İsmet Gedik - Dom blog cilt1

Page 1

1. Cilt: 1- Dom (dinamik (veya doğadaki) oluşum mekanizması) nedir? Neden çok önemlidir? S.2 2- Enerjinin Kökeni Ve Kuantum Kavramının Ortaya Çıkışı S. 22 3- Doğada işler nasıl yürür? Ne neye, kim kime bağımlı olarak gelişir? S. 37 4- Doğada dinamik bir sistem vardır. S. 46 5- Bir Dogmanın Çöküşü- S. 63 6- Dinamik Sistemlerin İşleyişi (Dinamik Sistemler Fiziği) S. 72 7- Zaman Ve Hayat ( Hayat Nereye Doğru Gitmektedir?) S. 99 8- İnsanlar neden diğer canlılardan daha farklıdır? S 104 9- Varlıklar neden birbirlerine bağımlıdırlar? S. 109 10Karar Verme Zamanı Geldi - Geçiyor. S. 126

2. Cilt: 11Zamanlamanın Önemi S. 145 12Bilinç ve bilinçaltı ayrımı neden oluşmuştur? S. 153 13Şuur (Mınd) Ve Duygu (Emotıon) Oluşumlarının Çevre Faktörlerinden Etkilenmesi S.160 14Plasebo –Nosebo Etkisi Veyahut Yönlendırmenın Rolü S. 164 15Olaylar Rastgele Veya Tesadüfî Değil, Olasılık Hesabına Göredir S. 170 16Bilgilerin Gelecek Nesillere Aktarılmasını Sağlayan Dayanılmaz Dürtü: Aşk Ve Seks. S..173 17Atalarımızın Ebedıyet Ve Öteki Dünya Anlayışı S 175 18Toplumsallaşmanın Tarihçesi S. 196 19Hayatın Provası (Müsveddesi) Yoktur. S. 208 20Din Ve Bilim İnsanlarının Büyük Günahı S. 214 21Bır Toplumun Hayat Standardı Şu Parametrelerce Belırlenır S. 237 22Devletlerin Yönetim Şekillerinin Tarihsel Aşamaları S. 244 23Doğa canlıdır, dünyamız da yaşayan -canlı bir sistemdir s. 252 24Evren hakkındaki görüşler –Big-bang var mı, yok mu? S. 266 25Allah nasıl anlaşılmalı? S. 272

1


1- DOM (DİNAMİK (VEYA DOĞADAKİ) OLUŞUM MEKANİZMASI) NEDİR? NEDEN ÇOK ÖNEMLİDİR? DOM haricindeki görüşler neden insanlığın sorunlarını çözemez?

DOM-görüşü nasıl ortaya çıktı? Doğada bir denge ve düzen vardır. Bu çalışmanın amacı, doğadaki bu denge ve düzenin ne olduğunu bilimsel verilerle açıklamaktır. Hayatın müsveddesi yoktur. Hayatı yaşanması gerektiği gibi yaşarsak, mutlu şekilde yaşamış oluruz. Gözümüz arkada kalmaz. Ama yaşanması gerektiği gibi yaşamazsak, mutsuz bir yaşamdan sonra gözümüz arkada bu dünyaya veda ederiz!

SARI LİRA GİBİ ÖMRÜNÜZ "Yaşamak değil, beni bu telaş öldürecek." Dediği gibi şairin; 0 telaşla, bırakın Paris yolunda ılık rüzgarlara taratmayı saçlarımızı, Sevdiğimizle doyasıya bir sohbet bile edemedik biz...

Gözümüz saatte söyleştik hep, Koşuşur gibi seviştik, yarışır gibi çalıştık Hep yetişilecek bir yerler vardı Aranacak adamlar, yapacak işler...

Bir sonraki günün telaşı, bir öncekinin tersine bulaştı;

Başkalarının hayatı bizimkini aştı.

Kör karanlıkta çalar saat sesi yerine; Kuşluk vakti, kızarmış ekmek kokusu Veya yavuklu busesiyle uyanma düşlerini Ha babam erteledik. 20'li yaşlardayken 30'lara kurduk saatin alarmını, 30larımızda 40'lara, belki sonra 50'lere... Lakin öyle yanlış kurgulanmış ki hayat, Kuşlukta uyanma fırsatını sunduğunda size, Artık uyku girmez oluyor gözlerinize... Doyasıya söyleşmek, Telaşsız sevişmek için bol zamana kavuştuğunuzda, Söyleşecek, sevişecek kimsecikler kalmıyor yanımızda... Özenle yarına sakladığınız bir sarı lira gibi ömrünüz; Vakti gelip sandıktan çıkardığınızda, Bir de bakıyorsunuz ki, Tedavülden kalkmış... EREL BLEDA - CAN DÜNDAR

2


Yukarıdaki metinde belirtildiği üzere, insanlar hayatı doyasıya yaşayamamakta, gözleri arkada kalarak yaşama veda etmektedirler. Canlılar bu dünyaya işkence çekmek için gelmemişlerdir. Hayatın bir anlamı vardır ve onu doyasıya yaşayabilmek için hayatın bu anlamını bilmek gerekir. Hayatın anlamı, zaman kavramının anlamıyla bağlantılıdır, çünkü ömür (hayat) zamanın bir dilimidir. Hayat- zaman ilişkilerini ve zamanın ne olduğunu, doğa ve dünyamızın neden sürekli bir değişim-dönüşüm içinde olduğunu ve hayatı nasıl doyasıya yaşayabileceğinizi öğrenmek isteyenler, tüm aradıklarını bu web-sayfamızda, bulacaklardır. Bunu size garanti ediyorum. Saygılarımla Prof. Dr. İsmet Gedik Doğadaki Oluşum Mekanizması sözcüklerinin ilk harfleri alınarak DOM kısaltılması yapılmıştır ve yazı dizini DOM (1), DOM (2) şeklinde devam etmektedir. (Okuyucuya not: DOM makalelerinde anlamanız zor olan veya sizi sıkabilecek bazı formüller - grafikler varsa da, yazıyı okumaya devam edin, verilmek istenilen temel bilgileri alacaksınız.) Teşekkür: Bu web-sayfasının tasarımı ve yapımı tamamen sevgili arkadaşım Ayhan Öktem tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle kendisine müteşekkirim. Çeşitli görüşleriyle yazılarımın daha mantıklı olmasına katkıda bulunan diğer internet arkadaşlarıma ve öğrencilerime de çok teşekkür ederim.

Doğadaki hareketliliği başlatıp-sürdüren dürtü sistemi Doğada düzenleyici bir güç sistemi olduğuna kesinlikle inanıyor ve atalarımızın “Tanrı, Allah veyahut Doğa” adını verdikleri bu güç sistemini anlamaya ve tanımlamaya çalışıyorum. Üniversitede yeryuvarının tarihi ve yeryuvarında hayat sisteminin gelişimi (paleontoloji) derslerini vermeye başladığım 1970’li yıllardan birinin sonlarına doğru bir öğrencim şuna benzer bir soru sordu: “Hocam, bize hayatın yeryüzünde nasıl oluşup-geliştiğini fosil bulgulara dayanarak anlatıyorsunuz. Güzel bilgiler. Peki, hayat nedir? Niçin doğuyoruz ve niçin ölüyoruz? Hayat niçin doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulmuş?” Bu soru karşısında tatmin edici bir cevap veremedim. Bunun üzerine, “dünyada bu konuda neler biliniyor, kimler ne biliyor” konusunu deşmeye başladım. Yayınları takip edip, bu konuda bilinenleri taradım. Hayatın ne olduğu konusunda tek bir önemli yayın vardı ve meşhur bir fizikçi tarafından yazılmıştı: Schrödinger, 1945, “What is Life”. Schrödinger bu yayınında hayatı fiziksel bakış açısı ile değerlendiriyor ve “hayat negatif entropi artışı olayıdır” şeklinde bir sonuca varıyordu. “Negatif entropi artışı” kavramından ne anlaşılması gerektiğine gelince: Fizikçiler arasında o zamanlarda (hatta çoğu fizikçide hâlâ günümüzde), doğada düzensizliğe doğru bir gidiş olduğu kanısı yaygındı ve bu düzensizliğe doğru gidiş “entropi artışı” olarak ifade ediliyordu. Schrödinger ise hayatı “negatif-entropi artış sistemi” olarak tanımlamakla, hayatın doğada bir düzen oluşturma eylemi olduğunu ifade etmiş oluyordu. O zamanlar fizikte doğa ve dünya dinamik bir sistem olarak ele alınmıyordu, dolayısıyla, düzensizlikten (kaostan) düzene doğru bir gidiş olduğu ve doğa ile dünyanın dinamik- yani yaşayan- bir sistem olduğu henüz bilinmiyordu. Bunun üzerine: - Tüm büyük dinsel öğretileri (Tevrat, İncil, Kuran, Budizm, Taoizm), mümkün olduğunca çok-kaynaklı, temel kitaplarından okudum. - Çin, Hint, Yunan, İslam felsefeleri dâhil, günümüz felsefecilerinin görüşlerini içeren yaklaşık 25.000 sayfalık (e-book) felsefe yayın serisi satın alıp, temel hatlarıyla ne denildiğini anlamaya çalıştım.

3


- İnsanlığın tarihsel gelişiminin nasıl olduğu, hangi düşünsel aşama evrelerinden geçtiği konusundaki araştırmaları takip ettim. - Dünyadaki en eski yazılı bilgi kayıtlarını oluşturan Sümer tarihi ve belgelerini ayrıntılı şekilde takip ettim; 5-6 bin yıl önceki insanların nasıl düşündüklerini anladım. - Kutsal kitap bilgileri ile bu eski insanlık bilgileri arasındaki ilişkilerin farkına vardım. Bu bilgiler arasında, hayatın niçin doğum ve ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu açıklayan bir görüş bulunmuyordu. Hayatın ne olduğu ve niçin doğum ve ölüm üzerine oturtulduğu sorusuna çözüm bulmaya çalıştığım dönem, tam da fizik, genetik, nörofizyoloji gibi bilim dallarında çığır açıcı araştırmaların hız kazanmaya ve “beyin” denilen kara kutunun gizeminin anlaşılmaya başladığı yıllara rastlar. Fizikçiler elektron ve pozitronların çevrelerindeki varlıklardaki değişimlerden etkilenerek davranışlarını değiştirdiklerini saptamışlar ve bundan yararlanarak da, beyin gibi organların içlerindeki hücrelerde gerçekleşen değişimleri bu yöntemle görüntüleyebilmeyi başarmışlardı (EMR/emar, PET, vs). Bir insan nasıl düşünüyor, düşünce ve davranışlarımız nasıl oluşuyor ve denetleniyor gibi soruların yanıtları o yıllardaki nörofizyolojik araştırmalarla aydınlanmaya başlanmıştı. Bu ve benzeri başka yeni yöntemlerle, bedenlerin içlerinde gerçekleşen olaylar ile bedenlerin davranışları arasındaki ilişkiler aydınlanmaya başlamış ve tüm canlıların düşünce ve davranışlarının beden içindeki hücrelere bağlı olarak gerçekleştiği ortaya konulmuştu. Bu tür araştırmalar çok yoğunlaşmış ve - hücrelerin içlerindeki olayların rastgele olmadığı ve hücrelerin içlerindeki organeller arasındaki tüm etkileşimlerin bilgiye dayalı bir haberleşme ile gerçekleştiği, proteinlerin “adres etiketleri” ile donatıldıkları ispatlanmıştı (Blobel 1999, Nobel ödülü). - neyin nasıl yapılacağı, nelerin nelere bağlı olarak gerçekleştiği veya gerçekleşeceği gibi olayları tayin eden “bilgi” dediğimiz faktörün bizzat hücrelerde depolandığı ortaya konulmuştu (Kandel 2001, Nobel ödülü), - Biyolojik alanda bu tür yeni düşünce ve yaklaşımlar ortaya konulurken, fizik biliminde de çığır açıcı yenilikler ortaya çıkmaya başlamış ve doğada düzensizlikten düzene geçiş olduğu (Prigogine 1977 Nobel ödülü) ve tüm bu olayların “bilgiye” dayanılarak yapıldığı (Information & Self-organisation, Haken 1983, 2000, Camazine et al. 2001) fiziksel ve matematiksel verileriyle ortaya konulmuştu. Doğru zamanda doğru yerde olmak çok önemli iki faktördür. Bu tür araştırmaların ortaya konulduğu bir zamanda yaşamak, bu bilgileri arayan biri için çok önemlidir. Doğru yerde olmak ise, benim yaşadığım yer ve yaptığım iş ile ilgili bir konuydu. Mesleğim bu konuda bir değerlendirme yapmak için çok uygundu; çünkü - hem yeryuvarında hayatın oluşum ve gelişimlerini zamana göre araştıran biriydim, - hem de taşıyla toprağıyla yeryuvarının litosferi, hidrosferi, atmosferi ve biyosferinin zaman içinde nasıl değişip-dönüştüğünü araştıran bir mesleğim vardı. Bu nedenle “zaman” kavramını en iyi anlayıp-yorumlayan biriydim. Fizik, genetik nörofizyoloji gibi bilim dallarında yukarıda belirtilen yenilikler gerçekleşirken, bu araştırmaları takip eden ve hayatın anlamını yakalamaya çalışan biri olarak, atalarımızın hayatın neden doğumölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu anlayamadıklarının farkına vardım. Sorun, “zaman” kavramının tanım ve anlamında yatıyordu. 1998 yılında yayınladığım “Dünyanın Oluşumundan İnsanlığın Gelişimine: Değişimler ve Dönüşümler” adlı çalışmada “zaman”ın anlamını ortaya koyup, bilgi oluşumu ile bağlantısına ve bilginin doğada üssel (eksponansiyel) şekilde geliştiğine işaret

4


ettim. Bu yayınla, doğa ve dünyamızın bizzat kendisinin dinamik olduğu ve bilgi oluşumu ve artışına göre işlediği ortaya konulmuş oldu. Fizikçiler bu dinamik sistemin nasıl işlediğinin matematiksel-fiziksel temellerini oluşturmuşlar (Haken 1983, 2000, Camazine et al. 2001) ve kısaca “information & selforganisation” = “bilgi oluşturmaya dayalı otonom örgütlenmeler” olarak özetlemişlerdi.

Statik sistem, Tepeye Bağlı Örgütlenmeler (TBÖ) gerektirir. Sürekli değişim-dönüşüm içinde olan dinamik bir doğada yaşıyoruz. Dinamizm enerji gerektirir. Yani bir iş bir eylem yapılması için enerji gerekir. İnsanlık şimdiye dek, bir iş veya eylem yapıcı gücü, ki buna kuvvet veya kuvvet alanı denir, varlıkların dışında tasarlamıştır. Doğa veya Tanrı olarak tasarlanan bu harici gücün, doğa yasalarını oluşturduğu ve varlıkların da robotlar gibi bu doğa yasalarına uyarak davrandıkları geleneksel düşünce sistemimizi oluşturmaktadır. Bu sisteme statik sistem denir. Statik sistemde yönlendirici, varlıkların üstünde olağan-üstü bir canlı olarak tasarlandığından toplumlar da sıradan insanların üstünde kutsal veya asil-soylu olduklarına inanılan liderlerce (tepeye bağımlı olacak şekilde) yönetilmeye başlanmış ve halen de Tepeye BağlıÖrgütlenmeler (TBÖ) şeklinde devam etmektedir. TBÖ’lü sistemlerin ise, tüm toplumsal hastalıkların ve sorunların nedenidir, şöyle ki Statik sistemli (TBÖ) nün ise şu zararları vardır: ►1- TBÖ’de bireyler sadece tepeye karşı sorumlu ve bağımlılık içinde yetiştirildiğinden, insanların birbirlerine karşı bağımlılık duyguları gelişmemiş, birbirleriyle anlaşıp-uzlaşma yetenekleri körleşmiştir. Bu ise, temel yeteneğin yok edilmesi anlamına gelir. Şekil: Biri muz derken, diğeri hıyar anlıyorsa, anlaşıp-uzlaşma sağlanamaz ►2- TBÖ’de saygın ve saygın olmayan meslekler gibi ayrımcılık ortaya çıkar, çünkü kimi meslekler emir verici, kimisi emir alıcıdır. Bu nedenle, kişilerin mesleklere yönlenmeleri, yeteneklerine göre değil, toplumdaki saygınlık değerine göre olduğundan, a) İnsanlar hep SAYGIN varsayılan mesleklere yönelirler; o mesleğe yeteneği olmayan insanlar bu mesleklerde gerekli başarıyı gösteremezler ve toplumsal kalkınma engellenir. b) İnsanların doğal yetenekleriyle meslekleri birbirine uyumsuz olduğunda, insanlar kendilerini mutsuz hissederler; mutsuz insanların çevrelerine yarardan çok zararı olur, vs. Şekil: Her şey tepedekilerce belirlenirse tabandakilerin yeteneği körleşir. ►3- TBÖ’de sorumluluk tamamen liderlerin sırtında olduğundan, halk düşünme tembelliğine mahkûm edilmiştir. Şekil: Tembel veya çalışkan insan yetiştirmek sisteme bağlıdır. Sorunlarının çözümünü bir kurtarıcıdan bekleyen halk, fikir üretme ve sorunlarını çözme çabalarına

5


girişmez. Dolayısıyla halkın bilgi üretme kapasitesi otomatik olarak sınırlandırılmış olunur. Bilgi ise, verimli üretimin, kalkınmanın temel direğidir. ►4- TBÖ’de, tepedekiler hem yönetici hem de toplum mallarının sahibidir. Tepedekiler toplum mallarına sahip çıkınca, halk toplum mallarına sahip çıkmaz ve “devletin malı deniz, yemeyen domuz” sistemi ortaya çıkar. Şekil: Kamu mallarına zarar veren insanlar, hatalı eğitilmiş olduklarından, kendi bindikleri dalı kestiklerinin farkında değillerdir. Toplum malları hor kullanılmaya başlanır ve 10 yıl dayanması gereken bir araç bir yılda bozulur ve toplumsal kalkınma engellenir.

►5- TBÖ’de tepedekiler kendilerini devletin sahibi olarak görürler ve kendi görüşlerine uymayanları cezalandırma yetkisine sahip olduklarını sanırlar. Bu nedenle gizli-sinsi eylemlere girişirler. Bunun sonucu, “derindevlet” mekanizmaları oluşturulur, insanlar şantaj, tehdit, suikast, gibi yöntemlerle susturulmaya çalışılır. Şekil: Tepedekilerin emirlerine uyularak, onlar gibi düşünmeyenlere işkenceler yapılır. ►6- Devletin sahipliği tepedeki bir kişiye bırakıldığında, tepedeki “devletin geleceği için” Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptığı gibi, öz oğlunu öldürtmek zorunda kalabilir. Demokrasilerde Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, vs. gibi bir sürü aydın kişi, tepedekiler gibi düşünmediklerinden, “devlet çıkarlarını koruma” adına öldürülürler. Şekil: Toplumsal sistemin düzeltilmesi için çabalayan aydınlardan birinin öldürülmesi ►7- TBÖ’de yükselme, bilgiden ziyade, “tepedekilere” yakınlıkla sağlandığından, insanlar bir şey öğrenerek bu bilgiye dayalı bir üretim ve karşılıklı hizmet alışverişi içine girmek yerine, tepedekilerle yakın ilişki kurmaya (yağcılığa) yönelirler. Bu ise üretimin düşmesine ve toplumun geri kalmasına yol açar. Şekil: El-Etek öpmek aşağılık kompleksi ürünüdür. ►8- TBÖ’de toplumsal sorunların çözümü, karşılıklı etkileşimlerle değil, tepedekilerin yönlendirmesine bağlı olduğundan, insanlar arasında “sana ne; bana ne, babanın malı mı?” gibi davranışlar yaygındır. Bu ise vatandaşın kendisini toplumun sahibi olarak görmediğinin delilidir. Şekil: Doğada her olay, diğer varlıkları da ilgilendirir.

6


►9- Her insanın içinde, bir sisteme ait olma, bir grup içinde bir araya gelme dürtüsü vardır. Toplum bürokratik bir zümre tarafından sahiplenilince, kendilerini dışlanmış hisseden halk, çeşitli şekillerde birlikler oluşturarak, aidiyet duygusunu tatmin edeceği gruplaşmalar oluşturur. Bu durum, mevcut toplumsal sistemlerin en zayıf noktasıdır ve toplumu içten içe kemiren, parçalayıcı bir hastalık oluşturur. Her tür anarşi, mafya, çete, etnik veya dinsel gruplaşmanın kökeninde bu aidiyet dürtüsü yatar. ►10- TBÖ’de farklı görüş sahipleri yönetimi (devleti) ele geçirme yarışı içindedirler. Bu nedenle, bürokrasi çarkının içine kendi görüşlerine uygun adamlar yerleştirirler. Bürokrasi çarkı bu şekilde farklı görüşlerce parsellenmiş olur. Şekil: 1970’li yıllarda emniyet güçlerimiz “Pol-Bir” “Pol-Der” gibi sağcı-solcu olarak bölünmüştü. Her biri kendi görüşündekilerin çıkarını savunacak, diğerlerini baltalayacak tutum içinde olduklarından, hak-hukuk sistemi yaralanır: Herkes kendini vatansever görüp, karşıtlarını yok edecek tutum-ve davranışlara girdiğinden, bir sürü çeteleşme ortaya çıkar. Susurluk, Ergenekon- Balyoz-davaları, faili-meçhul cinayetler, sonuç alınamayan davalar, yolsuzluklar, çeteleşmeler, vs. kaçınılmaz olurlar. ►11- “Sahip” tepedeki bir kişi olunca, tüm varlıklarıyla doğa+dünya sahiplenilmeye başlanır; X- devleti, Y-devleti gibi bir sürü parçaya bölünür; sonra bu devlet-sahipleri ülkeyi çeşitli ağalarabeylere parsellerler. Doğa ve dünya bu şekilde parsellenip-sahiplenilince, halk doğaya sahip çıkamamıştır. Denizler kirletilmiş, hava kirletilmiş, sular kirletilmiş, içme suyumuz bile petşişelerle uzak dağ tepelerinden getirilir olmuştur. ►12- Sahiplenme tüm fabrika ve benzer iş-yerlerinde de devam etmiş, işçiler boğaztokluğuna çalışmaya mecbur edilmişlerdir. İşçilerin sendika gibi kuruluşlar içinde birleşerek, seslerini duyurabilmelerinden sonra işçi-işveren mücadeleleri devam etmektedir. Bu ise grevlokavt gibi toplum-hayatını felç eden çatışmalara yol açmaktadır. ►13- TBÖ’de, toplum malları tepedekilerce sahiplenilir. Halk kendini toplumsal sistemin bir ortağı olarak görmediğinden, yaptığı işlerde sadece kendi çıkarını gözetecek davranışlara yönelir; devleti yönetenler ise herkesin başına bir bekçi dikmek zorundadırlar, bu ise olanaksızdır; vs.. Sözün Kısası: Tepeye yerleştirilen lider ister en iyisi, ister en kötüsü olsun, yukarıda sıralanan toplumsal sorunların oluşması kaçınılmazdır. TBÖlü sistem tüm toplumsal sorunlarımızın temel kaynağıdır.

• •

Tepeye bağımlılığın toplumsal sisteme bu kadar zararlı etkileri varsa, acaba doğada tepeye değil de tabana bağımlılık sistemi mi var? Bir düşünsel deneyle, toplumsal sistemin tabana bağımlı olduğu bir model tasarlayalım: Çocuklarınızı yetiştirecek öğretmeni siz seçecek olsanız, en iyi öğretmeni seçerdiniz; Güvenliğinizi sağlayacağınız bekçiyi, trafiğinizi düzenleyecek, elektrik işlerinizi yapacak kişiyi siz seçecek olsaydınız, en yetenekli, en bilgili kişileri seçerdiniz;

7


• • •

İnsanlar meslek edinirken, iyi yapabilecekleri işlere soyunup, iyi bir eğitimden geçerek, bilgi ve beceri sahibi kişiler olarak toplumda yerlerini alırlardı; Kötü hizmet verenler dışlanıp- uzaklaştırılırdı. Böyle bir toplumsal sistemde her şey tıkır-tıkır işlemez miydi?

Evet!!! Her şey düzeliyor. Yani doğada, Dinamik Oluşum Mekanizması geçerlidir. Üzerinde yaşadığımız doğada ise, kuvvet oluşumunun doğanın kendi içsel dinamiğinden kaynaklandığı fizik biliminde yapılan araştırmalarla ortaya çıkmış ve ve önce kuantum fiziği, daha sonra ise dinamik sistemler fiziği adlı yeni fizik dalları oluşmuştur.

DOM = Dinamik Oluşum Mekanizması 1- Kuantum fiziği hakkında temel bilgileri, “ENERJİNİN KÖKENİ VE KUANTUM KAVRAMININ ORTAYA ÇIKIŞI bölümünden öğrenebilirsiniz Kuvvet denilen itici-yapıcı güç, enerjinin bir yerden bir yere akması sonucu oluşur. Enerji ise kuantum denilen çok küçük enerji kümeciklerinden oluşurlar. Doğadaki tüm enerjilerin kökeni ise kuantum denilen ve (h) ile simgelenen en temel fizik biriminden kaynaklanır. Örneğin görünen ışık huzmeleri bu (h)nın 1012 - 1013 gibi muazzam değerleri bulan tam sayılı katlarından oluşur. Radyo dalgaları çok daha az sayıda h’dan oluşurken, gama-ışınları çokçok daha fazla (1019) gibi devasa sayıda h’dan oluşurlar. Bu ışınların sadece çok az bir kısmı görünürken, diğer çok büyük bir kısmı görünmez. Yani bizim çevremiz değişik tam-sayılarda kuantlardan oluşan bir sinyaller okyanusudur. (Neden tam-sayı, neden kesirli değil?) Güneş ışığının değişik renkleri, farklı sayıda (h) içerirler, kırmızı ışık daha az, mor ışık daha fazla sayıda (h) içerir. Foton dediğimiz enerji paketçikleri, belli sayıda (h) kümeleşmeleridirler. Kuvvet alanı denilen şey bu tür kuantsal enerji paketçikleri çorbasıdır. Yani doğadaki her şey bu (h)nın tam sayılı katlarından oluşur. Madde dediğimiz nesneler bu enerji biriminin (E= h.f = mc2 formülü uyarınca, E=enerji, f=frekans, m=kütle, c=ışık hızı) yoğunlaşmış şekilleridir. Geleneksel fizikçiler kuantsal sistem dediğimiz bu atom-altı-öğeler dünyasındaki olayları anlayıp - yorumlamakta acizliklerini şöyle ifade etmektedirler: Nobel ödüllü fizikçi Richard P. Feynman şöyle demiştir: “Gördüğünüz gibi benim fizik öğrencilerim de (bunları) anlayamıyorlar. Bunun nedeni, benim de (bunları) anlayamadığımdır. Hiç kimse anlayamıyor.” “Size anlatacaklarımı neden anlayamayacağınızın diğer bir nedeni, size doğal sistemin nasıl işlediğini açıklamaya çalışmamdır, doğal sistemin nasıl işlediğini anlayamayacaksınız. Fakat gördüğünüz gibi, hiç kimse bunu anlayamamaktadır. Doğanın neden böyle tuhaf biçimde davrandığını açıklayamıyorum.” Fizikçilerin doğadaki sistemin nasıl işlediğini anlayamamalarının nedeni, atom ve atom-altıöğeleri birer canlı varlık olarak kabul etmeyi hiç düşünmemiş olmalarıdır, ki bu da geleneksel eğitim sistemini oluşturduğu bir hatalı şartlanmışlıktır. Fizikçilerin insan mantığının çarpıtılmasındaki rollerini merak edenler bu konu hakkında 2. Ciltteki DİN VE BİLİM ADAMLARININ BÜYÜK GÜNAHI başlıklı bölümde bulurlar. Tüm varlıklar enerjilerini kuantsal sistemden almak zorundadırlar. Kuantsal sistem doğanın enerji bankasıdır, tüm diğer varlıklara enerjilerini onlar verirler. Her bankacı gibi kuantsal

8


bankacılar da, verecekleri enerji yatırımının boşa gitmemesi için alıcıların niyet ve hedeflerine bakarlar ve ona göre yatırım yaparlar. Dinamik sistemde varlıklar çevrelerinden etkilenerek bir iş-veya eylem yapmaya kendi kişisel değerlendirmelerine göre karar verirler. Tüm oluşumlar varlıkların birbirlerini çekmeye çalışma girişimleriyle oluşur. Asla rastgele çarpışmalar veya tepeden inme emirler vs. ile oluşmaz. Bunu en güzel şekliyle canlı varlıkların oluşumunda gözlemleriz. Erkek ve dişiler birbirlerini çekmek için neler yapmazlar ki! Aynı türde bir çekim kuvveti inorganik varlıklar arasında da vardır. (+) veya (-) şeklinde kutuplaşmalar sayesinde, çeşitli elementler birbirlerini çekerek, karşılıklı rezonans oluştururlar ve birleşirler. Bu şeklide information & self-organisation olarak özetlenen dinamik sistemli doğa ortaya çıkar. Doğadaki bu dinamizmin temeli “kuant” denilen en temel enerji öğelerine dayanır. Bu en temel enerji öğeleri çevrelerindeki her şeyi algılarlar, en iyi yapısal varlıkları seçip, onlara doğru akarak, iyi yapısallaşmaların gelişmesini, kötülerin gerilemesini; evrensel ölçekte birbirleriyle anında haberleşip, evrensel düzeyde enerji-dengelenmesini sağlarlar; rastgele davranmazlar ve olasılık hesabı yaparak, hep en ekonomik- en iyi sistemler oluşmasına katkı yaparlar. Yani doğa “bilgi” oluşturularak yapılmaktadır. Bu şekilde “information & self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemli doğa oluşur. Yalnız olduklarında çok fazla hareketli olmak zorunda olduklarından, atomlar < moleküller < hücreler < bedenler gibi gittikçe büyüyen üst-sistemler içinde birleşerek, hep daha “ekonomik” varlıklar oluştururlar. Bu şekilde kuantsal enerji, atomlar, moleküller, hücreler, bedenler gibi farklı üst-sistemler içinde dağılmış olur ve çeşitlenme başlar. Her yeni oluşan sistem, enerjiye muhtaç olduğundan, tüm-enerjiler de, kuantsal kökenli olduğundan, kuantlar da, hep en iyi bilgiye göre oluşturulmuş yapısallaşmaları tercih ettiklerinden, varlıklar, yapısal-dokusal durumlarını sürekli değiştirmek-geliştirmek zorundadırlar. Bu nedenle hiçbir varlık ebedi-ömürlü olamaz, ve sürekli bir doğum-ölüm döngüsü içinde yaşamak zorunda kalır. Üzerinde yaşadığımız doğa dinamik sistemli (yani varlıklar içlerindeki bileşenlerine bağımlı) iken, atalarımızdan bize aktarılan bilgiler statik sistemlidir, yani varlıklar üstlerindeki harici bir güç sistemine bağımlıdır. Dinamik sistemde yaşamak zorunda olan insanlara, statik sistemli hayat görüşü aktarılması, insanların mantıklarının çarpıtılmasına, yani zombileşmelerine yol açmıştır. Zombileşme, bir canlıya, belli bir davranışta bulunma bilgisi veya bir davranışı etkileyici kimyasal maddeler verilerek, canlının normal davranışından saptırılması olayıdır. Statik sistemli hayat görüşü, dinamik sistemli doğada yaşayacak şekilde donanmış beyinlerde hatalı bir bağlantı sistemi oluşturur. Bu hatalı yapı, insanların zararlarına olan bir durumda ısrar etmelerine neden olur ki, bu tipik bir zombileşme etkisidir. Her varlık (her canlı) kimyasal bileşimine uygun davranış gösterir. Bedenlerin kimyasal bileşimleri ise iki farklı yoldan değiştirilebilir: ►1- Bedene zerk edilen kimyasal bir madde ile. Buna örnek olarak şu verilebilir: Bir eşek-arısı-türü, bir örümceğin hem ağzına belli bir zehir akıtır hem de o anda gövdesine yumurtalarını aktarır. Zehirin etkisiyle bir sure baygınlaşan örümcek kendine geldiğinde artık zombileşmiş olur. Önceleri (A)da gösterilen şekilde bir ağ ören örümcek, zombileştikten zonra (B)de gösterilen türde bir ağ örer. Bu ağ örümceğin avlarını yakalayacak şekilde değil, arının larvalarının korunmasını sağlayacak şekildedir. Canlı normal davranışından sapmıştır. Yani zombileşme, canlının kimyasal bileşimindeki değişikliklere uygun olarak normal davranışından saptırılması olayıdır.

9


Kuduz virüsü bulaşan insanların saldırganlaşarak çevredeki insanlara zarar vermesi de buna benzer bir zombileşme olayıdır. ►2- Canlılar, çevrelerinden gelen sinyallere göre davranışlarını düzenlemek zorunda olduklarından, çevreden “dünyada işler böyle olmaktadır, kendini öyle ayarla” şeklinde bilgilerle eğitilen insanların beyinlerindeki sinapslarda da, bu bilgiye uygun moleküller oluşur ve kişi o bilgilere uyacak şekilde davranmaya başlar. Bu “ağaç yaşken eğilir + ne ekersen onu biçersin” etkisidir. Kimyasal bir madde zerk edilmesiyle ancak bireysel bazda zombileştirme olurken, eğitsel yönlendirmelerle toplumsal düzeyde zombileştirme gerçekleşir. İnsanların toplumsal düzeyde bir zombileşme gösterdiğini ispatlamak içinse, hayatın ne olduğu ve nasıl yaşanması gerektiğinin bilinmesi şarttır. Bu konuyla ilgili olan şu videonun izlenmesi de çok yararlı olacaktır: Tanrı Nöronlarda: https://www.youtube.com/watch?v=DZYk8tQNqiQ Şimdi toplumsal sistemi oluşturacak insanların nasıl zombileşmiş oldukları ve neden perfekt bir toplumsal hayat sistemi oluşturamadıkları konusuna geçelim. Toplumların Zombileşmesi Doğa dinamik sistemlidir ve dinamik sistemlerde her şey, en tabandaki kuantsal enerji sistemiyle başlar ve onlara bağımlı olarak gelişir. Tüm diğer büyük sistemler (maddeler, gezegenler, galaksiler, güçler-kuvvetler vs.) bu kuantsal öğelerin karşılıklı anlaşıp-uzlaşmaları (rezonans) sonucu gerçekleşen birleşmelerle oluşurlar. Bu oluşumların temel prensibi, en temeldeki kuantsal enerji-öğelerinin ergonomik şekilde kullanılmasıdır. Böylelikle evrende gittikçe gelişen ve enerji-akışını geliştiren varlık oluşumları devam etmekte ve “information & selforganisation = bilgilen ve örgütlen” olarak özetlenen dinamik sistem ortaya çıkmaktadır. Bilgi, varlıkların kimyasal bileşimlerinde kayıt edilmekte, bu nedenle “zaman” denilen değişimdönüşüm göstergesi, doğadaki kimyasal madde bileşimlerinin sürekli değiştirilip-geliştirilmesiyle sürmektedir. Yani doğa-yasaları denilen kurallar varlıklar arası karşılıklı etkileşimlerle oluşturulur. Tepeden bir yerden emir alınmaz. Halbuki gelenek-göreneklerle aktarılan hayat görüşüne göre (yani statik sistemde), doğadaki tüm olaylar, varlıkların haricindeki olağan-üstü bir varlığın koyduğu kurallara göre işlemektedir. Özetlersek: Dinamik sistemli bir dünyada yaşamak üzere oluşturulmuş insanlara, statik sistemli bir hayat görüşü verilmesi insanların zombileşmesine neden olmuştur. ►- Bu nedenle insanlar toplumsal sisteme her yönüyle sahip çıkmazlar, ►- Kamu mallarına, kendi eşyalarına gösterdikleri itinayı göstermezler; ►- Toplum hayatına zarar veren bir işlem karşısında, pasif kalıp, başının derde girmesinden kaçarlar. ►- Evlerinde tükürmezler, ama sokağa tükürürler; ►- vs. vs. Sonuç olarak belirtilmesi gereken nokta şudur: Biz insanlar, gelenek-göreneklerimize işlenmiş statik sistemli (yani yanlış) bir hayat görüşü ile az veya çok oranda, hepimiz zombileşmişizdir. Bu nedenle, dinamik sistemli doğabilimsel verilerle karşılaştığımızda, kafamız karışır. Doğru olduğu bilimsel araştırmalarla

10


kesinleşmiş olan verileri ve bilgileri dahi, hayatımıza entegre edip, onlara uygun davranmakta tereddüt ederiz. Çünkü beynimizdeki zombileştirici sinapslardan kurtulamamışızdır. Ben kişisel olarak bu ikilem içinden geçmiş bir insanım. Bu ikilemlerden nasıl kurulduğumu kısaca özetlemek istiyorum. ►-1- İlk karşılaştığım ikilemlerden bir “Kalbiyle sevmek” kavramıydı. Beyin araştırmaları, duygu ve düşüncelerin beyinlerdeki sinapslarda gerçekleşen biyokimysal-olaylara bağlı olduğunu ortaya koymuştu. Öyleyse insan nasıl “kalbiyle” severdi? Bu konuyu sohbetlerde dile getirip, bu yanlış davranışın durdurulması gerektiğinde ısrarcı olmaya başladım. ►-2- Diğer bir yanlışlığın, erkek-kadın ilişkilerinde ve soyadı verilmesinde olduğunu fark ettim. Bir çocuğun oluşumunda, anadan gelen etki yaklaşık %80dir, çünkü babadan sadece çekirdek içindeki kromozom iplikçilerinin yarısı gelir. Diğer tüm sitoplazma ve onun içindeki mitokondria, hücre-zarı-proteinleri, vs. hep anadan gelir. Dolayısıyla ana-katkısı %80-90 civarındadır. Üstelik bu döllenmiş yumurtanın tüm bakımı 9 ay boyunca ana karnında olmaktadır. Hal böyleyken, bir çocuğun soyadının babadan alınması kadar büyük bir haksızlık ve saçmalık olamaz. ►- 3- “İlk defa tavuk mu yumurtadan çıktı, yumurta mı tavuktan çıktı?” sorusu, doğadaki oluşum ve gelişimlerin nasıl gerçekleştiği konusunu anlamamızı sağlar. Jeolojik-paleontolojik veriler ip-uçları verirler. Yumurta bir hücredir, ama amip gibi küçük bir hücre değil de, çoğalarak yeni bir beden oluşturabilecek kadar besin maddeleri ile donatılmış, büyük bir yapıdır. Amip gibi tek hücreli yaşam tarzından, midye, balık gibi çok hücreli canlıların gelişmesine giden yolda ortaya çıkarılan, beslenme-ambarlı bir yapısallaşma modelidir. Tek hücreli canlılar 2-3 milyar yıl önceleri var iken, midye, balık gibi hayvanlar 3-4 yüz milyon yıl önceleri ortaya çıkarlar. Yani dünyada önce hücreler (yumurtalar) oluştu, sonra o yumurtalardan balık, tavuk gibi çok hücreli hayvanlar oluştular. Tavuk – Yumurta ilişkisi ve çıkarılacak ders: Bir şey yapılması-oluşturulması için enerji gerekir. Enerji ise sadece kuantsal sistemin denetim ve kontrolündedir. Bu nedenle doğadaki her şey, kuantsal sistemle oluşturulmaya başlanır, yani doğada üst sistemler, alt-sistemler tarafından oluşturulurlar. Bu nedenle “Theory of Integrative Levels” olarak tanımlanan “altsistem – üst-sistem” ilişkilerinin ana-hatları şöyle özetlenmiştir Feibleman: (1954):: • Her düzey, altındaki düzey(ler)inkine ek, yeni bir özellik taşır ve üst düzeylere doğru karmaşıklık derecesi artar. • Herhangi bir düzeyde oluşan bir bozukluk, ilişkili tüm diğer düzeyleri de etkiler. • Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür. Yeni bir şey gördüğümüzde, beynimizdeki hücreler arasında yeni bir bağlantı ve o nesneyi simgeleyen yeni bir protein oluşturulur. Böylelikle çevredeki değişim-dönüşümler, bir “bilgi” olarak hücrelerimize aktarılır. Geri-beslemeli bu sistem böylece atom-altı-öğeler dünyasına kadar geri yansır ve her gün doğa değişen bilgilere göre yeniden yapılandırılır. Zaman dediğimiz değişim-dönüşüm göstergesi bu şekilde ortaya çıkar. Tavuk-yumurta (veya doğum-ölüm) döngüsü, değişim-dönüşümlü sistem olan dinamizmin bir sonucudur. Bu dinamizmi başlatan ve sürdüren ise, “kuant” dediğimiz en temel “hareketlilik-dinamiklik” öğeleridirler. Doğadaki bu dinamik sistemin nasıl işlediği, son 15-20 yıl içinde (Haken 2000) aydınlanmaya

11


başlanmış ve “Information & self-organisation” olarak özetlenmiştir. Yani kuant dediğimiz en temel “dinamizm” öğeleri, bilgi oluşturarak kendilerini yönlendirmektedirler. 2 – 3 asır önceleri 10 tonluk bir yükü, Ankara’dan İstanbul’a taşıyabilmek için onlarca at-arabası ve haftalarca zaman gerekirdi. Halbuki günümüzde bu işi bir kamyonla, 5-6 saatte yapabiliyoruz. Zaman içinde moleküller-maddeler, öyle bir kombinasyona sokuldular ki, o yeni kombinasyonlarla, enerji daha etkili şekilde kullanılır oldu. Bu ise “bilgi” faktörü sayesinde gerçekleşmiştir. 300 yıl önce de dünyamızda atomlar ve moleküller vardı, şimdi de var. Tek değişen şey ise, o moleküllerin at-arabası tarzında değil de, kamyon tarzında birleştirilmeleridir. Bu sayede insanlar daha kısa zamanda daha büyük işler yapabilmektedirler. İş yapılması enerji ile olduğundan, daha kısa zamanda daha büyük işler yapılması, enerjinin yoğun ve uyumlu bir şekilde kullanılmasını gerektirir ki, buna enerji akışı yoğunluğu (Chaisson, 2001) denir. Acaba doğadaki tüm oluşumlar böyle bir bilgi-oluşturma faktörüyle mi gerçekleşmiştir? Chaisson (2001, 2010) basitten karmaşık yapısallaşmalara doğru gelişimlerin, enerji akışı yoğunluğunun artırılmasına bağlı olarak geliştiğini ortaya koyar. Enerji-akış-yoğunluğu, bir saniye içinde bir gramlık kütleden akan-geçen enerji miktarı olarak tanımlanır (erg/s/g). Enerji akışı yoğunluğu, galaksilerde saniyede 1 erg civarındayken, yıldızlarda 3-4 erg, gezegenlerde 70-80 erg, bitkiler-aleminde 700-800 erg, hayvanlarda yaklaşık 10 bin erg, beyinlerimizde yaklaşık 100 bin erg, toplum hayatında 500 bin erg civarındadır. Şekilde görüldüğü üzere, bu farklı varlıkların ortaya çıkış zamanları, enerji-akış-yoğunluğunun zaman içinde artırıldığını gösterir. Peki, zaman içinde artan faktör nedir? Fizik yasalarına göre, doğada enerji ve moment miktarı sabit kaldığına göre, ne değişiyor da, enerji-akışı-yoğunluğu artırılıyor? Zaman kavramı şimdiye dek statik sistemli bakış açısına göre değerlendirilmiştir. Statik sistemde doğadaki yapıcı-etkileyici güç varlıkların haricinde olduğu varsayılan, görünmez bir varlığa bağlı olarak düşünüldüğünden, zaman kavramı da, bu varlığın verdiği tik-taklara göre işleyen bir süreç olarak düşünülmüştür. Doğadaki her şeyin bu olağan-üstü varlığın ebedi ömürlü olması gerekliliğine dayanılarak da, zamanın sonsuz bir süreç olması varsayılmıştır. (Statik sistem görüşüne göre ebedi varlığın yok olması durumunda, doğanın da yok olmuş olması gerekecektir.) Zaman, bir saat gibi, ebedi varlığın verdiği tik-taklara göre işleyen bir süreç olarak düşünülünce, doğadaki tüm olayların bu tik-taklara göre oluşup-geliştiği varsayılır ve fizikçiler her şeyi bu zaman birimine göre hesaplamaya başlarlar. Tüm oluşum ve gelişimlerin bu zaman birimine göre, hızlandığı, yavaşladığı, oluştuğu, yok-olduğu, vs. düşünüldüğünden, tüm fizik formülleri zamana endeksli olarak tasarlanmışlar, bunun sonucu olarak da, “zamanda ileri-geri yolculuk, Kara delikler, Big-bang” gibi bir sürü varsayımlar ileri sürülmüştür. Peki dinamik sistemli bakış açısında zaman nasıl bir şeydir? İki farklı bakış açısıyla zaman faktörünü değerlendirelim. ►1. bakış açısı, “an itibariyle”. Her şeyin donup-kaldığı, hiçbir şeyin hareket etmediği bir sistem düşünün: Güneş sistemi donmuş, hiçbir gezegen hareket etmiyor; Dünya dönmüyor; insanlar, hayvanlar donup-kalmışlar, bedenler içindeki hücreler donmuşlar; atomlar içindeki her hareket durmuş! Bu durumda ne gün oluşur, ne de yıl. Yani doğada değişim-dönüşüm olmazsa, zaman da oluşmaz. Öyleyse, zaman doğal sistemin değişim-dönüşüm içinde olmasının bir sonucudur!

12


►2. Bakış açısı: Değişim-dönüşümler neye bağlı, neler neye dönüşüyor? Bu bakış açısı bize, “uzun-dönemde zaman” kavramını anlamamızı sağlar. Şöyle ki: 4.6 milyar yıllık dünyamızın jeolojik geçmişi şekildeki zaman dilimlerine ayrılmaktadır. Her bir zaman dilimini diğerinden ayıran ise, o zaman dilimini simgeleyen özel bir varlığın olmasıdır. Doğadaki varlıkların hepsi, aynı temel kimyasal elementlerden oluşurlar. “Zaman” dediğimiz farklılaştırma faktörü, bu kimyasal elementlerin kombinasyon farklılıklarına dayanır, çünkü her farklı bileşimin farklı bir görüntüsü vardır. Kimyasal bileşimin ve yapısal dokusunun değiştirilmesi, varlığın çevresindeki değişim-dönüşümleri algılayıp, ona uygun olacak şekilde kendi yapısında (bileşiminde) değişiklikler yapması şeklinde olur ki, bu da “information & re-organisation = bilgilen ve yeniden-örgütlen) olarak özetlenen dinamik sistem oluşumu sonucudur. Yani “bilgi”, kimyasal yapıya ve fiziksel dokuya yansıtılır. Varlıkların yapısallaşmasına yansıtılan bilgi, kutuplaşma veya anizotropik (sıcaksoğuk, artı-eksi, erkek-dişi, vs gibi) özellikler oluşturarak, enerji akışını yönlendirir. Yapısallaşmanın değişmesiyle varlığın görüntüsü değişir, görüntünün değişmesi zaman olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla, bilgi + kimyasalbileşim + fiziksel-doku + enerji + zaman faktörleri birbirleriyle iç-içe kavramlardır. Chaisson-diyagramında görüldüğü üzere “bilgi” üssel (eksponansiyel) olarak gelişmektedir. Bilginin Üssel Oluşumunun Anlamı ve Sonuçları Üssel fonksiyonlar y=ex şeklindedirler ve üssel fonksiyonların türevleri hep ex olarak kalırlar ve asla sıfırlanmazlar. Bunun anlamı, bilgi oluşturma yeteneğinin sadece insan veya hücre gibi canlılarla sınırlı olamayacağı ve maddenin en küçük parçacıklarına kadar devam edeceğidir. Nitekim maddenin en küçük bileşenleri olan kuantsal sistemlerin bilgiye göre davrandıkları devam edecek bölümde gösterilmiştir. Bilgi oluşumunun üssel şekilde gelişmesi, “Değişimler hakkında bilgi oluştur ve bu bilgilere göre yeniden örgütlen” anlamında bir Hamiltoniyen faktörünün bulunmasını zorunlu kılar. (Gedik 2006’dan). Şimdi ZAMAN kavramının nasıl oluştuğunu daha basit bir şekilde açıklayalım.

13


Zaman nasıl oluşmaktadır? Günümüzde ►1- cep-telefonları, uçaklar, bilgisayarlar, at-arabaları, mızrak gibi insan bilgisi üretimi olan aletlerimiz var; ►2- bunların yanı sıra koyun, inek, fare gibi memeli hayvanlar, kuşlar, çiçekli bitkiler, çiçeksiz bitkiler, balıklar, böcekler, mercanlar, salyangozlar gibi çok hücreli canlılar var; ►3- bunların yanı sıra, amipler, terliksi hayvanı gibi çekirdekli tek-hücreli canlılar var; ►4- bunların yanı sıra, bakteriler gibi çekirdeksiz tek-hücreli canlılar var; ►5- bunların yanı sıra, kuvars, mika, feldspat gibi inorganik moleküller var; ►6- bunların yanı sıra, azot, oksijen, karbon, demir gibi kimyasal elementler var; ►7- bunların yanı sıra, hidrojen, helyum gibi kimyasal elementler var; ►8- bunların yanı sıra, proton, nötron, elektron gibi atom-altı-öğeler var. Şimdi geçmişe doğru gidelim, bakalım neler değişecek: ►1- 100 yıl geriye gittiğimizde, “cep-telefonları, uçaklar, bilgisayarlar” yok oluyorlar, bunları oluşturacak bilgi henüz oluşmamış oluyor; ►2- 10 bin yıl geriye gittiğimizde, “at-arabaları” da yok oluyorlar, bunları oluşturacak bilgi henüz oluşmamış oluyor; ►3- 50 bin yıl geriye gittiğimizde, “mızrak” da yok oluyor, bunları oluşturacak bilgi henüz oluşmamış oluyor; ►4- 50 milyon yıl geriye gittiğimizde, “koyun, inek” gibi hayvanlar yok oluyorlar, bunları oluşturacak bilgi henüz oluşmamış oluyor; ►5- 200 milyon yıl geriye gittiğimizde, “fare” gibi hayvanlar yok oluyorlar, bunları oluşturacak bilgi henüz oluşmamış oluyor; ►5- 200 milyon yıl geriye gittiğimizde, fare gibi hayvanlar, kuşlar, çiçekli bitkiler yok oluyorlar, bunları oluşturacak bilgi henüz oluşmamış oluyor; ►6- 400 milyon yıl geriye gittiğimizde, “çiçeksiz bitkiler” de yok oluyorlar, bunları oluşturacak bilgi henüz oluşmamış oluyor; ►7- 500 milyon yıl geriye gittiğimizde, “balıklar, böcekler” gibi hayvanlar yok oluyorlar, bunları oluşturacak bilgi henüz oluşmamış oluyor; ►8- 552 milyon yıl geriye gittiğimizde, “mercan, salyangoz” gibi hayvanlar yok oluyorlar, bunları oluşturacak bilgi henüz oluşmamış oluyor; ►9- 2,5 milyar yıl geriye gittiğimizde, “amip, terliksi hayvanı” gibi çekirdekli tek-hücreliler de yok oluyorlar, bunları oluşturacak bilgi henüz oluşmamış oluyor; ►10- 4 milyar yıl geriye gittiğimizde, “bakteri” gibi çekirdeksiz tek-hücreli canlılar da yok oluyorlar,

14


bunları oluşturacak bilgi henüz oluşmamış oluyor; ►11- 5 milyar yıl geriye gittiğimizde, “kuvars, mika, feldspat gibi inorganik moleküller” de yok oluyorlar, bunları oluşturacak bilgi henüz oluşmamış oluyor; ►12- 10(?) milyar yıl geriye gittiğimizde, “azot, oksijen, karbon, demir gibi kimyasal elementler” de yok oluyorlar, bunları oluşturacak bilgi henüz oluşmamış oluyor; ►13- 14(?) milyar yıl geriye gittiğimizde, “hidrojen, helyum gibi kimyasal elementler” de yok oluyorlar, bunları oluşturacak bilgi henüz oluşmamış oluyor; ►14- Ve evrensel sistemimizin başına gittiğimizde, sadece atom-altı-öğeler kalıyorlar ve tüm yukarılardaki varlıkları oluşturan hücreler- moleküller atom-altı-öğelere dönüşmüş olarak evrensel sistemde yer alıyorlar. Yani doğa ve dünyamız dinamik bir sistemdir. Tüm bu dinamizmi başlatan-sürdüren ise kuantsal sistemdir. Bedenlerimiz, hücrelerden, moleküllerden, atomlardan ve kuantsal sistem dediğimiz atom-altı-öğelerden oluşurlar. Bedenimizin her bir hücresinde saniyede 100.000 kimyasal işlem yapılmaktadır (McTaggart 2008). Bu işlemlerde C, H, O, gibi kimyasal elementler, çevrelerindeki değişen-değiştirilen enerji durumlarına göre, değişim-dönüşümlere uğrayarak, değişen ortam koşullarına uygun yeni madde kombinasyonları oluştururlar. Tüm bu değişim-dönüşümlere neden olan dürtü ise, “rahatlama dürtüsü” olarak açıklanan durumdur, ve “enerji-akışı-yoğunluğunun” (Chaisson 2001, 2011) artırılması şeklinde gerçekleşmektedir. Enerji-yoğunluğunun nasıl artırılacağı ise, “bilgi” oluşturularak yapılmak zorundadır, nitekim de, şekilde gösterildiği üzere, bilginin gelişiminin eksponansiyel olmasıyla net bir şekilde görülmektedir. Bilgi ise, Kandel’in (2001) ıspatladığı üzere, varlıkların kimyasal bileşimlerine entegre edilerek depolanıpaktarılmaktadır. Zaman ile bilgi oluşumu arasındaki ilişkiyi anlatabildik mi? Tüm varlıklar enerjilerini kuantsal öğelerden alırlar ve kuantsal öğeler de fotosentez olayında görüldüğü üzere, molekül hücre gibi gittikçe büyüyen üst-yapısallaşmalar içinde bir araya gelmişlerdir. Bu şekilde birbirleriyle bağlantılı sistemler (Integrated levels) ortaya çıkmışlardır. Enerjinin Maddelere Bağlanması ve Farklı Bileşimli Maddelerin Oluşumuyla Kuvvet Türlerinin Çeşitlenmesi Enerjin maddelere nasıl bağlandığını ve nasıl yeni kuvvet türleri oluşumuna yol açtığını örnek vererek açıklayalım: Dünyamızın temel enerji kaynağı güneş ışınlarıdır. Güneşten gelen ışınlar fotosentez olayıyla şeker gibi bir madde içinde depolanırlar. 6 H2O + 6 CO2 + Güneşten gelen fotonlar  C6H12O6 + 6O2 Bu denklemin sol tarafındaki madde miktarı ile sağ tarafındaki madde miktarı aynıdır. Ama enerji içerikleri farklıdır. C6H12O6 olarak gösterilen glikoz molekülü güneşten gelen fotonları depolamıştır. Bu molekülü oluşturan H, O ve C atomlarının bağlantı sistemleri (spinleri, polarizasyonları, vs.) H2O ve CO2 moleküllerini oluşturan H, O ve C atomlarındakinden farklıdırlar. Görüldüğü üzere, enerji, maddeye bağlanmış durumdadır. Güneş enerjisini maddeye dönüştüren bu bitkiler değişik bir enerji türü kaynağı oluştururlar. Her tür enerji kaynağı, doğadaki varlıklar için yeni bir hedef (dinamik sistemler fiziği terimiyle, yeni bir ‘attractor’) oluşturur. Çünkü doğada önceleri foton olarak yer alan bir sürü enerji paketçiği, başka türde bir enerji (kombinasyon)olarak piyasaya çıkmıştır. Yani piyasaya yeni bir ürün sürülmüştür. Her ürünün bir alıcısı vardır. Bu glikozu yiyen hayvanlar, temel enerji birimi olan kuantları (dolayısıyla fotonları) protein gibi başka bir madde içinde bir araya getirirler. Bu şekilde kuantsal enerji et denilen bir başka madde içinde depolanmış olur.

