olarak düzenlenen TKİ’nin, faaliyetleri, 8 Haziran 1984 tarihinde, 233 sayılı KHK ile yeniden düzenlenmiştir. 1960 – 1980 arasındaki dönem ise, genel hatları itibarı ile “Planlı Dönem” olarak adlandırılabilir. I. Beş Yıllık Kalkınma Planı (BYKP) döneminde, enerji politikasının temel hedefi, “ülkemizin enerji kaynaklarını etkin şekilde kullanarak, üretim maliyetini minimuma indirmek ana ilkesine uyarak, enerji türlerinin, fiyatlarının maliyet ve ülkedeki bulunabilme durumuna göre ayarlanacağı, enerji tasarrufunun teşvik edileceği” biçiminde ifade edilmiştir. Bu dönemin başında, ülke nüfusunun ancak % 31’inin elektrikten yararlanabildiği belirtilmektedir. Kamu sektörünün toplam yatırımları içinde, enerji sektörüne yaptığı yatırımların oranında 1963’den 1968’e kadar yaklaşık % 5 artış olmuş (% 8.9’dan % 13,8’e), özel sektör yatırımları ise (tüm yatırımları içindeki payı) sabit kalmıştır.
54
II. BYKP döneminde, enerji temininde darboğaz yaratmayacak biçimde, ticari yakıt tüketiminin arttırılması hedeflenmiştir. Bu dönemde, genel enerji tüketimi içinde petrolün payının daha fazla artacağı hesaplanmıştır. Yine bu dönemde, kamu ekono-
misi içerisinde önemli bir yer tutan KİT’lerin sermayesinin iştiraki ile oluşturulacak karma teşebbüslerde, sermaye ve idare üstünlüğünün sınırlı sayıda özel teşebbüse devredilmesi de öngörülmüştür. Bu dönem, hem kamu hem de özel kesim enerji yatırımlarının gerilediği bir dönem olmuştur.
III. BYKP döneminde, doğal gaz, nükleer ve jeotermal kaynaklara yönelinmesi gündeme gelmiştir. Yol, Su ve Elektrik İşleri Genel Müdürlüğü (YSE), Türkiye Elektrik Kurumu Genel Müdürlüğü (TEK) ve Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı bu dönemde kurulmuştur. Kamu yatırımlarının sektörel dağılımında enerji sektörünün oranı 1973’de %13,1 iken 1979’da bu oran %22,2’ye ulaşmıştır. Özel kesim yatırımlarının sektörel dağılımında ise, enerji sektörünün oranı bu tarihler arasında sabit kalmıştır. 1980 sonrasındaki dönem ise, dünyadaki gelişmelere koşut olarak, “küreselleşme” rüzgârlarının etkisinde, özelleştirme ve serbestleştirme uygulamalarının ülkemizde de yoğun olarak etkilerinin yaşandığı dönem olmuştur. Söz konusu uygulamaları ve yansımalarını enerji sektörünün iki temel alt sektörü olan “Petrol” ve “Elektrik” sektörlerine odaklanarak incelemeye çalışacağız.
Türkiye’de Petrol ve Elektrik Enerjisi Cumhuriyetten Bugüne Petrol Alt Sektörü
Türkiye’de petrol aramacılığının kökleri, Osmanlı dönemine uzanır. Kuruluş yıllarından 16. yüzyılın sonlarına kadar, bazı mahkeme kayıtlarında Sivas dolaylarında “neft çıkarıldığına” dair bilgi dışında, herhangi bir kayda rastlanmamıştır. Musul vilayeti ile ilgili incelemelerde 16. yüzyılda Kerkük şehrinin adını, “sönmemek üzere yanan ateş” ile bilinen Baba Gürgür’den aldığı bilinmektedir. İlk son-
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
dajlı arama faaliyeti, İskenderun civarında Çengen’de 1890 yılında delinen ve gaz emarelerine rastlanan sığ kuyulardır (Gümüş ve Altan: 1995). Trakya’da Ganos civarında 1898 yılında delinen sığ kuyularda petrol ve gaz emarelerine rastlanmıştır. Yabancı şirketler ortaklığıyla 1914 yılında kurulan Turkish Petroleum Company Musul’da petrol aramaya başlayacakken, Birinci Dünya Savaşı çıkınca faaliyetini durdurmuştur.
Cumhuriyetin kuruluşunu takiben, Hükümet, Türkiye sınırları içindeki petrol kaynaklarını devletin araştırmasını ilke olarak benimsemiştir. Bu amaçla, 24 Mart 1926 tarihinde kabul edilen 792 sayılı Petrol Yasası ile Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bütün petrol ve petrol bileşiklerinin tabi olduğu madenlerin aranması ve işletilmesi hakkı, Hükümet’e verilmiştir. Bu dönemde ilk jeolojik etütler başlamış olmasına rağmen, önemli sayılacak arama faaliyetleri, 20 Mayıs 1933 tarihinde 2189 sayılı yasa ile Petrol Arama ve İşletme İdaresi’nin kuruluşundan sonradır. Midyat civarında 13.10.1934 ile 15.6.1936 ta-
rihleri arasında 1351 metreye kadar delinen Baspirin-1 arama kuyusu Türkiye’de delinen ilk derin kuyu olarak kabul edilir.
Maden Tetkik ve Arama (MTA) Enstitüsü’nün 22 Haziran 1935 tarih ve 2804 sayılı kanunla kurulmasıyla, Petrol Arama ve İşletme İdaresi de MTA’ya bağlanmış ve petrol arama faaliyetleri MTA tarafından yürütülmeye başlamıştır. Kuruluş kanununda temel görevi “Ülkede işletmeye elverişli maden ve taş ocağı sahalarının bulunup bulunmadığını, işletilen maden ve taş ocaklarının daha faydalı şekilde işletilme koşullarını araştırmak ve buna yönelik arama işlemleri, bilimsel, jeolojik ve teknolojik tetkikleri yapmak, harita plan ve kesitler hazırlamak, proje, fen raporları ve karlılık hesapları yapmak ve madencilik sektörüne kalifiye eleman yetiştirmek” olarak belirlenen MTA Enstitüsü (MTA, 2001), bu görevini yerine getirmek için günün şartlarına göre yoğun çalışma içinde olmuştur. Petrol arama faaliyetleri, Güneydoğu Anadolu, İskenderun, Adana, Van ve Trakya’da jeolojik ve jeofizik etütler ve sondaj faaliyetleri ile sürdürülmüştür.
Güneydoğu Anadolu’da 1940 yılında Batman’ın güneyinde delinen Raman-1 kuyusunda petrole rastlanmıştır (petrol bulgusu). Ticari anlamda ilk petrol keşfi ise, 1945 yılında delinen Raman-8 kuyusunda gerçekleştirilmiştir. Raman sahasında petrol keşfinden sonra Garzan sahası da 1951 yılında keşfedilmiştir. Raman sahasında Maymune Boğazı’nda 1942 yılında günlük 3 ton kapasite ile kurulan rafineriden sonra, 1948 yılında Batman’da günlük 200 ton kapasiteli rafineri kurulmuş ve yıllık kapasite 1955 yılında 330.000 tona çıkarılmıştır. Petrol faaliyetleri 7/3/1954 tarihinde kabul edilen 6326 sayılı Petrol Kanunu ile kendi yasal çerçevesine kavuşurken yerli ve yabancı özel sermayeye de açılmıştır. Aynı tarih ve 6327 sayılı Kanunla, Türkiye Petrolleri Ano-
55
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
Enerji politikaları belirlenirken dikkate alınması gereken öncelikli hususlardan biri de, ülkenin enerji kaynakları potansiyelinin, sağlıklı ve bilimsel olarak belirlenmesidir. nim Ortaklığı kurularak MTA’nın ilgili birimleri TPAO’ya bağlanmıştır. Petrol Kanunu’nun uygulanmasının denetimi de Petrol Kanunu ile kurulan ve adı daha sonra “Petrol İşleri Genel Müdürlüğü” olarak değiştirilen “Petrol Dairesi Reisliği”ne verilmiştir. Cumhuriyet döneminde, ilk kuyunun delindiği 1934 yılından halen uygulanmakta olan Petrol Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 1954 yılına kadar geçen yirmi yıllık sürede 37 adet arama, 7 adet tespit, 13 adet üretim ve 19 adet test kuyusu olmak üzere toplam 76 adet kuyu delinmiş ve toplam 95.881 ton petrol üretilmiştir (Gümüş ve Altan, 1995). Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra, petrol sektöründeki en önemli adımlardan biri, TPAO’nun kurulmasıdır. O yıllarda, dünyadaki pratiğe uygun olarak, dikey entegre bir petrol şirketi olarak oluşturulan TPAO; kamu adına petrol arama, sondaj, üretim, rafinaj ve pazarlama faaliyetleriyle görevlendirilmiş ve kamu adına Türkiye’de petrol aramaüretim ve rafinaj faaliyetlerini yürüten tek yetkili kuruluş olmuştur. İlerleyen yıllar içinde TPAO, ülkemize petrol ve gaz sektörünün en önemli sanayi kuruluşlarını da kazandırmıştır. TPAO’nun kurduğu bu kuruluşlar aşağıda sıralanmaktadır:
56
Bu kuruluşlardan bir bölümü, yıllarca ülkemizin en yaşamsal ürünlerini üreten, binlerce çalışanı istihdam eden, en yüksek miktarlarda KDV, ÖTV ve Gelir Vergisi sağlayan, yüksek teknoloji ile çalışan kuruluşlar olmuşlardır (TÜPRAŞ, PETKİM, Petrol Ofisi, BOTAŞ, vb..) Kimi kuruluşlar ise, daha sonraki yıllar-
da, uluslararası uygulamalara paralel olarak, yurt dışı yatırımlarının pratiği gereği kurulan ve daha çok kağıt üzerinde kalan şirketlerdir (TPIC, TPOC, vb..). Ne yazık ki bu kuruluşlardan TÜPRAŞ, PETKİM ve Petrol Ofisi, 1980’li yıllarda önce TPAO çatısı altından çıkarılarak Özelleştirme İdaresi’ne devredilmiş, daha sonra da özelleştirilerek, yerli-yabancı ortaklıklara devredilmişlerdir. Bu uygulamalarla bir yandan TPAO’nun gelir kaynakları kesilmiş, diğer yandan stratejik bir sektör olan enerji sektöründe kamu etkinliği zaafa uğratılmış ve bazı uygulamalarla da (Petrol Ofisi’ni devralan şirketin daha sonra zarar eden bir şirketle birleştirilmesi gibi), devletin vergi gelirlerinde kayıp oluşmuştur. Petrol Kanunu (6326), günün ekonomik ve siyasal koşullarına göre birkaç defa değişikliğe uğramış, bunlardan 18/4/1973 tarih ve 1702 sayılı Kanunla yapılan değişiklik devletçi, 30/3/1983 tarih ve 2808 sayılı Kanunla yapılan değişiklik ise liberal yönde olmuştur. Esas olarak liberal bir kanun olan mevcut 6326 sayılı Petrol Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle yabancı petrol şirketleri Türkiye’ye yoğun ilgi göstermeye ve arama faaliyetlerine yönelmeye başlamışlardır.
Petrol Kanunu’nun kabulünden sonraki on yıllık dönem, Türkiye’de petrol arama faaliyetleri açısından (jeolojik, jeofizik etütler ve arama sondajları) birinci atılım dönemi olarak değerlendirilir. Yapılan jeolojik ve jeofizik çalışmalardaki artış sonunda sondaj faaliyetlerinde de artış olmuş ve birçok yeni petrol sahası keşfedilmiştir. Jeolojik ve jeofizik etütler 1958 yılında 164 ekip-ay jeoloji ve 157 ekip-ay jeofizik çalışma ile ilk sıçramasını yaparken, faaliyeti de 1965 yılına kadar devamlı olarak artmıştır. TPAO, 1955 – 2000 yılları arasında, ülkemizde yapılan jeolojik etütlerin % 67’sini, toplam jeofizik etütlerin (sismik, gravite, manyetik, rezistivite) % 73’ünü gerçekleştirmiştir. 1942’de başlayan ham petrol
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
üretiminde 1958 yılına kadar sadece MTA ve TPAO, bir diğer ifade ile kamu kuruluşları vardır. Bu dönemde, toplam 1.276.129 ton petrol üretimi gerçekleştirilmiştir. 1959 – 1967 yılları arasında, NV Turkse Shell (sonraki yıllarda NV Turkse Perenco), Mobil Exp. ve Ersan Alaaddin Trans Med gibi şirketler de devreye girmiştir. TPAO yeni sahalar keşfederken, yabancı şirketlerin ilk keşfi olan Kahta sahası California Asiatic şirketi tarafından 1958 yılında keşfedilmiştir. Mobil, ilk keşfi olan Bulgurdağ sahasını 1960 yılında, büyük sahası olan Şelmo’yu 1964 yılında, Shell ise ilk keşfi olan Kayaköy sahasını 1961 yılında bulmuştur. Yurt
içi üretim, 1969 yılında 3.6 milyon tona ulaşırken, üretimin tüketimi karşılama oranının en yüksek oranı bu yıl gerçekleştirilmiş, tüketilen 6.63 milyon ton petrolün % 55’lik oranı yerli petrolle karşılanmıştır. Bu oran daha sonraki yıllarda, 1980’lerin sonuna kadar, devamlı olarak azalmış ve bir daha da ulaşılamamıştır. Türkiye’de arama faaliyetlerindeki ikinci sıçrama, 1980’li yılların ilk yarısında yaşanmıştır. 1973-74 Petrol Şoku sonrasında fiyatların aşırı artması ve yerli üretimin sürekli azalmasından dolayı, 1960-1975 yılları arasında düşük seviyede gerçekleşen jeolojik ve jeofizik faaliyetler, 1975 yılından sonra devamlı bir ar-
Tablo1: TPAO’nun Kurdu¤u fiirketler fiirketin Ad›
Kurulufl Tarihi
TPAO Hissesi (%)
Ayr›l›fl Tarihi
Bugünkü TPAO Hissesi (%)
1.
‹PRAfi-‹STANBUL PETROL RAF‹NER‹LER‹ A.fi.
1960
51.00
1983
-
2.
PETK‹M-PETROK‹MYA A.fi.
1965
51.00
1983
-
3.
‹PRAGAZ A.fi.
1966
49.00
1987
-
4.
TÜMAfi-TÜRK MÜHEND‹SL‹K MÜfiAV‹RL‹K VE MÜT. A.fi.
1969
19.00
1998
-
5.
‹GSAfi-‹STANBUL GÜBRE SANAY‹‹ A.fi.
1971
99.98
1998
-
6.
D‹TAfi-DEN‹Z ‹fiL. VE TANKERC‹L‹⁄‹ A.fi.
1974
45.00
1993
-
7.
BOTAfi-BORU HATLARI ‹LE PETROL TAfiIMA A.fi.
1974
99.98
1995
-
8.
ADAfi-AKARYAKIT DA⁄ITIM A.fi.
1974
45.00
1993
-
9.
KIBRIS TÜRK PETROLLER‹ LTD.
1974
34.00
1983
-
10. ISIL‹TAfi-PETROL ÜRÜNLER‹ PAZARLA. VE TAfiIMA A.fi.
1975
59.80
1983
-
11. L‹BYA ARAP-TÜRK ORTAK MÜHEND‹SL‹K VE MÜfi. H‹Z. fiT‹.
1983
50.00
2004
-
12. TPIC-TURKISH PETROLEUM INTERNATIONAL COMPANY LTD.
1988
100.00
100.00
13. KAZAKTÜRKMUNAY LTD.fiT‹.
1993
49.00
49.00
14. TPOC-TURKISH PETROLEUM OVERSEAS COMPANY
1995
100.00
100.00
15. TEPCO LLC
1997
50.00
16. TPBTC-TURKISH PETROLEUM BTC LIMITED
2002
100.00
100.00
17. TPSCP-TURKISH PETROLEUM SCP LIMITED
2002
100.00
100.00
2001
-
57
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
tış göstermiştir. Jeolojik ve jeofizik faaliyetlerdeki artışa paralel olarak, sondaj faaliyetlerinde de artış olmuş, 1986 yılında delinen 125 kuyuda 263.246 metrelik rekora ulaşmıştır. Bu dönemdeki yoğun arama faaliyetleri yeni keşiflere yol açmış ve özellikle 1988 yılında Adıyaman bölgesindeki Karakuş sahasının keşfiyle, üretim artışı yaşanmıştır. Üretim, 1991 yılında 4.45 milyon ton ile rekor kırmasına rağmen, aynı yıl içindeki 21.16 milyon tonluk sivil tüketimin ancak % 21’ini karşılayabilmiştir.
58
Aynı dönemde, sektörün yapısal ve yasal biçimlenmesi açısından bakıldığında da önemli değişiklikler olduğu görülmektedir. 20.05.1983 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 60 sayılı “İktisadi Devlet Teşekkülleri ve Kamu İktisadi Kuruluşları Hakkındaki Kanun Hükmünde Kararname” ile 22.10.1983 tarihinde yürürlüğe giren 2929 sayılı Kanun ve 98 sayılı KHK gereğince TPAO unvanını “Türkiye Petrolleri Anonim Şirketi” olarak değiştirilmiştir. Bunun anlamı ise şu olmuştur: TPAO’nun Ana Sözleşmesi değiştirilmiş ve TPAO faaliyetlerinin amaç ve konusu; arama, üretim, sondaj ve bunlara bağlı petrol ameliyeleri ile sınırlandırılmış ve rafinaj, pazarlama ve boru hatları ile petrol taşımacılığı bu kuruluşumuzun faaliyet konusu olmaktan çıkarılmıştır. Bu dönem, ülkemizde petrol arama ve üretim faaliyetleri açısından tarihsel bir dönüşüme denk gelmektedir. Küresel ölçekte, özelleştirme ve serbestleştirme rüzgârlarının en sert estiği bu yıllarda, Dünya Bankası aracılığı ile sektörde entegrasyonun parçalandığı, planlama anlayışının kökten reddedildiği bir süreç egemen olmuştur. Petrol sektörünün temel kurgusu, riski yüksek arama yatırımlarının gerektirdiği risk sermayesinin, katma değeri yüksek, rafinaj sonrası ortaya çıkan ürünlerin pazarlanmasıyla elde edilen kâr ile karşılanması esasına dayanmaktadır. Dünya Bankası’nın yıllardır sürdürdüğü poli-
tika, borçlandırdığı ülkelere kredi (hibe değil) verirken, bunun ön koşulu olarak, bu ülkelere “yeniden yapılandırma” uygulamalarının dayatılması olmuştur.
Bu doğrultuda, 1980’li yıllarda TPAO, Batı Raman Sahası Petrol Üretimini Yükseltme Projesi için talep ettiği birkaç milyon dolarlık kredi karşılığında, o tarihe kadar sürdürdüğü entegre yapısını parçalaması ön koşulu ile karşı karşıya kalmıştır. 1983 yılına kadar entegre bir petrol şirketi olarak aramadan üretime, rafinaja, pazarlama ve taşımacılığa kadar pek çok alanda faaliyetlerde bulunan TPAO, bugün ise sektörün sadece “upstream” alanında (arama, sondaj ve üretim) faaliyet gösteren milli bir petrol şirketidir. Dünya Bankası, krediyi TPAO’nun Üretim Grubu Başkanlığı’na vereceğini, buna karşın kurumun faaliyetlerinin aramadan taşıma ve rafinaja ve pazarlamaya yayılan bir yapıda olduğunu öne sürerek, verdiği krediyi geri alma koşullarını sağlama almak açısından, kurumun entegre yapısının parçalanmasını ön koşul olarak talep etmiştir. Böylece TPAO, sadece arama ve üretim fonksiyonları ile sınırlanan bir şirket konumuna düşerken, eski yapıdan BOTAŞ (petrol ve gaz taşıma), TÜPRAŞ (rafinaj), Petrol Ofisi (dağıtım ve pazarlama) ve PETKİM (petro-kimya) fonksiyonları başta olmak üzere, tüm bağlı kurumların koparılması gerçek-
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
Türkiye, Kurtuluş Savaşı’nın ateşleri içinden çıktıktan sonra, gerçek bağımsızlığın ancak ekonomik bağımsızlıkla mümkün olacağını benimsemiş ve yaşamlarına şiar edinmiş ulusal kadroların yönetiminden pek çok ekonomik konularda olduğu gibi enerji konusunda da önemli mesafe katedilmiştir. leştirilmiştir. Bu aşamadan sonra TPAO, yurt içi ve yurt dışı aramalarını sürdürebilmek için DPT’ye sormadan adım atamayan, ekonomik ve idari özerkliği olmayan bir kurum haline dönüşmüştür. Arama yatırımlarını yapabilecek olanakları kısıtlanmış bir kurum haline gelmiştir. Mevcut 4646 sayılı Doğal Gaz Piyasası Kanunu gereğince de, BOTAŞ’ın elindeki mevcut gaz ithalat kontratlarının büyük bölümünü devretmesi gerekmektedir.
Türkiye’de petrol sektöründe 2006 yılı itibarı ile toplam (yerli ve yabancı) 53 şirketin arama ve işletme faaliyetinde bulunduğu görülmektedir. Bu şirketlerden 19’u yerli, 34’ü yabancı şirket statüsündedir. 2006 yılı itibarı ile ülkemizde günlük toplam ham petrol üretimi 41,460 varildir. Bu üretimin 26,917 varilini (% 65) TPAO gerçekleştirmektedir. Ulusal kuruluşumuz ayrıca NV Turkse Shell ve Toreador gibi şirketlerle de ortak üretim yapmaktadır. Ülkemize bugüne kadar arama/sondaj ve üretim hedefli gelen şirketler arasında Shell, Mobil, Chevron, BP gibi büyük şirketlerin yanı sıra, çok sayıda küçük çaplı şirket vardır. Türkiye, petrol ve gaz potansiyeli açısından, çevremizdeki Orta Doğu ülkelerine denk bir potansiyel arz etmemektedir. Bunun jeolojik olduğu kadar tarihi ve siyasi nedenleri de vardır. Ancak bu iki temel veri, ülkemizin
petrol ve gaz potansiyelinin oldukça sınırlı arandığı gerçeğini değiştirmemektedir. Ülkemizde petrol varlığının ispatlandığı ve üretiminin tamamına yakınının gerçekleştirildiği Güneydoğu Anadolu bölgemizin ancak % 17’sinin, doğal gaz varlığı bilinen Trakya bölgemizin ise sadece % 15 oranında ayrıntılı olarak aranabildiği bilinmektedir. Denizlerimiz, çok sınırlı birkaç sondajın dışında neredeyse hiç aranmamış en önemli potansiyel arama alanlarımızdır. Ancak deniz alanlarında arama ve sondaj, karadaki süreçlere oranla çok daha pahalıdır ve TPAO’nun mevcut konumunda, uluslararası işbirliğine gereksinim duyulan (risk sermayesi ve teknoloji) operasyonlardır.
Bu noktada, ülkemize, petrol ve gaz araması, sondajı, üretimi ve rafinajı amaçları ile bugüne dek giren yabancı şirketlerin ne getirip, ne bulduğuna ve ne götürdüğüne de bakmakta yarar vardır. Petrol İşleri Genel Müdürlüğü verilerine göre, başlangıçtan 2006 yılı sonuna kadar, Türkiye’ye bu amaçla ithal edilen (yabancı petrol şirketlerince) sermaye toplamı 126 Trilyon 559 Milyar TL artı (ve) 147 Milyon 192 Bin YTL olarak verilmektedir. Bu miktarın döviz cinsinden ifadesi ise 970 Milyon Dolar artı 207 Milyon 289 bin Pound artı 43 Milyon 669 Bin Alman Markı artı 101 Bin 705 Avrodur. İthal edilen toplam sermayenin 114 Tril-
59
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
yon 510 Milyar TL artı 147 Milyon 192 Bin YTL’si arama şirketlerince, geri kalan çok daha sınırlı bölümü ise (12 Trilyon TL) rafineri şirketlerince sağlanmıştır. Buna karşın arama ve rafineri şirketlerinin ülkemizden transfer ettikleri toplam para miktarı ise 326 Trilyon 839 Milyar TL artı 204 Milyon 158 Bin YTL olarak verilmektedir. Kaba bir hesaplama ile; sadece getirilen ve götürülen para miktarı kıyaslandığında, ülkemizden götürülen miktarın, getirilenden 200 Trilyon TL daha fazla olduğu görülmektedir.
