64.000.000’da bir rastlanan tuhaflıklarıyla içimde yangınlar çıkaran Mark’a... Seni manyak gibi seviyorum!
TEŞEKKÜR
B
u başarıya katkıda bulunanlara nasıl teşekkür edilir ki? Beni Pepsi’siz ve kağıtsız bırakmadan hayali arkadaşlanmla zaman geçirmeme izin veren eşimle başlayayım. Seni seviyorum Mark Dee! Yazdığım her satırı okuyup her sözcükle coşarak bana destek olan kızlarım Hilary, Abby ve den den kraliçem Whitney’ye de çok teşekkür ederim. Her biri müthiş bir kadın olmakla beraber, mükemmel birer eleştirmen de. Küçük oğlum Shawn’ı da bu yolculukta unutamam. İğneleyici tavrı ve etkileyiciliğiyle her zaman bana ilham kaynağı olmuştur. Kolay yoldan edindiğim muhteşem çocuklarım Bear, Ryan, Weston ve Cesiley’ye de teşekkürü bir borç bilirim. Yorulmak bilmeyen destekçilerim, hayalleri besleyen, bir kızın başına gelebilecek en iyi anne babaya; Joyce ve La- vell Lloyd’a da çok teşekkürler. Ve küçük ama paha biçilemez yazı ekibime, Dorothy Keddington, Carol Warburton, Lu Ann Anderson ve Nancy Hopkins’e, dostlara, kardeşlere ve inananlara, sesini hala kulaklarımda duyduğum Ed’e binlerce teşekkür... Şükran yetersiz bir ifade. Kitabımın taslağını gözden geçirdikten sonra düzenleyip tekrar göndermemi isteyen ve bana dünyanın en nazik red mektubunu yazıp samimi davranan olağanüstü yayıncım Molli Glick’e minnettarım. Büyük fark yarattın! Ayrıca tüm detaylarla ilgilenen Kate Hamblin’e çok teşekkür ederim. Şahane insan Stephanie Abou’ya, bilinmeyen bir dünyada DANS etme konusundaki uzmanlığından ötürü şükranlarımı sunarım. Ayrıca Jerry Gross’a, cömert övgüleri ve akılcı önerileri için teşekkürler. 7
Editörüm Lauren McKenna’ya, derin sevgilerimle. Bu kadar nazik ve işinde iyi olduğu için ona nasıl teşekkür edeceğim, bilmiyorum. (Priscilla hakkında çok haklıydın... Aslında her konuda çok haklıydın.) Beni doğru yola sokan Megan McKeever ve Akeandra Lewis’e de müteşekkirim. Kristin Dwyer’a beni sabırla yayıncılıkla tanıştırdığı için büyük bir teşekkür borçluyum. Sen olmasan ne yapardım? Her şeyin güzel görünmesini sağladıkları için John Paul Jones ve Me- redith Ray’e de çok teşekkürler! Ve Gallery’de, bana ve bu hikayeye çok iyi bakan mükemmel insanlara binlerce teşekkür. Daha müthiş bir deneyim olamazdı.
8
GİRİŞ
Ölüm’le bir partide tanıştım. Ablam Priscilla’nın on ikinci doğum günüydü. Beş yaşındaydım. Yakından bakınca çok korkunç değildi. Fakat sonra hakkında çok şey anlattılar. Onunla karşılaşmak üzerimde kötü bir etki yaratmamıştı. Ta ki oraya babam için geldiğini fark ettiğim ana kadar. Küçük bir kızken babamla paylaştığımız bir sabah ritüelimiz vardı. Babamın musluğu ilk açışıyla birlikte inatçı borulardan gelen su sesi kulak tırmalayan bir iniltiyle duyulurdu. Hala büyüdüğüm evde yaşıyorum ve aynı borular bugün de aynı sesi çıkarıyor. Ama o zamanlar o ses, babamın uyandığı anlamına gelirdi. Ayaklarımı sürüyerek merdivenlerden çıktığımı, uykulu gözlerimi ovuşturup karanlıkta, el yordamıyla kapalı tuvalet kapısını aradığımı hatırlıyorum. Mutlaka kapıyı tıklatırdım, babam da “Yoksa bu gelen Prensesim Lulu mu?” diye bir şarkı söylerdi. Bana Lulu diye seslenmesinden çok hoşlanırdım çünkü I ulu’nun, asıl adım Lucy’ye masalsı bir hava kattığına inanıyordum ve bu tür şeyler, malumunuzdur ki beş yaşındaki bir kız çocuğunun çok hoşuna gider. Kapıyı ardına kadar açıp beni içeri, banyoya, gizli mabedimize alırken ışık gözümü kamaştırırdı. Orada sadece babam ve ben olurduk. Küçük bir banyoydu. Küvet, bir duvarı tamamen kaplıyor, minik lavabonun kenarları bir kalıp sabun ve babamın tıraş malzemelerine ancak yetiyordu. Bugün Mickey de aynı şeyden şikayetçi. Küçük bedenimle klozetin üzerine tırmanır, kitabımı açardım. Ne de olsa orada olmamın esas sebebi oydu; Fonetiğimi geliştirmek. Tıraş olmadan önce her gün sakalını tamamen köpükle
9