15


Bu enerji aktarımı bu şekilde devam eder ve her yeni oluşturulan madde, enerjiyi başka bir “madde bileşimi” şeklinde depolamış olur. Her farklı maddenin farklı rengi, farklı kokusu, farklı tadı vardır. Bu farklılıklar farklı çekim güçleri oluştururlar. Ve tüm bu farklı çekim güçleri temelde belli sayıda (h) kümeleşmelerinden oluşurlar. Farklı kuvvet türleri bu şekilde enerjiden oluşurlar. Her canlı, hayatının devamı için enerjiye muhtaç olduğundan ve ana enerji kaynağını da bağımlı olduğu belli canlı türleri (veya foton türleri) oluşturduğundan, neyin neye bağımlı olarak oluşup geliştiğinin kayıtlarını sürekli olarak tutmak zorundadır. Bu şekilde information & selforganisaton olarak özetlenen dinamik sistemli doğa ortaya çıkmış olur. Buradaki “bilgi = information” kavramı, enerjinin nerden nereye akacağını gösterir ve varlıkların fiziksel-kimyasal yapısallaşmalarında kayıtlıdır. Yani doğada her yeni bir varlık oluşturulduğunda, daha önce var olan her varlık, o yeni varlığın yaydığı sinyali algılayarak, o varlıkla etkileşim içine girer. Enerji taşıyıcıları olan bu kuantsal ögeler çeşitli üst-sistemler içinde birleştikçe, doğadaki enerji de, çeşitli üst-sistemler içinde yer değiştirmiş olur. Bu nedenle, yeni bir şey yapımı, ne tür yenilikler oluştuğu konusunda yeni bilgiler oluşturulmasını gerektirir. Enerjinin çeşitli üstsistemler içinde depolanır duruma geçmesi, tüm varlıkları, özellikle de canlıları, bu yeni yapısallaşma türlerini algılamaya yönelik organlar (detektörler) oluşturma arayışlarına yöneltmiştir. Tüm bu işlemler, olasılık hesaplamaları sonuçlarına göre gerçekleştirildiğinden, tüm varlıklar olasılık hesabı yapma bilgileri oluşturmak ve bu bilgileri geliştirmek zorundadırlar. Yaklaşık 2.5 milyon yıllık bir geçmişe sahip olan insan genomu, bilgi oluşturmanın önemini en iyi bilen ve bu nedenle de, bilgi oluşturmaya en fazla önem veren bir canlıyı temsil etmektedir. Çünkü tüm hücreler, moleküller ve atomlar birer bilgi kümeleşmeleridirler ve doğada her şeyin bilgi oluşturularak bu bilgilere uygun şekilde davranılmak suretiyle gerçekleştiğinin farkında olan en temel öğelerdir. Bu nedenle bir foton veya elektron, önüne seçenekler konduğunda, tüm seçenekleri kendi değerlendirme sistemine göre (frekansı, amplitüdü, vs.) değerlendirir ve bir olasılık hesabı yaparak, en olası duruma göre davranır. Bedendeki bir hücre yine binlerce faktörü dikkate alıp, olasılık hesapları yapar ve en olası faktöre göre davranır. Bu temel bilgilerden sonra, insanı oluşturan hücrelerin neden “bilgi” oluşturma ve yorumlamaya ağırlık veren bir beden yapısallaşmasına gittiklerini anlamak kolaylaşır. Şimdi bunu görelim. İnsanın diğer tüm canlılardan çok farklı olduğu, kesin bir gerçekliktir. Bu farkın genetik verilerde kayıtlı olduğu ve bu genetik bilgilere göre bedenlerimizin oluşturulduğu da yine kesin bir olgudur. İnsan dâhil birçok canlının genomları günümüzde deşifre edilmiş ve nükleotid baz ardalanmaları olarak ortaya konmuştur. Dolayısıyla insanı diğer canlılardan ayıran özelliği herhangi bir şekilde genetik kodlamalara yansımış olmalıdır ve bunların ne tür genetik bilgiler içerdiği, günümüz gen teknolojisi ile ortaya konulabilmelidir. Bu düşünceyle hareket eden 16 kişilik bir araştırma grubu (Pollard ve diğ., 2006) insan dâhil, şempanze, goril, orangutan, makak maymunu, fare, köpek, inek, fil, tavuk gibi birçok hayvan genomunu birbirleriyle kıyaslayarak, insan genomundaki hangi kısmın diğer hayvanlarınkinden çok belirgin şekilde ayrıldığını araştırmışlardır. Araştırma sonunda, 49 genetik noktada belirgin farklılık olduğu saptanmıştır. Bunlardan en önemli olanı, 20. kromozomun (q) kısmındaki çok hızlı bir gelişme gösteren bölgedir. Adını bu anormal hızlı gelişmesinden dolayı HAR1 (Human Accelerated Region 1) (insanlara özgü hızlı gelişim bölgesi) koymuşlardır.

16


Memeli hayvan beyinlerinde korteks yapısı farkları. Fare, kedi gibi hayvan beyinlerinde (kahverengi) duyu ve (mavi) hareket organlarına ayrılan kesim, beynin çok büyük bir kesimini kapsamaktadır. Beyaz renkte gösterilen “yorumlama” yeteneği bölgesi ise maymunda kısmen gelişmiş, insanda ise, anormal şekilde büyütülmüştür. Bu anormal gelişmiş “yorumlama” yeteneği sayesinde insanlar, çok az sayıda veriden (gözlemden) muazzam senaryolar üretebilen bir yapıya kavuşturulmuştur. Bu durum insanın hem en güçlü, hem de en zayıf noktasını oluşturur, çünkü bu özellik nedeniyle, insan/insanlık bir fikir oluştururken çok dikkatli davranmak ve yorumlarını çok güvenilir gözlemlere dayandırmak zorundadır. Verilerdeki ufak bir hata çok büyük mantık çarpıklıklarına yol açabilir. Değişim-dönüşüm içinde bir doğada yaşadığımızdan, asla dogmatik bilgiler kullanılmamalıdır. Doğal sistemde önemli olan, çevredeki değişimdönüşümleri algılamaktır, çünkü insanların ihtiyacı olan şey, çevresindeki enerji ve kuvvet dağılımlarının (yani varlıklardaki değişim-dönüşümlerin) nasıl olduğunu saptaması ve ona göre geleceğini planlamasıdır. Doğadaki tüm varlıklar, doğadaki dinamik sistemin gerektirdiği bu temel davranışa uyarken, hayali senaryolar üretme yeteneği çok gelişmiş olan insan, buzul devri ve buzul-devri sonrası yaşanan olayları çok yanlış bir şekilde yorumlayarak, iç-güdü denilen içsel bir faktörün tüm varlıkları etkilediğini, ama dış-güdü diye bir faktörün olmadığını dikkate almayıp, canlılığın varlıkların içsel bileşenlerinde olduğunu unutup, • doğadaki canlılığın varlıkların dışındaki bir varlıktan kaynaklandığı, • tüm bilgilerin bu varlıkta olduğu, • Bu varlığın ebedi-ölümsüz olduğu, • Zaman denilen faktörün bu varlığın ebediliğine dayalı bir sonsuzluk olduğu, • Bu dünya hayatının geçici olduğu, asıl ebedi hayatın öteki dünya denilen bir yerde olduğu, • Bu varlığın her topluma kendi dilinde bir elçi (peygamber) göndererek, nasıl davranmaları gerektiğini bildirdiği

gibi tamamen statik sistemli, yani tepeye bağımlı, tepeden yönlendirmeli bir hayat görüşüne inanmışlardır. Bu konuların daha iyi anlaşılması için 2. Ciltteki şu iki makalenin ATALARIMIZIN EBEDIYET VE ÖTEKI DÜNYA ANLAYIŞI ve ALLAH NASIL ANLAŞILMALI? okunması gerekir. "Cennet-Ülke" dosyasıyla, öteki dünya gibi bir yerin atalarımızın bir yanılgısından kaynaklandığı bilimsel verilerle ispatlanmışken, “Mekanı cennet olsun, nur içinde yatsın” gibi dileklerin dinamik sistemli hayatımızda bir anlamı olamayacağı ortadadır. • Her varlık için bir doğum-ölüm döngüsü söz konusudur, çünkü varlıkların oluşumu enerjiye bağlıdır. Enerji ise kuantsal kökenlidir ve “yapılsın-yıkılsın” şeklinde sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir. Kuantsal sistemin böyle bir sürekli değişim-dönüşüm içinde olması, onların kombinasyonlarından oluşan tüm diğer doğa varlıklarının da otomatik olarak sürekli değişip-dönüşmesini gerektirmektedir.

17


Doğum ölüm döngüsü, madde oluşumunun başlangıcından beri var. Örneğin bir atom çekirdeğinin var olması, proton ve nötron arasında sürekli bir değişim-dönüşüm (doğum-ölüm) döngüsü sayesinde sağlanıyor. • Atomlar enerji durumuna göre elektron-pozitron tünellemeleriyle birbirlerine dönüşüyorlar, bu şekilde doğadaki atomik kompozisyon sürekli değişiyor. • Atom oranlarının değişmesi, onlardan oluşan molekülleri etkiliyor ve bu nedenle milyonlarca farklı türde kimyasal reaksiyon gerçekleşiyor. Böylelikle dinamik sistemli (yani sürekli değişim-dönüşüm içinde) bir doğa oluşuyor. Tabanı oluşturan atom-altı-öğelerin, dinamik sistemlerin çok çeşitli ve farklı üst-sistemlerini oluşturabilmeleri için, (Bu kavramların açıklanması devam edecek dosyalardan “Dinamik sistemler fiziği” bölümünde yapılacaktır.) • o üst-sistemin ihtiyaçları doğrultusunda “Simetrilerinin Kırılması” • o sistemin gerektirdiği şekilde davranmalarının sağlanması için “Köleleştirilme” • o sisteme ait yapısallaşmanın (kimyasal bileşimin) korunması için “Sabitleştirme” (solidification) gibi temel değişiklikler geçirmesi gerekiyor (Haken 2000). Bu işlemler “SimKırKölSab” kısaltması ile özetlenmiş olsun. (Bu “SimKırKölSab” işlemlerini anlayabilmek için kök-hücrelerini düşünün; bedende oluşturulan bir kök-hücre, bozuk bir karaciğere aşılanırsa, sağlam karaciğer hücreleri gibi görev yapıp, onu onarırlar; bozuk bir böbreğe aşılanırlarsa, sağlam böbrek hücreleri gibi davranıp, böbreği onarırlar; yani hangi organa dönüşmeleri gerekiyorsa, o organın hücrelerinin özelliklerini yapacak şekilde simetrileri kırılıyor, köleleşiyor, sabitleşiyorlar.) • Atomlar oluşurken, atom-altı-öğelerde SimKırKölSab olayı gerçekleşiyor. • Moleküller oluşurken, atomlarda SimKırKölSab olayı gerçekleşiyor. • Hücreler oluşurken, moleküllerde SimKırKölSab olayı gerçekleşiyor. • Bedenler oluşurken, hücrelerde SimKırKölSab olayı gerçekleşiyor. Her varlığın bir ömrü olmak zorunda, çünkü tabandaki öğelerde gerçekleşen SimKırKölSab olayları, oluşum zamanı durumuna göredir. Halbuki o varlığın oluşumundan sonra diğer varlıklarda değişim-dönüşümler olmuş, yeni yapılar ortaya çıkmıştır. Doğa, yeniden doğmuşyeniden yapısallaşmıştır. Bedendeki hücreler-moleküller-atomlar zaman geçtikçe, çevredeki değişim-dönüşümlerle rezonansa girmekte zorlanırlar, çünkü bileşenlerinin SimKırKölSab oluşumları eskide kalmıştır. Bu nedenle tüm varlıklar ölmek atomlarına kadar parçalanmak zorundadırlar. Bu şekilde varlıkların oluşturdukları bilgiler, birbirleriyle “harmanlanırlar” ve doğadaki “aether” dediğimiz sinyaller okyanusunu yeniden düzenlerler. Bu “harmanlama” sonucu ortaya çıkan atomlar-moleküller, güncel “bilgi” düzeyine (aether-kompozisyonuna) göre yeniden doğayı oluşturmaya başlarlar. Doğum ve ölüm döngüleri dinamik-sistemli doğanın birer re-organizasyon adımıdırlar. Bu nedenle ölen insanlarımızın ardından “dünyamızın geleceğinin daha iyi olması umuduyla” gibi bir veda daha mantıklıdır. Böylelikle, geleceğimize ne tür olumlu etkiler bırakacak şekilde davranmamız konusunda daha duyarlı davranırız. Bizler statik sistemli bir hayat görüşüne göre düşünüp-davranırız. Bu görüşte, doğadaki tüm canlılık, olağan-üstü bir güç tarafından varlıkların içine konulmuş “ruh” denilen ve ne olduğu bilinmeyen gizemli bir faktörden kaynaklanır (veyahut varlıklar olağan-üstü güç sisteminin •

18


oluşturduğu doğa yasalarına bir robot gibi uyaralar). Statik sistemli görüş nedeniyledir ki, kuantum fiziği deneyleri, atomlar ve atom-altı-öğelerle yapılan deneylerde, onların bilinçli şekilde olasılık hesapları yaparak davrandıklarını, sürekli bir değişim-dönüşüm içinde olduklarını açık ve net biçimde görmelerine rağmen, onlara “parçacık” deyip geçerler. Parçacık, bir maddenin parçalanarak daha küçük şekillere bölünmesiyle ortaya çıkan bir halidir. Bu şekilde düşünülmesinin nedeni, doğadaki oluşumların, olağan-üstü bir güç sisteminin, öğeleri birbirleriyle çarpıştırarak (veyahut onları birbirleriyle kaynaştırarak) yapıldığı-oluşturulduğu inancından kaynaklanır. Peki doğadaki oluşumlar varlıkların içsel dinamikleriyle oluşurlar; yoksa varlıkların haricindeki bir gücün onları birbirleriyle kaynaştırmasıyla mı? Devam edecek bölümlerde bu konu hakkında gerekli ayrıntılar verilecektir. Atalarımızın robot, ruhsuz (bilinçsiz) varsaydıkları bir hücrenin içinde saniyede yüz-bin civarında kimyasal reaksiyon gerçekleşmektedir. Yine bilinçsiz kabul ettiğimiz atomların içlerinde saniyenin zilyonda birlik süreci içinde, protonlar nötronlara, nötronlar protonlara dönüşerek, birbirlerini itmek zorunda olan protonların bir arada tutulmasını sağlayan mucizevi bir yaşam döngüsü sergilerler. Bu sayede dinamik sistemli doğa görüşüne göre oluşmuş bir bitki hücresi, • çevresinde sıcaklığın ne zaman en düşük dereceye indiğini, • sıcaklığın ne zaman yükselmeye başladığını, • ortamdaki nem oranın ne kadar olduğunu, • beslenmesi için gereken kimyasal elementlerin oranlarının uygun olup-olmadığı gibi binlerce faktörü değerlendirir ve • ne zaman filiz vermeye başlayacağına, • hangi tür bir feremon üretirse, hangi tür bir kelebeğin-arının dikkatini çekebileceğine ve tohumlarının döllenmesinin sağlanabileceğine, • çevrede kendisine zarar veren böceklere karşı ne tür kimyasal moleküller üreterek onlardan korunabileceğine, gibi yine binlerce faktörü değerlendirir ve ulaşacağı sonuca göre neslinin devamı için gereken işlemleri yapmaya çalışır. Dinamik sistemli doğa görüşüne göre oluşmuş bir hayvan hücresi, • gereksinimi olan besin maddelerini hangi bitkilerden (veya başka kaynaklardan) sağlayacağına, • o bitkinin hangi ayda sürgün vermeye başlayacağına, • yavrularının doğum zamanı hangi bitkinin ürünlerinin bol olduğu zamanla nasıl çakıştıracağına, • hangi bitkilerin kendisi için yararlı, hangilerinin zararlı olduğuna, • vücuduna giren mikroplarla nasıl savaşacağına, gibi yine binlerce faktörü değerlendirir ve ulaşacağı sonuca göre neslinin devamı için gereken işlemleri yapmaya çalışır. Statik sistemli hayat görüşü ile zombileşmiş bir insanın hücreleri

ise: • Doğada her şeyin tepeden gelen yönlendirmelerle gerçekleştiği inancı nedeniyle, çevrelerindeki değişim-dönüşümleri araştırma, bu konularda bilgi oluşturma gibi bir gayret içine girmezler, bu nedenle bilgi oluşturma yetenekleri körleşip-kötürümleşir, • Hayatın neden doğum-ölüm döngüsüne dayandığı bilgisi mevcut olmadığından, “ötekidünya” gibi hayali bir yerde ebedi bir hayat sürecekleri inancıyla, bu dünya ortamı koşullarının korunmasına gerekli itina gösterilmez ve dünya cehenneme dönüştürülür,

19


• Toplum hayatının kanı-enerjisi paradır, toplum hayatı tepeden yönetildiği için, tüm güç-kuvvet (dolayısıyla paranın kontrolü) tepedekilerin elindedir. Maaşını tepedekilerden almaya mahkûm insanların hücreleri ise, maaşı kesilirse, ev-kirasını ödeyemeyeceği, çocuklarının yiyecekgiyecek ihtiyaçlarını karşılayamayacağı gibi korkular içerisindedir ve bu nedenle tepedekilerin kulu-kölesi olacak şekilde davranır. Statik hayat görüşlü tüm toplumlarda, para-babalarının dediği olur, iktidara gelenleri (seçimleri kazanacak olanları) onlar belirler. • Doğa dinamik sistemde işlediğinden, her insanın çevresindeki tüm olayları bizzat kendisinin değerlendirmesi gerekir. Statik sistem bilgileriyle zombileşmiş insanların ise, özellikle “para” gibi bir değer yargısı ile tepeye (para babaları, vs.) bağımlı olduklarından, kendi kaderlerini tayin etme, özgür olma olanakları yoktur.

Statik-sistemle-zombileşmiş fizikçilerin moleküller hakkında görüşü Fizik yasaları genel olarak şöyle tarif edilir: Varlıklar birbirlerini sahip oldukları potansiyelleri (kütle, elektrik yükü, vs) ile doğru orantılı, aralarındaki mesafenin karesi ile ters orantılı olacak şekilde çekerler (veya iterler). Yasa çok net ifade edilmiş: Varlıkları birbirine yaklaştıran veya uzaklaştıran harici bir şey yok; her şey onların birbirlerini değerlendirmelerine bağlı. Bu yasaların tanımı, fizikçiler tarafından yapılmıştır. Ama aynı fizikçiler, doğada her şeyin varlıkların dışlarında-üstlerinde olan bir faktörle yönlendirildiği şeklindeki statik sistemli bir doğa görüşü ile zombileştirilip- şartlandırılınca, moleküller arası ilişkilerde bir düzen oluşmasının olanaksız olduğunu iddia etmişlerdir. Fizikçiler doğal sistemde kendiliğinden bir düzen (bilgiye dayalı bir yapısallaşma) oluşturulamayacağını, dolayısıyla doğada zaman içinde her şeyin dağılıp-düzensizliğe doğru gideceğini ileri sürmüşler ve hâlâ da sürmektedirler. Bunu da şu şekilde açıklamaktadırlar: İki tane oda düşünelim. Birinde sıcak hava olsun, diğerinde soğuk hava. Odalar arasında kapı açıldığında, sıcak hava ile soğuk hava birbirine karışır ve önceden oluşturulmuş olan düzen tamamen yok olur. Bu odaların birinde tekrar sıcak, diğerinde soğuk moleküllerin toplanması olanaksızdır. Böyle bir şeyin gerçekleşmesi için kapıya bir bekçi konulmalı ve bu bekçi, sıcak molekülleri ayırt edip, onun geçişine izin vermeli, ama soğuk moleküllere izin vermemelidir. Fizikçiler arasında böyle bir hayali “bekçi” “Maxwell’s Demon = Maxwell Şeytanı” olarak adlandırılmıştır. Doğada ortaklıkların kurallarını ortaklar koyarlar. Geleneksel Fizikçiler ise, varlıkları yönlendiren bir harici faktör Maxwell-şeytanlı sistem olması gerektiğine inanırlar. Halbuki dinamik sistemli düşünebilseler, doğadaki tüm varlıkların birbirleriyle etkileşim içinde olduklarını ve rezonansa girerek birleşebildiklerini anlayacaklardır. Yani “Doğa Yasaları” varlıklarca karşılıklı haberleşmelerle oluşturulurlar. Kuantsal sistem çevreleriyle etkileşip, hep en iyi-oluşumları seçip, iyilerin gelişmesini, kötü olanların dağılmasını sağlayan, birbirleriyle rezonansa girerek ortaklıklar kuracak yapısal birimler oluşturan ve bu bilgileri hep gelecek nesillere aktarma yöntemine sahip en temel doğal yapıtaşlarıdır.

20


Yukarıda kısaca özetlendiği ve devam edecek bölümler gösterileciği üzere, doğa Maxwellşeytanlarınca, yani en tabandaki kuantsal sistemle, oluşturulmakta ve yönetilmektedir! İnsanların sadece kendilerini bilgi ve bilinç sahibi görüp, tüm diğer varlıkları bilinçsiz varsaymasının nedeni, kutsal kitap bilgileriyle zombileşmiş olmasındandır. Çünkü kutsal kitaplara göre, doğada her-şeyi bilen, her şeye kadir olan tek varlık Allah’tır ve Allah insanı kendi suretinde yaratır ve ona bilmesi gerekenleri öğretir. Diğer tüm varlıklar ruhsuz-bilinçsiz robotlardır. Bu tür bir doğa bilgisiyle yetişen insanlar megalomanyaklaşıp, doğadaki her şeye hükmetmeye, her şeyi sahiplenmeye başlar. (Tekvin, Bab-1, ayet 26: Tanrı, "İnsanı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım" dedi, "Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun." ►27- Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı.)

Fizikçilerin bu temel hatayı yapmalarının nedeni, devam edecek bölümlerde (Dinamik sistemler fiziği) açıklanacak olan SimKırKölSab faktörüdür. İnsanlık asırlardır “can = ruh” olgusunun harici bir olağan-üstü-güç sistemi (Tanrı, vs.) tarafından insan bedenlerine üflenildiği, insan haricindeki diğer varlıkların da, birer robot gibi bu harici güç-sisteminin emirlerine (yaydığı sinyallere) uyacak şekilde hareket ettikleri şeklindedir. Bu tür bir doğa anlayışına “statik sistemli” doğa görüşü denildiği, hâlbuki son asır içinde gerçekleşen araştırmaların doğada dinamik sistemli bir işleyişin geçerli olduğunu ortaya koyduğu yine devam eden bölümlerde gösterilecektir. Parayı ve dinsel görüşleri kimlerin kontrol ettikleri ve statik sistemli hayat görüşünün nasıl binlerce yıldır ayakta tutulduğu konusunda bu cildin son makalesi olan KARAR VERME ZAMANI okuduktan sonra karar verin. Halkımız asırlardır devam eden bir yanılgının kurbanı olmuş ve asırlardır bu yanlış hayat görüşünü gelenekleriyle çocuklarına aktarmıştır. Doğadaki yaratıcılık-yönlendiriciliğin nasıl gerçekleştiğini, yaratıcının eserlerine bakarak araştıran biriyim ve öyle bir gücün varlığına da inanıyorum. Yaratıcının dinamik sistemli bir oluşun mekanizması işlettiğini ve bu sistem toplum yaşamına uygulandığında, insanlığın tüm sorunlarının çözüldüğünü de net bir şekilde görüyorum ve ıspatlıyorum. Ama halkımız yaratıcının (eserlerini inceleyerek) kendisine değil, bir peygamberin (bir insanın) dediklerine inanarak yaşıyor. Ve böylelikle de tepedeki bir lidere bağlı, yani Tepeye Bağımlı Örgütlenme (TBÖ) içine hapis edilerek, kaderini ve geleceğini tepedeki bir zümrenin eline bırakıyor. TBÖ sisteminin tüm sorunlarımızın kaynağı olduğu yukarılarda gösterilmişti. Davranışlarımızın yararımıza mı, zararımıza mı olduğunu saptama işi mantık olarak bilinir. Zombileşmiş varlıklar, bu konuda başarılı olamazlar ve yararlarına değil, zararlarına olan davranışta bulunurlar. Herkesin yukarıda adresleri verilen dosyaları okumaları ve mantıklarının sağlam mı yoksa bozulmuş mu olduğunun hesabını yapmaları gerekir. Bu hesaplamayı yapmaları çok önemlidir, çünkü bu zombileştirici faktörü, çocuklarına aktarması halinde bu büyük “günahı” işlemeye devam etmiş olacaklardır. İnsanlar arası ilişkiler Din-Para-İktidar üçlüsüyle yürütülmektedir ve bu üçlü birbirleriyle sıkı bir bağlantı içindedir. Bu üç-ayak arasındaki ilişkileri anlayamayan insanların mantıkları çarpıtılmış olur. Halkımızın gerçekleri görüp- binlerce yıllık bir şartlandırılmışlıktan - zombileşmişlikten kurtulmaları için bu DOM-dizinindeki dosyaları okuyup, değerlendirmeleri ve "düşünmeleri", bir kar-zarar hesabı yapmaları şarttır. Bu arada şu ön-bilgiyi vermekte yarar var. DOM-sistemi bilgileri tamamen fizik-kimya-biyoloji-jeoloji gibi temel doğa-bilimlerine dayalı olarak hazırlanmış olduğundan, bir roman okur gibi rahat okunamaz. Okuyucu bazı noktalarda anlamakta zorlanırsa, o noktayı atlayıp, rahat anlayabildiği bölüme kadar gidebilir. Kitabın en sonuna geldiğinde, verilmek istenilen mesajı almış olacaktır.

21


2ÇIKIŞI

ENERJİNİN KÖKENİ VE KUANTUM KAVRAMININ ORTAYA Atomlar Alemi En Temel Canlıları Oluştururlar .

Mutlu bir gelecek dünyasına ulaşmak için yolculuğa çıkmış insanlar gibiyiz. Şimdiye kadar hiçbir lider yolcularını mutlu bir dünyaya ulaştıramamıştır. Tüm gemiler ala-bora olmuşlar, kurtulanlar yeni bir kaptanla tekrar yolculuğa çıkmışlar, yine felaket, tekrar deneme, vs. hep aynı olaylar tekrarlanmıştır. Arılar, karıncalar gibi hayvan dediğimiz canlılar perfekt toplumsal koloniler oluşturmuşken, neden insanlık perfekt bir toplumsal hayat sistemi oluşturamamıştır? Toplumların örgütlenmesi ve yönlendirilmesi hep tepeye bağımlı olacak şekilde oluşturulmuşlardır. Bunun nedeni ise, doğadaki her şeyin bir sahibi olacağı ve o “sahib”in görüşüne göre işlerin yürütülmesi gerektiğidir. Bu nedenle devletler hep Tepeye Bağımlı olacak tarzda (TBÖ) örgütlenmişlerdir. (TBÖ) nün zararları ise bir önceki bölümde özetlenmişti Atalarımız doğadaki oluşturucu ve sahiplenici sistemi varlıkların üstünde bir sistemde varsayarak yanlış bir yola mı girdiler? Bu sorunu nasıl çözeceğiz?

• • •

Bu sorunu çözmek için doğada bir şeyin nasıl oluşup-geliştiğine bakmak gerek. 1- Doğada bir iş veya eylem yapmak için “kuvvet - güç” gerekir. 2- Kuvvet, enerjinin bir yerden bir başka yere akmasıyla oluşur. Soğuk ortamla sıcak ortam arasındaki akıntı oluşumu gibi. 3- Enerji ise sadece ve sadece kuantsal sistemde bulunur ve Kuantum adı verilen en temel enerji öğelerinden oluşurlar. En temel enerji öğeleri olan Kuantlar canlıdırlar. Bu canlılıklarını anlamak için onlarla yapılan deneyleri görelim: Kuantum Kavramının Ortaya Çıkışı Başlangıç dosyasında, bilginin eksponansiyel (üssel) şekilde gelişmesine bağlı olarak, kimyasal bileşimlerin sürekli değiştirilip-yenilenmesi sonucu ZAMAN dediğimiz değişim-dönüşüm görüntülerinin oluştuğu gösterilmişti. “Bilgi” faktörünün üssel (eksponansiyel) şekilde gelişmiş olması, bilgi’nin varlıkların en temel yapıtaşlarından kökenleniyor olmasını zorunlu kılar. Çünkü: Eksponansiyel fonksiyonların türevleri hep eksponansiyel olarak kalırlar; bu matematiğin bir ilkesidir. Bu matematiksel zorunluluk, kuantsal sistem dediğimiz en temel yapısal öğelerin canlı ve bilinçli olduklarını gösterir. Şimdi kuntsal sistem dediğimiz atom-altı-öğeler dünyasının gerçekten canlı-ve bilinçli mi olduklarına bakalım. Atomik öğeler dünyasının özellikleri: Max Planck’ın (1901) keşfine kadar, enerji denilen şeyin, istendiği kadar küçük parçaya bölünebilen, yani sıfır (0) değerine bile indirgenebilen, belli bir kimliği-kişiselliği, çevresini algılama ve ona göre davranma yeteneği olmayan, cansız bir değer sistemi olduğu varsayılıyordu. Doğa veya tanrı denilen harici bir ekstra varlığın bu enerjiyi kendi görüşüne göre kullanıp, doğadaki olayları oluşturup-yönlendirdiği görüşü egemendi. Planck, enerji denilen faktörün, istenildiği

22


kadar küçük parçaya bölünebilen bir şey değil, belli bir sabit değere sahip olması gereken bir faktör olduğunu ortaya koymuştu. Ve bu sabit değerin de Planck sabiti (h) denilen; h=6.62606896×10−27erg·s gibi belli değerde olduğu hesaplanmıştı. “En küçük enerji değeri ne kadar?” sorusundaki “Ne kadar?” anlamına gelen quantum (kuantum) terimi de bu manada üretilmiş ve kuantum fiziği denilen fizik dalının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Kuant sözcüğü, Latince kökenli miktar anlamındaki kantite sözcüğünden gelir. Doğadaki en temel enerji biriminin miktarı (kantitesi) ne kadar anlamını yansıtmak için seçilmiştir.

Fizikçiler kuantumu şöyle tanıtırlar: Quantum is the minimum amount of any physical entity involved in an interaction; minimal increment of energy , Tercüme edersek: Kuantum, bir etkileşimde, herhangi bir fiziksel birimde gerçekleşebilecek en küçük artış miktarıdır; en küçük enerji artışı-aktarımıdır. Yani doğadaki olaylar ve –oluşumlarda devrede olan en küçük enerji birimidir. Canlılık atomlar aleminde kuantlarla başlar Atomlar aleminde hayat-1 Sürekli değişim-dönüşüm içindeki, dinamik sistemli bir doğada yaşıyoruz. Değişmeyen hiçbir şey yok. Peki bu değişim-dönüşümler neden oluyor? Nerede başlıyor? Makro- ve Mikro-Alem Davranış Farklılıkları Doğa proton+nötron+elektron gibi atom-altı-öğelerden oluşur. Bu atom-altı öğeler, birleşerek 92 civarında “atom” dediğimiz temel elementi oluşturur. Onlar da, birleşerek molekül dediğimiz su = (H2O), Karbonat (NaHCO3) (kabartma-tozu) gibi molekülleri oluştururlar. Moleküllerin birleşmeleriyle de tüm diğer organik ve inorganik maddeler ortaya çıkarlar. Moleküllerden itibaren başlayan büyük yapılı varlıklar aşina olduğumuz Makro-alem özelliği gösterirken, moleküllerden küçük öğeler (atomlar ve atom-altı-öğeler) mikro-alem davranışı gösterirler. Şimdi mikro-alemdeki bu davranışları görelim. Çift-yarık deneyi, Doğayı anlamamızı sağlayan en önemli tasarım unsurudur. Küçük bilyeler boyutunda katı maddeler, üzerinde bir yarık bulunan bir perdeden geçirilip, arkadaki bir perde üzerine gönderildiklerinde, yarığın şekline uygun bir tarzda, yani tek bir şerit şeklinde sıralanmaktadırlar.

Ara-perde üzerindeki yarık sayısı iki yapıldığında, arka perde üzerinde de, yarıkların şekline uygun olacak tarzda, iki sıra halinde bilye isabet noktaları oluşur.

23


Katı, küçük-boyutlu maddeler yerine, çok daha küçük (atomik) boyutlu elektron gibi öğeler gönderildiğinde durum biraz değişmektedir. Ara perde üzerinde tek bir yarık varsa, atomik öğeler, küçük bilyeler gibi davranmakta, yani arka perde üzerinde tek şerit halinde sıralanmaktadırlar.

Ama, ara perde üzerinde, iki yarık oluşturulduğunda, arka-perde üzerinde oluşturulacak şerit sayısı , ara-perde üzerindekine hiç benzememekte, çok sayıda ve farklı yoğunlukta şeritler oluşmaktadır.

Ne oldu da, ara perdede 2-yarık bulunmasına rağmen, arka perdede bir-çok şerit oluştu? Bunlar nerden doğdular? Atomik öğelerin tek seçenekte farklı, iki seçenekte farklı davranmaları fizikçileri şaşkına çevirir ve “wave-particle duality = dalga-parçacık-ikiliği” denilen bir terim oluşturarak sorunu çözmeye kalkarlar. Fizikçilere göre: İki yarıktan geçmeleri söz konusu olduğunda, dalga özelliği gösteriyorlar ve birbirleriyle etkileşime girerek, kat edilen yolu dikkate alıp, amplitüdlerini birbirleriyle toplayarak veya çıkararak bir girişim (interference) oluşturuyorlar.

Atom-altı-öğelerin yaptıkları, bilinçsiz bir “interferens” mi, yoksa bilinçli bir “çevre değerlendirme mi”? Bu soruyu cevaplandıracağız. Şimdi atom-altı-öğelerle yapılan bir başka “2-seçenekli” ( 2 yarık değil de 2 küçük delik) deneyi göstererek, onların bilinçli mi yoksa robot gibi mi davrandıklarını görelim. Şekilde görüldüğü gibi deney bir hazırlanır. (S) noktasına bir kaynak ve (y4) noktasına da bir detektör yerleştirilir. Aralarındaki perde üzerinde de -(A) noktasına- bir delik açılır. (B) deliğinden de, gönderilen 100 ögedan sadece bir tanesinin geçtiği doğrulanır.

24


Deliğin boyutu, (S)deki kaynaktan 100 öge gönderildiğinde, delikten sadece bir öge geçebilecek şekilde ayarlanır. Aynı boyutta ikinci bir delik (B), biraz daha aşağıdaki bir noktada açılır. (A) deliği kapatıldığında,r. Her iki delik birlikte açık tutulduğunda ise, normal bir mantığa göre, gönderilen 100 ögedan 2 tanesinin geçmesi ve detektörden 2 kayıt işareti alınması beklenir. … Ama gerçekte durum hiç de böyle olmamaktadır. Daha önce mutlaka bir öge kaydeden detektörün, (şekilde gösterilen (y4) konumunda) artık hiç öge algılamadığı görülür. Detektörün konumu kaydırıldıkça öge algılamaya başladığı fark edilir. Örneğin (y1) nolu konumda dört tane algılarken, (y2)ye doğru kaydırıldıkça bu sayının gittikçe düştüğü ve sıfır olduğu saptanır.

Bu değişimin hangi kurala göre olduğu araştırıldığında ise, ögelarin şöyle bir olasılık hesabı yaparak davranışlarını belirledikleri ortaya çıkmaktadır. İki delikten de geçecek şekilde, önlerinde 2 seçenek bulunan kuantsal öğeler, arka duvar üzerinde, ortada (4) olacak şekilde, yanlara doğru ise, azalan tarzda, dört ile sıfır arasında değişen dağılım gösterirler. Kuantsal sistemlerde fizikçiler bir dalga-boyundan söz eder. Bu “dalga-boyu” kavramı, gerçekte bir dalga-boyu değil, kuantsal öğelerin salınımadımlarıdır. Kuantsal öğeler hedeflerini bu salınım adımlarıyla ölçerek değerlendirirler. (D)’ye ulaşmak isteyen bir ögenin önünde iki seçenek vardır: Ya (A) deliğinden geçecektir, ya da (B). Öge her iki seçeneği de teker teker değerlendirir: Örn. (A) yolunu salınım adımına göre hesaplamaya başlar; 1 adım, 2 adım, 3,4,5,6, adım vs. (D) hedefine vardığında salınım adımının hangi değerde bulunduğuna bakar. Diyelim maksimum (+1) değeriyle son buldu. Şimdi diğer (B) yolunu aynı şekilde hesaplamaya başlar; diyelim minimum (-1) değeriyle son buldu. Öge bu iki değeri toplar: +1-1=0. Sıfırın karesini alır: yine sıfır. Ve öge kararını verir: Bu durumda hedefe varmanın hiçbir yararı yok; (S)den gönderilen 100 ögedan hiçbiri delikten geçemez ve (D) detektörüne hiçbir öge ulaşmaz.

25


Başka bir ölçüm sonucu şöyle olsun: (SAD) yolu sonunda ulaşılan değer (+1), (SBD) yolu sonunda ulaşılan değer de ( +1) ise, +1 +1 = 2. 2’nin karesi alınır: 4 eder. Bu durumda (S)den gönderilen 100 ögeden 4 tanesi deliklerden geçer ve detektör 4 öge kayıt eder. Delikler normalde birer öge geçirecek kadar büyüklükte olmalarına rağmen, normalde 2 ögenin geçebileceği deliklerden 4 tane öge geçer!

Olasılık hesaplı işlemlerin ilginç yönü bu noktadadır. Normal değer 1 = bir olarak kabul edildiğinde, hesaplama sonucu 1’den büyük olan değerlerin karesi alındığında sonuç çok büyük oranda artarken, 1’den küçük sonuç değerlerinin kareleri gittikçe küçülürler. Örneğin 1.5’in karesi 2.25 gibi büyüyen bir değer verirken, 0.5’in karesi 0.25 gibi küçülen bir sonuç verir. Doğadaki tüm olaylar ve işlemler de böyle bir olasılık hesabı sonucuna göre yapılmaktadır. Peki öğeler neden davranış değiştiriyorlar? Çünkü öğelere seçme olanağı sunuluyor: Sadece bir delik açık olduğunda, öğenin önünde sadece bir seçenek olduğu için, öge gösterilen o hedefe gitmektedir. Ama iki delik birlikte açık olduğunda, öğeye seçenek sunulmaktadır. Ve öğe de bir olasılık hesabı yaparak davranmak zorunda kalmaktadır. Atom-altı-öğelerin, çevrelerini algılayarak, olasılık hesapları sonuçlarına göre davrandıkları görüşü şu deneylerle de desteklenmektedir : 1- Atomik-öğeler, aynı anda değil de, birkaç saniye (veya dakika) aralıklarla fırlatıldıklarında da, çift yarıktan geçen atomik-öğelerin yine çok şeritli olarak yerleştikleri gözlemleniyor.

Bu çok önemli, çünkü, atomik-öğeler tek-tek fırlatılıyor; karşılıklı etkileşim içine girilecek başka öğe yok. Yani “interference = girişim” yapacakları bir şey yok. 2-- Atomik öğelerin, hangi yarıktan geçtiği saptanmak istendiğinde, bir parçacık gibi davrandıkları ve arka perde üzerinde sadece iki şerit şeklinde yerleştikleri görülür.

26


Ne oluyor da, atomik-öğeler hangi yarıktan geçtikleri bilinmek istendiğinde, davranışlarını değiştirip, çok şeritli bir dağılım (girişim) oluşturmaktan vaz geçiyorlar? Nedeni şu: Atomik öğeler bilgili-bilinçli davranırlar; daha önceden kendileriyle ilişki kuracak bir varlık oluşmuşsa, o varlığı algılayıp, onun isteğine uyuyorlar; ama, önceden bir şey oluşmamışsa, çevre-koşullarını algılayıp, o koşulları dikkate alacak şekilde bir olasılık hesabı yaparak davranıyorlar. Fizikçilerin bu konuda oluşturdukları çözüm yolu ise çok tuhaf: Gözlem(ci), dalga fonksiyonunu çökertiyor! Kuantsal sistemin, yorumlamaya dayalı çok şeritli dağılımdan vazgeçip, iki-şeritli parçacık davranışına geçmesini etkileyen faktör nedir? Nerden kaynaklanmaktadır? Gözlemci dediğimiz şey insanları yaptığı bir detektördür. Kuantsal öğelerin bakış açısıyla, moleküllerden oluşan bir üst-sistemdir. Bu üst-sistem yapısı mı kuantların davranışını etkiledi, yani dalga-fonksiyonunu çökertti? Yoksa, alt-sistemi temsil eden kuantsal-öğeler mi, kendileriyle ilişkiye girmek isteyen bir üst-sistem olduğunu algılayıp, onun isteğine uygun davranış içine girdi? Yani doğadaki etkileyici-karar verici makam, alt –sistemler mi, üst-sistemler mi?. Soruyu yanıtlarken şöyle bir deney olduğunu da aklınızda tutun: Gözlemci rolündeki detektör bozuksa, kuntsal sistem bunu da fark ediyor; detektörün ne kadar bozuk olduğunu da saptıyor ve o bozukluk oranına göre “girişim” oluşturuyor. Doğadaki etkileyici-yönlendirici güç sisteminin, tabana mı tepeye mi dayalı olduğu konusu açısından bu konuda bir görüş oluşturmak, çok önemlidir. Yukarıda gösterilen deneyler, interferens (girişim) şeritleri denilen yoğunlaşma farklılıklarının, atomik-öğelerin, çevrelerini algılayarak, olasılık hesapları sonucu oluşturdukları değerlendirmeler olduğunu ortaya kaymaktadır. Yani atomik öğeler “dalga-şeklinde ilerleyerek bir girişim (interferens) yapmıyorlar. Kuantsal (veya atomik) öğeler çevrelerini algılayıp, salınım adımlarıyla ölçüp, bir olasılık hesabı yaparak davranışlarını değerlendiren, bilinçli davranışlı varlıklardır. Dolayısıyla, wave-particleduality, (interference) girişim-oluşumu, dalga-fonksiyonunun çökertilmesi gibi kavramlar, fizikçilerin, atomik öğeleri cansız-ölü-bilinçsiz-parçacıklar olarak düşünmelerinin bir sonucudur. Fizikçiler, geleneklerin etkisiyle statik-sistemli bir düşünceyle şartlandırılmışlardır, bu nedenle atom-altı-öğeleri canlı olarak kabul edememektedirler. Statik sistem, doğadaki oluşturuculuğun varlıkların üstündeki bir sistemde olduğunu savunur.

Atomlar aleminde hayat- 2. bölüm: Enerji, doğadaki hareketliliği başlatan temel öğedir. Bu enerjinin nasıl bir şey olduğu araştırıldığında, onun (h) simgesiyle tanımlanan ve quantum (kuant) adı verilen çok temel sabit bir “değer-ölçütü” olduğu ve doğadaki her türlü hareketliliğin temelinde yer aldığı görülür. Doğadaki en küçük enerji birimi olan “kuant = quantum” yaklaşık 6.6 x 10-27 erg-s

27


değerinde bir enerjiye sahiptir. Bu 10-27 değeri (milyar kere milyar kere milyarda bir) anlamına gelir. “Quantum” adlı bu en temel ve en küçük hareketlilik-canlılık öğeleri, E (enerji) = h.f (frekans) formülü uyarınca atom-altı-öğelerin enerji düzeylerini belirler. Örneğin güneşten gelen ışınlar, (h) ile gösterilen bu quantum öğesinin belli tam-sayılı katlarından oluşan frekans değerleriyle orantılı bir enerji düzeyine sahiptirler. Kuantların özellikleri bu fotonlarla yapılan deneylerle anlaşılmaktadır. Şimdi fotonlar, elektronlar gibi atom-altı-öğelerle yapılan deneylere bakarak, Kuantum-fiziği denilen gizemli doğa ve dünyayı biraz daha yakından tanımaya çalışalım ve doğadaki canlılığı ve hareketliliği başlatan ve sürdüren atom-altı-öğeler dünyasının özelliklerine bakalım. Atom-altı-öğeler rastgele değil, kendi seçecekleri (veya kendilerine gösterilen) hedefe doğru giderler. İlerlemeleri sırasında ya “sağa” ya da “sola” dönerler. İlerledikleri yolu “salınım-adımı” (dalga-boyu) denilen bir “değerlendirme birimi” ile sürekli ölçerler. “Salınım-adımları” olumlu=yapıcı=pozitif veyahut olumsuz=yıkıcı=negatif olacak şekildedir. Üstelik minimummaksimum arası bir düzeyde de değişim gösterirler. Salınım-adımlarının gerçekleştiği düzlemler ilerleme miktarına bağlı olarak sürekli bir dönme gösterir; kah yatay düzlemde, kah dikey düzlemde, kah bunların arasındaki herhangi bir düzlemde! Salınım düzlemlerinin bu değişimlerine polarizasyon denir. Atom-altı-öğeler ilerlerken, hem salınım-düzlemi sürekli 0-360 derece arasında değişir, hem güç (enerji) durumu (amplitüd) pozitif-negatif (yapıcılıkyıkıcılık) arası değişir. (Not: Bu iki şekil animated-gif özelliklidir ve blog-sayfamızda izlenirse, o hareketlilik görülebilir.)

Salınım düzlemlerinin sürekli değişmesi sayesinde, güzergahlarındaki varlıkların yaydıkları sinyallerle “uyumlu” “uyumsuzluk” durumları ve dereceleri belirlenir, çevre varlıklarının durumları algılanıp, onlarla ilişkiler düzenlenir. Doğadaki oluşumların varlıklar arasındaki rezonans oluşumlarıyla gerçekleştiği deneylerle gösterilmiştir. (Kim et al. 2015). Kuantsal-öğelerin en önemli özelliklerinden bir de, EPR (Einstein-Podolsky-Rosen) etkisi denilen olaydır.