Başlangıçtan (1955) 2006 yılı sonuna kadar, ülkemizde yapılan jeolojik (arama) etütlerin toplamı 3 663,5 etüt-aydır. Bunun 2520,4 etütaylık bölümünü (% 69) TPAO gerçekleştirmiştir. Jeofizik etütler ise sismik, gravite+manyetik ve rezistivite etütlerini kapsamaktadır ve toplamı 4 699,4 etüt-aydır. Bunun da 3 473,2 etüt-aylık bölümünü (% 74) TPAO gerçekleştirmiştir. 1934 yılından 2006 yılı sonuna kadar, ülkemizde açılan arama amaçlı sondaj kuyusu sayısı 1290’dır. Bu sayı; jeolojik yapısı son derce karmaşık olan ülkemizin petrol ve gaz potansiyelini ortaya koyabilmek için son derece yetersizdir ve tespit, üretim, enjeksiyon ve jeolojik istikşaf kuyularıyla birlikte ancak 3326’ya ulaşabilmektedir. Ülkemizde yapılan sondajlarda da TPAO’nun ağırlığı diğer şirketlerin toplamına oranla çok yüksektir. (Başlangıçtan Cumhuriyete ve) Cumhuriyetten Bugüne Elektrik (Alt) Sektörü
60
Ülkemizde elektriğin ilk kullanımı, 1902 yılında Mersin’de bir su değirmeninin çevirdiği 2 kilowatt (kw) gücündeki bir dinamodan üretilen elektrikle sorgu yargıcı Yakup Efendi’nin evinin aydınlatılması ile gerçekleştirilmiştir. 1914 yılında kurulan Silahtar santralından elektrikle saray aydınlatılmış ve o güne kadar atla çekilen tramvaylar, elektrikle işletilmeye başlamıştır. O yıllarda ülkemizde ye-
terli teknik personel ve sermaye olmadığından, elektrik üretimi için, yabancılara imtiyaz verilerek bu hizmet sağlanmaya çalışılmıştır. Bu nedenle o dönem “İmtiyazlı Yabancı Şirketler Dönemi” olarak adlandırılmaktadır. Bu yolla, 1923’de Adapazarı, 1924’de Ankara, 1925’de Adana, İnebolu, Artvin, Trabzon, Mersin, İzmir, 1926’da Sivas, Aksaray, Konya, Ayvalık, Bursa, Malatya, İzmit, Kütahya ve Kayseri, 1928’de Nazilli, Kırkağaç, Antalya, Afyon, Kırklareli, Samsun, Çorlu, Giresun, Eskişehir, Ordu ve Bafra, 1929’da Bandırma, Biga ve Milas, 1930’da Balıkesir, Kastamonu ve Tekirdağ elektriğe kavuşturulmuştur. İmtiyazlı şirketlerle yaşanan fiyat ve yatırım sorunları, zamanla birçok kamu kurumunun ve özel şirketin, kendi elektriklerini kendilerinin üretmeye yöneldiği bir sürecin başlamasına yol açmıştır. Bu değişik süreçte de kentler, sınırları içinde yer alan kamu kurumlarının kendi faaliyetlerini sürdürmek için ürettikleri elektrikten yararlanarak elektriğe erişmişlerdir. Böylece Kırıkkale MKE sayesinde 1929’da, Gölcük tersanelerden 1930’da, Uşak Şeker Fabrikaları’ndan 1934’de, Kozlu EKİ’den 1935’de, Bursa Sümerbank’tan 1938’de, gene aynı yıl Bursa Sümerbank tarafından, Sivas TCDD’den, Malatya Sümerbank’tan, Karabük Demir Çelik Fabrikaları tarafından 1939’da ve İzmit ise SEKA sayesinde 1941’de elektriğe kavuşmuştur. Bu sürecin de verdiği güvenle, imtiyazlı yabancı şirketlerin sözleşmeleri, 1939 yılında Hükümet tarafından sonlandırılmış ve tesisleri devletleştirilmiştir.
Bu uygulamaları, “Belediyeler Dönemi” diye tanımlanan dönem izlemiştir. Bu dönemde elektrik hizmetlerinin yürütülmesi önce Bayındırlık Bakanlığı’na (Nafıa Vekâleti), bir süre sonra da belediyelere devredilmiştir. 3 büyük ilde, diğer belediyelerden farklı olarak İstanbul’da İETT, Ankara’da EGO ve İzmir’de ESHOT Genel Müdürlükleri kurularak, bu il-
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
Ülkemizde elektriğin ilk kullanımı, 1902 yılında Mersin’de bir su değirmeninin çevirdiği 2 kilowatt (kw) gücündeki bir dinamodan üretilen elektrikle sorgu yargıcı Yakup Efendi’nin evinin aydınlatılması ile gerçekleştirilmiştir.
lerin elektrik hizmetleri, bu Genel Müdürlüklere bırakılmıştır. Diğer şehirlerde ise elektrik hizmetleri, belediye’lerin bünyeleri içindeki elektrik işletme birimlerince yürütülmüştür.
Bu dönemi, “Elektrik Hizmetlerinin Çeşitli Kamu Kurumları Eliyle Yürütüldüğü Dönem” izlemiştir. Bu dönem, elektrik üretiminde kurumsallaşmanın da sağlandığı dönem olmuştur. Bu süreçte 1933 yılında Nafıa Vekâleti Şirket ve Müesseseler Reisliği (bugünün Enerji İşleri Genel Müdürlüğü), 1935’de Elektrik İşleri Etüt İdaresi (EİEİ), 1936 yılında Etibank Genel Müdürlüğü ve Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü Genel Direktörlüğü (MTA), 1941 yılında İller Bankası Genel Müdürlüğü ve 1954 yılında da Devlet Su İşleri (DSİ) Genel Müdürlüğü kurulmuştur. EİEİ, hidrolik kaynakların, MTA, madenlerle ilgili çalışmaların yanı sıra kömür kaynaklarının araştırılması ve elektrik üretiminde kullanılması ile ilgili
etüt ve projeleri yapmakla görevlendirildi. ETİBANK ise söz konusu projeleri gerçekleştirmekle yükümlendirildi. İller Bankası’nın görevi, Belediyelerin işlettiği şehir şebekelerinin ve küçük hidroelektrik santrallerle (HES) dizel santrallerin projelendirme, finansman ve tesis işleri olarak belirlenmiştir. Zonguldak kömür havzasında biriken ve ticari değeri olmayan taş kömürü tozlarından yararlanmak amacı ile ETİBANK 3 X 20 Megawatt (MW) kapasiteli Çatalağzı termik santralini inşa etmeye başlamış, ancak 2. Dünya Savaşı’nın başlaması santral yapımını engellemiştir. Savaşın bitmesiyle santral 1948’de işletmeye alınabilmiştir.
1953 yılında toplanan Birinci Enerji İstişare Kongresi’nde ülkenin artan elektrik gereksinimini karşılamak üzere büyük güçlü termik ve hidroelektrik santralarının kurulması gereği ortaya çıkmış ve ayrıca bu santrallerin birbir-
61
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
lerine ve tüketim merkezlerine enterkonnekte şebeke üzerinden bağlanmaları için yapılması gerekenler de karar altına alınmıştır. Bu noktada, elektrik işlerinin ayrı kuruluşlar tarafından yürütülmesi yerine, tek bir kuruluş tarafından yürütülmesi ve böylece hem koordinasyonun kolaylaşacağı hem de yatırımların hızlanacağı hususunda görüş birliği sağlanmıştır. Kongre’nin kararları hızla gerçekleştirilmeye başlanmış ve öncelikle 1954 yılında büyük güçteki hidroelektrik santralleri ve barajları kurmak üzere DSİ Genel Müdürlüğü kurulmuştur. Bu arada Çatalağzı santrali, ETİBANK tarafından tevzi edilmiş ve Ereğli – İstanbul arasında tesis edilen enerji nakil hattı (154 kV) sayesinde de İstanbul’a Çatalağzı santralinden da elektrik verilmeye başlanmıştır. ETİBANK 1950’li yıların ortalarında Sarıyar baraj ve hidroelektrik santralini inşa ederken, 1950’lerin sonlarında DSİ; Demirköprü, Kemer, Hirfanlı ve Almus hidroelektrik santrallarını inşa ederek, işletmeye almıştır.
62
Elektrik üretimine ve nakil hatlarına yönelik faaliyetler, kamu eliyle 1950’lerde hızla devreye konulurken, bir yandan da İstişari Kongre’de oluşan görüş birliği doğrultusunda, elektrik faaliyetlerinin tek çatı altında toparlanması çalışmaları yürütülmeye başlanmıştı. Bu süreçte, DSİ tarafından inşa edilen Seyhan hidroelektrik santralı için, Dünya Bankası’ndan (DB) kredi alındı ve bu kredinin alınabilmesinin gereği (ön koşulu) olarak DB tarafından, santralın Mersin ve Adana il hudutları içinde imtiyaz sahibi olacak olan Çukurova Elektrik A.Ş.’ne (ÇEAŞ) devredilmesi (imtiyaz) öne sürülmüştür. Bunu KEPEZ imtiyazlı şirketi takip etmiştir. Bu iki imtiyazlı şirket dışında, genel olarak farklı kamu şirketleri eliyle yürütülen elektrik faaliyetleri, 1312 sayılı yasanın kabulü ile 1970 yılında kurulan Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) dönemiyle, yeni bir aşamaya girmiştir. Bu dönem, daha önce çeşitli kamu kurumları aracılığıyla yürütülen
elektrik hizmetlerinin, bazı istisnalar dışında üretim, iletim ve dağıtım tesislerinin yapım ve işletilmesi ile elektrik sektörünün planlanması, tekel statüsüyle TEK’e verilerek tüm hizmetlerin tek elden yürütüldüğü bir dönem olmuştur. TEK’in kurulmasıyla birlikte, büyük atılımlar yaşanmıştır. 1970’te kurulu gücümüz 2234.9 MW üretimimiz ise 8 milyar 623 milyon kWh seviyelerindeyken, kurulu gücümüz, 1980 yılında 5118.7 MW’a üretimimiz ise 23 milyar 275 milyon kWh kapasitesine ulaşmıştır. Bu dönemde, Gökçekaya, Keban, Karakaya, Atatürk barajları ve hidroelektrik santralları ile Seyit Ömer ve Afşin-Elbistan linyit santralı gibi büyük (yüksek kurulu güç kapasiteli) projeler gerçekleştirilmiştir. Bu dönemde tüm iller enterkonnekte sisteme bağlanırken, köylerimizin de 1980 yılına kadar % 51’i, 1984 yılına kadar ise % 73’ü elektriğe kavuşmuştur. 1982 yılında, daha önce Belediyeler ve Birlikler’in elindeki elektrik tesislerinin de TEK’e devriyle tam bir merkezi yapı sağlanmıştır. Dünyada 1980’li yıllarla birlikte yaygınlaşan özelleştirme ve piyasaların serbestleştirilmesi uygulamalarının ülkemizdeki yansımaları da oldukça kökten olmuştur. Enerji alanında yapılması gereken yatırımların bir başına kamu eli ve olanakları ile mümkün olmadığı yönünde yoğun bir kamuoyu oluşturma kampanyasının ardından, 1984 yılında TEK’in sektördeki tekel yapısına son veren düzenlemeler yapılmıştır. 1984 yılında kabul edilen 3096 sayılı yasa ile TEK’in tekel statüsü kaldırılmış, yerli ve yabancı Sermaye Şirketlerine üretim tesisi kurmak ya da mevcut üretim ve dağıtım tesislerinin mülkiyeti TEK’de kalmak koşuluyla, söz konusu şirketlere “işletme hakkını devralmak” (İHD) suretiyle, faaliyette bulunma olanağı sağlanmıştır. Bu yasayla, yerli ve yabancı özel sektöre de TEK’in yanı sıra üretim, iletim ve dağıtım tesisleri kurmak ve işletmek yetkisi tanınmıştır. Gene bu ya-
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
sayla, özel şirketlerin söz konusu hizmetleri gerçekleştirebilmelerini sağlamak üzere, DB modelleri olan Yap – İşlet – Devret (YİD) ve Yap – İşlet (Yİ) gibi finansman modelleri devreye konulmuştur. Bu modellerin amacı, “kamu hazinesine yük olmadan”, özel şirketlerin kendi sağlayacakları finansman ile elektrik yatırımlarını gerçekleştirmeleri olarak öne sürülmüştür. Buna karşın, özel sektörün bu yatırımlar için temin ettiği krediler için, uluslar arası finansman kuruluşları ve bankaların Hazine Garantisi koşulu getirmeleri nedeniyle, yük ve risk gene Hazine’nin üzerinde kalmıştır. Bunun da ötesinde, özel sektörün temin ettiği (ticari) kredilerin koşullarının, devletten devlete alınan kredilere göre daha olumsuz olması (geri ödemenin kısa sürede başlaması, faiz oranlarının yüksek olması, vb..) nedeniyle, özel sektörün inşa ettiği santrallerin maliyeti, görece yüksek olmaya başlamıştır. Dahası, bu modelle pahalı olması kaçınılmaz hale gelen elektriğin, kamu adına 25–30 yıl süreli olarak satın alınması garantisi verildiğinden, kamunun (Hazine’nin yani halkın) üzerine milyarlarca dolarlık bir ek yük bindirilmiştir. Garantilerin verilmesinin yarattığı olumsuzluğa ek olarak, söz konusu modellerin hukuki alt yapısı da hazırlanmadığından, uygulama sürecinde, yürütme ile yargı arasında, sözleşmelerin imtiyaz sözleşmeleri olup olmadığı konusunda sürekli bir tartışma süreci yaşanmaktadır. 3096 sayılı yasayla otoprodüktör (tesisinin gereksinim duyduğu elektriği, kendi tesisi içinde inşa ettiği santrallerden sağlayan, ürettiği fazla enerjiyi ise kamuya satan özel sanayi kuruluşları) santralleri uygulamasına da olanak sağlanmıştır. O dönem elektrik gereksinimi için “zorunlu” bir uygulama olarak savunulan bu yöntemle, 2008’e gelindiğinde otoprodüktörler, kurulu gücümüzün yaklaşık % 10’una ulaşmış ve bu özel şirketlerin günün belli saat dilimlerinde satış fiyatının kendi
maliyetlerini karşılamadığını öne sürerek devreden çıkmaya başlamışlardır. Bu durum ise, planlamayı gerekli kılan elektrik üretimi sürecinde zaman zaman % 10’luk bir boşluğa neden olarak, sistemin aşırı yüklenmesine ve uzun süreli elektrik kesintilerine yol açan bir uygulama olmuştur. Serbestleşme süreci hızla devam ederken, bu kapsamda 12 Ağustos 1993’te TEK iki ayrı kuruma bölünmüştür. Bunlardan ilki, üretim ve iletimden sorumlu olan Türkiye Elektrik Üretim ve İletim A.Ş. (TEAŞ), diğeri ise dağıtımdan sorumlu Türkiye Elektrik Dağıtım A.Ş. (TEDAŞ)’dır.
Elektrik piyasasının serbestleştirilmesi yolunda adımlar atılmaya devam etmiş, bu kez de satın alma garantilerini kaldıran ve kamunun yatırım yapma olanaklarını sınırlayan 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu çıkarılmıştır. Bu kanunla, tüm sektörü (piyasayı) denetlemesi öngörülen (bağımsız olduğu varsayılan) Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu ve Kurulu da oluşturulmuştur. Bu dönemde, TEAŞ da üç ayrı şirkete bölünmüştür: Elektrik Üretim A.Ş., Türkiye Elektrik İletim A.Ş., Türkiye Elektrik Ticaret ve Taahhüt A.Ş. Böylece, enerji alanının hemen tüm alt sektörlerinde olduğu gibi, elektrik alt sektöründe de kamu tekeli ve merkezi planlama anlayışı tamamen terk edilmiş ve elektrik sektöründe kamunun ağırlığı büyük oranda yitirilmiştir. Oysa elektrik alt sektörü, elektrik depolanamadığından, üretim ve tüketiminin mutlaka planlanması ve tüketim miktarının da sağlıklı planlanarak, zamanında ve “makul” bir miktar yedek üretimle karşılanmasını gerektiren bir sektördür.
Küresel Enerji Politikaları Etkisinde Türkiye
Enerji alanında mevcut küresel durumu ve olası gelişmeleri dikkate almadan, herhangi
63
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
bir ülkenin enerji politikasının belirlenmesi, en azından sağlıklı ve güvenilir olmayacaktır. Küresel ölçekli analizin ise, sadece enerji kaynakları temelindeki gelişmeleri değil, buraya kadar başlıcalarını değerlendirmeye çalıştığımız önemli aktörlerin politika ve stratejilerini incelemeyi de gerekli, hatta zorunlu kıldığı açıktır. Bu nedenle, biz de, Türkiye’nin (varsa) enerji politikalarını değerlendirirken, tüm aktardıklarımızı göz önünde bulundurarak, nesnel bir analiz yapmaya çalışacağız. Türkiye’nin Enerji Politikası Var mı?
64
Türkiye’nin enerji kaynaklarının mevcut durumunu, potansiyelini tanımlamış, geleceğe yönelik kısa, orta ve uzun erimli planlarını içeren ve süreklilik arz eden entegre bir enerji politikası olduğunu söylemek zordur. Gerek doğal kaynaklarımızın potansiyelinin belirlenmesi, gerek kaynakların çeşitlendirilmesi ve gerekse ihtiyaç duyulan kaynakların güvenilir, ucuz, temiz biçimde temini ve üretimi noktasında, ciddi eksikliklerimiz vardır. Türkiye, enerji politikalarındaki eksik ve yanlış uygulamaların bedelini, gerek ekonomik güvenliğini ve gerekse ulusal güvenliğini, giderek artan dışa bağımlılık noktasında, önemli boyutlarda ödeme riskiyle karşı karşıya kalan bir ülke konumundadır. Uygulanan yanlış politikaların sonucunda, enerjide dışa bağımlılığımız % 70 civarındadır. Türkiye, 2006 yılında sadece petrol ve gaz ithalatına, yaklaşık 26 Milyar Dolar ödemiştir. Doğal gaz ithalatında, tek bir ülkeye (Rusya Federasyonu) olan bağımlılığımız, % 64 oranındadır. Bu oran, kabul edilebilir sınırların çok üzerindedir. Oysa ülkemiz, kimilerinin yıllardır savladığı gibi, “enerji kaynakları bakımından yetersiz ve ithalattan başka çıkışı olmayan bir ülke” değildir. Türkiye, yanlış politikalar sonucunda, gerek (elektrik) kurulu gücünü ve gerekse mevcut (halen devreye alınamamış) kaynaklarını kullanamayan bir ülke konumundadır.
Ülkemizin zengin linyit ve hidroelektrik kaynakları ile yenilenebilir diğer enerji kaynaklarının (rüzgâr, jeotermal, güneş) devreye alınamamış olması, yaşamsal bir sorundur. Elektrik kurulu gücümüzden elde etmemiz gereken elektrik üretiminin yaklaşık % 12’sini santrallerimizde üretemeden, bu eksik üretimin ise yaklaşık % 20’sini “kayıp ve kaçak” adı altında yitirdiğimiz bir “elektrik sistem”imiz varken, “Her şey yolunda” mesajları veren ve sürekli başarı öykülerini anlatan siyasiler ve bürokratlara inanmakta ciddi zorluk yaşanmaktadır. Türkiye’de Enerji Sektörünün Genel Verileri
Türkiye’de tüketilen birincil enerjinin (2006 yılı itibarı ile Enerji Bakanlığı verilerine göre) %33’ü petrol, %26’si kömür, %29’u doğal gaz ve %4’ü, büyük bölümü hidroelektrik olmak üzere, yenilenebilir kaynaklardan karşılanmaktadır. Geri kalanı ise, odun ve atık gibi kaynaklardan oluşmaktadır.
Enerji tüketimimizde ithal kaynakların payı, yaklaşık %70’dir. Enerji politikalarımızda köklü değişiklik yapılmadığı takdirde, enerjideki dışa bağımlılık oranının, 2030’a kadar yaklaşık aynı düzeyde seyredeceği, buna karşın ithalatın mutlak değerinin hızla artacağı hesaplanmaktadır. Bunun bir diğer anlamı ise, önümüzdeki yıllarda, yerli kaynak potansiyelimizin artmayacağı varsayımının ön kabulü olarak algılanabilir. Tablo-2’den görüleceği gibi, tüketimimiz mutlak değer olarak hızla artarken, yerli üretimin tüketimi karşılama oranı % 31’den 2030 yılında % 30’a gerilemektedir. Türkiye’nin Enerji Kaynakları (Rezervleri ve Potansiyeli) Yeterli mi?
Öncelikle, yurt içi doğal kaynaklar ve özellikle fosil kaynaklar potansiyelimizin; ileri teknoloji ve arama teknikleri uygulanarak yeterince ortaya konulmadığı kanısında olduğumuzu belirtmemiz gerekmektedir. Buna para-
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
lel olarak bir diğer olgu da, ispatlanmış iki zengin kaynağımız olan hidroelektrik ve linyitin, büyük oranda atıl durumda beklediğini, bu iki kaynağa dayalı kurulan santrallerinse, yanlış enerji politikaları sonucunda, uzun sürelerle devre dışı tutulduğu hususudur. Bunun en önemli nedenleriyse, önceki hükümetler döneminde imzalanan uzun erimli “al ya da öde” koşullu gaz anlaşmalarıyla, doğal gazla çalışan “Yap-İşlet” (Yİ) ve “Yap-İşletDevret” (YİD) modelleriyle kurulmuş olan ve yüksek maliyetle elektrik üreten santrallere verilmiş olan satın alma garantileridir. Elektrik depolanamadığından, sağlıklı ve bilimsel olarak hesaplanması gereken tahminlere uygun miktarda ve makul bir yedek kapasite öngörülerek üretilmelidir. Bir diğer ifade ile üretim, planlı olmalıdır. Bu nedenle, satın alma garantisi verilmiş YİD ve Yİ santrallerinden pahalı (12 cent/kwh civarı) elektrik satın alınıp, kamunun daha ucuza (2-5 cent/kwh) üreten santralleri düşük verimle (satın alma garantileri olmadığından!) çalıştırılmaktadır. Böylece tüketici ve sanayici elektriği çok pahalıya kullanmakta, ulusal servet boşa harcanmakta, sularımız boşa akmakta, kömür üretimi düşmekte, kimi alt sektörlerde işçi çı-
karımına gidilmektedir. Geçmiş yıllarda tüm eleştirilere rağmen hayata geçirilen ve ülkemizi doğal gaza büyük oranda bağımlı hale getiren uygulamalar, 20-25 yıl erimli “al ya da öde” koşullu anlaşmalar ve uluslararası tahkim haklarıyla “pekiştirildiği” için, iptal edilmeleri de zordur. Türkiye, bu nedenlerle, enerji alanında ciddi bir kısır döngü yaşamaktadır.
