Üç Nokta Fanzin Şubat 2013

Page 1

Mart 2013


İÇİNDEKİLER

BİZ, KISACA.

“GEÇMİŞTE KALAN HİÇBİR ŞEY YOKTU, HİÇBİR ŞEY GELECEKTE DE OLMAYACAKTI, HER ŞEY OLANIN , ŞU AN’IN İÇİNDEYDİ .” HERMANN HESSE

1|Ü Ç N O K T A


2|Ü Ç N O K T A


İçimde Berfin Sokağım her saat aydınlık, bir o kadar kasvetli ve inadına neşelidir. Koşarken düştüğünüzde kimse sizi görmez belki, ama herkes bunu bilir. Garip. Normal şartlarda bir hayaletin işi görünmemektir. Ben görünenlerdenim. Seviyorum Berfin’i. O da beni seviyor. En azından sevmeli. Henüz bahsetmedim ona bundan. Bilmesine gerek yok. Ben bilince de değişen bir şey olduğu pek söylenemez. Bir seferinde koşarak geldi yanıma. Nefes nefeseydi. Aslında normaldi sesi ama öyle sık nefes alıp veriyordu ki, bir an bana kızgın olduğunu düşünmeden edemedim. Hayatta en korktuğum şey Berfin’in bana kızgın olmasıdır. Bunu kaldıramam. Zaten öyle değilmiş. Sadece, annesi bana kızgınmış. Sebebi de ne komik: ben Berfin’i öpmüşüm o da bizi görüp babama söylemiş. Babam da “Öptürmeseydi kızın ben ne yapayım? Hem ben veririm cezasını.” demiş. Ne yani, her gün yediğim dayak bu sefer, en azından anlamlı bir sebebe erişti diye oturup ağlayacak değilim ya! -Bugün eve gitme. En azından yarın yüzünün pembesini göreyim, morunun yerine. Demeseydi böyle, belki bir başka yerde uyuyor olabilirdim. Şimdilik bu ihtimal, bir paralel evren tahayyülünden ileri gidemiyor. Sokağım karanlık ve acımasız. Hâla ev önleri çamaşır, sokakların ardı serseri kaynıyor. Seviyorum bu şehri. Bana daha önce görmediğim, fakat bir yerlerden tanıdığım bir adamı anımsatıyor. Ve tüm perşembeler küfrederdi o geceye; öyle bir soğuk. Eve gitmediğim için pek tedirgin de değildim. Anlamsız bir mutluluk vardı içimde, korkuyla karışık. Sanki bir şeyleri yenmiştim. Reddetmiştim. Sanki o gün, sadece o anlığına Berfin’e 3|Ü Ç N O K T A


kendimi sevdirmiştim. Belki de acıyordu bana. En güzeli şu ki, bunu hiç düşünmemiştim. Koştum bir süre. Soğuktu. Hızlandıkça unutuyor soğuğu insan. Çok doğal; koşarken düşünebiliyor olsam, şu an Berfin de üşüyor olurdu benim gibi. Benimle. Neyse ve neyse ki o denli zeki değilim. Beni aradı: -Nerdesin? Bak, çok soğuk hava… Dediğimi unut, eve git haydi. Tedirgin olmuş, kesin seviyor. -İyiyim ben, iyiyim. Sen uyu, yarın Issız’dayım dokuzu geçirmem. Issız’dan bahsetmedim değil mi: Berfin’i ilk orada gördüm. Ben dayak yiyordum o da beni izliyordu. Çok esaslı dayaktı. Öyle bir dövdüler ki, o güne dair aklımda kalan tek şey Berfin oldu. O gün bu gündür ne zaman Berfin’i görsem ya çenem ağrır ya göğsümün en sol tarafı. -Tamam. Erken kalkıp poğaça yaparım sana. Gecikirsem sebebim bu. Görüşürüz. Sevmek değil, hayati tehlikeyi atlatmış bir hastanın, ameliyat masasındaki ilk kalp atışı bu. Öyle bir sevmek; sevmek buysa yani. Yorulmuşum. Köşede bir çorbacı var. Bende bir lira yok. Girdim içeri, isteyenin bir yüzü demişler. Ben diyemedim, saati sorup çıktım. Daha bir karanlık göründü gözüme her yer. Diğer köşedeki kahvehanenin ışıkları hala açık. En delikanlı halimle girdim içeri. En aciz hallere bürünüp sordum, bugüne dek gördüğüm en bıyıklı kahvehane sahibine: -Yatacak yer var mı ağabey? Bu gecelik sadece. Bulaşık da yıkarım hem, faydam dokunur. Pek yanaşmaz gibiydi ama acıdı herhalde. İçeri aldı o gece beni. Yatacak yer gösterdi: “Bulaşığa 4|Ü Ç N O K T A