EPR-effect veya Quantum-entanglement = Kuantum-dolanıklığı

28


Çift-yarık deneylerinde görüldüğü üzere, kuantsal öğeler aynı kaynaktan fırlatılıp, biri bir delikten, diğeri diğer delikten geçecek şekilde gönderildiklerinde, iki farlı delikten geçen iki öğenin, birbirlerinin davranışlarının farkında olarak davrandıkları, bu iki öğenin birbirleriyle “entangled =dolanıklı veya bağımlı” olmaları gerekliği şeklinde bir kavram oluşturulmasına yol açmıştır. Yani aynı kaynaktan üretilmiş iki atom-altı öğe, aralarında çok uzak mesafeler bulunsa bile, biri diğerinin ne yapmakta olduğunu anında “bilebilmektedir.” Buna quantumentanglement = Kuantum-dolanıklığı denir ve EPR- etkisi (effect) olarak fizik dünyasında bilinir. Bu olay, ışık hızından daha hızlı haberleşme olanağı olmadığı görüşünün egemen olduğu o zaman fizikçileri arasında büyük tartışmalara yol açar. Bu tartışmalar kuantum-fiziği teorisi taraftarları (Bohr, v.d.) ile Einstein (v.d) arasında en yoğun şekilde olur. EPR kısaltması, üç bilim adamının Albert Einstein, Boris Podolsky ve Nathan Rosen soyadlarının baş harflerini içerir. Einstein ve diğer tüm klasik fizikçiler, atom-altı-öğeleri cansızbilinçsiz, bilye gibi parçacıcıklar olarak tasarladıklarından dolayı, atom-altı öğelerin, olasılık hesapları yaparak davrandıkları görüşünü, kabul edememişlerdir. Einstein, “Allah zar atmaz” cümlesini bu nedenle söylemiştir. İddiasını doğrulamak için de, kendi gibi düşünen diğer iki bilim adamı ile bir araya gelerek, 1935 yılında EPR paradoksu olarak bilinen meşhur makaleyi yayınlamışlardır. Bu makalede Kuantum teorisinin paradokslar barındıran eksik bir teori olduğu iddiasında bulunulmuştur. İddia özetle şöyledir: Kuantum kuramına göre, parçacıkların spin (fırıl - dönme) diye adlandırılan bir özelliği vardır. Bir parçacığın spinini belirlediğimiz an, kardeş parçacık ne kadar uzakta olursa olsun, anında ters yönde ve aynı hızla kendi ekseni etrafında dönmeye başlayacaktır. Bu durum, birbirinin tıpatıp aynı iki bilardo topuna benzetilebilir: Toplardan birine spin (bir tür dönme) verdiğiniz an, öteki de aynı anda ters yönde ve tam tamına aynı hızla kendi ekseni etrafında dönmeye başlayacaktır. Einstein şöyle der: ‘ışık hızından daha hızlı bir haberleşme olamayacağına göre, iki parçacığın anında diğerinin davranışını bilmesi imkansızdır. Bu nedenle kuantum-fiziğinde yanlışlıklar olmak zorundadır’. Kuantum fizikçileriyle klasik fizikçiler arasındaki bu tartışma 1982 yılına kadar sürer. Önce 1982 yılında Aspect ve diğ., daha sonra ise (1998) Tittel ve diğ. tarafından yapılan deneyler, tartışmaya nokta koymuş ve kuantum fizikçilerinin görüşlerinde haklı oldukları kanıtlanmıştır. Bundan sonra EPR-paradoksu “EPR-effect” olarak fizik biliminde yerini almıştır. Atom-altı-öğelerin bu özelliği, atom-altı-öğeler düzeyinde evrensel ölçekte bir etkileşimhaberleşme olduğunu gösterir. Tittel ve diğ. deneyi şöyle yapılmıştır: Cenevre’deki bir laboratuardaki vericiden Bellevue ve Bernex kasabalarında bulunan alıcılara fotonlar gönderilmiştir. Bu iki alıcı arasındaki mesafe 10.9 kmdir. Alıcılarda eşzamanlı yapılan ölçümler, fotonların bir-birleriyle anında etkileşim içinde olduklarını göstermiştir. Yani, aynı kaynaktan çıkan kuantsal öğeler arasındaki mesafe ne kadar uzak olursa olsun, öğeler birbirleriyle “anında haberleşerek” davranışlarını belirlemektedirler. Kuantum-entanglement veyahut kuantsal-bağımlılık-dolanıklık neden önemlidir? Önemlidir, çünkü her şey en tabandaki kuantsal enerji sistemiyle başlar ve onlara bağımlı

29


olarak molekül-hücre-beden gibi üst sistemler içinde kümeleşmeleri şeklinde büyür-gelişir. Bu şekilde dinamik-sistemli doğa oluşur. Dinamik doğa, information & self-organisation olarak özetlenen Dinamik-Sistemler-Fiziği (Haken 2000) kuralları çerçevesinde işlemektedir. Tüm bu tabandan tepeye doğru ilerleyen oluşumlar, kuantsal öğelerin karşılıklı anlaşıpuzlaşmaları (rezonans) sonucu gerçekleşen birleşmelerle oluşurlar. Bu oluşumların temel prensibi, en temeldeki kuantsal enerji-öğelerinin ergonomik şekilde kullanılmasıdır. Böylelikle evrende gittikçe gelişen ve enerji-akışını geliştiren varlık oluşumları devam etmekte ve “information & selforganisation = bilgilen ve örgütlen” olarak özetlenen dinamik sistem ortaya çıkmaktadır. Bilgi, varlıkların kimyasal bileşimlerinde kayıt edilmekte, bu nedenle “zaman” denilen değişimdönüşüm göstergesi, doğadaki kimyasal madde bileşimlerinin sürekli değiştirilip-geliştirilmesiyle sürmektedir. “Bilgi” varlıkların kimyasal bileşimleri ve dokularında kayıt edildiğinden (Kandel 2001), atomlardan başlanarak, moleküllere, hücrelere, vs. doğru sürekli yeni kimyasal bileşimler oluşturularak, enerji-akışı-yoğunluğu (Chaisson 2001-2010) veyahut enerji kullanımı daha etkili olacak şekilde devam ettirilir. Yani doğa-yasaları denilen kurallar varlıklar arası karşılıklı etkileşimlerle oluşturulur. Tepeden bir yerden emir alınmaz. Halbuki gelenek-göreneklerle aktarılan hayat görüşüne göre (yani statik sistemde), doğadaki tüm olaylar, varlıkların haricindeki olağan-üstü bir varlığın koyduğu kurallara göre işlemektedir. Kuantlartın en önemli özelliklerinden biri de “Tünelleme etkisi”, yani en ekonomik konumlara geçmelerinin sağlanmasıdır. Fizikçiler elektron gibi enerji taşıyıcısı öğelerin belli bir sınır dâhilinde enerji potansiyeline sahip olduklarını ve bu enerji düzeyine ulaştıklarında, başka bir yörüngeye zıpladıklarını saptadıktan sonra, bazı deneylerde bu enerji taşıyıcıların anormal derecede enerji toplayıp, aşılması olanaksız görünen bir engeli aştıklarını ve daha ekonomik konumlu yerlere (A’dan B’ye) göçtüklerini saptamışlardır. Bu olayı fiziksel mantık ve formülasyonlarla açıklayamadıklarından, “tünelleme = tunneling” diye bir kavram üretip, sanki A’dan B’ye bir tünel açılıyor ve elektron o tüneli kullanıp geçiyormuş şeklinde bir yorum yapmışlardır. Bunu ise şöyle açıklarlar: Diyelim ki siz İstanbul’da yaşıyorsunuz. Bir gün Türkiye’nin Sydney elçiliğinden (Avusturalya) bir mektup aldınız ve Sydney’de yaşayan amcanızın öldüğünü ve size bir milyon dolar miras bıraktığını; bu mirası alabilmek için, 48 saat içinde Sydney’deki ilgili makama başvurmanız gerektiğini, yoksa paranın hazineye kalacağını öğrendiniz. Cebinizde beş kuruşunuz yok. Ne yaparsınız? Bir seyahat acentesine gidersiniz. Mektubu gösterip, size bir bilet vermelerini, ama ücreti 2 gün sonra tahsil

30


edilebilecek şekilde kredi kartınızla ödeyeceğinizi söylersiniz. Uçakta zaten bir sürü boş yeri olan şirket size lüks tarifeden bir bilet satma rizikosunu göze alır ve siz Sydney’e uçar ve mirasa kavuşursunuz. Her iki taraf da kârlı çıkmıştır. Bu ekstra enerji, çok kısa bir süreliğine oluşturulup sonra tekrar kaybolan çok kısa ömürlü “virtual particles= sanal parçacıklar” denilen öğeler olarak yorumlanmaktadır. Cansız-bilinçsiz varlıklar yukarıda açıklanan türlerde özellikler ve karşılıklı etkileşimler gösteremeyeceklerine göre, atom-altı-öğeler dünyası yaşayan-canlı bir sistem olmak zorundadır. Yani canlılık kuantsal sistemle başlamaktadır. Yukarıda sıralanan olağan üstü özellikler sadece foton gibi en küçük kuantsal öğelerde değil, proton, nötron, elektron gibi temel yapı taşlarında, hatta atom dediğimiz kimyasal elementlerde de görülürler. Doğadaki tüm varlıklar atomlardan oluşurlar; atomlar ise yukarıda belirtilen olağan-üstü özelliklere sahiptirler. Fiziğin en temel ilkelerinden biri, Minimum Amplitude Principle (MAP), yani en rahat konuma-duruma geçme dürtüsüdür. Üzerinde yaşadığımız doğada ise, kuvvet oluşumunun doğanın kendi içsel dinamiğinden kaynaklandığı fizik biliminde yapılan araştırmalarla ortaya çıkmış ve dinamik sistemler fiziği adlı yeni bir alan oluşmuştur. Atomlara kadar (atomlar-dahil), tüm varlıklar kuantsal özellik gösterirler, yani olasılık hesaplarına göre , fizikçilerin terimiyle, “kah parçacık, kah dalga” gibi davranırlar. Bu davranışları hücrelerimizin içinde de devam eder. Hücrelerin içlerinde bulunan atom-altı-öğelerin, daha iyi bir protein-yapısını seçip, kötü olanı molekülleri terk etmeleri, iyi-bilgiye göre oluşturulmuş organellerin desteklenmesi, kötü olanların dağılıp-yok olması gibi bir süreç başlatacağından, doğadaki “doğal-seciciler” kuantsal öğeler olmuş oluyorlar. Evrimcilerin doğal-seleksiyon adını verdikleri olay, tünelleme etkisinden başka bir şey değildir. Yaşam motorunun yakıtını enerji oluşturur ve enerji varlıkların yapısal bağlanma şekillerinde depolanırlar. Hangi yapısal birleşim (kombinasyon) daha ekonomik bir bağ oluşturuyorsa, enerji o sisteme akar. Canlılar bu nedenle aminoasit kombinasyonlarını sürekli değiştirerek, en ekonomik bağ-sistemleri (değişik beden yapıları) oluşturma yarışı içindedirler. Bundan kurtuluş yoktur, çünkü enerji aktarıcı ve taşıyıcı temel ögeler (elektronlar) tünelleme etkisi göstererek, hep en ekonomik sistemlere göçerler. Bu temel ögelerin en ekonomik sistemlere göçmeleri sonucu, ekonomik olmayan sistemler dağılmak zorunda kalırlar ve ömürleri sona erer. Buraya kadar anlatılan kuantsal özellikler tüm atom-altı-öğelerde geçerli özelliklerdir. Şimdi ise kuantsal öğeleri iki gruba bölen bir özelliklerinden söz edeceğiz: Spin Atom-altı-öğelerle yapılan deneyler, bu öğelerin orbital angular = yörüngesel açısal momentleri haricinde başka bir momente de sahip olduklarını ortaya koyar. Bu ekstra moment atom-altı-öğelerin kendi içlerinde bir hareketlilik -veya dönmeyi gerektirir ki buna spin adı verilir. Spin momentinin değerinin bazı öğelerde 360º (tam-spinli) bazı öğelerde 720º (yarım-spinli) bir değerde olduğu saptanır ve atom-altı öğeler bu iki farklı spin-momentine göre, iki ayrı grupta toplanırlar. (Not: Bu şekil animated-gif özelliklidir ve blog-sayfamızda izlenirse, o hareketlilik görülebilir.) Spin momentini oluşturan içsel döngü belli bir süreçte gerçekleşiyor, bu süreç artırılamıyor ve azaltılamıyor;

31


Tam spinli olanlar 360ºlik, yarım spinli olanlar 720ºlik bir döngüden sonra tekrar ilk durumlarına kavuşuyorlar. Yani atom-altı-öğeler belli bir spin-döngüsünden sonra tekrar yeniden doğmuş oluyorlar ve belli bir ömürleri var. Yukarıdaki şekilde 720ºlik döngüyü açıklayan bir tasarım görülmektedir. Tam-spinli atom-altı-öğeler grubuna “boson” (bozon), yarım spinli olanlara “fermion” adı verilir. Bozonların kuvvet-taşıyıcıları, fermionların madde-oluşturucuları oldukları görülür. Bozonlar aynı anda, aynı yerde bulunup, güçlerini üst-üste çakıştırabilirler; fermiyonlar (maddeler) ise aynı anda aynı yerde bulunamazlar, bu nedenle farklı mekanlarda yerleşmek zorundadırlar. Yani atom-altı-öğeler dünyası enerji ve madde bileşenlerinden oluşuyorlar. Enerji (kuvvet) bileşenleri, madde-bileşenleri arasındaki etkileşimlerde “enerji-aktarıcı” olarak görev yapıyorlar. Doğadaki tüm maddeler, proton + nötron + elektron öğelerinden oluşurlar. En basit element 1proton + 1 elektrondan oluşan hidrojendir. Diğer 92 element (helyum, oksijen, demir, vs.) birer proton eklenmesiyle oluşur: yani 2 protonlu element helyumdur, 3 protonlu element lityum, 6 protonlu karbon, vs. Ancak 2 ve daha fazla protonlu elementlerin oluşumları, nötron adı verilen bir başka atomaltı-öğenin katılımıyla mümkün oluyor. Yani temel kimyasal elementler, nükleon adı verilen proton+nötron yığışımlarından oluşuyorlar. Ama ortada bir sorun var: protonlar artı (+) elektrik yüklüdür ve elementin çekirdeğinde hepsi sıkışık şekilde birliktedir. Aynı yüklü öğeler birbirlerini itmek zorundadırlar, bir arada bulunamazlar. Peki protonlar nasıl bir arada tutulabiliyorlar? (Not: Bu şekil animated-gif özelliklidir ve blog-sayfamızda izlenirse, o hareketlilik görülebilir.) Protonları çekirdek içinde bir arada tutan “meson=mezon” adı verilen bir kuvvet olması gerektiği Hideki Yukawa tarafından 1934de öngörülür ve 1947de “pion veyahut pi-mezon” adlı bir mezon’un keşfi ile kesinlik kazanır. Pi-mezon -vaya pion’ların bu bağlayıcı kuvveti nasıl oluşturdukları, quark (kuark) adlı daha temel atom-altı-öğelerin keşfinden sonra anlaşılmaya başlanır. Çünkü Nükleon adı verilen proton ve nötronların “quark” adı verilen daha ufak öğelerden oluştukları anlaşılır. Bu kuarkların ise başlı-başına kendi içlerinde bir “hayat-döngüsüne” sahip oldukları ortaya çıkar. Kuarklar, color-charge (renk- yükü) denilen ve gluon adı verilen kuvvet taşıyıcısıyla aktarılan sürekli bir enerji-değiş-tokuşu içindedirler. Gluonların aktardıkları bu enerjiler kuarkların sürekli bir “renk”-değişim-dönüşümü içinde olmalarına yol açar. Görüldüğü üzere, atomların içinde sürekli bir canlılık döngüsü sürmektedir. Proton içindeki kuarklarla nötronlar içindeki kuarklar arasında sürekli bir enerji-değiş-tokşu vardır. Bu süreç içinde madde-antimadde arası bir değişimdönüşüm gerçekleşir. Yani asıl hayat, bedenlerimizi oluşturan atomların içinde yaşanmaktadır. (Not: Bu şekil animated-gif özelliklidir ve blog-sayfamızda izlenirse, o hareketlilik görülebilir.)

32


2li kuark kombinasyonlarından oluşan atom-altı-öğeler ise, proton-nötronların bir arada tutulmalarını sağlayan “meson =mezon” adlı öğelerde bulunurlar. Mezonlar çok kısa bir süreliğine oluşup, sonra tekrar (madde- ve anti-madde kuarklarına) parçalanan geçici öğelerdirler. Kuarkları bir arada tutan çekim kuvveti, diğer kuvvet türlerindekinden çok farklıdır. Bizlerin aşina olduğumuz, elektro-manyetik veyahut garvite çekim kuvvetleri, öğeler arasındaki mesafe arttıkça azalır. Kuarklar arasındaki çekim kuvveti ise, öğeler birbirinden uzaklaştıkça artar ve belli bir noktaya gelindiğinde birbirinden ayrılırlar, ama derhal yeni bir kuark çifti doğuşuna yol açarlar. Yani yeniden doğarlar. Atom çekirdeklerindeki proton ve nötronların içleri kaynayan kazanlar gibidir. Çevrelerindeki enerji durumuna göre, sürekli bir değişim-dönüşüm içindedirler. Yaşam onların içinde başlar ve enerjinin maddelere bağlanarak çeşitli doğal ürünlere dönüşmesiyle çeşitlenerek devam eder. Atomlar ve atom-altı-öğeler hakkında önceki sayfalarda sunulan bilgiler, kesin bir şekilde atomlar aleminin “canlı” olduklarını göstermektedirler. Doğadaki tüm diğer varlıklar da, bu temel öğelerin farklı kombinasyonlarından oluştuklarından, ve tüm enerji sistemleri en tabandaki kuantsal enerjiye bağımlı olduğundan, tüm evren, tabandaki bu kuantsal sisteme bağımlı olarak gelişmekte ve sahiplenilmektedir. Bu sistem dinamik sistem olarak adlandırılır. Ama dünya genelinde insanlara verilen bilgiler ise, doğayı etkileyici-yönlendirici-sahiplenici gücün, varlıkların dışındaki-üstündeki, tanımlanamayan-görülemeyen, “hayali” bir varlıktan kaynaklandığı şeklindedir. Böyle bir sistem ise statik sistem olarak tanımlanır. Tüm varlıklar, oluşumlarının ilk evrelerinde (çocukluk çağında) karşılaştıkları çevresel etkilere (bilgilere) göre yapısallaşırlar. Bu yapısallaşma varlığın geleceğindeki davranışını belirleyici olur. Bu nedenle statik sistemli hayat görüşü ile yetişen insanlar, dinamik sistemli olarak düşünüp-davranamamaktadırlar. Fizikçiler gibi bilim insanları dahil! Çocuklarınızın geleceğini düşünüyorsanız, onlara doğanın dinamik sistemli olduğu gerçeğini öğretin. Geleneklerinizin sizi “zombileştirip”, çocuklarınızın geleceğini karartmasına son verin. Şimdi kuantsal sistemin (yani atomlar aleminin) bir önemli özelliğini daha vererek, "ağaç yaşken eğilir" atasözünün kuantsal sistemle bağlantısını kuralım. ►Doğadaki tüm varlıklar, kuant dediğimiz bu enerji kümeciklerinden oluşurlar. Ancak bu enerji kümeciklerinin nasıl bir araya gelecekleri; nerede çok yoğunlaşıp, nerede az yığışacakları; ne kadar büyük veya küçük sistemler oluşturacakları gibi konular, enerji dediğimiz bu kuantsal öğelerin denetimindedir. Şöyle ki: Doğada, yapıcı veya yıkıcı olabilen temel enerji sahipleri (kuantsal öğeler) bu enerjilerininereye ne kadar oranda yatıracaklarını, varlıkların yapısal durumlarını dikkate alarak gerçekleştirirler. Bunu şu deneyden anlıyoruz. Feynman (1985)’ten alınan aşağıdaki deney sonuçları şunu göstermektedir (refleksiyonrefraksiyon olayları):

33


(Şekil: Doğadaki enerjinin nerede çok nerede az olacağına kuantsal öğeler karar verirler.) Bir kaynaktan gönderilen 100 fotondan yaklaşık %4’ü kalın bir cam blokunun yüzeyinden yansıtılırken, %96’sı camın içine girer (I). Ama camın kalınlığı azaltıldığında durum değişir. Camın kalınlığı azaltıldığında, yansıyan foton miktarının, camın kalınlığının fotonların dalga boylarına göre ölçülmelerine göre, 0 (sıfır) ile %16 arasında değiştiği gözlemlenmektedir (II). Değişim rastgele değil, fotonun dalga boyuna ve camın kalınlığına bağlı olmaktadır. Şekilde (II) görüldüğü üzere, fotonlar dalga boylarıyla camın kalınlığını ölçmekte ve olasılık hesabı yaparak, camın içine mi girecekleri, yoksa camın yüzeyinden mi yansıyacaklarına karar vermektedirler. Bu olasılık hesabı, varlığın büyümesi aşamasında, yani camın kalınlığı azken yapılmaktadır. Varlık büyüdüğünde (cam belli kalınlığa ulaştığında), varlığın yapısına ve dokusuna göre belirlenen bir değer sabitleştirilmekte (düzen-ölçütü ve solidifikasyon oluşumu) ve o değerde bir enerji, varlığa aktarılmaktadır. (Bu terimler sonraki bölümlerde açıklanacaklardır). Bir hatırlatma: Büyümenin ilk evrelerinde varlıkların yapısal durumlarının çevreden alınan verilere göre ayarlanması ve olgunlaşma evresinde sabitleştirilmesi olayı doğadaki tüm gelişmelerde görülür. İnsanların yetiştirilmesi dâhil! Bu nedenle “Ağaç yaşken eğilir” ve “Ne ekersen onu biçersin” atasözleri ortaya çıkmıştır. Şimdi insanların atom-altı-öğeler hakkında nasıl bilgi edindiklerini, kuantsal öğelerin nasıl algılanıp-ölçüldüklerini gösterelim: ►- Varlıkların proton, nötron ve elektron denilen atom-altı-öğelerden oluştukları 1930’lardan beri bilinmektedir. “Bilinmektedir” demekle şu amaçlanır. Enerjinin kuantsal kökenli olduğu anlaşıldıktan sonra, bu kuantsal öğelerin keşfi başlar. Bu amaçla radyoaktif maddelerin yaymış oldukları α, β, γ ışınları “Nebel-Kammer = cloud chamber = sis odası; (1952’den sonra bubblechamber)” denilen yoğun su buharı (veya sıvı hidrojen) dolu odalardan geçirildiğinde, “Kondenzstreifen” denilen yoğunlaşma izleri bıraktıkları saptanır. Bu izlerin şekli ve büyüklüğü, geçen ışınların enerji düzeyleri ile orantılıdır. Bu yöntemle, elektron, pion, müon gibi atom-altı öğeleri görüntülenebilir olmaktadır. Şekil: Atom-altı-öğeleri gözlemleme yöntemi: Nebel-Kammer, veya bubble-chamber izleri. Şimdi bir örnek vererek bu tür ortamlarda oluşturulan izlerin nasıl yorumlandıklarını görelim. (A) Şeklinde, bir çok elektron-pozitron, pion gibi kuantsal öğenin izleri görülmektedir. Öğelerin pozitif yüklü mü, negatif yüklü mü oldukları saat yönünde mi, yoksa saatin tersi yönde mi dönerek ilerlediklerinden anlaşılmaktadır.

34


(B) Şeklinde bu daha net şekilde görülür. Elektron negatif yüklü olduğundan saatin tersi yönde dönerek ilerler. Pozitron ise elektronun anti maddesidir, onun özelliklerine sahiptir, ama elektrik yükü pozitiftir. Bu nedenle saat-yönünde dönerek ilerler. (C) Şeklinde ise, bir nötrino çarpması sonucu bir protonun nasıl farklı öğelere parçalandığı ve dönüşümlere uğradığı görülmektedir. Bu şekillerden çıkartılacak diğer bir ders ise: her maddenin bir anti-maddesinin bulunduğudur. Madde ile anti-madde birleştiklerinde birbirlerini yok ederek, enerjiye dönüşürler. Yani atom-altıöğeler dünyası, bir doğum-ölüm döngüsü üzerine kuruludur. Görüldüğü üzere, atom-altı-öğeler, sisodaları veya sıvı-hidrojen odalarında ilerlerken, odadaki moleküllerle etkileşerek, izler bırakmaktadırlar. Bu izlerin büyüklüğü-uzunluğu, onların momentlerine bağlıdır. Bu sayede bilim adamları onlar hakkında bilgi edinebilmektedirler. Sis odaları gibi ortamlarda gözlenebilen atom-altı-öğelere bakıldığında, şu nokta dikkat çeker: Atomlar alemindeki hareketler, rastgele ve kaotik olmadığı gibi, bilgisiz ve bilinçsiz de değildir. Tam tersine, “bozon” denilen kuvvet-aktarıcıları -veya yol-göstericilerinin gösterdikleri hedeflere yöneliktirler. Foton gibi bozonlar ise, DOM-2b mesajımızda gösterildiği üzere, çevrelerini algılayıp, ölçüp-biçerek, bir olasılık hesabı yapıp, ulaşılan sonuca göre hedef belirlerler. Atom-altı-öğeler “boson” (bozon), “fermion” adlı iki farklı gruba ayrılırlar. Bozonlar kuvvet (veya bilgi) taşıyıcılarıdır, yani madde oluşturucuları olan fermionlara nasıl davranacakları bilgisini verirler. Yani atomlar aleminin bilgi bankalarıdır. Bu nedenle birbirlerine eklenerek artabilirler veya eksilebilirler. Fermiyonlar (maddeler) ise aynı anda aynı yerde bulunamazlar, bu nedenle farklı mekanlarda yerleşmek zorundadırlar. Yani atom-altı-öğeler dünyası enerji-(bilgi) ve madde bileşenlerinden oluşuyorlar. Enerji (kuvvet) bileşenleri, madde-bileşenleri arasındaki etkileşimlerde “enerji-aktarıcı veyahut yol-gösterici” olarak görev yapıyorlar. Doğadaki tüm maddeler, proton + nötron + elektron öğelerinden oluşurlar. En basit element 1proton + 1 elektrondan oluşan hidrojendir. Diğer 92 element (oksijen, demir, vs.) birer proton eklenmesiyle oluşur: yani 2 protonlu element helyumdur, 3 protonlu element lityum, 6 protonlu karbon, vs. Ama ortada bir sorun var: protonlar artı (+) elektrik yüklüdür ve elementin çekirdeğinde hepsi sıkışık şekilde birliktedir. Aynı yüklü öğeler birbirlerini itmek zorundadırlar, bir arada bulunamazlar. Peki protonlar nasıl bir arada tutulabiliyorlar? Protonları çekirdek içinde bir arada tutan “meson=mezon” adı verilen bir kuvvet olması gerektiği Hideki Yukawa tarafından 1934de öngörülür ve 1947de “pion veyahut pi-mezon” adlı bir mezon’un keşfi ile kesinlik kazanır. Pi-mezon -vaya pion’ların bu bağlayıcı kuvveti nasıl oluşturdukları, quark (kuark) adlı daha temel atom-altı-öğelerin keşfinden sonra anlaşılmaya başlanır. Çünkü Nükleon adı verilen proton ve nötronların “quark” adı verilen daha ufak öğelerden oluştukları anlaşılır. Bu kuarkların ise başlı-başına kendi içlerinde bir “hayat-döngüsüne” sahip oldukları ortaya çıkar. Kuarklar, color-charge (renk- yükü) denilen ve gluon adı verilen

35


kuvvet taşıyıcısıyla aktarılan sürekli bir enerji-değiş-tokuşu içindedirler. Gluonların aktardıkları bu enerjiler kuarkların sürekli bir “renk”-değişim-dönüşümü içinde olmalarına yol açar. Görüldüğü üzere, atomların içinde sürekli bir canlılık döngüsü sürmektedir. Atom çekirdeklerindeki proton ve nötronların içleri kaynayan kazanlar gibidir. Proton içindeki kuarklarla nötronlar içindeki kuarklar arasında sürekli bir enerji-değiş-tokuşu vardır. Bu süreç içinde maddeantimadde arası bir değişim-dönüşüm gerçekleşir. Yani asıl hayat, bedenlerimizi oluşturan atomların içinde yaşanmaktadır. Yaşam onların içinde başlar ve enerjinin maddelere bağlanarak çeşitli doğal ürünlere dönüşmesiyle çeşitlenerek devam eder. ►- Çevrelerini sürekli kontrol edip, hep en ekonomik yere göç eden; ►- Geçtikleri yerlerdeki varlıklarla etkileşip, onlar hakkında bilgi toplayan; ►-Çevrelerindeki milyonlarca varlığın enerji-potansiyellerini algılayıp, olasılık hesaplamaları yapabilen ve en olası olanı seçebilen; ►-Kendileriyle ilgilenen biri “var mı- yok mu?” sorusunu hep dikkate alıp, ona göre davranan; ►-Tünelleme etkisi oluşturan, yani çok büyük bir engeli aşabilecek kadar enerjiye ihtiyaç duyan bir öğeye “borç” verip, o öğenin daha ergonomik bir yapıya entegre olmasını sağlayacak şekilde kollektİf davranan bir sistem, bilgisiz-bilinçsiz kabul edilebilir mi? Ama fizikçilerin ve diğer bilim insanlarının çoğunluğu öyle düşünüyorlar ve bu nedenle de doğal sistemi insanlığa yanlış tanıtmaya devam ediyorlar. Atomlar ve atom-altı-öğeler hakkında sunulan bilgiler, kesin bir şekilde atomlar aleminin “canlı” olduklarını göstermektedirler. Doğadaki tüm diğer varlıklar da, bu temel öğelerin farklı kombinasyonlarından oluştuklarından ve tüm enerji sistemleri en tabandaki kuantsal enerjiye bağımlı olduğundan, tüm evren, tabandaki bu kuantsal sisteme bağımlı olarak gelişmekte ve sahiplenilmektedir. Bu sistem DİNAMİK SİSTEM olarak adlandırılır. Ama dünya genelinde insanlara verilen bilgiler ise, doğayı etkileyici-yönlendiricisahiplenici gücün, varlıkların dışındaki-üstündeki, tanımlanamayan-görülemeyen, “hayali” bir varlıktan kaynaklandığı şeklindedir. Böyle bir sistem ise STATİK SİSTEM olarak tanımlanır. İşte Planck’ın bulduğu temel enerji birimi, doğadaki tüm dinamizmi başlatan ve yönlendiren temel canlılık birimiydi. Ama o bunun farkında değildi.

36


2- DOĞADA İŞLER NASIL YÜRÜR? NE NEYE, KIM KIME BAĞIMLI OLARAK GELIŞIR? Neler neyi sahiplenir? Bu sorunun yanıtını verebilmek için, bedenimizle hücrelerimiz arasındaki ilişkiye bir göz atalım.

Alt-sistem – Üst-sistem İlişkileri Bedenimizdeki HPA ekseni

Arkadaşınız hasta ve ateşi var. Ateşini sürekli takip etmek için de kulağına dijital bir termometre bağladınız ve her an ateşini ölçüyorsunuz. Onu rahatlatmak ve ortamın streslerinden uzaklaştırmak için piknik yapmaya karar verip, orman kıyısındaki çimenler üzerinde sofra kurdunuz. Afiyetle yemeklerinizi yediniz; mideleriniz doldu ve bedeninizdeki tüm kan, aşırı faaliyet göstermek zorunda olan sindirim sistemi hücrelerine tahsis edildi. Diğer organlarınızdan kan çekilince bedeninizde bir gevşeme duygusu, yorgunluk hissetmeye başladınız. Tam böylesine rahatladığınız ve gevşediğiniz anda, ormanın kenarından bir vahşi ayının size doğru yaklaştığını gördünüz. Bakın şimdi ne olur... Siz daha akıl ve mantığınızı kullanıp neyi nasıl yapmanız gerekir şeklinde bir düşünme sistemi içine girmeden, bedeninizdeki “Hypothalamus-Pitiutary-Adrenal = HPA- ekseni” harekete geçer. Bir tehlike olduğunu fark eden Hypothalamus (H) hücreleri hemen “pitiutary” (P) salgı bezini uyarır ve alarm vermesini söyler. Bunun üzerine “pitiutary” (P) kan dolaşım sistemine "adrenocorticotropic hormones (ACTH) " salgılar. Bu mesajı alan böbrek-üstü-adrenal (A) bezi, “kaçmak veya savaşmak” konusunda bedenin karar vermesi için gerekli ayarlamalara başlar. Sindirim sistemi organlarına tahsis edilen kan hemen geri çekilir; beyne ve kas hücrelerine yönlendirilir. Çünkü o an çalışması gereken bu iki sistemdir, tüm enerji onlara tahsis edilmelidir. Bu arada gözünüz arkadaşınızın kulağındaki termometreye takıldı ve 1 dakika önce 39 derece olan ateşinin o anda 37 dereceye düşmüş olduğunu fark etti! Peki, ne oldu da arkadaşınızın ateşi aniden düşüverdi? Bedenlerimizin sahipleri olan hücrelerimiz, tehlike anında tüm güçlerin tek bir amaç için harcanması gerektiğini çok iyi bildiklerinden, iç-güvenlikte (bağışıklık sisteminde) görev yapan hücrelerin görevlerini askıya alarak, enerji harcamasını durdurmalarını isterler. Bunun gereği için de Thymus (T) bezine sinyal gönderilerek “bağışıklık sistemi faaliyetlerini durdur” mesajı verilir. Yani tehlike alarmı verilen bir bedende, o an grip, nezle, vs. gibi bir iç-savaş varsa, o savaşı yürüten bağışıklık sistemi hücreleri hemen enerji harcamasını durdururlar. Ateşi olan bir insanın ateşi düşer! Beyin tam faaliyetle çalışır ve kaçmak mı, yoksa savaşmak mı gerekiyor konusunda bir karar alınır. Yani çok önemli konularda, “bilinçaltı” dediğimiz hücresel etkileşim sistemi devreye girer. Bilinçaltı ve bilinç devrelerinin nasıl ayrımlaştığı konusunda ayrıntılı bilgiler, daha sonraki bir bölümde verilecektir.

37


Çıkartılacak Sonuç:

Doğada her şey, içindeki bileşenlerine bağımlıdır. Bu durumun sadece hücre-beden arası ilişkilerde değil, doğadaki tüm oluşum ve gelişimlerde böyle olduğu “Theory of Integrated Levels” = Tümleşik Sistemler Teorisi; 1954’de Feibleman tarafından teorik olarak da ispatlanmıştır. (Hücre-beden) Alt-sistem – üst-sistem ilişkileri olarak bilinen bu ilkeler önceki bölülmede açıklanmıştı. Özetleyecek olursak, bileşenler, kendi eserleri olan üst-sistemleri sahiplenip, onu korumaya, ayakta tutmaya çalışırlar. Bunun için çok önemli konularda, “bilinçaltı” dediğimiz hücresel etkileşim sistemi devreye girer. Bilinçaltı ve bilinç devrelerinin nasıl ayrımlaştığı konusunda ayrıntılı bilgiler, daha sonraki bir bölümde verilecektir. DOĞADA HERHANGI BIR ŞEY YAPMAK VEYA OLUŞTURMAK IÇIN BILGI + KUVVET (VEYA ENERJI) GEREKIR. Bedenimizin sahibi ve yönlendiricileri içlerindeki hücreler olduğuna göre, hücrelerin kuvvet veya enerjilerini nereden aldıklarını, az veya çok kuvvetli bir bedenin nasıl oluşturulduğunu görelim. Önce bir temel konu hakkında bilgi sahibi olunması gerekir: Bir şey nasıl yapılmaktadır? Yani bir şeyi yapma bilgisi nereden alınır, bunu yapacak kuvvet veya enerji nereden sağlanır? Şimdi, kuvvet dediğimiz iş veya eylem yapıcı faktörün nasıl artırılıp azaltıldığını görelim. Zayıf bir insan 20-30 kiloluk bir yükü kaldırmakta zorlanır. Halbuki bir halterci yüz kilodan fazlasını kaldırır. Peki, 20-30 kiloyu kaldıramayan bir insan ile 200 kiloyu kaldıran bir insan arasındaki fark nereden kaynaklanır? Fark, aynı hedefe yönlendirilmiş kas hücreleri sayısından kaynaklanır. Zayıf bir insan her gün biraz daha ağır bir yükü kaldırmaya çalıştıkça, bedeninde bu amaca yönelik hücrelerin sayısında artma başlar. Bu olay hücreler arası ortaklık kurallarından kaynaklanır. Şöyle ki: Bir organdaki hücrelere normalde sürekli olarak A, B, C gibi üç ayrı yerden ihtiyaç talebi geliyorsa, o organdaki hücreler yaşamlarına devam ederler ((a)durumu). Bir organa normalin (A, B, C) dışında (F,G gibi) daha başka talepler geliyorsa, o organ gittikçe büyümeye çalışır, yani o organı oluşturan hücrelerin sayısı artırılmaya çalışılır (Şekildeki (b) durumu). Şekil: Hücreler arası anayasa Bu nedenle, her gün biraz daha fazla ağırlık kaldırmaya zorlanılan bir organ gittikçe büyümek zorunda kalır. Haltercilerin ağır yükleri kaldırabilmelerinin perde arkası budur. Görüldüğü üzere, bendimizde “damla-damla göl olur, damlalardan sel olur!” prensibi uygulanmaktadır. Milimetrenin onda birinden küçük yaratıkların güçlerinin üst-üste çakıştırılması sayesinde, bedenlerimizde yüzlerce kiloyu kaldıracak kuvvetler oluşturulur. Bu oluşumlarda kuvvet dediğimiz enerji birikimi, hücrelerimiz tarafından sağlanmakta; onlar birbirleriyle uyumlu davranış içine girerek, enerji paketçiklerinin üst-üste çakışmasını sağlamaktadırlar. Bir üst-sistem olarak beden (yani bizler) sadece hedef göstermekteyiz. Hücrelerimize diyoruz ki: “Şu ağırlık kaldırılacak!” Onlar da, bizim gösterdiğimiz hedefe ulaşmak için, yediğimiz besinlerden elde ettikleri enerjileri kullanarak, hangi organdaki hücrelerin sayılarının artırılacağını, hangilerinin hangileri ile hangi oranda işbirliğine gideceğini kararlaştırarak, kaslarımızdaki hücre sayılarını artırırlar. Bu nedenledir ki, beynimizdeki her bir hücre, on binlerce farklı faktörü değerlendirip tek

38


bir sonuca varır ve bunu diğer bir hücreye aktarır; o hücre o sonucu alır ve kendine gelen diğer binlerce bilgiyle birleştirerek, bir sonuca ulaşır ve bu sonucu bir diğerine aktarır, vs. Şimdi yaşanmış bir örnek vererek, hücrelerimizin bizlerin bilgilerini ve davranışlarını yönlendirmek için nasıl örgütlenip, nasıl iş gördüklerini gösterelim. Dr. Jill Bolte Taylor (JBT) kardeşi şizofreni hastası olduğu için, normal bir beyinle, hasta – şizofrenik- bir beyin arasındaki farkı anlamayı merak ederek nöroloji dalında uzmanlaşmış bir tıpçıdır (Harward-USA). JBT 1996 Aralık ayının 10’u sabahı beyninin sol tarafında zonklayan bir ağrıyla uyanır. Sonraları sol beyinde bir damar çatlaması sonucu oluşan kan pıhtılaşmasına bağlı bir felç oluşumu olduğu anlaşılan ve 4 saat içinde bedenin sağ tarafının tümüyle felç olmasına kadar gittikçe ilerleyen bu durum söz konusudur. Ameliyat sonrası tekrar iyileşmesinden sonra JBT bir beynin faaliyetlerinin nasıl değişime uğradığını, bir beyin uzmanı olarak anlatarak beyin işleyişini gözler önüne serer (http://www.yetenekvekariyer.com/beyin-uzerine-bir-icgoru-ve-drjill/). JBT şunları anlatır: ►- Hareketleri gittikçe yavaşlamaya başlar ve zorlaşır. ►- Konuşması gittikçe zorlaşır. ►- Hasta olduğunu işyerine bildirmek ister, ancak iş yerinin telefonunu dahi hatırlayamaz. Bunun üzerine kartvizit demetini alarak telefon numarasını bulmaya niyetlenir. ►- 50-60 kartlık bir demet içinden işyeri kartını tanıyıp seçmesi o kadar zorlaşmıştır ki, bu basit işlemi yapması yaklaşık 45 dakika alır. ►- Kart üzerindeki telefon numarasını tanıması olanaksızlaşmıştır. Her şeyi çeşitli yönlere eğimli küçük çizgiler (piksel) olarak görmektedir. Kart üzerinde gördüğü bu pikselleri tek tek ayırıp, telefon üzerindeki benzer piksellere aktarması gerekmektedir. ►- Bu aktarma işlemi o kadar zorlaşmıştır ki, hangi rakamı çevirdiğini, sırada hangi rakam olduğunu karıştırır. Bu karıştırmayı önlemek için felç olan sağ elinin bir parmağını, sırada olan numaranın üzerine koymak için sol elini kullanmak zorundadır. Sağ kolu ve eli tamamen hareketsiz bir et-kemik yığını gibidir. Dakikalar süren bir uğraş sonunda numarayı çevirmeyi başarır. ►-Telefona çıkan arkadaşına ‘hasta olduğunu” söylemeye çalışır, ancak ağzından çıkan ses bir hırıldamadan farksızdır. Arkadaşı kendisini anlayamadığını söyler, ama arkadaşının sesi de kendisine bir uğuldama-hışırtı gibi gelir. ►- Ama sonunda hasta olduğunu iletir ve ambulans gelir. ►- Sol beynindeki kan pıhtılaşması yüzünden sol beyin faaliyetleri duran JBT, sadece sağ beyin etkisi altında kaldığı anların çok farklı bir duyum oluşturduğunu belirtir. Çevresindeki her şeyle bir enerji-alışverişi içinde girdiğini ve çok büyük bir mutluluk hissi yaşadığını anlatır. Yani sağ beyin genel olarak, yaşanılan ortamdaki enerji dağılım-durumunu algılayıcı bir işleve sahiptir ki bu doğadaki tüm varlıklarda olması gereken temel bir davranıştır, çünkü tüm varlıklar enerjiye muhtaçtırlar ve enerjilerini çevrelerinden alırlar. ►- Sağ beynin paralel bağlı işlemciler gibi çalıştığını ve yaşanılan andaki çevre koşullarını (enerji dağılımı durumu) algıladığını, sol beynin ise seri bağlantılı işlemciler gibi çalıştığını ve geçmişe ait bilgileri kullanarak geleceğe yönelik plan ve projeler üretmeye çalıştığını belirtir. ►- Dolayısıyla, sağ ve sol beyin parçalarının bir işbölümü içinde olarak bedeni yaşanılan ortama uyum içinde tutmaya çalıştıklarını vurgular.

Bedenler, hücrelerin oluşturdukları bir holdingleşmedir. Her organ farklı bir ürün üretir: Her ay şu kadar saç, şu kadar tırnak, şu kadar deri, şu kadar tuz-ruhu (midede), şu kadar diş, şu kadar şu şekilde kemik, vs. üretilir. Bu ürünler bedenin bulunduğu ortama uyum içindirler. Kaçmaya yönelik yaşam tarzına uymuş hayvanın kemikleri farklıdır, yüzmeye yatkın yaşam tarzına uymuş hayvanın kemik şekli farklıdır. Et-obur canlının dişi ayrı, ot-obur canlının dişi ayrıdır.

39


Bir bedende tüm işleri yapanlar hücrelerdir. Oluşturdukları bedenin hayatta kalması ve başarılı olması için ne gerekiyorsa onu yapmaya çalışırlar. ►-Korkulması gereken şeyleri veya olayları tanımlayıcı hücreler oluştururlar (amygdala’da); ►-teşvik edilmesi gereken şeyleri veya olayları tanımlayıcı dopaminerjik hücreler oluştururlar (mesolimbic sistemde); ►-konumyer belirleyici ve ortam-tanıyıcı hücreler (place cell) (hippocampus’ta); ►-iki farklı şey arasındaki sınır faktörünü fark edip, bedeni uyaran (border cells); ►-dikkat edilmesi gereken bir şeye rastlanıldığında bedeni uyaran (spatial view cells); ►-hayvanın kafasının ortamda aranılan bir noktaya yönlendiğini gösteren (head-direction cells); ►- yaşanılan ortamın harita koordinatlarını belirleyen (grid cells) ►-her bir olayın hangi olaylara bağlı olarak hangi zaman aralığında gerçekleştiğinin kayıtlarını tutan zamanlama belirleyici (time keeping cell) ►- osteoblast denilen kemik yapıcılar, ►- osteoclast denilen ve var olan bir kemik-yapısını yok-ediciler (yıkıcılar), ►- bir şey elde etmeye çalışmak için harcanan emek, enerji ve zaman, buna değer mi –değmez mi? gibi konularda karar veren hücreler ►- Besin maddesi olarak alınan çeşitli ürünleri, hücrelerin kullandıkları temel yapı-malzemesi olan amino-asitlerine dönüştüren görevliler (sindirim-sisteminde yer alan hücreler); ►-Beden içine giren yabancı hücreleri algılayıp, bunların yabancı olduğunu ve yok edilmesi gerektiğini bildiren hücreler; ►-Bu yabancı varlıkları yok edici hücreler gibi çok özel görevli hücreler oluştururlar.

Yani özetleyecek olursak, bileşenler, kendi eserleri olan üst-sistemleri sahiplenip, onu korumaya, ayakta tutmaya çalışırlar.

Yani bedenler, trilyonlarca hücrenin daha rahat bir duruma ulaşabilmeleri, doğadaki değişim dönüşümlere kendilerini uyumlu hale getirebilmeleri için oluşturulmuş ortaklık sistemleridirler. Bu ortaklığın kuralları milyarlarca yıllık karşılıklı çabalar sonucu ancak oluşturulmuştur ve bu nedenle de bu ‘çekirdek’ denilen özel bir odada koruma altında tutulmaktadır.

Alt-Sistem - Üst-Sistem İlişkileri ►- “İlk defa tavuk mu yumurtadan çıktı, yumurta mı tavuktan çıktı?” sorusu, doğadaki oluşum ve gelişimlerin nasıl gerçekleştiği konusunu anlamamızı sağlar. Yumurta bir hücredir, tavuk ise bir hücreler konisidir. Jeolojik-paleontolojik verilerin gösterdiği üzere, yeryüzünde önce, 2-3 milyar yıl önceleri hücreler ortaya çıkmışlardır; sonra ise (yaklaşık 500 milyon yıl önceleri) hücre-kolonileri olan hayvanlar oluşmuşlardır. Bu soruyu şu şekilde de sorabiliriz: Doğada önce moleküller mi oluştular, yoksa atomlar mı?

40


Malum, doğada sadece 92 tür atom var, ama binlerce farklı molekül türü var. Su (H2O) molekülü hidrojen ve oksijen elementlerinden (atomlarından) oluşurlar. Hidrojen yanıcı bir gaz, oksijen yakıcı bir gaz iken, birleşmeleriyle oluşan su, yangın söndürücü bir sıvıdır. Yani atomlar altsistemdirler, moleküller üst-sistem olurlar. Üst-sistem oluşumunda yeni özellikler ortaya çıkar. Yani tüm doğal sistem, tabandaki kuantsal öğelere dayalı, onların atom< molekül < hücre < beden gibi gittikçe büyüyen-karmaşıklaşan üst-sistem kombinasyonlarından oluşmaktadır.

Tavuk – Yumurta ilişkisinden çıkarılacak sonuç: Bir şey yapılmasıoluşturulması için enerji gerekir. Enerji ise sadece atom-altı-öğeler dünyası diyebileceğimiz kuantsal sistemin denetim ve kontrolündedir. Bu nedenle doğadaki her şey atom-altı-öğeler dünyası dediğimiz alt-sistemler tarafından oluşturulmaya başlanır. Böylelikle birbirlerine bağımlı olan entegre bir sistem ortaya çıkar. Böyle bir sistemde geçerli olan kurallar, Feibleman: (1954) tarafından “Theory of Integrative Levels = Bütünleştirici Düzeylerinin Teorisi” başlığı altında yayınlanmıştır ve “alt-sistem – üst-sistem” ilişkilerinin anahatlarını belirlerler: • Her düzey, altındaki düzey(ler)inkine ek, yeni bir özellik taşır ve üst düzeylere doğru karmaşıklık derecesi artar. • Herhangi bir düzeyde oluşan bir bozukluk, ilişkili tüm diğer düzeyleri de etkiler. • Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür. Bu ilkelerin sonuncusuna kısa bir açıklama ekleyerek, alt sistemlerin her gösterilen hedefe neden gitmeyeceklerini açıklamak gerekir. Bazı arkadaşlarım, “ben şarkıcı (vs.) olmayı istiyorum, ama başaramıyorum” gibi itirazlarda bulunuyorlar.

İki farklı faktör bu konuda devrededir: Birincisi şudur: Hücreler doğada her şeyin sürekli bir değişim-dönüşüm içinde oldukları genetik bilgisiyle davranırlar. Gelecekte neler azalacak, neler artacak konusu tamamen belirsiz olduğundan, hücreler de oluşturacakları bedenleri, edinebildikleri verilere dayalı bir olasılık hesabına göre yaparlar. Günümüzde 10 bin civarında farklı meslek vardır. Hücreler de yapacakları bedenlerin bu 10 bin meslekten birine daha uyguna olacak şekilde bir dağılımda oluştururlar. Kimi bedenler kas gücüne dayalı ağırlıklı olurlarken, kimisi müzik konusunda, kimisi matematik gibi farklı alanlarda daha yetenekli beden oluşumları söz konusudur. Çocuklara hedef gösterme, küçük yaşlarda başlar ve ana-babalar bu konuda önemli rol oynarlar. Maalesef toplumumuzda anababalar statik sistemli düşünüp-davrandıklarından, çocuklarının geleceklerini onların doğal yeteneklerini ön plana alacak şekilde değil de, kendi arzuları doğrultusunda “benim oğlum (kızım?) doktor olacak” vs. gibi şartlandırırlar. Halbuki, çocuklarının davranışlarını inceleyip, onların nelere yönelik olarak yetenekli-istekli olduklarını saptayıp- o konuda onları teşvik etseler çocuklar daha

41


başarılı ve mutlu olacaklardır. Finlandiya’daki uygulanan eğitim sistemi bu yönde olduğundan, bizlerden daha başarılı bir toplum hayatına sahip olacakları aşikardır. İkinci faktör şudur: Alt-sistemlerin dikkate almaları gereken faktörler o kadar çoktur ki, sizin göstereceğiniz hedef bu milyonlarca faktör arasında kaçıncı sırada olacaktır? Beyinde yaklaşık 100 milyar sinir hücresi görev yapar ve her bir sinir hücresi de, yaklaşık 50 bin faktörü dikkate alarak bir karar verir. Bu iki rakamı çarparsanız, sinir hücrelerimizin 5 000 000 000 000 000 gibi muazzam bir sayıya ulaşan faktörü dikkate almak zorunda olduklarının farkına varırsınız. Bir şeyi yapmayı mutlaka istiyorsanız, o konuya öyle yoğunlaşmalısınız ki, hücreleriniz o konuyu sıralama listesinde üst sıralara yerleştirsinler. Bu yetenek “azimli” dediğimiz insanlarda mevcuttur. Atom-altı-öğeler dünyasına inildiğinde, onların dikkate almaları gereken faktör sayısının nerdeyse “sonsuz” diyebileceğimiz düzeyde oldukları anlaşılmaktadır. Şimdi siz, kuantsal sistemde tasarlanması gereken “Tanrı” kavramının işinin ne kadar karmaşık ve zor olduğunu anlayabiliyor musunuz? Yeni bir şey gördüğümüzde, beynimizdeki hücreler arasında yeni bir bağlantı ve o nesneyi simgeleyen yeni bir protein oluşturulur. Böylelikle çevredeki değişim-dönüşümler, bir “bilgi” olarak hücrelerimize aktarılır. Geri-beslemeli bu sistem böylece atom-altı-öğeler dünyasına kadar geri yansır ve her gün doğa değişen bilgilere göre yeniden yapılandırılır. Zaman dediğimiz değişimdönüşüm göstergesi bu şekilde ortaya çıkar. Tavuk-yumurta (veya doğum-ölüm) döngüsü, değişim-dönüşümlü sistem olan dinamizmin bir sonucudur. Bu dinamizmi başlatan ve sürdüren ise, “kuant” dediğimiz en temel “hareketlilikdinamiklik” öğeleridirler. Doğadaki bu dinamik sistemin nasıl işlediği, son 15-20 yıl içinde (Haken 2000) aydınlanmaya başlanmış ve “Information & self-organisation” olarak özetlenmiştir. Yani kuant dediğimiz en temel “dinamizm” öğeleri, bilgi oluşturarak kendilerini yönlendirmektedirler. 2 – 3 asır önceleri 10 tonluk bir yükü, Ankara’dan İstanbul’a taşıyabilmek için onlarca atarabası ve haftalarca zaman gerekirdi. Halbuki günümüzde bu işi bir kamyonla, 5-6 saatte yapabiliyoruz. Zaman içinde moleküller-maddeler, öyle bir kombinasyona sokuldular ki, o yeni kombinasyonlarla, enerji daha etkili şekilde kullanılır oldu. Bu ise “bilgi” faktörü sayesinde gerçekleşmiştir. 300 yıl önce de dünyamızda atomlar ve moleküller vardı, şimdi de var. Tek değişen şey ise, o moleküllerin at-arabası tarzında değil de, kamyon tarzında birleştirilmeleridir. Bu sayede insanlar daha kısa zamanda daha büyük işler yapabilmektedirler. İş yapılması enerji ile olduğundan, daha kısa zamanda daha büyük işler yapılması, enerjinin yoğun ve uyumlu bir şekilde kullanılmasını gerektirir ki, buna enerji akışı yoğunluğu (Chaisson, 2001) denir. Acaba doğadaki tüm oluşumlar böyle bir bilgi-oluşturma faktörüyle mi gerçekleşmiştir? Chaisson (2001, 2010) basitten karmaşık yapısallaşmalara doğru gelişimlerin, enerji akışı yoğunluğunun artırılmasına bağlı olarak geliştiğini ortaya koyar. Enerji-akış-yoğunluğu, bir saniye içinde bir gramlık kütleden akan-geçen enerji miktarı olarak tanımlanır (erg/s/g). Enerji akışı yoğunluğu, galaksilerde saniyede 1 erg civarındayken, yıldızlarda 3-4 erg, gezegenlerde 70-80 erg, bitkileraleminde 700-800 erg, hayvanlarda yaklaşık 10 bin erg, beyinlerimizde yaklaşık 100 bin erg, toplum hayatında 500 bin erg civarındadır. Şekilde görüldüğü üzere, bu farklı varlıkların ortaya çıkış

42


zamanları, enerji-akış-yoğunluğunun zaman içinde artırıldığını gösterir. Peki, zaman içinde artan faktör nedir? Fizik yasalarına göre, doğada enerji ve moment miktarı sabit kaldığına göre, ne değişiyor da, enerji-akışı-yoğunluğu artırılıyor? Değiştirilen şey, yeni bilgi oluşumuna dayalı olarak varlıkların kimyasal bileşimleridir. Gittikçe geliştirilerek değiştirilen oluşumlar farklı elektro-manyetik alanlar ve sinyaller oluştururlar. Bu gelişen enerji-aktarma sinyalleri, enerji-kullanımını, yani enerji-akış-oranını gittikçe geliştirmektedirler. 200 sene önceleri, dünyamızdaki moleküllerden sadece at-arabaları yapabiliyorduk, günümüzde ise jet-motorları, uzay-araçları vs yapılıyor, ve bu yeni oluşumlar enerji-akışı-yoğunluğunu hep geliştirici olmuşlardır. Bu nedenle, doğadaki tüm varlıklar, daha rahat bir duruma ulaşabilmek için • i- bilgi oluşturma • ii- birleşme- ortaklık oluşturma çabaları içindedirler.

Rahatlama Dürtüsü Tüm üst-sitemler hep bir seviye daha altta bulunan öğelerce oluşturulurlar. Varlıkların gittikçe büyüyen süper-ortaklıklar oluşturmalarının nedeni ise, rahatlama dürtüsü olarak tanımlanabilinecek olan bir faktördür. Bunu şöyle açıklayabiliriz. Tek başına yaşayan bir insan sürekli bir koşuşturma içindedir. Hem sebze, tahıl üretecek, hem tahılları öğütüp un yapacak, hem yiyeceği eti sağlayacak, hem pişirecek bir fırın, tabak, kaşık vs yapacak! Böyle bir koşuşturma içindeki insanın dinlenmeye ayıracak zamanı olamaz. Toplumsal bir sistem içinde yaşayan bir insan ise, bu görevlerden sadece birini yapar ve diğer insanlarla ürününü veya hizmetini takas ederek yaşar. Bu sayede çok daha az koşuşturur ve daha çok dinlenme zamanı olur. Aynı tür bir rahatlama doğadaki tüm diğer varlıklarda da söz konusudur. Bir protonun kütlesi 1.007 atomik kütle birimi (akb), bir nötronun kütlesi ise, 1.008 akb kadardır. Bir C atomu, 6 proton ve 6 nötrondan oluşur ve kütlesi ise 12.01 akb’dir. Hâlbuki 6 proton + 6 nötron’un toplam kütleleri 12.09 akb’dir. Peki, proton ve nötron ayrı olduklarında niye daha ağırlar ve birleşip bir element oluşturduklarında niye daha hafif bir kütleye ulaşılıyor? İşte bu soru, ortaklık sistemleri oluşturmanın sırrını oluşturur. Proton ve nötronlar yalnız başlarına olduklarında, çok hareketli olmak zorundadırlar. Bu fazla hareketlilik onların çok daha fazla enerji kullanmalarına yol açar. Kullanılan bu ekstra enerji E=mc2 formülüne göre kütle etkisi yapar ve bu nedenle daha “ağır” olurlar. Bu nedenle, doğadaki tüm varlıklar, daha rahat bir duruma ulaşabilmek için birleşmebirlikte yaşama- sistemleri oluşturma çabaları içindedirler.