Ülkemizin doğal kaynaklarının, bazı çevrelerce iddia edildiği gibi, sınırlı olmadığını da vurgulamak gerekir. Bu çevreler, “Türkiye’nin enerji kaynaklarının kısıtlı olduğunu, tamamı devreye konulsa bile, ülke gereksinimini karşılamada yetersiz kalacağını, bu nedenle de enerji kaynağı ithalatından başka çıkış yolumuz olmadığını” öne sürmektedir. Bu yanlış yaklaşım; yurt içi petrol, gaz ve kömür aramacılığının neredeyse durmasına, elektrik üretiminin yüksek ve sakıncalı oranlarda doğal gaza bağlanmasına, doğal gaz ithalatında tek kaynağa (Rusya) bağımlılığın %65 gibi kabul edilemez oranlara çıkmasına, kendi zengin kaynaklarımızın devre dışı bırakılmasına yol açmıştır. Bu kısır döngü kırılmadan, ne mevcut kurulu gücümüzün yete-
Tablo 2: BOTAfi Do¤al Gaz Arz-Talep Senaryosu (2007 - 2020)
65
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
rince kullanılması, ne de atıl bekleyen zengin kaynaklarımızın devreye sokulması mümkündür.
Enerji politikamızın yeni bir anlayışla ve bir “mastır plan” dâhilinde yeniden değerlendirilmesinde yarar vardır. Bunun ilk adımı, kendi kaynaklarımızın sağlıklı olarak saptanmasından, kurulu gücümüzün tam olarak üretime dönüştürülmesinden, kayıp ve kaçakların en aza indirilmesinden ve yenilenebilir kaynaklarımızın (kullanımları teşvik edilmek suretiyle) devreye alınmasından geçmektedir. Bu genel değerlendirmeyi yaptıktan sonra, kaynaklarımızın durumunu şöyle özetlemek mümkündür:
66
Petrol: Türkiye’nin bilinen (kalan) üretilebilir petrol rezervleri, 2006 yılı sonu itibarı ile 284 milyon varil (41.5 milyon ton) civarındadır. Türkiye’nin petrol potansiyelinin, çevresindeki petrol zengini (Irak, İran, S. Arabistan) ülkelerle kıyaslanacak kadar fazla olmadığı gerçektir. Bunun jeolojik olduğu kadar, siyasi ve tarihi gerekçeleri de vardır. Buna karşın, ülkemizde bugüne kadar 1.17 milyar varil civarında üretilebilir petrol rezervi keşfedilmiş, bunun yaklaşık 892 milyon varili tüketilmiştir. Derin formasyonlarda ve özellikle denizlerimizde bugüne kadar yapılan aramalar çok yetersizdir. Türkiye’nin, bir “mastır plan” dâhilinde, öncelikli alanlarını belirleyerek, yoğun bir arama hamlesine girişmesi gerekmektedir. Ancak bundan sonra, ülkemizin “gerçek” petrol ve gaz potansiyeli hakkında doğruya daha yakın görüşler ortaya çıkabilecektir. Bu yapılmadan, “ülkemizde petrol yoktur” savıyla yola çıkıp, tamamen ithalata bel bağlayan bir politika belirlemek yanlış olacaktır. Özellikle denizlerimizdeki petrol ve gaz potansiyelinin ortaya konulması, ekonomik ve stratejik açıdan yaşamsal değer taşımaktadır. Nitekim Batı Karadeniz’de TPAO
ve ortağı şirketin aramaları olumlu sonuç vermiş ve 2007 yılından itibaren, kademeli olarak yılda 750 milyon küp civarında bir doğal gaz üretimi, ülke ekonomisine kazandırılmıştır. Bu miktar tüketimimizi karşılamada yetersiz olsa da, denizlerimizdeki potansiyeli ispatlamış olması bakımından yaşamsal değer taşımaktadır. Ülkemizde yılda yaklaşık 30.6 milyon ton petrol (ürünü) tüketilmektedir (sivil tüketim). İthal edilen ham petrol miktarı 23.5 milyon ton (2005 yılı), rafinerilerimizde işlenen ham petrol miktarı 25.5 milyon ton, yerli üretim ise 2.2 milyon tondur. Bir diğer ifadeyle, rafinerilerimizde işlenen ham petrolün sadece %8.6’sı yerli üretimle karşılanabilmektedir.
Kömür: Ülkemizin ispatlanmış linyit rezervleri (bakanlık verilerine göre) 8.1 milyar ton, taş kömürü rezervleri ise 1.1 milyar tondur. Bazı uzmanların mevcut rezervler üzerindeki yeni değerlendirmelerine göreyse bu rakam, yaklaşık 10 milyar ton olarak ifade edilmektedir. Bu değerlendirmeye ek olarak, Nisan 2008 içinde, MTA Genel Müdürlüğü, son 3 yıldır yürüttüğü arama çalışmalarının sonucunda, 2,3 milyar tonluk yeni linyit rezervi bulduğunu açıklamıştır. Yeni rezervler, Bakanlığın açıkladığı daha düşük miktardaki rezerv miktarı olan 8,3 milyar tonluk linyit rezervi değeri esas alınırsa, Türkiye’nin mevcut kömür rezervinde yaklaşık yüzde 28 artış sağlamıştır. Bu verilere göre, linyit kaynaklarımızın yaklaşık dörtte üçü henüz devreye alınamamıştır. Bunun temel nedenlerinden en önemlisi, Yİ ve YİD santrallerine verilen satın alma garantileri nedeniyle, hidroelektrik, doğal gaz ve kömürle çalışan santrallerin bile yeterince üretim yapamadığı bir ortamda, yeni yatırımların cazip ve mümkün olmaktan çıkmış olmasıdır. Kömür sektöründeki bir diğer sorun, 1970’li yıllardan beri kömür aramacılığının neredey-
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
se durmuş olmasıdır. Ülkemizin önde gelen birçok uzmanı, kömür potansiyelimizin çok daha fazla olduğunu öne sürmektedir. Temiz yakma teknolojileri (örneğin: akışkan yatak teknolojisi) kullanıldığı takdirde, verimi yükselen ve çevreye zarar riski en aza inebilen linyit santralleri, ülkemizin enerjide dışa bağımlılığını azaltacak en önemli kaynaklar arasındadır. Linyit ve taş kömürü aramacılığı, ülkemizin önünü açabilecek önemli bir gizil gücü olarak, mutlaka dikkate alınmalıdır. Nitekim tüm ihmal edilmişliğine karşın,
Doğal Gaz: Ülkemizin kalan üretilebilir gaz rezervleri yaklaşık 7.74 milyar metreküptür. Türkiye’de 2007 yılı itibarıyla, 36.45 milyar metreküp gaz ithal edilmiştir. Bunun 23.15 milyar metreküpü (%63.5’i) 2 ayrı boru hattıyla (Batı Hattı ve Mavi Akım) Rusya Federasyonu’ndan alınmıştır. İthalatın yapıldığı diğer ülkeler Cezayir (4.28 milyar metreküp), Nijerya (1.42 milyar metreküp), İran (6.16 milyar metreküp) ve Azerbaycan’dır (1.28 milyar metre küp). Ayrıca, spot piyasadan da 107 milyon metre küp LNG formunda gaz alımı gerçekleştirilmiştir. Cezayir ve Nijerya’dan yapılan ithalat, sıvılaştırılmış gaz (LNG) biçimindedir. BOTAŞ’ın 2007 – 2020 yılları arasındaki arz – talep senaryosu (Tablo 2) de verilmektedir.
Tüketilen gazın 19.66 milyar metreküpü (%56’sı), elektrik üretimi için kullanılmaktadır. Tamamı ithal edilen bir kaynak olan doğal gazın, bu kadar yüksek oranda elektrik üretiminde kullanılması, ithalatta Rusya’ya bağımlılığımız kadar önemli bir sorundur. 2007 yılı itibarıyla, konut sektöründe 7.57 milyar metreküp, sanayi sektöründe 7.84 milyar metreküp gaz tüketilmiştir. 2007 yılı ham petrol, petrol ürünü ve doğal gaz ithalat faturamız 35 Milyar Dolar civarındadır. Ülkemizde, gaz talep tahminleri, 1990’lı yıllarda, meslek Odaları’nın ve DPT’nin tüm uyarılarına karşın abartılarak, bazı özel sektör gaz santrallerinin in-
şasını haklı çıkaracak (zorunluymuş gibi gösterecek) biçimde çarpıtılmıştır. Bu nedenle, güvenilirlikleri sürekli sorgulanmaktadır.
Petrol aramacılığında olduğu gibi, doğal gaz aramacılığında da, bir “mastır” plan dahilinde ve özerkleştirilecek ve dikey entegre yapıya dönecek bir TPAO öncülüğünde, yeni bir arama hamlesinin başlatılması gereklidir.
Hidroelektrik: Enerji Bakanlığı ve DSİ verilerine göre, ülkemizin teknik-ekonomik-kullanılabilir hidroelektrik potansiyeli, 125-130 milyar kilowattsaat/yıldır (125-130 Gigawattsaat/yıl). Bu potansiyelin kurulu güç cinsinden ifadesiyse, yaklaşık 34,729 MW/yıldır. Bunun üçte ikisi henüz (özellikle, “Kömür” bölümünde aktarılan nedenlerle) kullanılamamaktadır. Dünya Enerji Konseyi Türk Milli Komitesi’nin yaptığı bir çalışmaya göreyse, havza bazında yapılan yeni değerlendirmeler ve özellikle küçük hidroelektrik santrallerin yaratacağı potansiyel dikkate alındığında, ülkemizin teknik-ekonomik-kullanılabilir hidroelektrik potansiyelinin 163-188 milyar kilowatt-saat olduğu değerlendirilmektedir. Bu değer (yüksek olanı) dikkate alındığında, kullanılmayan teknik-ekonomik ve kullanılabilir hidroelektrik potansiyelimizin dörtte üçünün devreye alınamadığı görülmektedir. Ülkemizde bugüne kadar pompa depolamalı hidroelektrik santral inşa edilmemiştir. Birçok Tablo 3: Yerli Kaynaklar›m›zdan Uzun Dönemde Üretilebilecek Elektrik Enerjisi
67
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
ülkede başarıyla uygulanan bu tür santraller de inşa edilmelidir. Diğer yandan, kurulu kapasiteleri 50 MW’ın altında olmak üzere planlanan 400’e yakın termik santralin toplam kurulu güç kapasitesi 5000 MW’ın üzerindedir. Japonya’da, bu tür santraller 1980’den beri desteklenmekte, inşaat bedelinin %5’iyle %15’i arasında değişen bu devlet desteğiyle, elektrik kurulu güç profili çeşitlendirilmektedir. Ülkemizde de, bu tür santrallerin bir an önce inşası için gereken destek sağlanmalıdır. Böylece, temiz, yenilenebilir ve yerli bir kaynak olan hidroelektrik potansiyelimizin, ülkemizin enerji gereksinimi için gereğince kullanımı sağlanmış olacak, dışa bağımlılığımız azalacaktır.
68
Yenilenebilir kaynaklar: Ülkemizin önemli yenilenebilir kaynakları; rüzgâr, güneş ve jeotermaldir.
1. Güneş potansiyeli açısından coğrafi konumu nedeniyle şanslı ülkelerden sayılan ülkemizde Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü’nün güneşlenme süresi ve ısınım şiddeti ölçümleri üzerinde EİE tarafından yapılan çalışmaya göre, Türkiye’nin yıllık toplam güneşlenme süresi 2640 saat ve ortalama toplam ışınım şiddeti 1,311 kWsaat/metrekare-yıl olarak saptanmıştır. Enerji Bakanlığı verilerine göre, elektrik amaçlı kullanılabilecek güneş potansiyelimiz 8.8 milyon ton petrol eşdeğeri (mtpe), ısınma amaçlı kullanılabilecek potansiyelse 26.4 mtpe olarak verilmektedir. 2005 yılında yaklaşık 90 mtpe enerji tükettiğimiz dikkate alınırsa, özellikle ısınma amaçlı kullanım potansiyelinin boyutu daha iyi algılanabilir. Konutlarda tüketilen enerjinin %80’inin ısınmaya harcandığı düşünülürse, öncelikle büyük kentlerden başlanarak yeni yapılacak binalarda yönlendirme ve yalıtım gibi unsurlar dikkate alınarak, %30’lara varan ısı kazancı sağlayan mimari tasarımlar hayata geçirilmelidir.
2. Ülkemizin rüzgâr potansiyeli konusunda farklı yaklaşımlar olmakla birlikte, bu kaynak açısından da şanslı ülkeler arasında sayılabiliriz. Enerji Bakanlığı web sayfasına göre, EİE’nin ölçüm istasyonlarından elde edilen ortalama rüzgâr hızları, bu bölgelerin birçoğunun rüzgâr enerjisi uygulamaları için elverişli olduğunu göstermektedir. Bu çalışmamızda sıklıkla anılan DEK-TMK çalışması, rüzgâr santrallerinin öncelikle, potansiyelin yoğun olduğu Marmara, Ege, G.Doğu ve Doğu Akdeniz bölgelerinde gerçekleştirilmesini önermektedir. Elektrik İşleri Etüt İdaresi tarafından yapılan ölçümler sonucunda, ülkemizin rüzgâr kurulu güç potansiyeli 48,000 megawatt olarak açıklanmıştır. Bu resmi veri, ülkemizin bugüne kadar kurduğu tüm santrallerin toplam kurulu gücü olan
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
40,500 megawatttan da fazladır. Her ne kadar açıklanan 48,000 MW’lık rakam, başta rüzgâr sanayicilerinin dernekleri olmak üzere yüksek bir rakam olarak değerlendirilmekteyse de, genel kabul gören 15,000 – 20,000 megawattlık potansiyel de hayli yüksek bir değerdir ve ülkemizin kaynaklarının yetersiz olduğu savını çürüten bir diğer önemli veridir. Buna karşın, bugüne kadar devreye alınabilen rüzgâr santrallerinin toplam kurulu gücü, 2007 sonu itibarı ile sadece 146 megawattır. İnşaatı devam eden 144 MW ve tedarik sözleşmesi imzalanan rüzgâr santrallerinin de 531 megawatt olduğu dikkate alınırsa, genel toplamda bugüne kadar 838 megawattlık bir potansiyeli devreye alabildiğimiz (alacağımız) görülmektedir. Temiz, yenilenebilir ve yerli bir kaynak olan rüzgârın teşviki konusunda, bugüne dek yapılandan çok daha fazla iş yapılması gerekmektedir.
3. Enerji Bakanlığı verilerine göre, elektrik üretimi amaçlı kullanılabilecek (görünür ve mümkün) toplam jeotermal potansiyelimiz 4,500 MW/yıl, termal amaçlı kullanılabilecek toplam potansiyelimiz ise 31,000 MW/yıldır. Yenilenebilir kaynaklarımız, tamamen atıl biçimde, devreye alınmayı beklemektedir. Jeotermal kaynaklarımızın öncelikle termal amaçlı kullanımının geliştirilmesi, 5 MW civarında (modüler diye tanımlanan) elektrik üretimi teknolojisinin geliştirilmesine paralel olarak elektrik üretiminde de devreye alınması önerilmektedir (DEK-TMK). 4. Biyogaz, biyoetanol ve biyodizel de, son yıllarda adlarından daha fazla bahsedilen yenilenebilir kaynaklardır. Ancak bu kaynakların kullanımı için, tarım ve sanayi politikasıyla birlikte, yarar ve zararları dengeli planlayan, vergi sistemini sağlıklı belirleyen bir “mastır plan” hazırlanması gerekli görülmektedir.
Enerji Verimliliği/Enerji Yoğunluğu: Ülkemizde, enerji tüketiminin en önemli sorunlarından birini, enerjinin OECD ortalamasına göre son derece verimsiz, bir diğer ifadeyle daha yoğun olarak (olumsuz anlamda) kullanılması oluşturmaktadır. Türkiye’nin 0.38 olarak verilen enerji yoğunluğu, OECD’nin gelişmiş ülkeleriyle karşılaştırıldığında, hayli yüksektir (yaklaşık 2.5 katı). Enerjide dışa bağımlılığımız yetmezmiş gibi, enerjiyi verimsiz kullanmamız, ülke ekonomisini 2 kez yıpratmaktadır. Bu noktada, enerji politikamızın, sanayi ve özellikle ulaştırma politikasıyla beraber planlanması gereği ortaya çıkmaktadır. Sadece arz güvenliğini değil, talep tarafı enerji planlamasını da gözeten, çok yönlü bir enerji politikasına gereksinim vardır. Türkiye Elektrik Sektörü’nde Durum
2006 yılı itibarıyla, (elektrik) kurulu gücümüz 40,563 MW’tır. Bunun 11,436.6 MW’ı doğal gaz (%28,2), 13,144 MW’ı hidroelektrik ve diğer yenilenebilir (%32,3), 10,196 MW’ı kömür (%25,1) ve 2,474.8 MW’ı fuel oil (%6.1), 3,268.3 MW’ı çoklu yakıtlı (% 8,1) santrallerine aittir. Bu santrallerin yıllık toplam üretimlerinin 210 milyar kilowatt-saatin üzerinde olması gerekirken, 2006 yılı fiili üretimi 175,9 milyar kilowatt-saat, olarak (% 16 düşük) gerçekleştirilebilmiştir. Bunun temel nedenleri arasında, önceki yıllarda imzalanmış olan satın alma garantili anlaşmalar (yurt dışından doğal gaz satın alma, yurt içinde özel santrallerden pahalı elektrik satın alma) yer almaktadır. Diğer nedenler arasında; yatırım ve bakım-onarım eksiklikleriyle, yönetim sorunları sayılabilir. Ayrıca, ülkemizdeki kurulu gücün %9,2’si civarında (2006 yılı) payları olan oto-prodüktörlerin, tamamen kar amaçlı üretim politikaları nedeniyle (kendi açılarından “haklı” nedenlerle), kurulu güçlerini kendilerine en uygun saatlerde devreye sokmaları ve kar etmediklerinde de, üretimi kesme politikaları da önemli bir sorundur. Bu nedenle, kurulu güç
69
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
kabulüne dayalı bir planlama yapılamamaktadır.
Türkiye elektrik sektörünün, kurulu gücünü yeterince üretime çevirememe (% 16 eksik) sorununun yanı sıra, eksik ürettiği elektriğin yaklaşık %20’sini “kayıp ve kaçak” altında tüketiciye ulaştıramaması da bir diğer problemidir. Elektrik sistemimiz, üretim, iletim-dağıtım kayıpları ve “kaçak” elektrik kullanımı nedeniyle, içine konulanın %35’ini kaybeden “dibi delik bir kova” gibidir. Bu sorunlar çözülmeden, eklenecek yeni kurulu güç kapasitesinin önemli bölümü de, kullanılamadan yitirilmiş olacaktır. Başta nükleer olmak üzere, ülkemizde elektrik üretiminde alternatif kaynaklar üzerinde tartışmalar yapıldığında, bu gerçekler mutlaka dikkate alınarak; duygusallıktan uzak, bilimsel ve ülke gerçekleri ile uyumlu yorumlar yapılması gereklidir. Talep Tahminleri Güvenilir mi?
70
Ülkemizde, enerji politikasının belirlenmesinde ve geleceğe yönelik yatırımların planlanabilmesinde, en önemli girdilerin başında, kuşkusuz talep tahminleri (gayri safi hasıla artış oranları, bunun enerji talep artışı ile ilişkisi, petrol, gaz, elektrik, vb..) gelmektedir. Geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi, mevcut durumda da, bu tahminlerin sağlıklı yapıldığını söylemek, kanımca doğru olmayacaktır. Çok fazla bilinmeyenin olduğu bir ortamda, büyük bir isabetle tahmin yapılmasını beklemesek de, bilimsel sınırlar içinde kalacak yanılgı ile bilinçli saptırmayı da birbirinden ayırmak gerekir. 1990’lı yıllarda doğal gaz alt sektöründeki abartılı talep tahminleri ve bunlara bağlı olarak imzalanan 25 yıllık “al ya da öde” koşullu alım satım anlaşmaları ve gene buna bağlı (pahalı) elektrik satın alma garantili anlaşmaların Hazine’yi (yani hepimizi; vergisini düzenli ödeyenleri) bugün dâhi milyarlarca dolarlık risk altına sokmaktadır. Bu yaşamsal girdinin bilimsel ve güvenilir biçimde yapıl-
masını sağlamak hepimizin görevi olmalıdır.
Doğal olarak, meslek Odaları’nın ya da bağımsız uzmanların elinde binlerce dolarlık simülatörler ve veri tabanları yoktur ve bu da talep tahmini yapanların, kimi zaman daha ölçüsüz olmalarına olanak sağlamaktadır. Ancak, Dünya Enerji Konseyi Türk Milli Komitesi (DEK-TMK) gibi, daha bağımsız yapılarda üretilen bazı çalışmalar ve uluslararası literatürün güncel takibi, bize olabildiğince sağlıklı değerlendirme yapma olanağı tanımaktadır. Enerji Bakanlığı’nın önümüzdeki yıllar için geliştirdiği senaryolarda, belli büyüme hızları temel alınarak, enerji (elektrik) tüketimi ile ilgili bazı kestirimler yapılmıştır. 2005-2020 yıllarını kapsayan ETKB yüksek senaryosunda; yıllık ortalama elektrik talep artış oranı % 7.9 olarak verilmiştir. Düşük senaryoda bu oran % 6.4’tür. Bu varsayımlara göre, ETKB tarafından, elektrik talebimizin 2010’da (düşük ve yüksek senaryolar için, sırasıyla) 216-242 milyar kilowatt-saat, 2020’de 406-499 milyar kilowatt-saat olacağı tahmin edilmiştir. OECD-Uluslararası Enerji Ajansı tarafından verilen istatistiklere göre, 1980 ile 2000 yılları arasındaki 20 yıllık süreçte, ülkemizin yıllık ortalama büyüme oranı % 3,7’dir. Bir diğer anlatımla, birkaç yıllık yüksek büyüme oranlarından ziyade, temel alınması gereken hız, sürdürülebilir büyüme hızı olmalıdır. Zira % 8-9’luk büyüme oranlarının ardından, eksi “büyüme” yaşanan yıllar da gelebilmektedir. Buna göre, referans senaryo olarak, önümüzdeki 20 yıllık dönemde, yıllık ortalama % 4’lük büyüme hızı, daha makul ve sürdürülebilir görünmektedir. Büyüme ile elektrik talep artış oranını 1:1.5 (bire bir buçuk) olarak alırsak, elektrik talebinde de yılda ortalama % 6’lık büyüme, sürdürülebilir bir oran olarak değerlendirilebilir. DEK-TMK çatısı altında, TEK eski Genel Müdürü Sayın Gültekin Türkoğlu’nun bir değerlendirmesinin sonuçlarına göre, mevcut gaz anlaşmala-
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
rının süreleri ve taahhütlerimiz de dikkate alınarak, mevcut kaynaklarımızın kullanımı ile 2020’lere kadar kaynaklar bakımından bir sorunumuz olmadığı açıktır. Doğru politikalarla, yeni petrol, doğal gaz ve kömür rezervleri bulunması halinde, tablo daha da olumlu olarak önümüzde olacaktır. Bunları vurgulamaktan amacımız, “Ne yaparsak yapalım, ülkemizin kaynakları yetersizdir” diye yinelenen ve sürekli bir kriz beklentisi yaratan yaklaşımların sağlıksız ve yanlış olduğuna dikkati çekmektir. Mevcut kaynaklar ve mevcut uzun erimli bağlantılarımızla (al ya da öde koşullu anlaşmalar), yaklaşık 412 milyar kilowatt-saatlik üretim elde edebilecek bir potansiyel görünmektedir. Bunun uygulama alanı bulabilmesi için yapılması gereken yatırımlar ise ayrı bir konudur. Enerji Sektöründe “Yapısal” Bir Sorun: Dikey Entegrasyonun Parçalanması
Ülkemizin enerji sorunları arasında en önemlilerinden biri de, 1980’li yıllardan itibaren etkisini gösteren ve Dünya Bankası tarafından önerilip uygulanan hatalı politikalardır. Bu süreçte, enerji ve elektrik sektöründe etkin olarak çalışan Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) ve TPAO gibi entegre yapıdaki kamu enerji kurumları, Dünya Bankası taleplerine
uygun olarak parçalanmıştır. Bu süreç TEK’in Elektrik Üretim A.Ş. (EÜAŞ), Türkiye Elektrik Dağıtım A.Ş. (TEDAŞ), Türkiye Elektrik Ticaret A.Ş. (TETAŞ) gibi şirketlere bölünmesine, TPAO’nun ise önceki entegre ana yapısından; TÜPRAŞ, Petrol Ofisi, BOTAŞ, PETKİM, İPRAGAZ, İGSAŞ gibi birçok şirketin koparılmasıyla, sadece bir arama-üretim şirketi halinde cılız ve kaynaksız kalmasına yol açmıştır.