sıvar, her seferinde köpüklü yüzüyle beni öpmek için eğilirdi. Bugün otuz üç yaşındayım ve tıraş köpüğünün kokusu hala burnumda. Hâlâ o anlar aklıma geldiğinde, kendi kahkahalarımı duyarım. Babam iri bir adamdı. Aynada bir şeyler incelemek için sabunlu lavaboya dayanıp geri çekildiğinde göbeğine yapışan sabun artıklarını görünce, “Şu işe bak Lu. Kremalı bisküvi gibi oldum,” der, bana bir öpücük daha verirdi. Sonra kıkırdamalar, gülücükler... Yüzünü yıkaması, saçını taraması, gargarası, tükürmesi... Hepsi bittikten sonra tüm yüzüne Old Spice sürer, banyoyu o unutulmaz kokuya boğardı. Old Spice’a bayılırım, ama Mickey’nin kullanmasına asla izin vermem. O sabahlarla ilgili her şey aklımda. Yerdeki sarı havlulardan, sabunlu lavaboya, Paul Harvey’in fondan gelen kısık sesinden, kapının arkasına asılı, yeni ütülenmiş üniformaya kadar her şey. Tüm dünyanın Jim, annem ve babamın iş ortağı Deloy Rosenberg’in Jimmy diye hitap ettiği babamı, yaşadığımız kasaba Brinley’de herkes Komiser James Houston olarak bilirdi. Babamın uykulu, saçı başı dağılmış, üstü çıplak halinden, Komiser James Houston’a dönüşümünü izlemeye bayılırdım. O odadan, annemin her gece onun için ütülediği mavi üniformasıyla çıkarken yenilmez olduğunu düşünürdüm. Hiçbir şeyin ona zarar verebileceğine inanmazdım. Hele ki, iki minik
ıo
kurşunun. Komiser James Houston olmanın, yok edilemez, demek olduğunu sanıyordum. Ama bir gün, ana okulu öğretmenim Mrs.Delacruz, bize her canlının bir gün öleceğini öğretti. “İstisnasız her canlı,” demiş, beni endişelendirmişti. Tam hatırlamıyorum ama babama bu konuda bir şeyler sormuş olmalıyım ki, bir gece yatağımın başında diz çöküp bu konuda benimle konuştuğunu anımsıyorum. Benden dört yaş büyük, yan yatakta yatan Lily, uyuyormuş gibi yaptığı için babam bana o korkunç açıklamayı yaparken fısıldamak zorunda kalmıştı: Mrs.Delacruz haklıydı. Tüm canlılar ölüyordu. Sanırım elimi tutup öpmesinin, hafif sakalı çıkmış çenesinin üzerine götürmesinin sebebi yüzümde gördüğü dehşetti. “Lulu, ölümden korkman gerekmiyor. Hatta, ölümle ilgili herkesin bilmediği sırlar var.” demişti. Yanıma daha da yaklaştığını hatırlıyorum. “ O sırları öğrenmek ister misin?” “Sırlar mı?” dedim. Söyledikleri pek inandırıcı değildi ama o güne kadar bana hiç yalan söylemediği için dinlemeye devam ettim. “Lulu, ölümle ilgili sana net olarak söyleyebileceğim üç şey var. Bir kere şunu bil ki, ölüm bir son değil. Sadece öyle görünüyor. Çoğu insanın ağlamasının sebebi bu. Ama ölüm, son değil. Üstelik can da yakmıyor. Bu da insanların genellikle korktuğu ama neden korktuklarını anlayamadığım bir yanı. Acıtmıyor. Ve son olarak, şunu da bilmeni istiyorum Lu; ölümü bekleyip hazır olabilirsin. Bana inanıyor musun?” İfadesi o kadar samimi, o kadar güven vericiydi ki, sadece başımı salladım. “Peki nasıl bir şey?” “Emin değilim ama güzel olduğuna bahse girerim.” “İyi mi peki?”
ıı “Çok iyi, çok nazik..” Bu noktada, süngere benzeyen, minik
beynime, ölümle ölmenin aynı şey olmadığını açıklamıştı. Ölmek gerçekten bazen acı verebiliyordu ama biraz olsun büyülü bir yanı da vardı çünkü insan o acıyı asla hatırlamıyordu. Hiç hissetmemiş gibi. Bu konu, insanların nasıl kan dondurucu şekillerde ölebileceğiyle ilgili, acıyı unutmanın ne hoş olduğu hakkında, uzun bir sohbeti beraberinde getirdi. Bana anlattıklarını hiç şüphelenmeden dinlediğimden, o anki şüpheciliğimi tuhaf bulmuş olacaktı ki, “Lulu, doğduğun anı hatırlıyor musun?” diye sordu. Aklımın yerinde olduğunu ve ciddi ciddi sorusunu değerlendirip cevapladığımı anımsıyorum. “Hayır.” Başını salladı. “Gördün mü işte? Ölüm de aynı öyle. Unutuyorsun.” Şaşırmıştım. Babam haklıydı. O zaten her zaman haklıydı. Tam olarak ne dediğini hatırlamıyorum ama ölümün gizeminin o gece, dürüst gözlerinde eridiğini dün gibi anımsıyorum. Ona tüm kalbimle güveniyordum. Sözleri, tüm hayatım boyunca kulağımdan çıkmadı ve yetişkin ruhumda taşlaştı. Artık o sözlerin, uykuları kaçan küçük bir kızı teselli etmek için masumiyetinden yararlanarak söylendiğini tabii ki, anlıyorum. Ama babamın bana o yıllarda verdiği huzurun, yaşadığım tüm kayıplarda ve kendimi neredeyse tamamen kaybetmek üzere olduğum anlarda beni koruyacağını kim bilebilirdi. Tabii ki haklıydı. Ölüm herkesin başına geliyordu. Ama bir son değilse ve can yakmıyorsa... O zaman korkacak ne vardı? Beş yaşında gerçekten böyle düşünüyordum. O yüzden Ölüm, Priscilla’nın partisine geldiğinde, kafam biraz karışmıştı ama dehşete kapılmamıştım.