gerek yok da, şimdi şuraları toparlayacağım bir ucundan tutarsan iyi olur.” dedi şiveli şiveli. Yardıma koyuldum hemen. O güne dek hiç kahvehaneye gitmemiştim. Ama giden arkadaşlarım oldu. O gün bugündür hala oradalar. Bense hep başka âlemlerdeydim. Sokağım var benim, kaldırımlar daha uygun avareliğe. Duman kokusu sinmiş her yana. Yeşil, kadifeden masa örtüleri. Bazıları lekeli. Öylesine özensiz bir yapıda göze çarpan şey, parıl parıl parlayan semaver oluyor. Söz etmişti yardım ederken: -Bu semavere iyi bak. İyi bak ama dokunma. Onun adı Nersin. O bir tek benim. Ona bir ben dokunur, bir ben yanarım. İyi bak Nesrin’ime. Sevmek yakar mı adamı? Ben o kadar adam mıyım bilmiyorum henüz. Kimi yanmayı seçer kimi donmayı belki. Ben, ikinci taraftayım şimdilik. Berfin’i seviyorum. Muhtemelen o da beni seviyor. Yoksa poğaça yapmazdı bana. Üşüyorum. Berfin bana poğaça yapacak. Biliyorum. Gün aymış çoktan. Sabahın en kızıl anında gözlerim tavana bakıyor. Orada bir kız var. Adı Berfin. Gözler ki, övmelere seza! Sevmek değil de, bir çeşit rica tanrıdan. Sevmek değil; yüzme bilmeyen bir çocuğun yuttuğu ilk tuzlu su gibi, ciğerine çöküp insanın, tadını bir ömür unutamayacakmış gibi hissetmesi, şu andaki. Koşuyorum. Kapanmış telefonum ve Berfin poğaça yapmış bana, biliyorum. Berfin’i seviyorum ama o bundan haberdar değil. Farkındaysa bile inkâr edemeyecek kadar gerçekçi olabilirim. Bilmiyorum. Koşuyorum. Hava bazen kararıyor. Bazen horoz sesleri. Öyle epik bir ruh hali ve öyle 5|Ü Ç N O K T A


didaktik ki adımlarım; bir Samana edasıyla ve onlarca yalnızlığı peşime takarak ilerliyorum ona. Berfin’in simsiyah gözleri var. Dikkatli bakınca yeşile çalar. Ben o kadar dikkatli bakamıyorum. Korkuyorum bazen. Sevdiğim şarkılar gibi Berfin. Uzun süre ve sık sık dinlersem değerini yitirirmiş gibi hissediyorum. Bir kez ona da söylemiştim laf arasında: “seni özel anlara saklıyorum. Eğer bir sebep varsa ortalıkta Berfin, muhtemelen senden kaynaklanıyorum.” demiştim. Pek anladığını sanmıyorum ama benim için pek özel bir andı. Berfin pek anlamaz beni. Ama önemsemedim hiç. O, benim ona verdiğim değerle daha bir anlamlı, daha bir ‘benim’ sanki. Gene düştüm koşarken. Ya koşmaktan vazgeçmeli ya düşmekten. Çünkü hayat böyledir; birinden vazgeçmen gerekir. Öyle bir özlemişim ki, hangi ara uyandığım bile muamma. Aslında öyle bir mavisi var ki göğün, yüce varlıklar tarafından çağırılıyorum sanki. Ondandır bu koşma isteğim belki. Koşuyorum. Beş dakikaya kadar Issız’da olmazsam, on beş dakika erkenden varamamış olacağım buluşmamıza. Sanki bir yarının içinde gibiyim. Anları toplaya toplaya ilerliyorum. Sonra bir papatya tarlası görüyorum. Dalıyorum içine. En Berfin’li papatyaları topluyorum sevdiceğime. Papatyayı sevdiğine eminim Berfin’in. Beni sevip sevmediği muamma. O an bununla ilgilenmiyorum. Ellerimde papatyalar ve bir demet aşk yüreğimde, Issız’ın en manalı ağaç gölgesinde, sıcağa hasret kardelenler gibi bekliyorum sevdiğimi. Uzaktan adımlar görüyorum. O adımlara sahip ufacık ayaklar. Ve bacakları Berfin’in. Bacaklar. Elbise giymiş. En çiçeklisinden ve benimkilerden çok daha sarı renkteler. Ve gün aşırı memleketlerin sisiyle geliyor bana doğru. 6|Ü Ç N O K T A


Şimdi hangi ışık daha da göz kamaştırıcı olabilir? Düşünüyorum. Saçları geceye inat, siyah. Düşünüyorum. Hangi mavi onun manasından nasibini almamış olabilir? -Seversin umarım. Açsın değil mi? -Seni seviyorum. -Uyandığımdan beri bunlara… -Eline sağlık. Seni seviyorum. -Ama… Ama? O ana dek söylenmesi lüzumsuz tek kelimeydi ‘ama’. Mühim değil. O anı hatırlıyorum. Midemin üstüne çökmüş yaşlı bir attan silkiniyordum o an. O an, dudakları arasındaki milimetrik aralık, sanki sonsuzluktan bir demet ihtimal serpiyordu gökyüzüne. Topluyordum her bir nesneyi, ona dair. Bir anda karardı gökyüzü. Bulutlar eskisinden daha müstehcendi dikkatli bakınca. Kısık gözlerinin ardındaki beyazı hatırlıyordum Berfin’in. Gözlerini neden kıstığını ömrümün sonuna kadar anlamayacaktım belki. Omzundan düşen saçlarını süzüyordum o an. Diğer omzundan düşen askıyı topladığını farkediyordum. O anı hatırlıyorum. Bir ricam oldu tanrıdan. Gözlerinin değdiği her bir yerim yanıyordu sanki. Gözlerini kaçırdıkça ufak çapta kraterler açılıyordu yeryüzünde. Şu an tekinsiz bir karadelik kadar çekiciydi Berfin. Bana henüz doğmamış çocuklarımı anımsatıyordu. Burnu aynı burun. Dudaklar aynı. Gözleri başka belki ama bakışlar aynı. -Devamını getirme Berfin. Devamını tahmin ederim ben. Sana bazen varsayımlarla yaklaşıyorum. Hiç romantik olamadım 7|Ü Ç N O K T A