Son dönemde, Petrol Ofisi ve TÜPRAŞ gibi kuruluşların özelleştirilmesiyle, bu olumsuz süreç doruk noktasına erişmiştir. Böylece, Cumhuriyet’in bu en önemli kamu sanayi kuruluşları, mali ve yönetsel açıdan güçsüz bir konuma sürüklenmiş; büyük devletler enerjiyi stratejik bir sektör olarak tanımlayıp, stratejilerini dev entegre şirketler eliyle yürütürken, Türkiye bu alanda “etkisiz bir eleman” konumuna düşmüştür. Son yıllarda giderek artan kadrolaşmalarsa, bu kurumları neredeyse çalışamaz hale getirmiştir. Ulusal ölçekte dahi asli işlevlerini güçlükle sürdürebilen bu kuruluşların, yurt dışındaki (özellikle TPAO) etkinlikleri de sınırlı ve etkisiz kalmıştır. TKİ ve MTA gibi, başta kömür ve maden aramacılığı alanlarındaki öncü kuruluşlar da aynı süreçten benzer biçimlerde “nasiplerini”
71
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
almıştır.
Bu kuruluşların, yeniden entegre yapıda organize olmaları ile, profesyonel ve özerk biçimde yönetilebilmeleri sağlanmalıdır. Ancak bundan sonra, petrol, gaz, kömür ve diğer stratejik madenlerin aramacılığı canlanabilecektir. Bu, ulusal bir görevdir.
ENERJ‹ KOR‹DORU’NDA TÜRK‹YE
72
Son yıllarda kamuoyunda en fazla konuşulan konulardan biri de Türkiye’nin, kendi doğusunda (Hazar, Orta Asya ve Orta Doğu) yer alan zengin doğal kaynakların, ithalat gereksinimi hızla artan Avrupa ve Batı pazarlarına taşınması sürecinde, bir koridor olacağı konusudur. Kimileri bu konumu önemserken, kimileri de, geçiş yolu üzerinde “trafik polisi” gibi durmanın bir getirisinin olmayacağını, bunun yerine bir “terminal” olmamız gerektiğini öne sürmektedir. Türkiye’nin, coğrafi konumu itibarıyla öneminin, bahsedilen nedenlerle arttığı tartışmasız olmakla birlikte, her iki yaklaşımın da haklı olduğu kadar, eksik yanlarının olduğunu belirtmek gerekir. Örneğin, önceki yıllarda tüm uyarılara karşın imzalanan uzun erimli ve uluslararası tahkim koşullu “al ya da öde” gaz anlaşmalarının, Türkiye’nin bu avantajlı konumunu gereğince değerlendirebilmesinin önünde engel oluşturduğu da bir gerçektir. 1990’lı yılların sonunda yapılan abartılı gaz talep tahminlerinin kaçınılmaz sonucu olarak Türkiye, birçok ülkeyle, tüketemese de bedelini ödemek zorunda kalacağı bir dizi gaz alım satım anlaşması imzalamıştır. 2010 yılı gaz tüketimini 55 milyar metreküp, 2020 yılı tüketimini 84 milyar metreküp olarak “hesaplayıp”, bu doğrultuda özellikle Rusya’dan Mavi Akım Anlaşması’yla yılda 16 milyar metreküp almayı taahhüt eden Türkiye, bugün 2010 yılı için 43.8 milyar metreküp, 2020 için 66.6 milyar metreküplük bir talep öngörmektedir. Mevcut yönetim, bir yandan müzakerelerle bu arz
fazlasına çözüm ararken, başta Rusya Federasyonu olmak üzere ihracatçı ülkeler, bunun karşılığında yeni imtiyazlar beklemektedir. Diğer yandan, bu arz fazlası gazın bağlandığı YİD ve Yİ santralleri, artan doğal gaz maliyetlerinin de katkısıyla, satın alma garantilerinin güvencesini de kullanarak ve ürettikleri elektriği yüksek fiyatla devlete satarak, Hazine’yi büyük yük altına sokmaktadır. Dolayısı ile ülkemizden geçen ve geçmesi planlanan boru hatlarının, ülke ekonomisine olası katkılarını hesaplamaya çalışırken, risklerini ve kimi zaman yarattığı zararları (Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı’nda olduğu gibi; ABD’nin Irak’ı işgalinden beri çok sınırlı çalışan u hattan sadece tarife cinsinden alacağımız yaklaşık 1 milyar dolara erişmiştir) da hesaba almalıyız. Boru hatları, sadece enerji sektörünün bir “işi” değildir; ekonomik güvenliğimizin ve ulusal güvenliğimizin de ayrılmaz bir parçasıdır ve bu nedenle de o kapsamda değerlendirilmelidir.
SONUÇ YER‹NE: NE YAPMALI?
• Enerji politikamız, ulusal çıkarları gözeten, entegre bir anlayış temelinde yeniden oluşturulmalıdır. Bu yapılırken, enerji politikasının, sanayi, ulaştırma, tarım, güvenlik politikaları ve dış politikayla birlikte planlanması gereklidir.
• Kendi kaynaklarımızın bir “mastır plan” dâhilinde aranması ve ülkemizin özellikle fosil kaynaklar potansiyelinin sağlıklı olarak belirlenmesi gerekmektedir. Bunun için ilgili kurumlarımız (TPAO, MTA, TKİ, vb.) dikey entegre şirketler olarak örgütlenmelidir. Bu kurumlar her türlü politik müdahaleden uzak ve özerk biçimde yapılanmalıdır. • Kamuda, enerji alanındaki küresel gelişmeleri iyi analiz edebilecek yapılanmalar oluşturulmalıdır. Yurt dışında da, ulusal kuru-
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
luşlarımız aracılığı ile doğru ve karşılıklı yarar ilkesine uygun projelere girilmesi sağlanmalıdır. Yurt dışında girişilen yanlış projeler, bir yandan sınırlı ulusal kaynaklarımızın yitirilmesine, diğer yandan da ulusal prestijimizin yok edilmesine neden olmaktadır. Bu alanda, hamasete son verilmelidir.
• En büyük kaybımız, yetişmiş insan gücümüze yönelik duyarsızlıklarımızdır. Türkiye’nin yetişkin insan gücünü kullanmama gibi bir lüksü yoktur. Bu nedenle, haksız ve partizan uygulamalarla yitirdiğimiz profesyonel kadrolarımız, derhal etkin ve hak ettikleri görevlere getirilmelidir. Siyasilerin ve çeşitli menfaat gruplarının, kamu kurumlarına yapılan atama, tayin ve terfilere yönelik etkilerini olanaksız kılacak düzenlemeler yapılmalı, bu kurumlar özerkleşti-
rilmelidir. Diğer birçok kurumda olduğu gibi, enerji sektöründeki kadrolaşma da son derece tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Ehliyet ve liyakatin yerini, çok farklı “referanslar” almıştır. Kurumların yönetiminde büyük zaaflara yol açan bu süreç mutlaka önlenmelidir.
• Elektrik kurulu gücümüzün mevcut kapasitesini gereğince üretime çevirebilmesi sağlanmalıdır. Bunun için mevcut santrallerin ehil ellere teslimi, yıllardır ihmal edilen yatırımlarının yapılması, bakım ve onarımlarının temini ve doğru işletilmeleri gereklidir. Özellikle iletim hatlarına yapılan yatırımlar tamamlanmalı, dağıtım hatlarının bakım-onarım ve yenilenmeleri sağlanarak, teknik kayıplar mümkün olan en az düzeye indirilmelidir. “Kaçak”lar mutlaka önlenmelidir. Sadece bu maddede yer alan konularda yapılacak düzeltmeler, kurulu gücümüzün yaklaşık %30-35 daha fazla etkin olması demektir. Kaçaklarla uğraşmak, sosyal politikaların uygulanması kadar, kararlılık da gerektirir. “Kaçak” elektriğin en önemli kısmının, büyük kentlerimizdeki bazı büyük sanayi kuruluşları tarafından gerçekleştirildiği unutulmamalıdır. Bu husus, Enerji Bakanı Sayın Güler tarafından da defalarca açıklanmıştır.
• Atıl konumdaki hidroelektrik (dörtte üçü) ve kömür (dörtte üçü) santral potansiyelimiz, mutlaka devreye alınmalıdır. Bunun için YİD ve Yİ santralleri konusu, uluslararası ticaret hukuku uzmanları da dâhil, ehil bir ekip tarafından özenle gözden geçirilerek, fahiş kazancı önleyecek çözüm sağlanmalıdır. • Pahalı elektriğin bir nedeni de, büyük oranda girdi payı olan pahalı doğal gazdır. Gerek İran, gerekse “Batı” Hattı’ndan aldığımız Rus gazında, tahkime gidildiğinde, bu anlaşmaların bazı hükümlerinin lehimize
73
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
iptalini sağlayabilecek gerekçeler olduğu değerlendirilmektedir (Örneğin; aynı tarih, aynı resmi evrak numaralı, buna karşın iki ayrı formül içeren 2 ayrı anlaşmanın varlığı gibi…). Bu anlaşmaları yasal olarak iptal etme hakkımız olduğu noktasında muhataplarımız ikna edilerek, iptal etmek yerine, mevcut (pahalı) anlaşmalarda, Türkiye’nin menfaatlerine daha uygun koşullarla revizyon sağlanabilir.
• Halen tamamına yakını ithal edilmekte olan doğal gaza bağımlılığımız, diğer kaynaklarımız hızla devreye sokularak (ve gerektiği ölçüde teşvik edilerek) kademeli olarak azaltılmalıdır. İthalatın yapıldığı ülkelerin sayısı hızla ve mutlaka çeşitlendirilmelidir.
• Yenilenebilir kaynaklardaki önemli potansiyel, makul destek ve teşviklerle devreye alınmalıdır. Bu kaynaklar özellikle bölgesel ısınma-aydınlatma projeleri kapsamında hızla kullanıma aktarılmalıdır.
• Enerji sektöründe, çok yüksek olan vergi oranları, gerçekçi oranlara çekilmelidir. ÖTV üzerinden KDV tahakkuk ettirilerek, vergiden de vergi alma uygulamasına son verilmelidir. Akaryakıt kaçakçılığını da arttıran bir boyut olan bu uygulama bir an önce değiştirilmelidir.
74
• Yasal düzenlemeler yapılırken, ülke gerçekleri ve menfaatleri dikkate alınmalıdır. Dünya Bankası ya da dış kaynaklı yasa modelleri, her zaman ülke çıkarlarına uygun sonuçlar vermeyebilir. Enerji alanını düzenleyen çeşitli “piyasa yasaları”nda bunun yansımaları görülmekte ve henüz yasaların mürekkebi kurumadan, birçok maddesinin değiştirilmesi gereği doğmaktadır. Yasalar, ülke gerçeklerine uygun olarak, ilgili sektördeki tüm kurum ve kuruluşların etkin katılımı ile ve meslek Odaları’nın görüşleri
dikkate alınarak çıkarılmalıdır. Ulusal çıkar ve kamu yararını gözetmeyen yasaların, yaşama şansı yoktur.
• TBMM’de 17 Ocak 2007 tarihinde kabul edilen, ancak Sayın Cumhurbaşkanı tarafından veto edilen “Türk Petrol Kanunu” da bu kapsamda ele alınmalıdır. Yeni kanunun, eski yasadaki “milli menfaat”lere ilişkin maddeleri kaldırmasından, “ülke ihtiyacı için gerekli petrol” maddesini çıkarmasına, devlet hissesini %12,5’tan, kimi koşullarda % 1’e kadar düşürmesine kadar, kanımızca sakıncalı çeşitli maddeleri vardır. Ancak en az bunlar kadar önemli ve ülkemiz açısından olumsuz jeopolitik sonuçları olacak kimi maddeler yeterince irdelenmemektedir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Kıbrıs açıklarında uluslararası şirketlere arama amaçlı ihale açarak başlattığı hamleye, TPAO’nun “misilleme” yapacağı yorumları medyada yer almaktadır. Oysa yeni çıkarılan “Türk Petrol Kanunu” TPAO’nun önceki yasada tanımlanan “devlet adına arama ve üretim yapma hakkı”nı ortadan kaldırmaktadır. Dolayısıyla TPAO, yasa aynen çıkarsa, artık devlet adına faaliyet gösterebilecek bir şirket olmayacaktır. Bu ulusal konu gözlerden kaçırılmamalı, yasada TPAO’nun mutlaka önceki konumuna geri dönüşü sağlanmalıdır. Yasa’nın, önceki veto gerekçelerine göre yeniden düzenlenmemesi halinde, yeniden TBMM’ye getirilerek bir zorlama yapılmasının önüne geçilmelidir. • Söz konusu kanunda, devlet hissesinin %50’sinin üretimin yapıldığı ilin İl Özel İdaresi’ne verilmesi hükmü vardır. Bu madde, idarenin tekliği ilkesine aykırı bir maddedir ve merkezi yönetimi zayıflatan, ayrımcılığa yol açan bir maddedir. Bunların da ötesinde, Irak politikamıza da zarar veren yanı gözden kaçırılmamalıdır. Irak’ta Kerkük dâhil, ülkede üretilen petrolün tüm Irak halkına ait olduğu, kuzeydeki federal
ENERJ‹ VE DEMOKRAS‹
yapıya verilemeyeceği, ayrıcalık tanınmaması gerektiği Türkiye tarafından haklı olarak savunulmaktadır. Irak için bu savunulurken, kendi ülkemizde belli bölgelere ayrımcılık yapılması, Irak politikamızı da çelişkili ve tutarsız kılma riski taşımaktadır. Tüm bu yanlışların düzeltilmesi gerekmektedir.
• Petrol Kanunu’na ilişkin sakıncalara paralel biçimde, hükümetin Sayın Sezer tarafından veto edilen bir diğer tasarısı olan nükleer ile ilgili kanun tasarısında da önemli sakıncalar olmasına karşın, Sayın Sezer’in görev süresinin tamamlanmasıyla, bu olumsuz tasarı da ne yazık ki hızla yasalaştırılmıştır. “Nükleer Güç Santrallerinin Kurulması ve İşletilmesi Hakkındaki Kanun Tasarısı”nın veto gerekçeleri 3 temel hususta toparlanmıştı: Nükleer santrali yapacak şirketin KİT niteliğinde olmasına karşın, denetlenmesi konusunun açıklığa kavuşturulmamış olması; kanun tasarısında özelleştirilmenin öngörülmesine karşın, bunun düzenlemesinin yapılmamış olması; atık fonu yükünün son tahlilde söz konusu şirkete değil, kamuya yüklenmiş olması. Bu haklı veto gerekçelerinin açık biçimde giderilmediği bir yeni kanunun TBMM’ye getirilmemesi gerekmektedir. Bunlara ek olarak, henüz sorunlarını gidermemiş (ilk yatırım maliyetinin ve atık giderme maliyetinin yüksekliği, işletme güvenliğinin çözümlenememesi, nihai atık giderme konusunun çözümlenememesi, vb..) teknolojilerin, çözüm olarak ülkemize getirilmesi de kabul edilebilir değildir. Nükleer teknolojinin AR-GE sürecinde yer almak başka, mevcut sorunları çözümlemeden, sorunları halka gereğince anlatmadan, santral yapımına uygunluğu son derece tartışmalı olan Sinop, Akkuyu gibi yerleşim bölgelerine santral yapımı zorlamaları kabul edilebilir ve uygulanabilir değildir. Öte yandan, 1986 yılından beri doğal
gaz kullanan Türkiye’nin 21 sene sonra doğal gaz santrali yapacak seviyeye gelemediği dikkate alınırsa, “nükleer santral inşası, ülkemize teknoloji getirecektir” demagojisinin de bir başına hiçbir geçerliliğinin olmadığı görülmelidir.
• Enerji kurumları arasında işbirliği ve veri paylaşımı etkin biçimde sağlanmalıdır. Her kurumun kendi gündemi ve çıkarı doğrultusunda hareketi, toplam verimliliği düşürmektedir. • Enerjinin verimli kullanılmasıyla sağlanabilecek tasarruf, binlerce megawatt’lık yeni santral yapımının yerine geçebilecek bir potansiyel taşımaktadır. Bu nedenle “Enerji Verimliliği Kanunu”nun hızla çıkarılması dâhil, bu konuda eğitim ve yaptırımların çağdaş bir anlayışla planlanması gerekmektedir.
• Enerji ile ilgili verilerin doğru, güncel ve şeffaf biçimde halkın erişimine hazır hale getirilmesi; başta Enerji Bakanlığı’nın ve daha sonra da bağlı ve ilgili kuruluşlarının görevleridir. Bu görev gereğince yerine getirilmemekte, kimi zaman birkaç yıl öncesinin verileri yayınlanmakta, kimi zaman da medya ve kamuoyuna doğru olmayan veriler aktarılmaktadır. • Üniversitelerin ilgili bölümlerinin ders programları, ülke gerçeklerine ve küresel gelişmelere uygun olarak öngörülmeli ve sürekli yenilenmelidir.
• Resmi kuruluşların da katkısı ile ancak onlardan bağımsız; meslek Odaları’nın da etkin katılımı ile bir Enerji Enstitüsü kurulmalıdır. Bu enstitü, gerek dünyadaki gelişmeleri, gerekse ülkemizin enerji sektörünün veri ve politikalarını “A’dan Z’ye” değerlendirmeli, politika önerileri geliştirmelidir.
75
PAKİS TAN Parlamentosu
dünyadan
Pakistan Hakk›nda Genel Bilgi
76
Ülke 14 Ağustos 1973’te yürürlüğe konan anayasayla yönetilmekte ve anayasa ülkedeki rejimi federal İslâm cumhuriyeti olarak tanımlamaktadır. İki meclisli bir parlamenter sistemi vardır. Birinci meclis 87, ikinci meclis 217 üyeden oluşur ve parlamenterler serbest genel seçimlerle belirlenir. BM, IKÖ (İslâm Konferansı Örgütü),İn-
giliz Uluslar Topluluğu, Uluslararası Para Fonu (IMF), İslâm Kalkınma Bankası gibi uluslararası örgütlere üyedir. Bir başkent bölgesiyle 5 eyaletten ve 17 ilden meydana gelmektedir. Eyaletler: Pencab (başkenti: Lahor), Sind (başkenti: Karaçi), Pathanistan (başkenti: Pesaver), Belucistan (başkenti: Keta), Azâd Kesmir (başkenti: Batı Kesmir).
DÜNYADAN
Devletin Kuruluşu ve Parlamenter Sistem: Tarihte Hindular tarafından sürekli horlanan ve İngiliz işgali döneminde de ikinci sınıf vatandaş durumuna düşürülen Müslüman kitle bağımsızlık çabalarını destekledi ve 14 Ağustos 1947’de Hindistan’dan bağımsız Pakistan devletinin kuruluşu ilan edildi. Başlangıçta Bangladeş de Doğu Pakistan adıyla bu devlete bağlıydı. Ancak 1971’de Pakistan’dan ayrıldı. Bağımsızlık sonrasında ilk cumhurbaşkanlığına “Büyük önder” diye anılan Muhammed Ali Cinnah getirildi. Onun cumhurbaşkanlığı 11 Eylül 1948’e kadar sürdü. Ondan sonra 19 Ekim 1951’e Hoca el-Hac Nizamuddin, 6 Ekim 1955’e kadar Gulam Muhammed Han, 28 Ekim 1958’e kadar Iskender Mirza, 25 Mart 1969’a kadar Mareşal Muhammed Eyyüb Han, 20 Aralik 1971’e kadar Orgeneral Aga Muhammed Yahya, 14 Agustos 1973’e kadar Zülfikar Ali Butto, 5 Temmuz 1977’ye kadar da Fazlullah Çavdara cumhurbaşkanlığı yaptı. Fazlullah Çavdara’nın cumhurbaşkanlığı döneminde Zülfikar Ali Butto da başbakanlık görevinde bulundu. 5 Temmuz 1977’de Orgeneral Muhammed Ziyaü’l-Hak bir askeri darbe gerçekleştirerek Butto ve Çavdara yönetimine son verdi. Butto 4 Nisan 1979’da askeri yönetim tarafından idam edildi. Muhammed Ziyaü’l-Hak, Butto döneminde yürürlükten kaldırılan İslâmi hükümleri yeniden uygulamaya koymak, ülkenin Islâmi kimliğini yeniden güçlendirmek ve bütün Pakistan genelinde İslâmi çalışmaları artırmak için önemli faaliyetlerde bulundu. Ziyaü’l-Hak’in en önemli hizmeti ise Afganistan’daki İslâmi cihada verdiği destektir. Ziyaü’l-Hak, 17 Agustos 1988’de, uçağının bir suikast sonucu düşmesi üzerine hayatını kaybetti. Ondan sonra cumhurbaşkanlı-
77
DÜNYADAN
ğına Gulam Ishak Han getirildi. 16 Kasım 1988’de yapılan genel seçimlerde Zülfikar Ali Butto’nun kızı Binazir Butto’nun liderliğindeki Pakistan Halk Partisi 93 üyelik kazanarak birinci parti oldu. Seçimlerden sonra da hükümeti kurma görevi bu partiye verildi. Butto, Muhacir Ulusal Hareketi ve bağımsız milletvekillerinin desteğiyle hükümet kurdu. Butto hükümeti Eylül 1990’da bazı yolsuzluklara karıştığı gerekçesiyle cumhurbaşkanı Gulam İshak Han tarafından görevden alındı. Arkasından 24 Ekim 1990’da gerçekleştirilen seçimlerde Butto’nun partisi sadece 45 üyelik alabildi. Cemaati Islâmiye de içinde olmak üzere İslâmcı ve muhafazakâr kesimden birkaç siyasi oluşumu temsil eden İslâmi Demokratik İttifak ise 107 üyelik kazandı. Seçimlerden sonra hükümeti İslâmi Demokratik İttifak’ın lideri Nevaz Şerif kurdu. Ancak cumhurbaşkanı, Nevaz Şerif hükümetini 18 Nisan 1993’te görevden aldı. Bu tarihten sonra 26 Mayıs 1993’e kadar Balah Ser Mezari’nin liderliğinde geçici hükümet işbaşında kaldı. Bu tarihte anayasa mahkemesinin kararıyla Nevaz Şerif hükümeti yeniden işbaşına geldi.
16 Temmuz 1993’te cumhurbaşkanı Gulam İshak Han ve başbakan Nevaz Şerif birlikte istifa ettiler. Bu tarihten sonra Muin Kureysi’nin liderliğinde yeni bir geçici hükümet oluşturuldu. Cumhurbaşkanlığına önce geçici olarak Vasim Seccad, 14 Kasım 1993’te de Faruk Ahmed Leghari getirildi. 6 Ekim 1993’te gerçekleştirilen erken genel seçimlerde Pakistan Halk Partisi parlamentoda 86 üyelik kazanarak birinci parti oldu ve bağımsızlarla işbirliği yaparak 19 Ekim 1993’te hükümeti devraldı.