ZOMBİLEŞME VE ŞARTLANDIRILMANIN TOPLUM HAYATINA ETKİSİ Doğada her şey varlıkların karşılıklı anlaşıp-uzlaşarak, bir ortaklık içinde buluşmalarıyla gerçekleşir; kimse onları bir ortaklık içine sokmak için uğraşmaz. Toplumlar da bu yöntemle oluşurlar, insanlar birbirlerinin hizmetine muhtaç oldukları için bir araya gelirler. Dolayısıyla, bu toplumsal birlikteliklerinin kurallarını da kendi aralarında oluşturmalıdırlar. İşte bu noktada UYANIKLAR (para-babaları, yöneticiler, krallar, din sömürücüleri, vs) araya girmişler ve toplumsal sistemin kurallarını kendileri oluştururlarsa, toplum hayatının daha iyi olacağını savunarak, tepeye bağımlı örgütlenme (TBÖ) sistemleri oluşturmuşlardır. Bunun için de, doğadaki

43


oluşturucu-yönlendirici güç-sisteminin, varlıkların üstünde olduğu yalanına sığınırlar. Fizikçibiyolog-paleontolog gibi doğa-bilimciler de, doğadaki oluşturucu-yönlendirici güç-sisteminin, varlıkların içsel bileşenlerinde olduğunu deneyler veya gözlemlerin açık ve net bir şekilde göstermelerine rağmen, küçük yaşarlında TBÖ görüşüyle şartlandırılmış olduklarından, pasif kalmaktadırlar. “Kimse kuantum fiziğini anlayamıyor, biz fizikçiler de anlayamıyoruz, vs.” şeklinde beyanatlar veriyorlar. Atom altı öğeler “kah parçacık, kah dalga şeklinde davranıyorlar” şeklinde olayları eğip-bükerek (çifte standart kullanarak) yorumlamaya çalışıyorlar; atom-altı-öğeler canlıbilinçli davranıyorlar demekten çekiniyorlar. Bu durum “UYANIKLAR”ın meydanı boş bulup istedikleri gibi at koşuşturmalarını kolaylaştırıyor. Yani doğa-bilimciler, deneylerle-gözlemlerle, doğadaki oluşturucu-yönlendirici güçsisteminin kuantsal sistemle başlayıp, atomlar-moleküller-hücrelerle, information & selforganisation olarak özetlenen dinamik sistem kuralları içinde gerçekleştiklerini görmelerine rağmen, çocukluklarında kendilerine yüklenen statik-sistemli hayat görüşü etkisi altında kalarak, “kral çıplak” demeye cesaret edemediklerinden, “uyanık-zümrenin” etkinliği sürmektedir. Organizasyonu tepeye bağımlı olacak şekilde örgütlenmiş, yani statik sistemli düşünce etkisiyle şartlandırılmış tüm toplumlarda insanlar toplumsal sistemin kurallarının tepedeki bir zümre tarafından belirlenmesine alışmışlardır. Bu nedenle bu tür toplumlarda insanlar arasında anlaşıp-uzlaşmaya götürücü tartışma adabı gelişmemiştir. Tersine, insanlar, ya kendi oluşturdukları veyahut da kendilerine empoze edilen bir görüşü savunma amacıyla tartışmalara girerler. Amaç baştan böyle olunca da, tartışmalar genellikle anlaşmayla değil, kavgayla-savaşla sonuçlanır, çünkü ana hedef ortak bir uzlaşma sağlanması değil, kendi görüşünüzü, karşı tarafa empoze etme yarışıdır. Bizlerin karşı-karşıya olduğumuz en temel sorun bu noktada düğümlenir. Doğada her şey sürekli değiştiği için, insanı oluşturan hücreler de insan beynini, “çevrende neler olup-bitiyor, bunları araştır da, ona göre işlem yapılsın” mantığıyla, muazzam senaryolar üretecek şekilde oluşturmuşlardır. Bu nedenle insanlar binlerce farklı hayat görüşü üretmiştir. Bilgi ve mantık varlıkların sorunlarına çözüm bulma yeteneğidir. Kafanızdaki bilgiler “doğruysa” ve mantığınız sağlamsa, doğadaki oluşum ve gelişimleri “doğru” değerlendirirsiniz ve uygun çözümler bulup, sorunlarınızı çözersiniz. Ama kafanızdaki bilgiler yanlışsa, mantığınız o yanlış bilgilerden etkileneceğinden, hep yanlış kararlar alırsınız ve sorunlarınızı çözemezsiniz. Halkımızın genelde kitap-okuma alışkanlığı olmadığı istatiksel verilerle saptanmıştır. Diğer taraftan, toplumsal hayat sistemimizin düzeltilmesi, bilgili olmakla mümkündür. Toplum hayatı, doğadaki genel hayat sistemi oluşumunun bir devamıdır. Bu nedenle insanlarımızın toplumsal hayat-sistemlerini oluşturabilmeleri için gerekli bir doğal sistem bilgisine sahip olmaları şart ve gereklidir. Amacım, bir toplumsal-uzlaşma metni oluşturmaktır. Yazdıklarıma hakkında görüş bildirmek ve konuyu tartışmak isteyenlere baştan söyleyeceğim şudur: Yazdıklarımda hiç hata yoktur iddiasında değilim. Ama genel hattı ile DOM-görüşünün doğru olduğuna inanıyorum, çünkü doğa dinamik sistemlidir, yani sürekli bir değişim-dönüşüm söz konusudur. Ve DOM görüşü bu değişim-dönüşümlü sisteme dayalı bir hayat görüşüdür. Geleneksel hayat görüşleri ise statik sistemlidir, bu nedenle toplumsal sorunlarımızın oluşmasına neden olmaktadır. Yazdıklarımı tenkit edecek arkadaşların, bu temel farkı dikkate alarak konuya yaklaşmaları gerekir, bu şekilde gereksiz tartışmalar ve zaman kaybı önlenebilinir. Tartışmalarımızda şu kurallara uyulması bu nedenle çok önemlidir. Tartışmaların kısır çekişmelere saplanıp-tıkanmaması hepimizin yararınadır. Bu nedenle şu tartışma ilkelerini ön bilgi veya koşul olarak belirtmek istiyorum. Bu ilkelerde değiştirmek-düzeltmek istediğiniz maddeleri bildirirseniz, gerekli düzeltmeleri yapıp, sorunlarımızın çözümü konusunda çalışmalara devam edebiliriz.

44


Tartışma-Uzlaşma-İlkeleri Organizasyonu tepeye bağımlı olacak şekilde örgütlenmiş tüm toplumlarda insanlar toplumsal sistemin kurallarının tepedeki bir zümre tarafından belirlenmesine alışmışlardır. Bu nedenle bu tür toplumlarda insanlar arasında anlaşıp-uzlaşmaya götürücü tartışma adabı gelişmemiştir. Tersine, insanlar, ya kendi oluşturdukları veyahut da kendilerine empoze edilen bir görüşü savunma amacıyla tartışmalara girerler. Amaç baştan böyle olunca da, tartışmalar genellikle anlaşmayla değil, kavgayla-savaşla sonuçlanır, çünkü ana hedef ortak bir uzlaşma sağlanması değil, kendi görüşünüzü, karşı tarafa empoze etme yarışıdır. Bizlerin karşı-karşıya olduğumuz en temel sorun bu noktada düğümlenir. Doğada her şey sürekli değiştiği için, insanı oluşturan hücreler de insan beynini, “çevrende neler olup-bitiyor, bunları araştır da, ona göre işlem yapılsın” mantığıyla, muazzam senaryolar üretecek şekilde oluşturmuşlardır. Bu nedenle insanlar binlerce farklı hayat görüşü üretmiştir. Bilgi ve mantık varlıkların sorunlarına çözüm bulma yeteneğidir. Kafanızdaki bilgiler “doğruysa” ve mantığınız sağlamsa, doğadaki oluşum ve gelişimleri “doğru” değerlendirirsiniz ve uygun çözümler bulup, sorunlarınızı çözersiniz. Ama kafanızdaki bilgiler yanlışsa, mantığınız o yanlış bilgilerden etkileneceğinden, hep yanlış kararlar alırsınız ve sorunlarınızı çözemezsiniz. Bu kör-düğümü çözmek için bazı uzlaşma ilkeleri oluşturmak ve bunlarda bir görüş birliğine varmak gerekir. 1- Ayrıntılarla değil, konunun ana hattı üzerinde tartışmaya başlayacaksın. Ayrıntılara sonradan girilip, gerekli düzeltmeler yapılabilinir. Karşılıklı olarak anlaşıp-uzlaşma, karşımızdakinin fikirlerini en ayrıntısına kadar incelemek ve sunulan görüşün kabul edilebilir kısımlarını ortaya koyup, kabul edilemeyenleri belirtip, üzerinde değişiklik yapılması gereken konuları ayırmakla başlamalıdır. 2- Tartışmalarda karşındakini aşağılayıcı- rencide edici tutum ve davranışlardan kaçınacaksın. Bir fikri tümüyle reddetmek, o konuda kişisel olarak daha iyi bir öneri sahibi olunmasını gerektirir. Kişisel olarak bir çözüm formülü olmayan birinin, bir öneriye tümüyle karşı çıkması, tamamen mantık dışı bir davranıştır. . 3- Bir önerinin herhangi bir yönünü tenkit etmeye kalkmadan önce, öneri sahibine “sizin yazdıklarınızdan şunu mu anlamam gerekir?” gibi, önerinin konuya dair ana fikrini doğru anlayıpanlamadığınızı kontrol etmeniz gerekir. Bu daha sonraki birçok yanlış anlamayı ve kısır tartışmaları minimuma indirgemek için gereklidir. Tartışılan konulardaki temel kavramların tanımında karşılıklı olarak anlaşacaksın: Bir insan bir şey anlatırken "muz" tarif etmek istiyorken, karşısındaki "salatalık" anlıyorsa, kullanılan bazı terimlerin anlamlarında karşılıklı bir uyuşmazlık olması söz konusudur. Onun için, hangi terimin tanımında uzlaşma sağlanması gerektiğini saptayıp, o terimin tanımında anlaşmalısınız. 4 - Bir konu üzerindeki tartışmalarda bir sonuca ulaşmadan, başka konular ortaya atarak, hedefi dağıtmayacaksın. 5 - Bir görüşe karşı çıkıldığında, sunulan fikrin beğenilmeyen yönünü belirttikten sonra mutlaka bir düzeltme önerisi sunulması gerekir, çünkü “ben şu noktaya karşıyım” demek ve bir alternatif öneri sunmamak, o konu hakkında yeterli bilgi ve birikime sahip olmamak anlamına gelir. Biz insanların ►hep farklı tellerden çalması, ►hep kendi görüşünde ısrarlı olması, ►insanlığın tüm toplumsal sorunlarını ortadan kaldıracağını ortaya koyan bir görüşü, hiç gündemine almaması, tamamen statik sistemli bir görüş ile zombileştirilmiş ve şartlandırılmış olmasındandır.

45


3- DOĞADA DİNAMİK BİR SİSTEM VARDIR. İnsanlar hep doğadaki oluşum ve gelişimlerin nasıl gerçekleştiğini merak etmişler ve bu konuda fikirler oluşturmuşlardır. Örn.: İlk defa tavuk mu yumurtadan çıktı, yoksa yumurta mı tavuktan çıktı? Yani büyük sistemler mi küçük sistemleri oluşturmakta, yoksa küçük sistemler mi büyük sistemleri oluşturmaktadır? İnsanlar hep büyük sistemlerin küçük sistemleri oluşturacağı yönünde düşünmüşlerdir. Ve hala da çoğunlukla o düşünce hakimdir. Doğada varlıkları şu veya bu yönde hareket ettiren faktöre kuvvet denmiştir. Atalarımız bu kuvvet ve güç sisteminin kaynağını varlıkların dışında - üstünde olduğunu varsaydıkları bir varlığa bağlamışlardır. 1- Önce doğayı oluşturan ve yönlendiren güç sistemi hakkında atalarımızın neler düşündüklerini özetleyelim. Tarih öncesi insanlarının hayat görüşleri tüm varlıkların, bir yaratıcının maddeleri elleriyle yoğurup-yontup şekillendirerek yaptığı şeklindedir. Bu yapıcı kuvvet felsefe kitaplarında “vis plastica = yontucu kuvvet” olarak tanımlanmıştır. Toplumsallaşmayı başlatan Sümerlerin de insanın oluşumunu, olağan üstü güçlü ve ebedi ömürlü olarak tasarladıkları tanrıların çamurdan bir heykel yaparak, ona canlılık vermeleri şeklinde açıkladıkları çivi yazılı tabletlerden anlaşılmaktadır. Tarih öncesine ait bu hayat görüşü tarih sonrası dönemde de etkisini korumuştur. Bu etkinin korunmasında, ilk bilimsel yazılı belgeleri oluşturan Aristo’nun büyük etkisi olmuştur. Aristo’ya göre, doğada ani bir yaratılış “generatio spontanea” söz konusudur ve bu işi “vis plastica” = heykel yontarcasına oluşturma şeklinde bir harici yaratıcı gerçekleştirir. Bilim dünyasında iki bin yıllık bir süreyle etkili olan Aristo mantığı, kilisenin de etkisiyle, doğadaki oluşumların açıklanmalarında etkinliğini hep sürdürmüştür. Dünyamıza gelmiş en büyük bilim adamı olduğu kabul edilen Newton’un doğal sistem anlayışı şöyledir (Newton, Opticks 1704): • “Allah başlangıçta tüm madde parçacıklarını, onlar arasındaki etkileşimleri (onları etkileyen kuvvetleri) ve hareketin temel yasalarını oluşturur. Bu şekilde tüm evren hareket içine girer ve bu değişmez yasalara uyan bir otomat gibi ebediyete doğru gider.” Newton bile 3-4 bin yıl öncelerinden kaynaklanan bir doğal sistem görüşüne sahiptir. Bu temel yaklaşım günümüzde de hala devam etmektedir. • i- Anlaşılacağı üzere, atalarımız doğadaki oluşumların aniden, bir defalık bir işlemle yapılıp-oluşturulduğunu, • ii- Bunu yapan oluşturucu-güç sisteminin, varlıkların haricinde ve de oluşturulan varlıktan daha büyük bir yapıda olduğunu, • iii- Tüm varlıkların bu harici varlığa bağlı olmaları nedeniyle, onun ebedi ömürlü olması gerektiğini, • iv- Zamanın bu ebedi varlığın ömrüne endeksli bir sonsuzluk olduğunu tasarlamışlar ve buna inanmışlardır. Bu tür görüşe statik sistemli doğa görüşü denir.

Şekil: Statik sistemde yaratıcı, hava+toprak+su+ateş dörtlüsünün farklı kombinasyonlarıyla doğadaki varlıkları oluşturur.

46


Statik sistemli doğa görüşü, kral, sultan, lider gibi tepeye yerleştirilmiş otoriter yöneticilik gerektirmiştir.

Statik sistemli görüşte, devletin (toplumun) sahipliği tepedeki “krallara- liderlere” aittir. Devlet yapısında Tepeye Bağımlı Örgütlenme (TBÖ) geçerlidir. Bu bakış açılarına göre yetiştirilmiş insanlar, toplumun (devletin) sahibinin kendisi ve diğer vatandaşlar olduğundan habersiz olarak hayata baktığından, yaptığı işlere hile katarlar; ürünler (ve işlemler) insan ve çevre sağlığına zararlı olarak piyasaya çıkar. Herkes birbirine (ve çevreye) zarar verecek bir yaşam içine girer. Kanserojen maddelerden, stresten, sinirden mahvoluruz, dünyamız cehenneme dönüşür. Tepeye bağlı örgütlenmelerin (TBÖ) zararları Neden- DOM başlıklı ilk bölümde gösterilmişti.

Dinamik sistemli doğa görüşünün ortaya çıkması ve gelişmesi Jeoloji Biliminin Etkisi 17. Yüzyılda filizlenmeye başlayan ve günümüze kadar gittikçe gelişen jeoloji bilim dalı, insanların statik sistemli doğa görüşünde şüpheler oluşturmaya başlar. Çünkü dünyamızın bir anda değil de milyarlarca yıllık bir süreçte, soğan zarı gibi üstüste yığışan farklı katmanlardan oluştuğunu; dünyamızın coğrafik görüntüsünün sürekli değiştiğini, denizlerin sıkışarak kara haline geçtiğini, karaların yarılarak denizel ortamlara dönüştüğünü, vs. ortaya koyar.

Fizikteki Gelişimlerin Etkileri Yaklaşık bir asır önce Planck (1901) enerji denilen hareket sağlayıcı faktörün istenildiği kadar küçük bir değere indirgenemeyeceğini ve sabit bir temel değere sahip olması gerektiğini ıspatlar ve Planck-değeri (veya sabiti) denilen (h) ile simgelenen kuantum kavramı ortaya çıkar. Enerji denilen hareket sağlayıcı faktörün sabit bir değerle başlaması ve doğadaki tüm diğer enerji türlerinin bu sabit (h) değerinin tam-sayılı katları şeklinde bir artış göstermesi kuantum fiziğinin temelini oluşturur. (Bu ilişki, enerji ile varlıkların frekansı arasında Enerji = h.f (f=frekans) şeklinde bir bağlantı ile gösterilmektedir. (Enerji aynı zamanda varlığın kütlesi ile de orantılıdır E=mc2)). Kuantum fiziğinin ortaya çıkmasını takip eden yıllarda atom-altı öğelerle yapılan deneylerde varlıkların temel yapıtaşları olan enerji taşıyıcısı bu öğelerin: • En basit tanımıyla, canlı=hareket edebilen, cansız= hareket edemeyen olarak tanımlandığında, kuantsal öğelerin bilye gibi sakin ve hareketsiz değil, tam tersine saniyede zilyonlarca defa belli yönlerde hareket eden “canlı varlıklar” oldukları, • Çevrelerini sürekli kontrol ettikleri ve kendileriyle ilişki içine girmek isteyen varsa, onun isteğine uygun davrandıkları, • Kendileriyle ilişki içine girmek isteyen olmadığında, çevrelerini kolaçan edip, en ekonomik yapısallaşmaları saptayıp, oralara göç ettikleri,

47


• Enerjilerini hem yapıcı, hem de yıkıcı olarak kullanabildikleri, nerde-ne zaman yapıcı (veya yıkıcı) davranacaklarını dalga-boyları ile saptadıkları, • Birbirlerini doğuran bir etkileşimleri olduğu, manyetik gradyanı değiştiğinde, elektrik kuvveti; elektrik-gradyanı değiştiğinde manyetik kuvvet oluşturdukları, • Hedefe ulaşmak için en kısa yolu seçtikleri, en kısa zamanı kullandıkları, • En ekonomik konumlu bir noktaya geçebilmek için muazzam engelleri zıplayabildikleri (tünelleme etkisi), gibi olağan-üstü özellikleri oldukları saptanmıştır. Cansız-bilinçsiz varlıklar yukarıda açıklanan türlerde özellikler ve karşılıklı etkileşimler gösteremeyeceklerine göre, atom-altı-öğeler dünyası yaşayancanlı bir sistem olmak zorundadır. Yukarıda sıralanan olağan üstü özellikler sadece planck-sabiti foton gibi en küçük kuantsal öğelerde değil, proton, nötron, elektron gibi temel yapı taşlarında, hatta atom dediğimiz kimyasal elementlerde de görülürler. Doğadaki tüm varlıklar atomlardan oluşurlar; atomlar ise yukarıda belirtilen olağanüstü özelliklere sahiptirler. Fiziğin en temel ilkelerinden biri, Minimum Amplitude Principle (MAP), yani en rahat konuma-duruma geçme dürtüsüdür. Tüm atomlar ve onları oluşturan kuantsal öğeler, daha rahat bir durumakonuma ulaşabilmek için “yaşıyorlar”. “Yaşıyorlar” diyorum, çünkü onlar tavuk-yumurta veyahut doğum-ölüm döngülerine shipler. Proton nötrona, nötron protona dönüşür; fotonlar elektron-pozitron oluşturur, elektron (pozitron) foton oluşturur, vs. Yani atomik dünya tam bir yaşam sistemi sergilemektedir.

Atomik dünyanın bu canlılığı, onlardan oluşan molekül, hücre, bitki, hayvan, taş, toprak gibi üst sistemlerin içinde birer kaynayan kazan olarak devam eder ve dinamik sistemli bir doğa ortaya çıkar! Dinamik sistemli doğa tümleşik (integrative) bir sistemdir. Yani her şey, içindeki bileşenlerine bağımlıdır. Doğadaki dinamik sistemin nasıl işlediğinin matematiksel-fiziksel temellerini fizikçiler oluşturmuşlar (Haken 1983, 2000) ve kısaca “information & self-organisation” = “bilgi oluşturmaya dayalı otonom örgütlenmeler” olarak özetlemişlerdir. Buradaki “bilgi = information” kavramı, enerjinin nerden nereye akacağını gösterir ve varlıkların fiziksel-kimyasal yapısallaşmalarında kayıtlıdır. Yani doğada her yeni bir varlık oluşturulduğunda, daha önce var olan her varlık, o yeni varlığın yaydığı sinyali algılayarak, o varlıkla etkileşim içine girer. Örn. Bir köpeğin yeni bir varlıkla karşılaştığında olanları görelim. Doğadaki tüm oluşumlar kuantsal sistemler tarafından takip edilerek, en ekonomik yapısallaşmaları teşvik edici şekilde davranılması temel fizik ilkeleri gereği olduğundan; bu yeni varlığı tanımlayıcı bilgiler, köpeğin beynindeki hücrelere iletildiğinde köpeğin bedeninde bir sürü değişim-dönüşüm yaşanmaya başlanır. Köpek varlıkları en iyi şekilde kokusuyla ayırt ettiğinden, duyu organı hücreleri varlığı koklayıp, yaydığı molekülü algılayıp, o molekülle rezonans içine girecek molekül sentezi arayışlarına girer. Bunun için duyu organındaki hücrelerde bir sürü kimyasal reaksiyon geçekleştirilir, hücrelerin yapısında bir sürü kimyasal element yer değiştirir. Rezonansa girecek bir molekül sentezlendiğinde, beyindeki hücrelere iletilir ve hücreler arası yeni bir sinaps bağlantısı oluşturularak, söz konusu varlığı tanımlayıcı yeni bir protein molekülü ile ilişki içine sokulur. Yani doğadaki her yeni bir varlığın ortaya çıkışı, diğer varlıkların yapısal-dokusal durumlarında da değişiklik oluşumlarına yol açarlar.

48


Bu işlemler sırasında hücrelerin atomları: • polarizasyonlarını (1), • amplitüdlerini (2), • salınım-adımlarını (3) (dalga-boylarını) • spinlerini (4), vs. değiştirerek rezonans işlemini gerçekleştirecek şekilde davranırlar. Algılama ve tanımlama çok değişik organlardaki hücrelerce yapıldığından, tüm bu organlar arası bilgi alış-verişini sağlayacak şekilde sinaps-yapısallaşmalarında değişikler-düzeltmeler yapılır. Ve sonuçta bedenin kimyasal ve fiziksel yapısallaşmasında bir sürü değişiklik yapılmış olunur. Bu şekilde bilgi dediğimiz faktör, bedenlerin yapısal-dokusal durumuna işlenmiş olur. Özetleyecek olursak: Doğada atom-altı-öğelerden başlayıp, moleküller, hücreler, hayvanlar gibi gittikçe karmaşıklaşan yapısallaşmalara doğru ilerleyen dinamik bir sistem vardır. Ve tüm bu sistemler en tabandaki kuantsal-öğelerce oluşturulupyönlendirilirler. Böylelikle information & self- (re-) organisation sistemli doğa oluşup-gelişir.

Doğadaki kuvvet oluşum mekanizması Yönlendirici güç = kuvvet’tir; çünkü varlıklar kendilerini etkileyen kuvvetlere uyarak davranırlar. Yönlendırıcı faktör = kuvvet nasıl oluşur? • • •

Canlılar hareket eder, rüzgar eser, su akar, ve bu şekilde doğada hareketler oluşur. Varlıkları hareket ettiren yani bir iş veya eylem yapan faktöre kuvvet denmiştir. Peki, bu faktör nasıl bir şeydir?

Kuvvet oluşumu, enerji-gradyanı oluşumuyla açıklanır.

• Örn., bir nokta daha sıcak, diğer nokta daha soğuksa, sıcak noktadaki moleküller, soğuk noktaya doğru akarlar. • Bu şekilde bir akıntı (sürükleyici faktör = enerji-gradyanı) ortaya çıkmış olur ve kuvvet doğar. • Yani bir kuvvet oluşturmanın yolu, enerji-gradyanı oluşturmaktan geçiyor. Peki, enerji-gradyanları nasıl oluşmaktadır? Doğadaki enerji gradyanları nelerdir? Güneş sisteminde enerji gradyanları:

Dünyamızın güneş etrafındaki yörüngesi eliptik olduğundan, kah güneşe yaklaşır, kah uzaklaşır; bunun sonucu dünyamız 6 ay daha sıcak, 6 ay daha soğuk olur. Dolayısıyla 6 aylık döngüler şeklinde rüzgar veya deniz akıntıları oluşur.

49


Dünyamızdaki enerji gradyanları:

Dünyamızın yapısı da homojen değildir, taşküre (yaklaşık 100 km kalınlığındaki dış kısım) katı ve soğuk, daha iç kesimleri sıcak ve akışkandır. Akışkan ve sıcak olan bu iç kesimlerdeki moleküller, soğuk olan kabuk kesimine doğru akıntılar oluşturmakta ve kabukta çatlamalara yol açarak volkanlar şeklinde yeryüzüne çıkmaktadır. Dolayısıyla çok değişik kuvvet sistemleri oluşturmaktadırlar. Cansızlar dünyasında enerji gradyanları:

Varlıkların yapısal-dokusal durumları, enerjinin nerede az, nerede çok depolanacağı bilgilerini içeren içsel özelliklere sahiptir. Enerji akışını farklı yönlerde farklı hızlarda yönlendirilecek şekilde oluşan tüm yapısallaşmalara “anizotropi” denir. “İzotrop olmayan” anlamına gelen anizotropi terimini anlamak için şunu düşünün: Doğada her yer düz değildir, bazı yerler sarp, bazı yerler az eğimli, bazı yerler düzdür. Böyle bir arazideki bir noktadan her dört yöne doğru birer ekibin yola çıktığını düşünün. Aynı hızda olan bu ekiplerin 5 saat sonra ulaştıkları mesafeleri bir harita üzerine işaretleyecek olursak, bazı yöndeki ekiplerin çok uzun, bazılarının çok kısa, bazılarının orta değerde bir mesafe kat edebildikleri ortaya çıkar. Gerek mineral gibi bizlere çok homojen görünen küçük yapılar, gerek galaksi gibi devasa boyutlu yapılar, gerek dünyamız gibi orta boyutlu yapıların hepsinde böyle anizotropik özellikler vardır ve içlerinden geçen enerjiyi, radyasyonları vs., değişik yönlerde değişik hızlarda ileterek, kutuplaşma oluşumlarına yol açarlar. Yani enerji aktarımında, varlıkları oluşturan atomların diziliş şekilleri “dağ-dere” gibi engebeler oluştururlar. Bunun sonucu, mineral içinde değişik yerlerde değişik oranda enerji depolanmış olur. Varlıkların kendilerine has bir refraksiyon-indeksleri vardır.

Her madde kendine gelen fotonların (enerji paketçiklerinin) belli bir miktarını alıp, diğer kısmını yansıtırlar. Bu şekilde doğada enerji-dağılımı rastgele olmaktan çıkar ve belli kurallara göre gerçekleşmiş olur ki, bu da ayrı bir enerji-gradyanı oluşturma sistemidir. Canlılar aleminde enerji gradyanları:

• Hücreler gibi küçük boyutlu sistemlere inildiğinde, onların da enerji-gradyanı oluşturacak yapısallaşmalara sahip olduğu görülür. • Hücre zarlarında reseptör denilen kapılar vardır ve bu kapılardan hücre içine girebilecek moleküller büyük bir itina ile seçilir. Reseptörler ve onlara bağlanabilinecek ligand denilen özel moleküller çevreden gelen sinyalleri algılayıpdeğerlendirirler ve hücre-kutuplaşmasını sağlayacak şekilde kuvvetlendirici rol oynarlar.

50


Atomlar aleminde enerji-gradyanları: Satırlarda sağa doğru ilerledikçe:

• • • • •

ametalik özellik artar, iyonlaşma enerjileri artar, elektron ilgileri artar, oksitlerin asit karakteri artar, atomik çaplar azalır. Sütünlarda aşağı doğru gidildikçe:

• • • • •

metalik özellik artar, iyonlaşma enerjileri azalır, elektron ilgileri azalır, oksitlerin bazik karakteri artar, atomik çaplar artar. Tüm bunlar birer enerji-gradyanı oluşturma özelliğidir.

Atom-altı-öğeler dünyasında enerji gradyanları:

Maddelerin en küçük yapı-taşları olan atom-altı öğeler dünyasına inildiğinde, onların sürekli bir artı-eksi (yapıcılıkyıkıcılık) dalgalanması, yani çok temel bir enerji-gradyanı sistemine sahip oldukları görülür.

Canlılığı, yani hareketi tetikleyen mekanizma Atom ve atom-altı-öğelerin en canlı varlıklar oldukları yukarıda açıklanmıştı. Her varlık atomlar tarafından oluşturulduğundan, tüm diğer kuvvet-oluşum sistemlerini başlatan ve yürüten doğal enerji (ve kuvvet) kaynakları atom-altı-öğeler, yani kuantsal sistem olmuş olur. Onlar doğa ve dünyanın “Maxwell-şeytanlarıdır”! En temel kuvvet-oluşturucularıdır. Şımdı maxwell-şeytanı ıle ne denılmek ıstenıldığını açıklayalım.

Fizikçiler doğal sistemde kendiliğinden enerji-gradyanı oluşturulamayacağını, dolayısıyla doğada zaman içinde her şeyin dağılıp-düzensizliğe doğru gideceğini ileri sürmüşler ve hala da sürmektedirler. Bunu da şu şekilde açıklamaktadırlar: • İki tane oda düşünelim. Birinde sıcak hava olsun, diğerinde soğuk hava. • Odalar arasında kapı açıldığında, sıcak hava ile soğuk hava birbirine karışır ve önceden oluşturulmuş olan düzen tamamen yok olur. Bu odaların birinde tekrar sıcak, diğerinde soğuk moleküllerin toplanması olanaksızdır. • Böyle bir şeyin gerçekleşmesi için kapıya bir bekçi konulmalı ve bu bekçi, sıcak molekülleri ayırt edip, onun

51


geçişine izin vermeli, ama soğuk moleküllere izin vermemelidir. Fizikçiler arasında böyle bir hayali “bekçi” “Maxwell’s Demon = Maxwell şeytanı” olarak adlandırılmıştır. (‘şeytan’ değil “melek” kullanılmalıydı!) Görüldüğü üzere, doğa Maxwell-şeytanlarınca (meleklerince), yani en tabandaki kuantsal sistemle, oluşturulmakta ve yönetilmektedir! Kuvvet enerji gradyanı oluşturularak oluştuğuna, enerji gradyanları da kuantsal öğelerin en ekonomik yapısallaşmaları tercih edip, ekonomik olmayanları terk etmeleri şeklinde gerçekleştiğine göre, doğadaki tüm kuvvetler kuantsal kökenli olmuş olurlar. TOPLUMSAL SISTEMLERDE YÖNLENDIRICI KUVVET

“Her kafadan bir ses çıkarsa, orda düzen oluşturulamaz, bu nedenle toplumlar liderlerle yönetilmelidir” şeklinde bir anlayışın yaygın olmasının kökeninde, doğadaki oluşum ve gelişimlerin, varlıkların kendi iç dinamikleriyle değil de, harici bir yapıcı-yönlendirici gücün etkisiyle gerçekleştiği şeklinde bir düşünce sistemi yatar. İnsanların doğa ve dünyaya bakışını etkileyen temel faktörlerden birisi de “sahiplik” düşüncesidir. İnsanlar doğayı kendi malları olarak görmüşler ve onu parselleyerek tapulamışlar ve sahiplenmişlerdir. İnsanların bu tür bir düşünceye sahip olmalarının temel nedeni ise, doğadaki kuvvetoluşturucu, yönlendirici ve yapıcı gücü varlıkların dışında kabul etmeleri olgusudur. Bu temel yaklaşımlar günümüzde hala, hem fizikçi-kimyager-biyolog gibi bilim mensupları arasında, hem sosyal yaşamda tam manasıyla etkili ve yaygındır. Yenı bır etkıleyıcı güç sıstemı olarak “para”

Doğadaki etkileyici faktör olan kuvvet (dolayısıyla Enerji) faktörünün rolünü toplumsal hayatta para almıştır. Doğadaki oluşturucu kuvvet sisteminin varlıkların üstünde olduğu tasarlanan hayali bir varlığa bağlanmış olması, toplumun enerji birimi olan paranın da tepedekilerin idaresine bırakılmasına yol açmıştır. Para basma ve harcama yetkisi tepedekilerdedir. Ama iş yapan ve üreten tabandaki halktır. Para denilen toplumsal enerji-biriminin, insanları yönlendiren bir kesimin monopolünde olması ve bu kesimin elindeki bu güçle devletleri yönlendirmesi tepeye bağlı örgütlenme sistemlerinin devamlılığını sağlamaktadır. (Uluslar arası holdingler, bankacılık sistemleri, medya kuruluşları, vs.) Doğadaki tüm enerji türlerinin kökeninin kuantsal olduğu ve madde denilen varlıkların da bu enerjinin çeşitli şekillerde bağlanmaları ve birleşmelerinden olduğu (E=mc2) bir asırdır bilinmesine rağmen, “Tanrı” denilen varlığın da kuantsal kökenli olması gereği kimsenin aklına gelmemektedir. Peki, insanlık bu TBÖ hastalıklarından nasıl kurtulacak? İki temel konuda bilgi sahibi olunması gerekir:

52


1- Doğadaki varlıkları oluşturucu kuvvet sistemi nasıldır? (Bu konu yukarıda açıklanmıştı) 2- Hayat nedir? Zaman nedir, yaşamın anlamı nedir? Niçin yaşıyoruz? Şimdi bu konuyu irdeleyelim. Doğa canlı, yaşayan bır sıstemdır, her varlığın bır ömrü vardır, ve ömürler zamanın dilimidirler.

Yukarıda canlı-cansız ayrımı en basit şekliyle “hareket edebilen ve edemeyen” olarak tarif edilmiş, ve bu tarife göre sınıflama yapıldığında, doğadaki en canlı varlıkların atom-altı-öğeler olmaları gerektiği vurgulanmıştı. Bedenimizdeki her hücrede her saniye 100.000 reaksiyon olduğu hesaplanmaktadır. Bu reaksiyonlarda atomlar ve moleküller arasında çok yoğun bir hareketlilik olduğu görülür. Atom-fiziği deneyleri de zaten atom-çekirdeği içinde saniyede zilyonlarca defa proton-nötron arası etkileşimler olduğunu göstermektedir. Yani tüm varlıkların içlerinde birer kazan kaynamaktadır. Bizler bir taş parçasına baktığımızda onu “hareketsiz” görürüz ve bu nedenle de cansız olarak tanımlarız. Ancak o taşın içindeki atomlar-moleküller sürekli bir vibrasyon halindedirler ve doğadaki tüm diğer varlıklarla etkileşim içindedirler. Cansız dediğimiz maddelerin çevreleriyle olan bu etkileşimlerini şu örneklerden anlayabiliriz: • Dünyanın herhangi bir yerinde bir volkan patlaması olsun ve çok yüksek bir volkanik dağ oluşmuş olsun. Bir odada ince bir ipe asılı bir taş parçası, o volkanın ne kadar uzaklıkta ve ne kadar bir kütleye sahip olduğunu en hassas şekilde algılar ve ona göre yönünü değiştirir. • Bir güneş patlamasıyla dünyamızın atmosferine önemli bir oranda radyasyon girdiğini varsayalım. Bir odadaki bir pusula iğnesi bunu algılar, ve anında yönlenmesinde değişiklik yapar. Yani cansız dediğimiz mineral, taş, vs. gibi varlıklar doğada kendi-kendilerine hareket etmiyorlar, ama onların içlerinde hareket eden canlı-öğeler var. Peki, yaşayan-canlı bir doğal sistemde, mineral veya kayaç gibi varlıklar neden hareketsizler? Cansızlar aleminin en yaygın temsilcisi olan minerallere bakıldığında, iki farklı noktada çok önemli özelliklere sahip oldukları görülür.

i-Birinci özellikleri, anizotropik olmalarıdır; yani içlerinden geçen enerjinin belli yönlerde hızlı, belli yönlerde yavaş iletirler. Bu özellikleri enerjinin nerden nereye akması gerektiği konusunda mineralleri rehber yapar. Yani mineraller trafik işareti görevi yaparlar. Trafik işaretlerinin sabit durmaları gerekir, bu nedenle mineral gibi öğeler (taş, toprak) oluştukları noktada dururlar. Enerji ise bu işaretlere uyarak ilerler ve belli yönlerde daha hızlı ilerleyerek enerji-gradyanı oluşturup, akıntı veya döngü sistemleri oluşturur. ii-Atomlardan (kuantsal sistemden) moleküller sistemine geçildiğinde, sıcaklık – basınç gibi yeni değer-yargıları (yani yeni kuvvet türleri) ortaya çıkar. Moleküller bu basınç ve sıcaklık sistemleriyle kontrol edilirler ve yönlenirler. (Halbuki atom-altı öğelerde bu değer-yargıları mevcut değildir). Moleküller alemindeki bu kuvvet türleriyle, atom-altı-öğeler alemindeki spin-polarizasyonelektromanyetik etkileşimler gibi temel kuvvetler arasında aktarım veya bağlantı oluşturacak yapısallaşmalara gerek vardır. Aksi takdirde moleküller alemi muhtaç oldukları kuantsal enerjiyi

53


temin edemezler. İşte mineraller bu tür görevleri yerine getiren ve bizlere hareketsiz gibi görünen sabit yapısallaşmalardır. • Örn. kuvars piezo-elektrisite özelliği gösterir. Yani minerale basınç uygulandığında mineralin uçlarında elektrik gerilimi (akımı) oluşur. • Örn. turmalin veya pirit piroelektrizite özelliği gösterir; yani ısıtılınca, mineral uçlarında elektrik gerilimi oluşur. Doğadaki her şey 92 kimyasal elementten oluşur. • 5 milyar yıl önceleri bu elementler sadece inorganik moleküller şeklinde birleşmişlerdi. (A) • 3 milyar yıl önceleri bakteri denilen canlıları oluşturan bileşimler de öncekilere eklendi ve böylelikle önceki zamanlara ait inorganik moleküller azaldı-değişti. (B) • 500 milyon yıl önceleri denizel canlıları oluşturan bileşimler de öncekilere eklendi ve önceki zamanlardaki organik ve inorganik molekül bileşimleri azaldı-değişti. (C) • 200 milyon yıl önceleri dinozorları oluşturan bileşimler de öncekilere eklendi ve önceki zamanlardaki organik ve inorganik molekül bileşimleri tekrar değişti. (D). • Tüm bu olaylar birer doğum-ölüm döngüsü olarak görülebilirler. Sonuç: • Madde bileşimlerinde gerçekleşen değişim-dönüşümler ardalanması (doğum-ölüm döngüleri) “zamanı” oluşturmaktadır. Maddeler ise, sürekli daha az enerji kullanılmasına yönelik yeni kombinasyon oluşumları şeklinde değişmektedirler. • 70-80 yıl önceki arabaların 100km’de 20 lt benzin yakarken, günümüz arabalarının 3-4 lt yakması örneğindeki gibi, “yeni bilgi” oluşumları ile daha az enerji kullanılması sağlanmaktadır. • Varlıklar bilgilere göre sürekli yeniden re-organize edilerek, tavuk-yumurta ilişkileri çerçevesinde yeniden düzenlenip, yeniden oluşturulurlar. Yani zaman dediğimiz olgu, gelişen bilgiye göre maddelerin tekrar re-organizasyonu sonucu oluşmaktadır. • Yani doğum-ölüm döngüleri sonucu oluşan madde bileşimleri re-organizasyonu zamanı oluşturmaktadır. Zaman = Enerji  Bilgi  Madde etkileşimleri sonucu oluşan değişim-dönüşümlerdir, reorganizasyonlardır, tavuk-yumurta döngüleridir. Ve reorganizasyonlar bilgi edinilerek oluşturulmaktadırlar.

Bilgi faktörü, • • • • •

Ateş-yakması bilinmeden, maden elde edilemez. Maden olmadan, motorlu aygıtlar üretilemez. Motorlu aygıt olmadan elektrikli aletler yapılamaz. Bu nedenle tüm oluşumlar, birbirleriyle karşılıklı bir bağımlılık ve bilgi alış-verişi, yani “heterarşik” bir bağ içindedirler. Her yeni oluşturulan eşya veya bilgi, onu takip eden bir başka şeyin oluşum koşullarını hazırlar. Aynı türde heterarşik ilişkiler doğadaki tüm oluşumlarda görülür.

54


• •

1- Atomlar olmadan, moleküller oluşturulamaz, moleküller oluşturulmadan, hücreler; hücreler oluşturulmadan bitkiler ve hayvanlar oluşturulamaz. 2- Bu nedenle “bilgi” dediğimiz enerjinin nerden nereye aktarılması verilerini yönlendiren olgu, zaman içinde sürekli geliştirilmek zorundadır. 3- Bilgi olgusu varlıkların kimyasal bileşimlerine ve fiziksel dokularına kayıt edilerek depolanıp-saklanır ve gelecek nesillere aktarılır. 4- Bu şekilde eksponansiyel (üssel) gelişim içinde olan bir “bilgi” sistemi ortaya çıkar.

Bilgi oluşumundaki üssellik evrensel ölçekte de mevcuttur. Chaisson’un “Energy Rate Density = Enerji Akış Yoğunluğu” hesaplamaları, evrensel düzeyde bilginin üssel geliştiğini ortaya koymaktadır. •

“Bilgi” faktörünün üssel (eksponansiyel) şekilde gelişmiş olması, bilgi’nin varlıkların en temel yapıtaşlarından kökenleniyor olmasını zorunlu kılar.

Çünkü: Eksponansiyel fonksiyonların türevleri hep eksponansiyel olarak kalırlar; bu matematiğin bir ilkesidir.

Şimdi varlıkların en temel yapıtaşları olan kuantsal sistemin (atom-altıöğelerin) bilgi ve bilinç sahibi mi olduklarına bakalım.

Fotonlar geçtikleri yerler hakkında bilgi toplayarak ilerler. Fotonlardan yararlanarak kemiği kırılmış bir ayağın, neresinin kırıldığını gözlemleyebiliyoruz. Yani bizler fotonlarla görürüz, fotonlarla işitiriz, fotonlarla çevremizle haberleşiriz, vs. Fotonlar dalga-boyu dediğimiz yap-yık adımlarıyla geçtikleri güzergahtaki tüm atomlarla etkileşiyorlar. Onlardan gelen foton-sinyalleriyle, kendi sinyallerini karşılıklı değerlendiriyorlar. Birbirleriyle uyumlu olduklarında, şiddetlerini artırıyorlar; birbirleriyle uyumsuz olduklarında şiddetlerini azaltıyorlar. Canlı veya cansız tüm varlıklar kuantsal öğelerle haberleşirler. Bizler günümüzde cep telefonlarıyla sesli veya görüntülü bir sürü karmaşık bilgiyi, binlerce km uzaklıktaki bir tanıdığımıza anında iletiyoruz. Bir resimde milyonlarca ufak ayrıntı var. Böylesine karmaşık bir bilgi yumağını fotonlar bir yerden bir başka yere aynen iletebiliyorlar. • Biz insanlar da kendi aramızda haberleşiyoruz. Ama evimizin bir odasındaki bir eşyanın yerini bile karşımızdakine anlatabilmekten aciz kalıyoruz. Öyleyse, bir insan mı daha bilgili ve becerikli, yoksa fotonlar mı? Peki biz insanlar mı daha çok bilgi tanımlayıp-aktarabiliyoruz, yoksa atom-altı öğeler mi? En tabandaki kuantsal öğelerin bilgili ve bilinçli davranmaları şeklinde başlayan daha ekonomik sistem oluşturma yarışları, milyarlarca yıldır sürmektedir.

55


Bu şekilde sürekli değişim-dönüşüm içinde olan dinamik bir doğal sistem ortaya çıkmaktadır. Dinamik sistemler "information & self-organisation" ilkelerine göre işlev görürler. Dinamik sistemlerde "information" kavramı, enerjinin nerden nereye akması gerektiği verilerinden oluşur. Enerjinin nerden nereye akacağı gerek kimyasal bileşimle, gerekse fiziksel dokuyla belirlenir. Dolayısıyla “bilgi” yapıya aktarılmış olur, yapıyla özdeştir.

Dinamik sistemlerin işleyiş kuralları önceki bölümlerde özetlenmişti ve ayrıntılı olarak Dinamik sistemler fiziği bölümünde ele alınacaktır. Varlıklar içlerindeki öğelerce yönlendirilirler. Çünkü Her varlık enerjisini içindeki öğeleri vasıtasıyla sağlar • Biz güç ve kuvvetimizi yediğimiz besinlerden alırız, ancak o besinleri yakıp bizim el veya ayaklarımızda kullandığımız enerji türlerine dönüştürenler, içimizdeki hücrelerdir • Tüm hücreler aminoasit denilen moleküllere bağımlıdırlar, onlar olmadan hiçbir iş yapamazlar. • Aminoasitler, CO2, H2O, NH3, gibi daha basit moleküllere bağımlıdırlar, onlar olmadan oluşamazlar, oluşturulamazlar! Sözün kısası: Hücreler dâhil tüm varlıklar enerjilerini içlerindeki bileşenlerinden (atom ve moleküllerden) alırlar, dolayısıyla onlara bağımlıdırlar. • Atomlar ve moleküller enerjilerini içlerindeki atom-altı-öğelerden alırlar, vs.. • Ve en temelde ise kuantum dediğimiz en temel enerji öğeleri bulunurlar ve doğadaki tüm varlıkların enerji kaynağını oluştururlar. Tüm bu tabana dayalı sistemler, information & self-organisation olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği ilkelerine göre oluşurlar ve hepsi bir alt seviyedeki “bilgilere” ek yeni bilgiler oluşturarak, daha ekonomik yeni üst-sistemler oluşturma yarışı içindedirler. Her varlık, doğada gerçekleşen değişim-dönüşümleri algılayıp, bunlara uyumlu hale gelebilmek için değişik taktikler uygulamaktadır. İnsanları oluşturan hücreler ise yorumlama yeteneğini artırma taktiğine ağırlık vermişlerdir. • duyu organlarına ayrılan bölge kahverengi ile, • hareket organlarına tahsis edilenler mavi renkte, • yorumlamaya tahsis edilen bölge ise beyaz renkte gösterilmiştir.

Bölge büyüklüğü hücre sayısını, hücre sayısı ise, o konudaki yeteneği artırır. Bir kedi insandan fazla zıplar, insandan iyi görür, insandan iyi koku alır, çünkü beyninde hareket, koku, işitme, görme gibi organlara tahsis edilen beyin hücreleri sayısı çok fazladır.

56


Ama kedi, insanlar kadar hayal üretemez, çünkü yorumlamaya tahsis edilen beyin bölgesi çok küçüktür, dolayısıyla hücre sayısı azdır.

İnsanı oluşturan hücreler ise, yorumlama konusuna o kadar önem vermişlerdir ki, bunun sonucu koklama, zıplama, görme, vs gibi yetenekleri körelmiştir. Ama buna karşın yorumlama, senaryolar üretme yeteneği son derece gelişmiştir. Bu nedenle bir-iki ufak veriden giderek binlerce farklı senaryo üretebilirler. Ancak: Biz insanların temel görevi sorunlarımızı çözecek fikirler üretmektir. Ürettiğimiz fikirler sorunlarımızın çözümüne yaramıyorsa, o zaman hiçbir değerleri yok demektir.

• •

• • • • •

Biz gelmekte olan bir felaketi (depremi, ani bir fırtınayı, vs) algılayıp canımızı kurtaramazken, diğer canlılar bu konuda daha başarılıdırlar. Peki kim daha bilgili ve bilinçli? İşe yaramayan binlerce senaryo üreten bir beyin mi, yoksa az hayal, ama çok gerçekçi hesaplama yapabilen diğer canlılar mı? Hücreler, oluşturdukları bedenlerin çevreye uyumlu olması için ellerinden geleni yaparlar Bir midye, azgın dalgaların egemen olduğu kayalıklar üzerie yapışacak ve o azgın dalgalara dayanabilecek bir kavkı yapar ve o ortamda yaşamayı başarır. Penguen hücreleri, dondurucu soğukların egemen olduğu ortamlarda, o buzlu koşullara uyum sağlayacak bir beden oluştururlar ve orada yaşarlar. Bir örümcek çelikten daha sert ve dayanıklı, aynı zamanda yapışkan ve elastik ince iplikçiklerden oluşan bir ağ yaparak, avlarını yakalamayı başarır ve yaşamını sürdürür. Böcek dediğimiz arılar + karıncalar sağlam toplumsal sistemler oluşturmuşlarken: Biz insanlar neden doğaya uyumlu ve huzurlu bir toplumsal sistem oluşturamıyoruz? Neyi yanlış yapıyoruz? Biçtiğini beğenmiyorsan ektiğine bakacaksın. Bir ülkede insanların iyi veya kötü olması, sistem gereği, devleti yönetenlerin ne ektiklerine bağlıdır. Çünkü, “Ağaç yaşken eğilmektedir ve ne ekilirse o biçilmektedir” Neyin ekileceğine ise devleti yönetenler karar verdiğine göre, bir insanın toplumsal sisteme zarar vermesinin suçu yöneticilere aittir; çünkü yöneticiler bireyi toplumsal sisteme sahip çıkacak şekilde eğitememişlerdir. Ne ekildiğine bakıldığında, “her kafadan bir ses çıkmamalı” şeklinde bir görüşün egemen olduğu görülür. • Burada yapılan yanlışlık, şudur: Her kafadan bir ses çıkmalı, ancak çıkacak sesler birbirlerini yok edici değil, birbirlerini tamamlayıcı olmalı. • Bireylerin ortak bir üst-sistem içinde birleşebilmelerinin ön koşulu, yaydıkları sinyallerin birbirleriyle uyumlu olması zorunluluğudur.

57


Bu iki koşulun önemini hücrelerimizin davranışından anlıyoruz.

Hücrelerin bir beden yaparken birbirleriyle konuşupanlaştıkları son çeyrek asırda ortaya konmuştur. (Popp 2002, Ho & Popp 1991). Hücrelerin anlaşıp-uzlaşmakta kullandıkları sinyaller (biyofoton) incelendiğinde, bunların “coherent wave” denilen çok uyumlu ve çok güçlü sinyallerden oluştukları saptanmıştır. Yani her bir hücre yapacağı işlemin diğer yapılanları tamamlayacak şekilde olmasına çalışmaktadır. Bireylerin yaydıkları sinyaller birbirleriyle uyumlu iseler - (aynı frekans, aynı polarizasyon) - etkileri üst üste çakışır ve çok güçlü bir sinyal ortaya çıkar, laser ışınlarında olduğu gibi. Tersi durumda, sinyaller birbirleriyle uyumsuz iseler, birbirlerinin güçlerini azaltırlar ve ortada güç denilen bir şey oluşmaz veya çok etkisiz olur. Hücrelerin beden denilen ortaklık sisteminin oluşturulmasında “coherent = uyumlu” sinyalleşme sistemi kullanmalarının nedeni budur.

Peki insanlar neden birbirlerinin yaptıklarını tamamlayacak şekilde çabalamıyorlar? Ortaklaşa bir şey yapabilmenin olmazsa-olmaz koşulu, yapılan işlemlerin birbirleriyle uyumlu olması, bir bireyin yaptığı işlemin diğer bireyin yaptığı bir işlemin etkisini yok etmemesidir. Canlıların bir karar alırken nelerden etkilendiklerini, neleri dikkate aldıklarını araştırmak amacıyla yaptıkları bir araştırmada, Brunton ve diğ. (2013) çok ilginç bir sonuçla karşılaşırlar: • Gerek insanların, gerek farelerin, çevrelerindeki gürültü-parazit vs. olarak adlandırdığımız İngilizcede “noise” olarak adlandırılan bir faktörden etkilenerek bir karara vardıkları ortaya çıkmıştır. • “Noise” denilen çevresel sinyaller, ortamdaki tüm varlıkların yaydıkları sinyallerin bileşkesidir. • Beyinlerimizdeki hücreler doğru karar verebilmek için, tüm varlıkların yaydıkları sinyalleri dikkate almaktadırlar. • Dolayısıyla toplumsal kararların alınmasında da tüm insanların seslerini duyurmaları ve yöneticilerin de bu sesleri dikkate almaları şart ve gereklidir! Doğadaki her varlık şeklini-yapısını, ortamdaki enerji düzeyine göre ayarlar. Ortamdaki enerji düzeyinin skalasını ise “noise” dediğimiz sinyaller çorbası oluşturur. Bu nedenle “noise” yapısallaşma oluşumunda en önemli veri kaynağı olmuş olur. Noise = etherdir. Bu nedenle “noise” denilen çevresel gürültü +parazit sistemi varlıkların çevrelerini algılamalarında ve değerlendirmelerinde çok önemlidir.

58


Dinamik sistemlerde üst-sistem içinde geçerli olacak “order parameter =düzen-ölçütü” denilen ve toplumsal sistemlerde “ANAYASA” olarak tanımlanan kuralların oluşturulmasında, her bireyin (ortaklığa katılacak her varlığın) görüşünü bildirmesi zorunluluğu vardır. Her kafadan bir ses çıkması, bu açıdan çok çok önemlidir ve ‘olmazsa-olmaz’ niteliğindedir. Her şey, güç ve kuvvetin nerden kaynaklandığının bilinmesine bağlıdır. Statik sistemde güç ve kuvvetin tepedeki birilerinde olması gerektiğine inanılır. O durumda tepedekiler sizi istedikleri gibi yoğururlar. Dinamik sistemde güç ve kuvvet varlıkların iç-bileşenlerindedir; yani 1080 (10 üzeri 80) gibi bir sayıda atom-altı-öğeye dağıtılmış durumdadır. Onlar karşılıklı anlaşıpuzlaşmalarla birleşerek güç-kuvvet ortaklıkları (atom-molekül-hücre-vs.) yaparak doğayı oluştururlar. Onlar doğanın sahipleridir. • Her şey “sahiplik” konusuna bağlı. Doğa ve dünyanın sahipliğini tepedeki bir “efendi”ye bağlarsanız, toplumunuzun da efendilerce sahiplenilip, yönetilmesini kabullenmiş olursunuz. (A) Doğa ve dünyamızın sahipliğini en tabandaki kuantsal sisteme bağlarsanız, toplumunuzu siz sahiplenmeye başlarsınız (B). Bizler, tepedeki yöneticilerin asırlardır ektiklerinin ürünleriyiz. Birbirlerimizle anlaşıpuzlaşamıyorsak, bunun tek sorumlusu tepedekilerin asırlar boyunca ektiklerinin hatalı olmasıdır. Onlar bizlerin pasif olmamızı, tepedekilerin emirlerine-kurallarına uyacak şekilde davranmamızı istediler. Doğada her varlık aktif olmak zorunda olduğundan, tepedekilerin yanlış doğal sistem anlayışı bizleri pasifliğe sürüklemiş, biz insanları kötürümleştirmiştir. Doğa ve dünya kendi kendini düzenleyen ve örgütleyen yaşayan, canlı bir sistemdir. Bu örgütlenme bilgi oluşturularak ve karşılıklı olarak ortak bilgi-tabanında anlaşılıp-uzlaşılarak yapılmaktadır. İnsanlar da bu canlılık sistemi içinde bizzat aktif olmak zorundadırlar. Doğal sistemden çıkartılacak bir ders: Bir odanın tavanına ince-uzun bir iplik bağlayıp, ipin alt ucuna tabana değecek derecede bir çekül bağladınız. Bu sistemin çevredeki hava cereyanlarından etkilenmemesi ve çekülün hep graviteye uygun olarak yermerkezine doğru yönlenmesini kolaylaştırmak için camdan bir korumaya aldınız. Çekülün sivri ucunun gösterdiği noktayı bir kalemle hassas şekilde işaretlediniz. Birkaç gün sonra çok yakınınızda büyük bir volkan patladı ve çok yüksek bir dağ oluştu. Şimdi çekülünüzün sivri ucunu altındaki zemin üzerinde tekrar

59


işaretleyecek olursanız, çekülün yeni oluşan dağ yönünde bir sapmaya uğradığını görürsünüz. Sonuç: • Doğadaki dinamik sistemde her varlık, kendi varlığını, kendine has bir sinyal yayarak çevresine bildiriyor, diğer varlıklar da, çevrelerindeki tüm sinyalleri (noise = gürültü) algılayıp değerlendirerek bir karar alıyorlar ve davranışlarını ona göre belirliyorlar. Her şey varlıkların çevrelerini algılamaları ve çevredeki değişim-dönüşümlere tepki vermelerine, yani bilgi oluşturmalarına göre gelişiyor. • Beyinlerimizdeki hücreler de aynı yöntemi uygularlar. Biz insanların da aynı yöntemi uygulaması, alacağımız kararların “doğru” olması için gereklidir. Bu nedenle de çevremizdeki insanların görüşlerini dile getirip, çevresindekilere duyurması, alacağımız kararların doğru olması açısından şart ve gereklidir. Devlet işlerini yürütmek üzere seçilenler, halkın pasif davranışlı olmasını, verilen emir ve yönlendirmelere uygun davranmalarını beklerler. Ama yukarıda açıklandığı üzere, doğada otoriter bir sistem geçerli olmadığından, TBÖ başlığı altında sıralanan sorunlar kaçınılmaz olurlar ve bireyler ister istemez ayaklanırlar. Geziparkı gibi olaylar patlak verir. Ne yöneticiler, ne de başkaldırıda bulunan halk doğal sistem işleyişini bilmediklerinden, karşılıklı olarak birbirlerini suçlamaya, birbirleriyle çatışmaya başlarlar. Halkın direnişi özde haklıdır, ama haklılıklarını doğal sistem ilkelerine göre savunmayıp, karşılıklı güç-gösterilerine dönüştürünce şu durum ortaya çıkar: • Ya, bozuk sistem gereği, güç-ve kuvvet tepedekilerde olduğundan mücadeleyi genellikle tepedekiler kazanır ve sistem aynı şekilde devam eder. • Ya da, eylemciler yeterli destek bulurlarsa tepedekileri pes etmeyi başarırlar; bu defa tepeye yeni bir lider gelir. Ama yeni gelen lider de DOM-sisteminden habersiz olduğundan, (TBÖ) tepeye-bağımlı-örgütlenme-hastalıkları devam eder; ve bu kısır döngü de hep böyle sürer gider. İşte üzerinde durup, düşünmemiz gereken nokta budur. • Hücrelerimiz bizi bu doğa ve dünya koşullarına uyum sağlamamız için böylesine yorumlayıcı bir beyinle donatmışlardır. • Dolayısıyla bizlerin oluşturacağı senaryolar, yaşadığımız doğa ve dünya koşullarına nasıl iyi uyum sağlayıp, nasıl daha rahat bir düzen oluşturmamıza yönelik olmak zorundadır. • Toplumsal sorunlarımız başımızdan aşmışken, • Dünyamızdaki ekolojik sistem çökme noktasına gelmişken, • Karadelikler, big-bang’lar, öteki-dünyalar gibi hayali senaryolarla uğraşmak abesle iştigaldir; çünkü hücrelerimiz bizim yorumlama yeteneğimizi, bu dünyaya uyum sağlamak, bu çevre koşullarını algılayıp, uygun senaryolar üretmek için oluşturmuşlardır! • Başka dünya hayalleri kurmak için değil! • Biz insanların temel görevi sorunlarımızı çözecek fikirler üretmektir. Ürettiğimiz fikirler sorunlarımızın çözümüne yaramıyorsa, o zaman hiçbir değerleri yok demektir. Hayat sistemimizin kurgusunu oluşturmak, kralların, liderlerin elinde ve yetkisinde değil, sizlerin elinde ve yetkisindedir. Temel hayat görüşlerinde tabana dayalı olma, her şeyin sahipliğini ve sorumluluğunu tabandakilere yayma gibi bir düşüncenin olmadığı sistemlerin, toplumsal sorunları çözecek bir formül bulmaları olasılığı da elbette yoktur.