Berfin. Yaşım buna müsait değil. Ben sana pek mümkün değil gibiyim. Koşarken dizim yara oldu. Düşüverdim. Rüyadaysam uyandırmalı birileri. Çünkü ben ‘ama’lı rüyaları ‘keşke’li uyanışlardan öğrendim. Berfin ben, sana içinde ben geçen cümleler için gelmedim. Berfin, adını her söylediğimde aklıma başka başka şiirler geliyor. Bir de papatya topladım sana. Dedim ya, bu genç yaşımda bile gelenekselim. Ah Berfin seni… Ve hiçbir deniz yok ki böylesine çilek kokan. Ve hangi karanfil el vermişse ona, binlerce İsrafil’den kuvvetli nefesini vermişti içime. O an bir rüyanın içinde olduğuma neredeyse emindim. Ama pek gerçekti. Uyansam bile ciddiye alabilirdim. Dudaklarını hatırlıyorum Berfin’in. Hiç unutmadım. Beni seviyordu çünkü sevmese öpmezdi. Ben onu sevmesem de öperdim ama o benim gibi değildi. O anı hatırlıyorum. Çünkü insan, yani çünkü insan, yaşadığını yazar ya hani, ben yazdıklarımı yaşıyordum. Bir sabah bana Berfin’in başka şehre gittiğini söylediler. Dudaklarımın Berfin’i kurumadan söylediler. Ses etmedim pek. O gün, ona ya da onsuzluğa dair hiçbir şey konuşmadım. Ertesi sabah gözyaşlarıyla uyandığımda da hayli suskundum. Koşarak gittim Issız’daki o ağaca. Kesmişler. Sislerin aralandığı bir Şubat’tı, hatırlıyorum. Olanca güneşliydi gökyüzü. Az biraz yağmurlu da olsa o gün, gölgesiz kaldı aşkımız.

Ali C. Yoksuz

8|Ü Ç N O K T A


Ritmik İçmeler “Kahroluş seyrine uzun hava kalan, o bozlak türkülerinin uzun ses geçitleri gibiyim. Sürtone bir tiz boğuluş hissi var tam şu-ramda. Cemal’in ‘şurda da etin çoğalıyordu’ dediği, tam şuramda. “ Uyanışlarının, ayılışla buluşmak isteyip buluşamadığı o ara zamanlarında bu satırlar çınlardı bedeninde Yelda’nın. Ve ardı sıra, o dondurucu sabahta, camiden gelen boğuk haykırış sesine karışmış, dolmuş ve donmuş gözleri Şevin’in. Sonra seyrelirdi kara, seyrelirdi ölmüşlüğün soğuğu, seyrelirdi tunusu satırların ve silikleşirdi Şevin. İsmiyle biçilmiş döngülerdenndi onunki de. Hemen her sabah, adı ‘uyanış’ olsa da, kendisinin “ken-dine reankarne”olarak tanımladığı ayin-vari ayılmalarından birini yaşadıktan sonra, elinde ayvalı ıhlamuruyla yatağının ak çarşaflı gövdesinde bağdaşlamıştı bacaklarını Yelda. Çarşaflar oldu olası -“ol”mak der, yutmakta zorlandığı bir lokmayı yutmaya çalışır gibi yutkunurdu burada- gerçekliğin başka boyutlarını düşündürürdü ona. Boyutlar arası esnek duvarlar belki ve belki rota sapmaları ve yönelişleri sürüklenişin, derdi. Ak çarşaflar, kire bulanmış kullanılmışlığın mührü çarşaflar, buruşmuş, katlanmış, bir aşkı bağıran, jile gibi monarşiye selam duran çarşaflar. İşemek bir geçitti, kanamak bir geçitti, terlemek bir geçitti burada. Ve en kesif geçit, kaskatı kesilmekti bir çarşafın gölge-sinde, kanlar içinde. Bir orada kapkara olurdu ak gövde, allanışa inat. Şevin’in çelimsiz bedeni kararan bir sahne kadar gerçek dışı. Ancak her gün doğumunda onu yeniden kendini doğurmak zorunda bırakacak kadar gerçeğe dâhil ve dair. Sivri bir mızrak. –Ah sesini duydunuz değil mi?9|Ü Ç N O K T A


Kadının doğurganlığı böyle bir şey miydi? Kendini doğurmakla mı başlardı kadınlık? Ama böyle değildi, olmamalıydı. Çünkü her kadının, kendi boynunu kesmiş, yatağın içindeki cesedine tanık olduğu bir ikisi yoktu, onu her gün doğumunda, güne eş bir maharetle kendini doğurmaya iten. Yoksa var mıydı? Her gün yeniden öldürüyordu Şevin’i Yelda, ilk nefesini alıp ciğerleri parçalanırcasına ağlamak için. Ama ağlamak bitmişti. Sanki hiç olmamış gibi bitmişti. Çok benzemezlerdi önceleri ama bu sabahlar gün sürüdükçe kendini, aynılaştırır olmuştu ikisini. “en uzun gece de olsa, gece gecedir” deme şekliydi bu ona, aynaların. Kendi adını üç kez ardı ardına söyleyecek olsa yabancılaştığı halde, Şevin’e yabancılaştıramıyordu onu, kendini kendine el eden güç. Yoksa o kadar da “güç” değil miydi? Ya da öyle çok yabancılaşmıştı ki, farkındalık kavramsal boyutta terketmişti, varlık adıyla nitelendirdiği hacmini ve içeriğini. Yinee o tiz boğuluş hissi. Elindeki boş bardakla yatağın içinde oturmaya devam ederken, gözü bir kısmı dizinin altında kaldığı için fark edilmesi güçleşmiş kan lekesine ilişti Yelda’nın. Kendi kanıydı bu. Ona her ay “kendinden başka doğurabileceklerin de var” çağrısı yapan kendi kanı. İlk kanaması Şevin’in öldüğü günün gecesi aniden tüm bedeninden var olan bütün kanı dışarı itmek istercesine olmuştu. Şevin’in kan kaybından ölüşünün yasını tutuyordu ilk kadınlığı. Kendiliğindendi kadınlık, sonraları anlamlanacaktı bu ahval. Gece, en uzun gecenin bir parçasıydı yahut en uzun gece, gecenin alt başlıklarından biri, içeriği, içindesi. Tıpkı Yelda ve Şe-vin gibi. Yahut Şevin ve Yelda. Kendiliğinden bir kadın tekliğiydi aslında var olan, ikilik doğanın bir çağrısıydı. Sonrasında çokluk. Her kadının, kendi içinde boğazını keserek 10 | Ü Ç N O K T A