78
Fakat bayan Butto daha sonra yine yolsuzluk iddiaları yüzünden cumhurbaşkanı tarafından görevden alındı. Bayan Butto için
Zülfikar Ali Butto
DÜNYADAN
Benazir Butto
yolsuzluk iddiaları öylesine fazlalaşmıştı ki zaman zaman kardeşi Murtaza Butto’yu bile irtibatlı olduğu mafya vasıtasıyla öldürterek tasfiye etmişti. Bayan Butto’nun görevden alınmasında ise Cemaati Islamiye’nin önemli rolü olmuştur. Cemaati Islâmiye, bütün bu yolsuzluklara, mafya cinayetlerine ve devlet yönetiminin adeta bir mafya çetesi haline getirilmesine karşı halkı harekete geçirmeseydi, insanları sokağa dökmeseydi belki de cumhurbaşkanı Faruk Ahmed Leghari bayan Butto’yu görevden alma ihtiyacı duymayacaktı. Çünkü Legha-
ri, gelişmeleri çok iyi biliyordu ve olan bitenleri Cemaati Islâmiye’nin ileri gelenlerinden önce öğrenme imkânına sahipti. Anayasa kendisine yolsuzluklara karıştığı anlaşılan bir başbakanı görevden alma yetkisi de veriyordu. “Yüzde oncu”nun hanımını görevden aldığından dolayı halktan herhangi bir tepki görmeyeceğini tahmin etmesi de mümkündü. Ama buna rağmen Cemaati Islâmiye’nin harekete geçirdiği kitlelerin seslerini yükseltmeden anayasanın bu konuda kendisine verdiği yetkileri kullanmaya yanaşmadı.
79
DÜNYADAN
Butto’nun görevden uzaklaştırılmasından bir süre sonra, 3 Şubat 1997 tarihinde yeniden erken genel seçimler gerçekleştirildi. Seçimlerden Nevaz Şerif’in Pakistan Müslüman Birliği (PML) adlı partisi zaferle çıkarak 217 üyeli parlamentoda 124 sandalye kazandı. Bayan Binazir Butto’nun kazandığı sandalye sayısı ise 15’e düştü. Butto, sonuçları kabul etmedi ve seçimlere hile karıştığını ileri sürdü. Verilen bilgilere göre seçimlere katılım oranı oldukça düşüktü. Bu durum Pakistan halkının siyasi partilerden fazla bir beklentisinin olmadığını da ortaya koyuyordu.
80
Seçimlerden sonra cumhurbaşkanı Faruk Ahmed Leghari hükümeti kurma görevini parlamentoda mutlak çoğunluğu elde eden Pakistan Müslüman Birliği’nin lideri Nevaz Şerif’e verdi. Nevaz Şerif de 17 Şubat tarihinde başbakanlık görevini devraldı. Son askeri darbeye kadar da görevde kaldı.
Nisan 1997’de anayasada yapılan değişikliklerle devlet başkanının, üst düzey ordu görevlileri ve hakim atama ve hükümeti görevden alma hakkını da içeren, bazı yetkileri elinden alınmıştır. Aralık 1997’de, Nevaz Şerif ile yaşadığı bir güç çatışması sonucu, Faruk Legari devlet başkanlığından istifa etmiş ve yerine Refik Tarar seçilmiştir.
Ekim 1998’de General Cihangir Karamat, ordunun da temsil edildiği bir Ulusal Güvenlik Konseyi kurarak yürütmenin gücünün dengelenmesi ve hükümetin etkinliğinin artırılması gerektiğine dair açıklamaları sonucu Navaz Şerif tarafından görevden alınmış ve yerine Pervez Müşerref getirilmiştir.
12 Ekim 1999’da General Pervez Müşerref’in Navaz Şerif başkanlığındaki sivil hükümeti düşürmesiyle ordu yönetime el koymuştur. Müşerref, meclisi ve anayasayı
DÜNYADAN
askıya almış, kendisini devlet başkanı (chief executive) olarak atamış, ülkenin ana karar organı olarak asker ağırlıklı bir Ulusal Güvenlik Konseyi kurmuş ve ağırlıklı olarak sivil olan bir teknokratlar kabinesi tayin etmiştir. Yolsuzluk yapan politikacıların tasfiyesi, hukuki düzenin yeniden sağlanması, ekonominin canlandırılması gibi noktaları kapsayan yedi unsurdan oluşan bir politika gündemi olduğunu söyleyen Müşerref, bunlar gerçekleşmedikçe demokrasinin yeniden kurulmayacağını da belirtmiştir. Yüksek hakimlere askeri rejimin yasal bir tabana oturtulması için geçici bir anayasal düzenleme yapmaları talimatı verilmiş ve 20 Haziran 2001’de Pervez Müşerref Yüksek Mahkeme tarafından 5 yıl için devlet başkanı ilan edilmiş ve mümkün olan en kısa sürede seçimlerin gerçekleşeceğini açıklamıştır. 2002 Kasım ayında gerçekleştirilen yerel ve merkezi seçimler sonucu hiçbir parti hükümet kurmak için gerekli çoğunluğu sağlayamamış, iki ay süren uzun müzakere ve pazarlıkların ardından Pakistan İslam Birliği’nden (Quaid-i Azam) Zafarullah Jamali başbakanlık koltuğuna oturmuş, Pakistan Halk Partisi ve Pakistan İslam Birliği ve bağımsızlardan oluşan bir hükümet kurulmuştur. Ancak yönetim hala büyük oranda Pervez Müşerref’in elinde kalmıştır. Pakistan’daki siyasi istikrar, Devlet Başkanı Pervez Müşerref’in Parlamento’ya sunduğu 29 anayasal değişikliğin kabul edilip edilmeyeceği ile doğru orantılıdır. Zira muhalefeti oluşturan dinsel eğilime sahip altı partiden oluşan Muttahida Majlis-i Amal (MMA) Pervez Müşerref’in hem başkumandan hem de devlet başkanı olmasına şiddetle karşı çıkmakta ve bu durumda parlamentonun feshedilmesi gerektiğini savunmaktadır. Amerika’nın Irak’a müdahalesi sırasında
Pervez Müflerref
Navaz fierif
81
DÜNYADAN
binlerce kişinin katılımı ile gösteriler düzenleyen MMA ile daha fazla zıtlaşmak istemeyen Pervez Müşerref bu konunun müzakere yolu ile çözülmesi için Hükümet ve muhalefetin katılımı ile bir komisyon kurulmasını istemiştir. Pakistan’da hiçbir zaman bitmeyen çalkantılar 2007 yılının sonlarında Benazir Butto’nun parlamento seçimleri öncesinde suikasta maruz kalması ile tekrar artmıştır. Ülkenin eski başbakanlarından olan ve muhalefetin lideri Butto’nun ölümü Pakistan tarihi ve demokrasi açısından düşündürücüdür. Buna karşın, Pakistan’da gerçekleştirilen bu eylemin asıl nedeninin ne olduğu ve bu eylemle ne amaçlandığı düşünülmeli ve sorgulanmalıdır.
82
Bu suikast sonucunda ülkede iç karışıklık üst düzeye çıkmış ve iktidar yanlıları ile muhalifler arasında çatışmalar meydana
gelmiştir. 2008 yılında yapılan seçimler öncesinde tüm dünyanın dikkatleri de Pakistan’ın üzerinde toplanmıştır. Ülkedeki kargaşa nedeniyle hükümet 8 Ocak 2008 tarihinde yapılacak seçimleri güvenlik nedeniyle muhalefetin istememesine rağmen 18 Şubata ertelemiştir. Ancak Butto suikastı, ülkedeki huzursuz ortam ve ekonomik nedenler; 1999 yılında bir askeri darbe ile işbaşına gelen Pervez Müşerref’in yandaşı iktidar partisinin, muhalefet karşısında ağır bir yenilgi almasını sağlamıştır. Butto’ların Pakistan Halk Partisi (PPP) birinci parti olarak 88 milletvekili ile Ulusal Meclise geçen dönemden daha güçlü bir şekilde girmiştir. Halk Partisini 66 milletvekili ile, Müşerref’in sürgüne gönderdiği eski başbakanlardan Navaz Şerif’in Müslümanlar Birliği partisi PML(N) takip etmektedir. Küçük bir harf değişikliğiyle aynı adı taşıyan Müşerref yanlısı Müslümanlar Birliği
DÜNYADAN
PML(Q) ise 38 milletvekili ile üçüncü parti durumunda.
Güneyde genellikle Hindistan’dan gelerek Karaçi ve çevresine yerleşen göçmenlerden yoğun destek alan Ulusal Birlik Hareketi MQM, Ulusal Meclis’e 19 milletvekili göndermiştir. MQM anahtar parti rolünü oynamaya eğilimli ve bir önceki mecliste Müşerref’i destekleyen iktidara ortaktı. Geniş bir bölümü Afganistan’da yaşayan Paktunların Kuzey Batı eyaletinde örgütlü Avami Ulusal Partisi (ANP) ise 10 milletvekili ile seçimlerden başarılı çıkan muhalefet partilerinin arasında yer alıyor. ANP genellikle laik tutumu ile dikkati çekiyor ve Halk Partisi’nin Navaz Şerif ile birlikte kuracağı ortak hükümete destek vereceği anlaşılıyor.
Eyalet sisteminin geçerli olduğu Pakistan’da Ulusal Meclis seçimleriyle birlikte yerel eyalet meclisleri seçimleri de yapıldığı eyalet meclislerinde gene muhalefet partileri Müşerref yanlılarını yenilgiye uğratmıştır. Ancak partilerin meclislerdeki ağırlıkları eyaletlere göre değişmektedir. Pencap’ta Navaz Şerif’in Müslüman Birliği, Sind eyaletinde Halk Partisi, Kuzey Batı Sınır Eyaletinde ise Paktun ağırlıklı ANP birinci parti durumunda. Müşerref yanlıları sadece ayrılıkçı hareketlerin hakim olduğu Belucistan eyalet meclisinde 10 yerel milletvekili ile ağırlıklarını gösterebilmiştir. Müşerref karşıtlığında birleşmiş bir muhalefet sonuçta ortak amacına ulaştı. Ancak, seçimler sonrası yaşanan göreli sakinliğe karşın Pakistan’da gelecek günlerin neler göstereceği çok açık değil. Kurulacak koalisyonun ortakları arasında ve ortaklarla Müşerref ve ordu arasında uyumlu ilişkilerin sağlanması kolay olmayacak gibi görünmektedir. Öte yandan Halk Partisi’nin Benazir’den miras aldığı Zerdari’yi uygun
Ziya ül Hak
bir lider olarak benimseyenlerin oranı parti içinde azınlıkta kalmaktadır.
Dolayısıyla iktidarın birinci partisinde bir iç çatışmanın yaşanması fazla uzak bir olasılık değilmiş gibi görünyor. Görevden alınan yargıçların yeniden eski görevlerine dönmesi hala önemli bir sorun olarak gündemde ve özellikle avukatların başını çektiği muhalefetin bu işin peşini bırakmayacağı anlaşılıyor. Şu anda etkinliği azalmış gibi görünen şeriat yanlılarının, Taliban ve diğer silahlı hareketlerin bu konumda kalmaları beklenememekte ve böylesine bir ortam da yeni iktidarın işini zorlaştırmaktadır. Son olarak; ordunun ve yandaşlarının yıllar süren egemenliğinin bir ölçüde aralandığı bu seçim sonrasında demokrasinin güçlendirilmesi sivil iktidarı oluşturan politikacıların becerisine bağlı. Özetle siyasal geçmişi pek parlak olmayan Pakistan’da siviller yeni bir sınavdan geçiyor diyebiliriz.
83
gezi
T
arihi boyunca onlarca kez el değiştiren, Dicle nehri kıyısında asırlardır ayakta duran Hasankeyf, artık kendisini yöneten kavimlerin bıraktığı hikâyelerde yaşayacak. Hasankeyf, Batman-Midyat karayolu üzerinde yer aldığından önemli bir geçiş noktasında yer almaktadır. 35 km uzaklıktaki Batman’dan ulaşmak mümkün olduğu gibi, bir başka tarih hazinesi olan Mardin’den Midyat’a, oradan da Hasankeyf’e ulaşıla-
84
bilmektedir. Hasankeyf’in Mardin’e uzaklığı 120, Midyat’a uzaklığı ise 50 km.dir.
Hasankeyf’e en yakın havaalanı Batman’da bulunmaktadır. Bölgenin önemli bir ulaşım noktası olan Diyarbakır havaalanı da Hasankeyf’e 135 km. mesafededir. Ayrıca Mardin’de de havaalanı bulunmaktadır. Bunun yanı sıra Batman’a demiryolları ile Türkiye’nin her yerinden de ulaşmak mümkündür.
GEZ‹
Tarih: Hasankeyf’in Türk-İslam tarihi ve medeniyeti açısından önemli bir yeri vardır. “Hısnıkeyfa”olarak anılan bu şehir, “Kaya Kale” şeklinde tercüme edilebilir. Çeşitli kaynaklarda her kavmin kendi dilinde farklı telaffuz edildiği bu kelime, “korunmaya müsait” anlamına gelmektedir. Kale yekpare taş kitlenin oyulması suretiyle oluşturulmuştur.
Hasankeyf tarih ve doğanın barışık olduğu bir yerdir. Hasankeyf’in Türk İslam Tarihi ve Medeniyeti açısından önemli bir yeri vardır. Hısn Keyfa olan bu şehrin adı “Kaya Hisarı” şeklinde tercüme edilir. M. Streck’in belirttiğine göre Hısn Keyfa adının muhtemel olarak Asurca olduğu, “Kipani” kelimesinden geldiğini iddia etmektedir. Eski tarih ve kavimlerde bu tür kelimelerin anlamı “korunmaya müsait” yer anlamına geldiği belirtilmektedir. Kale’nin yekpare taştan olmasından dolayı buraya Süryanice’de Kayataş manasına gelen “Kifa” kelimesinden geldiğini, Roma tarihçileriyse buraya “Kipas veya Cepha”dendiğini ifade etmişlerdir.
Hasankeyf’in ne zaman kurulduğu konusu, eldeki bilgi ve belgelerin yeterli olmaması nedeniyle şimdiye kadar karanlıkta kalmıştır. Kuruluşu hakkındaki görüşler bir ihtimal olmaktan öteye gitmemiştir. Şehrin jeolojik yapısı ile mesken olarak kullanılan çok sayıdaki kayalara oyulmuş konutları (mağaralar) Hasankeyf’in Urartu dönemine kadar uzanan bir yerleşim merkezi olduğunu göstermektedir. Hasankeyf, Diyarbakır, Cizre şehirleri arasında önemli bir kara ve su yolu güzergâhında olup, savaşların olması ve ticaret yollarının buradan geçmesi bir yerde Hasankeyf’i kültürlerin kavşak noktası haline getirmiştir. İran ve İç Asya Kültürleri, Doğu Akdeniz, Mezopotamya, Roma ve Bizans kültürlerini barındırdığından, Romalılar, İran sınırını denetim altında tutabilmek için Hasankeyf’e kale inşaa etmiş-
lerdir. Miladi III. Asırda İranlılar Mezopotamya’yı ele geçirince Roma İmparatoru Diyokletion harakete geçerek, bütün Mezopotamya ve Dicle Nehrinin doğusundaki bütün yerleri aldı. M.S. 363 yılında Hasankey’in Bizanslıların denetiminde olduğu ve 451 yılında Bizanslıların yaptırdıkları kale ve korunma amaçlı yapıtları ile şehrin denetimine müslümanlar tarafından feth edilene kadar sahip olmuşlardır. Hicri 17. yılda Hasankeyf İslam Orduları tarafından ele geçirilmiştir. Sırasıyla Emeviler ve Abbasiler döneminden sonra, Hamdaniler (906990),Mervaniler (990-1096) denetiminde kalarak daha sonra Artukoğularının eline geçmiştir. Artuklular, Türkmen sülalesinden olup,Hasankeyf’e en parlak dönemi yaşatmışlardır. Artukoğulları Hasankeyf ile beraber Diyarbakır, Mardin ve Harput’ta hüküm sürmüşlerdir. Seçuklu Sultanı Alparslan ve Melikşah gibi de-
85
GEZ‹
ğerli devlet adamlarının, ileri gelen komutanlarından Emir Artuk, 1071 Malazgirt Savaşından sonra bölgeyi Selçukluların hakimiyetine katarak Selçuklulara önemli bir katkıda bulunmuştur. Artuk oğlu Sökmen 1101 yılında Hasankeyf’i ele geçirip burada önemli tarihi ve mimari eserler yaptırmıştır. Böylece devlet idaresinde yeniden bir yapılanmaya gidilmiştir. Göçebelik hayatından yerleşik sisteme geçilmiştir. Yönetimin halk kitlelerine dayanması, Artuklulara bağlı bölgelerde yarı müstakil bir hükümranlık anlayışıyla divanlar oluşturulmuştur. Haçlı akımlarına rağmen ilim, sanat ve kültürel sahada hiçbir gevşeme gösterilmemiş olup, büyük çalışmalar yapılmıştır. Darphaneler kurulup devletin iktisadi yapısı hep canlı tutulmuştur. İlime ve ilim adamlarına büyük önem verilmiş, Hasankeyf şehir kalesine su getirilerek önemli bir teknik deha yaratılmıştır. Mekanik alanda kitaplar yazılmış, makineler, pompalar, fıskiyeler, su terazileri ve musiki aletleri yapılmıştır. 1232 yılında Eyyübi Sultanı El-Kamil El-Malik tarafından Hasankeyf ele geçirilmiştir. Ortaçağın ve şarkın en kuvvetli devletlerinden olan Eyyübiler, Mısır, Suriye ve Yemen’de hüküm sürmüşlerdir. Böylece Eyyübi Hükümdarlarının şehri ele geçirmeleri ile birlikte 130 senelik Artukoğulları dönemi sona ermiştir.
Selahaddin’i Eyyübiden sonra Eyyübiler bir çok emirliklere ayrılmış Hasankeyf Eyyübi Hükümranlığı da bunlardan biridir. Eyyübiler çok önemli eserler yaptırmış, ilim, sanat ve kültürel alanda miraslar bırakmışlardır. Özellikle mimari sahada faaliyet gösteren Eyyübilerin, bir prensliği gibi Hasankeyf Eyyübileri diye tarihte yer edinmiştir. Moğollar burayı ele geçirerek yağma ve tahrip etmişlerdir. Bu tahrip ve yağma çok ağır olmuş, Hasankeyf bir daha eski özelliğini ve halini bulamamıştır. 86
Eyyübiler’den sonra Hasankeyf’e Akkoyunlu-
lar hakim oldu. 15. y.y. başına kadar hüküm sürdüler. 1473 yılında Uzun Hasan ve Fatih Sultan Mehmet arasında yapılan Otlukbeli Savaşında Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel Bey şehit olmuş ve Hasankeyf’te Dicle Nehri kenarında gömülmüştür. Akkoyunlular’dan sonra Hasankeyf İran Safavilerinin hâkimiyetine geçmiştir. 1515 tarihinde Yavuz Sultan Selim’in Doğu Seferi ile birlikte Hasankeyf Osmanlı egemenliğine geçmiştir. Bu dönemde Hasankeyf çevredeki aşiretleri idare eden merkezi bir hanedanlık konumunda olup, buna paralel olarak iktisadi ve ticari yapıda büyük bir gelişme göstermiştir. Bu dönemde şehir nüfusunun 10.000 civarında olması ise Hasankeyf’in büyük bir yerleşim merkezi olduğunu gösterir. Ortaçağ tarihi ve yapıtlarından anlaşıldığı üzere, insanlar yazları serin kışları sıcak ve ortaçağ şartlarında modern ev hayatlarını sürdürdükleri anlaşılmaktadır. Hasankeyf’te kültür ve uygarlıkların kaynaştığı, tarihte ilk bağımsız, Doğu Hindistan Cemaatlerinden birinin burada yerleştiği, ayrıca Yahudilerin burayı önemli bir yerleşim birimi olarak gördükleri, bu tür sosyal karmaşaların aydınlatılması ihtiyacı ise bölgede bir İslami Rönesans oluşumuna sebep olmuştur. Katip Çelebi evvelce buraya Ras’algül dendiğini, Kadıköy veya Kefa olarak anıldığını, tarihçi Taylor’a göre Arap litaretüründe Sebat ve Aghval yani birbirinden ayrı yedi dar ve derin vadinin kenarlarından, bir merkeze doğru uzanmış ve mağaralardan dolayı bu ismi aldığı belirtilmektedir.
Hasankeyf İlçesi Yurdumuzun Güneydoğu Anadolu Bölgesinde Batman İline bağlı, Dicle Nehrinin doğu kıyısında yer almaktadır. Güneyinde Güneydoğu Midyat Dağları, Kuzeyinde ise Petrol Mahzeni Raman Dağları bulunmaktadır. İlçe Merkezi Batman İl merkezine 37 km. mesafede olup, ortaçağ dünyasının kültür, ticaret ve siyaset odaklarının bütünleştiği, ihtişamlı ve gizemli bir antik kenttir.
GEZ‹
HASANKEYF:
KAYA KALE
Hasankeyf ilçesi ve ilçe içindeki kültürel varlıklar; Sümerler, Akatlar, Asurlar, Babiller, Medler, Persler, Bizanslılar, Emeviler, Abbasiler, Hamdaniler, Artuklular, Mervaniler, Selçuklular, Eyyubiler, Moğollar, Osmanlılar ve nihayet Türklerden gelen, 6000 yıllık bir tarihi bir mirası yansıtmaktadır. Kısmen Ilısu Baraj Gölü altında kalacak olan bu kültürel mirasın kurtarılması, korunması ve gelecek nesillere aktarılması gerekmektedir. Bunun gerçekleştirilmesi için, Türkiye Cumhuriyeti resmi makamlarının iradesi, onayı ve açık desteği mevcuttur.
Bu maksatla; Kültür ve Turizm Bakanlığı, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü ve Ilısu Konsorsiyumu koordinasyonunda hazırlanan, Hasankeyf Master Rehber Projeleri Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi makamları tarafından onaylanmıştır. Ilısu Projesi’nin maksimum su kotundan etkilenmeyen Hasankeyf Yukarı Şehir Alanı’nda yer alan kültürel varlıklar, bu bölgenin geliştirilmesiyle birlikte bir “Arkeolojik Park ve Açık Hava Müzesi”nde yeniden hayat bulmaya devam edecektir.
Hasankeyf’in % 80’den fazlası Ilısu Barajı suları altında kalmayacaktır. Bu bağlamda Yukarı Şehir’de bulunan onlarca mezar, türbe, höyük, eski kalıntılar ve 4 200 mağara ev, Ilısu Baraj Gölü’nden etkilenmeyecektir. Bölge yukarıda belirtildiği şekilde “Arkeolojik Park ve Açık Hava Müzesi” olarak düzenlenecek ve Hasankeyf Yeni Kültürel Park Alanı ile birlikte “Türkiye’nin ve Dünyanın Kültür ve Turizm Cazibe Merkezi” olacaktır.
Ilısu Baraj Gölü’nden etkilenen ve hâlihazırda Aşağı Şehir ve Karşı Şehir Alanı’nda bulunan El Rızk Camii, Koç Camii, Sultan Süleyman Camii, Kızlar Camii, Küçük Camii, Zeynel Bey Türbesi, İmam Abdullah Zaviyesi, Artuklu Köprüsü gibi kültürel varlıklarımız, hâlihazırdaki konumlarına yakın bir yerleşimle, Türkiye ve dünyada bu hususta uzmanlaşmış eksperler yönetiminde Hasankeyf Yeni Kültürel Park Alanı’na taşınacaklar ve yerleştirileceklerdir.
87
söyleşi BATMAN VAL‹S‹ AHMET TURHAN:
“Batman ekonomide, eğitimde, sosyal ve kültürel alanda bölgede örnek bir il olma konumundadır”
BATMAN Türk Demokrasi Vakfı (TDV): 1955 yılında Belediye teşkilatının kurulması ile hızlı bir gelişim sürecine giren Batman, 16 Mayıs 1990 tarihinde Türkiye’nin 72. ili olma ünvanına kavuşmuştur. Batman ilinin günümüze kadar il olmadan önce ve il olduktan sonra gelişim ve değişim sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?