12
Parti arka bahçemizdeydi. Barbekünün üzerinde hamburgerler cızırdıyor, soğutuculardan Havaii usulü içki karışımları taşıyor, annem Priss’in pastasının üzerine mumlar yerleştiriyordu. Yarısı liselilerden oluşan kalabalıkta, annemle babamın arkadaşları da vardı. Yan komşularımız Jan ve Harry Ba- tes, şapşal oğullarını, ablam Lily’nin kuyruğundan ayırmaya çalışıyordu. (O sırada dokuz yaşmdaydılar ama o zaman bile Lily’nin Ron Bates’le evleneceğini biliyordum.) Dr.Barbee, sokağın sonundaki cenaze evinden tanıdığımız Witherse Ailesi, babamın polis arkadaşları, hatta vali bile partideydi. Geldiğini fark ettiğimde piknik masasına kağıt tabakları yerleştiriyordum. Görür görmez kim olduğunu anladım. Öyle anlattıkları gibi tehditkar ve korkunç değildi. Hatta illa tarif etmem gerekiyorsa, nazik göründüğünü bile söyleyebilirim. Onu tanımlayabileceğimi sanmıyorum. İnsan bir görüntünün yarattığı duyguyu nasıl tanımlayabilir ki? Şimdi düşünüyorum da hissettiğim, içten içe bildiğim bir şeyin gözümün önünde canlandığıydı. Kadın olduğunu bildiğime göre, onu gerçekten görmüş olmalıydım. Elimde bunu kanıtlayacak hiçbir delil yok, ama içgüdülerim ve üzerimde bıraktığı etki, aklımda öyle kalmasını sağladı. Onu nerede görsem tanırım. Varlığından hiç ama hiç korkmadım. Ne dediğini anlamasam da, kalabalığın gürültüsünü bastıran fısıltısının beni mest ettiğini anımsıyorum. Misafirlerimizin arasından adeta süzülerek geçtiğini, varlığının bir bulutun içinden daha somut olmadığını görüyordum. Bir an bana, gözlerimin içine baktı. Sanırım babam bana onun kim olduğunu anlatmasaydı bile kim olduğunu anlardım. Aramızda karşı konamaz bir bağ vardı. İnkar etmek imkansızdı. O da beni tanıyordu. Gülümsedi. Küçük bir kızken bana gülümsedi, yetişkin ruhumu gördü. Yetişkin ruhum anlamıştı. Benim için de gelecekti. Ama henüz değil. Hayır. O gün oraya babam için gelmişti. Geldiğini babam da
13
hissetmiş olmalıydı ki, bahçenin karşı köşesinden benimle göz göze geldi. Neler olduğunu anladığı anki bakışları hala aklımda. Korkmamamı söylediler. Babam korkmuyordu. Gözümde hala ölemeyecek kadar güçlü kuvvetliydi. Hiçbir şey onu deviremezdi. Ama iki kurşun devirdi. Priscilla’nın on iki yaşına girdiğinin ertesi günü, Arnie’nin benzin istasyonunu soyan serserileri durdurmaya çalışırken öldü. Ölüm, annem için on iki yıl sonra geldi. O zamandan beri üç kız, baş başa kaldık. Lily, Priscilla ve ben.
BİR
D
r. Barbee’ye gidilecek. Lily’yle öğlen yemeği yenecek. Kuru temizlemeciden eşyalar alınacak. Mickey’ye sarılmak için hastaneye uğranacak. Muayene masasına uzanmış; donarak, beklerken bir yandan da parmaklarımla sayarak gün içinde yapacaklarımı planlıyordum. Charlotte Barbee, görüşmemizi tamamlamak için az sonra döneceğini söyleyerek yanımdan ayrılmıştı. Gideli bir kaç dakika oluyordu. Tekrar parmaklarımla saydım. Öğle yemeği. Kuru temizleme. Mickey. Bir şey daha vardı ama hatırlayamıyordum. Aslında Mickey’den öncesini düşünemiyordum. Döneli altı gün olmuştu. Ama ondan önceki günlerde Mickey, Mickey değildi. Gerçi bu sabah sesi iyi geliyordu. Neredeyse tamamen dönmüştü. Charlotte, özür dileyerek hızla içeri girdi. “Kahrolası sigorta şirketi! Sanırım elimden ancak bu kadarı geliyor...” Ofladı. Nefes aldı. “Evet. Nerede kalmıştık Lucy?” Bir an için, uzandığım yerde tekrar pozisyonumu aldım. Çıplak ayaklarım, koyduğum metal yerde tıpkı vücudumun geri kalanı gibi donuyordu. “Burayı neden bu kadar soğuk tutuyorsunuz Charlotte? Çok fena.” Cevap vermedi. Başımı yastıktan kaldırıp kıvrık dizlerimin 14
arasından başının sallandığını gördüm. Eğilmiş, bana kalırsa asla ilk bakılacak yer olmaması gereken yere, daha yakından bakmak için elindeki maşanın açısını ayarlıyordu.
15
Üşümemi umursamıyor, bir yandan elindekiyle uğraşmaya devam ediyordu. “Eee, Mickey bu hafta nasıl?” diye sordu. “Geçen haftadan daha iyi,” dedim. Bana dokunduğu an nefesim kesilmişti. “Hala hastanede mi?” “Evet ama kendini daha iyi hissederse Cuma günü eve dönebilirmiş. İyileşmesini umuyorum.” Charlotte Barbee, o bildik ifadesiyle gülümsüyordu. “Evleneli ne kadar oldu?” “Neredeyse on bir yıl.” “O kadar oldu mu gerçekten? Zaman nasıl uçup gidiyor?” dedi. “ Hadi şimdi derin bir nefes al.” Derin nefes almak beni öksürtmüştü. O an aklıma geldi. Pastil alacaktım. Yıllık kontroldeydim ve Charlotte Barbee hiçbir detayı atlamadan beni inceliyordu. Ne aradığını biliyordu ve bulmuştu. Daha önce de yüzünde o ifadeyi gördüğümden, bir kez daha olsa yine anlardım. Dışarıdan bakılınca, sıradan bir kontrol gibi görünebilirdi ama gerçek biraz daha karmaşıktı. Kanserin vücudumda tekrarlanıp tekrarlanmadığı inceleniyordu. Kansere ilk yakalanmam yedi yıl önceydi. Yirmi altı yaşındaydım. O dönem patolojiden, sağlıklı, yetişkin bir kadın olmadığım, kanserle mücadele eden bir kadın olduğum sonucu çıkmıştı. Beş yıldır, vücudum tertemiz. İki kız kardeşimle birlikte sağlıklı aşamada olduğumuz için rahat nefes alabiliyorum. Lily, Priscilla ve beni tehdit eden kanserin aynısı, annemizde ve anneannemizde de vardı. Kanımızı emen bu lanet genetik hepimizi, özellikle de tüm yükümüzü omuzlayan, güvendiğimiz doktorumuz Dr.Barbee’yi sürekli tetikte tutuyordu. Lily, o gün destek olmak için benimle gelmeyi teklif etmişti ama ortada bir gerçek vardı ki, bu kontroller ablamı, beni