öldürdüğü başka boyutlu bir kendiliği daha vardı, daha niceleri gibi. O yüzden kadın intiharları, bir cinayetti de beraberinde. Ve en büyük yasını, onulmaz yarasını yine kendi taşırdı sınırsızlıkla sınırlı içinde. İçi bile bir tuhaftı içindeliğinin. Ne dâhildi ne hariç. Doğruldu, aydınlık bir gülümsemeyle Yelda. Çarşafı tek eliyle varoluşunu yerinden kaldırıyormuş gibi kaldırdı. Elbise dolabının önünden geçip kapıya doğru yürürken, dolap kapısındaki aynada kendini gördü. Saçlarını gelişi güzel düzeltti, komodinin üstünden küpelerini alıp taktı. Evet, bugün kırmızı topuklu ayakkabılarını giyecekti… Yelda, Şevin ve tüm diğerleri kırmızıyı pek severdi.

Nur-An Akay

11 | Ü Ç N O K T A


12 | Ü Ç N O K T A


●●● Düşüyorum, bu gece Göz göre göre düşüyorum. Zihnime sağanak cümleler yağıyor. Yalnızlığıma saldırıyor biri, Bayraklarım düşüyor. Ölüyorum, bacak bacak üstüne atıp. İzliyorum cinayetleri, Saatlerime vurulan her darbeyi. Zihnimi işgale geliyorlar duyuyorum ayak seslerini Bana altın tepside acı getiriyorlar Kandıracaklar beni, bunu biliyorum Örgütlenmeden savaşmadan katlediliyorum Buram buram yalan kokuyor ayak seslerinde Bile bile lades diyorum Düşündükçe yere daha çok yaklaşıyorum. Sonunda düşüyorum bu gece.

Gabriel 13 | Ü Ç N O K T A


14 | Ü Ç N O K T A


Kraliçeyi Tahtadan Yapalım ÖNCE SAĞ EL Balonları bilir misiniz? Yok, hayır, öyle parkta bahçede bebe eğlendirmelik olanlardan değil. Kocaman olanlardan. İşte bana ondan lazım. İçi kum torbalarıyla dolu, kurşungeçirmez, rutubet tutmaz, tepesine merdivenle çıkıp oradan aşağıda bırakacağım yaratıcıma elli kalibrelik sniper mermileri yağdırabileceğim bir aletten bahsediyorum. Bir kere yerden kalktıktan sonra kimsenin beni göremeyeceği, ölüm saçan, kuzu gibi uysal “superball”. Ha var mı öyle bir şey elinizde? Adını “yadigâr” falan da koyabiliriz. Sorun değil. Yok mu? İyi, o zaman ben de böyle çıplak, yüzüstü yatağa bağlanmış beklemeye devam edeyim. Makas falan uzatın bari. Durumum, inanın çok kötü. Şu aşağıda kitaplığı karıştıran besinsiz birazdan burada olur. Var mı makas? Yok mu? Cevap ver lan? Eğer denizanası dolu bir havuzda haftalarca karayı gözetleyen sen olsaydın o umarsız bakışların yerini panik ve çaresizlik alırdı tamam mı! Şimdi bana çabuk bir makas bul. Banyoya, mutfak çekmecelerine falan bak. İllaki vardır. Yok mu? Allah kahretsin geliyor galiba. Psikopat içine saklanmayayım diye evdeki bütün kibrit kutularını bağışladı inanabiliyor musunuz; hepsini geçen ay yanan Çocuk Esirgeme Kurumu’nun bahçesine fırlattı ve benim elimde hiç bir gizli yer kalmadı. Yardım etmelisin bana, hem de çabucak. Ben dün akşam neredeydim biliyor musun? Paris Hilton’un ilk ağda partisindeydim. Ondan önce ortaçağ engizisyonunda yargılanan bir nüisttim (savunma yaptım la ben orda. Neyi savunuyon!) ondan önce Justin’in gayrimeşru oğlu olarak Esra Erol’a çıktık annemle (anne kim diye sorarsan; yapımdan ayarladılar bir şeyler). Adam durmuyor, yardım... 15 | Ü Ç N O K T A