60


Bu nedenle ne sağcı, ne de solcu partilerin toplumsal sorunlarımızı ortadan kaldıracak ve doğal sisteme tamamen uyumlu bir toplum yapısı ve örgütlenmesi oluşturmaları asla mümkün değildir. • DOM-sisteminin insanlığa sunacağı en önemli katkı şu olacaktır: Kralların-liderlerin bakış açılarına göre yetiştirilmiş insanlar, toplumun (devletin) sahibinin kendisi ve diğer vatandaşlar olduğundan habersiz olarak hayata baktığından, yaptığı işlere hile katarlar; ürünler (ve işlemler) insan ve çevre sağlığına zararlı olarak piyasaya çıkar. • Herkes birbirine (ve çevreye) zarar verecek bir yaşam içine girer. Kanserojen maddelerden, stresten, sinirden mahvoluruz, dünyamız cehenneme dönüşür. • DOM-sistemi bilgileriyle yetişen bir insanlık, tüm bu gibi geleneksel hastalıklardan arınmış olarak yaşama bakacağından, dünyamız yaşanılacak ideal bir ortama dönüşür! • Geleneksel yönetimler statik sistemli doğa görüşüne uygun tepeye bağımlı bir düzen oluşturmuşlar ve para dediğimiz toplumsal güç kaynağını tepedekilerin idaresine bırakmışlardır. • Bir toplumda iş yapan, üreten kesim, çoğunluk olan halktır. Devlet, halktan aldığı vergilerle kasasını doldurur. Lider adına para bastırılır ve bu parayla devlet işleri yürütülür. Devlet işlerinin yürütülmesinde bürokrasi çarkı kullanılır. Bürokrasi çarkındakiler (polis-asker-memur) paralarını tepedeki liderlik sisteminden aldıklarından, halkı değil, paralarını ödeyen tepedekileri koruyacak şekilde davranırlar, zaten tüm yasa ve yönetmelikler de devlet yönetimini koruyacak şekilde çıkarılmışlardır ve bürokrasi çarkı güya yasalara uygun davranmaktadır! Yasaları yapanlar da, parayı basanlar ve güç-kuvveti elinde bulunduranlar da, hep tepedekilerdir. • Teknolojik gelişimler nedeniyle devletler arası sınırlar kaybolmaya başlayınca, ticaret dolayısıyla para etkisi- uluslar arası düzeye çıkmıştır. Bunun sonucu da, büyük sermaye sahipleri dünyayı yönetecek güce kavuşmuşlardır. • İşleri yürüten, enerji (güç-kuvvet) toplayıp biriktiren tabandaki halktır, ama toplumsal hayatın enerji kaynağını –parayı- elinde tutan ve yönlendiren tepedeki liderlik sultası veyahut finans kuruluşlardır. Ve böyle bir sistem doğada yoktur ve sadece insanlara mahsustur! • Doğadaki tüm güç ve enerjilerin kaynağı en tabandaki kuantsal sistemdedir. Ve bu uyumsuzluk tüm TBÖ hastalıklarının nedenini oluşturmaktadır. ► Doğal sistemde tepeye (liderliğe) bağımlı sistemler değil, tabana dayalı sistemlerin var olduğuna dayalı tek hayat görüşü DOM-dur. Bu özelliği nedeniyle tüm toplumsal sorunları çözecek bir formül oluşturmaktadır. Dünyamızda mevcut tüm diğer sistemler ise, tepeye bağımlıdırlar ve bu nedenle toplumsal sorunları çözmek bir yana, tüm toplumsal sorunların kaynağını oluşturmaktadırlar. Bu nedenle DOM (Doğadaki Oluşum Mekanizması) haricindeki görüşler neden insanlığın sorunlarını çözemez? sorusu yanıtlanmış olmaktadır.

61


Özetle: Statik Sistemde

Dinamik Sistemde

Yaratıcı varlıklardan ayrıdır ve çok büyüktür.

Yaratıcı varlıklarla iç-içedir ve kuantsaldır.

Doğum bu dünya hayatına başlangıç, ölüm öteki dünyaya geçiştir.

Hayat doğum-ölüm döngülerine dayalı ergonomik yapılar oluşturma yarışlarıdır.

Zaman yaratıcının ömrüne endeksli sonsuzluktur.

Zaman varlıkların bileşimlerindeki değişim aşamalarıdır.

Etkileme tepeden tabanadır, yani kararlar tepede alınır.

Karşılıklı etkileşim söz konusudur, yani kararlar ortaklaşa alınır.

Yaratıcı süper-insansı olup, sadece peygamberlere görünür.

Yaratıcı evrensel ölçekli kuantsal enerji sistemidir.

Bilgi peygamberlerle gönderilen kitaplarla duyurulur

Bilgi her varlığın kimyasal bileşimine kayıt edilerek sürekli yenilenir ve aktarılır.

Can (Ruh) varlıkların dışındaki yaratıcıdan kaynaklanır.

Can (Ruh) her varlığın içindeki bileşenlerindedir.

62


4- BİR DOGMANIN ÇÖKÜŞÜ-

Şimdi, 1960’lı yıllarda başlayan ve günümüzde hala devam eden bir bilimsel görüş değişiminin kısa bir hikayesi verilerek, hem kafalarımızdaki görüşlerin zamanla nasıl değişeceği, hem hayatımızın nasıl kökten değiştirilebileceğini gösterip, toplumsal temel sorunlarımızdan bir olan Sinop-Akkuyu nükleer santralleri konusuna kadar inilerek, farklı konuların nasıl bir ilişkiler yumağı içinde olduğu açıklanmaya çalışılacaktır. "Life Is Nothing But Chemistry = hayat kimyadan başka bir şey değildir." şeklinde olağan-üstü bir hayat tanımı yapan bir fizik profesörünün bilimsel düşüncelerimizi kökünden değiştirecek bir özet bilgi sunulacaktır. Ama önce genel bir DOM-önbilgisi sunalım. Doğa bilimlerindeki araştırmalar sonucu son çeyrek asırda ortaya çıkan ve “information & self-organisation = bilgilen ve örgütlen” şeklinde özetlenen dinamik sistemli doğa görüşü (Haken 2000), doğadaki tüm oluşum ve gelişimlerin tabana dayalı şekilde ve de tabandaki bu öğelerin karşılıklı etkileşimleriyle, rezonansa girerek gerçekleştiğini ortaya koymuştur. En tabandaki öğelerin de atomlar alemi olarak bilinen atom-altıöğeler dünyası olduğu yine fiziksel-kimyasal araştırmalarla gösterilmiştir. İnsanlık ise binlerce yıldır, doğadaki tüm oluşumların tepedeki bir güç sistemine bağlı olarak oluşup-geliştiği şeklinde statik sistemli bir doğa görüşüne saplanmıştır. Daha 2-3 asır öncelerine kadar doğadaki her şeyin, bir “Olağan-Üstü-Güç =OÜG” sistemi tarafından “hava + su + toprak + ateş = 4 temel öğenin” karıştırılmaları sonucu oluşturulduğu görüşü egemendi. Bu OÜG’ün: ► “omni-potent =her şeyi yapabilen” ►”omni-scient = her şeyi bilen” ►”omni- present = her yerde bulunan” gibi olağan-üstü özelliklere sahip olduğuna inanılır. 2 asır önceleri bilgi düzeyinde gelişmeler olur ve bu dört temel öğenin de daha küçük atom denilen temel kimyasal elementlerden oluştuğu ortaya çıkar. Ama statik sistemli doğa görüşü yine geçerlidir ve her şeyin bu atomların birbirleriyle karıştırarak yapıldığına inanılmaya başlanır. Yani, atomlar bilinçsizdir ve: ►ya rastgele olarak çarpışırlar ve ortaya çıkan moleküller-maddeler “Olağan-Üstü-Güç =doğal-seçici” tarafından seçilirler; ►ya da, OÜG onları kendine göre kombinasyonlara sokarak, doğayı oluşturmaya devam eder.

63


İnsanlar tepeden yönlendirmeli statik-sistemli doğal görüşüne öylesine saplanmıştır ki, doğada hiçbir değişim-dönüşümün, varlıkların kendi iradeleriyle oluşabileceğini akıllarının köşesine bile getirememiştir. Doğadaki bu sabit-yapısal kabullerin en önemlilerinden biri, Lavoisier (1743-1794) kanunu olarak bilinen, elementlerin sabitliği yasasıdır. Doğadaki maddelerin atom denilen kimyasal elementlerden oluştuğunun anlaşılmasından sonra, “doğada hiçbir şey yoktan var edilmez, var olan bir şey de yok edilemez, yani doğada belli sayıda kimyasal element vardır ve tüm maddeler bu belli sayıda kimyasal elementin kombinasyonlarıyla oluşur” şeklinde bir yasa tanımlanmıştır. Yaklaşık bir asır öncesine kadar bu kanun geçerli olur ama radyoaktivitenin keşfiyle ilke, biraz değiştirilir, çünkü Uranyum gibi radyoaktif maddeler sabit kalamayıp, kurşun gibi daha hafif elementlere dönüşürler ve azalan kütle miktarına denk gelecek şekilde E=mc2 formülü uyarıca enerji açığa çıkar ve nükleer enerji dediğimiz enerji türü oluşur. Yasa ise “enerjinin korunması yasasına” dönüştürülerek, fizik anlayışında bir düzeltme yapılır. Bu fizik-kimya görüşü tüm dünyada egemen olmuş, günümüze kadar da devam etmiştir. Bu temel görüşe uyularak, kimyasal elementlerin oluşumlarının, big-bang denilen bir ilk patlama ile başlayıp, daha sonra yıldızlar içindeki nükleer tepkimeler sonucu oluştuğu ve yıldızların patlamalarıyla da, çevreye yayıldığı, dünyamız gibi gezegenleri oluşturan maddelerin bu tür yıldız patlamalarından oluşan kimyasal elementlerce oluşturulduğu görüşü bilim dünyasının bir dogması haline gelmiştir. Yani dünyamızı oluşturan Ca, Si, Fe, K, Na, vs gibi kimyasal elementlerin miktarı ve birbirlerine göre oranları sabittir. Dünyamızdaki değişim-dönüşümler, bu elementlerin miktarlarında bir azalma veya artmaya yol açmazlar. Yani OÜG doğada belli oranda kimyasal element oluşturmuştur ve bu elementlerin birbirleriyle çarpışmalar vs. gibi bilinçsiz hareketleri sonucu farklı moleküller veya daha üst sistemler oluşurlar ve OÜG bunlardan iyi olanlarını seçer! Tüm bu olayları tersine çevirecek yeni bir bakış açısının temelleri 1960lı yıllarda L. Kervran adlı bir Fransız fizik profesörünün, günümüzde Low energy nuclear reactions (LENR) (=düşük enerjili nükleer reaksiyonlar) olarak bilinen ve tehlikesiz nükleer enerji elde etme yöntemi olarak yoğun araştırmalar yapılan bir konuda gözlemler yayınlamasıyla başlar. (“Transmutations Biologique, Transmutations à la faible énergie”) Kervran, kimyasal elementlerin illa yıldız gibi çok yüksek basınç ve sıcaklık değerleri altında değil, normal dünya koşullarında düşük-enerjili çekirdek reaksiyonları (Low energy nuclear reactions= LENR) şeklinde de gerçekleştiğine dair gözlemler-veriler sunmaya başlar. Böyle bir sıra-dışı görüşü ortaya atmasına neden olan faktörler arasında şu gözlem ve veriler bulunur:

64


►1: Taze meyveler ile kurutulmuş meyvelerde demir ve bakır elementlerinin oranlarında anormal artışlar saptanmıştır. Demir oranı --- Bakır oranı Taze incir 1.5 ---- 0.06 Kuru incir 3.0 ---- 0.35 Taze şeftali 0.4 ---- 0.05 Kuru şeftali 4.0 ---- 0.26 Artış her iki elementte de olduğuna göre, bunlar başka elementlerden dönüştürülmüş olmalıdır. ►2: Kervran yulaf tohumlarını önceden analiz eder ve K, Ca, Mg oranlarını saptar. Sonra o tohumları saf-su içinde filizlendirip-büyütür ve büyümüş bitkideki element miktarlarını tekrar saptadığında, (K) miktarında -0.033 gram azalma, (Ca)-miktarında +0.032 gram artma, (Mg) miktarında -0.007 gram azalma olduğunu görür ve potasyumdaki azalma miktarının kalsiyumdaki artma miktarına çok yakın olduğu gerçeğine dayanarak, şeklinde bir transmutasyon (element dönüşümü) gerçekleşmiş olması gerektiğini ileri sürer. Element --- Yulaf Tohumunda --- Yulaf Bitkisinde --- Fark Potasyum (K) 0.113 ---- 0.080 ---- -0.033 Kalsiyum (Ca) 0.027 ---- 0.059 ---- +0.032 Magnezyum (Mg) 0.031 ---- 0.024 ---- -0.007 ►3: Eklem-bacaklılar grubuna ait çoğu canlılar (yengeçler, kerevitler, ostrakodlar, vs) büyüdükçe kavkılarını değiştirmek zorundadırlar. Roscoff deniz araştırmaları laboratuarında, kerevitler, Ca elementinden kimyasal olarak arındırılmış ortamda yetiştirildiklerinde, yine de kavuklarını kusursuz şekilde oluşturdukları saptanmıştır. Yaşadıkları su ortamında kavkılarının yapımında kullanılan Ca (kalsiyum) elementi bulunmadığına göre, hayvan gerekli Ca elementini, başka elementlerden üretmiş olmalıdır. ►4: Demir elementinden yoksun ortamlarda yaşayan bakterilerin, ortama biraz mangan-tuzu ilave edildiğinde, kısa bir süre sonra ortamda demir-oksit oluştuğunu fark eder, ►5 Papatyaların kireçsiz ortamlarda iyi geliştiğini ve bu bitkilerde kalsiyum oranının çok fazla olduğunu fark eder. Bu fazla Ca nerden kaynaklanır diye merak eder. ►6: Subtropik bölgelerdeki telegraf telleri üzerinde gelişen ve sadece hava ve su ile beslenen tillandsia bitkisi kurutulup-yakıldığında, külünde 17 % demir, ve 36 % silis bulunduğu görülür. Bakır teller üzerinde yaşamasına rağmen külünde hiç bakıra rastlanmaz.

65


►7: Tavuklar yumurtalarının kabukları için Ca elementine muhtaçtırlar. Kervran, kalsiyumlu mineral içermeyen ortamlarda (örneğin granitik bir zemin üzerinde) yaşayan tavukların yumurta kabukları için gerekli kalsiyumu nerden sağladıklarını merak eder ve tavukların granitik zeminde bulunan mika minerallerini yediklerini fark eder. Mika minerallerii (K) potasyumca zengindirler. Tavukların bu mikadaki potasyumdan kalsiyum elde ettiklerini düşünür. Tavukları mika minerali dahi bulunmayan ortamlara yerleştirdiğinde, yumurta kabuklarının çok incelip-yumuşaklaştığını görür. Bu deneylerden sonra da, de şeklinde bir element değişim-dönüşümü gerçekleşmiş olması gerektiğini ileri sürer. Kervran’ın çalışmalarını takdir eden bilim adamları de elbette olmuştur. Bunlardan H. Maruyama adlı Japon bilimci, 1975 yılında Kervran’a fizyolojitıp alanında Nobel ödülü verilmesi teklifini yapmışsa da, söz konusu toplum baskısı nedeniyle, teklif değerlendirmeye alınmamıştır. Üstüne üstlük, 1993 yılında Kervran adı, “"improbable research = olanaksız araştımalar” yaptığı gerekçesiyle, “İg Nobel” alan insanlardan biri olarak alay konusu edilmiştir. Tenkit edenler arasında meşhur astrofizikçi Carl Sagan da yer alır ve Kervran içim şöyle der: ““The types of reactions which you are proposing are quite impossible in ordinary chemistry. . .I would strongly suggest that you read an elementary textbook in nuclear physics. = Sizin öngördüğünüz şekilde bir tepkime kimyasal olarak olanaksızdır. Nükleer fizik konusunda sizin temel ders kitapları okumanız gerekir. ” Sagan gibi düşünenler, Kervran’ın Low energy nuclear reaction=LENR kavramını hiç dikkate almayıp, çekirdek reaksiyonlarının mutlaka yüksek basınç ve sıcaklı etkisi altında E=mc2 formülüne göre geçekleşeceği dogmasına dayanmaktadırlar. Tepkimede 0.008 a.m.u. kütle açığa çıktığını belirten itirazcılar, 6 gramlık bir yumurta kabuğu için gereken kütlenin E=mc2 formülüne göre 50 000 000 kJ gibi muazzam bir enerji açığa çıkaracağını, bunun ise, bırakın tavuğu, tüm çevresini bir ateş topuna çevireceğini belirterek, Kervran’ı sürekli aşağılamışlardır. İnsanların sadece kendi kafalarındaki fikirleri “doğru” kabul edip, başkalarının düşüncelerini ret etmeleri, insanlığın en büyük dramıdır; çünkü dinamik doğada işler, öğelerin karşılıklı etkileşimleriyle, rezonansa girerek gerçekleşmektedir. İnsanların doğal sisteme ters düşen bu davranışları, ekolojik toplumsal birlikler oluşturulamamasının tek nedenidir. Şimdi Kervran’ın LENR temel konulu görüşünün tarihsel süreçteki gelişimini görelim. “Biological transmutations” terimi Louis Kervran adlı bir Fransız fizikçi tarafından ilk defa 1962 de ortaya atılır ve 1982’ye kadar sürekli olarak savunulur. Bilim dünyasında egemen olan dogmatik görüş, doğada kimyasal element oluşumunun ancak yıldız içlerinde muazzam basınç-ve-sıcaklık etkileri altında oluştuğunu ve dönüşüm sonuçlarında ortaya çıkan kütlenin de E=mc2formülüne göre muazzam bir enerji açığa çıkarması gerektiğini,

66


böyle bir enerjini ise görülmediğini, dolayısıyla biyolojik veya normal laboratuar koşullarında element-dönüşümlerinin mümkün olamayacağını öngörür. Kervran bir fizik profesörüdür ve bilim dünyasında egemen olan dogmatik görüşün bilincindedir. Bu nedenle, “düşük-enerjili-çekirdektepkimeleri = low-energy-nuclear-reaction = LENR” adını verdiği bir başka etkileşim sisteminin söz konusu olması gerektiği şeklinde yeni bir görüş ortaya atar. Kervran (1982) daha birçok örnek vererek, canlıların bedenlerinde kimyasal elementleri, ihtiyaçlar doğrultusunda birbirlerine dönüştürdüklerini iddia eder. Örn. hiç kireçli mineral bulunmayan ortamlarda yaşayan tavukların, yumurtaları için gerekli kireç malzemesini, mika gibi (K) elementi içeren minerallerdeki potasyumu kalsiyuma dönüştürerek sağladıklarını; mika yemekten mahrum bırakılan tavuklarda, yumurta kabuklarının sertliklerinin kaybolup, ince-yumuşak hale dönüştüklerini gözlemleyerek, doğada element dönüşümü yeteneklerine sahip oldukları görüşünü yıllarca tekrarlar. Kervran, bu olağan-üstü görüşlerinin bilim dünyasında kabul gördüğünü göremeden 1983 yılında ölür. Söz konusu dogmatik görüş tüm dünyada devam ederken, 1989 yılında,Fleischmann ve Pons adlı iki bilimci normal laboratuar koşullarında, (H2O) nun ağır-versiyonu olan ve ağır-su olarak bilinen D2O’daki deuterium’u Helium elementine dönüştürerek enerji elde ettiklerini ve coldfusison veyahut LENR sistemiyle element-dönüşümlerinin mümkün olduğunu iddia ederler. Onların gelecekte çığır açacak bu iddiaları da bilim dünyasınca aforoz edilir ve cold-fuison deneyleri yapmak isteyen bilim insanlarına hiçbir destek verilmez, üstelik aşağılayıcı-dışlayıcı yaklaşımlara maruz kalırlar. Ama yine de bu hor-görülen insanların bir kısmı LENR deneylerine devam ederler. Bu araştırmacılardan biri, deniz yosunlarının sodyum ve oksijeni kaynaştırarak potasyum oluşturdukları şeklinde araştırmayı yapan HisatokiKomaki’dir (1993). Komaki’nin bu görüşü, P,T. Pappas’ın 1998 yayınıyla pekiştirilir. “Electrically induced nuclear fusion in the living cell” adlı yayınında Pappas, hücreler içindeki Na - K oranı değişimlerinin, şimdiye dek kabul edildiği gibi hücre dışından hücre içine “sodyum-potasyum pompalanmaları” şeklinde değil de, 11Na23 + 8O16 + Electrical Energy + ATP Energy  19K39, şeklinde bir hücre içi element dönüşümü ile gerçekleştiğini ıspatlar.

Yani hücre içinde sodyumla oksijenin kaynaştırılmasıyla potasyum elde edilebilmektedir.

67


Vysotski ve Kornilova (2010) sadece bitki ve hayvan hücrelerinin değil, bakteri gibi çekirdeksiz ilkel hücrelerin de kimyasal elementleri birbirlerine dönüştürebildiklerini gösterirler. Bakterilerin bu element dönüştürme işlemlerinde “microbial catalyst transmutator = mikrobik katalizör dönüştürücü” adını verdikleri simbiyotik (ortaklık) ilişkilerinin de önemli rol oynadıklarını ortaya koyarlar. Uranyum gibi ağır elementlerin parçalanması (yani fizyon yöntemi) ile elde edilen nükleer enerji santralleri, insan hayatı için çok tehlikeli radyoaktif madde artıkları ürettiklerinden, hafif elementlerin birleştirilmesi (yani fuzyon) yöntemi ile enerji üretme hedefli araştırmalara ağırlık verilmesi insanların temel amacını oluşturmaktadır. Ama yukarıda sözü edilen dogmatik görüş çevresinde birleşen “geleneksel baskılı” yöneticiler, TOKAMAK- projesi gibi çok yüksek basınç ve sıcaklık etkisi altında (yani hot fusion) koşullarında enerji üretecek yeni santral modelleri oluşturma çalışmalarına yatırım yapılmasını tercih etmişlerdir. 2013 yılı itibariyle de 90 milyar doların üstünde bir kaynak bu tür projelere harcanmıştır (Sapogin & Ryabov, 2013). “Cold fusion” olarak bilinen LENR araştırmaları yapanları ise aşağılayıp-aforoz etmişler ve hiç destek vermemişlerdir. Bu konuda kamu baskısı öyle yaygındır ki, ansiklopediler LENR (cold-fusion) konusuna bir paragraf ekleyecek yer ayırmazlar, örn. Encyclopedia Britannica 2001. Yıllar geçtikçe, dogmatik baskılara rağmen sağ-duyulu bilim-insanlarının sesleri yükselmeye devam eder ve ►Schapiro, Ernest, 2012: Are Nuclear Processes In Biology Unique? 21st Century Science & Technology Spring-Summer, 45-55. ►Sapogin L.G. & Ryabov Y.A. 2013: Low Energy Nuclear Reactions (LENR) - and Nuclear Transmutations at Unitary Quantum Theory International Journal of Physics and Astronomy, Vol. 1 No. 1, gibi LENR olayını konu alan uluslar arası yayınlar “cold-fusion” araştırmacılarına yapılan maddi ve manevi baskıların sona ermesinde rol oynarlar. 2010lu yıllardan sonra insanlığın enerji sorununun çözümü için LENR deneyleri desteklenmeye başlanır. Bu destekleyici kuruluşlar arasında Lockheed Martin, Brillouin Energy, Andrea Rossi, gibi büyük endüstri kuruluşları da yer yer alılar ve önümüzdeki 5-10 yıl içinde zehirli nükleer atık sorunu olamayan, çevre-dostu nükleer enerji reaktörlerinin hizmete gireceği gibi ferahlatıcı mesajlar duyulmaya başlanır. Bu kuruluşlardan bazıları daha şimdiden ilk LENR-sistemli enerji üreticilerini hazırlamışlardır, örn Rossi’nin e-CAT ürünü. Ama her zamanki gibi, “Rossi” ve “Industrial Heat“ şirketleri arasındaki hak-paylaşım sorunları nedeniyle ürünün geliştirilmesi ve piyasaya sunulması geciktirilmektedir.

68


Günümüzde, “LENR” yazıp, internette araştırma yaptığınızda, yüzlerce araştırma sonucu ile karşılaşırsınız. Çoğu devletler bu konularda kendi araştırmalarını yürütmektedir, çünkü üretilecek aygıt, klasik nükleer enerji reaktörleri gibi devasa alanlar kaplayan büyük fabrikalar değil, bir-kaç metre-küplük küçük boyutlu aletlerdir. Bu aletlerin yapılması genelde palladium veya nikel gibi elementlerin katod olarak kullanıldığı “ağır-su” (deuteriumlu-su) elektroliz aletleri oluşturma prensibine dayanır. Temel zorluk ise, bu elektroliz aletinde kullanılacak “katalizörlerin” tam net olarak henüz bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Devletler-toplumlar zenginler kulübü diyebileceğimiz ağalar, holdingler, bankacılar, vs gibi parayı kontrollerinde tutan bir zümre tarafından yönetilmektedir. Günümüz dünyasının temel enerji kaynağı petrol-doğal gaz ürünlerinden oluşmakta, bu ürünler de yine “zenginler kulübü” denetiminde bulunmaktadır. Bilimsel dergiler dahil, tüm gazeteler ve diğer medya kuruluşları para-babalarının ellerindedir. Ve bu yayın-organları, toplumun sevk ve idaresinin hep kendi tekellerinde olmasını isterler ve bunu tehlikeye sokacak her girişimi engellerler. Petrol ve doğal gaz gibi ham-madde kaynakları tükeninceye kadar, bu zenginler kulübü LENR gibi çok ucuz bir enerji kaynağının piyasaya çıkmasını engelleyici-geciktirici faaliyetlerini sürdüreceklerdir. Okuyuculara burada bir uyarıda bulunmak gerek: Artık hiçbir fizikçi, 2030 sene önceki gibi, LENR olgusu yanlış demiyor-diyemiyor, çünkü dayandıkları ►1- Lavoisier-kanunu (dogması) ve ►2- Elementların sadece yıldız içi gibi çok yüksek basınç ve sıcaklık koşullarında oluşturulabilecekleri dogmatik görüşü artık çökmüş durumdadır. Tüm fizikçiler normal laboratuar koşullarında LENR yöntemiyle elementdeğişim-dönüşümleri olabileceğini artık kabul etmektedirler. Ama bu konuda pasif bir engelleme, geciktirme söz konusudur. Bu da yine tepeye-bağımlı-örgülenme (TBÖ) hastalığı sonucudur, çünkü onların geçim kaynağı da para-babaların elindedir. Bu nedenle DOM-görüşünün yaygınlaştırılıp- insanlar zombileşmiş durumlarından kurtarılmadıkça, bu sömürü düzeni devam edecektir. Artık DOM-görüşünün yararı hakkında daha ne demek gerekir ki, uyanma başlasın? Yani makalemizin başında sözünü ettiğimiz dogmatik görüş artık iflas etmiştir, ama bu iflasın henüz tam farkına varılmamıştır, Bu açıdan ülkemizin enerji sorununun çözümü için Sinop ve Akkuyu’da yapılması planlanan klasik nükleer enerji santrallerine harcanan ve harcanacak olan paraların, mantıklı mı, mantıksız mı olduğuna karar vermeyi siz okuyuculara bırakıyorum.

69


DOM- ve LENR ilişkisi DOM-görüşü doğal sistemin, dinamik sistemler fiziği gereği, bilgioluşturma ve o bilgilere göre kendilerini örgütleme-düzenleme temel prensibine göre işlediği temel bilgisine dayanır. Nitekim, kuantum-fiziği deneyleri, atom-altı-öğelerin rastgele değil, çevrelerini salınım-adımlarıyla (dalga-boyları) ölçüp, amplitüdlerinin o noktaya ulaştıklarında sahip oldukları değere göre bir olasılık hesabı yaparak “bilinçli” davrandıklarını ortaya koymuştur. Bu nedenle, onların oluşturdukları üst-sistem olan atomlar alemi, gelişi-güzel değil, çok belirgin kurallara sahiptirler. 8 sütun ve 7 sıra halinde sıralanırlar; sütünlar boyunca gidildikçe elektronegatiflik artar; sıralarda gidildikçe, elektropozitiflik artar. Bu da, atomların, enerjideğerlerine göre, birbirlerine dönüşebilecekleri anlamına gelir.

Şekilde atomların LENR sistemiyle nasıl birbirlerine dönüşebildikleri gösterilmiştir. Atomlar, proton ve nötronlardan oluşurlar; farklı atomlar ise, proton sayıları ile belirlenirler. 1 protonlu atom hidrojendir; 6 protonlu atom karbondur, vs. Nötron 2 down (d) ve 1 up (u) kuarktan, proton ise 2 (u) ve 1 (d) kuarktan oluşur. Nötronu oluşturan bir (d) kuark negatif-yüklü bir W--bozon sanal öğesi yardımıyla (u) kuarka dönüştürülebilir ve bu arada bir elektron ve elektronanti-nötrinosu çevreye yayılır. Sonuç olarak nötron protona dönüşmüş olur. Kobalt (Co) elementinin nikel (Ni) elementine dönüşmesi bu şekilde olur. Protonu oluşturan bir (u) kuark pozitif-yüklü bir W+-bozon sanal öğesi yardımıyla (d) kuarka dönüştürülebilir ve bu arada bir pozitron ve elektronnötrinosu çevreye yayılır. Sonuç olarak proton nötrona dönüşmüş olur.

70


Magnezyum (Mg) elementinin sodyum (Na) elementine dönüşmesi ise bu şekilde, yani bir pozitron salınımı ile olur. Görüldüğü üzere, doğada sadece proton, nötron, elektron gibi gerçek (reel) öğeler değil, bir çok da, W+, W-, Z bozon gibi sanal öğe (virtual particle) bulunmaktadır. Sanal öğeler, saniyenin çok-çok küçük bir süresince bir reaksiyona katılırlar ve hemen sonra tekrar kaybolurlar. W+, Wöğelerinin, biri “madde” diğeri anti-maddedir. Aynı şekilde elektron madde, pozitron anti-maddedir. (Nötrino madde, anti-nötrino anti-madde.) Yani, bilgi ve olasılık hesapları yaparak doğa ve dünyamızı oluşturan kuantsal sistem, madde -anti-madde karışımı ve etkileşmesi içindedir.

Atomlar arası değişim-dönüşümler sadece “beta-decay” adı verilen yukarıdaki gibi birer proton veya nötron dönüşümü olarak değil, kimyasal elementlerin birbirleriyle birleşmesi veya birbirlerinden çıkarılması şeklinde de oluşabilmektedir. Kervran (1982) şu dönüşümlerin olduğunu belirtir:

İnsanlar şimdiye dek, doğadaki etkileyici-yönlendirici gücü, olağan-üstü-güç (OÜG) sistemi olarak, varlıkların dışında-üstünde bir yerde tasarlamışlar ve ona göre yaşamlarını düzenlemişlerdir. Halbuki bu OÜG İçimizdedir, atomlarımızdadır. Atom-altı-öğeler, atomlar ve hücreler, Alt-sistem – Üst-sistem ilişkilerini düzenleyen “Theory of Integrative Levels = Bütünleştirici Düzeylerinin Teorisi” ve “dinamik sistemler fiziği ” ilkeleri uyarınca hücrelerimizi ve bedenlerimizi yönlendirirler. Bizlerin onlara göstereceği hedeflere ve de, elbette, yapısal-kalıtsaldokularında o zamana kadar kayıt altına alınmış bilgilere göre davranırlar. Bu nedenle onların yapılarında, dokularında ve genlerinde şimdiye dek ne tür yönlendirici bilgiler biriktirilmiş olduğunu bilmemiz ŞART VE GEREKLİdir. Çocuklarımıza cin, peri, şeytan, melek, azrail, cebrail gibi, doğada hiçbir karşılığı bulunmayan hayal ürünleri yerine, quark, lepton, atom, molekül, hücre gibi gerçek öğeler öğreterek, atomlarımızın ve hücrelerimizin nasıl davrandıklarını bilip, hayali değil, gerçeklere uygun hedefler gösterirsek, onlar da bizleri bu doğal sisteme uygun yönlendirmeye devam edeceklerdir. Yani kurtuluşumuz, çocuklarımıza statik sistemli hayat görüşü değil, dinamik sistemli doğa görüşü vermemize bağlıdır!

71


6- DİNAMİK SİSTEMLERİN İŞLEYİŞİ (Dinamik Sistemler Fiziği) Alt-sistemlerden üst-sistemlere doğru ilerleyen oluşum mekanizması: dinamik sistemler fiziği

Giriş: Her türlü işlem veya oluşum mutlaka enerji gerektirir. Tüm enerjilerin kökenini ise yukarıda açıklanan kuantlar, örn. fotonlar oluşturur. Fotonların maddelere bağlanmasının en güzel örneği fotosentez olayında görülür. Fotosentez olayında, bitkilerin yapraklarında bulunan kloroplastlar, bir fabrika gibi işlem yapar ve eşitliğin sol tarafından aldıklarını, sağ tarafındaki ürünlere dönüştürür.

6 H2O + 6 CO2 + Güneşten gelen fotonlar  C6H12O6 + 6O2 Bu eşitliğin sol tarafındaki madde miktarı ile sağ tarafındaki madde miktarı aynıdır. Ama enerji içerikleri farklıdır. C6H12O6 olarak gösterilen glikoz molekülü güneşten gelen fotonları depolamıştır. Bu molekülü oluşturan H, O ve C atomlarının bağlantı sistemleri H2O ve CO2. moleküllerini oluşturan H, O ve C atomlarındakinden farklıdırlar. Görüldüğü üzere, enerji, maddeye bağlanmış durumdadır. Güneş enerjisini maddeye dönüştüren bu bitkiler değişik bir enerji türü kaynağı oluştururlar. Her tür enerji kaynağı, doğadaki varlıklar için yeni bir hedef (dinamik sistemler fiziği terimiyle, yeni bir ‘attractor’) oluşturur. Çünkü doğada önceleri foton olarak yer alan bir sürü enerji paketçiği, başka türde bir kombinasyon olarak piyasaya çıkmıştır. Yani piyasaya yeni bir ürün sürülmüştür. Her ürünün bir alıcısı olmak zorundadır, yoksa doğadaki değişim-dönüşüm sistemi bloke edilmiş olur. Düşünün ki, bir varlığın hiç alıcısı –yani onu tekrar parçalarına ayıran bir başka varlık– yok. O durumda, o varlık için zaman durmuş olur, çünkü ömrü sonsuzlaşmıştır! O durumda, çevresindeki her şey değişip-dönüşürken, o varlık çevresiyle ilişkisiz bir sistem oluşturmuş olur ki, doğada çevresinden etkilenmeyen, çevresiyle etkileşmeyen hiçbir sistem yoktur. Bu nedenle zaman “değişim-dönüşüm” ürünü, sonucu ve göstergesidir. Dolayısıyla doğada değişimdönüşüme uğramayan ebedî bir varlık veyahut ebediyet gibi bir sistem mevcut değildir. Hayat bu nedenle doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulmuştur. İşte bu durum atalarımız tarafından anlaşılamamıştır. Atalarımız canlılık oluşturan, enerji veren şeyi, varlıkların kendi iç bileşenlerinde değil, varlıkların haricinde olduğunu varsaydıkları ebedî bir ekstra varlıkta aramışlardır. Dolayısıyla sürekli değişim-dönüşüm içinde bilgi oluşturarak kendi kendilerine örgütlenip-gelişen, zaman içinde daha karmaşık üst-sistemler oluşturacak şekilde bir evrimsel gelişim düşünülememiştir. Dağdaki bitki türleri farklıdır, ovadaki farklı, okyanustaki farklıdır. Her bir farklı bitki türüne uyum sağlamış bir sürü canlı oluşur. Bu canlıların yedikleri bitkiler farklı olduğundan, kendi bileşimleri de değişik protein bileşimleri gösterirler. Bu defa bu canlıların gövdelerini yiyecek başka canlı türleri oluşur. Kısacası doğada sürekli yeni “attractor=çekim merkezi, hedef”ler ortaya çıkar. Her canlı, hayatının devamı için enerjiye muhtaç olduğundan ve ana enerji kaynağını da bağımlı olduğu belli canlı türleri (veya foton türleri) oluşturduğundan, neyin neye bağımlı olarak oluşup geliştiğinin kayıtlarını sürekli olarak tutmak zorundadır. Kuantsal davranışlı atomik sistem öğelerinin birleşmeleriyle molekül denilen bir üstsisteme geçilir ki bu üst-sistemden itibaren değişik değer yargıları ortaya çıkar. Örn. moleküllerin hareketlilik durumlarına göre “basınç-sıcaklık” gibi yeni bir değer-yargısı sistemi oluşur. Maddelerin durumları bu koşullara bağlı olarak değişir: Basınç ve sıcaklık çok fazlaysa, maddeler gaz halinde, az ise katı, ortaç durumda sıvı halde bulunurlar.

72


(Maddenin “plasma” denilen hali konusunda şunu bilmek gerekir: Çok yüksek ısı ve basınç etkisi altında, maddeyi oluşturan molekülerin bağlantıları zayıflayıp- kopar; ve molekül yapısı kaybolup, atomik yapıya geri dönülmüş olunur. Atomik sistemlerde ise basınç, sıcaklık, asit, baz, tatlı, tuzlu vs. gibi değer yargıları yoktur. “Wave-particle-duality” denilen kuantsal sistem özellikleri vardır.) Maddelerin katı-sıvı-gaz gibi farklı durumlara geçmelerine “faz değişimleri” denir ve ortamdaki enerji durumuna göredir. Su molekülleri, normal basınçta, 0 ile 100 derece arasında su (sıvı) haldeyken, sıfır derecenin altında “buz” yani katı haldedir; 100 derce üzerinde ise buhar haline geçer. 1 gr suyun sıcaklığını 1 derece artırmak için gerekli enerji 1 kaloridir. Gram başın her bir derece sıcaklık artışı için 1 kalori gerekirken, 0 derecede suyun, 0 derece buz haline geçişinde, 80 kalorilik bir enerji açığa çıkar. Benzer şekilde 100 derecede suyun 100 derece buhar haline geçişinde ise 540 kalorilik enerji gerekir. Yani 100 derecedeki su buharı, 100 derecelik suya oranla 540 kalori daha fazla enerji depolamıştır. Ayrıca, su halinden buhar haline geçişte, hacim yaklaşık 23 kat artmıştır. Buharlı motorların çalışması, suyun hacmindeki bu muazzam artışa dayalı “patlama” etkisine dayanır. Görüldüğü üzere, Mikro-alemden Makro-aleme geçişte, çok değişik değer-yargıları ortaya çıkmış olur. Atomlar aleminde basınç, sıcaklık, asit, baz, tatlı, tuzlu vs. gibi değer yargıları yoktur. Onların aleminde polarizsyon, spin, salnım-adımı /dalga-boyu), tünelleme etkisi, EPR-etkisi (evrensel ölçekte anında birbirleriyle etkileşebilme yeteneği), Wave-particle-duality gibi çok farklı ve evrensel ölçekte geçerli değer-yargıları vardır. Halbuki makro-alemdeki değer yargıları, evrensel ölçekte değil, yerel ölçekte geçerlidir. Yani her üst-sistemde, o üst-sisteme ait kurallar geçerlidir. Bu şekilde information & selforganisationdenilen dinamik sistem ortaya çıkar ve varlıkların oluşturdukları bilgi düzeyine göre bir gelişim görülür. Dünyamız koşullarında insan-kültürüne kadar ulaşılan bir gelişmişlik varken, Mars, Venüs, Satürn, vs. gibi gezegenlerde, bilgi-düzeyi, hala etkin bir canlılar alemi oluşturma düzeyine ulaşamamıştır. Atom-altı-öğeler (salınımcılar) sürekli hareket halinde oldukları için çok enerji harcarlar ve bu nedenle, birleşip atom, molekül, hücre gibi üst-sistemler oluşturarak, daha az enerji harcayan durumlara geçme çabası içindedirler. Enerji taşıyıcıları olan bu temel canlılar çeşitli üst-sistemler içinde birleştikçe, doğadaki enerji de, çeşitli üst-sistemler içinde yer değiştirmiş olur. Bu nedenle, yeni bir şey yapımı, ne tür yenilikler oluştuğu konusunda yeni bilgiler oluşturulmasını gerektirir. Enerjinin çeşitli üst-sistemler içinde depolanır duruma geçmesi, tüm varlıkları, özellikle de canlıları, bu yeni yapısallaşma türlerini algılamaya yönelik organlar (detektörler) oluşturma arayışlarına yöneltmiştir. Tüm bu işlemler, olasılık hesaplamaları sonuçlarına göre gerçekleştirildiğinden, tüm varlıklar olasılık hesabı yapma bilgileri oluşturmak ve bu bilgileri geliştirmek zorundadırlar. Olasılık hesaplamalarına dayalı olarak oluşturulan, doğadaki bu dinamik oluşum ve gelişim sisteminin en önemli temel ilkeleri şunlardır.

Dinamik Sistemler Fiziği ana hatları Simetri kırılması (symmetry breaking):

73


Karşılıklı bağımlılık (circular causality): Kontrol parametreleri: Düzen-ölçütü (order parameter, informator): Köleleşme prensibi (slaving principle): Sabitleştirme (Solidifikasyon): Atraktor (Çekici): Maksimum Enformasyon Prensibi:

Dinamik sistemler fiziğinin en temel kavramlarından biri, Simetri kırılması denilen olaydır. Peki ne anlama gelir? Bir şey yapılması-oluşturulması için enerji gerekir. Enerji ise sadece atom-altı-öğeler dünyası diyebileceğimiz kuantsal sistemin denetim ve kontrolündedir. Bu nedenle doğadaki her şey, atom-altı-öğeler dünyası dediğimiz alt-sistemler tarafından oluşturulmaya başlanır. Böylelikle birbirlerine bağımlı olan entegre bir sistem ortaya çıkar. Böyle bir sistemde geçerli olan kurallar, Feibleman: (1954) tarafından “Theory of Integrative Levels = Bütünleştirici Düzeylerinin Teorisi” başlığı altında yayınlanmıştır ve “alt-sistem – üst-sistem” ilişkilerinin anahatlarını belirlerler: • Her düzey, altındaki düzey(ler)inkine ek, yeni bir özellik taşır ve üst düzeylere doğru karmaşıklık derecesi artar. • Herhangi bir düzeyde oluşan bir bozukluk, ilişkili tüm diğer düzeyleri de etkiler. • Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür. Alt-sistemlerin üst-sistemler oluşturmaları süreçlerinde uyguladıkları kurallar, “Information & self-organisation“ olarak özetlenmiş olan Dinamik Sistemler Fiziğinde (Haken (2000)) matematiksel-fiziksel formülasyonlarla ortaya konulmuştur. Şimdi bu ilkelerden en önemli olanları sizlere açıklamaya çalışalım. Şimdi önce “simetri-kırılması” denilen olayın ne olduğunu açıklayalım. Alt-sistem – Üst-sistem ilişkilerinde, yapma-yeteneği alt-sistemlerde bulunduğundan, onlar kendilerine gösterilen hedefe gidecek (veyahut verilen görevi yapacak) şekilde davranırlar. Örneğin bedenimizde karaciğer, böbrek gibi yüzden fazla organ bulunur. Tüm bu farklı organlar başlangıçta tek bir hücreden oluşurlar. Kök hücre dediğimiz bu hücreye hangi organ hedef gösterilmişse, o organdaki görevi yapacak şekilde davranırlar. Yani aslında bedendeki tüm farklı organlardaki farklı görevleri yapacak çok yönlü bir yeteneğe sahiptirler; ama bir organda görev yapmaları istenildiğinde, diğer tüm yetenekleri kapatılıp, sadece gösterilen organdaki görevi yapacak şekilde davranırlar. Kök hücre tedavisi denilen tıbbi yöntem bu simetri kırılması olayından yararlanır. Hasta bir organa yerleştirilen kök hücrelerin, o organı tekrar tamir ederek, iyileştirirler.

74


Bu yetenek sınırlanması dinamik sistemler fiziğinde “simetri-kırılması” olarak bilinir. Simetri kırılması olayı en temel atom-altı-öğelerde başlar. Çünkü onlar doğadaki tüm olaylarıgelişimleri başlatıp-sürdüren en temel canlılık öğeleridirler. Süper-simetriktirler, yani her yönde bir işlem yapabilecek yetenektedirler. Fizikçiler simetri-kırılması olayını şu şekil üzerinde açıklarlar: Konik bir zirve üzerinde duran bir bilye, (A) konumunda, süper-simetrik durumdadır, enerjisini her yönde, her farklı amaç için verebilir.. Bu bilyenin denge durumu bozulup, bir yana düşerse, (B) konumu, simetrisi kırılmış olur, yani enerjisini belli bir yönde (amaçta) kullanacak şekilde değişmiştir. Bu tanımlamayı biraz daha anlaşılır yapmaya çalışalım. Fizikçilerin bu şekil üzerindeki tanımını anlamak için şöyle düşünün: Her şeyin temelini oluşturan kuantsal enerji paketçikleri, doğadaki tüm yapıcı veya yıkıcı olayların temelinde yer alırlar. Onlar yalnız başlarına düşünüldüklerinde, (A) konumundaki gibi, her yöne gitmeye (veya her şeyi yapmaya) uygundurlar. En ekonomik durumda olan yapısallaşmalara, veyahut kendilerine gösterilen hedefe doğru akmaya hazırdırlar. Onun için onların durumuna “süper-simetrik” denir. Simetri-kırılmasına devam edersek: Bedeni oluşturacak hücreler, 2-4-8-16-vs. gibi geometrik dizi şeklinde çoğalmaya başlarlar ve beden denilen sistemin temeli atılmış olunur. Blastula adı verilen bu evreye kadar, tüm hücreler birbirlerinin tamamen aynı olacak şekilde çoğalırlar ve içi sıvıyla dolu küresel bir şekil oluştururlar. Dolayısıyla, çok hücreli tüm hayvanların büyümelerinin ilk safhaları tamamen birbirlerine benzerler ve içi sıvıyla dolu bir küre şeklindedirler. Bu küresel görüntü safhasındaki hücrelerden herhangi birini alıp, tekrar çoğaltmaya başlatırsanız o hücre tekrar 2-4-8-16- vs. şeklinde çoğalıp-büyüyebilir ve yeni bir canlı oluşturabilir. Ama bu safhadan sonraki gastrula safhasında, balon şeklindeki yapı, bir yerinden içe doğru bir kanal (gastrocoel) oluşturacak şekilde değişmeye başlar. İşte bu safhadan sonra, bedeni oluşturacak hücrelerin hepsinin kaderi ve özellikleri değişir! Hücreler öylesine kökten bir değişikliğe uğrarlar ki, artık bu hücreler bedenden koparılıp tekrar çoğalmaya bırakılırlarsa, önceki safhadaki kardeşleri gibi, 2-4-8-16 şeklinde çoğalıp, tekrar yeni bir beden oluşturamazlar. Bu yetenek kaybının nedeni simetri kırılmasıdır. Bir şeyin nasıl yapılacağı, hangi şekli alacağı, vs hep bilgiye göre olur ve bilgiler de moleküllerin kimyasal bileşimlerinde depolanır. Tek hücrelikten çok hücreliliğe geçişte, baş-gövde-ayaklar gibi ana unsurların oluşması da Simetri-kırılması faktörüyle denetlenmektedir. Döllenmiş bir yumurta hücresinden çok hücreli bir hayvan oluşumuna geçişin evrelerinde gerçekleşen biyokimyasal değişimleri araştırarak embriyolojinin temel gizemini çözen ve bu araştırmalarıyla 1995 yılı fizyoloji-tıp dalında Nobel ödülü alanNüsslein-Vollhard (1996, 2004), tek hücrelikten çok hücreliliğe geçişte, hücrelerin çevresindeki (yani embriyonik ortamdaki) belli protein türlerinin yoğunluk-derecesi farklarına (concentration-gradient) bağlı olarak, baş-gövde-bacak, sırt-karın gibi farklı organlaşmalara gidildiğini göstermiştir. Bunu daha basit bir şekilde ifade edecek olursak, ortamdaki madde türü ve bu maddenin bolluk-azlık derecesine göre, hücrelerin hangi tür bir organa dönüşeceği belirleniyor. Yani, Simetri-kırılması faktörü, ortamdaki madde (varlık) miktarına ve oranına göre ayarlanıyor. Ortamdaki madde bileşiminin oluşacak canlının görüntüsünü nasıl etkilediğini gösteren bir araştırma 2012 yılında yapılmıştır.

75


Pheidole morrisi adlı bir karınca türü üzerinde yapılan araştırmalarda, türün genomu saptandıktan sonra, eski bir gen bulunur. Bu gene ait protein sentezlenip üretilir ve larva gelişimi sırasında ortama yerleştirilir ve larvadan ne tür görüntüde bir canlı çıkacağına bakılır. Sonuç şaşırtıcıdır: larvadan 35-60 milyon yıl öncelerinin fosillerine benzeyen dev boyutlu askerkarıncalar çıkar (Rajakumar et al. 2012). Çünkü, oluşacak canlının ortam koşulunda bir değişiklik yapılmış ve milyonlarca yıl önceki bir ortamda bulunan, ama günümüz dünyasında bulunmayan bir madde, larvanın büyüyeceği ortama enjekte edilmiştir. Yani bilgi, madde bileşimlerine bağlı olarak işliyor. Ve hücreler birer fizikokimyagerdirler. Ortamdaki her maddeyi ve konsantrasyonunu anında analiz edip, ona göre davranırlar. Bakterilerin çeşitli ortamlara yaşayabilmeleri, her tür antibiyotiğe dirençli hale gelebilmeleri bunun göstergesidir. Okyanus yüzeyine yayılan petrolü yiyebilmeleri bir başka güzel örnektir. Bu nedenle, "Life Is Nothing But Chemistry = hayat kimyadan başka bir şey değildir" ifadesi (Kervran 1982) tam doğru bir saptamadır. Doğal sistem kendi yasal düzenlemelerini kendisi oluşturmaktadır. Varlıkların sorunlarını çözme yöntemi nasıldır? Varlıklar nasıl davranacaklarını nasıl kararlaştırırlar?