etkilediğinden çok daha kötü etkiliyordu. O yüzden gelmesini istemedim. Lily, aramızdaki en telaşlı olan. Tekrar hastalanma ihtimalim bile onu dehşete düşürmeye, tüm korkularını su yüzüne çıkarmaya yetiyor. Bu ara, fizyokratlar endişeli. Charlotte’ın ağzından çıkacak rahatlatıcı bir söz duymak için dua ederken bir yandan da kendini en kötü sonuç için hazırlamaya çalışıyor. Her şey yolundaydı. Sorunsuz çıkan her testten sonra piyango kazanmış gibi hissediyordum. Lily ise bunu her duyduğunda, korkuyu, endişeyi elden bırakmamanın her zaman iyi sonuç alacağına inanıyor. Bana gelince, ben sadece biraz daha vaktim olmasını umuyorum. Son beş yıldır, bana bahşedilen hayatı, yarımşar yıl arayla sonuna kadar yaşamaya çalışıyor, kaderi yendiğimi düşünüyorum. Artık sağlıklıyım. Önümde uzun bir zaman var. Bugün, yıllık kontrollerimin İkincisi yapıldı. On iki ayda bir yapılan kontroller, altı aylık kontrolleri donunda sallar. Buna rağmen rutinim şaşmadı. Sonuç çıktı. Tanrıya şükrettim. Hayatımı yaşamak üzere dans ederek çıktım. Ta ki bir dahaki randevuma ve şansımın düşük olduğunu ortaya koyan istatistikleri düşününceye kadar. Kanser, geri dönerse intikam ateşiyle döner. Korku her yanımı sarınca, ki zaman zaman sarıyor, onu defetmek için babamın yıllar önce söylediği sözleri aklıma getiriyorum. Anlattıklarının beni bu kadar derinden etkileyeceğini biliyor muydu acaba, bazen çok merak ediyorum. Onun sayesinde, aslında ölümden o kadar da korkmuyordum. Gerçi ölüm anı, biraz durup düşündürüyordu. Daha önce başıma gelmişti ve bu konuda güçlü olduğum söylenemezdi. Sevdiğim insanların gözümün önünde acı çekmesi, Mickey’nin gözündeki dehşet... Tanrıya her gün o günleri geride bıraktığımız için şükrediyorum çünkü ölmekten çok sevdiklerimi ölürken izlemekten
17
korkuyorum. “İdrar tahliline ihtiyacım var. Sonra işimiz bitiyor,” dedi Charlotte ayağa kalkmam için yardım ederken. “Yani iyi miyim?” Güçlü, becerikli ellerini omuzlarıma koyup gözlerimin içine baktı. “Sanırım tüm sıvılarını laboratuvara göndereceğiz ve onlar da beni arayıp hiçbir şeyin olmadığını söyleyecekler.” “Biliyordum. O halde yorgun olduğum için endişelenmeme gerek yok, değil mi?” “Lucy, yorgun olan benim. Sadece yorgunlukla anlaşılacak bir şey değil bu,” dedi azarlar gibi. “Peki boğazımdaki gıcık için ne diyeceksin?” “Aç bakayım.” Bir ağız çubuğuyla dilimi iterek ağzımı kocaman açtı. “Burada endişe verici bir şey görmüyorum. Ne zamandan beri öksürüyorum demiştin?” “Bilmem. Bir kaç gündür herhalde.” “Ne olur ne olmaz, ben steril çubukla boğazından bir örnek alayım da.” “Sen çok iyi bir doktorsun.” diye geveledim örnek almak için genzime elini soktuğu sırada. “Uğraşıyorum işte.” İşi bitince, aldığı örneği küçük, plastik bir şişeye koyup bana gülümsedi. “Tamam o zaman. Geceliğini giy ve mamogram için koridorun karşısına geç.” “Yaşasın,” dedim iğneleyici bir tonda. Tüm bu işkencenin benim için en zorlu yanı, mikroskobik değişiklikleri incelemek için küçücük göğüslerimi iki pleksiglas plakanın arasında sıkıştırdıkları andı. Kanser, tek bir hücrede başlayıp civarındaki hücreleri yanına alarak etrafını işgal altına alır. O yüzden mamogramda noktacıklar belirdi mi, hasar oluşmaya başladı demektir. Charlotte, parmağıyla çenemi kaldırıp düşüncelerimi okuyormuşçasına yüzüme baktı. “Lucy, konuşmamız gerekirse
18
ben seni çağırırım. Ama hiç endişeli değilim. O yüzden seni sadece sohbet etmek için davet edersem hiç şaşırma.” Başımı salladım. “Peki. Tamam. O halde haftaya akşam yemeğine çıkalım.” Koridorun karşısında, Arethe memelerimi hamur gibi yoğururken ayıp olmasın diye onunla sohbet etmek zorunda kaldım. Aretha, Brinley’deki tek mamogram teknisyeniydi. O yüzden muhtemelen kasabadaki herkesin memelerini kendilerinden bile iyi tanıyordu. Uzun boylu, at gibi, sadece iş düşünen bir kadındı. Bizi dışarıda gördüğünde ne düşünüyor acaba, diye merak ederdim. Acaba yüzlerden önce memeler mi dikkatini çekiyordu? Aretha’yı severdim. Oğlu Bennion, Midlothian’daki tarih sınıfında öğrencimdi. Aretha’nm ödevlerini kontrol ettiğini bilirdim. Bunun için ona teşekkür etmeyi düşünmüştüm ama dediğim gibi, hep yoğundu. Hastaneye ne zaman gitsem, işini bitirmeden benimle bir kelime bile konuşmazdı. O gün de durum farklı değildi. “Hadi bakalım Lucy. Seni görmek her zamanki gibi, ne güzel. Benny senin derslerini çok seviyor.” “En iyi öğrencilerimden biri. Onunla gurur duymalısın.” “Duyuyorum zaten.” Giyinip saçımı taradım. Saçlarım uzundu. Aynada onu ararken nereyi tarayacağımı şaşırmıştım. Her kontrolde bunu yapmak zorundaydım. Bu da rutinin bir parçasıydı. Ölüm’ün, kenarda köşede beni bekleyip beklemediğini, aynaya bakıp arkamda durup durmadığını kontrol ederdim. Ama etrafta hiçbir şey yoktu -ki bu gerçekten de rahatlatıcıydı. Tıpkı Dr.Barbee’nin büyülü sözleri gibi. Giyindikten sonra, Lucy’yle yemek yiyeceğimiz Damian’s’a yürüdüm. Güneş ışıklan ve hafif meltem, yüzüme tatlı tatlı