Ve işte karşınızda afrikalı penguenler için iftar vakti. Deyus geldi, deyus, bu arada senin vereceğin makası eline verip koştururlar da duramazsın inşallah. Robdöşambır 60’lar burjuvazisi için ne ifade ediyordu bilmiyorum -henüz- ama bizim ezik için kıyafetinin üzerine giydiği bornozun aynı etkiyi yaptığı kesin. Zira kapıdan girip dibimdeki sandalyeye gelmesi üç dakka sürdü. Alımlı, çalımlı entel tavırlarını saçması bir boka yarıyor zannediyor veya ne yaptığını unuttu bundan da tam emin değilim. Emin olduğum bir şey var o da elindeki 4 kitaptan biri birazdan bana tam otomatik girecek. İlk kitabı eline aldı. Kapağını göremiyorum ama çok mutlu oldu, sayfalarını öyle bir sevinçle karıştırıp arada katıla katıla güldü ki başlama düdüğü çaldı sandım. Değilmiş. Attı kitabı yere. Baktım “ne ki la bu” diye. “Hidrolik Devre Araları Ve Sistematik Siren Sesleri” miydi, öyle bi şey. İkincisine bakmadı bile; direk çekimin akışına verdi. Arka kapağı denk geldi. Göremedim. Üçüncüsünde çığlıklar koptu. Bizim tosuna bazı insani durumlardan bahsetme faslını yaşatamadığımdan ve zaten onu kabul edecek bir mektebin varlığı henüz ispatlanamadığından -“Cannibalist” bilim adamlarına durumu bildirdim ama merak etmeyin çok selam söylediler sana- anlayın da işte kitabı kıpsss... Derken Karacaoğlan eline sazını alır. Bizim dunkof cebinden çıkardı kalemi. “Defter mi lan o?” Bundan sonrası okuması olmayan birinin yazdıklarına... Ne diyom lan ben, bu mu yazacak şimdi? “Abisi bak senin daha yaşın kaç başın kaç, var mı ki ehliyetin haa hem davul bile anca dengiyle, yapma la bokuna boncuk sakladığım dur!” Tık yok la itte, yazacak valla. “Tamam be, tamam bulmacayı söyle bari.” “ KEDİLERE EN ÇOK NE ZAMAN ÖLDÜN DENMEZ?” “annanın...”

16 | Ü Ç N O K T A


İLKİNDİYE PİLAV ARASI Güneşli bir perşembe öğleden sonrasında Resul Midyan’la görüşmek için Newcity Towers’ın 25 metre karelik asansörünün içindeyim. 89. kata çıkmamız (asansörle birlikte) epey bir dakika sürdüğünden fondan bize Handel’i yardımcı seçmiş Şeyh Resul. Saolsun. Allah razı olsun. Vaadini bulduğu topraklara gömülsün falan işte. Bu Resul aslen, baba tarafından Nevşehirlidir (“Newcity” de bu “yaratıcı” aklın bir ürünüdür zaten ); ana tarafı da Kolombiya Yahudisidir. Yılın yarısını burada, diğerini orada; altı ay haham kapısı, 180 gün bir de üstüne beş vakit. Zor valla işi. Ebeveynleri olacak deneysel organizma yetiştiricileri ile tanışma fırsatm olmadı ama çiftimizin aynı Ezine peynirini kullandığını biliyorum. Büyük olasılık şarküteri sahibi tanıştırmıştır ya da aynı gün aynı saatte aynı dükkânda aynı Ezine peynirine uzanırlarken kafaları tokuşmuş ve olaylar gelişmiştir. Ne önemi var? Sonuçta Resul doğmuştur. Gel gör ki ailelerin geri kalanı bu eşeyli üreme modelini radikal bir biçimde karşılarına almaktadır. Peki ya şimdi ne olacaktır? Genç çiftimiz bütün zorluklara karşı gelip ayakları üzerinde durmayı öğrenecek midir? Gaddar ana babalar sevginin karşısında yola gelecekler midir? Peki ya küçük Resul; o da yaşıtları gibi bebelak devam sütü alacak mıdır? Tabi ki hayır. Bunlar çocuk yapınca aileler çıldırmış doğumdan sonrada bu ikisini denize atıp boğmuşlar yalnız ayrı denizlere biri kara öbürü kızıl. Resulü de halası emzirmiş. Mr. Miyan her iki tarafın da tek torunu olduğu için aileler kokainden gelen parayı Ortadoğu’daki silah pazarında marinelendirip, yarı yarıya paylaşmayı, işin kontrolünü de Resul’e bırakmayı tercih etmişler. Bu şekilde her şey tatlıya bağlanmış. Ben bunları nereden mi biliyorum? Çünkü o benim şeyhim, yani bir nevi yol göstericim. Bu bizim et beyinlinin okuduğu ki şimdi yazıyor; hikâyelerde 17 | Ü Ç N O K T A


bana yol gösterir, işleri bağlar, yardımcı olur. Onun yardımları sayesinde hep boka batarak ilerlerim sağolsun. İki goril asansörün kapısından beni alıp terasa çıkartıyor. Teras 1500 metre kare alana yayılmış bir muhafazakâr kafesi vazifesi görüyor. Çevre planlaması ve güvnlik önlemleri üst düzeyde tutulmuş. Kimse içeriye habersiz giremiyor ve tek yol olarak asansörü kullanmak zorunda, bu tersta yapılan her türden ilegal islami, şeriati ve cihadi toplantının kırmızı bültenli üyelerine güvenli çıkış yapmak için hatrı sayılır bir dakika kazandırıyor. Ayrıca havadan yapılacak olası bir müdehaleye karşı terasın birçok bölgesi kurşungeçirmez Ray&Ban camlarla çevrelenmiş. İç güvenliğiyse tabi ki Şeyhimin adamları sağlıyor. Ayrıca her içeri alınan kişinin altı ayda bir sağlık testi yapılıyor. Neden? Bilmiyorum. Gelgör ki böyle bir mekân kermes bahçesine dönüştürülmüş. Yerler falan komple pirinç. Tavuklu. Çevre plazaların sahipleri her gün mahalle karılarının öğleden sonraki komşu gezmesine çıktığı gibi buraya tavuklu pilav, ayran yemeye geliyorlar. Enteresan. Ve sıkıcı bir manzara. Pilav cafe ne amına koyayım la? Goriller beni terasın en köşesinde her yeri gören ama çok dikkat çekmeyen bir masaya oturan Resul’ün yanına getirdiler. Sandalyemi çektiler, pilavımı ve ayranımı bırakıp, zarfı uzattılar. Aldım attım kenara zarfı. Aç karnına yapılan iş mundar olurmuş. Yumuldum pilava. Resul de elindeki bakır tasın içindeki suya dalıp gitmiş, bi şeyler mırıldanıyordu. “ Şeyhim, bana yardım etse etse bir siz yardım edersiniz. Kurtarın beni şu sütü bozuktan. Oyuncak etti beni eline. Neler çektiğimi siz benden daha iyi biliyorsunuz. Yapmadığım şebeklik, atılmadığım macera, girmediğim delik kalmadı. Buraya her gelişimde halimi siz biliyorsunuz. Pilav güzelmiş bu arada Şeyhim, hele pilav kafe muazzam fikir. Ne diyordum ben, ha sütü bozuk. Şey diyorum ben Şeyhim 18 | Ü Ç N O K T A