Bu sorunun yanıtı dinamik-sistemler fiziğinin “Düzenleyici veyahut düzenölçütü = order parameter, informator” kavramını anlamamızı sağlar. İnformation & self-organisation (bilgilen ve örgütlen) olarak özetlenen dinamik sistemler fiziğinin matematiksel-fiziksel formülasyonlarını ortaya koyan Haken (2000), kitabının başında, kendisini bu alanda araştırmalara yönlendiren bazı doğal olayları örnek verir. Bunlardan biri bir kap içinde kaynayan sularda görülen Benard-hücreleri adı verilen olaydır. Bir cezve içindeki su molekülleri, ortam sakin ve çevredeki sıcaklık her yerde aynı ise, oldukça durgundurlar. Yani moleküller için bir sorun yok demektir. Ama çevredeki ısı dağılımı değişirse, örn. cezve ısıtılmaya başlanırsa, moleküller için bir sorun ortaya çıkmış olur ve moleküller bu soruna karşı tepki vermeye ve karşılıklı olarak birbirleriyle etkileşmeye başlarlar, bardaktaki su molekülleri arasında bir hareketlilik başlar, kaotik bir durum oluşur. Bu kaos durumu bir süre devam eder ve sonra su molekülleri karşılıklı olarak birbirleriyle uyum içine girerek slaytta (A) şeklinde gösterildiği gibi bir düzen oluştururlar. Belli kanallar boyunca bardağın tabanından yükselirler, yüzeyde ısılarını bırakırlar ve içlerine hava zerrecikleri alarak yine belli bir güzergâh boyunca bardağın dibine inerler; oradan tekrar ısı yüklenirler ve tekrar yüzeye çıkarlar ve bu düzen böylece işler gider. Gaz kabarcıklarının çıkış noktaları, hep aynı yerdedir. Her varlık oluşumunu ve varlığını etkileyebilecek tüm faktörleri algılar, bu nedenle molekül gibi küçük ögeler hem çevrelerindeki diğer moleküller, hem de kendilerini sınırlayan çevre sistemlerini algılayıp, onlarla etkileşirler, haberleşirler. Kendi ekseni etrafında dönen veyahut herhangi bir duvar veya zarla sınırlanan her nesne, yarı-kapalı bir sistem oluşturur ve birbirleriyle yoğun şekilde haberleşirler. Geçmiş bölümlerde gösterildiği üzere, bilinçli davranış tüm varlıkların özünde vardır. Rahatlama dürtüsü nedeniyle, tüm varlıklar ortak bir davranış içine girebilme çabası gösterirler ve bunun için sinyalleriyle bir rezonans (uyum) oluşturmaya çalışırlar. Rezonans oluştuğunda, ortak davranış sağlanmış olunur. Cezvede olan olay şudur. Çevreden gelen sıcaklıktan etkilenen su molekülleri kendilerine gelen her foton sinyalinden sonra, bu sinyalin değeri ve kendisinin buna karşı davranışını gösteren bir tepki sinyalini çevresindeki diğer ögelere bildirir. Her atom veya molekül, gelen her fotona karşılık bir tepki fotonu çevreye yayar. Her atomdan, her molekülden gelen foton sinyalleri birbirlerinden farklıdırlar.

76


Dolayısıyla, her molekülün çevresindeki elektron, kendisine gelen sinyalin, hangi tür bir molekülden geldiğini, o molekülün kendisine ne kadar uzaklıkta ve hangi enerji düzeyinde olduğunu kesin bir şekilde bilir ve “q1 çarpı q2 bölü r2” formülüne göre o molekül ile kendisi arasındaki hareket ilişkisini ayarlar. Böylelikle bardağın boyutuna uygun şekilde bir hareket yönü ve güzergâhı ortaya çıkar ve düzenli bir döngü gerçekleşir. Yani doğada tüm atomlar ve moleküller arasında karşılıklı bir haberleşme sistemi vardır. Bu uzlaşma çabası bir süre devam eder ve kaotik evre olarak bilinir. Kaotik evrenin sonunda, tüm moleküller ortak bir kuvvet alanı sistemi (informator veya order-parameter = düzen-ölçütü) üzerinde anlaşırlar ve hepsi buna uyacak şekilde davranırlar. Doğadaki dinamik sistemlerin işleyiş mekanizmasını araştıran bilim dalı olan “dinamik sistemler veya Sinerjetik fizikte” bu olaya, “bilgi-verici kaynak” anlamında “informator=düzenölçütü (veyahut düzenleyici) oluşumu denir ve ögelerin rahatlamaları için birbirleriyle anlaşarak oluşturdukları ortak davranış ilkelerini oluşturur.

Cezvedeki su moleküllerinin kendilerinin bir cezve içinde olduklarını bilmeleri gibi, atmosfer, hidrosfer, litosfer gibi yeryuvarı sferleri içindeki moleküller de, o büyük çaplı ortamlarının boyutlarını bilirler ve karşılıklı olarak birbirleriyle haberleşerek, çok büyük boyutlu fırtınalar, akıntılar, depremler gibi devasa güç sistemleri oluştururlar. Varlıkların hareketlerini yönlendiren kuvvet alanları (yasalar) varlıkların karşılıklı olarak anlaşıp-uzlaşmaları sonucu oluşurlar. Ortakça oluşturulan bu kurallar bağlayıcı niteliktedir ve tüm ilgilileri köleleştirir. (Haken 2000) Varlıklar sorunlarını karşılıklı etkileşimlere dayalı anlaşıp-uzlaşmalarla çözerken, insanların kavga ve savaşlarla çözmeye çalışması tam bir mantıksızlık değil midir? Bu mantıksızlığın nedeni ne olabilir? Düzenleyici veyahut düzen-ölçütü (order parameter, informator) konusuna devam: Haken’in (2000) verdiği diğer bir örnek tek-hücreli bir canlıya aittir: Amip gibi basit hücreler Sorunlarını ortaklık oluşturarak çözerler.

77


“Sosyal amip” olarak da bilinen Dictyostelium discoideum adlı tek hücreli canlı (amip), yaklaşık 20-30 mikron boyutundadır ve bahçelerde- ormanlarda çürümeye başlamış organik maddelerde bulunan yaklaşık 1 mikron boyutlu bakterilerle beslenir. Dakikada 10 mikron kadar ilerleyebilirler. Beslenme kaynakları olan bakterilerin doğadaki dağılımları homojen değildir, parça parça kümeleşmeler halinde bulunurlar. Amipler ise günde yaklaşık 1-2 cm kadar ancak ilerleyebildiklerinden, bulundukları yerdeki bakteri kaynağı kuruduysa, desi-metrelerce uzakta olabilecek diğer bir bakteri kümeleşmesine ulaşmaları günler-aylar sürebilir. Ama onlar uzun süre besinsiz kalamazlar, bu nedenle çok büyük strese girerler. Strese giren bu amipler acaba hayatta kalabilmek için ne tür bir yöntem bulmuşlardır?

Slaytta bu sosyal amip’in nasıl sosyal-toplumsal bir davranış içine girerek, neslinin devamını sağladığı ve hayatta kaldığı gösterilmiştir. Besin darlığına giren amipler, hücreler arası haberleşmede çok önemli bir madde olan cAMP (cyclic Adenosin-Mono-Phosphate) adlı bir kimyasal bileşik salgılamaya başlarlar. Amip yoğunluğu nerede fazla ise, salgılanan bu maddenin yoğunluğu da orada fazla olacağından, amipler bu sinyalin en yoğun olduğu noktaya doğru ilerlerler ve slaytta gösterilen amip kümeleşmesi oluşur,,. Daha sonra bu amip kümeleşmesi önce “mound” adı verilen kubbemsi bir yapıya, sonra “slug” adı verilen sümüklü-böceğe benzer bir yapıya dönüşür. Oldukça hızlı hareket edebilen bu “slug”, yaşama uygun olmayan noktalardan uzaklaşacak tarzda ilerler ve en sonunda da yeni amipler üretecek “spor”ları salgılayacak çok hücreli bir yapıya dönüşür. Yarım santimetre boyutunda olabilen bu yapı, içindeki sporları çevreye saçar, ve hava akımlarıyla bu yeni sporlar yaşamlarını sürdürebilecek yeni ortamlarda tekrar birer amip oluştururlar. Böylelikle amipler sorunlarını, karşılıklı etkileşimlerle sağladıkları anlaşıp-uzlaşma yetenekleriyle, çözmüş olurlar. Yine bir soru: >Amipler gibi basit hücreler sorunlarını toplumsal birlik oluşturarak çözerlerken, kendilerini en bilgili, en gelişmiş canlı olarak gören insanlar neden ortak bir görüş altında bir araya gelerek sorunlarına çözüm aramazlar? İnsanların mantıklarının, yanlış bir hayat görüşüyle bozulmuş olmasından başka bir açıklama var mı?

78


(Bir dip-not: Amiplerin bir araya gelerek oluşturdukları “çok hücreli” aşama, gerçek bir çok hücreli canlı oluşumundan tamamen farklıdır; çünkü gerçek çok-hücreli canlılar, aynı bir hücrenin çoğalması ile oluşurken, bu amiplerin oluşturdukları yapı, bir-çok farklı amip’in oluşturdukları bir yapıdır.)

Doğal-sistemde sorunların nasıl çözüldüğünü gösteren 3. Örnek: LaserIşınları Sorunlarımızı çözmek için doğadan nasıl etkilendik? Dinamik sistemler fiziğinin matematiksel-fiziksel formülasyonlarını ortaya koyan Haken (2000), Laser ışığı teknolojisinden esinlenerek doğadaki dinamizmin sırrını çözmüştür. “Radyasyonla uyarılma yoluyla ışık gücünün artırılması” anlamına gelen “Light Amplification by Stimulated Emission of Radiation” sözcüklerin ilk harflerinden oluşur = LASER. Kazanç ortamı denilen bir tüp içine uyarılmaları istenilen moleküller (örn. N2 ve CO2 veyahut Al2O3 ve Cr; vs.) konur ve bunlara dışarıdan bir radyasyon gönderilir. Kazanç ortamındaki elektronlar gelen foton enerjisini önce alırlar, sonra tekrar çevreye yayarlar. Çevreye yayılan fotonlar tüp-uçlarındaki yansıtıcılardan geri yansırlar ve tekrar elektronlara çarparlar. Bu olay devam ettikçe, ortamdaki foton-trafiği anormal artar ve tam bir kaos ortaya çıkar. Belli bir eşik-değerine ulaşıldığında, fotonların hepsinin, birbirleriyle uyum içine girerek yarı-yansıtıcı aynadan laser-ışını olarak çıktıkları görülür.

Dışarı çıkan bu ışık o kadar güçlüdür ki, kilometrelerce uzağa hiç dağılmadan gider ve öldürücü bir silah olarak işlev görür; veyahut en sert maddeleri peynir gibi keserler, vs. Derimizin üzerine çarptıklarında bile zor algıladığımız ışık-huzmeleri ne oldular da böylesine muazzam bir güce kavuştular? Laser-ışınları uygun adımlarla yürüyen insanların üzerinde yürüdükleri köprüye uyguladıkları muazzam kuvvete benzerler. Aynı yönde, aynı frekansta ve aynı fazda olduklarından, güçleri üst-üste çakışırlar ve muazzam bir enerji yoğunlaşması sağlarlar. Normal ışık, “incoherent = uyumsuz” olarak tercüme edebileceğimiz tarzdadır. Yani ışığı oluşturan fotonlar, farklı frekanslarda, farklı fazlarda ve farklı yönlerde ilerlerler.

79


Bir tüp içine konulmuş moleküllerin bir ışık radyasyonu ile uyarılıp, bu uyarı sonucu çevrelerine yaydıkları radyasyonlar da, başlangıçta incoherent = uyumsuz özelliktedirler. Bu “uyumsuz” fotonlar, tüp-uçlarındaki aynalara çarpıp tekrar geri yansıyıp, tekrar moleküllerin çevrelerindeki elektronlarla etkileşirler ve bu tekrarlanan olaylar sonucu “kazanç-ortamı denilen tüp-yapı içindeki foton trafiği anormal derecede yoğunlaşıp-artar. Tam bir kaos ortamı oluşur. Kaotik ortamlarda sisteme hala enerji pompalanınca, Prigogine’ in 1977 nobel fizik ödülünü almasını sağlayan “kaostan düzene geçiş” olayı oluşur. Yani çevre faktörleriyle sıkışan tüm sistemlerde, öğeler birbirleriyle etkileşerek, daha rahat bir duruma ulaşabilmek için gereken işlemleri yaparlar. 31 Mayıs günü yayınlanan DOM 3-c dosyasında gösterildiği üzere (Chaissonetkisi ve rahatlama-dürtüsü), doğada enerjiyi daha ergonomik şekilde kullanma yönünde bir gidişat vardır. Sıkışan fotonların yapmaları gereken de, yarı-yansıtıcıdan geçebilecek kadar güçlü bir enerji oluşturmaktır. Bunun için fotonların aynı fazda, aynı frekansta, aynı yönde olacak şekilde ayarlanıp, gönderilmeleri gerekmektedir, ve bu da Laser-ışınlarıyla gerçekleşmiş olur. Bu olay, Haken’in (2000), “information & self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemler fiziğini ortaya koymasını tetikleyen bir faktör olarak bilinir. Şimdi önce yaşanan bir olayı örnek vererek, doğadaki değişim-dönüşümleri nasıl birbirlerine bağımlı, birbirlerini etkileyen çok faktörlü bir olaylar dizini olduğunu görelim

Dinamik sistemler fiziğinin ana-hatlarını ve “kontrol-parametreleri” + “circular-causality = karşılıklı etkileşim” ilkelerini açıklamak için, yaşanan bir olaydan yaralanacağız. Amerika‘ya insan göçünün 1800-1900lü yıllarda anormal hızlanmasıyla Kuzey Amerika’da insanların doğal sistemi bozmaya başlaması hızlanır. İnsanların çiftlikler oluşturarak yaban hayvanlarının yaşam ortamlarını daraltması, yaban hayvanlarının sığır-koyun yanında insanlara da sıkça saldırmalarına neden olmaya başlar. En fazla saldırılar da kurtlar tarafından yapılır. Bunun üzerine insanlar kurtları öldürmeye başlar. Kurt katliamı özellikle Yellowstone Milli Parkı ve çevresinde o kadar aşırıya gider ki, 1926da en son kurt öldürülür ve yörede hiç kurt kalmaz. Kurtların yok olmasından en fazla etkilenen hayvanlar geyikler olmuştur. Ayı, puma gibi yırtıcılar geyik popülasyonuna zarar verse de, geyiklerin sayısı hızla artmaya başlar ve kışmevsiminde bile artık Yellowstone’dan ayrılmaz olurlar.

►Geyikler özellikle kavak ve söğüt sürgünlerini tüketirler, bunun sonucu bu ağaçlar gittikçe azalır. Ağaçların azalması, kuş ve böcek popülasyonunu azaltır. ►Kurtlar yok olunca, geyikler kaçmak zorunda kalmayıp, vakitlerinin çoğunu dere-kenarı gibi söğüt ve kavakların yoğun olduğu ortamlarda geçirirler. Bunun sonucu, daha az hareket edip, daha çok yemek-içmekle vakit geçirirler. ►Sürekli geyik ayakları altında kalan otlar gelişemezler ve bitki-örtüsü fakirleşir. ►Kurt korkusu altında yaşayan geyikler küçük topluluklar halinde yaşarlarken, kurt olmayan ortamlarda büyük geyik toplulukları halinde yaşarlar. ►Kurt olmayan ortamlarda geyiklerin ölümü genelde kışın kar altında olur; dolayısıyla geyik leşinden yararlanarak yaşayan kuzgun, kartal, saksağan, çakal, ayı, böcek (kurtçuklar) gibi canlıların beslenme ortamı sınırlandırılmış olunur. ►Kunduz gibi hayvanların kış mevsimini geçirmeleri kavak, söğüt gibi ağaçlara bağlıdır. Kunduzlar bu ağaç dallarından barajlar yapıp, özel gölsü yapılar oluşturarak yer-altı yuvalarında yaşarlar. Kunduzları sayısının azalmasıyla, onların yaptıkları barajlar ve özel gölcükler de azalır. Bu azalma: • hem yer-altı-suyu düzeyini düşürür, kuraklık artmaya başlar,

80


• • • •

hem dere-kenarı kuşlarının sayısını azaltır hem balık popülasyonu azalır, yaz-kış mevsimsel farklığı artar, yağmur düzeni değişir, kuraklık artar, bunun sonucu orman yangınları (1988 yangını gibi ) artmaya başlar,

Ekolojik sistemin büyük zarar görmesi, toplumda girişimlere neden olur ve 1966 yılında Yellowstone parkına kurt popülasyonunun tekrar geri getirilmesi hükümetin dikkatine sunulur ve 1995te tekrar kurt popülasyonu geri getirilir. Ve ondan sonraki yıllarda ekolojik denge tekrar normal döner. Görüldüğü üzere, doğa dinamik sistemlidir ve varlıklar arasında karşılıklı bir bağımlılık (circular-causality) ilişkisi vardır. Bir üst-sistemde geçerli olacak kuralları(düzen-ölçütü = order parameter) doğrudan etkileyip, yönlendiren bir çok faktör (örn. kurtlar) vardır ve bunlara kontrol-parametreleri denir. “Kontrol-parametreleri” olarak adlandırılan bir faktörün (örn. kurtların) ortadan kaldırılması, ekosistemde çığ-etkisi yapar ve tüm sistem bozulur. Çünkü tüm varlıklar karşılıklı bir bağımlılık-etkileşim (circular-causality) içindedirler. Statik sistemli (yani tepeye bağımlı) hayat görüşlü kral, sultan veya liderlerin, devleti (toplumu) kendi malları sayıp, istedikleri şekilde hükmettikleri gibi, insanlar da sahip oldukları arazileri istedikleri gibi kullanmaktadırlar. İnsanların bu aymazlıkları, yukarıda açıklanan türde ekolojik bozulmalara yol açar ve doğal denge alt-üst olur. Toplumsal hayatımızın düzenli-dengeli olmasını sağlamanın da tek yolu, doğada dinamik sistemin geçerli olduğunu hatırlayıp, Yellowstone olayında olduğu gibi, denge ve düzen oluşumunu, halkın karşılıklı etkileşimlerine bırakmaktan geçer. Doğada sorunlar oluşturularak giderilmektedir. Tepedekilerce yönlendirilen bir kukla değil, kendi gözlemlerine göre davranıp, geleceğini kendisi belirleyen özgür insan olalım. “Alt-Sistem - Üst-Sistem İlişkileri” - Chaisson-diyagramında gösterildiği üzere, doğa hep gittikçe gelişen bir sistemde ilerlemektedir. Bu sistemin nasıl oluşup-geliştiğinin matematiksel ve fizikselformülasyonları ise Dinamik-Sistemler-Fiziği (Haken 2000) tarafından ortaya konulmuştur. Doğa ve dünyamızdaki her şeyin, atom dediğimiz kimyasal elementlerden, onların protonnötron-elektron gibi yapı-taşlarından, bu yapı taşlarının da atom-altı-öğeler denilen daha temel yapısal öğelerden oluştuğu son asır içinde ortaya konulmuştur. Doğa ve dünyamızdaki organik veya inorganik varlıkların oluşum mekanizmasına baktığımızda, her şeyin, bu atomik öğelerin birbirleriyle etkileşime girerek ve rezonans oluşturarak ortaklık sistemleri oluşturacak tarzda birleşmeleri şeklinde gerçekleştiği dikkat çekmektedir. ►Bir laser-ışığı oluşum ortamını düşünün. Atomlar bir tüp içinde sıkışıp-kalmışlar ve çevreden sürekli bir uyarıcı radyasyon etkisi altında sürekli enerji (foton) alıyorlar ve bu enerjiyi bir başka foton yayarak tekrar boşaltıyorlar, yaydıkları bu enerji (foton) aynalardan yansıyıp tekrar kendilerini geliyor; ve bu olay sürekli tekrarlandıkça, atomlar daha sık aralıklarla bu enerjiaktarımı olayını tekrarlamak zorunda kalıyorlar; ortalık cehenneme dönüşüyor. Bir çözüm bulunması gerek. Atomlar çevrelerindeki tüm durumları algılayarak olasılık hesapları yapıp, en uygun yönde hareket ederler. Laser ortamında zorda kalan atomlar, ortak davranışa girip, yaydıkları fotonların frekanslarını, fazlarını ve yönlerini uyumlu hale sokarak, yarı-yansıtıcı aynadan çıkabilecek güçte, “coherent“ ışık denilen muazzam enerjik bir sinyal oluştururlar.

81


Ortaklığın kuralına düzenleyici denir. Kurala uyulması tüm atomların yararına olduğundan, atomların spin -polarizasyon -faz –frekans gibi özelliklerinde değişiklikler yapılarak köleleşme, sabitleşme gibi özellikler oluşturulur. Bu işlemler, hem “alt-sistem” olan atomlar, hem de “üst-sistem” olan “ORTAKLIĞI” ilgilendirdiğinden, iki sistem arasında “karşılıklı” bir “etkileşim” söz konusudur, buna da “circular causality” denir..

►Üst-sistem oluşturma işlemleri, atomik öğelerin spin, polarizasyon, faz, frekans gibi özelliklerinde değişiklikler yapılarak, enerjinin farklı amaç veya hedeflerde kullanılması şeklinde gerçekleşir. Yani her beden-hücrelerinin içlerindeki atom veya moleküllerin bu özellikleri birbirlerinden farklıdır ve bu nedenle çok farklı davranışlar ortaya çıkar. Çevreye uyum için değişim-dönüşüm şart olduğundan, ilk başlangıçta sabitleştirme işlemi yapılmaz, olgunlaşma safhasına geçişle birlikte sabitleştirme işlemi gerçekleştirilir. Yani hücreler kafa-kol-beden gibi organları yapma safhasındayken sabitleştirme = solidifikasyon yapılmaz, yavru doğduktan, çevresiyle etkileşmeye başladıktan sonra yapılır. Bu nedenle bir civciv, yumurtadan çıktığı anda yanında algıladığı ilk canlıyı, kendisine en yakın dost olarak görür. Büyüyüp olgun bir kuş veya tavuk olduğunda bile, hala o ilk insanın çevresinde, hatta onun cebine-çantasına girerek yaşardolaşır. İnsanlarda ise bu sabitleştirme işlemi çocukluk evresinde olur ve bu nedenle insanı hayat boyu etkileyen en temel faktördür. Bizler asırlardır statik sistemli bir hayat görüşüyle eğitildik ve yönlendirildik. Statik sistemde varlıkların karşılıklı etkileşimlerle, bilgi oluşturarak sorunlarını çözmesi gerektiği görüşü değil, tepedeki birilerinden gelecek yönlendirmelere göre davranması öğretilir ve Tepeye Bağımlı Örgütlenme (TBÖ) oluşturulur. TBÖlerin ise, insanlığın tüm sorularının kaynağı olduğu http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html adresli yazıda kesin delillerle ıspatlanmıştır. Dinamik sistemli bir doğada yaşamak zorunda olan insanlara statik sistemli hayat görüşü bilgileri öğretilmesi, insanların mantıksal değerlendirme sistemini bozmuş ve sorunlarını çözemez hale sokmuştur. Doğadaki oluşum ve gelişimler, Chaisson-diyagramının gösterdiği üzere, enerji-akışyoğunluğunun artırılması yönünde olmaktadır (ki una daha ergonomik yapılar oluşturma çabaları diyebiliriz). Darda kalan, sıkışan tüm varlıklar bilgi oluşturarak ve karşılıklı etkileşimlerle birbirleriyle uzlaşıp, ortaklıklar içinde birleşerek sorunlarını çözmektedirler.

82


Statik sistemde halk tepedekilerin ellerindeki iplerle yönlendirilen birer kukladırlar. Kuklaların ipleri en tepe konumunda olan zenginler-kulübü üyelerinin ellerindedir, çünkü toplumhayatının kanı olan para, tamamen onların denetimindedir. Günümüzde tepedeki “BİRİLERİ” bazı kuklaları yönlendirmiş ve halkımız birbirleriyle savaşır duruma sokulmuştur. Unutmayın, doğal sistemde, kuklalık (kukla davranışı) yoktur; her varlık kendi oluşturacağı bilgilere göre davranışını kendisi belirler. Lütfen, tepedekilerden gelen yönlendirmelere göre olan kukla davranışını bırakıp, komşularımızla-çevremizdekilerle karşılıkı ortaklık ilkeleri doğrultusunda davranışlarımızı belirleyelim. Sorunlarımızın zirve yaptığı bu günlerde, tepeden gelen emirlere göre değil, doğal sistemin öngördüğü karşılıklı etkileşimlerle, “devlet” denilen tepeden-sahipleniciliği ele geçirmek için değil, toplum denilen ortak yaşam sistemini oluşturmak için birbirimizle anlaşıp-uzlaşmaya varmamızın tek çıkış yolu olduğunu herkesin dikkatine sunmak, topluma yapılacak en iyi hizmet olur. Bir kuş-yavrusu yumurtadan çıktığı anda yanında ilk önce bir insan görürse, büyüdüğünde neden o insandan hiç kaçmaz? Köleleşme ve Sabitleşme-olayı. Sürekli değişim-dönüşüm içindeki bir doğada yaşıyoruz ve değişim-dönüşümler rast-gele olmadığı gibi, önceden belirlenmiş bir şekilde de olmuyor. Daha önce sunulan “Alt-Sistem - ÜstSistem İlişkileri” dosyasında gösterildiği üzere, doğa hep gittikçe gelişen bir sisteme sahiptir. Daha önce, “simetri-kırılması” başlıklı temel bir faktörünü gördüğümüz bu sistemin, şimdide “order-parameter veya informator” olarak bilinen ve “düzen-ölçütü,veya düzenleyici” olarak tercüme edebileceğimiz diğer önemli bir faktörünü ve de bu faktörle ilgili: • circular-causality= karşılıklı etkileşim, • slaving-principle = köleleştirme veya bağlılık • solidification = sabitleştirme faktörlerini tanımlamaya çalışalım.

Doğadaki tüm varlıklar birbirleriyle etkileşirler (yani haberleşirler) ► Her öğe, kendine en yakın komşuları ile etkileşim içine girer ve davranışını ona göre belirler. Bunun nedeni, varlıkların karşılıklı olarak birbirlerine sahip oldukları enerji türünü çeşitli sinyaller olarak bildirmeleri ve bu sinyallere göre varlıkların birbirlerini çekmeleri (veya itmeleri)dir. Oluşacak çekim kuvvetinin şiddeti, yandaki şekilde gösterildiği üzere, öğeler arası mesafenin karesiyle ters orantılı olduğundan, varlıkları etkileyen en büyük kuvvetler, kendilerine en yakın olan öğelerin potansiyelleri olmuş olur.

83


►Laser ortamını düşünün. Atomlar bir tüp içinde sıkışıp-kalmışlar ve çevreden sürekli bir uyarıcı radyasyon etkisi altında sürekli enerji (foton) alıyorlar ve bu enerjiyi bir başka foton yayarak tekrar boşaltıyorlar, yaydıkları bu enerji (foton) aynalardan yansıyıp tekrar kendilerini geliyor; ve bu olay sürekli tekrarlandıkça, atomlar daha sık aralıklarla bu enerji-aktarımı olayını tekrarlamak zorunda kalıyorlar; ortalık cehenneme dönüşüyor. Bir çözüm bulunması gerek. Atomlar çevrelerindeki tüm durumları algılayarak olasılık hesapları yapıp, en uygun yönde hareket ederler. Laser ortamında zorda kalan atomlar, ortak davranışa girip, yaydıkları fotonların frekanslarını, fazlarını ve yönlerini uyumlu hale sokarak, yarı-yansıtıcı aynadan çıkabilecek güçte, “coherent “ ışık denilen muazzam enerjik bir sinyal oluştururlar. Ortaklık kuralına düzenleyici denir. Kurala uyulması tüm atomların yararına olduğundan, atomların polarizasyon -faz –frekans gibi özelliklerinde değişiklikler yapılarak köleleşme, sabitleşme gibi özellikler oluşturulur. Bu işlemler, hem “alt-sistem” olan atomlar, hem de “üst-sistem” olan ortaklığı ilgilendirdiğinden, iki sistem arasında “karşılklı” bir “etkileşim” söz konusudur, buna da “circular-causality” denir.. Laser ortamında çevreden gelen sürekli radyasyonlarla uyarılmaları sonucu, sıkışıp, zor durumda kalan atomların, çareyi ortaklık oluşturup, bir düzenleyici kuvvet alanı oluşturarak, bu düzenleyicinin yönlendirmesine uyarak, çevrelerindeki her engeli aşacak şekilde muazzam bir enerji kümeleşmesi oluşturmaları gibi, doğadaki tüm varlıklar da, sıkıştıkları zaman, birbirleriyle anlaşıp-uzlaşarak, bir düzenleyici = orderparameter oluşturup, sıkışık durumdan kurtulabilirler. Yeryuvarı içindeki volkanik püskürmeler, depremler gibi muazzam kuvvetler bu şekilde oluşurlar.

►Üst-sistem oluşturma işlemleri, atomik öğelerin spin, polarizasyon, faz, frekans gibi özelliklerinde değişiklikler yapılarak, enerjinin farklı amaç veya hedeflerde kullanılması şeklinde gerçekleşir. Yani her beden-hücrelerinin içlerindeki atom veya moleküllerin bu özellikleri birbirlerinden farklıdır ve bu nedenle çok farklı davranışlar ortaya çıkar. Çevreye uyum için değişim-dönüşüm şart olduğundan, ilkbaşlangıçta sabitleştirme işlemi yapılmaz, olgunlaşma safhasına geçişle birlikte sabitleştirme işlemi gerçekleştirilir. Yani hücreler kafakol-beden gibi organları yapma safhasındayken sabitleştirme =solidifikasyon yapılmaz, yavru doğduktan sonra, çevresiyle etkileşmeye başladıktan sonra yapılır. Bu nedenle bir civciv, yumurtadan çıktığı anda yanında algıladığı ilk canlıyı, kendisine en yakın dost olarak görür. Büyüyüp olgun bir kuş veya tavuk olduğunda bile, hala o ilk insanın çevresinde, hatta onun cenine-çantasına girerek yaşar- dolaşır. İnsanlarda ise bu sabitleştirme işlemi çocukluk evresinde olur ve bu nedenle insanı hayat boyu etkileyen en temel davranış olur. Simetri kırılması (symmetry breaking): Alt-sistemlerden üst-sistem oluşumlarına geçişlerde, üst-sistem içinde birleşmeyi sağlayacak yeni kavramların -kuvvet alanlarının veya değer yargılarının- oluşturulması.

84


Köleleşme prensibi (slaving principle): Dinamik sistemlerde öğelerin daha ekonomik bir duruma geçmek için oluşturdukları ortaklık ilkelerine uyulmaya zorlayan faktör. Sabitleştirme (Solidifikasyon): Üstsistem içinde birleşmeyi sağlayacak yeni değer yargılarının kalıcı olmalarını sağlayacak şekilde sabitleştirici işlemler yapılması.

Sabitleştirme (solidification), üst-sistemde belli kalıplar oluşturulması şeklinde gerçekleşir. Bir örnekle açıklayalım. Silisyum ve oksijen elementlerinin birleşmeleriyle kuvars denilen bir mineral (X) oluşur. Bu kuvars mineralinin çok belirgin ve kendine has özellikleri vardır. Örn. üzerinde (A) (B) (C) (D) gibi çok farklı yönleri gösteren çok düzgün yüzeyler (düzlemler) bulunur. Bu düzlemlerin birbirleriyle yaptıkları açılar, tüm kuvars minerallerinde tamamen aynıdırlar. Öylesine ki, bir mineralin kırılmış bir küçük parçası bulunsa ve tayin edilmekte zorlanılsa, düzlemler arasındaki bu açılar ölçülerek, hangi minerale ait olduğu kesin bir şekilde belirlenir. Yani minerallerin yüzeyleri gelişi-güzel değil, çok belirgin kurallara göre oluşmuşlardır ve bu kurallar bağlayıcıdırlar (köleleşme). Yani mineralin (A) yüzeyine gelip konacak bir moleküldeki atomların spinleri-polarizasyonları, bu düzleme paralel olacak şekilde düzenlenirlerken, (B) yüzeyine konacak olanların spinleripolarizasyonları o düzleme paralel olacak şekilde düzenlenirler. Ortaklık sisteminin kuralları ortaklarca oluşturulurlar ve oluşturulan o kurallar da tüm katılımcılar için bağlayıcı olur. “Köleleşme” yerine “bağlılık” denseymiş daha gerçekçi olunurmuş. Sabitleştirme ve köleleşmenin nasıl işlediğini, yine minerallerle yapılan bir deney üzerinde görelim. (X) şeklindeki bir mineral alınıp, zımpara ile sürtünerek yuvarlak bir bilye şekline getirilsin, yani tüm düzgün yüzeyler yok edilsin. Şekilde (Y) deki gibi görünen bu bilye alınıp, içinde silisyum ve oksijen iyonlarının da bulunduğu bir eriyik kabına konulup, bir süre bekletilirse (süre eriyiğin sıcaklığına bağlı olarak değişmektedir), yuvarlak bilyenin yaralarını tamir edip, tekrar eski güzel mineral şekline büyüdüğü görülür. Yani, bilye şekline getirilmiş de olsa, mineralin yüzeyinde “düzen-ölçütü = order-parameter” görevini gören öyle bir kuvvet alanı vardır ki, ortamda bulunan Si ve O iyonları, o kuvvet alanı etkisini algılayıp, o “düzenleyici” faktöre uyarak düzgün-düzenli bir şekilde bilye yüzeyine yerleşmeye başlarlar ve önce yaraları tamir edip, sonra düzenli şekilde büyürler.

85


Her farklı mineralin yüzeyinde farklı bir kuvvet-alanı vardır ve her mineral o farklı kuvvet-alanı ile çevresiyle etkileşir. Milyonlarca molekülünün ortaklıklarından oluşan mineral gibi üst-sistemlerde, elektronlar ortak davranışa geçerler ve plasmon adı verilen ve her mineralin kendisine has özellikler göstermesine neden olan özel bir sinyal, özel bir etkileşim türü oluştururlar. Doğada 3 bin civarında farklı mineral var; bunun anlamı, doğadaki “ether” dediğimiz sinyaller okyanusunda en az 3 bin adet farklı mineral türünün düzenleyicilik =order-parameter (informator) sinyali olduğudur. Canlılar alemine ait tür çeşitliliği ise milyonlarla ifade edildiğine göre, ether okyanusundaki sinyal çeşitliliğini artık siz hayal edin. Sizler, şimdi atalarımızın “tanrı” dedikleri doğadaki oluşturucu-yönlendirici gücü anlayabiliyor musunuz? Tanrı, doğadaki milyonlarca farklı üst-sistem veya alt sistemlerce oluşturulan kuvvet alanları okyanusudur. Şimdi burada “ether” terimini hangi anlamda kullandığımı açıklayacağım. Ether sözcüğü uzay boşluğunu dolduran ve ışığın boşlukta ilerlemesini sağlayan görünmez bir şey olarak algılana gelmiştir. Doğa ve dünyanın “hava, su, ateş, toprak” gibi dört temel elementten oluştuğu şeklindeki görüşün egemen olduğu dönemde “ether” beşinci element olarak kabul edilmiş ve ilahi güçlerin bu elementi soludukları varsayılmıştır. Böyle bir varsayım yapılırken doğadaki kuvvet alanlarının düşünülmüş olması gerekmektedir. Günümüz doğa bilimleri değerlendirilmesi açısından kavrama bakarsak, şunu görürüz. Gerek bizim atmosferimizde, gerek uzay boşluğunda kuvvet alanları vardır ve bu kuvvet alanları özellikle elektromanyetik radyasyonlardan (ve de gravite, baskın kuvvet gibi diğer kuvvet türleri etkilerinden) oluşmaktadır. Bu kuvvet alanlarının varlığını ve etkisini şöyle tasarlayabilirsiniz: Çevremizdeki her yer (atmosfer, hidrosfer, litosfer, uzay boşluğu, vs.) çeşitli radyasyonlarla doludur. Bizler bunu doğrudan algılayamayız, ama bir radyo alıcısının düğmesini sağa-sola kaydırdıkça işittiğimiz farklı yayınların dalgalarını aldığımızda, çevremizde ne kadar farklı sinyal bulunduğunu fark ederiz. Ether dediğimiz şey bu sinyaller okyanusundan oluşur. Varlıklar çevrelerindeki değişim-dönüşümlere göre yapılarını (kimyasal ve fiziksel bileşimlerini) değiştirirler. Değişen bu bileşimlere uygun olarak, onların çevrelerine yaydıkları sinyaller de değişmiş olurlar. Bu nedenle ether okyanusundaki sinyaller de sürekli değişim-dönüşüm içinde olur. Günümüzde bu ether okyanusunun içinde cep-telefonu, internet ortamı, uydular, televizyonlar gibi bir sürü yeni sinyal türü daha bulunmaktadır. Halbuki yüz-yıl öncesinin atmosferinde bu tür sinyaller bulunmuyordu, çünkü bu sinyalleri üreten maddeler henüz doğada yoktu. Dolayısıyla, uzayda bir sinyalin var olabilmesi için o sinyali oluşturan maddenin doğada oluşmuş olması şarttır. Doğada maddelerin oluşum sıralanması dikkate alınıp, buna göre zaman içinde uzayda ether çeşitliliği ve yoğunluğu hesaplandığında, ether yoğunluğu ve çeşitliliğinin günümüzden geçmişe doğru gittikçe azalacağı anlaşılır. Varlıklar davranışlarını ether içindeki sinyallerden yararlanarak belirler. Örneğin göçmen kuşlar, balıklar vs. yeryuvarının manyetik alanından yararlanarak yönlerini belirler ve bu sayede Afrika’daki bir noktadan kuzey Avrupa’daki bir noktaya gidip gelirler ve yollarını-yuvalarını hiç şaşırmazlar. Bütün bitkiler ve hayvanlar çevrelerindeki ether okyanusundaki sinyalleri algılayarak, ne zaman çoğalacaklarını, ne zaman uyku moduna geçeceklerini belirler. Kısacası, ether tüm varlıkların haber kaynağını oluşturur.

86


Tüm varlıklar oluşumları için gerekli enerjiyi kuantsal sistemden alır. Kuantsal enerji ise, önce atom dediğimiz temel elementler içinde, sonra ise bu elementlerin kombinasyonlarıyla oluşan moleküller içinde depolanır. Fotosentez olayı, kuantsal enerjinin maddelere nasıl bağlandığını gösteren güzel bir örnektir. Her canlı varlığını sürdürebilmek için enerjiye muhtaç olduğundan, enerji kaynağının nasıl değişip-dönüştüğü konusunda bilgi toplamak zorundadır. Bitkiler güneş ışığına ve de ortam sıcaklığına bağlı olarak enerji depolayabildiklerinden, her bitki gün-uzunluğu farklarını ve sıcaklık derecesi-değişimlerini takip edip, ne zaman -çiçek açacağı, sürgün vereceği gibi önemli olayları ayarlamak zorundadır. Bu bilgiler ve sinyaller ise ether dediğimiz sinyaller okyanusunda bulunmaktadır. Bir cep-telefonuyla bu sinyaller okyanusundan kendisi için gerekli sinyalleri alıp, ona göre işlem yapan insanlar gibi, tüm diğer canlılar da, farklı sinyallerle etkileşebilen çeşitli proteinler üreterek, bu sinyaller okyanusundan kendileri için gerekli bilgileri alırlar ve ona göre davranırlar. Diğer bir ifadeyle, doğa ve dünyayı etkileyip-yönlendiren faktör olarak tanımlan “Allah” sabit-ebedi-değişmez bir varlık değil, ether dediğimiz değişken bir sinyaller sistemidir. Bu ether okyanusunda, bir çekülün çevresindeki tüm kütleleri algılayıp-ona göre yönlenmesi gibi, tüm diğer varlıklar da kendilerini etkileyen tüm kuvvet türlerini algılayıp, ona göre davranırlar. Ether okyanusunu oluşması ise, kuantların atomları, atomların molekülleri, moleküllerin hücreleri, hücrelerin bedenleri oluşturması şeklindeki zaman ardalanmalarında gerçekleşmiştir. Yani etherokyanusu, varlıkların çeşitlenmesiyle tabandan tepeye (altsistemlerden üst-sistemlere doğru) dinamik oluşum mekanizması (DOM) sistemiyle oluşup-gelişmiştir. Dinamik sistemler fiziğinin “order-parameter” denilen düzen-oluşturma faktörü, aslında bir kuvvet alanıdır, yani ether okyanusunun bir parçasıdır.

Bir ortaklık (Üst-Sistem) oluşturmak için en az kaç öğe gerekir? Belli bir kritik sayı var mıdır? Ne zaman gerçek bir toplum hayatına ulaşılacak? Bu soruyu yanıtlamak için bir mineralin kristal yapısına bakmak gerekir. Mineral olarak da en basit yapılı, yani en az sayıda element içeren bir minerali seçelim: sadece 2 elementten oluşan ve kübik sistemde, yani küp şeklinde kristalleşen tuz minerali, NaCl. Molekül gibi küçük öğeler, basınç ve sıcaklık değerlerine göre gaz, sıvı veya katı hallerde bulunurlar. Örn. NaCl kimyasal formülüyle belirlenen tuz minerali, küp şeklinde kristalleşir ve kristal yapısı şekilde görüldüğü gibidir. Buna tuz mineralinin birim-hücresi denir ve 5.64 angström (milimetrenin on-milyonda-biri) boyutundadır. Bu birim-hücreye bakıldığında, 15 Na ve 14 Cl atomu görülür, yani bir tuz minerali oluşturulması için en azından 15 molekül gereklidir. Ama şekildeki birim hücrede 1 Cl atomu eksiktir. Dolayısıyla tuz minerali oluşturulması için bu birim-hücreye başka eklentiler yapılması şarttır.

87


Bir kristal çekirdeği oluşturulabilmesi için ne kadar molekül gerektiğini araştıranlar, 75-130 arası gibi, mineral bileşimine bağlı olarak değişen çok sayıda molekül gerektiğini saptamışlardır. Dolayısıyla ortalama bir değer olarak 100 kadar molekülün ancak bir ortaklık (yani üst-sistem) oluşturabildikleri görülmektedir. Bu vesile ile aklıma “100üncü maymun etkisi” kavramı geldi. Aslında olay belli bir kritik sayı eşiğine ulaşmak. Yani bir çiçekle yaz gelmiyor, belli sayıda çiçeğin açması gerekiyor. İnsanların oluşturacağı bir “Üst-sistem ortaklık= Geçek Toplum” için de dinamik-sistemli hayat görüşünü bilen-benimseyen belli bir sayıda insanın bulunması şart ve gereklidir. Bu nedenle günümüz dünyasında yaşanan kavga –savaş ortamından kurtulup, mutlu bir toplumsal ortak yaşama ulaşmak için, Dinamik-Oluşum-Mekanizması (DOM)-bilgilerini en kısa zamanda genişçe bir halk kesimine ulaştırarak, kritik-sayıya ulaşılması gerekmektedir. Kritik sayıya ulaşıldığında, dışarıda kalan tüm öğeler, o sisteme akın ederler ve yeni bir üstsistem oluşturulmuş olur. Ne zaman gerçek bir toplum hayatına ulaşılacak?

- Attractor = Çekim Merkezi Oluşumu Doğa dinamik sistemlidir ve kuvvet alanları sürekli değişmektedir. Kuvvet alanlarının değişmesiyle, Attractor = Çekim merkezi dediğimiz faktörler de sürekli değişmektedir. Bir dağın tepesinde veya yamacında duran bir topu düşünün. Top orada durmaz, en yakındaki bir vadiye yuvarlanır. Topun yuvarlanıp göç ettiği vadi noktası “attractor” = çekim yeri (merkezi) oluşturur. Varlıklar, kuvvet faktörüyle hareket ederler; kuvvet ise, enerjinin çok yoğun olduğu noktadan, az yoğun olduğu noktaya akmasıyla oluşur. Doğadaki enerjilerin kökenini ise kuant dediğimiz ve foton gibi güneş ışınlarını oluşturan öğeler oluştururlar. Şimdi bu kuantsal enerjin nasıl daha büyük sistemler içine entegre edildiğini ve çeşitli kuvvet türleri, dolayısıyla çok farklı attractor= çekim merkezleri oluştuğunu görelim. Dünyamızın temel enerji kaynağı güneş ışınlarıdır. Güneşten gelen ışınlar fotosentez olayıyla şeker gibi bir madde içinde depolanırlar. 6 H2O + 6 CO2 + Güneşten gelen fotonlar C6H12O6 + 6O2 Bu denklemin sol tarafındaki madde miktarı ile sağ tarafındaki madde miktarı aynıdır. Ama enerji içerikleri farklıdır. C6H12O6 olarak gösterilen glikoz molekülü güneşten gelen fotonları depolamıştır. Bu molekülü oluşturan H, O ve C atomlarının bağlantı sistemleri (spinleri, polarizasyonları, vs.) H2O ve CO2 moleküllerini oluşturan H, O ve C atomlarındakinden farklıdırlar. Görüldüğü üzere, enerji, maddeye bağlanmış durumdadır. Bu glikozu yiyen hayvanlar, temel enerji birimi olan kuantları (dolayısıyla fotonları) protein gibi başka bir madde içinde bir araya getirirler. Bu şekilde kuantsal enerji et denilen bir başka madde içinde depolanmış olur. Enerji aktarımı bu şekilde devam eder ve her yeni oluşturulan madde, enerjiyi başka bir “madde bileşimi” şeklinde depolamış olur. Her farklı maddenin farklı rengi, farklı kokusu, farklı tadı vardır. Bu farklılıklar farklı çekim güçleri oluştururlar. Ve tüm bu farklı çekim güçleri temelde belli sayıda (h) kümeleşmelerinden oluşurlar. Ama bu kuantların spinpolarizasyon-frekans gibi atomik özellikleri, her yeni oluşumda farklıdır. Bu nedenle sürekli yeni etkileşim türleri ortaya çıkar. Maddelerin içlerindeki atomların spin, polarizasyon gibi kuantsal özelliklerinin her madde için farklı olması ve de madde yoğunluklarının da homojen olmaması, doğadaki kuvvet alanlarının da çok değişken olmasına yol açar.

88


Kuantların madde dediğimiz kombinasyonlar içinde birleştirilerek daha farklı enerji ve kuvvet türlerinin ortaya çıkması, onlardan yararlanacak yeni varlıklar ortaya çıkmasını teşvik eder. Başka tür ifadeyle, doğada önceleri foton olarak yer alan bir sürü enerji paketçiği, başka türde bir kombinasyon olarak piyasaya çıkmıştır. Yani piyasaya yeni bir ürün sürülmüştür. Her ürünün bir alıcısı vardır. Yani her yeni tür enerji kaynağı, doğadaki varlıklar için yeni bir hedef, dinamik sistemler fiziği terimiyle, yeni bir ‘ATTRACTOR= ÇEKİM MERKEZİ’ OLUŞTURUR. ÇEKİM MERKEZİ, BİR ÖĞENİN GİDECEĞİ HEDEF, VEYAHUT KULLANACAĞI ENERJİ KAYNAĞI TÜRÜDÜR. Besin nerede bol ise, oraya göç edilir. Yaz aylarında kuzey bölgelerine, kış aylarında güney bölgelerine göç ederek yaşayan hayvanlar, manyetik-alan, güneş-ışınları polarizasyonu gibi her tür fiziksel-kimyasal faktörden yararlanarak binlerce km.lik mesafelerde, hiç hedeften sapmadan gidip-gelebilirler. Her canlı, hayatının devamı için enerjiye muhtaç olduğundan ve ana enerji kaynağını da bağımlı olduğu belli canlı türleri oluşturduğundan, neyin neye bağımlı olarak oluşup geliştiğinin kayıtlarını sürekli olarak tutmak zorundadır. Bu şekilde information & selforganisaton olarak özetlenen dinamik sistemli doğa ortaya çıkmış olur. Buradaki “bilgi = information” kavramı, enerjinin nerden nereye akacağını gösterir ve varlıkların fizikselkimyasal yapısallaşmalarında kayıtlıdır. Yani doğada her yeni bir varlık oluşturulduğunda, daha önce var olan her varlık, o yeni varlığın yaydığı sinyali algılayarak, o varlıkla etkileşim içine girer. Enerji taşıyıcıları olan bu kuantsal ögeler çeşitli üst-sistemler içinde birleştikçe, doğadaki enerji de, çeşitli üst-sistemler içinde yer değiştirmiş olur. Bu nedenle, yeni bir şey yapımı, ne tür yenilikler oluştuğu konusunda yeni bilgiler oluşturulmasını gerektirir. Enerjinin çeşitli üst-sistemler içinde depolanır duruma geçmesi, tüm varlıkları, özellikle de canlıları, bu yeni yapısallaşma türlerini algılamaya yönelik organlar (detektörler) oluşturma arayışlarına yöneltmiştir. Tüm bu işlemler, olasılık hesaplamaları sonuçlarına göre gerçekleştirildiğinden, tüm varlıklar olasılık hesabı yapma bilgileri oluşturmak ve bu bilgileri geliştirmek zorundadırlar. Atom-altı-öğelerden başlanarak, atomlar, moleküller, hücreler, bedenler, dünyamız, güneş-sistemleri vs. gibi tüm üst-sistemlerde enerji-dağılımı asimetriktir. Yani doğadaki tüm varlıkların bir tarafında daha az, diğer tarafında daha yoğun şekilde enerji dağılımı vardır. Atomlarda çekirdek pozitif, elektron-halkası negatiftir; moleküllerde yine dipol özelliği, manyetizma farklılığı vs vardır; hücrelerin içlerindeki elektrik potansiyeli, hücre dışı ortamdan fazladır; dünyamızda soğuk-sıcak, alçak-basınç- yüksek basınç gibi çok farklı bölgeler vardır, bu nedenle rüzgar, okyanus akıntıları, volkanik faaliyetler, depremler gibi kuvvetler ortaya çıkarlar, vs. Bu konuda şu makalenin okunması yararlı olur: http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/10/dogadaki-olusum-mekanizmasnndom-genel.html Çekim merkezi (atraktör) varlıkların gideceği hedef veya kullanacağı enerji kaynağı türü olduğundan, toplum hayatımızda da insanların hedefi “para” olmaktadır. Çünkü toplum hayatının enerji birimi “para”dır. Ama insanlık statik sistemli hayat görüşü nedeniyle, toplumlun enerji-birimi olan “paranın” kontrolünü tepedekilerin eline bırakmıştır. Bu insanlığın yaptığı en büyük yanlışlıktır. Çünkü doğada tüm varlıkları etkileyip-yönlendiren “enerji” birimleri, hep varlıkların içsel bileşenlerindedir: bedenlerimizin enerji kaynağı hücrelerimizde, hücrelerinki, moleküllerde, moleküllerinki atomlarda, atomlarınki kuantsalöğelerde. Bu nedenle doğada her şey tabana dayalı ve bağımlı iken, insanlık tepeye bağımlı olmuştur. Tepeye bağımlılık ise, tüm toplumsal sorunların kaynağıdır. Paranın kontrolü tamamen tepedeki zenginler-kulübünün elinde ve denetimindedir. Toplum hayatı, zenginler-kulübü tarafından etkilenip-yönlendirilen “siyasetçilerle” yönlendirilir. Siyasetçilere neleri nasıl yapacakları ise, hep “tepedekiler” tarafından dikte edilmiştir.

89


Varlıkları yönlendiren güç sistemi enerjiyle oluşur. Peki enerji nerdedir veyahut kimdedir? Statik sistemli doğa görüşünde güç, dolayısıyla enerji tepededir, sahiptedir. Tarih boyunca çoğu kral veya sultan kendi adına para bastırmış ve bu şekilde güç ve kuvvetin kendinde olduğu sinyalini vermiştir. Son yüzyıl içinde bilim ve teknolojik gelişimlerin de etkisiyle, devletler arası ilişkiler artmış ve tel-örgülü sınırlar kalkarak toplumlar arası etkileşimler kolaylaştırılmış, uluslar arası ticaret artırılmıştır. Bu durum dünya genelinde ortak para-birimi kullanılmasını zorunlu kılmıştır. Başlangıçta “altın” olan uluslar-arası para biriminin yerini, zamanla “dolar” “euro” gibi döviz birimleri almıştır. Bağımlılık tepeye olunca, para denilen ve toplum hayatında hizmetalışverişini sağlayan unsur da tepedekilerin elinde olur. Dünya genelinde gerçekleşen hizmet-alış-verişlerinde kullanılan “para” biriminin denetimini elinde tutan, dünyayı yönetme-yönlendirme fırsatına kavuşur ve uluslar-arası düzeyde güç-savaşları başlar. Eskiden sadece krallar veya sultanlar tarafından sömürülen halk, bu defa uluslar-arası-parababaları tarafından da sömürülmeye başlanır. Çünkü hizmet alış-verişlerinde kullanılan “parayı” basıp-çoğaltanlar (krallar veya uluslar-arası-bankacılık-sistemleri vs.) hiçbir hizmet üretmeden üretilen hizmetlerin takası sırasında anormal kazançlar sağlamaktadır. Tüm bu işlemlerde ise hep en tabandaki halk soyulmaktadır, ve bu uyutulmuş zavallılar kesimi hala uyandırılmaya karşı direnç göstermektedir. Para basma hakkının dahi kendinde olduğunu, her şeye müdahil olmasının şart-ve-gerekli olduğunun farkında olmayan halk, maaşı kesilirse: ● borç taksitlerini ödeyemeyeceği; ● ailesinin masraflarını karşılayamayacağı gibi korkular içinde tepedekilere kulluk yapmaya devam etmektedir. Para atraktör olduğu sürece, insanlar kul-köleliğe mahkumdur. Bunun tek suçlusu ise statik sistemli (yani TBÖlü) hayat görüşüdür. İnsanlığın sorunlarından kurtulmasının tek yolu, doğadaki oluşum ve gelişimlerin statik sistemli (yani tepeye bağımlı) değil, tabana ve tabandaki öğelerin (insanların) karşılıklı anlaşıp-uzlaşmalarına dayalı olduğu gerçeğidir. “cennette mi yaşamak istersiniz, cehennemde mi?” başlıklı mesajı ve içeriğini bu vesileyle tekrar dikkate almanız gerekmez mi? Venus-project: https://www.youtube.com/watch?v=KphWsnhZ4Ag&feature=share

- Maximum – Information – Principle. Doğa dinamik sistemlidir ve “information & self-organisation = bilgilen ve örgütlen” ana-ilkesi çerçevesinde gelişmektedir. Doğada bilginin nasıl arttığını anlatmak için “ether” terimini açıklamak gerekir.