19
vuruyordu. Brinley’de yaşamaya bayılırdım. Brinley-Connecticut, her yere on beş dakikadan kısa sürede yürüyebileceğiniz bir yer. Limandan ana meydan denebilecek Loop’a, neredeyse iki mil vardı ve mahalleleri birbirinden ayıran sokakların arasında yaklaşık birer mil vardı. Connecticut, tarihi, çekici bir yer ama bana göre Brinley her şeyin en iyisinin olduğu bir mekan. Saygın, eski yerleşim mekanları olan, ağaçlarla bezeli sokakları, Loop’ta küçük kasabalara özgü, köpek kakası ya da hortum işleri gibi acil işlerin konuşulduğu, gri binasıyla eşsizdi. O öğleden sonra bir sürü insan dışarı çıkmıştı ve hiçbirinin acelesi var gibi görünmüyordu. Belki de yüz yetmiş tane sınav kağıdı okuyup notladığım, işimi bitirip yaz tatiline girdiğim için, hiçbir yerde olmam gerekmediğinden bana öyle geliyordu. Okul kapanmıştı. Komşum Diana Dunleavy’i gördüm. Kızı Millicent’i bale kursuna götürüyordu. Küçük bir şekere benzeyen kız, Mosely’s marketin önünden, şeker pembesi tütüsüyle prüvete kalkıp geçmişti. Diana bana el salladı, yolun karşısından “Kime çekmiş, annesi gibi yetenekli tabii,” diye seslendi. Millie’nin kayarak o sırada Sandwich Shoppe’dan elindeki paketiyle çıkan Deloy Rosenberg’e çarptığını izlerken gülüyordum. Elindeki karton tepsiyi düşürdü. Torbası ters dönmüştü ama pek bir hasar almış gibi değildi. Ama Millie yine de, Brinley’nin komiseri onu sakinleştirip öğlen yemeğiyle uzaklaşmadan önce kızaran yüzünü Diana’nın eteğinin arasına gizlemişti. Deloy’u üniformasıyla her görüşümde aklıma babam gelir. Yolun karşısında Lily’yle Jan’ı görünce, önüme bakmadan onlara doğru ilerledim. Yan komşumuz Jan Bates, sonunda
20
Lily’nin kayınvalidesi olmuştu. Tıpkı çocukluğumda tahmin ettiğim gibi. Ama o zamanlar, bir gün bana bir anne gibi davranacağını bilmiyordum. Oscar Levine, beni gördüğü sırada küçük parkımıza bir tabela çakıyordu. Kemikli, minyon adam elindeki çekici bırakıp “Lucy, Cumartesi Shad Bake’e geliyorsun, değil mi?” diye bağırdı. Lily, benim yerime “Tabii ki geliyor,” diye cevap vermişti. Jan hemen bana sarıldı ve “Lütfen peki de,” diye fısıldadı. “Zaten kaçırmam.” dedim.”Mickey de o zamana kadar evde olmuş olur. Böylece o da gelir.” “Harika.” Shad Bake, Connecticut Nehir Kenarı boyunca kutlanan bir bahar ritüeliydi ama Brinleyliler, işi iyice abartmiştı. Sözüm ona nesli tükenmekte olan bir tür balığı, meşe ağacından yapılmış plakalara takıp çukurda yakılan ateşe verir, patlayana, hareket edemeyene kadar, tıka basa yerdik. Brinley’de yaşamanın en sevdiğim yanlarından biri de buydu. Jan gülerek, “Gidip küçük çocuklara palmiye ağaçlarını nasıl boyayacaklarını öğretmem gerek,” dedi. “Kızlar, siz de bu arada başınızı derde sokmayın.” ikimizi de fırçalayıp yürüyerek uzaklaşırken arkasından bakakalmıştık. O sırada ablam, endişesini gizlemeyi başaramayan kocaman gülümsemesiyle bana dönüp, “Nasıl geçti?” diye sordu koluma girerek. “İyiyim. Charlotte endişeli değil. Aretha da memelerimin şahane göründüğünü söyledi.” “Öyle söylediğini gözümün önünde canlandırabiliyorum.”
21
“Aslında benimkilerin seninkilerden daha güzel olduğunu söyledi.” Lily güldü. “İşte şimdi yalan söylediğini anlıyorum.” Ablam, sarı kısa saçları ve anneminki gibi açık teniyle güzel bir kadındı. O kadar beyaz tenliydi ki, gün ışığında saydam gibi görünürdü. Ciddileşerek “Yani iyisin, değil mi?” diye sordu. “İyiyim.” dedim yemin ederek. Bir yandan öksürüyordum. Başını, başımın üzerine yasladı. Rahatladığını hissedebiliyordum. “Yalancı.” “Ne?” “Emin olmak için çok erken olduğunu biliyorum.” “Belki. Ama Charlotte azıcık bile endişeli değil. Ben de değilim.” Lily, gizli gerçeği anlamaya çalışarak gözlerimin içine baktı. Tüm hayatımız boyunca bunu yapmıştı. “Ben iyiyim Lily. Hissediyorum.” Başını salladı ama gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. “Tamam. Çünkü... Biliyorsun... Seni gömmeyi reddediyorum Lucy.” “Biliyorum,” dedim elini sıkarak. Köşede, kasabanın tek çiçekçisi George Thompson, kasalarca bahar çiçeğini Cadillac’ının bagajına yüklüyordu. Çiçekleri düzenlerken çatılan, kır saçlarının üzerine düştüğü gözleriyle, uzaktan bize belli belirsiz bir selam verdi. Yanma vardığımızda Lily, “Trilby nasıl, George?” diye sormuştu. “Kendini daha iyi hissediyor mu?” “Hayır. Hala feci huysuz. Nasıl oluyorsa, bacağını kırması benim suçummuş. Caz yapıp dans eden benim sanki, Tanrı aşkına. Gülme ama Lucy!” Kaşlarını çatıyordu. “Hiç komik değil!”