siz bi konuşsanız kendisiyle de beni azad etse, beni dinlemiyor vallahi.” “hıııı..” “ Yaa. Hem kendisi sizden çekinir, sonuçta sizi de o yaratmış ama kontrolünüzü elinde tutamamış yani gücünüz beklentilerinin üzerine çıkmış, pilav muhteşem bu arada Şeyhim. Siz yemiyor musunuz?” “hıııı..” Hııı ney lan, dinlemiyo mu bu beni. “ Ya işte öyle Şeyhim, sizin anlayacağınız eskiden mankenler şarkıcı olurdu, şimdi arabeskçiler yönetmen oluyor. Biz de ne yapsak, ne çeksek yok önce edebiyatı mı tamamlasak diye düşünüp duruyoruz. Sonuç; üretimsiz boş projeler, çöp alayı, niteliksiz bi ton gürültü. İçi boş her şeyin Şeyhim içi boş, yaaa bütün o anlam taşıyan kavramlar o anlamları yirminci yüzyılda aldı ve orada kaldı çiçek çocukların minibüslerinde yer kalmamış getirememişler ama hatırlarız hala insanın insan, domatesin domates, pornonun porno olduğu zamanı. Yani gerçek müstehçemlikten bahsediyorum Şeyhim. Belki şimdinin rocco’suna sasha’sına yaklaşamaz ama o dönim ahlakını zedelemeye yemin etmiş bir güdümlü füzeydi Şeyhim. Bütün ayıpları, günahları karşımıza almaktan bahsediyorum Şeyhim. Şeyhim şimdi sıra daha derine inmektedir diyorum ben. Nasıl mı? İnsanın kendine bile söyleyemediği en korkunç anlarını dikizleme kültürüyle yeniden doğuracaz. Baba ve oğlunun aşkı (genç aktif olsa daha canlı sahneler yakalanır) kapı deliğinden ahlak dünyamızı aydınlatıcak. Başka bir çözümü olamaz bence şu andan sonrasının. Ya bunlar yaplacak ya da milletin elinde oyuncak olunmaya devam edilecek. Artık benim takatim kalmadı valla, bu adam beni 28 senedir yanında tutuyor yavhu, ulan biz tanıştığımızda bu 4 yaşındaydı. E şimdi 32 yaşında el insaf be

19 | Ü Ç N O K T A


arkadaş bi hayali arkadaş bu kadar esir edilmezki be. Siz bi konuşsanız Şeyhim. Bu arada pilav harkulade.” “hıııı..” Ne yapıyor lan o tasın içine bu. Tövbe bismillah, büyüm mü yapıyo laaa. Şeyh bi an gözlerini bana dikti. El mahkûm sırıttım. Dişlerimin arasına yapışan pirinçler de kendisini yakından görme fırsatı buluş oldu. Elinde ki tası bana uztıp kaşıyla içine bakmamı işaret etti. Yavşça eğildi. İlk fatihayı bitirmiş ikincisini yarılamıştım. Kulağıma eğildi. “Tam bak şurda” dedi. “Tam sağında çanağın... Gördün mü?”. Zoraki “hıııı..” derken gözlerim suyun içinde fink atıyor. Şeyhimin ulvi gözlerinin görüp, benim kör olasıca gözlerimin göremediği bu mesaj, silüet, yazı, anahtar, anahtarlık neyse işte, nerdeydi. Bi de ben niye gördüm diyom ki. Bok var. Daha da yaklaştı kulağıma. “hah ne o, kıl mı?” Şeyhim aşırı sitres yüzünden paranoyak davranışlar göstermeyi adet haline getirmesi üzerine çetenin Kolombiyalı doktoru -aslında kendisi sadece kimyagerdi. Doktor onun takma adı sanırım- acilen meskaline başlamsını ve bunu üzerine bir kitap yazmaktan özellikle uzak durmasını öğütlemişti. Sonuç olarak yine kafası güzelldi ve ben rahat davrana bilirdim. Tabağın dibinde kalan pirinçleri kaşığıma parmağımla sıyırıp barmene işaret çaktım. Shakerı sallaya sallaya geldi bardağı ağzına kadar ayranla doldurdu. Bi sigara yakıp kenara attığım zarfı elime aldım. Zarfa uzandım. Zarfa hame yaptım. Zarfı almak istedim. Zarfı gördüm. Zarfın üstündeki ismi görür görmez beynimden vurulmuşa döndüm.