90


Ether sözcüğü uzay boşluğunu dolduran ve ışığın boşlukta ilerlemesini sağlayan görünmez bir şey olarak algılana gelmiştir. Doğa ve dünyanın “hava, su, ateş, toprak” gibi dört temel elementten oluştuğu şeklindeki görüşün egemen olduğu dönemde “ether” beşinci element olarak kabul edilmiş ve ilahi güçlerin bu elementi soludukları varsayılmıştır. Böyle bir varsayım yapılırken doğadaki kuvvet alanlarının düşünülmüş olması gerekmektedir. Günümüz doğa bilimleri değerlendirilmesi açısından kavrama bakarsak, şunu görürüz. Gerek bizim atmosferimizde, gerek uzay boşluğunda kuvvet alanları vardır ve bu kuvvet alanları özellikle elektromanyetik radyasyonlardan (ve de gravite, baskın kuvvet gibi diğer kuvvet türleri etkilerinden) oluşmaktadır. Bu kuvvet alanlarının varlığını ve etkisini şöyle tasarlayabilirsiniz: Çevremizdeki her yer (atmosfer, hidrosfer, litosfer, uzay boşluğu, vs.) çeşitli radyasyonlarla doludur. Bizler bunu doğrudan algılayamayız, ama bir radyo alıcısının düğmesini sağa-sola kaydırdıkça işittiğimiz farklı yayınların dalgalarını aldığımızda, çevremizde ne kadar farklı sinyal bulunduğunu fark ederiz. Ether dediğimiz şey bu sinyaller okyanusundan oluşur. Varlıklar çevrelerindeki değişim-dönüşümlere göre yapılarını (kimyasal ve fiziksel bileşimlerini) değiştirirler. Değişen bu bileşimlere uygun olarak, onların çevrelerine yaydıkları sinyaller de değişmiş olurlar. Bu nedenle ether okyanusundaki sinyaller de sürekli değişim-dönüşüm içinde olur. Günümüzde bu ether okyanusunun içinde cep-telefonu, internet ortamı, uydular, televizyonlar gibi bir sürü yeni sinyal türü daha bulunmaktadır. Halbuki yüz-yıl öncesinin atmosferinde bu tür sinyaller bulunmuyordu, çünkü bu sinyalleri üreten maddeler henüz doğada yoktu. Dolayısıyla, uzayda bir sinyalin var olabilmesi için o sinyali oluşturan maddenin doğada oluşmuş olması şarttır. Doğada maddelerin oluşum sıralanması dikkate alınıp, buna göre zaman içinde uzayda ether çeşitliliği ve yoğunluğu hesaplandığında, ether yoğunluğu ve çeşitliliğinin günümüzden geçmişe doğru gittikçe azalacağı anlaşılır. Varlıklar davranışlarını ether içindeki sinyallerden yararlanarak belirler. Örneğin göçmen kuşlar, balıklar vs. yeryuvarının manyetik alanından yararlanarak yönlerini belirler ve bu sayede Afrika’daki bir noktadan kuzey Avrupa’daki bir noktaya gidip gelirler ve yollarını-yuvalarını hiç şaşırmazlar. Bütün bitkiler ve hayvanlar çevrelerindeki ether okyanusundaki sinyalleri algılayarak, ne zaman çoğalacaklarını, ne zaman uyku moduna geçeceklerini belirler. Kısacası, ether tüm varlıkların haber kaynağını oluşturur. Tüm varlıklar oluşumları için gerekli enerjiyi kuantsal sistemden alır. Kuantsal enerji ise, önce atom dediğimiz temel elementler içinde, sonra ise bu elementlerin kombinasyonlarıyla oluşan moleküller içinde depolanır. Fotosentez olayı, kuantsal enerjinin maddelere nasıl bağlandığını gösteren güzel bir örnektir. Her canlı varlığını sürdürebilmek için enerjiye muhtaç olduğundan, enerji kaynağının nasıl değişip-dönüştüğü konusunda bilgi toplamak zorundadır. Bitkiler güneş ışığına ve de ortam sıcaklığına bağlı olarak enerji depolayabildiklerinden, her bitki gün-uzunluğu farklarını ve sıcaklık derecesi-değişimlerini takip edip, ne zaman -çiçek açacağı, sürgün vereceği gibi önemli olayları ayarlamak zorundadır. Bu bilgiler ve sinyaller ise ether dediğimiz sinyaller okyanusunda bulunmaktadır. Bir cep-telefonuyla bu sinyaller okyanusundan kendisi için gerekli sinyalleri alıp, ona göre işlem yapan insanlar gibi, tüm diğer canlılar da, farklı sinyallerle etkileşebilen çeşitli proteinler üreterek, bu sinyaller okyanusundan kendileri için gerekli bilgileri alırlar ve ona göre davranırlar. Diğer bir ifadeyle, doğa ve dünyayı etkileyip-yönlendiren faktör olarak tanımlan “Allah” sabit-ebedi-değişmez bir varlık değil, ether dediğimiz değişken bir sinyaller sistemidir. Bu ether okyanusunda, bir çekülün çevresindeki tüm kütleleri algılayıp-ona göre yönlenmesi gibi, tüm diğer varlıklar da kendilerini etkileyen tüm kuvvet türlerini algılayıp, ona göre davranırlar.

91


Ether okyanusunu oluşması ise, kuantların atomları, atomların molekülleri, moleküllerin hücreleri, hücrelerin bedenleri oluşturması şeklindeki zaman ardalanmalarında gerçekleşmiştir. Yani ether okyanusu, varlıkların çeşitlenmesiyle tabandan tepeye (altsistemlerden üst-sistemlere doğru) dinamik oluşum mekanizması (DOM) sistemiyle oluşupgelişmiştir. Dinamik sistemler fiziğinin “order-parameter” denilen düzen-oluşturma faktörü, aslında bir kuvvet alanıdır, yani ether okyanusunun bir parçasıdır. Kuantların madde dediğimiz kombinasyonlar içinde birleşerek daha farklı enerji ve kuvvet türleri ortaya çıkarması, Chaisson (2001) yönelimi olarak bilinen “enerji-akışıyoğunluğunu” artırıcı bir faktör olarak doğadaki gelişimleri yönlendiren ana faktör olmuştur.

Her canlı, hayatının devamı için enerjiye muhtaç olduğundan ve ana enerji kaynağını da bağımlı olduğu belli canlı türleri oluşturduğundan, neyin neye bağımlı olarak oluşup geliştiğinin kayıtlarını sürekli olarak tutmak zorundadır. Bu şekilde information & selforganisaton olarak özetlenen dinamik sistemli doğa ortaya çıkmış olur. Buradaki “bilgi = information” kavramı, enerjinin nerden nereye akacağını gösterir ve varlıkların fizikselkimyasal yapısallaşmalarında kayıtlıdır. Yani doğada her yeni bir varlık oluşturulduğunda, daha önce var olan her varlık, o yeni varlığın yaydığı sinyali algılayarak, o varlıkla etkileşim içine girer. Enerji taşıyıcıları olan bu kuantsal ögeler çeşitli üst-sistemler içinde birleştikçe, doğadaki enerji de, çeşitli üst-sistemler içinde yer değiştirmiş olur. Bu nedenle, yeni bir şey yapımı, ne tür yenilikler oluştuğu konusunda yeni bilgiler oluşturulmasını gerektirir. Enerjinin çeşitli üst-sistemler içinde depolanır duruma geçmesi, tüm varlıkları, özellikle de canlıları, bu yeni yapısallaşma türlerini algılamaya yönelik organlar (detektörler) oluşturma arayışlarına yöneltmiştir. Tüm bu işlemler, olasılık hesaplamaları sonuçlarına göre gerçekleştirildiğinden, tüm varlıklar olasılık hesabı yapma bilgileri oluşturmak ve bu bilgileri geliştirmek zorundadırlar.

92


Maksimum Enformasyon Prensibi: Dinamik sistemlerde, değişen koşullara uyum sağlamak amacıyla varlıkların çevrelerini algılayıp, kendilerini bu koşullara uyumlu hale sokabilmeleri için gerekli bilgi oluşturma dürtüsü. Bu nedenle, ortamdaki tüm değişimdönüşümleri, hangi tür yeni madde-bileşimleri oluştuğu, v.s bilgilerini toplayan hücreler, kendilerine belirledikleri hedeflere ulaşacak şekilde bir işletim sistemi tasarlarlar ve buna ulaşmak için gerekli beden yapısallaşması konusunda karşılıklı bir ortak plan (düzenleyici= order-parameter) hazırlayarak, yeni bedenler ortaya koyarlar. Doğadaki tüm kuvvetler, enerjilerini kuantsal sistemden alırlar. Kuantsal sistemde ise enerji hem yapıcı, hem yıkıcı özelliğe sahiptir ve süperpozisyon durumundadır.

Süperpozisyon durumundaki bu enerji paketçiklerinin yapıcı veya yıkıcı yönde kullanılması, oluşturulan üst sistemlerin göstereceği hedefe bağlıdır. A-kişisinin de yapacağı işlerde kullanacağı enerjisinin kökeni bu kuantsal öğelerdir; B-kişisinin de… A-kişisi bu enerjiyi çevresindekilerle uyumlu olacak amaçlar için kullanabilirken, B-kişisi bu enerjiyi çevresindekilerle kavga edecek şekilde kullanabilmektedir.

Kuantsal öğeler hem yapıcı, hem yıkıcı olarak işlevlerde bulunabilirler. Hangi yönde kullanılacakları, gösterilen hedefin değerlendirilmesine bağlıdır. Statik sistemli doğa görüşünde, en tabanda (kuantsal sistemde) bulunan yapma veya yıkma yeteneği, tepede olduğu varsayılan hayalî bir güç kavramına bağlanmıştır. Bu temel prensip uyarınca, toplumsal sistemlerin yönetimi de tepeye yerleştirilen ve olağanüstü yetkiler-dokunulmazlıklar vs. ile donatılmış liderlik sistemine bağlanınca, insanlar arasında olması-oluşturulması gereken “çevresiyle doğrudan ilişki kurma ve bu ilişkilere göre davranışlarını belirleme yeteneği” körleştirilmiştir. İnsanlar, tepeye oturan liderlerin göstereceği hedefe göre davranmak zorunda kalırlar. Tepedekilerin görüşlerine göre davranmak zorunda olan halk, çevrelerindeki insanlara ve diğer varlıklara karşı oluşturmak zorunda olduğu karşılıklı etkileşim özelliğini kullanamaz. Halbuki doğal sistemde denge ve düzen “Her varlık, kendine en yakın komşuları ile etkileşim içine girecek ve davranışını ona göre belirleyecektir” şeklindedir. Yani, varlıklar arası ilişkiler karşılıklı etkileşimlere dayanılarak oluşturulur. İnsanlar ise tepedeki birilerinin görüşüne göre davranışını belirlediğinden, asla (arılardaki, karıncalardaki gibi) doğal sisteme uygun bir toplumsal hayat modeli ortaya çıkamamaktadır. Doğada her şey zıt kutuplu salınımcıların yeni zıt kutuplu üst-sistemler oluşturmaları şeklinde devam etmektedir. Ancak her üst-sistem, enerjisini alt-sistemlerden almak zorundadır ve bu nedenle hangi alt-sistemleri hangi sırayla birleştirerek yeni bir üst-sistem oluşturacağı bilgilerini kayıt etmek zorundadır. Bu nedenle bir bedendeki her bir hücre, onbinlerce farklı faktörü değerlendirip bir karar alır; bu sonucu bir diğerine iletir. Kendisine gelen bu sonucu diğer binlerce sonuçla (faktörle) harmanlayarak değerlendiren hücre de bir sonuca varır ve bunu bir başka ortağına iletir, vs… Ve bu şekilde bedendeki trilyonlarca hücrenin hepsi, ortaklık sistemlerinde kendilerine düşen görevi yaparlar. Hiçbir hücre görevsiz-işlevsiz değildir. Beden dediğimiz hücre ortaklıkları, milyarlarca yıllık bilgi oluşturma çabaları sonucu meydana gelmiş böylesine karmaşık işlevler yürüten hücre ortaklıklarıdır.

93


Alt-sistemlerine böylesine bağımlı olan ve bu bağımlılık bilgilerini de kalıtsal bilgi depolarında kayıt altında bulunduran hücrelerimize, “hayalî bir hayat görüşü” bilgileri yüklerseniz, hücreleriniz bu “hayalî hayat görüşü” bilgilerini kalıtsal bilgi depolarındaki verilerle uyum içine sokamazlarsa, işte o zaman “ruhsal hastalıklar veya kanserojen durumlar” ortaya çıkması kaçınılmaz olur. Çünkü hücrelerimizin içindeki salınımcılar, salınımlarını doğadaki diğer salınımcılarla uyum içinde tutmak zorundadırlar, zira ortak ve evrensel bir enerji ağı içindedirler. Hayali bir hayat görüşüne ait uyumsuz bilgiler yüklenmiş hücrelerdeki salınımcılar, doğadaki diğer salınımcılarla uyum sağlayamazlarsa, strese girerler ve stres nedenli hastalıklar ortaya çıkarlar.

- Sonuç: Dinamik-sistemler-fiziği ilkelerinden düzenleyici =order-parameter, simetri-kırılması, sabitleştirme ve köleleşme olayları, bir toplumda (veya yarı-kapalı herhangi bir sistemde) kritik bir noktaya ulaşıldığında, Prigogine’in bifurcation = çatallanma olarak tanımladığı, yeni bir değerlendirme- karar-alma durumu oluşumu ortaya çıktığında gerçekleşir. Kritik nokta denilen faktör ise, ortamdaki öğe yoğunluğunun ve karşılıklı etkileşim değerlerinin çok artması sonucu, yeni bir düzenleyici (order-parameter) oluşturularak yeni bir üst-sistem içinde birleşmeye gidilmesi olarak gerçekleşir. İnsan nüfusu geometrik dizi-şeklinde şeklinde artmaktadır. Bu nedenle insanlık için dünya ölçeğinde karşılıklı etkileşim içine girerek, dünya ölçeğinde bir düzenleyici oluşturulması zorunlu olmaktadır. Dolayısıyla, bizlerin ortaya koyması gereken toplumsallaşma ilkeleri, sadece ülkemiz ölçeğinde değil, global ölçekte, tüm dünya ülkelerinde uygulanabilinir olmak zorundadır. Görüldüğü üzere, informator, simetri-kırılması, köleleştirme ve sabitleştirme düşünce ve davranışlarımızı etkileyen en temel dinamik -yaşam –sistemi parametreleridirler. Bu parametreler çok önemli olduğundan anlatımlarda kolaylık sağlaması açısından “SimetriKırılması +Köleleştirme +Sabitleştirme” üçlü faktörünü, terimlerin ilk hecelerinin birleştirilmelerinden oluşturulan SimKırKölSab kısaltması ile göstermek yararlı olur.

Tüm varlıklar, çevreleriyle etkileşime girerek, çevrelerindeki değişim-dönüşümlere göre yapısal-dokusal durumunda düzeltmeler yapar. Örneğin biz insanlar çevremizle etkileşip, kazandığımız deneyimlere ve öğrendiklerimize göre hücrelerimizin amino-asit bileşimlerinin değiştirilmesine neden oluruz. Yani her yeni bir şey öğrendiğimizde, hücrelerimizin yapısal-dokusal durumunda bir değişiklik olur. Bu değişikliğe göre de bizim düşünce ve davranışımız değişir. Yani SimKırKölSab faktörü, sürekli etkinlik halindedir ve bu etkinlik daha çok hücresel düzeydedir.

94


Her beyin yönlendirmekle yükümlü olduğu bedenin çıkarlarını savunacak şekilde programlanır. Bu nedenle her insan kendi bedenini, kendi düşünce ve davranışlarını beğenir ve hep kendisini haklı görür. Bunun nedeni ise SimKırKölSab faktörünün bu şekilde bir işleyişe neden olmasıdır. SimKırKölSab faktörünün doğadaki her oluşumda, oluşturulacak yeni bir şeyin, hep kendisini savunacak şekilde yapısallaştırmasına yönlendirmesinin nedeni, doğada varlıklar arası bir yarış ile her şeyin gerçekleşmek zorunda olmasından kaynaklanır. Hücrelerin beden oluşturma süresince geçirdikleri bu simetri kırılması ve özellik sabitleştirilmesi olayı, atom-altı-öğelerden (aaö) başlarlar. Aaölerin kombinasyonlarından oluşan kimyasal elementlerde yeni özellikler ortaya çıkar; Bu elementlerin kombinasyonları ile oluşan moleküllerde, elementlerin özelliklerinde simetri kırılmaları oluşur ve moleküllere ait yeni özellikler sabitleştirilir. Moleküllerden hücrelere geçişte yine simetri kırılmaları ve yeni özellik eklenip-sabitleştirilmeleri şeklinde yeni özellikler kazanılır. Hücrelerden çeşitli hayvan bedenleri oluşumlarına geçişte, yine simetri-kırılmaları ve yeni özellik kazanımları gerçekleşir. Bu şekilde her canlıda farklı duygu ve düşünce sistemleri ortaya çıkar. Doğadaki her türlü etkinlik- hareketlilik kuant denilen en temel enerji öğesi tarafından etkilenip, yönlendirildiğinden, tüm varlıklar bu kuant kadar (veyahut onun tam-sayılı bir katı kadar enerjiyi) birbirinden almak veya vermek şeklinde gerçekleşmektedir. Bu nedenle her varlık bir diğerine bağımlıdır. Gelişimler alt-sistemlerden üst-sistemlere doğru ilerlediğinden, üst-sistemlerin yaşamı ve devamı, alt sistemlerde simetri-kırılması, köleleştirme ve sabitleme ile sağlanmak zorundadır. SimKırKölSab faktörü bu nedenle doğadaki en önemli ve gizemli faktördür. Dinamik sistemlerde her yeni oluşturulacak üst-sistemde geçerli olacak düzen ölçütü (=order-parameter, ki buna ‘insanların paradigması’ da denir), bileşenleri üzerinde köleleştirici etki yapar. İnsanlar geleneksel olarak, bilinci ve bilinçli davranışı sadece insan ve insan-üstü varlıklara özgü bir özellik olarak kabul etmiş ve bunu insanlarda değişmez bir paradigma olarak yerleştirmiştir. BU NEDENLE İNSANLAR SADECE ATOM-ALTI-ÖĞELERİ DEĞİL, HÜCRELERİ BİLE BİLİNÇSİZ VE BİLGİSİZ DAVRANIŞ İÇİNDE GÖRMEYE ŞARTLANDIRILMIŞLARDIR. Böyle bir şartlanmışlıkla sabitleştirilen nöronal devreler, bu şartlanmışlığı değiştirmeye yanaşmazlar ve hep yan yollar, kaçamaklar bularak olayları açıklamaya çalışırlar. Bu, bilim adamları için de geçerlidir. Arp (1998, s.228)in dediği gibi: “Geleneksel bilim adamlarının iki alternatif seçim arasında yanlış olanı seçeceklerini öngörebilir miyiz? Bu soruyu evet olarak yanıtlarım, çünkü bu konuda önemli nokta, paradigma değişimidir ve geleneksel bilim dünyasında paradigma değiştirilmesi yasaklanmıştır.” İşte insanların mantıksız davranışlarda ısrar etmelerinin nedeni budur. Yobazlık kavramı, geleneksel görgü ve bilgilerin etkisi altında kalarak, değişen doğa ve dünya koşullarına uygun davranmama anlamında kullanılan bir kavramdır. YANİ YOBAZLIK DENİLEN KAVRAM, BİLİM ADAMLARI ARASINDA (VE DE “AYDIN İNSAN” DENİLEN GRUP İÇİNDE) TAM MANASIYLA YAYGINDIR. Ve bunun nedeni de, hücrelerin dinamik sistemler fiziğinin köleleştirme + solidifikasyon (sabitleştirme) ilkelerine uygun davranarak, oluşturdukları bedenlerin davranışlarını ‘çocukluk evresindeki koşulları ön plana alarak’ sabitleştirmiş olmalarıdır. Bu nedenle gelenek ve göreneklerini sorgulamayı göze almayan toplumların kalkınmaları hep gecikmeli olmaktadır.

- Bir Ara Değerlendirmesi Doğada dinamik bir sistemin işlediği, yukarıdaki bölümlerde bilimsel verilerle gösterildi. Görülüğü üzere doğada olaylar bilinçsiz öğelerin rast-gele çarpışmalarıyla, veyahut tepeden gönderilen bir sinyalle (emirle) değil, varlıkların bilinçli ve karşılıklı etkileşimleriyle oluşuyor.

95


5-10 yıl öncesine kadar (ve de hala) kesin bir şekilde dünyamızdaki atomikkomposizyonun sabit olduğuna, dünyamız koşullarında atomların birbirlerine dönüşemeyeceği şeklindede dogmatik bir görüşe inanılmaktadır. http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/dom-2-enerjinin-kokeni-vekuantum.html adresinde verilen bir dogmanın çöküşü başlıklı yazıda gösterildiği üzere, bedenlerimizin atomik kompozisyonu sürekli değişmektedir. Bir canlının atomik kompozisyonu, tohum iken farklıdır, fidan iken farklıdır, olgun iken farklıdır, öldüğünde yine değişir. Bunun anlamı, içimizde sürekli olarak kuantum-fiziksel olayların gerçekleşmekte olduğudur. Kuantum fiziği olayları bilinmeden, içimizdeki duygusal gelişimleri ve hayatı anlamamız mümkün değildir. Okullarımızda, camilerimizde, medyamızda ruh- cin- peri- azrail- cebrailvs. gibi hayali kavramlar yerine, foton, elektron, kuark, proton, nötron, hücre, vs gibi gerçek öğelere dayalı hayat bilgileri öğretilmedikçe, bu karanlık dünyadan kurtulmamız mümkün değildir, çünkü ağaçlar yaşken eğilmekte ve ne ekilirse o biçilmektedir. İnsanlarımız, statik sistemli hayat görüşüyle zombileşmiş durumdalar. Atatürk bunu fark ettiği için Cumhuriyet devrimlerini yerleştirmeye çalıştı, ama son 60-70 yıldır, tekrar eskiye dönüş çalışmaları hızlandırıldı, çünkü bilim-insanları doğadaki düzen oluşturucu sistemi anlamak ve anlatmakta yetersiz (hatta zombileşmiş) kaldılar, doğada sanki bir düzenleyiciyönlendirici sistem yokmuş gibi davrandılar. Yaratılışçılarla yapılan tüm tartışmalarda, etkili bir görüş ortaya koyamadılar. Bilgiye dayalı bir gelişim-yokmuş gibi kör ve zombileşmiş tutum içine girdiler. Bu durum, yaratılışçıların çifte standart uygulayarak, halkı aldatmasına yaradı. Şöyle ki: Kuantum fiziği, atomik dünyada öğelerin salınımadımlarıyla çevrelerini ölçüp-biçerek olasılık hesapları yaparak bilinçli davrandıkları, evrensel ölçekte birbirleriyle etkileşip-haberleştikleri, vs. gibi olağan-üstü davranışlarını ortaya koyunca, yaratılışçılar hemen bu verilerin üzerine atlayıp: “Bakınız, doğada akıllı bir tasarım var, Bu Allah’ın varlığının delilidir” gibi bir yaklaşım içine girdiler. Burada uygulanan çifte standart ise şuydu: Yaratılış görüşü statik sistemlidir, Varlıkların üstünde bir sistemden emir alan peygamberlerle insanlara nasıl davranacaklarını söyler. Halbuki doğal sistem, yani kuantum-fiziği dinamiktir ve varlıklar kendileri çevrelerini algılayıp-bilgi oluşturarak ve olasılık hesapları yaparak kendi-kendilerini örgütlerler. Bilim insanlarının çoğunluğu bu olgunun hala farkında değiller. Bu nedenle bu gerçek durumu DOM-bilgileri sayesinde açıklamak ve yaratılışçıların elindeki çifte standartı almak gerekiyor. Tek çıkar yol bu. "Populatiın inversion" noktası oluşturmak önemli. Yani 100. maymun

etkisi. Bir konuda ortak görüşte birleşen insanların sayısı, belli bir eşik değerini aşınca, o görüş otomatik olarak herkesçe kabul edilir. Yani "moda" olur. Bu nedenle DOM bilgilerini mümkün olduğunca çoğaltmak tek yol ve yöntem. Kritik sayı ne kadar, bunu bilemiyoruz. Ama bu kritik sayı, toplumun ne kadar sıkışıp-zorda kaldığıyla da bağlantılı. Günümüzde toplumsal sorunlar gittikçe arttığından, kritik sayıya ulaşmak yakınlaşıyor demektir. İnsanların davranışlarını görüşleri belirler. Toplumumuzda iki farklı görüş egemendir:

►1:

İnsanlara görünmeyen ve elçileriyle insanlara mesajlar gönderen bir yaratıcıyı öngören görüş,

►2:

Doğada her şeyin, bilgisiz-bilinçsiz parçacıkların rastgele çarpışmalarıyla oluştuğuna dair görüş.

96


Her iki görüş de statik sistemli bir doğa kabullenir; yani oluşum ve gelişimlerde varlıkların aktif, amaçlı bir rolleri yoktur, her şey tepedeki bir güç sistemi (Allah veya doğal seçici) tarafından yönlendirilir.. Bu temel yaklaşım uyarınca toplumlar tepedeki bir lider (kral, sultan, başkan, vs.) ile idare edilirler, yönlendirilirler. Demokrasilerde bile halk tüm yetkiyi tepedeki başkana vermiştir. Toplumun refah düzeyi, bireylerinin üretim kapasitesine bağlıdır. Liderli sistemlerde halk pasifleştirilmiştir, çünkü liderin dediğinin yapılması gerekir. Düşünme tembelliğine mahkum edilen ve kendine güveni olmayan, halkın ise üretim potansiyeli, yeni buluşlar yaparak, diğer toplumlara karşı avantajlı duruma geçmesi olanaksızdır. Çünkü, doğası gereği, tepeye bağımlılık sistemi bireylerin düşünmesini ve bilgili olmasını engelleyicidir. Böyle bir çıkmazda olan başkanlar, ya kendi halkını bölerek, ya da komşu toplumlarla düşmanlık oluşturarak, insanların dikkatlerini dağıtıp, hedeften sapmalarını sağlarlar. Halk sorununun nedenini öğrenemeden, liderlerin bir gelir, diğeri gider, her biri diğerini suçlar. Bu tahtıravalli oyunu böylece oynanıp-gider. Kuantum fiziği ve dinamik sistemler fiziği ise, doğada her şeyin varlıkların bileşenlerinin karşılıklı etkileşimleriyle, daha ekonomik yapısal sistemler oluşturma çabaları sonucu oluştuğunu göstermektedir. Bu nedenle varlıklar yapısal bileşimlerini, ölüm-doğum döngüleri şeklinde sürekli değiştirip-yenileyerek, doğada ne tür yeni varlıklar oluştuklarını gözlemleyip, o yeniliklere uygun yeni nesiller oluşturma yarışları içindedirler. Bu görüş, “Information & self-organisation = bilgilen ve örgütlen” olarak özetlenen DİNAMİK SİSTEMLİ DOĞA GÖRÜŞÜ’dür.

Allaha inanmakla bir peygambere inanmak arasında çok önemli bir fark vardır: • Doğadaki düzen oluşturucu olarak Allah doğayı, varlıkların bilgi oluşturmaları ve birbirleriyle etkileşmelerine dayanan, tavuk-yumurta-döngülü sürekli değişim-dönüşümlü bir sisteme göre düzenlemiştir; yani dinamik bir sistem söz konusudur. Bu sisteme göre insanlar bizzat kendileri bilgi oluşturarak ve birbirleriyle etkileşerek toplumsal sorunlarını düzenlemelidir. • Peygamberlik ise, varlıkların üstünde-dışında bir Allah tasarlar, kendi görüşüne göre varlıkları oluşturur ve peygamberleriyle gönderdiği kitap bilgilerine göre davranılmasını emreder, mutlu (veyahut mutsuz) ebedi bir hayatın “öteki dünya” diye vaat etiği bir yerde süreceğini söyler. Bu konuda 2. Ciltteki “ALLAH NASIL ANLAŞILMALI” başlıklı yazının okunması, peygamberlerin doğayı ne kadar yanlış yorumladıklarını gösterecektir. • kutsal kitap bilgilerinin Yani tamamen, tepeden yönlendirilen statik sistemli bir hayat görüşü söz konusudur. • Bilgi ve mantık sorunları çözme yeteneğidir. Bilgileriniz doğruysa ve mantığınız sağlamsa, sorunlarınızı çözersiniz. Allaha inanan, dinamik sistemli düşünüpdavranacağından, sorunlarını çözecek bir mantığa sahiptir. Peygamberliğe inanan ise, statik sistemli düşündüğünden, dinamik sistemli hayatın sorunlarını çözemez. Din adamları ve bilim insanları dahil, tüm insanlık asırlardır, statik sistemli bir doğa görüşüne uygun zaman kavramıyla şartlandırılmış-körleştirilmiş olduklarından, zamanı yanlış yorumlamışlar ve insanların hayat hakkında yanlış bilgiler oluşturmalarına yol açmışlardır. ►Her gün masum insanlar ölürken, kimsenin can güvenliği yokken, hak-hukuk sistemi işlemezken; ►.Enflasyon-işsizlik her geçen gün artarak devam ederken; ►Tüm toplumsal sorunlarımızın kaynağını statik sistemli tepeye bağımlılık olduğu ortaya konmuşken,

97


İnsanlara gerçek bilgiler vermekle yükümlü olmaları gereken din adamlarını, bilim insanları gibi “aydın” olduğuna inandığımız kişilerin hala yapraklarla uğraşmaya devam edip, ormanı görememelerini protesto ediyorum. “Yapraklarla uğraşmaktan, ormanı görememek” terimini şu anlamda kullandım: Yaşadığımız doğa ve dünya dinamik sistemlidir ve “information & self-organisation” olarak özetlenen dinamik-sistemler-fiziği (Haken 2000) kurallarına göre işlemektedir. Dinamik sistemlerde her şey, tabana dayalıdır ve atom-altı-öğelerden başlanarak, atom< molekül < hücre < beden < toplum gibi gelişen üst-sistem oluşumlarına doğru ilerlemektedir. Bu oluşumlarda üst-sistemi bir arada tutacak olan faktöre “düzen-ölçütü veyahutinformator” denilir. Bu informator, kesinlikle varlıkların karşılıklı etkileşimlerine dayalı rezonansla gerçekleşir. Kimse onlara nasıl birlikte yaşayacaklarının kurallarını dikte etmez. Toplum hayatı da dinamik sistemde işlemek zorundadır. Yani insanlarımız, birlikte yaşamanın kurallarını, karşılıklı anlaşıp-uzlaşmalarla, bizzat kendileri oluşturmak zorundadırlar. Halbuki günümüz toplumlarında durum tam tersidir, kurallar ya mutlak otoriterlerce (kral, sultan, vs) veyahut bir siyasi-particilik anlayışını savunan liderlerce konulmaktadır. Halk pasiftir, aktif olarak yasa ve yönetmelik oluşumlarına karışmamaktadır, hatta bundan soğutulmuştur, siyasete karışırsa, başına kötülük geleceğinden korkmaktadır. “Amip gibi basit hücreler sorunlarını ortaklık oluşturarak çözerler” başlıklı mesajı hatırlayın. Amipler bile, zorda kaldıklarında, sorunlarını çözmek için bir-araya gelip, bir üstsistem (çok hücreli toplum) oluşturup, sorunlarını çözerlerken, kendisini en akıllı-ve bilgili yaratık olarak gören “insanlar” neden bir ortaklıkta uzlaşamıyorlar? Çünkü insanlara statik sistemli bir doğada yaşadıkları ve her şeyin varlıkların haricindeki bir Olağan-Üstü-Güç (OÜG) tarafından etkilenip-yönlendirildiği şeklinde bir hayat görüşü aşılanmış, ve insanlar da bu aşılanma ile zombileşmiş, mantıkları bozulmuştur. Halbuki doğada dinamik sistem egemendir, ve varlıklar oluşturacakları bilgi düzeyine göre örgütlenip yaşarlar. Bizler umutsuzluğa kapılıp, "bu işler düzelmez" havasına girip, öyle umutsuzca yaşarsak, bu sistem nasıl değişir? Gökten biri gelip de bize yeni bir düzen mi getirecek? Zaten mevcut sistem gökten "zembille" (peygamberlikle) gelmemiş mi? Aynı şey tekrarlansın mı? Bizler adım-adım ilerleyici-yapıcı işler yapmazsak, kimden yardım alacağız? Doğada sorunlar hep ilgililerin karşılıklı etkileşimleriyle çözülebilmektedir. Toplumsal sorunlarımız, sadece benim değil, herkesin sorunudur. Herkes kendisini bu konuda sorumlu hissedip, sorunlarımızın nasıl çözülebileceği konusunda kafa yorarsa, çözüme ulaşmak mümkün olur. Sorunlarımızı çözmek için bir araya gelmemiz gerekirken, geyik sohbetleri yapmak için bir araya geliyoruz. Hayatımız futbol, evlilik programları, mantık dışı davranışlarla dolu pembe diziler izlemekle geçiyor. Halkın cahil kalmasının temel nedeni, "bilim adamı veya aydın kişiler" denilen kesimin, halka ortak bir temel-davranış sistemi bilgisi verememesinden kaynaklanır. "Doğada işler sanki rastgele oluyormuş, hiç bir yönlendirici güç sistemi yokmuş" şeklinde bir görüşte direnen bilim-adamlarının etkili olduğu bir toplumda halk geleneksel yanlışlıklarından nasıl kurtulur? Bu gibi toplumlarda halkın nasıl davranmasını beklersiniz? Bu nedenle DOM-bilgilerini yaygınlaştırma çabalarına aktif katılımınızı beklerim. Çünkü “bir çiçekle yaz gelmez”.

98


7- ZAMAN VE HAYAT Hayat nereye doğru gitmektedir? • • •

Ebedi bir öteki dünya hayatına mı? Kaotik bir sona mı? Gittikçe değişip-gelişen bir evrensel sisteme mi?

Hayatın ne olduğunu anlamak için, zaman kavramının ne olduğunu bilmek gerekir, çünkü ömür dediğimiz şey, zamanın bir dilimidir. “Zaman” kavramının anlamını bilmeden hayatın ne olduğu anlaşılamaz. ”ZAMANın” ne olduğu ilk bölümde verilmişti. O bilgileri hatırlayarak devam eldim. Doğadaki varlıkların hepsi, aynı temel kimyasal elementlerden oluşurlar. “Zaman” dediğimiz farklılaştırma faktörü, bu kimyasal elementlerin kombinasyon farklılıklarına dayanır, çünkü her farklı bileşimin farklı bir görüntüsü vardır. Kimyasal bileşimin değiştirilmesi, varlığın çevresindeki değişim-dönüşümleri algılayıp, ona uygun olacak şekilde kendi yapısında (bileşiminde) değişiklikler yapması şeklinde olur ki, bu da “information & re-organisation = bilgilen ve yeniden-örgütlen) olarak özetlenen dinamik sistem oluşumu sonucudur. Yani “bilgi”, kimyasal bileşime yansıtılmıştır. Bilgi kimyasal bileşime yansıtılır, kimyasal bileşimin değişmesiyle varlığın görüntüsü değişir, görüntünün değişmesi zaman olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla, bilgi + kimyasal-bileşim + zaman faktörleri birbirleriyle iç-içe kavramlardır. Dinamik sistemler fiziğinde bilgi, birbirleriyle etkileşen öğe sayısı ile orantılı bir değer olarak bilinir. Öğe sayısı arttıkça, bilgi düzeyi de artar. İnsan yaşamından örnek vermek gerekirse: 2 sözcük ile oluşturulacak bilgi azdır: Gazete + okumak sözcüklerinden “gazete okundu, gazeteyi okuduk” gibi az sayıda bilgi oluşturulurken; Gazete+okumak+reklam+siyaset+haber+olmak gibi çok sayıda sözcükten; gazetede siyaset haberleri okuduk; gazetede reklam haberleri okuduk; siyaset reklam oldu; reklam haber oldu; okumak siyaset oldu; gazete haber oldu; vs. gibi çok sayıda cümle, dolayısıyla “bilgi” üretilir. Bu durum doğadaki “bilgiye dayalı oluşumlarda da” görülür. Şöyle ki: proton(p)-nötron(n)elektron€ gibi atom-altı-öğe sayısı sayısal olarak çok fazla olsa da, hepsi aynı özellikte olduklarından, oluşturulacak bilgi düzeyi bir p, bir n ve bir e ile sınırlıdır. Bu atom-altı-öğelerden birer p artışı ile oluşturulan He, Li, C, O, Fe gibi toplam 90 civarı kimyasal elementle, her element ayrı bir özellik gösterdiğinden, bu elementlerin kombinasyonlarını oluşturacağı “bilgi” düzeyi epey artmıştır ve doğadaki mineral dediğimiz öğeler ortaya çıkmıştır. İnorganik maddeler dediğimiz bu minerallerin sayısı üç-bin civarındadır. Organik maddeler dünyasında ise, doğadaki bu minerallere ek olarak, 20 civarında aminoasit denilen özel moleküllerin, çeşitli kombinasyonlarıyla oluşan, binlerce protein-modülünden oluşan ve bir-birleriyle etkileşen muazzam bir öğeler dünyası eklenmiştir. Ve bu nedenle hayat dediğimiz sistem, bu organik moleküller alemi içinde gelişmektedir. Hayatın anlamı, varlıkların yapısal durumlarında (kimyasal bileşimlerinde) neden değişiklikler olduğunun aydınlatılmasıdır. Kuantum fiziğinin özetlendiği, (ENERJİNİN KÖKENİ VE KUANTUM KAVRAMININ ORTAYA ÇIKIŞI- Atomlar aleminde hayat bölümü anlaşıldıysa, hayatın nasıl oluşup-geliştiği de anlaşılmış olmalıdır. Atomlar alemindeki canlılığı (kuantum fiziğini) anlamadan, onların oluşturacakları daha büyük- üst-sistemleri anlamak mümkün değildir. Yukarıda sunulan kısa “zaman” özetlenmesinden çıkartılacak en önemli sonuç şudur: Zaman doğada gerçekleşen değişim-dönüşümlerin bir sonucudur ve tüm değişim-dönüşümlerin

99


başlangıcını, varlıkların en temel yapı-taşları olan atom-altı-öğeler oluştururlar çünkü onlar canlıdırlar. Bu konuyla ilgili olan şu videonun izlenmesi de çok yararlı olacaktır: Tanrı Nöronlarda: https://www.youtube.com/watch?v=DZYk8tQNqiQ

Şimdi son çeyrek asırda yapılan bilimsel araştırmalara dayanarak, hayatın anlamına ve geleceğine bakalım. 2 – 3 asır önceleri 10 tonluk bir yükü, Ankara’dan İstanbul’a taşıyabilmek için onlarca atarabası ve haftalarca zaman gerekirdi. Halbuki günümüzde bu işi bir kamyonla, 5-6 saatte yapabiliyoruz. Zaman içinde moleküller-maddeler, öyle bir kombinasyona sokuldular ki, o yeni kombinasyonlarla, enerji daha etkili şekilde kullanılır oldu. Bu ise “bilgi” faktörü sayesinde gerçekleşmiştir. 300 yıl önce de dünyamızda aynı atomlar ve moleküller vardı, şimdi de aynıları var. Tek değişen şey ise, o moleküllerin at-arabası tarzında değil de, kamyon tarzında birleştirilmeleridir. Bu sayede insanlar daha kısa zamanda daha büyük işler yapabilmektedirler. İş yapılması enerji ile olduğundan, daha kısa zamanda daha büyük işler yapılması, enerjinin yoğun ve uyumlu bir şekilde kullanılmasını gerektirir ki, buna enerji akışı yoğunluğu (Chaisson, 2001) denir. Acaba doğadaki tüm oluşumlar böyle bir bilgioluşturma faktörüyle mi gerçekleşmiştir? Chaisson (2001, 2010) basitten karmaşık yapısallaşmalara doğru gelişimlerin, enerji akışı yoğunluğunun artırılmasına bağlı olarak geliştiğini ortaya koyar. Enerji-akış-yoğunluğu, bir saniye içinde bir gramlık kütleden akan-geçen enerji miktarı olarak tanımlanır (erg/s/g). Enerji akışı yoğunluğu, galaksilerde saniyede 1 erg civarındayken, yıldızlarda 3-4 erg, gezegenlerde 70-80 erg, bitkiler-aleminde 700-800 erg, hayvanlarda yaklaşık 10 bin erg, beyinlerimizde yaklaşık 100 bin erg, toplum hayatında 500 bin erg civarındadır. Yani, “Enerji-akışı-yoğunluğunun” artırılarak , daha kısa zamanda daha büyük işler yapılması, doğadaki tüm gelişimlerde uygulanan bir yöntem olmuştur Chaisson(2001, 2010). Hayvanlar aleminde, 500 milyon yıl önce ortaya çıkan balıklarda 4bin erg/s/g; 200 milyon yıl önceleri ortaya çıkan memelilerde 40bin erg/s/g; 125 milyon yıl önceleri ortaya çıkan kuşlarda 90bin erg/s/g değerleri görülür. Bitkiler aleminde: 700 milyon yıldan önceleri oluşanfitoplanktonlarda 900 erg/s/g 350 milyon yıl önceleri oluşan çam gibi iğne yapraklılarda 5500 erg/s/g 125 milyon yıl önceleri oluşan çınar gibi ağaçlarda 7200 erg/s/g 30 milyon yıl önceleri oluşan mısır, şekerkamışı gibi bitkilerde 22500 erg/s/g değerleri vardır. Görüldüğü üzere sadece insanların ürünlerinde değil, doğadaki tüm hayvanlar ve bitkiler aleminde zaman içinde gittikçe artan enerji-akışı-yoğunluklu varlık oluşumları söz konusudur.

100


Tüm bu oluşumları, galaksi, yıldız (Güneş), gezegen (yer-yuvarı) gibi kozmik ölçekli varlıklardaki enerj-akışı-yoğunluğu değerleriyle bir diyagram üzerinde gösterilirse, şekildeki durum ortaya çıkar. Bu durum, şu gerçekleri ortaya koyar: 1- Bilgi ve bilince dayalı evrim, fiziksel, biyolojik ve kültürel sistemler gibi evrendeki her sistemde geçerlidir. 2- Tüm bu oluşumlarda geçerli olan ortak “para birimi = değer yargısı” “enerji”dir. 3- Doğadaki tüm enerji sistemleri ise kuantsal kökenlidir. Doğadaki gelişme, en tabandaki kuantsal öğelerle başlayıp, atom < molekül < hücre < beden gibi gittikçe büyüyen sistemler şeklinde devam ettiğinden, yeni bir şey oluşturulması ve yapılması, hep o sistemi oluşturan taban öğelerin (molekül, hücre, vs) yeteneklerine bağlıdır. Tabandaki öğeler ise, enerjilerini kuantsal enerji bankasından aldıklarından ve bu enerji bankası hep en ekonomik sistemlere yatırım yapma prensibini uyguladığından, doğada yeni çevre koşullarına uyum sağlanmasında canlılar arasında büyük bir rekabet oluşması kaçınılmaz olmuştur. Rekabet yarışmasında, enerjiyi daha hızlı aktararak, diğer varlıklara üstünlük sağlanması temel hedef olmuştur. Bu tür eylemler ise, tür çeşitliliğinin artmasındaki ana faktör olmuştur. Bu çeşitlenmeyi anlamak için toplum hayatından bir örnek verelim. Bir insan her şeyi hücreleri vasıtası ile yapar. Marangozun çekici şu yönde şu kadar kuvvetle sallaması emrini beynindeki hücreleri verirler. Böcekleri araştıran bir insanının gördüğü bir böceği tanıması işlemini, o insanının beynindeki hücreler gerçekleştirirler. Bir insan hem marangoz, hem böcek-uzmanı olamaz, çünkü görevlendirilecek hücreler belli türlerde protein üretirler ve her proteinin başka bir işlevi vardır. Onun için uzmanlaşma denilen mesleki ayrımlar gerekir. Bu sayede çok daha fazla bilgi oluşturma olanağı ortaya çıkar. Toplum hayatı bu nedenle iş-ve-meslek-mensupları arası bir ortaklık olmak zorundadır. Doğadaki tür çeşitliliği artışı da aynen bu nedenle oluşur. Örneğin denizlerdeki mavi-, yeşil-, kırmızı-alg gibi farklı yosun gruplarının oluşması, değişik dalga boylarındaki ışığı fotosentezle kimyasal enerjiye dönüştürme işlemlerine yöneliktir. Bir yosun, hem kırmızı hem mavi ışıktan yararlanacak bir yapısallaşmaya giderse, bu işlemi yapacak protein moleküllerini sürekli değiştirmesi gerekir, çünkü aynı yapıdaki bir protein, belli bir türdeki enerjinin dönüştürmesine uygundur; başka türde bir enerji ortaya çıktığında, protein bileşiminde değişiklik yapılması gerekir. Bu nedenle, belli türlerde enerjiye konsantre olmak ve o enerji türünden yararlanacak şekilde protein molekülleri üretecek bir yapısallaşmaya gitmek, doğada uygulanan en yaygın yöntem olmuştur. • Önceki bölümlerde Kuantsal enerjinin canlılık özellikleri gösterdiğinin vurgulandığını hatırlayarak devam edelim. Doğadaki her şey enerji alış-verişine dayalı olduğundan, enerjinin bir yerde hapis edilip, başka sistemlere akışı engellenmemelidir. İşte bu nedenle bir foton (kuant) gidilecek yer hakkında karar verirken, gidiş ve dönüş yollarının açık olmasını da dikkate alır, dönüşü olmayan bir yere asla gitmez. Kuvvet denilen itici-yapıcı güç, enerjinin bir yerden bir yere akması sonucu oluşur. Enerji ise kuantum denilen (h=6.62606896×10-27 (üzeri eksi 27) erg·s) çok küçük enerji kümeciklerinden oluşurlar. Enerji-akışı-yoğunluğunun artmasına neden olan faktör = Rahatlama dürtüsüdür ve önceki bölümlerde açıklanmıştır. Bu nedenle, doğadaki tüm varlıklar, daha rahat bir duruma ulaşabilmek için

101


• i- bilgi oluşturma • ii- birleşme- ortaklık oluşturma çabaları içindedirler. Ve tüm bu farklı çekim güçleri temelde belli sayıda kuant = h kümeleşmelerinden oluşurlar. Farklı kuvvet türleri (çekicilik) bu şekilde oluşur. Her canlı, hayatının devamı için enerjiye muhtaçtır, enerji kaynağını da bağımlı olduğu belli canlı türleri oluşturur. Neyin neye bağımlı olarak oluşup geliştiğinin kayıtları tutulmak zorundadır. Bu şekilde information & Re-organisaton olarak özetlenen dinamik sistemli doğa ortaya çıkmış olur. Buradaki “bilgi = information” kavramı, enerjinin nerden nereye akacağını gösterir ve varlıkların fiziksel-kimyasal yapısallaşmalarında kayıtlıdır. Yani doğada her yeni bir varlık oluşturulduğunda, daha önce var olan her varlık, o yeni varlığın yaydığı sinyali algılayarak, o varlıkla etkileşim içine girer. Enerji taşıyıcıları olan kuantsal ögeler çeşitli üst-sistemler içinde birleştikçe, doğadaki enerji de, çeşitli üst-sistemler içinde yer değiştirmiş olur. Bu nedenle, yeni bir şey yapımı, ne tür yenilikler oluştuğu konusunda yeni bilgiler oluşturulmasını gerektirir. Enerjinin çeşitli üst-sistemler içinde depolanır duruma geçmesi, tüm varlıkları, özellikle de canlıları, bu yeni yapısallaşma türlerini algılamaya yönelik organlar (detektörler) oluşturma arayışlarına yöneltmiştir. Tüm bu işlemler, olasılık hesaplamaları sonuçlarına göre gerçekleştirildiğinden, tüm varlıklar olasılık hesabı yapma bilgileri oluşturmak ve bu bilgileri geliştirmek zorundadırlar. Evrenimiz gittikçe gelişen düzenli bir sisteme doğru gitmektedir. Muazzam canlılık özellikleri olan en temel enerji-öğeleri (kuantlar) birbirleriyle etkileşimlere girerek doğayı oluştururlar. Rahatlama dürtüsü nedeniyle başlayan değişim-dönüşüm sürecinin ilk aşamasında, sayıları 10 üzeri 120 civarında olduğu hesaplanan kuantsal öğenin kombinasyonlarından sayıları yaklaşık 10 üzeri 80 olarak hesaplanan, proton-nötron-elektron gibi atom-altı-öğeleri oluşurlar. Bu proton+nötron+elektronların farklı kombinasyonları ise, atom dediğimiz 92 civarında farklı türü bulunan temel kimyasal elementleri; Bu elementlerin farklı kombinasyonları ise doğadaki aşina olduğumuz tüm organikanorganik varlıkları oluşturmaktadırlar. ◄Doğadaki tüm varlıklar proton nötron elektron gibi, 10 üzeri 80 kadar temel öğeden oluşurlar. Günümüzde bunların %72-73ünün Hidrojen gibi tek protonlu , %25inin He gibi 2 protonlu (1-4 nötronlu) olduğunu, diğer çok protonlu tüm elementlerin ise sadece %2-3lük bir orana sahip oldukları görülmektedir. ◄ Yani evrenin ancak %3lük bir kısmı zaman içinde gelişme göstermiştir. Evrenimizin %97lik büyük kısmı hala en ilkel devirde (H-He döneminde) bulunmaktadır.

Hayat nereye gidiyor? • Zaman içinde bilgi-düzeyi gelişmekte ve maddeler değişik kombinasyonlara sokularak daha kısa zamanda daha çok iş-yapacak şekilde re-organize edilmektedirler. Doğadaki her varlık aynı tür atom ve moleküllerden oluşmaktadır, değişen tek şey bu atom ve moleküllerin kombinasyon şekilleridir. • Dolayısıyla, evrende hiçbir şey değişmez olarak kalamamaktadır, yani ebedi bir şey mümkün değildir. •

Kaotik bir sisteme gidiş ise hiç söz konusu değildir.

102


Fizik, en temel doğa-bilim dalıdır ve doğal sistemin geleceği açısından teorik öngörüler sunabilmektedir. Öngörülerin gerçekçi olabilmesi, fizikçilerin doğal sistemi gerçeklere uygun şekilde yorumlayabilmelerine bağlıdır. Ancak klasik fizikçiler evreni “kapalı” ve de statik bir sistem olarak kabul ettiklerinden, doğamızın, dolayısıyla evrenimizin düzensizlikle sonuçlanacağı varsayımında bulunmuşlardır. Son çeyrek asırdaki bilimsel araştırmalar ise, evrenimizin “kapalı” değil, “açık, yani sürekli bir enerji-değiş-tokuşu” içinde, “statik” değil, information & re-organisation olarak özetlenen “dinamik” sistem ilkelerine göre işlediğini ortaya koymuştur. Geleneksel görüşler, insanları öylesine şartlandırıp-yönlendirmiştir ki, kuantum fiziği deneyleri doğadaki oluşturucu gücün kuantsal sistemle başladığını ve “information& reorganisation = bilgilen ve örgütlen” prensibine göre işlediğini göstermesine rağmen, fizikçiler şartlanmışlıklarından kurtulamayıp, hala doğal sistemin düzensizliğe doğru gittiğini, ve her şeyin rastgele-çarpışmalarla gerçekleştiğini söyleyebilmektedirler.

103


8- İNSANLAR NEDEN DİĞER CANLILARDAN DAHA FARKLIDIR? İnsanlar kendilerini doğadaki tek bilinçli yaratık olarak görürler. Fakat “bilinç” kavramı göreli bir değerlendirmedir. Zihinsel özürlü bir insanın bilinci, bir köpeğin bilincinden daha düşük bir seviyede olabilmektedir. Bu nedenle, kesin sınırlı bir bilinç tanımı söz konusu değildir. Bilinci en basit şekliyle “bir varlığın kendisini etkileyen faktörleri fark etmesi ve davranışını bu faktörlere göre ayarlaması” şeklinde tanımlarsak, tüm varlıkları, özellikle de kuantsal düzeyde, ‘bilinçli’ kabul etmemiz gerekir Sürekli değişim-dönüşüm içinde olan dinamik bir doğal sistemde yaşıyoruz. Dinamik sistemlerde tüm olaylar ve oluşumlar bilgi oluşumuna dayalı olasılık hesapları gereğince gerçekleşmektedir. Bu nedenledir ki, Dinamik Sistemler Teorisi “information & self-organisation = bilgi oluşumuna dayalı otonom örgütlenmeler” olarak özetlenmiştir. “Maximum Information Principle = mümkün olduğunca çok bilgi oluşturma ilkesi”, dinamik sistemler teorisinin en önemli faktörlerinden biridir. Bu nedenle “bilgi oluşturma” tüm varlıklarca çok önemli olmaktadır.

İnsanlarda Bilgi Oluşumu - 100 yıl önceleri bilgisayar, TV gibi elektronik aletlerinden yoksunduk, çünkü bu tür aletleri yapacak bilgilere sahip değildik. - 500 yıl önceleri otomobil, tren, uçak gibi motorlu taşıtlardan yoksunduk, çünkü bu tür aletleri yapacak bilgilere sahip değildik. - 15.000 yıl önceleri tencere, kazan gibi madenî eşyalardan yoksunduk, çünkü bu tür eşyaları yapacak bilgilere sahip değildik. - Bir milyon yıl önceleri geceleri karanlıkta yaşamak zorundaydık, çünkü ateş yakmasını bilmiyorduk. İnsanlığın kültür ürünlerini bir ‘zaman cetveli’ne yerleştirecek olursak, Şekil 22’deki gibi bir görüntü ortaya çıkar. Buna “bilgi gelişimi eğrisi denir” ve şekilden de anlaşılacağı üzere, üssel (eksponansiyel) bir özelliktedir. Şekil: İnsanlığın bilgi gelişimi eğrisi. İnsanlık kültürü yaklaşık 2.5 milyon yıl önceleri taş yontmakla başlar ve yaklaşık 40 bin yıl öncelerine kadar, ateşin kontrolü, ölülerin gömülmesi gibi bir-iki yenilikle çok yavaş ilerler. Bundan sonra çok hızlı bir ilerleme dönemi başlar: ~32 bin yıl önceleri zıpkın, ~27 bin yıl önceleri iğne, ~17 bin yıl önceleri takı-eşyaları, ~10 bin yıl önceleri tuğla ve tuğladan evler, ~4 bin yıl önceleri cam eşyalar, 562 yıl önceleri matbaa, vs gibi ürünlerle üssel bir gelişim içine girer (Gedik 1998’den). Görüldüğü gibi, bilgi oluşturma olgusu hem zaman içinde gelişiyor, hem de bilgiler birbirlerine bağlı olmak, birbirlerini tetiklemek zorundadırlar. Ateş-yakma bilgisi olmadan maden elde etme bilgisi oluşturulamaz; maden elde etme bilgisi olmadan, motorlu aygıtlar yapma bilgisi üretilemez; motorlu aygıt yapma bilgisi olmadan elektrikli veya elektronik aygıt yapma bilgisine

104


ulaşılamaz. Her yeni oluşturulan eşya veya bilgi, onu takip eden bir başka şeyin oluşum koşullarını hazırlar. Bu nedenle tüm oluşuklar ve oluşumlar, birbirleriyle karşılıklı bir bağımlılık ve bilgi alışverişi ilişkisi içindedirler ve aralarında “heterarşik” bir bağ vardır. “Heterarşi”, doğadaki bu karşılıklı bağımlık ilişkisinin anlaşılmasından sonra, bu anlamda kullanılan yeni bir terimdir. Aynı tür bir üssel gelişim, canlıların yeryüzünde ortaya çıkışlarında da görülür. Şekil: Canlılar âleminde bilginin üssel gelişimi ve Kambriyen Patlaması. Yeryuvarında hayatın gelişiminin üssel oluşu, paleontologların dikkatini çekmiş ve Kambriyen Patlaması diye bir terim üretilmiştir. Kambiyen-Proterozoik geçişine denk gelen bu dönüm noktasından önce hayat çeşitliliği az, bundan sonra ise çok fazladır.