22
Lily koluma girerek George’a “Peki o halde. Sipariş ettiği antika aynanın geldiğini söyle. İyileşince gelip alabilir.” dedi. George, işini bırakıp doğruldu. Antika aynadan haberi olmadığı belliydi. O sırada yanımıza gelen Muriel Piper bizi, az sonra yaşayacağımız tuhaf andan kurtarmıştı. “Merhaba meleklerim!” diye kıkırdadı. “Muhteşem bir gün, değil mi? Bakın. Çiçeklere deli oluyorum.” İçten ve dolu dolu gülüyordu. Murial, Brinley’deki kadın aile reisiydi. Yaşı doksanı zorluyor olmalıydı ama bunu asla itiraf etmezdi. Üzerinde, ütülü kot pantolonu, kaşmir bluzu ve kulak memelerini sarkıtan pırlanta küpeleri vardı. Tam bir bahçe kombini. Muriel beni kendine, yaşını belli eder bir hareketle çekti. “Lucy, çok zayıfsın. Senin için yemek yapmak istiyorum. O yüzden bize gelmelisin. Mickey kendini kötü hissederken kendine bakamıyorsun.” “Cuma günü eve dönüyor. Ben de gayet iyi yemek yiyorum.” “Cumaya kadar yok mu? Yarınki Celia’yı anma törenini kaçıracak demek.” Başımı salladım. “O halde bu hafta sonu onu bana getir de ona şöyle sıkı sıkı bir sarılayım. O çocuğu çok seviyorum.” Lily’ye döndü. “Ya seninki! Daha yakışıklı olabilirler miydi acaba? Aman Tanrım.” “Ona böyle dediğini ileteceğim, Muriel.” “Sakın! Çok utanırım! Neyse. En iyisi ben kaçayım. Bu çiçekler kendi kendilerine ekilecek değil.” El sallayarak bagajı petunya ve gerbera dolu arabayla uzaklaştı. O sırada cep telefonum cebimde titreyince açtım. “Ne haber Priss?” “Her şey yolunda mı?” Büyük ablam konuya direk girmişti. “Charlotte iyi göründüğümü söyledi. Ama laboratuvar sonuçları kötü çıkarsa arayacak.” “Peki. Şimdi bir toplantıya gidiyorum. O yüzden beni sonra 23
ara, olur mu? Detayları duymak istiyorum.” Kapatmıştı. Telefonumu kapatıp Lily’ye baktım. “Harika bir avukat olmasına şaşmamalı.” “Sadece iyi olduğundan emin olmak istiyor.” dedi Lily omuzlarını silkerek. Restorana doğru yürürken “Eee...” dedi. “Demek Mickey eve Cuma dönüyor. Bugünkü doktor randevundan haberi var mıydı?” Başımı salladım. “Kendini ancak toparlıyor. O yüzden iyi bir haber almadan ona bir şey söylemedim.” “Sen çok iyi bir eşsin, Lu. Mickey, senin gibi bir karısı olduğu için çok şanslı.” Aslında durumun bunun tam tersi olduğunu düşündüğüm için iltifatı üzerine omuz silktim. Geçirdiğim onca şeyden sonra, Mickey Chandler’ı, evlendiğim zamankinden çok daha fazla sevdiğimi biliyordum. İKİ
Günlük =Süreç = Sezgi 7 Haziran, 2011 Gleason seansları için Bu kez kendimi çukurdan çıkarmam bir haftamı aldı. Ama en azından sınırlara uarıp derinliğinde boğulmadım. Uçurumun kenarında dengede kaldığım ve bir kez daha bacağımı kaldırıp havaya karışacağımı hayal ettiğim an, başımın dertte olduğunu biliyordum. Kendimi, beni yutacak uçurumun kucağına atacak, kayacaktım. Daha önce bunu yapmıştım. Şükürler olsun ki, bu kez yapmadım. Hayatım böyle: Durmadan adım atıyor, deliğe düşmemek için büyüleyici ve korkutucu uçurumun kenarından kaçıyorum. O uçurumda ne olduğu, o anki hayal gücüme göre
24
değişebiliyor. Uzak durmak zorundayım ama yaklaştıkça kendimi daha iyi hissediyorum. Ya da daha kötü. Zaten saçma ironi de bu çünkü; kendimi bu tehlikeye zorluyorum ve yaklaştıkça daha da yaklaşmak istiyorum. O derinlikler, hayal bile edilemeyecek kaçışlar... Bazen büyük bir neşe, kimi zamansa tarif edemeyeceğim kadar yoğun bir acı. iki halde de, uçlar beni, verilmiş sözlere benzeyen yalanlarıyla kendilerine çekiyor. Hiçbir zaman geri çeviremeyece- ğim yumuşak, baştan çıkarıcı yalanlarla. İlaç iyi geliyor. İlaç ve düzenli terapi. Ulaşabildiğim zaman iradem de işe yarıyor. Hasarlı beynimin diğer düzenbaz fonksiyonlarından bağımsız, canlı zekam da. Kişisel deneyimin ulaşabileceği en üst düzey eğitime sahibim. Bu doğrultuda, neredeyse her zaman kendime neler olduğunu anlayabiliyorum. Hatta bazı zamanlar, dedektif gibi uzaktan bile tanıyabiliyorum. Girdaba kapılmamak için pek çok yöntem denedim ama her zaman işe yaramıyor. En çok karımdan etkileniyorum. Sağ olsun, her zaman başarılı olamasam da uçurumun dibinden, onun sayesinde sürekli olarak uzak durmaya gayret ediyorum. Bazen, onun hastalandığı zamanlar, uçurumun dibi beni buluyor. Bazen de bu, sebepsiz olabiliyor. Kuyu, ben ondan kaçsam da açıklanamayacak şekilde genişliyor, kaçılamayacak bir hal alıyor. Ayaklarımın altındaki yer buharlaşıp yok oluyor ve ben ne kadar uğraşırsam uğraşayım hiçbir çabam işe yaramıyor, yine kayboluyorum. Çoğu insana göre, böyle bir kuyunun varlığı söz konusu değil ama bipolar bozukluğu olanlar için gerçek bir tehdit. Madde bağımlısı gibi algılanabileceğimin farkındayım ama hiçbir ilacın etkisi, maniadan önce ya da sonraki halinizle karşılaştırılamaz. 25