88
Ahmet Turhan: 1940 li yılların başına kadar İluh ismiyle bilinen Batman, GAP Bölgesi içindeki 9 ilin en genç olandır. Dicle Nehri ve yan kolları olan Batman ve Garzan çayları arasındaki havzada kurulmuş ve ili güneyden çevreleyen Raman Dağları üzerin-
de 1948 yılında petrol bulununca bir anda büyük bir gelişme olmuştur. Yakın tarihte Batman’da meydana gelen bu hızlı gelişme içinde kurulan petrol sanayi ve tesislerine paralel olarak artan yatırımlarla birlikte insanların bu kente göç ettiğini görmekteyiz. Batman’a yapılan bu göç, bir çok farklı kültürü de beraberinde getirmiştir. Haydarpaşa–Kurtalan demiryolu 1944 yılında Batmana ulaşmıştır. 1954 yılında Batmanda hava alanı açılmıştır. Günümüzde bir okul olarak kabul edilen Batman Petrol Rafinerisi 1955 yılında kurulmuştur. Batman 1947 yılında bucak, 1957 yılında ilçe,
SÖYLEfi‹
16 Mayıs 1990 yılında Türkiye’nin 72. ili olmuştur. Ayrıca Mardin’e bağlı Hasankeyf, Gercüş ile Siirt’e bağlı Beşiri, Kozluk ve Sason ilçeleri de Batman’a bağlanmıştır. Muş, Diyarbakır, Bitlis Siirt, Mardin illeri ile komşudur. ilin toplam nüfusu 497.998 dur. Batman’ı çevreleyen Sason (Aydınlık) dağları, Mereto Dağı, Avcı Dağı, Meydanok Dağı ve Raman Dağı çok zengin maden ve petrol yataklarına sahiptir. Batman ve Beşiri ovalarında ise her çeşit tarımsal ürün ve endüstriyel bitki yetişmektedir. Petrolün sağladığı avantajlar sayesinde ve elli yıllık kısa bir dönem içinde hızla gelişen Batman, yapılan her nüfus sayımında katlanarak artan nüfusuyla ülkemizin nüfus yoğunluğu açısından üst sıralardaki kalabalık kentler arasında yerini almıştır. Küçük bir köyün kent özelliğine kavuşması için 50 yıllık süre çok kısa gelebilir ve bu süre bir kent oluşumu için önemsiz bir zaman dilimi olarak ta değerlendirilebilir. Ancak tarihin derinliklerinden sökülüp günümüze kadar gelen ve varlıklarını binlerce hatta on binlerce yıl ile anlatan birçok il karşımızda dururken bu anlamda Batman kentinin genç tabir etti-
89
SÖYLEfi‹
ğimiz bu özelliğini tarihi kentlerle kıyaslamak elbette ki yersiz olur. Fakat hızlı gelişmişlik anlamında konuyu ele alırsak ve sadece 50 yıl gibi kısa bir sürede Batman’ın ulaştığı bu gelişmişlik düzeyi diğer tarihi illerle kıyasladığımızda Batman çok daha ileri seviyede yüksek bir gelişmişlik temposu yakaladığı ve bu illeri geride bıraktığı görülecektir.
90
Batman’ın modern bir kent olarak ortaya çıkmasına neden olan petrol olgusu yöre için bir nimet olarak değerlendirilmiş ve bu nimetten çokça faydalanılmıştır. Çünkü petrol olayı bulunduğu dünya coğrafyasının tabir yerinde ise her yönüyle kaderini değiştiren güçlü bir varlık ve zenginliktir. Petrolün Batman’da bulunmasıyla birlikte burada yaşayan insanların eğitiminden dünya görüşlerinin değişmesine kadar yaşam anlayışlarını büyük oranda etkilemiştir. Tabiî ki bu etkileme olayı sosyal ilişkilerin çağdaş bir anlayışla yoğrulmasına ve bu meyanda insani duyguların gelişmesine büyük ölçüde yardımcı olmuştur. Maalesef ülkemizin batısından Batman’ın görüntüsü hiçte hoş değildir. İnsanlar ön yargılı olarak
Batman’a bakıyorlar. Batman’a tedirginlik içinde gelenler, gördükleri Batman karşısında şaşkınlıklarını gizleyemiyorlar.
Batman ekonomide, eğitimde, sosyal ve kültürel alanda hızlı değişim ve gelişme göstermekte ve bölgede örnek bir il olma konumundadır.
Dünyada kutsal kabul edilen üç büyük semavi dinin kutsal kitapları Tevrat, İncil ve Kuranda ifadesini bulan Mezopotamya toprakları, Dicle ve Fırat Nehirleri arasında kalan ve bu nehirlerle sulanarak insanlığa bereket sunan mümbit ve vaz geçilmez topraklardır. Batman ili işte bu coğrafi alan içinde bulunmaktadır. Uygarlık tarihinde çok önemli bir yeri olan GAP bölgesinin hemen her yerinde görülen höyükler, ören yerleri, anıtlar bu görkemli geçmişi günümüze taşımaktadır. Fırat ve Dicle Nehirlerinin sularıyla beslenen yukarı Mezopotamya, güneyindeki kurak ve yarı kurak düzlüklere göre çok daha elverişli doğal şartlara sahiptir. Bölgenin hemen her yerinde binlerce yılın birikimlerinin izlerini taşıyan çok sayıdaki arkeolojik kalıntıyı görmekteyiz.
SÖYLEfi‹
Türk Demokrasi Vakfı (TDV): Batman İlinde uygulanan SODES projeleri nelerdir? Bu projelere halkın farkındalığı ve katılımı ne düzeyde gerçekleşmektedir?
Ahmet Turhan: GAP kapsamındaki illerde sosyal kalkınmanın gerçekleştirilmesi ve sosyal refahın artırılması için yoksulluk, göç ve kentleşme gibi sosyal sorunların giderilmesine yönelik yerel dinamiklerin harekete geçirilerek, istihdam edilebilirliğin artırılması, meslek edindirme, gelir getirici faaliyetlerin geliştirilmesi, sosyal içermenin sağlanması ile kültürel, sanatsal ve sportif faaliyetlerin desteklenmesi amacıyla Devlet Planlama Müsteşarlığı tarafından Sosyal Destek Programı hazırlanmıştır.
Valiliğimiz tarafından geçen yıl Devlet Planlama Teşkilatına sunulan 185 adet proje teklifinden 42’si uygun bulunmuştur ve yaklaşık 6.5 milyon TL kaynak ilimize aktarılmıştır. Yine bu yıl 67 projenin finansmanı uygun bulunup 11 milyon TL civarında kaynak aktarılmıştır Böylece ilimizde son 2 yıl içinde yaklaşık 17.5 milyon TL tutarında 109 proje finanse edilmiştir.
SODES Kültür-Sanat-Spor, Sosyal İçerme ve İstihdam olarak 3 alandan oluşmaktadır. Bu yıl SODES kapsamında finanse edilen 67 projenin 26’sı Kültür-Sanat-Spor alanında uygulamaya geçirilmiştir. Bu projeler kapsamında sosyo-ekonomik açıdan dezavantajlı durumda olan binlerce çocuk ve gencimiz, kültürel ve sportif eğitimlerden yararlanmkta, sanat ve sporun bütünleştirici rolü ekseninde kendilerini ifade etme ve geliştirme olanağı bulmaktadır. Sinema, tiyatro, festival, gezi vb. kültürel etkinlikler yoluyla Batman, kültürel, sanatsal ve sportif etkinliklere olan ihtiyacını büyük ölçüde giderecek ve toplumsal bütünlük artacaktır Yine 14 projemiz ise İstihdam alanında uygulamaya geçirilecektir. Bu projeler kapsamında binlerce yurttaşımız mesleki eğitim programlarına alınacak ve sertifika alarak ekonomik yaşama atılmalarına olanak sağlanacaktır. Projeler kapsamında işgücü piyasasına yeterli düzeyde katılamayan Batmanlı gençler, kadınlar ve engelliler mesleki becerilerle donatılarak kalifiye eleman haline gelecek ve ilimizin ekonomik ve sosyal kalkınmasında güçlü aktörler olarak
91
SÖYLEfi‹
yerlerini alacaklardır. Projeler kapsamında pek çok yurttaşımız geçici istihdam olanağından yararlanacak, mikro kredi ve ekonomik teşviklerle iş hayatına atılmaları kolaylaşacaktır.
Ayrıca 27 projemiz ise Sosyal İçerme alanında uygulamaya geçirilecektir. Bu projeler kapsamında Batman ili ve ilçelerinde yaşayan çocuk, genç, engelli, mahkûm ve kadınlar gibi olumsuz koşullarda yaşayan yurttaşlarımıza dönük sosyal, kültürel ve sanatsal faaliyetler yapılacaktır. Sosyal ve ekonomik açıdan da desteklenecek bu kesimler için sosyal, kültürel ve eğitsel mekânlar düzenlenecek ve hizmete sunulacaktır. Özellikle eğitim alanında gerçekleşecek projelerle ülke genelindeki merkezi sınavlarda ilimizin önemli başarılar göstermesi beklenmektedir.
Bu projeler hemen hemen toplumun tüm kesimleri tarafından benimsenmekte ve desteklenmektedir. Gerek kamu kurum ve kuruluşları, gerek Sivil Toplum Kuruluşları, gerekse vatandaşlarımız tarafından SODES projeleri çok ciddi anlamda sahiplenilmektedir. Türk Demokrasi Vakfı (TDV): Batman Valiliği bünyesinde tarafınızdan oluşturulan Enerji Çalışma Grubu’nun oluşturulma nedenleri ve temel hedefleri nelerdir? Ahmet Turhan: Günümüzde enerji en büyük problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Enerji verimliliği sadece elektrik enerjisi verimliliği anlamına gelmemektedir. Enerji verimliliği; Elektrik, İklimlendirme, Su, İş, İnsan kaynakları ve benzeri konuları kapsamaktadır. Ülkemizin Enerji konusunda dışa bağımlı olması bu konunun önemini artırmaktadır.
92
Özellikle Batman’da kaçak elektrik kullanı-
mı ve elektriğin bilinçsiz kullanımı çok büyük problemlere sebep olmaktadır. Batman ilinin kaçak elektrik kullanım oranları 2009 yılı itibariyle Türkiye’nin en yüksek kaçak elektrik kullanım oranına sahip illeri sıralamasında 3. ildir.Bu gösterge bu konuda toplumun bilinçlendirilmesi gerekliliğini göstermektedir.
Öncelikle bu sebepten Batman Valiliği, “Enerji Verimliliği” konusunda vatandaşlarımızı ve kamu kurumlarını bilinçlendirmeye yönelik olarak Enerji Çalışma Grubu’nu oluşturmuştur. Enerji Çalışma Grubunun en önemli görevi Batman ilinde farklı bilinçlendirme yöntemleri kullanılarak Batman’da bulunan kamu kurumları, özel şirketler, kobiler, meslek odaları, sivil toplum örgütleri, üniversite, öğrencilere ve vatandaşlara yönelik bilinçlendirme çalışmaları yapmak ve Enerji Verimliliği konusunda farkındalık oluşturmaktır. Türk Demokrasi Vakfı (TDV): Enerji Mevzuatı ve Uygulamaları açısından Batman İli bünyesinde tespit edilen sorun ve ihtiyaçlar ile bölgenin sanayii ve ticari ihtiyaçları nelerdir?
Ahmet Turhan: İlimiz bünyesinde en önemli sorunn kaçak elektrik kullanımı ve buna bağlı olarak enerji israfıdır. Ayrıca elektrik harici diğer enerji kaynaklarının kullanım oranı çok düşüktür. İlimizdeki abone sayıları değerlendirildiğinde 2008 yılında meskenlerde 88.000 civarı, sanayi ve ticarethanelerde 14.000 civarı olmak üzere toplam 102.000 civarı abone var iken 2009 yılında bu rakam 113.000 lere kadar yükselmiştir. İlimizdeki kaçak elektrik kullanım oranı 2008 yılında % 66.54’ tür. Kasım 2009 tarihinde gerçekleştirilen operasyonlar ve çalışmalarla kaçak elektrik kullanımında düşüşler gözlenmiştir.
SÖYLEfi‹
DEDAŞ İl Müdürlüğü’nce kaçak elektrikle mücadele kapsamında denetimler arttırılmıştır. İl Müftülüğü’nce de vaaz ve hutbelerde elektrik ve suyun kaçak kullanılmaması, enerjinin israf edilmeden verimli kullanılması yönünde açıklamalar yapılarak toplum bilgilendirilmeye çalışılmaktadır.
Alternatif Enerji Kaynaklarına baktığımızda; Batman ili Güneş Enerjisi açısından zengin kaynaklara sahiptir. Güneş Enerjisi bir çok alanda uygulanabilir. Bu anlamda ar-ge çalışmalarımız devam etmektedir. Rüzgar Enerjisi potansiyeli düşüktür. Jeotermal Enerji kapsamında; İlimizde az da olsa Termal Otel ve Sera mevcuttur. Yine bu alanlarda yatırımcılarımıza desteklerimiz devam etmektedir.
Türk Demokrasi Vakfı (TDV): Devlet Planlama Teşkilatı tarafından bölgenizde kurulan Yönetim Kurulu Başkan vekilliğini üstlendiğiniz Dicle Kalkınma Ajansının Bölgesel Kalkınma Stratejileri kapsamında Enerji Verimliliği ve güvenliği konusu bir öncelik alanı olarak tespit edilmiş midir? Ajansın programlarının yerel düzeyde sahiplenilmesi ve halkın katılımı hakkında nasıl bir öngörüde bulunuyorsunuz? Ahmet Turhan: Ajans Bölgesel Kalkınma Stratejilerini belirlemek üzere Bölgesel Gelişme Planı hazırlıklarına başlamış bulunmaktadır. Dolayısıyla söz konusu stratejiler tüm bölge aktörleri ile beraber yürütelecek olan yoğun ve detaylı çalışmalar ve analizler neticesinde tamamen akademik ve bilimsel metodlar kullanılarak tespit edilecektir. Öte yandan Ajansın “Bölge’de enerji verimliliğini artırmak, enerji üretimini çeşitlendirmek, bölge’deki yer altı kaynaklarından
daha fazla faydalanılmasını sağlamak” gibi taslak planları hazırlanmıştır. Enerji verimliliği ve güvenliği hususları Ajans tarafından önemsenmekte ve Bölgesel Gelişme Planında da bu konuların yer alması planlanmaktadır.
Halkımızın Ajansı tanıdıktan sonra gerçekten sahipleneceğine inanıyorum. Zira bölgemizin yıllardır çektiği uzman ve teknik kadro sıkıntısı yüzünden potansiyel değerler yeterince ortaya çıkmamakta ve bu yüzden de gerektiğince değerlendirilememektedir. Ajans, yüklenmiş olduğu dinamo misyonu çerçevesinde kamu sektörü, özel sektör ve sivil toplum kuruluşları ile elele vererek bölgemizin bütün alanlarda sürdürülebilir bir kalkınma hamlesi yapmasına yönelik hedefler için bir arada iş yapma kabiliyetini kazandıracaktır. Elbette tam manasıyla harekete geçmeden stratejilerin iyi belirlenmesi gerekmektedir. Ajans bu amaçla bölgedeki en küçük STK’dan en büyüğüne, tüm kamu kuruluşları, özel sektör temsilcileri ve en önemlisi bölgesini önemseyen, bölgesi için dertlenen halk ile bir araya gelerek bölge sorunlarının ve çözüm yollarının tamamen katılımcı bir prensiple tespit edildiği çalıştaylar yapacak, gidilmedik ilçe gidilmedik belde bırakmayacaktır. Bu anlayışla oluşturan planlar ve buna bağlı geliştirilecek stratejiler de tamamen bölge insanının ürünü olacaktır. Bu yıl açılan “kobi ve küçük ölçekli altyapı” hibe çağrıları ile bölge halkımıza ciddi hibe destekleri sunacak olan ajans bölge halkı ile kucaklaşacak bölge kalkınmasında rehber olacaktır. Halkımızın gerek ajansa gerekse de programlarına sahip çıkacağını ve her türlü desteği vereceğine inancımız tamdır.
93
söyleşi MUfi BELED‹YE BAfiKANI NECMETT‹N DEDE
“Hedefimiz kentsel dönüşüm projesini bir an evvel hayata geçirmektir”
94
M
U
SÖYLEfi‹
Türk Demokrasi Vakfı (TDV): Geçmişten günümüze şehirlerin sosyal ve ekonomik yapısının değişimine paralel olarak pek çok dönüşüm stratejileri geliştirilmiştir. Muş Belediyesi olarak Sayın Başkanım, iliniz ve çevresinde ne gibi kentsel dönüşüm deneyimlerinden yararlanmaktasınız?
Necmettin Dede: Muş İli, Doğu Anadolu Bölgesinin bahtı kara İllerinin başında gelmektedir. Uzun kış mevsimi ve yoğun yağan kar, İlde yaşayanları sosyal ve ekonomik olarak her geçen gün geri götürmüştür. Gelişmiş Avrupa Ülkelerinde, olumsuz kış şartları yapılan yatırımlarla kış turizmi alanında dünyada aranılan bölgeler arasına katılarak olumlu hale getirilmiştir.
U
TDV: Muş ilinde Belediye olarak, ulaşımda enerji verimliliğinin arttırılmasına ilişkin aldığınız tedbirler nelerdir? Bu doğrultuda halkın farkındalığını arttırmak üzere ne gibi etkinlikler düzenlemektesiniz? Dede: G.S.M.H.’dan alınan pay ve sosyoekonomik gelişmişlik sıralamasında Türkiye’de sondan ikinci durumda bulunmaktadır.
Göreve geldiğimiz 2004 yılından önce kışını haftalarca hatta bazı bölgelerde aylarca kardan yolların kapalı kaldığı bilinmekteydi. 2004’ten bugüne kadar kışın yağan her yoğun kardan sonra, ekiplerimiz 24 saat çalışma esaslı olarak kar temizliği ve topla-
Ş
95
SÖYLEfi‹
nan karlar şehir dışına taşınması ile, halkımıza kışı yaşatmayarak sosyal alanda birazda olsun rahatlamalarına imkan sağladık. Açık alanlarda 1-1,5 metre kar olmasına rağmen, şehir içinde, hiç kar bırakmayan Belediyemiz büyük bir ilki gerçekleştirmiştir.
Belediyemiz imar sınırları içerisinde bulunan 150 Km açık yolların tamamına yakını stabilize yol durumunda iken, göreve geldiğimiz 2004’ten bugüne her yıl 15 Km asfaltlama yaparak, şehrin yollarının %90’nı asfaltlanmıştır.
Çamurlu, tozlu ve kasisli yollardan çekilen çileye son vererek, Muş İli tarihinde yeni bir ilke imza attık. Muş İlimizin en eski yerleşim birimi olan Kale Mahallesi ve Dere Mahallesi meskenleri çok eski, tek katlı ve toprak damlıdırlar.
96
SÖYLEfi‹
Rakım olarak Muş’un en yüksek tepesi durumunda olan Kale parkı ve çevresini, varoş görüntüsünden kurtarmak amacıyla, 2009 yılında 80 dekarlık alanda kentsel dönüşüm projesinin uygulanması için, TOKİ’ye müracaatta bulunulmuştur. TOKİ teknik elemanlarınca arazide yapılan inceleme neticesinde, Kentsel dönüşüm için, gerekli yasal prosedürler işletilmeye başlanmıştır. Bursa Büyükşehir Belediyesi ile, Muş Belediyemizin kardeş şehir olması nedeniyle, Büyükşehir Belediyesinin kentsel dönüşüm deneyimlerinden yararlanmak için, teknik elemanları İlimizde büro ve arazi çalışmalarında bulunmuşlardır. 2010 yılında arsa ve mesken sahipleri ile, kamulaştırma için, görüşmelere başlanacaktır. TDV: Kentsel Dönüşüm stratejileri belirler-
ken yerel halkın katılımı ve bilgi paylaşımı konusunda ne gibi uygulamalar yapmaktasınız?
Dede: Kentsel Dönüşüm gibi şehrin sosyal ve ekonomik yapısını etkileyen konularda olduğu gibi, diğer bütün ilgili konular, hem Belediye Meclislerinde hem de sivil toplum örgütleri yöneticileri ve muhtarlarla yapılan toplantılarla halkın projelere katılı sağlanmaktadır.
Belediyemiz imar sınırları içerisinde yer alan 10 Mahallenin temizliği gündüz ve gece 20 araç ve 80 personelle yapılmakta idi. 2010 yılında alınan bir kararla kent temizliği özelleştirilerek, 9 araç ve 40 personelle kent temizliğinin yapılması ihale edildi. Yapılan bu proje ile, kamu kaynaklarının yerinde ve verimli bir şekilde kullanımı sağlanarak, hizmette kalite artırılmıştır.
97
söyleşi “Uyguladığımız Projelerle Farklı İnsanları Aynı Amaç İçin Biraraya Getirmeyi Hedeflemekteyiz” B‹SM‹L KAYMAKAMI AL‹ ÇEL‹K:
T
ürk Demokrasi Vakfı (TDV): Diyarbakır’ın en büyük ilçesi olan Bismil’de kaymakamlığınız tarafından SODES kapsamında kurulan Bismil Toplum Merkezi’nin amacı ve hedefleri nelerdir? Bölge halkının sosyalleşmesinde ne gibi katkıları olacağını düşünüyorsunuz?
Ali Çelik: Öncelikle sizlere Bismil ilçemiz hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum. İlçemiz merkez belediye (Bismil), 3 belde belediyesi (Tepe, Ambar, Yukarısalat) ve 110 köyden oluşan merkez nüfusu güncel olarak 56333, belde ve köy nüfusu 52659 kişi olan büyük ölçekte sayılabilecek bir ilçedir.
98
SÖYLEfi‹
1990’lardan sonra ilçe merkezimiz çeşitli nedenlerle çevre ilçeler olan Sason, Kulp, Kozluk, Lice ve Savur’dan yoğun bir göç almış, bu göçün sebebi olan terör olayları nedeniyle köylerinden ayrılan vatandaşlarımız özellikle Bismil bölgesinde pamuk yetiştiriciliğinin yaygınlaşması sebebiyle tarımda işgücü olarak rahat istihdam edilebilirliliklerini gördükleri için Bismil‘i bir cazibe merkezi haline getirmiş; Bismil merkezinin nüfusu hızla artmaya başlamış 1997’de zirve noktaya çıkarak merkezde 101526’ya toplamda ise 167289’a ulaşmıştır. Bu tarihten sonra tarımda makineleşmeyle beraber özellikle de pamuk toplama makinesinin çiftçiler tarafından kullanılır duruma gelmesiyle birlikte tarım istihdam kapasitesinde hızlı bir düşüşü beraberinde getirmiştir. Sonuç olarak Bismil hızlı bir göç dalgasıyla hızla büyüyen ama buna ayak uyduramadığı gerek alt yapı gerekse de sosyo-ekonomik ve kültürel bir çok problemle yüz yüze kalmıştır.
Bu problemler başta işsizlik olmak üzere vatandaşlarımızı tersi bir durum olarak
başta büyük illere olmak üzere göçe zorlamaktadır.