Kamuran Sertdüş

20 | Ü Ç N O K T A


21 | Ü Ç N O K T A


22 | Ü Ç N O K T A


Hürrealist Soğuk kış günlerinde, zaten normal hava şartlarında bile çekilmez olan okul yolu daha da çekilmez hale gelir, okula gitmemek için her türlü bahanenin uydurulmasına sebep olurdu. Bu yüzden öğrenci milleti tarafından pek sevilmese de, kış günleri benim için ayrı bir önem taşırdı. Gitmek zorunda olduğum bir iş, bitirmek zorunda olduğum bir okul olmasa belki de hayatımda hiç bir olağandışı olay gerçekleşmeyecekti ki bu haliyle bile yeteri kadar yavan ve tek düzeydi. Okulum; varoluşu sebebiyle fazlasıyla konformatist bir yapıya ve yönetim biçimine sahipti. Olaylar karşısında görüş belirtmek yerine belirtilen görüşlere boyun eğmenin daha uygun olacağı düşüncesine sahip yönetim kadrosuna sahipti. Yürüyüşlerin olmadığı, görüşlerin belirtilmediği, fikirlerin paylaşılmadığı bir okulda okumak kimi zaman avantaj olsada yer yer eksiklik hissi bırakıyordu. Sonuçta biz sohbete dâhil olmasak da nesnel konjonktürizm fazlasıyla bağlamsaldı ve bizler bu konuda fazlasıyla çekingendik. Gene de aramızda görüşlerini belirten, sesini duyurmak isteyen ‘hürrealist’ arkadaşlarımız olurdu. Turgut onlardan biriydi. Belki de en ateşlileri ve en çılgınları. Kendisi tarih öğretmenliği okumasına rağmen birçok şeyin varoluşuna alışamamış, birçok düşünceyi reddedebilecek kadar nihilist fakat bir o kadar da sosyal sorumluluk sahibi ve dürüst bir insandı. Aynı okulda okumamız yetmiyormuş gibi Turgut aynı zamanda kapı komşum ve en yakın arkadaşlarımdan biriydi. Okul ve işte geçirdiğimiz zamanların dışında, birlikte film yada 23 | Ü Ç N O K T A


müzik üzerine tartışarak, felsefe kokulu siyasi sohbetlerde karşıt fikirleri savunarak geçirmekten keyif alırdık: -Sekülerizmin köleleri olmaya gün sayarken varsayımların boşa çıkması işten bile değil. Ah dostum... İhtilal tam bir fiyaskoydu ve ardından gelen hareketlenmeler yapısal bozukluğu fırsat bilerek sayılı gün bitimine atılan temellerden ibaretti. -Söz konusu durumu, içerisinde bu kadar felsefi kelime kullanarak cümle kurup özetlemiş olman çok hoş. Fakat Turgut biliyorsun ki okul gittiğin yürüyüşlerle bitmez. Arada bir derslere de girmen gerekiyor. Onun için sivil toplum örgütleri, insanlığın yararına yapılan her hangi bir eylem herşeyden üstün belki de bir annenin yeni doğmuş bebeğine verdiği önemle eş değerdi. Sesimizi duyurmamız gerektiğini, tepki göstermemiz gerektiğini söylüyordu. Ben ise Turgut'a ne kadar saygı duysamda, duyurulan sesin sadece bizim kulağımızda yankı yaptığını , bizi bir adım öteye götüremeyeceğini düşünüyordum. Tabi bunu Turgut'a anlatmak hayli güçtü. Yediği coplar onu daha da hırslandırıyor, sanki aldığı darbeler onu daha güçlü hale getiriyordu. -Sende gelsene. Hem bak sadece İzmir'in kurtuluşunu kutlayıp Alsancak'ta Türk bayraklarıyla yürüyeceğiz. Jop yok. Biber gazı yok. Aslen doğu kökenli fakat Manisa doğumlu olmasına rağmen aslını inkar etmeden, Türk bayrağıyla , alakası bile olmayan İzmir'in kurtuluşunu kutlayacak olması Turgut'u gözümde yüceltiyor fakat fikirlerimi değiştirmeye yetmiyordu. -Gelmeyeyim abi ben. Dersler var. Hem o vakitte işte olmam lazım. Sen benim yerime de bir tur atarsın artık. 24 | Ü Ç N O K T A


Hiç bir zaman reddetmeme alınmadı. Hiç bir zaman bana ters bir şey söylemedi bu konuda. Kendi isteğimle gelmemi istiyordu. Ona destek olmak için değil, peşinden koştuğu sorumluluğu özümsememi istiyordu. Ben ise bu tarz olaylardan uzak bir şekilde bitirilmesi gereken bir okulum olduğu bilincindeydim. Okulda ki tiyatro kulübü başkanı olarak her sene sahneye yeni bir oyun koymakla görevliydik. Siyasi oyunlardan uzak, daha çok toplumsal mesaj içerikli ve izleyen arkadaşlarımızı sıkmayacak oyunlar seçmeye özen gösteriyorduk. Bu sene bir aşk oyunu seçmiştik. William Sheakspeare'den bir klasik: "Romeo ve Juliet" Rol dağıtımını yapmış, textleri çıkartmış , provalara süratle girişmiştim. Romeo için uygun karakter olarak seçtiğimiz Anıl ; dışavurumculuğa yepyeni bir boyut getirmiş, kızlar arasında yakışıklı diye tabir edilen tam bir Romeo'ydu. Juliet için seçtiğimiz Pelin ise içine kapanık fakat arkadaşları arasında beğenilen, mavi gözlü, uzun siyah saçlı, sahneye çıktığında tamamen kişilik değiştiren, içine kapanık kızı yollayıp yerine tuttuğunu koparan gözü pek bir karaktere bürünen kendi halinde bir kızdı. Seçimleri doğru yaptığımızı provalarda fazlasıyla görüyordum. Bu sene de mükemmel bir oyun çıkaracağımızın kıvancını şimdiden duymaya başlamıştım. Bir yandan iş bir yandan okul bir yandan ise tiyatro beni zor duruma soksa da meşguliyetimin şikayetini etmeden her işe yetişmeye çalışıyor, yaptığım işleri özenle tamamlamaya çaba gösteriyordum. Ta ki dekanlıktan gelen bu sene ki tiyatro gösterisinin gerçekleşmeyeceğine dair yazıyı okuyana kadar. 25 | Ü Ç N O K T A