7 Haziran - Sonra Psikiyatrım Gleason Webb’i harekete geçirerek bir daha yazmamı sağlayacak saçma sapan bir noktası olup olmadığını görmek için günlük yazımı bir kez daha okudum ama bu işi bir kez daha yapmamam gerektiğini düşünmüyordum. Yeterince sıçıp sıvamıştım zaten. Ama aşağı yukarı benden bahsediyordum. Üstelik kafayı yemiş biri için iyi bir iş çıkardığımı düşündüm. Bu eski akıl hastanesinin önündeki merdivenlerde Lucy’yi bekliyordum. Bazen burayı, evimden uzak bir ev gibi görüyorum. iyi bir günümdeydim. Hem öyle hissediyor, hem öyle görünüyordum. Dengeli olduğumu hissediyor, sakin ama emin adımlarla ilerliyordum. Ancak itiraf etmem gerekiyor ki, o herifi özleyecektim. Onunla çok mutluydum. Heyecan verici biri değil ama kendimi onun yanında huzurlu, güvende hissediyorum ve aklı karışık olmadığı için ona güvenebileceğimi düşünüyorum. Saatime bakıp Lucy’nin nerede kaldığını düşündüm. Şimdiye kadar burada olmalıydı, öyle demişti. Ayağa kalkıp dolanmaya başladım ama hemen oturdum. Ne zaman gelirse o zaman gelecekti. Ayağa kalkacak bir durum yoktu. O an, deliliğimin devreye girdiğini fark edip gülümsedim. Kendimi anlayıp güldürebiliyordum... Psikotropik ilaçların mucizesi işte. Lucy buna sevinecekti. Dengeli Adam’ı benden daha çok seviyordu, ki bu tam olarak doğru sayılmazdı Lucy beni seviyordu. Kopan kayışım, kimsede olmayan yönlerim ve deliliklerimle. Beni tüm olarak seviyordu. Bunu kendi söylemişti. Sevginin bir bütün olduğunu söylemişti bana. Seneler önce bunun doğru olduğuna yemin etmişti ve her kelimesinde haklıydı. Kim inanır ki! Hala bu kadına şaşıyorum. Hele ki böyle zamanlarda. Puslu beynim, açığa çıktığı ilk an onun aşkını fark ediyor. Arızalı her insan
26
beyni böyle şanslı olmalı. ***
Mickey beni, Edgemont Hastanesi’nin merdivenlerinde bekliyor, kot pantolonu ve gri tişörtüyle hiç de hasta gibi görünmüyordu. Karşıdan karşıya geçtiğim an beni gördü. Gözleri parlamışı, içimden kıkırdamak gelmişti. O kadar, o kadar sağlıklı görünüyordu ki... Uzun bacakları ve geniş omuzları Mickey’nin en belirleyici özelliğiydi ama gülümsemesi, aklının salim olduğunun göstergesiydi. Ve o gün, uzaktan görünüşe bakılırsa, durumu iyiydi. Ayağa kalkıp güneş gözlüklerini hala gür, onunla tanıştığım günden beri öne çıkan, aralardaki bir kaç tel beyazı olan, koyu renk saçlarına doğru itti. Yüzünde hafif bir gülümseme, bana doğru yürüdü. Yanıma geldiğinde kollarını belime doladı ve bana sıkıca sarıldı. Sıkı sarılıyordu ama boğacak kadar değil. Bu iyiye işaretti. Daha bir kaç gün öncesine kadar deliren gözlerinde hala Mickey’mi gördüğümü düşündüm. “Nasılsın?” Geri çekilip eliyle saçlarımı geri itti. “Daha iyiyim, Lu. Bu sabah Gleason’ı gördüm. Bu Cuma eve gitmemin tamamen uygun olduğunu söyledi.” Onu öptüm. “Senin için çok sevindim. Kendim için de.” “Evet.” Beni tekrar kendine çekti. İşte. İşte benim Mickey’im ortaya çıkmıştı. “Burada, dışarıda ne yapıyorsun?” “Seni bekliyordum. Peony beni izlediğini söyledi.” Başını kaldırınca nereye baktığına baktım. Peony Litman, üçüncü kattaki pencereden ona el sallıyordu. Yetmişlerine gelen bu kadın, şapkası dahil, beyazlara bürünmek için biraz erken davranmıştı. “Sorumluluğumu üstlenirsen yürüyüşe çıkabileceğimizi söyledi.” 27
Başımı kaldırıp el salladım. Yaşlı hemşire gülümsedi, bana da el salladı. Edgemont, bir kaç kez restorasyon geçirmiş, kolonyal dönemden kalma, eski bir hastaneydi. Dışarıdan hala eski, hatta antik görünürdü ama tam teşekküllü iç yapısıyla tüm Brinley ve New Brinley’e hizmet verirdi. Hastanenin büyük bir bahçesi vardı ve o ılık öğleden sonra hastalardan bazıları çıkmış, etrafta dolanıyordu. Mickey’nin kolunu alıp omzuma attım ve yumuşak leylak ve lavanta kokusunu içime çektim. “Seni çok özledim bebeğim.” “Ben de seni.” “En azından bir uçağa atlamadım. Bir şey çalmadım. Bahçeyi de kazmadım.” “Küçük mutluluklar.” Geçen hafta, Mickey inanılmaz enerjik ve neşeliydi. İlaçlarını düzenli aldığında böyle oluyordu. Tuhaf yanı da buydu zaten. İlaçlar, örneğin Prozac, depresyon belirtilerini köşeye sıkıştırınca, onu hipomaniye itebiliyordu, ki bundan çoğu zaman keyif alıyor, durumu değiştirmek istemiyor, o enerjiyi sürekli koruyabilecek sanıyordu. Ama bu kez, doktoru onu dışarıda tedavi etme çabalarına rağmen uyuyamıyordu. Psikoz, ara vermeden devam etmişti. Neyse ki, ilaçlarındaki bazı düzenlemeler ve burada, Edgemont’ta kalması sonucu, dünyanın geri kalanına göre normal davranışlar sergileyerek etrafta süzülüyor ama benim Mickey’me göre çok daha az hissediyordu. Ama yine de mania, depresif durumlardan daha kolay atlatılabilir bir haldi. “Neler yapıyorsun?” diye sordum. “Pek bir şey yapmıyorum. Dengelenmeye filan çalışıyorum işte. Ondan sıkılınca da Peony’yle uğraşıyorum.” “Kadıncağızla uğraşma. Zor bir iş yapıyor. Jared uğradı mı
28
hiç?” “İki kez. Mimardan duymuş. Bana bazı planlar göstermek istedi. Çok sağlam işler. Sanırım o duvarı yıkıp daha fazla masa koymak için yer açacağız.” Mickey ve iş ortağı, son bir yıldır kulüplerini genişletmek üzerine konuşuyorlardı. En sonunda bir şeylerin gerçekleştiğini görmek hoş olacaktı. Mickey bana baktı. “Sana bir şey söylemem lazım, Lu.” Durdum. Bu tür sözler genellikle felaket habercisidir. O yüzden kendimi hazırladım. Ebay’den bir otobüs daha mı almıştı acaba? Yoksa evimizi boyatmak için göçmen işçi mi tutmuştu? Yoksa yine çimlerimizi yemesi için keçi mi almıştı? “Dinliyorum,” dedim ona dönerek. “Durum o kadar kötü değil. Şey... Dört ay kadar önce Lucy... Ben... O zaman kendimi iyi hissediyordum ve bizim için bir gemi seyahati satın aldım.” Şaşkındım. Yüzüne baktım. “Gemi seyahati mi?” “Sana sürpriz yapmak istemiştim.” “Gerçekten şaşırdım. Ne zaman gidiyoruz?” “Şey. Geçen Salı gitmemiz gerekiyordu. Hani okulunun son günüydü ya.” “Öyle mi?” dedim derin bir nefes alarak. “Çok eğlenebilirdik. Neden bana söylemedin?” “Söyleyecektim ama sürpriz olmasını istemiştim.” “Çok tatlısın.” “Parayı geri almaya çalışıyorum. Hastaneye acilen kaldırıldığım için paranın yarısını alabileceğim. Çok üzgünüm tatlım.” “Ben de. Düşünebiliyor musun? Gece yansı kumsalda seks yapardık. Okyanusa dalardık. Bana söylemese miydin acaba?” “Kumsalda seks mi?”