Genelde SODES projelerinin temel amacı insanların yaşadıkları yerde istihdam edilebilme, sosyal ,kültürel ve sportif alanlar oluşturarak yaşam kalitesinin arttırılmasını amaçlamaktadırlar. Söyleşi konumuza geri dönersek toplum merkezimizin amacı ve hedefleri; genel olarak çocukların gençlerin, kadınların, ekonomik seviyesi düşük vatandaşlarımızın sosyal, kültürel ve sportif ihtiyaçlarının karşılanabileceği; onların ekonomik olarak kendi kendine yetebilen bireyler olması için ihtiyaç duyacakları bilgi ve beceri takviyelerinin yapılabildiği fonksiyonel bir alan oluşturmak,
Özel olarak tekel işletmesine ait olan ama yıllardır kullanılmadığı ve bakılmadığı için yok olma noktasına gelmiş fiziksel mekânın, gerekli onarımlarını yaparak Bismil’de örneği olmayan insanlara hizmet edebilecek mekân oluşturarak topluma ait bir değerin harabe olmasını engellemek,
99
SÖYLEfi‹
Halk eğitim merkezi ve çeşitli kurumlarca yapılan başta kadınlara yönelik bu tür eğitimlerde karşılaşılan en temel sorun, eğitim alacak ya da sosyal bir etkinlikten yararlanacak kadınımız bu tür uygulamalara çocuklarını bırakacağı bir yer olmaması sebebiyle katılamamaktadır. Toplum merkezi içinde yer alacak olan çocuk bakım merkezi ve ana sınıfları hem kadınların katılımını teşvik edecek hem de anasınıflarına alınan çocuklarımızın her türlü gelişimlerine katkı sağlayacaktır. Kadınlarımıza yönelik faaliyetler onların beraberinde gelebilecek çocuklarına yönelik faaliyetlerle de desteklenmiştir.
Kadınlara yönelik okur yazar eğitimi, takı yapımı ve tasarımı, kumaş boyama, ipek kurdele, sağlık bilgisi ve girişimcilik ve tekstil sektörüne nitelikli eleman yetiştirme kursları; çocuklar ve gençlere yönelik çocuk bakım ve anasınıfı merkezi, çocuk oyun parkları, halı saha ve spor kursları, bilgisayar kursu, SBS kursları, İngilizce, saz ve gitar kursları, satranç, masa tenisi, halk oyunları kurslarıyla desteklenmiş böylelikle toplumda dezavantajlı konumda bulunan kadınlarımızın ve çocuklarımızın sosyo-kültürel ve ekonomik gelişmelerine destek sağlamak amaçlanmıştır. Kadınlarımız ve gençlerimiz oluşturulan dinlenme yerleri, çocuk oyun parkı, halı saha gibi sosyal alanlarda ücretsiz yararlanarak evlerin dışında kendilerine yeni alanlar açabilecekler, edinecekleri bilgilerle birey olduklarını hissederek kendilerine olan özgüvenlerini geliştireceklerdir.
100
Yer seçimi konusunda kenar mahalle olarak göçle oluşan bir mahallemizde bu uygulamanın başlaması hayatında ilk defa salıncak, tahterevalli, kaydırak gören çocuklarımızın gözlerinin içindeki mutluluktan onların sosyalleşmesine şimdiden ne kadar etki ettiğini hissetmek çok zor olmamalıdır.
Türk Demokrasi Vakfı (TDV): Bismil Meslek Yüksekokulu özellikle tarım alet ve malzemeleri yapımında yönelik teknik ara insan gücü yetiştirmektedir. Kaymakamlık nezdinde Meslek Yüksek Okulu mezunlarına yönelik herhangi bir kariyer planlama programı uygulanmakta mıdır yahut bu yönde projelerini mevcut mudur?
Ali Çelik: Bismil meslek yüksek okulu Bismil ilçemiz için çok büyük kazanç olmasına karşın fiziki mekan eksikliğinden ilçe olarak istifade edebildiğimizi söyleyemeyiz. Toplam 5 bölümü ve 460 öğrencisi olan okulumuzun 2 bölümü eğitimini yer sıkıntısı nedeniyle Diyarbakır’da devam ettirmektedir. Bu nedenle bu konuyla ilgili en büyük projemiz ilçemize yakışan bir meslek yüksek okulunun ileriki yıllarda fiziksel mekan olarak inşa Bismil’in gelişimine katkı sağlayacak şekilde edilmesini sağlamaktır.
Bu kapsamda ilçemizde meslek yüksek okulu için yaklaşık 1000 dönümlük bir arazi tahsisi yapıldı. Bu alan üzerine 7000 metre kare kapalı alanı olan 9 bölüm kapasiteli olabilecek inşaat projesi ihalesi yapıldı. Yaklaşık 1 ay içinde zemin etütleri ve mimari projeyle beraber inşaat projesi tamamlanmış olacaktır. Dicle Üniversitesi Rektörlüğü 2010 yılı yatırım programında Bismil Meslek Yüksek Okulunun yapılabilmesi için revizyon ve ek ödenek talebiyle projeyi Devlet Planlama Teşkilatına onay için gönderdi. Buradan da olumlu bir sonuç alınırsa okulumuzun temelleri bu yıl içinde atılabilecek, DPT’nin vereceği cevabı umutla beklemekteyiz. Tarım alet ve makineleri bölümüne gelirsek yaklaşık 160 öğrencimiz bu bölümde eğitimlerine devam etmektedir. Bu bölümün Bismil ve bölgemiz için önemi; İlçemizin toplam yüzölçümü 1.748.000 dekardır. Tarıma elverişli olan arazi miktarı
SÖYLEfi‹
1.356.980 dekardır. Şu an 227.780 dekar alanda sulu tarım (pamuk, buğday, mısır) yapılmakta duruma göre 2. ürün yetiştirilmektedir. Görüldüğü üzere ilçemizin büyük bir bölümü tarıma elverişli verimli arazilerden oluşmakta, uygulanmakta olan GAP eylem planı çerçevesinde sürdürülen toplulaştırma (95 köyümüzde), sulama kanalları (kapalı devre basınçlı sistem) beraberinde düşünüldüğünde ilçemizin sulu tarım ve tarıma dayalı her türlü sanayinin merkezinde yer alacağı aşikârdır. Modern tarım tekniklerinin en vazgeçilmezi olan tarım makineleri ve bunların kullanım verimlilikleri ile uzun yıllar kullanılabilmesi ileriki yıllarda artan bir sorun haline gelecek; bunun çözümü de meslek yüksek okulumuzun yetiştireceği gençlerimizin sunacakları hizmetlerle mümkün olacaktır. Türk Demokrasi Vakfı (TDV): Bismil Diyarbakır’ın diğer ilçelerden çok farklı bir kültürel yapıya sahiptir. Kültürel çeşitlilik konusunda ilçede herhangi bir ihtiyaç ve sorunla karşılaşıyor musunuz? Bu sorunların çözümüne yönelik sosyal projeleriniz var mı? Ali Çelik: Yukarıda da bahsetmiş olduğum gibi ilçemiz tarımdaki istihdam fırsatları nedeniyle belli bir süre cazibe merkezi olarak göç edilebilecek yer olarak gözükmüş Sason, Kulp, Kozluk, Lice ve Savur ilçelerinden göç almıştır. Bu da ilçemizdeki kültürel çeşitliliği arttıran temel dinamiktir. Farklı kültürlerin bir arada bulunması ilçemizde bir sorun değil, bence itici bir güç ve zenginliktir. Uzun yıllardır Bismil’de yaşayan insanlarla sonradan göçle gelen insanlar arasında bir uyum oluşmuş ki insanlar buraya gelerek yaşamaya karar vermişler. Eğer bir sorun ve çatışma olmuş olsaydı yerleşim için cazip bir yer haline dönüşmezdi. Çöltepe köyümüz, Ambar beldemiz, Türkmenhacı köyümüz, Bismil merkez gibi birçok yerleşim yerimiz farklı kültürlerin bir arada sorunsuzca yaşadığı alanlardır.
İnsanların birbirine saygı duyduğu yerlerde farklılıklar büyük zenginliktir. Herkesin herkesten öğrenebileceği o kadar çok şey var ki… Yeter ki insan her şeyi bildiğinin iddiasında olmasın.
Ancak ilçemizdeki en temel sorun herkesin ortak kültürel ihtiyaçlarına cevap verebilecek kültürel alanlarımızın olmayışıdır. Tiyatroyu genç kuşaklara sevdirmek için tiyatro gösterimi için anlaştığımız tiyatro gruplarına oyunları için mekan gösterirken oldukça zorlanmaktayız. Sinema, konferans, sergi salonları da ilçemizde bulunmayanlar arasında. Bu sorunun çözümü için ilçemizde bir kültür merkezi yapılması için gerekli taleplerde bulunduk. İlçe merkezinde bir lojman alanı bu iş için tahsis edildi. Yatırım programına alınması içinde gerekli çalışmalar yapılmaktadır.
Ayrıca her türlü sorunun çözümü eğitimle mümkün; bu amaçla özellikle kızlarımızın okullaşması ve ortaöğretime devamlarının sağlanması konusunda Kız Meslek Lisesinin ve Sağlık Meslek Lisesinin açılması, bunların fiziksel mekânlarının yapılması, ilçe merkezimizde orta öğretimde yatılı yurt kapasitemizin arttırılması konusunda GAP eylem planı sayesinde büyük ilerleme kaydettik. Olmayan yatılı örgenci kapasitemiz en kısa zamanda 660 yatılı örgenciye çıkacak ki bütün bunlar ilçemiz adına çok sevindirici gelişmelerdir. SODES kapsamında mobil sınıf oluşturarak kadınlarımıza okuma yazma eğitimi için köylerine kadar gitmekteyiz. Yine SODES programında kadınlarımızın ve engelli bireylerimizin ekonomik hayata katımı artırmak için 70 kişilik bir tekstil atölyesi oluşturduk.
GAPSEL kapsamında halk sağlığını geliştirme projesiyle 1700 kadınımıza birçok konularda eğitim vererek onları başta mamografi ve diş olmak üzere çeşitli sağlık taramalarından geçirdik. Başta eğitim, kültür ve sanat ol-
101
SÖYLEfi‹
mak üzere projeler hazırlayarak bu projeleri GAP İdaresi Başkanlığına, Merkezi Finansman ve İhale birimine gönderdik.
Uyguladığımız ve uygulamayı düşündüğümüz projelerin birçoğu ortak hareket etmeyi, toplu olarak bir arada bulunmayı gerektiren projelerdir. Böylelikle birçok farklı insanı aynı amaçlar için bir araya getirerek beraberce hareket etmelerini, sevinmelerini ve paylaşmalarını hedeflemekteyiz.
Günümüzde modern devletler yönetimin değil, yönetişimin peşindedirler. Çünkü bu yöntemle daha çabuk yol alınıyor, daha kaliteli hizmetler veriliyor. Devlet yönetiminde temsil, katılım ve denetim daha iyi sağlanıyor.
Ali Çelik: Devlet yönetiminde katılım ne kadar geniş olursa alınan kararlar da o kadar isabetli olur. Sivil toplum kuruluşlarını tartışma ve karar alma mekanizmalarının dışında bıra-
Ülkemizin kurumsal yapısı da hızla yönetişim yaklaşımının etkisiyle sivil toplum temsilcilerinin katılımına olanak verecek şekilde yapılandırılmakta sosyal yardımlaşma vakıf-
Türk Demokrasi Vakfı (TDV): İlçenizde kamu ve sivil toplum işbirliği ne seviyededir? Bu ilişkileri geliştirmek için neler önerebilirsiniz?
102
kan anlayışlar çok gerilerde kalmıştır. Çünkü sivil toplum kuruluşları bağlı bulundukları toplumun temsilcileri konumundadır. Onların bilgi birikiminden faydalanılması gerekir.
Yönetişimde, hukukun üstünlüğü, yönetimde şeffaflık, hesap verme sorumluluğu, yönetim ahlâkı, toplumu güçlendirme, dijital devrime uyum sağlama, etkin sivil toplum ve katılım, denetim, esas alınmıştır.
SÖYLEfi‹
belediye işçilerine ait olduğunu düşünmek, kendimizin bu konuda sorumluluğumuzun olmadığını ama sürekli kirli olmalarından dolayı şikayet etmek ama bizim rastgele attığımız çöpleri birisinin toplamasını beklemek gibi …yüzlerce kendimizi dışarıda tutarak sorunların çözülmesini beklemek gibi.
Sivil toplum birçok alanda kurumsal yapılarla beraber sorunların tespiti ve çözümünde katkı sunarsa hem sorunların büyümesi engellenir hem de var olan sorunların çözümü kolaylaşır. Bizlerin yapması gereken;
- iletişim kanallarını mümkün olduğunca açık tutarak, - herkesin sunduğu katkıya ve düşünceye değer vererek, - oluşturulacak güven duygusuyla beraber larında sivil toplum temsilcileri yer almakta ilçe insan hakları kurullarında bir çok sivil toplum temsilcileri yer almakta, okul aile birlikleri okul yönetimlerinde daha çok inisiyatif alır hale gelmektedir. Birçok alanda bu dönüşüm hızla uygulanmakta modern demokrasilerin gerekleri yerine getirilmektedir.
Ancak ilçemiz düzeyinde kamu sivil toplum işbirliğinin çok mesafe kat edilmesine rağmen yeterli düzeyde olduğunu söyleyemeyiz. Bizlerin de birçok eksikliğinin yanında bunda en önemli neden hala sorunların çözümünde hep başkasının görevli olduğu, bizim bunun dışında olduğumuza dair inancın devam ediyor olmasıdır. Velinin eğitim öğretimin sadece okulun görevinin olduğuna dair inancı, kendi çocuğunun gelişiminde kendine sorumluluk yüklememesi, bir yönüyle sorunun çözümünü eksik bırakmakta; sokakların temizliğinin
- ortak hareket etme platformlarını oluşturmak,
- herkesi çözümün parçası olması gerektiğine inandırmak.
İlçemizde pilot bir uygulamayla bu konuda zemin oluşturmaya çalışıyoruz. Madde bağımlısı gençlerimizi bu alışkanlıklarından kurtarmayı amaçlıyoruz. İlçemizdeki bütün sivil toplum örgütleriyle beraber tespitini yapmış olduğumuz 50 üzerindeki madde bağımlısı gencimizin bu alışkanlıklarından kurtulması için bir eylem planı oluşturarak kamu ve sivil toplum olarak aşama aşama uygulamaya geçtik, herkes üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmeye çalışıyor. Umarım beraberce bu çalışmayı mümkün olan en iyi sonuçla tamamlarız ve herkesin sorunun çözümüne katkı sunduğu benzeri alanlarda beraberce yola koyuluruz.
103
söyleşi ANKARA Ç‹⁄DEM MAHALLES‹ MUHTARI CEMAL AKIN:
“Mahallemizin Tüm Kayıtları Güncellendi”
TDV: Cemal bey kendinizden bahseder misiniz?
Cemal AKIN: 1956 yılında Erzurum Horasan’da doğdum. Ankara Ömer Seyfettin Lisesi mezunuyum. Evliyim 2 çocuk babasıyım, emekliyim. 51 yıldır Çiğdem mahallesinde oturuyorum 29 mart 2009 tarihinde yapılan mahalli idareler seçiminde muhtar adayı oldum. Kullanılan 9.695 oyun 3.472’sini alarak muhtar seçildim. TDV: Seçildikten sonra ne gibi çalışmalar yaptınız?
Cemal AKIN: Seçildikten sonra muhtarlığı devir teslim aldığımda demirbaş eşya olarak mühür ve arşiv kayıtlarını teslim aldım. Ancak göreve başladığımda mahallenin bilgisayar ortamında olan kayıtları daha önce görev yapan muhtar tarafından alındığı için Çiğdem mahallesinde tek tek, site site ve apartmanların yöneticilerinin de yardımı ile yeniden kayıt yapmaya başladım.
104
Bu yaptığım çalışma ile, eski kayıtlarda 30 bin nüfusu olan mahallemizin gerçek nüfusunun 14.700 olduğu ortaya çıktı. Öncelikli olarak olmayan veya taşınan 8 bin ile 10 bin kişi arşiv ka-
yıtlarından silinmiş, mahallemiz düzgün ve doğru bir kayıt sistemine kavuşmuştur.
TDV: Yeni göreve başladığınız ama yıllardır oturduğunuz mahallede ne gibi sorunlar tespit ettiniz?
Cemal AKIN: Göreve başladığım günden sonra yaptığım çalışmalar ve bu çalışmaların sonrasında tespitler sonucunda, mahallemizin birçok sorunu olduğunu gördüm. Mahallemizin acil olarak sorunlarının başında:
1. Cadde ve sokakların kaldırım taşlarının, yaya yollarının yıprandığını vatandaşın yürümekte zorluk çekti, caddeler delik deşik 2. Belediyeye ait park alanlarının park yapılması ve ağaçlandırılma sorunu 3. Başı boş sokak köpekleri halkı rahatsız ediyor
4. Aydınlatma lambaları sık sık arızalanıyor, mahallemiz karanlıkta kalıyor 5. Kapalı otobüs duraklarına ihtiyaç var
TDV: Bu sorunların çözümü için ne gibi yollara başvurdunuz? Zorluklarla karşılaştınız mı?
SÖYLEfi‹
Cemal AKIN: Öncelikli olarak Ankara büyükşehir belediyesine ait olan cadde ve sokakların kaldırım taşlarının ve tretuarının yapılması için birçok kez dilekçe verdim, en kısa sürede yapılacağı bilgisini aldım.
Çankaya belediyesine ait sokak ve yeşil alanların yapılması hakkında vermiş olduğum dilekçelere ise 2010 yılı içerisinde iki adet parkın yapılacağı, 13 adet sokağın tretuarlarının, kaldırım taşlarının ve asfalt ihtiyaçlarının giderileceği, başı boş köpeklerle mücadelenin hayvan haklarına uygun bir şekilde yapılacağı bildirilmiştir. Mahallemizde aydınlatma lambaları ve elektrik kesintileriyle ilgi olarak TEDAŞ ile sürekli diyalog halinde bulunarak elektrikle ilgili olan sorunların çoğunu çözmüş bulunmaktayım. Hayvan severlerle toplantı yaparak başı boş köpeklerle ilgili olarak çalışmalar yaptık. Köpeklerin kısırlaştırılmasında yardımcı oldular.
Mahallemizde, Çiğdem Yardımlaşma Derneği ile beraber satranç turnuvası, tiyatro, sinema, gezi gibi sosyal faaliyetler düzenlemekteyiz.
105
tanıtım
Afyon Kocatepe Üniversitesi
G
eçmişi 1974 yılına kadar uzanan, köklü bir yükseköğretim kurumu olan Afyon Kocatepe Üniversitesi (AKÜ), bu süre içinde günden güne büyüyerek, bölgesel ve yerel düzeyde birçok önemli gelişmenin öncüsü olmuştur. Aynı dönemde kurulan diğer üniversitelerle kıyaslandığında gelişimi, kayda değer bir düzeye ulaşan AKÜ, bugün itibariyle 10 fakülte, 5 yüksekokul, 1 devlet konservatuvarı, 15 meslek yüksekokulu, 3 enstitü ile 16 uygulama ve araştırma merkezini bünyesinde barındırmaktadır. 2009–2010 akade-
106
TANITIM
mik yılına yaklaşık 31 bin öğrenci ile başlayan AKÜ, eğitim ve öğretim faaliyetlerini Ahmet Necdet Sezer Kampusü, Ali Çetinkaya Kampusü ve Ahmet Karahisari Kampusü olmak üzere üç ayrı kampuste sürdürmektedir. Halen eğitim-öğretim faaliyetlerini sürdüren 8 fakülte, Üniversite Yönetiminin hızlı büyüme hedefi çerçevesinde kurulan Hukuk ve Diş Hekimliği Fakülteleri ile birlikte sayısını 10’a yükseltmiştir. Mevcut fakültelerin bölüm sayıları artırılmıştır. Afyon Sağlık Yüksekokulunda Sağlık Bilimleri Fakültesi olma hedefi doğrultusunda Fizyoterapi, Diyetetik ve Sağlık Kurumları Yöneticiliği bölümleri açılmıştır. Bolvadin’de açılacak Uygulamalı Sosyal Bilimler Yüksekokulu ile yüksekokul sayısı 5’e çıkacaktır. 2009–2010 Akademik yılında eğitim-öğretime başlayan Uzaktan Eğitim
Meslek Yüksekokulu (MYO) ile MYO sayısı 15’e ulaşmıştır. AKÜ, 1992 yılından bu yana 44 bin 829’u ön lisans, 22 bin 75’i lisans, 3 bin 506’sı yüksek lisans ve 84’ü de doktora olmak üzere 70 bin 494 genci yetiştirmiş; nitelikli insan gücü olarak topluma kazandırmıştır.
AKÜ, 50 profesör, 95 doçent, 240 yardımcı doçent, 290 öğretim görevlisi, 57 okutman, 318 araştırma görevlisi ve 21 uzman olmak üzere toplam 1071 akademik personeli ile öğrencilerine kaliteli eğitim ve öğretim hizmeti vermenin yanı sıra bilim dünyasına da önemli çalışmalar sunmaktadır. Toplam idari personel sayısı ise 608’tür.
Eğitim-öğretimde bilgi teknolojilerinden yararlanmanın yanı sıra fiziki yapılanmanın öneminin de bilincinde olan AKÜ, fi-
107
TANITIM
ziksel yapılanmasıyla ilgili gelişmesini hızlı bir biçimde sürdürmektedir. Bu kapsamda son dönemde, Ahmet Necdet Sezer Kampusünde bulunan ve yapımı tamamlanan 1000 kişilik Atatürk Kongre Merkezinin açılışı yapılarak, bilimsel, sanatsal ve kültürel etkinlikler Afyon Kocatepe Üniversitesi’ne yakışır bir ortamda gerçekleştirilmeye başlandı. Temeli 11 Haziran 2008 tarihinde atılan ve 16 ay gibi kısa bir süre içinde tamamlanarak hizmete açılan Tıp Fakültesi Eğitim Binası, toplam 14 bin 788 metrekare net alan ve 3 bloktan oluşmaktadır. Çağdaş bir tıp eğitimi için gerekli olan tüm birimlerin bir arada bulunduğu Tıp Fakültesi Eğitim Binasında öğretim elemanı odaları; idari birim odaları; derslikler; eğitim, araştırma ve bilgisayar laboratuvarları; diseksiyon salonları; morg; kütüphane ve yemek salonu yer almaktadır. Ahmet Necdet Sezer Kampusünde 9 bin 430 metrekarelik alan üzerine yapılan Mühendislik Fakültesi Eğitim Binası; Fen-Edebiyat Fakültesi Laboratuvar Ek Binası; 155 metrekarelik alana yapılan Kuğu Kafe ve bin 71 metrekarelik üzerine yapılan Hayvan Hastanesi Ek Binası tamamlandı. Bunun yanı sıra Ahmet Necdet Sezer Kampusü Süleyman Demirel Spor Tesislerinde 970 metrekarelik alan üzerine yapılan Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu Eğitim Binası, 2 bin 370 metrekarelik alan üzerine yapılan 1000 kişilik Kapalı Spor Salonu ve 3 bin 570 metrekarelik alan üzerine yapılan Stadyum ile Ahmet Necdet Sezer Kampusünde bin 630 metrekarelik alan üzerine yapılan Kreşin inşaat çalışmaları devam etmekte olup, 2009-2010 akademik yılı içerisinde tamamlanması planlanmaktadır.
108
Uluslararası bir üniversite olma yolunda hızlı bir gelişme sürecinde olan AKÜ, evrensel bilim ilkeleri ışığında, dünya standartlarında ve küresel rekabet koşullarına
TANITIM
hazır kuşaklar yetiştirmeyi hedeflemektedir. Bu hedefe uygun olarak 2008 yılında “Uluslararası Üniversiteler Birliği” ile “Avrupa Üniversiteler Birliği”ne üye olarak dünya üniversiteleri arasındaki yerini almıştır. Veteriner Fakültesi, 2007 yılında Avrupa Birliği Projesine başlayan araştırma gruplarımızdan biri, bugün fiziki yapılanmasını önemli ölçüde tamamlayarak, Avrupa Kredi Transfer Sistemine dâhil olmuştur. Fakülte, 29 Mayıs 2009 tarihinde Almanya’da yapılan toplantıda Avrupa Veteriner Hekimliği Eğitimi Kurumları Birliği’ne (EAEVE) üye olarak akredite çalışmalarına başlamıştır. Bilimsel araştırma projeleri konusunda da hızlı bir gelişme sağlayan AKÜ’de 2010 yılı Ocak ayı itibariyle 283 adet devam eden proje, 550 adet de tamamlanan proje bulunmaktadır.