-Ne yapmayı düşünüyorsun? Pelin aslında ne yapmayı düşündüğümü değil nasıl ikna edebileceğimizi sormak istemişti. Anlamıştım. Fakat verebilecek cevabım yoktu. -Bilmiyorum. Gidip hocalarla konuşmak, desteklerini alıp dekanla yüz yüze görüşmek en mantıklısı aslında. -İşe yarar mı sence? İşe yaramamıştı. Provaların ortasında, herşeye tam manası ile girişmiş kostümleri dahi ayarlamışken böyle bir karar herkesin moralini bozmuş, şevkini kırmıştı. -Daha ne kadar susucaksın? -Abi yapma böyle. Bir de sen gelme üstüme. -Gerekli izinleri ben alırım. Gerekiyorsa izinsiz yürürüz. Sesini duyur. Görüceksin. Farkedilecek ve müdahale edilecektir. -Turgut! Yapma, konuşma bu şekilde. Bu yolla hiç bir şeyi çözemeyeceğimizi biliyorsun. -Bir kere dinle beni. Kaybedecek neyin var ? Haklıydı. Kaybedecek hiç bir şeyim kalmamıştı. Tiyatro elimden alınmış, oyuncu arkadaşlarımın güvenlerini kaybetmiştim. Turgut'a bir şans vermek için doğru zaman bu olsa gerek diye düşündüm. Kısa bir zamanda ekipten arkadaşlarım ve onları destekleyen insanlar ile birlikte yürüyüş düzenlemiştik. Yürüyüşten önce Pelin yanıma gelmişti. -Aslında çekimser ve içime kapanık olduğumu çok iyi biliyorsun -Evet biliyorum. -Ama bu tiyatro, sahne benim herşeyim. Kaybetmek istemiyorum. -Benim içinde öyle. Görmüyor musun ne haldeyiz? 26 | Ü Ç N O K T A


-Duyuracağız sesimizi. Kazanacağız geri. Her şeyimiz bağırıyorduk:

hazırdı.

Pankartlarımızı

kaldırmış

"Tiyatro üniversitenin cephanesidir. Kültür savaşında en hazır askerleriz." Belki askerleriz demekle gelen çevik kuvvet ekibini biraz kızdırmış , gaza getirmiş olabilirdik. Yediğimiz biber gazı ve jopları haketmişte olabilirdik. O içine kapanık kız Pelin yürüyüşte en önde bağırırken, içindeki tiyatro aşkını dindiremiyordu. Biber gazından olsa gerek bir süre gözleri Trabzonspor renklerinin minvalinden kurtulamadı. Anıl ise kısa bir süre içinde olsa kızlar tarafından yakışıklı değil ‘yürüyüşte sesi en çok çıkan çocuk’ olarak anılacaktı. Fakat bu duruma aldığı darbelerden mora çalan gözlerinin etkisinin olmadığı söylenemezdi. Ben ise Turgut'u dinlediğime başlarda pişman olmuş olabilirdim. Fakat dekanlık tekrar bir yazı ile tiyatro çalışmalarına devam edebileceğimizi ve sene sonunda oyunumuzu sahnede görmekten mutluluk duyacaklarını bildiren ‘sahte samimiyet’ içerikli yazısı ile arkadaşlarımın güvenini ve tiyatromu bana beni ise Turgut'a kazandırmıştı. -Bak ne dedim sana? Gördün mü? Sesini duyurabildiğin sürece yapılamayacak bir şey yok. -Yediğim jopların morlukları hala vücudumda iken bunu söylemen hiç hoş değil. -Kaybettiğin bir şeyi geri kazandın. Sen bugün yeniden doğdun. Kazanmak için sesini çıkardın ve sonucunda başardın. Başardık. Haklı olduğu taraflar vardı. Başarmıştık ve bunun en büyük sorumlusu Turgut'tu. 27 | Ü Ç N O K T A


Bu olanların üstüne geçen 8 yıl Turgut ve diğer arkadaşlarımla bağlarımı koparmış olmasada herkesi kendi hayatına adapte etmeye yetecek kadar olgunlaştırmıştı. Hala Turgut gibi bir arkadaşım olduğundan gurur duyuyordum. Onun sayesinde başarmıştım. Rutin iş, okul döneminden itibaren bırakamadığım tek alışkanlığımdı belkide. Okul bitince askerlikkariyer-evlilik üçlemesinde sırayı bozmadan devam etmiştim. -Oğlum açsana haberlere de bakalım. -Ya baba daha başlamadı. -Saat sekiz olmuş. Ver kumandayı. O günden sonra haberleri hiç takip etmedim. İzlediğim son haber ise öğretmenlerin atamalarının yapılmaması ile ilgili bir yürüyüşte çıkan kargaşada, havaya korkutmak için atılan mermilerden biri, atama bekleyen genç bir tarih öğretmeni adayını bulması sonucu olay yerinde can vermesi idi.

Ufkum Ç.

28 | Ü Ç N O K T A



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.