29
“Kumsalda seks Mickey. Hem de nasıl.” İnanılmaz yakışıklı, gayet normal görünen kocam başını eğip bana sırıttı. “O halde Eylül’de, doğum gününde Havvaii’ye gidelim. Ne dersin?” “Hmmm,” “Gerçekten. Hadi gidelim. Bana da iyi gelir.” Bu tür planlan kaç kez iptal etmek zorunda kaldığını sayamam bile. O kadar çok ki, artık plan yapmaz olmuştuk. Ama yine de Hawaii fikri harikaydı. Çenesini öptüm. “Lucy, yemin ederim bu kez gideceğiz.” “Peki şuna ne dersin?” dedim ışıldayan kocama. “Para biriktirelim. Rezervasyon yapalım. Ben gidip bikinimi alayım. Uç ay sonra, doğum günümde şenle ya da sensiz Hawaii’ye gideyim.” “Ben de geleceğim. Bensiz gitmiyorsun.” “Geleceğini biliyorum ama her ihtimale karşı söylüyorum... Sen yine de sözünü tut.” Kolunu omzuma koydu. Hayal kurup plan yaparak yürüyorduk. Mickey’nin ilaçları onu o kadar susatıyordu ki, konuşamayacak hale gelmişti. Genel Psikiyatri ve Madde Bağımlılığı Bölümü’nün olduğu üçüncü kata döndüğümüzde, Peony bizi içeri almak için bekliyordu. “Lucy! Seni görmek ne güzel tatlım. Nasılsın?” “Fena sayılmam.” “Okul bitti mi? Yaz tatiline girdin mi?” “Girdim. Çok iyi geldi.” Yaşlı hemşire kıkırdadı. “Bir de insanlar benim işimin zor olduğunu düşünüyor ama bana iki kat fazla maaş bile verseler ergenlerle çalışmam.” Gülümsedim. Ben de onun işi için aynı şeyi düşünüyordum. Mickey’e su dolu bir kağıt bardakla ilaçlarını uzatıp içmesini
30
bekledi, yuttuktan sonra, dilinin altını kontrol etti. Bu küçük hareket beni hep şaşırtırdı. Normal hayatımızda Mickey, zeki, esprili, kendi işini yapan, başarılı bir adamdı. Onu Mosely’s’e tampon alması için gönderdiğimde söylenir, arabamın tekerleklerini değiştirir, elektrik faturasını öderdi. Duştan çıktığında, mis gibi kokusunu reddedemediğim adamdı. Bir de bu adam vardı. Peony’nin ilacını yutup yutmadığından emin olmak için dilinin altına bakmak durumunda kalan, sık sık dönüştüğü bu adam. Elini sıktım. O da benimkini. Yılların sabrı, azmi ve deneyimiyle Gleason -Dr.Glea- son Webb- en sonunda Mickey’nin bipolar bozukluğunu tedavi edecek bir reçete bulmuştu. Kocam, zaman zaman bu reçeteyi sadece kendisine mantıklı gelen nedenlerden dolayı almayı kesse de yine döner dolaşır bunu kullanır ve bu reçete bizi, olduğumuz yere getirirdi. Dengesini koruyabilmesi için her gün bir avuç hap alması geriyordu. Bir ruh dengeleyici, genellikle lityum, bazen Depakote, genellikle de ikisini birden alıyordu. Bazen de sesler duymaması için Risper- dal. Risperdal’ın yan etkisi olan titremelerin yok olması için de Neurotin alması gerekiyordu. Depakote bağlı Parkinson’a benzer belirtiler için Symmetrel, çarpıntı için Propranolol ve çarpıntıya bağlı kas kasılmaları için Benadryl. Kötü kaygılar için Klonopin, uyumak için Ambien. Ayrıca ihtiyaç duyulduğunda kullanılan antidepresanlar da var. Düzenli ve gereği gibi kullanınca, tüm bunlar Mickey’nin dengesini ve hareketlerini düzene sokmasına büyülü bir şekilde yardım ediyordu. Hayatımızın fon müziği şöyleydi: Mickey ilaçlarını alıyor mu? Başka türlü bir eş olup hemşirenin yaptığı gibi, Mickey’nin ilaçlarını alıp almadığını kontrol etseydim, bu sorunun cevabı, ikna edici bir evet olurdu. Ama bu sorumluluğu, bu saygınlığı ondan almam gerektiğini bir türlü kavrayamıyordum. O yüzden
31
bana bağımlı olduğunu ona hiçbir zaman hissettirmedim. Hastalıkta, sağlıkta, hep onu yetkilendirdim. Onun güçlü olmasını severdim, bağımsız olmasını da... Bu onu takip etmediğim ve kendini kaybettiğinde işleriyle ilgilenmediğim anlamına gelmiyor. Mickey gibi birine aşıksanız, yapmanız gereken budur. Şikayet etmiyorum. Böyle bir hayat yaşayacağım konusunda uyarıldığımdan değil. Ya da aklımda düzinelerce seçeneğim olduğundan da değil. Gerçek şu ki, Mickey’e ilk görüşte aşık olmuştum. Ve bunun için minnettarım çünkü şu an, başka kimseye aşık olamazmışım gibi geliyor. Başkasının da bana aşık olabileceğini sanmıyorum. Tüm iniş çıkışlara, kaçırılan gemi seyahatlerine rağmen, her şeyi baştan alabilsem, yine de Mickey1yi seçerdim.
32