AKÜ’nün bilimsel araştırma ve yayın kapsamında ulusal düzeyde yeri azımsanmayacak düzeydedir. AKÜ, Yükseköğretim Kurulu’nun 2008 yılında uluslararası atıf endekslerinde yer alan ve öğretim üyesi başına düşen yayın sayıları sıralamasında ülkemiz üniversiteleri arasında gerek öğre-
tim üyesi başına düşen yayın sayısına, gerekse SCI+SSCI+AHCI’te yayımlanan yayın sayısına göre 25. sırada yer almıştır. Afyon Kocatepe Üniversitesi adresli olarak 2008 yılında yayınlanan 296 makale ile 25. sırada yer aldı. Toplam 296 makalenin 289’u SCI’da (Fen ve Tıp Bilimleri Atıf İndeksi) yayınlanırken 7’si de SSCI’da (Sosyal Bilimler Atıf İndeksi) taranan dergilerde yayınlandı. Üniversitede 2008 yılındaki toplam yayın sayısı, 2007 yılı yayın sayısına göre %38 oranında bir artış gösterdi ve yayın sayılarına göre yapılan sıralamada AKÜ, 2007’de 28. sıradayken, 2008 yılında 25. sıraya yükseldi. Toplam yayın sayısının öğretim üyesi sayısına oranı 2007 yılında 0,62 iken, 2008 yılında 0,74’e yükseldi ve AKÜ, 2007 yılında 26. sırada yer alırken 2008 yılında 25. oldu. Avrupa Birliği (AB) Eğitim Projeleri kapsamında 2004–2010 yılları arasında 312 öğrenci ve 226 öğretim elemanı AB ülkelerine gönderilmiş ve eğitim almaları sağlanmıştır. Ayrıca Erasmus Öğrenci ve Öğretim Elemanı Hareketliliği kapsamında 2006–2010 yılları arasında 46 öğrenci ve 21 öğretim elemanı AKÜ’ye gelmiştir. Uluslararası düzeydeki yayınları özendirmek amacıyla
109
TANITIM
nesnel kriterlerin yer aldığı “Afyon Kocatepe Üniversitesi Uluslararası Bilimsel Yayınları Teşvik Yönergesi” yürürlüğe konulmuş ve bu yönerge çerçevesinde uluslararası dergilerde yayınlanan her araştırma için de maddi ödül verilmesi öngörülmüştür.
Kentle etkili iletişimin ve etkileşimin sağlanmasını amaçlayan AKÜ, kişi ve kurumların görüş, öneri ve isteklerini titizlikle değerlendirmekte ve bu kapsamda 2007 yılında “Kent Kurultayı”nı düzenlemiştir. Üniversite-kent işbirliğinin en güzel örneklerinden biri olan Kent Kurultayı’nın ilkinde gıda, mermer, tarım ve hayvancılık, termal turizm sektörlerindeki temel sorunlar, kentteki çevre ve hava kirliliği, trafik ve sosyal sorunlar ele alındı. İkinci kent kurultayının ana teması; sektörel alanlarda yeni açılımlar sağlamak ve Afyonkarahisar’ın bir kent markası olmasının yollarını göster-
110
mekti. 3. Kent Kurultayının ana teması ise Afyonkarahisar’ın yetiştirdiği ve önemli konumlardaki siyaset adamı, işadamı, entelektüeller ve bilim adamlarının Afyonkarahisar’a bakışı, kendi bakış açılarından kentteki sorunları ve gelişme potansiyelini ortaya koymalarını sağlamak oldu. Üniversite yönetiminin öncelikli projeleri arasında yer alan ve Mart 2007’den itibaren uygulamaya koyulan “Çarşamba Sabah Toplantıları”, öğretim elemanları, iş adamları ve Afyonkarahisar halkının da katılımıyla üniversite-kent bütünleşmesini sağlama amacı çerçevesinde devam etmektedir. Bu toplantılarda özgürce dile getirilen düşünceler yoluyla gerek Afyonkarahisar’a ilişkin, gerekse ülke ve dünya sorunları açısından bilimsel ve entelektüel açıdan ortak bir akıl oluşturulması amaçlanmaktadır. Kütüphane: Afyon Kocatepe Üniversitesi
TANITIM
Merkez Kütüphanesi, Ahmet Necdet Sezer Kampusünde 1993 yılında kurulmuştur. Kütüphane, 2 bin 952 metrekarelik kullanım alanına ve 230 kişilik oturma kapasitesine sahiptir. Merkez Kütüphanede yaklaşık 90.000 kitap, yerli ve yabancı dilde 821 dergi, 1.429 adet yüksek lisans, 160 adet doktora tezi, 107 adet tıpta uzmanlık, 3 adet sanatta yeterlilik, 3 adet doçentlik tezi ve 272 adet bilimsel proje raporu bulunmaktadır. 15 adet elektronik veritabanı aboneliği ile 30 bin181 adet e-kitap’a elektronik ortamda erişim sağlanmıştır. Merkez Kütüphanede, Library of Congress Sınıflama Sistemi kullanılmakta ve kitaplar açık raf sistemine göre yerleştirilmiştir. Kütüphanede mevcut bütün materyal “YORDAM 2001” adlı program kullanılarak elektronik ortama aktarılmış ve internet üzerinden de kullanıcıların hizmetine açılmıştır.
RAKAMSAL B‹LG‹LER: Kurulufl Tarihi ...........................................................1992 Ö¤renci Say›s› (Toplam) ........................................31.084 Lisans-Önlisans .....................................................28.352 Doktora-Master ........................................................1468 TUS ............................................................................128 Akademik Personel ...................................................1071 ‹dari Personel .............................................................608 Master Programlar› ......................................................84 Doktora Programlar› .....................................................32 Fakülte ..........................................................................10 Yüksekokul .....................................................................5 Meslek Yüksekokulu .....................................................15 Enstitü ............................................................................3 Uygulama ve Araflt›rma Merkezleri ...............................16
‹LET‹fi‹M: Afyon Kocatepe Üniversitesi Rektörlü¤ü Ahmet Necdet Sezer Kampusü Gazl›göl Yolu, AFYONKARAH‹SAR Telefon: 0.272 228 12 13 Fax: 0.272 228 14 17 Web: http://www.aku.edu.tr E-Posta: byhim@aku.edu.tr
111
tarihten
BENAL
ARIMAN
Türkiye’nin ‹lk Kad›n Milletvekili:
C
Seçilme hakkını kullanan ilk kadın olan Benal Arıman 1935 yılında Atatürk’ün meclisinde bileğinin hakkıyla kazanan ilk kadın milletvekilidir.
umhuriyetin ilânı sonrası gerçekleştirilen köklü değişiklikler arasında, Türk kadınına tanınan seçme ve seçilme hakkı önemli bir gelişme olarak yer alır.
5 Aralık 1934’te Parlamento’nun kapısı kadınlara açıldı. Türk Kadınlar Birliği, seçme ve seçilme hakkının verilişini kutlamak
112
üzere Sultanahmet Meydanı’nda bir miting ve Beyazıt’tan Taksim’e bir yürüyüş düzenledi.
Kadınların ilk kez oy kullandığı T.B.M.M. 5. Dönem seçimleri 8 Şubat 1935’te yapıldı ve 17 kadın milletvekili ilk kez meclise girdi. Ara seçimlerde bu sayı 18’e ulaştı.
TAR‹HTEN
4 Mayıs 1931’de ilk toplantısını yapan IV. TBMM tarafından 26 EKim 1932’de kabul edilen bir yasa ile Türk kadınına muhtar, köy ihtiyar kurulu üyeliğine seçilme ve seçme hakkı tanınmış; ertesi yıl da, 8 Ekim 1934’de kabul edilen ve 5 Aralık 1934’de yürürlüğe giren bir başka yasa ile de kadın-erkek eşitliği alanında bütün haklar, “Kadınlara Milletvekili Seçme ve Seçilme Hakkı” nın tanınmasıyla verilmiş oluyordu. Benal Arıman,1903’te İzmir’de doğdu. İzmirli gazeteci/şair Tevfik Nevzat Bey´in kızıdır. 1921’de Paris Sorbonne Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü mezunudur. Döndükten sonra Hilâliahmer ve Himaye-ietfal gibi yerlerde sosyal faaliyetlerde bulundu. CHF vilayet heyeti üyeliği de yapan Arıman, Fransızca ve Rumca biliyordu. Arıman, İzmir´de Halk Partisi´nde görev almış, kadınların partilere girmediği o yıllarda, latin alfabesinin öğrenilmesi ve yaygınlaşabilmesi için çaba harcıyordu. Daha sonra, milletvekili seçilen Arıman, belediye ve parti üyeliğinden sonra, bir kadın olarak konumundan ötürü hiçbir rahatsızlık yaşamamış olduğunu dile getirmektedir.
16 yıl süreyle kadın milletvekili olarak görev yapan Benal Arıman, hamileliği döneminde yıllık izinlerini kullanıp gizlice doğum yapmış ve hamileliği esnasında TBMM´de bulunmamayı uygun görmüştür. Uzmanlık alanı belediyecilik, sosyoloji ve edebiyattı. İzmir Belediye üyeliği de yapan Arıman, V, VI.,VII., ve VIII. Dönemde İzmir Milletvekilliği yaptı. Türkiye’nin ilk kadın milletvekillerinden Benal Nevzat Arıman’ın babası Tevfik Nevzat’a ait mektuplar Türk Tarih Kurumu arşivinde bulunmaktadır.
113
etkinlik CUMARTES‹ KONFERANSLARI
“Türkiye Amerika İlişkileri”
Türk Demokrasi Vakfı Demokrasi Enstitüsü’nün faaliyetleri kapsamında 2 Şubat tarihinde Türk Demokrasi Vakfı Konferans salonunda “ Türkiye Amerika İlişkilerinde son durumu konuşmak ve tartışmak amacı ile bir konferans düzenlenmiştir. Konferansa konuşmacı olarak Washington’un yeni Türk Büyükelçisi Sayın Namık Tan konuşmacı olarak katılırken, çok sayıda yabancı temsilciliklerin ve büyükelçiliklerin temsilcileri ve büyükelçileri, üniversite öğrencileri, sivil toplum ve siyasi parti temsilcileri de dinleyici olarak iştirak etmiştir. Sayın Namık Tan’ın konuşmasının ardından soru cevap kısmına davetliler hayli ilgi göstermiş, konferans sonunda düzenlenen kokteylde tartışmalar ve sorular devam etmiştir.
“Siyasi Partiler ve Seçim Kanunlarında Değişiklik Önerileri” Türk Demokrasi Vakfı bünyesinde kurulan ve faaliyet gösteren “Demokrasi Enstitüsü”, Demokrasiye katılım arzusunu artırarak, Cumhuriyetimizin demokrasi anlayışının ve Toplum sözleşmemizin temel kavramlarının, objektif kriterler ile ve bilimsel perspektifte algılanması, gelişmesi için diğer çalışmaları paralelinde amaçları kapsamında farklı konu başlıkları ile panel, konferans, kongre v.b. çalışmalar düzenlemeye gayret etmektedir.
114
Davetlileri ve katılımcıları iş ve siyaset dünyası, sivil toplum, medya mensupları ile akademisyenlerden oluşan ve kuruluşumuzdan beri geleneksel hale gelmiş olan “Cumartesi Konferanslarının 27 Şubat tarihindeki konuğu Demokratik Sol Parti Genel Başkanı Sayın Dr. Masum Türker idi. Sayın Genel Başkan, Siyasi Partiler ve Seçim Kanunlarında Değişiklik Önerileri üzerine görüş bildirdi.
kitap Felsefenin Başlangıç İlkeleri GEORGES POLITZER
/ Arya Yayıncılık
Georges Politzer her Şeyden önce Gülüştür. Meydan okumanın Gülüşü; başkaldırmanın değil, devrimcinin Gülüşü; anarşistin değil, tarihin mahkumiyet hükmünden kurtulmak için eski dünyanın güçleriyle açıkça alay eden marksistin Gülüşü. Zincirler içinde, Pucheu’nün karşısında, Gestaponun işkenceleri içinde bile, galip gelenin Gülüşü; infaz mangasının karşısında, galip gelenin Gülüşü. Politzer’in yapıtı, bugün sunulduğu biçimiyle, eskisinden daha iyi olmak üzere, marksizmin temeli olan diyalektik materyalizmin öğrenilmesinde, vazgeçilmez bir hazırlık bilgisi taşımaktadır. Kitap, lise öğrencisine olduğu kadar militan işçiye, belli bir uzmanlık edinmiş aydına olduğu kadar, meraklı okura da hizmet edecektir.
Türkiye’nin Kadınları ve Folklorik Özellikleri LUCY M. J. GARNETT
/ Oğlak Yayınları
“Keşifler Çağı’yla başlayan dönemde Avrupalılar kendilerinin dışında kalan kıt’aların ve -daha önemlisi- insanların bilincine vardılar, yavaş yavaş onları tanımaya doğru adım attılar. Hâlâ da o yolda emekleyerek ilerliyorlar dense, yeridir. Ancak Avrupa’nın dünyayla tanışma süreci hep kâşifler, seyyahlar, diplomatlar, maceracılar, hatta zaman zaman ülkelerinden dışarı adım dahi atmamış birtakım “koltuk gezginleri” tarafından dolayımlandı. Bu nedenle de zorunlu olarak bu aracı kadrosunca biçimlendirildi, onların sınıflarının, ırklarının, cinsiyetlerinin, etnik kökenlerinin izlerini taşıdı. Garnett, Rum, Bulgar, Ermeni, Frenk, Yahudi, Dönme, Kürt, Çerkes, Arnavut, Yörük, Tatar, Roman ve tabii Türk kadınlarını dinlerine göre üç ayrı bölümde incelerken, örf ve âdetleri, toplumsal yapıları, aile törenleri, dinsel ve batıl inançları, edebiyatları gibi konuları ayrıntılı bir biçimde ele almakta, okuyucuya zengin etnografik bilgiler sunuyor.”
Marksizim ve İnsan Doğası SEAN SAYERS
/ Yordam Kitapları
İnsan doğası diye bir şey var mıdır? Marksizm ve İnsan Doğası’nda Sean Sayers, insan doğasının tarihsel bir olgu olduğunu savunuyor. Marx’ın ve Hegel’in çalışmalarına dayanarak, apayrı bir Marksist hümanizme temel oluşturan insan gereksinimlerinin ve güçlerinin tarihsel bir anlatımını sunuyor. Yazara göre, insanlar salt birer pasif bireysel tüketici değillerdir: Aktif, sosyal ve üretici varlıklardır. Kitabın ilk yarısı, emeğin ve çalışmanın yaşamımızda oynadığı temel rolü ve başarmamıza nasıl katkıda bulunduğunu irdeliyor. Bu fikirlerden doğan ahlaksal ve toplumsal imalar, kitabın ikinci yarısında, hem analitik hem de postmodernist düşünürlerin çalışmaları bağlamında analiz ediliyor.
116
Marksizm ve İnsan Doğası, Marksist tarih anlayışının tutkulu ve geniş kapsamlı bir savunmasını yapıyor, toplum ve ahlak felsefesi konusundaki çağdaş tartışmaların taraflarını ele alıyor. Duru ve sürükleyici bir dille yazılmış olan kitap, siyaset bilimiyle ya da felsefeyle uğraşan herkese ışık tutacak niteliktedir.
K‹TAP
İki Darbe Arasında ‹SKENDER PALA
/ Kapı Yayınları
28 Şubat süreci….her gün bir yığın hüsran… Günler ilerledikçe dalgalar şiddetini arttırarak dövmeye başlamıştır kalbinizin duvarlarını ve çaresizliğin sesi çığlık çığlığadır içinizde. Ateş düştüğü yeri yakar ve bir serçe olsun, gagasıyla bir damla su getirmez yangını söndürmeye… İskender Pala, bu defa pek bilinmeyen bir özelliğiyle, “asker kimliğiyle” karşınızda. Yazar, 12 Eylül`ün hemen ardından başlayıp 28 Şubat sürecinde YAŞ kararıyla son bulan Deniz Kuvvetler`ndeki 15 yılın hikâyesini içeriden okuma fırsatı veriyor. (…) Acı günleri hatırlamak, insana tekrar acı verir elbette. Buna rağmen vaktiyle unutmayı çok zor başardığım o günleri şimdi yeniden hatırlamanın acısını yaşamaya cesaret etmem, sırf tarihe belge bırakma ve belki o savruluş insanların hâlâ aramızda yaşadıklarına dikkat çekebilme amacına yöneliktir ev bu yüzden yazdıklarımın tamamı katıksız hakikattir.
Mücadele Eden Herkes İçin Strateji HAKAN SENB‹R
/ Okuyan Us Yayınları
Gerçek şu ki, hoşumuza gitse de gitmese de, hayatta kalmak için stratejinin ne olduğunu bilmek zorundayız. Başkalarını geçmek için yarışan kişi ve kurumların pek çoğu stratejik davranmayıp, özellikle kaçınmaları gereken şeyleri büyük bir verimlilikle yapıyorlar. Sadece bu nedenle bile strateji onlar için hayati önem taşıyor. Başkalarını geçmek istemeyenler ise, en azından stratejik düşünenlere karşı kaybetmemek için, stratejik oyunlardan haberdar olmalı ve bu kitabı taşıma ruhsatlı bir silah gibi yanlarında bulundurmalılar… Mücadele Eden Herkes İçin Strateji, Sun Tzu ve Makyavel’in ışığında, Kurtuluş Savaşı’ndan Konstantiniyye’nin fethine, Atilla’dan Napolyon’a, iş ve siyaset dünyasından futbol sahalarına kadar uzanan sayısız örnekle, hayat cangılında savaşan herkese yol gösterecek stratejileri güncel bir bakış açısıyla bir araya getiriyor.
Liderliğin Felsefesi / İhtilal Liderliği HAK‹ DEM‹R
/ Çıra Yayıncılık
Lider, çok sayıda insanı bir çerçeve içinde buluşturabilen ve bir istikamete sevkedebilen insandır. İnsanların çok sayıda olması aynı zamanda çok çeşitli mizaç, kişilik ve şahsiyet özelliklerine sahip olması manasındadır. Liderliğin özü, hayatın bütünlüğünü kavrayıp, bütünlüğü oluşturan unsurların hiçbirini ihmal etmeden ve yok saymadan bütünlük istikametinde yerli yerine oturtabilmesidir. Bunun yolu boşluk bırakmamak veya boşluğu dolduran unsurları organize etmektir. Boşluğu dolduran unsurların her zaman doğru ve iyi olmadığı vakıadır. Bu durumlarda yapılması gereken hayatın o kısmını reddetmek veya o boşluğu dolduran yanlış ve kötü mahiyete sahip unsurlarla mücadeleye başlamadan önce o boşluğu dolduracak alternatif unsurları organize etmektir. İmha ve iptal edilmesi düşünülen unsurun yerine alternatifi geliştirilmeden ve hayata sürülmeden yapılacak mücadele ters etki yapacaktır. Liderlikteki en görünür özellik, organizasyon (teşkilatçılık) dehası olmalarıdır. Hakikaten hamle adamı olan liderler (fikir adamı olmayan liderler) en büyük maharetlerini organizasyon başarılarında göstermişlerdir. Organizasyonun en önemli özelliği, müşterek hayat alanları üretebilmekte kendini göstermektedir.
117
kültür-sanat T‹YATRO
Ne Ala Temaşa
Yer : Terminal, ‹stanbul Anadolu, 29 May›s 2010, Saat 20:30
Hüzzam
Yer : Akün Sahnesi, Ankara, 2 May›s 2010
Alo Orası Tımarhane mi?
Özel Tiyatro, yeni sezona uzun süredir hazırlıklarını sürdürdüğü, “Alo Orası Tımarhane mi” adlı oyunla merhaba diyor. Yer: Özel Tiyatro, ‹stanbul Avrupa, 25 Nisan 2010, Saat 20:00 - 18:00
3.Evren
Oyun, “Üçüncü Evren’in Umudu” adlı bir süpermarkette geçer. Serine, Devrim ve Ayşe uykuyla uyanıklık arasında geçirdikleri bir saat boyunca bu gerçeküstü süpermarkette ütopyalarını ararlar. Yer: GalataPerform, ‹stanbul Avrupa, 1 May›s 2010 , Saat 15:30 - 20:30
Benim Arkadaşım Yok
Doğum gününü tek başına kutlamak zorunda kalan küçük bir çocuk kendisine bir arkadaş bulmak üzere yola çıkar. Ama bir türlü kendisine bir arkadaş bulamaz. Yer: Ferih Egemen Çocuk Tiyatrosu Sahnesi, ‹stanbul Avrupa, 03-04 Nisan 2010, Saat 11:00
Karagöz Geri Döndü
Karagöz ve Hacivat’ın hikâyesinden, geleneksel Türk tiyatrosu gösterilerine uzanan maceralı bir yolculuğa hazır mısınız? Yer: Fatih Reflat Nuri Sahnesi, ‹stanbul Avrupa, 03.04 Nisan 2010, Saat 11:00
‹çimizdeki Zaman Türkiye, Rusya ve Yunanistan’dan foto¤rafç›lar›n 151 eserinden oluflan “‹çimizdeki Zaman” adl› sergi, 27 Ocakta ‹stanbul Modern Foto¤raf Galerisi’nde aç›lacak. Yer : ‹stanbul Modern Foto¤raf Galerisi, ‹stanbul Avrupa, 27 Ocak - 16 May›s 2010 118
Picasso-Suite Vollard Gravürler Yer : Pera Müzesi, ‹stanbul Avrupa, 16.02.2010
Çıkmaz Sokak
Çıkmaz Sokak, Yunanistan’daki ‘Albaylar Cuntası’ döneminde görülen toplumsal çatışmayı ve dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşanan darbe süreçlerini ele alıyor. Yer : ‹BB fiehir Tiyatrolar› Kerem Y›lmazer Sahnesi, ‹stanbul, 5 May›s 2010, Saat 15:00
OPERA - BALE
Bremen Mızıkcıları
Bitti dediğin yer aslında başladığın yerdir. Yeter ki sen iste, gerçek olur bütün hayaller... Yer : Kad›köy Süreyya Operas›, ‹stanbul Anadolu, 4 - 11 Nisan 2010, Saat 11:00
Mata Hari Balesi
Yer: Türker ‹nano¤lu Maslak Show Center, ‹stanbul Avrupa, 09 Nisan 2010, Saat 21:00, 10 Nisan 2010 , Saat 21:00, 11 Nisan 2010, Saat 15:00
Rossini Menüsü
Kadıköy Belediyesi Süreyya Operası Sahnesinde Rossini Menüsü sizlerle... Yer: Kad›köy Belediyesi Süreyya Operas› Sahnesi, ‹stanbul Anadolu, 31 Mart 2010, Saat 20:00
La Bohème
La Bohème, Kadıköy Süreyya Operası’nda opera severlerle!
Yer: Kad›köy Süreyya Operas›, ‹stanbul Anadolu, 6 - 8 Nisan 2010, Saat 20:00
Dünyan›n En Pahal› Resimleri Yer : Cihangir Daire Sanat, ‹stanbul, 4 Mart - 3 Nisan 2010
Taksi fiöförü fierif Gören’nin 1976 Yap›m› ‘Taksi fiöförü’ Güncel Sanat Taraf›ndan Yeniden Yorumlan›yor. Yer : ALAN‹stanbul, ‹stanbul Avrupa, 4 Mart - 2 Nisan 2010
119