Hücrelerde Bilgi Oluşumu ve Hayatın Gelişimindeki etkisi Jeolojik veriler yeryuvarında hayatın ~3.5 milyar yıl önceleri prokaryotik tek hücrelilerle başladığını göstermektedir. Prokaryotlar bilgi depolama aygıtı olarak sitoplazmalarında tespih şeklinde basit bir DNA zinciri bulundururlar. Prokaryotik düzeydeki bu hayat yaklaşık 2 milyar yıl öncelerine kadar devam eder ve o sınırda ökaryotik tek hücreli canlılar ortaya çıkarlar. Ökaryot’larda, genetik bilgilerin depolandığı özel bir çekirdek yapısı oluşturulmuştur. Bu çekirdek içinde DNAlar histon denilen makaraya benzer yapılar üzerine sarılacak şekilde dizilirler. Bu şekilde, çok fazla bilginin, düzenli şekilde depolanması olanaklı kılınmış olunur. İlk çok hücreli canlılar yaklaşık 1 milyar yıl önceleri ortaya çıkar ve ondan sonra çeşitlilik hızla artmaya başlar. Çok fazla bilginin bu şekilde depolanabilinmesi, ökaryotik canlıların, dolayısıyla gelişmiş bir hayat sisteminin yeryuvarında gelişebilmesindeki en önemli faktör olmuş ve Şekilde gösterilen türde üssel bir canlılar âlemi ortaya çıkmıştır. Chaisson (2001, 2010 ve 2011) yayınlarında “Energy Rate Density = Enerji Akış Yoğunluğu” dediği bir kavram oluşturarak, doğadaki basitten başlayarak karmaşık yapısallaşmalara doğru gelişen evrimleşmenin bilgi oluşturma potansiyeline bağlı olarak geliştiğini sayısal değerlerle gösteren güzel bir çalışma ortaya koyar. Önce bu “enerji-akış-yoğunluğu” kavramından ne anlaşılması gerektiğini bir örnekle açıklayalım. ►: Günümüzde bir kamyonla 10-15 tonluk bir yükü, bir 7-8 saate Ankara’dan İstanbul’a taşıyabiliyoruz. 500 yıl önceleri bu kadar yükün taşınması için yüzlerce at-arabası ve haftalarca süren bir zaman gerekirdi. Bu örnekler zaman içinde bilgi-düzeyinin geliştiğini ve bu bilgiye göre de maddelerin değişik kombinasyonlara sokularak daha kısa zamanda daha çok iş-yapacak şekilde yeniden reorganize edildiklerini göstermektedir. (cep telefonu da, kamyon da aynı tür atom ve moleküllerden oluşmaktadır, değişen tek şey bu atom ve moleküllerin kombinasyon şekilleridir.

105


Chiasson, bu tür madde-bileşimi kombinasyonlarının evrenin oluşumundan itibaren başladığını ve günümüze dek sürdüğünü göstermiştir. Yani enerji-akış-yoğunluğu, daha kısa zamanda daha fazla iş yapabilme yeteneğidir ki, bu da bilgi geliştirilmesiyle sağlanmaktadır. Buckminster Fuller “ephemeralization” adlı “universal intelligence efficiency = everensel zihin etkinliği” diyebileceğimiz bir kavram oluşturarak, teknoloji sayesinde daha az emekle daha kısa zamanda daha çok iş yapabilme gibi bir gidişattan söz etmiştir (Smart 2008). Chaisson’un çalışması böyle bir genel gidişatın evrensel ölçekte de geçerli olduğunu ıspatlamıştır. Şekil : Galaksilerden, insan toplumlarına kadar değişik sistemlere ait enerji-akış-oranı değerleri. (Chaisson 2010).

Chaisson’un gösterdiği üzere, evrenimizde enerji-akış-yoğunluğu zamanla eksponansiyel şekilde artmaktadır. DOM-sistemi bilgileri de doğada bilgi düzeyinin zamanla eksponansiyel şekilde arttığını ortaya koymaktadır. İş yapma kapasitesi (enerji akış yoğunluğu) bilgi oluşturma ile tam bir bağlantı içinde olduğundan, Chaisson’un bulgularıyla DOM-sistemi verileri tam bir örtüşme içindedirler. Çünkü, “bilgi” varlıkların yapısal-dokusal durumunda yapılan değişikliklerle kayıt altına alınır ve bu şekilde enerjinin nerden nereye akması gerektiğini belirler. Enerji-akımı sistemi ise verimliliği oluşturur. Böylelikle, doğadaki evrimsel gelişimin, varlıkların aktif bilgi oluşturmalarına bağlı olarak gerçekleştiği ortaya çıkmış olur.

Bilginin Üssel Oluşumunun Anlamı ve Sonuçları Üssel fonksiyonlar y=ex şeklindedirler ve üssel fonksiyonların türevleri hep ex olarak kalırlar ve asla sıfırlanmazlar. Bunun anlamı, bilgi oluşturma yeteneğinin sadece insan veya hücre gibi canlılarla sınırlı olamayacağı ve maddenin en küçük parçacıklarına kadar devam edeceğidir. Nitekim maddenin en küçük bileşenleri olan kuantsal sistemlerin bilgiye göre davrandıkları daha önceki bölümlerde gösterilmişti.

Şekil: Bilgi oluşumunun üssel şekilde gelişmesi, “Değişimler hakkında bilgi oluştur ve bu bilgilere göre yeniden örgütlen” anlamında bir Hamiltoniyen faktörünün bulunmasını zorunlu kılar. (Gedik 2006’dan).

Daha önceki bölümlerde gösterildiği üzere, tüm varlıklar enerjilerini kuantsal öğelerden alırlar

106


ve kuantsal öğeler de fotosentez olayında görüldüğü üzere, molekül hücre gibi gittikçe büyüyen üst-yapısallaşmalar içinde bir araya gelmişlerdir. Bu şekilde birbirleriyle bağlantılı sistemler (Tümleşik sistemler –Integrated levels) ortaya çıkmışlardır. Bu kuralların neden oluştuğunu anlamak için, varlıklar arası ilişki sistemlerine kısaca bakalım. Canlılar âleminin en temel öğelerini fotosentezyapan hücreler oluştururlar ve foton dediğimiz kuantsal enerji öğelerini, (örneğin) şeker dediğimiz bir molekülde depolarlar. Bu şekilde doğadaki enerjinin bir kısmı şeker molekülleri şeklinde, farklı bir sisteme aktarılmış olunur. Şeker gibi bir molekül oluşturulmadan önceki zamanlardaki varlıklarda ”şeker” kavramı ve şeker molekülü arama bilgisi bulunmazken, şekerin ortaya çıkmasından sonra oluşan ve şeker molekülündeki enerjiden geçinen varlıklarda, ekstra bir “sinyal arama ve işleme devresi” oluşturulmuştur. Gerek şeker moleküllerini ve gerek şeker üreten hücreleri yiyen canlıların oluşturdukları bedenler, farklı protein, yağ vs. oluştururlar. Dolayısıyla bu canlılarla beslenen canlılar, bu canlıların yaydıkları sinyalleri algılayıcı devreler de oluşturmak zorundadırlar. Bu şekilde yeryuvarında her yeni ortaya çıkan canlı türünden sonra oluşacak varlıklar, hem önceki zamanlarda oluşmuş varlıkları algılayıcı (ve işleyici) devreler oluşturmak, hem de yeni oluşan varlığı algılayıp-işleyecek bilgi devreleri oluşturmak zorundadır. Bu nedenle fizikte “Maximum Information Principle (MIP)” (Maksimum Bilgi Oluşturma Prensibi) denilen temel kural ortaya çıkmıştır. Bu nedenle bilgi üssel Bu temel bilgilerden sonra, insanı oluşturan hücrelerin neden ”bilgi” oluşturma ve yorumlamaya ağırlık veren bir beden yapısallaşmasına gittiklerini anlamak kolaylaşır. Şimdi bunu görelim. İnsanın diğer tüm canlılardan çok farklı olduğu, kesin bir gerçekliktir. Bu farkın genetik verilerde kayıtlı olduğu ve bu genetik bilgilere göre bedenlerimizin oluşturulduğu da yine kesin bir olgudur. İnsan dâhil birçok canlının genomları günümüzde deşifre edilmiş ve nükleotid baz ardalanmaları olarak ortaya konmuştur. Dolayısıyla insanı diğer canlılardan ayıran özelliği herhangi bir şekilde genetik kodlamalara yansımış olmalıdır ve bunların ne tür genetik bilgiler içerdiği, günümüz gen teknolojisi ile ortaya konulabilmelidir. Bu düşünceyle hareket eden 16 kişilik bir araştırma grubu (Pollard ve diğ., 2006) insan dâhil, şempanze, goril, orangutan, makak maymunu, fare, köpek, inek, fil, tavuk gibi birçok hayvan genomunu birbirleriyle kıyaslayarak, insan genomundaki hangi kısmın diğer hayvanlarınkinden çok belirgin şekilde ayrıldığını araştırmışlardır. Araştırma sonunda, 49 genetik noktada belirgin farklılık olduğu saptanmıştır. Bunlardan en önemli olanı, 20. kromozomun (q) kısmındaki çok hızlı bir gelişme gösteren bölgedir. Adını bu anormal hızlı gelişmesinden dolayı HAR1 (Human Accelerated Region 1) (insanlara özgü hızlı gelişim bölgesi) koymuşlardır. Şekil Memeli hayvan beyinlerinde korteks yapısı farkları. Fare, kedi gibi hayvan beyinlerinde (kahverengi) duyu ve (mavi) hareket organlarına ayrılan kesim, beynin çok büyük bir kesimini kapsamaktadır. Beyaz renkte gösterilen “yorumlama” yeteneği bölgesi ise maymunda kısmen gelişmiş, insanda ise, anormal şekilde büyütülmüştür.

107


Bu anormal gelişmiş “yorumlama” yeteneği sayesinde insanlar, çok az sayıda veriden (gözlemden) muazzam senaryolar üretebilen bir yapıya kavuşturulmuştur. Bu durum insanın hem en güçlü, hem de en zayıf noktasını oluşturur, çünkü bu özellik nedeniyle, insan/insanlık bir fikir oluştururken çok dikkatli davranmak ve yorumlarını çok güvenilir gözlemlere dayandırmak zorundadır. Verilerdeki ufak bir hata çok büyük mantık çarpıklıklarına yol açabilir. Değişimdönüşüm içinde bir doğada yaşadığımızdan, asla dogmatik bilgiler kullanılmamalıdır. (Bloom ve Lazerson 1988’den değiştirilerek). Bu bölgenin hangi organın yapısallaşmasında etkili olduğu araştırıldığında, beynin korteks kesiminin gelişiminde rol oynadığı ve beyindeki hücrelerin, büyümelerini ve kendi aralarındaki organizasyonlarını düzenleyen “reelin” denilen proteinle de ilişki içinde oldukları ortaya konmuştur. Bu bölge, “humanid” olarak tanımlanan cinsler haricindeki tüm diğer memeli hayvanlarda çok az değişim gösterirken (0.27), şempanzelerde (2), insanda ise (18) değerine ulaşan bir oranda hızlı değişimler göstermektedir. (Bu değerler, bir genetik kodlama içinde tekrarlann modül sayısını gösterirler) Bu sonuçlar çok ilginçtir, çünkü olay rastgele bir şey değil, bilgi ve yorumlama yeteneğini artırmayı amaçlayan, çok belirgin bir hedefe yönelik bir eylemdir. Şempanzelerdeki 2 değerli bir HAR1 artışı onların kendilerini aynada görünce tanımalarını sağlayacak kadar bir yorumlama yeteneği sağlarken, insanlardaki 18 değerindeki bir HAR1 artışı, bizleri insanlaştıran faktör olmuştur. (Sadece şempanzeler ve insanlar, kendilerini aynada görünce, görünenin kendisi olduğunu fark eder; diğer hayvanlarda bu yetenek yoktur!) Bu genetik araştırma sonuçlarından sonra, Şekil 7.5’de gösterilen beyinsel yapı farklılıklarının neye bağlı olarak oluştuğu, insanlığın ne anlama geldiği daha kolay anlaşılır olur. İnsan beyninin birkaç veriye dayanarak binlerce senaryo yapabilmesi, kendisinin diğer canlılardan çok üstün olduğu aymazlığına götürmüştür. İnsan beyni çok fazla senaryo, diğer canlılar ise çok az senaryo üretebildiğinden, “Düşünüyorum, öyleyse varım (Descartes)” şeklinde bir yorum yaparak, insanın bilgili ve bilinçli, diğer varlıkların bilgisiz ve bilinçsiz olduğu yanılgısı bu nedenle ortaya çıkmış ve insanları megalomanyaklaştırmıştır. Hayali senaryolar üretmek başka şeydir, doğada sürekli değişen çevre koşullarını algılamak ve o değişimlere göre kendine bir yön vermek başka şeydir. Doğal sistemde önemli olan, çevredeki değişim-dönüşümleri algılamaktır, çünkü insanların ihtiyacı olan şey, çevresindeki enerji ve kuvvet dağılımlarının (yani varlıklardaki değişim-dönüşümlerin) nasıl olduğunu saptaması ve ona göre geleceğini planlamasıdır. Bizler gelmekte olan bir felaketi (bir depremi, ani bir fırtınayı, vs) algılayıp canımızı kurtaramazken, diğer canlılar bu konuda başarılı olabilmektedirler. Peki kim daha bilgili ve bilinçli? İşe yaramayan binlerce senaryo üreten bir beyin mi, yoksa az hayal ama çok gerçekçi hesaplama yapabilen diğer canlılar mı? İnsan hücrelerinin bilgi oluşturmaya verdiği bu önem nedeniyle, insanlar hayvanlar kadar koşamaz, onlar kadar iyi koku alamaz, onlar kadar iyi göremez vs., ama onlardan çok fazla hayal kurar ve bir-iki veriden giderek binlerce senaryo üretebilirler. Ve üretmişlerdir de. Metafiziksel tüm kavramlar, insan beyinlerinin oluşturdukları bu tür tasarımlardır ve çoğunun gerçek maddi doğada hiçbir karşılığı yoktur. Ama bizler, gerçek olan bu doğa ve dünyada yaşıyoruz ve beyinlerimizdeki hücrelerimize sadece ve sadece doğadaki gerçeklere uygun veriler aktarmalıyız ki, onlar da, bu verilere uygun şekilde, doğa ve dünyamızın gerçeklerine uygun senaryolar üretebilsinler ve biz insanlar bu güzel doğayı cehenneme çevirmeyelim.

108


9- VARLIKLAR NEDEN BİRBİRLERİNE BAĞIMLIDIRLAR? Doğadaki tüm olaylar varlıkların kendi aralarında gerçekleşen etkileşimlere (haberleşmelere) göre gelişirler ve doğadaki her şeyde bir döngü vardır. Her şey bir önceki evredeki bir olaya veya öğelere bağımlı olarak oluşup gelişir. Bir örnekle olayı açıklamaya başlayalım. Dünyamız 24 saatlik bir gece-gündüz döngüsü yaşar. Bu süreçte dünyamızın herhangi bir noktasına düşen enerji miktarı, bir maksimum-minimum döngüsüne uğrar. Doğadaki her şeyde bir döngü vardır

Bir küçük gölümüz olsun. Bu göldeki yaşam sistemine bakalım. Yaşam sisteminin en temelinde fitoplankton denilen ve güneş enerjisini depolayıp şekere dönüştürerek fotosentez olayını gerçekleştiren tek hücreli canlılar bulunurlar. Fitoplanktonlar güneş enerjisine bağlı olarak yaşarlar. Dolayısıyla, o noktadaki fitoplankton miktarı, dünyanın dönmesine dayalı bu 24 saatlik döngüye uygun olarak artar veya azalır; dolayısıyla bir dalgalanma gösterir. Şekilde gösterilen bu dalgalanmaya ‘Fitoplankton Yaşam Dalgası (FYD)’ diyelim. Bu dalganın bir boyu ve bir amplitüdü vardır. Amplitüdü depolanan güneş enerjisi miktarına, boyu ise, dünyanın dönmesine bağlı olarak değişir. Zooplanktonlar fitoplanktonlardan beslenirler; fitoplanktonlar dalgalanma gösterdiğinden, zooplanktonlarda da dalgalanma oluşacaktır. Midyeler, mercanlar, balıklar, vs. planktonlardan beslenirler; dolayısıyla onlarda da bir dalgalanma görülecektir. Dolayısıyla, doğadaki her canlının yaşamı dalgalanmalar göstermek zorundadır. Bu oluşumlarda, birincil sistemdeki dalgalanma basit bir sinüs eğrisi şeklinde iken, ikincil-üçüncül-vs. sistemlere doğru, kaynak miktarı arttığından, dalgalanma eğrisinin şekli de gittikçe değişecektir. Her canlının bağlı olduğu temel besin kaynağının hangi aralıklarda bir temel döngü gösterdiğine bağlı olarak, sonraki halkanın dalgalanma periyodu da değişimlere uğrar. Bu nedenlerle, her yeni oluşan sistem, bir önceki evredeki olay ve öğelere bağımlı olmak zorundadır. En temeldeki öğeler olan atom-altı parçacıkları ise, saniyenin trilyonlarda birlik süreçleriyle ölçülen döngülere sahiptirler. Bunun sonucu olarak, atom-altı parçacıklardan oluşan tüm büyük üst-sistemler, bu en temel döngü sistemlerine bağımlıdırlar ve belli ömürleri olmak zorundadır. Tüm varlıklar, oluştukları andan itibaren, diğer tüm varlıklarla karşılıklı etkileşim içine girdiklerinden, önceki varlığın çevresinden etkilenme derecesi, her yeni bir varlık oluşumundan sonra değişmek zorundadır. Doğadaki her şeyde bir döngü olduğunu biliyoruz. Zaman dediğimiz olgu doğadaki bu döngülerin zorunlu bir sonucu olarak oluşmaktadır. Her varlığın bu gün etkileştiği sinyal, dünkü sinyalden farklıdır. Örn. İlk oluşan bir fitoplankton, başlangıçta sadece güneş enerjisi, su, CO2 vs. faktörlerini dikkate alacak şekilde bir sinyal sistemi oluşturup, bu sinyale göre çevresi ile etkileşirken:

109


Şekil: Her yeni bir varlığın oluşumu, bir önceki varlığın yaşam sisteminde de değişikliğe yol açar ve o varlığın ikinci gün oluşturacağı çevre algılama eğrisinde de değişiklikler oluşur. i-) İkinci, 3., n.ci fitoplanktonların oluşumlarından sonra, bu yeni öğeleri de değerlendirmeye alarak yaşamak zorunda olduğundan, çevresiyle oluşturacağı etkileşim sinyallerinde farklılıklar oluşmak zorundadır; ii- Zooplanktonların ortaya çıkması ile kendisini yiyen bir başka varlıktan da etkilenmeye başlayacağından, çevresiyle etkileştiği sinyal sisteminde değişiklikler oluşturmak zorundadır. Bu nedenle, her yeni bir varlık oluşumundan sonra, tüm varlıklar çevrelerini yeniden tarayarak yeni bilgiler oluşturmak ve bu yeni bilgilere göre, yeniden yapısallaşmak zorundadırlar. Bu nedenle tavuk-yumurta türünde bir değişim-dönüşümleri algılama ve ona göre yeniden yapısallaşma ortaya çıkmıştır. Şekil: “Bilgi oluştur ve bu bilgilere göre örgütlen” temel dürtüsü, “her gün” yeniden devreye girer ve varlıklar çevrelerini algılayarak yeniden yapısallaşırlar. Her yeni oluşan sistem, daha önceden var olan sistemlerden beslenip, enerjisini onlardan temin ederken, önceki sistemler de zorunlu olarak bu yeni oluşan sistemden etkilenirler ve bu nedenle döngülerinde (yani çevreleriyle etkileşim sinyallerinde) değişiklikler yapmak zorundadırlar. Bu nedenle tavuk-yumurta türünde alt-üst sistem ilişkileri ortaya çıkar ve tüm sistemler karşılıklı olarak birbirlerini etkileyici bir yaşam döngüsü içine girerler. Bu karşılıklı etkileşim sistemleri nedeniyle, varlıkların sürekli olarak birbirlerinin oluşturdukları yenilikleri takip edip, değişen yeniliklere göre, kendi yapısallaşmalarında yeniden düzenlemeler yapmaları kaçınılmaz olur. Her varlık, çevresinde gerçekleşen her değişim-dönüşüm döngüsünden sonra, çevresini yeniden değerlendirip, yeniden örgütlenmek zorundadır. Yüzyılımızın başından beri, doğadaki varlıkların oluşumunda, atomlarla başlayıp, moleküllerle, hücrelerle devam eden heterarşik bir yapısallaşma bulunduğu bilinmektedir. Doğadaki parçalardan bütüne doğru olan bu yapısallaşma ve büyümenin teorik ilkeleri, “Theory of integrative levels” başlığı altında Feibleman (1954) tarafından şöyle özetlenmiştir: i-Her düzey altındaki düzey(ler)inkine ek, yeni bir özellik taşır. Ve Üst düzeylere doğru karmaşıklık derecesi artar. ii-Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır, Herhangi bir düzeyin oluşumunda, oluşturma erki alt düzeydedir; üst düzey sadece hedef gösterir. iii-Herhangi bir düzeyde oluşan bir bozukluk, ilişkili tüm diğer düzeyleri de etkiler. Bu birkaç cümleden kolayca anlaşılabileceği gibi, herhangi bir şeyi yapma-oluşturma yeteneği alt-sistemlere aittir. Bir şeyi yapmak içinse bilgiye, bilgiye dayalı bilinçli davranışa gerek vardır. 1980’li yıllardan sonra bu yapısallaşma ve büyümenin “synergetics” olarak adlandırılan ve “information & self-organisation = Bilgiye Dayalı Örgütlenmeler”) (BDÖ) şeklinde özetlenen bir sistem içinde gerçekleştiği ıspatlanmıştır. (Haken 1983, 1999, 2000; Camazıne et al 2001). Sinerjetik, bilgi faktörünü fizik bilimi içine sokmuş, ancak bilginin kökeni karanlıkta kalmıştır. Bu sırada Gedik’in (1998, 2006, 2008) çalışmaları:

110


1- Doğadaki “information” siteminin eksponansiyel ve integratif olarak geliştiğini, dolayısıyla bilgi oluşumunun kökeninin maddenin en küçük parçacıklarından başlaması gerektiğini göstermiş; 2- Zaman kavramının doğadaki değişim-dönüşümlerin bir sonucu olduğunu ortaya koymuştur. Bunlardan çıkartılacak sonuçlar yazının ana bölümünde açıklanmıştı. Bu bilgilerin sinerjetik fizik bilgilerine eklenmesiyle, doğal sistemdeki bilgiye dayalı büyüme ve örgütlenmelerin nedeni daha kolay anlaşılır olmuştur. Her bir varlığa ait sinyal sistemleri farklı birer dalga türü oluştururlar ve bu dalgalanmalar üst-üste çakışarak karmaşık bir sinyal-dağılım alanları oluşumuna yol açarlar. Bunların sonucunda da, dünyamızın hiçbir yerindeki sinyal durumu, bir gün öncesindekine benzemez ve hep farklılıklar arz eder. Bu nedenle, dünyamızın herhangi bir noktasındaki birbirini takip eden iki güne ait enerji miktarı dalgalanması bir önceki günle aynı olmaz. Canlılar âlemindeki bu döngü ve dalgalanmalar cansızlar âleminde de aynen vardır. Örn. Bir elektronun enerji durumu da, sürekli olarak değişmektedir. Ancak geleneksel fizikçiler doğadaki kuvvet sistemi oluşumlarının zaman ve mekân olgularından bağımsız olarak geliştiği varsayımına dayanarak teorik fizik ilkelerini hesapladıklarından dolayı, foton, elektron, proton, nötron gibi maddenin temel parçacıklarındaki sinyal durumu değişimlerini, zaman ve mekândan bağımsız ve sürekli aynı tekrarlanmalar şeklinde tasarlamışlardır. Aynen bir saatin yelkovanlarının, dönüp-dolaşıp, aynı yerden tekrar başlamaları gibi şekilde görüldüğü türde tasarlayıp, hesaplamalar yapmışlardır. Yani klasik fizikçilerin görüşüne göre, (B) noktasında başlayan bir değişim-dönüşüm, (K), (D), (G) noktalarından geçip, bir turluk bir döngüyü tamamladıktan sonra ulaştığı noktada, tüm özellikleri ile eski (B) noktasının tamamen aynısıdır Şekil: Geleneksel fizikçiler zaman kavramını sürekli aynı kabul ederek teorik yaklaşımlarda bulunmaktadırlar. Oysa elektronlar zaman içinde sürekli olarak hem nötrino gibi daha küçük boyutlu öğeler tarafından sürekli olarak etkilenmekte, hem de diğer kimyasal bileşiklerden gelen sinyallerle (fotonlar) sürekli etkileşmektedir. Doğa sürekli bir değişim-dönüşüm içinde olduğundan, doğadaki diğer varlıklardaki değişimlerle, söz konusu elektron arasında da information alış-verişi gerçekleşmiş, information düzeyi zaman içinde artan eksponansiyel bir gelişime sahip olduğundan, elektronun information düzeyi de otomatik olarak bu artıştan nasibini almak zorunda kalmıştır. Dolayısıyla (B)den başlanan bir tur sonunda varılan noktadaki durumda (B’) diye başka bir durum söz konusudur. Onun için şekli altta görüldüğü gibi göstermek gerekir: Şekil 16.5: Geleneksel fizikçilerin zaman kavramı anlayışı, zamanı izotrop algıladıklarından dolayı hatalıdır, çünkü “dün ile bu gün” arasında çok değişim dönüşüm olmuş, varlıklar arası etkileşim oranları değişmiştir.

111


Termodinamiğin 2. yasası olarak bilinen entropi ilkesi, doğayı “kapalı” sistem olarak kabul ettiğinden, doğada düzensizliğe doğru bir gidiş olması gerektiğini ileri sürer. Hâlbuki doğada hiçbir “kapalı” sistem yoktur, çünkü tüm sistemler arasında karşılıklı bir sinyal (bilgi) alış verişi bulunmaktadır. Mikro-sistemlerle makro-sistemler arasında gerçekleşen enformasyon (bilgi), dolayısıyla enerji alışverişinin, doğada hiçbir sistemin “kapalı” sistem olamayacağını göstermesi üzerine, doğadaki oluşum ve gelişimleri (açık sistemleri) açıklamak için “dinamik sistemler teorisi” olarak “synergetics” adlı yeni bir fizik dalı oluşturulmuştur (Haken 1983). “Information & SelfOrganisation” olarak özetlenen sinerjetik fizik, doğada düzen oluşumuna doğru bir gelişmenin, yani “maximum information principle = maksimum enformasyon prensibinin” geçerli olduğunu matematiksel ve fiziksel formülasyonlarıyla ortaya koymuştur (Haken 1983, 1984, 2000). Karşılıklı etkileşimler günümüz bilim dalları arasında da etkisini göstermiş ve jeolojikpaleontolojik bakış açısından yaklaşımlarla, doğada bilgi düzeyinin eksponansiyel şekilde arttığı paleontolojik verilerle ortaya konularak, sinerjetik fiziğin öngördüğü “maksimum enformasyon prensibi” doğrulanmıştır (Gedik 1998 ve 2006). Etkileşim oranları değişmesi, doğadaki enerji madde oranlarının değişmesi bölümünde açıklanmıştı. Jeolojik ve astrofizik verilerinin gösterdikleri üzere, zaman içinde madde kombinasyonları gittikçe gelişmekte, gittikçe daha karmaşık yapılı üst sistemler oluşmaktadır. Bu olgunun doğadaki kuvvet alanları oluşumuna etkisi ise açıktır; yani kuvvet alanları da sürekli değişmek ve çeşitlenmek zorundadırlar. İnsanların günümüzde oluşturdukları radyo, TV, cep telefonu, uydu sinyalleri ve bunlardan kaynaklanan kuvvet alanları çeşitliliği bunun en güzel örneğidir. Zaman ve mekan koşullarındaki bu değişim dönüşümlerin kuvvet alanı tasarımlarına etkisini bir örnekle açıklayalım. Denizel bir ortamda CO2, H2O, vs gibi moleküller ve güneş enerjisi ve de bir mavi-yeşil-alg bulunsun. Bu alg fotosentezle 6CO2 + 6H2O + Güneş enerjisi = C6H12O6 + 6O2

formülü uyarınca mevcut moleküllerden 6 su ve 6CO2 molekülünü değişik bir glikoz molekülüne dönüştürmüştür ve ortamda ekstra 6 oksijen molekülü ortaya çıkmıştır. Bu durumda o ortamdaki foton, elektron, vs. gibi tüm alt-sistem parçacıkların sinyal türlerinde de değişiklikler olmak zorundadır, çünkü ortama glikoz, oksijen gibi yeni moleküller girmiş, buna karşın CO2 ve H2O moleküllerinin sayısı azalmıştır. Dolayısıyla ortamdaki bir yapısallaşma değişimi, geri beslenmeli olarak atom altı parçacıklara kadar geri yansımak zorundadır. İşte bu şekilde, doğadaki değişim dönüşümler atom-altı parçacıklarda var olan minimum-maksimum değerleri arası dalgalanmalarla başlarlar. Atomlar bu parçacıkların kombinasyonlarından oluştuklarından dolayı atom-altı-parçacıklardan beslenmiş olurlar. Moleküller, atomlarla beslenirler; hücreler (mineralojik ve biyolojik anlamda) moleküllerden ve daha küçük öğelerden beslenirler. Ve bu beslenme zinciri, fitoplankton – zooplankton – küçük hayvanlar – büyük hayvanlar şeklinde devam eder-gider. En temeldeki öğenin enerji durumunda bir dalgalanma söz konusu olduğundan, ondan beslenen üst-sistemlere doğru bu dalgalanma etkisi, karmaşıklaşarak devam eder. Her varlık, tabanda bağımlı olduğu öğelerdeki enerji dalgalanması zamanlamalarını takip etmek ve ondaki maksimum enerji durumuna göre kendisini ayarlamak zorundadır. Bu nedenle doğada zaman içinde düzen oluşumuna doğru bir gelişim oluşmaktadır.

112


Döngülerin Yararı: Sistemlerin Geri Beslenmeli Olarak, Çevresel Sistemlerle Uyum İçine Sokulması

Tavuk-yumurta etkileşimli doğal sistemde, üst sistem (tavuk) tamamen alt sisteme (hücre =yumurta) bağımlıdır. Her alt sistemin de tekrar bir alt sistemi olduğundan, tabana bağımlılık, maddenin en küçük parçacıklarına kadar devam eder. Bu nedenledir ki, biz insanların bedenleri, bedenimizin gerek başlangıçtaki yapımında, gerek daha sonraki işletim evrelerinde ve bakımında, temel amino asitler olarak bilinen Valin, Leucin, İsoleucin, Threonin, Methionin, Arginin, Lysine, Phenylalanin ve Tryptophan isimli amino asitlerini belli hayvan veya bitki ürünlerini yiyerek sağlayabiliriz. Çünkü bizlerin bedenleri bu amino-asitlerini oluşturmaktan acizdir. Dolayısıyla bizlerin hayatı, tamamen bu amino-asitlerini sentezleyen bitki veya hayvan türlerinin yaşamlarına bağlıdır. Örneğin gözlerimizin görme-yeteneği, rhodopsin denilen bir molekülün, ışık-enerjisinden etkilenerek, “fosfatlama” denilen bir tür enerji dönüştürücülüğü görevini yerine getirmesine bağlıdır. Rhodopsin proteinin oluşturulabilinmesi içinse, lysine gibi amino asitlerinin bedende bulunması gerekir. Bu lysine molekülleri ise, insan bedeninde oluşturulamamaktadır ve mutlaka bir bitki veya hayvandan alınması gerekmektedir. Görüldüğü üzere, çevremizde belli türlerde molekülleri üreten canlıları yok veya hasta edersek, sağlığımızla ilgili bir sürü sorun ortaya çıkmasına neden oluruz. Çevremizdeki canlılar hasta olurlarsa, biz de hasta oluruz, onlar yok olurlarsa, biz de yok oluruz. Hayvanların yaşamı, bitkilerin yaşamına bağlıdır; bitkilerin yaşamı, bakteri, alg gibi daha basit canlıların yaşamlarına bağlıdır. En temeldeki bakterilerin yaşamı da, tekrar cansız varlıklar olarak bilinen, su, CO2, vs türde moleküllere bağımlıdır. Bu bağımlılığın nasıl olduğunu anlamak için şu deneyin sonuçlarına bakalım. Şekil: Bakteriler belli süreçler sonunda parçalanıp, bedendeki eski molekülleri yerine, çevrelerinden çevre koşullarına uyumlu yeni moleküller aldıkça, çevrelerine daha uyumlu hale gelirler ve daha kolay çoğalabilirler. Bakteriler yaşlandıklarında, ikiye bölünerek çoğalırlar. Bu bölünme sırasında, yaşlı bakterinin iki kutbuna (sarı), yeni moleküller eklenerek (mavi), yeni yavrular oluşturulur. Bu yeni 2 yavru tekrar bölündüklerinde, oluşacak 4 yavru bakteriden ikisi genel hatlarıyla yaşlı bakteri malzemelerinden oluşurken (sarı), diğer ikisi çevredeki malzemelerin sisteme eklenmeleriyle oluşurlar (mavi). Bu dört yavru farklı flüoresanlı boyalarla işaretlenerek çoğalmaları için uygun bir ortama bırakılmışlar ve nasıl çoğaldıkları izlenmeye başlanmıştır. Sonuç altta sunulan şekildeki gibi olmuştur. Sarımtırak renkte gösterilen ve malzemesinin çoğunluğu yaşlı bakteriden gelen yavrular çok az çoğalabilirlerken, malzemesinin çoğunluğu çevreden yeni alınan maddelerden oluşan yavrular (mavi) çok daha hızlı bir çoğalma göstermişlerdir. (Ferber (2005)) En basit canlı türü olan bakterilerin ömürlerinin ve çoğalma yeteneklerinin ne derecede çevredeki cansız dediğimiz maddelere bağlı olduğunu görmek, değişim-dönüşümlü doğal sistem içinde ömür denilen süreçlerin neden gerekli olduğunu anlamak için yeterlidir.

113


Zamanlama doğal olayların oluşumlarında çok çok önemlidir Doğadaki tüm canlılar, beslenme kaynaklarının enerji potansiyeli değişim-dönüşümlerini en hassas şekilde saptamaya özen gösterirler. Bir-iki örnek vererek bunu gösterelim Baştankara (Parus major) denilen serçe türü üzerine yapılan araştırmalarda, bu kuşların Hollanda ve İngiltere’de, yaklaşık 23 Nisan’da yumurtladıkları, yaklaşık 15 Mayıs’ta yumurtalardan civcivlerin çıktığı ve 2 Haziran’da da erginleşerek uçmaya başladıkları saptanmıştır (Fitter & Fitter 2002, Grossman 2004). Bu kuşların temel besin kaynağını kurtçuklar oluşturur, özellikle de meşe sürgünleriyle beslenen bir güvenin kurtçukları. Bu kurtçukların sayısal artış maksimumunun 28 Mayısa denk geldiği saptanmıştır. Bu tarih ise, söz konusu serçe yavrularının en fazla besine ihtiyaç duydukları zaman aralığı ile tam bir çakışma gösterir. Bu durumda, serçe yavruları iyi beslenecek ve çoğalacaklardır. Peki bu çakışma nasıl sağlanmaktadır? Baştankaralar yumurtlama zamanlarını, ilk-bahar başlangıcı ısısına göre ayarlamaktadırlar. Güve yumurtalarından kurtçuk çıkışı ise iki ayrı faktörün kombinasyonuna göre olmaktadır: Kış ve ilkbaharda donma görülen gün sayıları ve kış-sonu + bahar başlangıcındaki sıcaklık değerlerinin birlikte değerlendirilmesine göre. Meşe ağaçlarının tomurcuklanma zamanlarının tayininde ise, diğer bazı faktörler yanı sıra, önceki yılın baharının sonlarındaki sıcaklık değerlerinin rol oynadığı belirlenmiştir. Görüldüğü üzere, bitkisinden tutun, kurtçuğuna, kuşuna kadar, tüm canlılar, doğadaki değişim-dönüşüm döngülerinin farkındadırlar ve bu döngüleri saptayabildikleri kadar hassas bir şekilde belirlemeye ve ona göre yaşam döngülerini oluşturmaya çalışmaktadırlar. Milyonlarca yıllık yaşam tarihi verileri, onlara oldukça sağlıklı bir değişim-dönüşüm zamanlaması saptama kaynağı sunmaktadır. Hayat sistemindeki enerji girdisinin ana kaynağını güneş enerjisi oluşturduğundan, çoğu canlılar, ya ışık miktarındaki dalgalanmaları, ya sıcaklık değerlerindeki dalgalanmaları saptayıcı mekanizmalar oluşturarak, bağlı oldukları temel besin kaynağının en bol olduğu zamanı saptamaya ve yaşamlarını ona göre ayarlamaya gayret etmektedirler. Her canlı, belli türlerde başka canlılara dayalı olarak yaşadığından ve en temeldeki canlılar da, günlük-aylık veya yıllık enerji girdisi dalgalanmalarına uygun olarak dalgalanma gösteren bir yaşam döngüsüne sahip olduklarından, sonuçta tüm canlıların yaşamında bir dalgalanma görülür. Belli aralıklarla sayıları artar ve azalır. Canlı sayısındaki artma-azalma ölüm ve doğumlarla sağlandığından, hayat sistemlerindeki doğum ve ölümlerin temel nedeninin, doğadaki enerji sistemindeki dalgalanmalara bağlı olduğu anlaşılır. Bizler belli bir coğrafik sınırlar içinde yaşıyoruz. Bu sınırlar içindeki doğal kaynaklar sınırlıdır. Bu sınırlı doğal kaynakları en ekonomik şekilde kullanacak yaşam tarzı, en rahat yaşam düzeyine sahip olur.

114


Bilginin Artışına Dayalı Olarak, Karşılıklı Etkileşimler Sonucu Doğada Sürekli Yeni Formlar, Yeni Yapısallaşmalar Çıkar Meslek dediğimiz olay, bilgi artışı sonucu oluşmuştur

İnsanlık kültüründe, yaklaşık 8-10 bin yıl önceleri tekerlek keşfedilir. Bu bilgi, tekerleklerin önüne bir (çift) at koşulması bilgisiyle birleştirilerek, at-arabaları oluşturulur. Sonraki nesillerde, bilgilerde sürekli değişimler olur; ağaçtan tekerleklerin yerini, önce madeni tekerlekler, sonra lastik tekerlekler alır. Atların yerini ise motorlar alır ve günümüzdeki modern- hızlı arabalar, uçaklar, vs. ortaya çıkarlar. Şekil: Bilginin gelişmesine bağlı olarak maddeler yeni kombinasyonlara sokularak, yeni nesneler oluşturulurlar Böylece bilgi evrimleşerek devam eder ve bu bilgilere göre de, varlıkların şekilleri sürekli değiştirilir. Yani dünyamızda evrimleşen ve gelişen şey bilgidir. “Bilgi”ler “düzen ölçütleri” olarak maddelerin değişik şekillerde kombinasyon oluşumlarına yansıtılırlar.

Canlılar alemindeki bilgi gelişimi ve yeni canlı türleri oluşumu da aynen böyle olur

Şekil 16.10: Canlı varlıkların şekilleri de, bilgi düzeyindeki gelişimlere bağlı olarak, atom ve moleküllerin değişik şekillerde kombinasyonlara sokulması sonucu oluşurlar. Denizel ortama özgü (a) şeklinde bir balığı ele alalım. Çevrede değişimler oluşup, bataklık gibi ortamlarda bazı bitkiler büyümeye başladılarsa, bu durumda, (a) balığı çevredeki bu değişimleri, hücrelerine aktarır. Dış ortamda bazı önemli değişiklikler olduğunu öğrenen hücreler, eski bilgilerde değişiklikler yapıp, bu ortamda yaşayabilecek yeni bir gövde tasarımı gerçekleştirirler ve (b) tipinde bir canlı ortaya çıkar. Bu şekilde, yeni bir “tavuk”, atası tavuk olmayan bir yumurtadan oluşmuş olur! Varlıkların Yok Oluşları da Bilgi Düzeylerindeki Değişimler Sonucu Oluşur.

Yarım asır öncelerine kadar kalaycılık denilen bir meslek çok yaygındı. Son asır içinde gelişen bilimsel buluşlarla üretilen paslanmaz çelik ve alüminyum gibi metalik öğelerden yapılan kap-kacaklar bakırdan yapılan kap-kacaklardan daha ekonomik olmuşlardır. Bu olay daha pahalı olan bakır eşyaların üretiminde azalmaya yol açmış ve kalaycılık denilen meslek de ortadan kalkar düzeye inmiştir. Canlılar âlemindeki türlerin yok oluşu da aynı mekanizmayla olmaktadır. Daha ekonomik yaşam sistemi oluşturan yeni varlıkların ortaya çıkması, yeterince ekonomik olmayan yaşam tarzlarına sahip türlerin soylarının azalmalarına yol açarlar. Fosil bulgular bunun örnekleriyle doludur.

115


Moleküller de Çevrelerinden Kendilerine Gelen Sinyallere Göre Yapılarını Değiştirirler

Peki, cansız dediğimiz maddeler doğadaki değişim-dönüşümlerden nasıl etkileniyorlar ve bileşimlerinde nasıl değişiklikler oluşuyor? H2O veya CO2 gibi görünüşe göre sabit yapılı bir molekülün yapısı, aslında o kadar da sabit değildir. Şöyle ki: Doğadaki değişim-dönüşümler sonucu, sürekli yeni radyasyonlar çevreye yayılır ve bu radyasyonlar tüm moleküllerin elektron, proton, nötron gibi öğelerinin spin, polarizasyon, enerji durumları vs. gibi özelliklerinde değişiklikler yapar. Bu nedenledir ki, aynı saf sudan alınmış iki damla su örneği, değişik türde radyasyonlara uğratılıp, sonra dondurulup, oluşan su kristallerinin resmi çekildiğinde, şekilde gösterilen türde farklı görüntüler sunar. Şekil: Su molekülleri çevrelerindeki sinyallere göre yapılarında değişiklikler yaparlar. (Emoto (2002)). Aynı saf sudan alınmış su damlaları, değişik türde ses dalgaları etkisi altında tutulduktan sonra, aniden dondurulup, kristal şekilleri incelendiğinde, su moleküllerinin farklı ses dalgaları etkisi altında farklı türlerde bir yapısallaşma gösterdikleri saptanmıştır. (Emoto (2002a, b). - Üstteki güzel buz kristali, Beethoven’in Pastorale senfonisinden gelen sinyaller etkisi altında kalan saf suyun kristalleştirilmesi sonucu, - Alttaki çarpık yapılı buz kristali ise, gürültü müziği sinyalleri etkisi altında tutulan saf suyun kristalleştirilmesi sonucu oluşmuştur. Bu olay açıkça, doğadaki tüm varlıkların bulundukları ortamla sürekli şekilde geribeslenmeli olarak ilişki içinde olduklarının güzel bir delilidir. Canlı varlıklar ölüm ve doğum aşamaları ile, atomlarına-moleküllerine kadar ayrışarak, çevre koşulları, çevre radyasyonları, enerji durumları, vs gibi faktörlerce onlarla uyumlu hale gelirler. Bedenlerin ayrışmasıyla doğrudan çevre faktörleri ile etkileşim içine giren bu moleküller, daha sonraları tekrar bir canlı bedeninin bileşimine girdiklerinde, o canlının çevre koşullarına daha uyumlu olmasını sağlarlar. Tüm varlıklar ölmek ve parçalarına ayrışmak ve belli aralıklarla tekrar yeniden düzenlenmek zorundadırlar. Çünkü düzen-ölçütleri sadece o sistem için geçerlidirler ve o sisteme ait tüm alt birimleri köleleştirmiş durumdadırlar. Bu nedenle o sistem dağılmadığı sürece, o sisteme ait parçalar, çevre sistemleri ile etkileşerek evrensel ölçekli bilgi alış-verişi gerçekleştiremezler. Bizler ölmek, hücrelerimize, moleküllerimize ayrışmak zorundayız, çünkü hücreler, amino-asitler çeşitli bitki, hayvan ve diğer mikro-organizmaların çevreyle etkileşimleriyle yeniden düzenlenmektedirler. Organik ve anorganik moleküller de atomik bileşenlerine ayrılıp, yeniden değişik izotop-bileşimleri, değişik enerji düzeyleri, değişik spin ve polarizasyon düzeyleriyle, değişik sinyal (yani değişik bilgi) düzeylerine dönüşmek zorundadırlar, çünkü evrensel ölçekte birbirleriyle sürekli karşılıklı etkileşim içindedirler. Bu nedenle, en küçüğünden en büyüğüne kadar tüm varlıkların birer ömrü bulunmak zorundadır. Özet olarak: Doğadaki tüm varlıklar karşılıklı olarak birbirleri ile etkileşim içindedirler. Herhangi bir düzeyde, herhangi bir sistemde yapılan bir değişiklik, tüm diğer düzeyleri ve sistemleri de etkiler. Dolayısıyla tüm varlıkların kaderleri kendi aralarındaki karşılıklı etkileşimlere bağlıdır ve kendi ellerindedir.

116


TAVUK - YUMURTA VEYAHUT DOĞUM - ÖLÜM DÖNGÜLERI

Yukarıdaki paragraflardan şu sonuçlar çıkmaktadır: ►: Doğa ve dünyamız sürekli bir değişim ve dönüşüm içindedir, ►: Tüm değişim ve dönüşümler olasılık hesaplarına göre yapılmaktadır, ►: Tüm oluşumlar “tavuk-yumurta” veyahut “doğum-ölüm” döngüleriyle birbirlerine

bağımlıdırlar. İnsanlık hayatın neden “doğum ve ölüm döngüsü” üzerine oturtulduğunu anlayamamanın sıkıntısını çekmektedir. Bunun kökeninde ise “zaman” kavramının doğadaki gerçeklere uygun şekilde algılanamaması yatar. Yukarıdaki bölümlerde belirtildiği üzere, sürekli değişim-dönüşüm içindeki bir doğada yaşıyoruz. Değişim dönüşümler ise, önceden belirlenmiş bir tarzda değil, olasılık hesaplarına göre ve hep daha ekonomik yeni oluşumlara doğru gelişiyor. Yani doğa ve dünyamızın harici bir sahibi ve yönlendiricisi yok, sahiplik ve yönlendiricilik tüm varlıklara ait. Varlıklar, en küçük atom-altıparçacık seviyesinden başlayarak, atom-molekül-hücre-beden gibi gittikçe büyüyen üst-sistemler oluşturmaya çalışarak, doğadaki değişim-dönüşüm döngülerini gerçekleştiriyorlar. Tavuk – Yumurta Döngülerinin Oluşum Nedeni: Rahatlama Dürtüsü

Rahatlama dürtüsü daha önceleri açıklanmıştı. Şekil: Tüm varlıklar birbirleriyle karşılıklı olarak etkileşim (şekillerdeki oklar) içindedirler. Varlıklar yalnız olduklarında, çok daha fazla enerji kullanırlar ((A)da ok sayısı çok). Birleşerek büyük öğeler oluşturduklarında ise, daha az enerji kullanır duruma geçerler ((B)de ok sayısı az). Doğadaki tüm varlıklarda, enerji kullanımını azaltmak için, bir araya gelerek, daha büyük yapısal birimler oluşturma dürtüsü vardır. Doğadaki tüm oluşum ve gelişimleri tetikleyen ve yönlendiren dürtü budur. Bu dürtü parçacıkların atomlar veya moleküller olarak, bakterilerin ökaryot hücreler içinde, ökaryot hücrelerin bitkiler veya hayvanlar içinde, hayvanların topluluklar halinde bir araya gelmelerine neden olur. Tüm varlıklar bileşenlerinden kökenlenen içsel bir hayat dürtüsüyle dinamik sistemler yasalarına uygun olarak tavuk-yumurta döngüsü içinde yönlendirilirler. Tavuklar yumurtalara bağımlıdırlar, yumurtalar moleküllere ve moleküller atomlarına bağımlıdırlar. En temeldeki atomaltı-parçacıkları ise çevrelerindeki her şeyi algılarlar ve ona göre davranırlar ve aynı zamanda da, evrensel ölçekte anında etkileşimlerle evrensel düzeyde bir dengeleme ve uyumluluk sağlarlar. Dinamik sistemlerin gelişimleri “Bilgi oluşturma ve bu bilgilere uygun örgütlenmeler” olarak özetlenmiştir. Bilgi ise üssel ve tümleşik tarzda gelişmektedir. Bu nedenle evrenimizin geleceği önceden belirlenmiş değil, tersine tamamen bizlerin ve diğer tüm varlıkların karşılıklı olarak oluşturacakları bilgilere göre şekillenmektedir. Yaşam motorunun yakıtını enerji oluşturur ve enerji varlıkların yapısal bağlanma şekillerinde depolanırlar. Hangi yapısal birleşim (kombinasyon) daha ekonomik bir bağ oluşturuyorsa, enerji o sisteme akar. Canlılar bu nedenle amino-asit kombinasyonlarını sürekli

117


değiştirerek, en ekonomik bağ-sistemleri (değişik beden yapıları) oluşturma yarışı içindedirler. Bundan kurtuluş yoktur, çünkü enerji aktarıcı ve taşıyıcı temel öğeler (elektronlar) tünelleme etkisi göstererek, hep en ekonomik sistemlere göçerler. Bu temel öğelerin en ekonomik sistemlere göçmeleri sonucu, ekonomik olmayan sistemler dağılmak zorunda kalırlar ve ömürleri sona erer. Tavuk ve Yumurta Açısından Doğadaki Değişim-Dönüşümlerin Takip Edilmesinin Önemi Varlıkların neden sürekli bir doğum-ölüm (veyahut tavuk-yumurta) döngüsü içinde olduklarını anlamak için, zaman kavramının değişim-dönüşümleri zorunlu kılmasını anlamak yeterlidir. Tüm varlıkların yapısında, sürekli olarak değişim-dönüşüm içinde bir doğada oldukları bilgisi vardır ve her varlık bu temel bilgiyle davranmaktadır. Bir örnekle konuyu açıklayalım. Bizler verem veya çiçek aşısı olmakla, bedenimizdeki hücrelere, “doğada şu türde bir yaratık var; bu yaratığı tanımanız için size birkaç-tane veriyoruz. Onları tanıyın (genetik şifrelerini çözün) ki, onlarla başa-çıkabilesiniz.” şeklinde bir mesaj vermiş oluyoruz. Tavuğun bilgi deposu, çevresiyle oluşturabileceği etkileşim türlerinin kayıtlarından oluşur. Eğitsel bilgi denilen bu bilgiler, güncel koşul verilerdir ve civcivin büyümeye başlamasından sonra düzenlenen sinir hücreleri arası sinaps bağlantıları ve yeni protein oluşumları şeklinde depolanır. Dolayısıyla tavuk sistemine ait bilgiler hücreler arası etkileşimlerde depolanır. Tavuk öldüğünde, hücreler arası bağlantılar kopmuş olacağından, tavuk bilgisi de sona erer! Yumurta bilgisi, süreklilik arz eden koşullara ait bilgileri ve de 3.5 milyar yıllık bir geçmişe ait değişim-dönüşüm kayıtlarını kapsar ve kalıtsal olarak kromozomlarda, yani hücre-içi-bağlantısisteminde saklanır ve nesilden nesile aktarılır. Her şeyde zaman içinde bir değişim-dönüşüm olduğundan, yumurtalar oluşturacakları tavuk yapılarını, bulundukları çevrede nelerin değişip-dönüştüğünü saptamak için geçici bir süreliğine oluştururlar. Nasılsa, bir süre sonra, diğer varlıklarda da, bir sürü değişim-dönüşüm gerçekleşecek ve o değişim-dönüşümlere uyum sağlamak için, yeni bir civciv modeli oluşturması zorunlu olacaktır! Dolayısıyla, tavuklar ve yumurtalar karşılıklı olarak birbirlerine bağımlıdırlar, ama etkili ve söz sahibi olan yumurtadır ve yumurta tavuğu oluşturur ve onun geleceğini ve ömrünü belirler! Tavuk ve Yumurta Sistemleri Arasında Bilgi Akışı

Bizler bir şey gördüğümüzde veya duyduğumuzda, bedenimizdeki hücreler hemen alarma geçip, o şeyi anlamaya-yorumlamaya çalışırlar; bedenimizde bir sürü bir fiziko-kimyasal tepkime gerçekleşir. Hücrelerin değerlendirmelerinden çıkan sonuca göre, bedenimizi soğuk terler basabilir, korkudan bayılıp-kendimizden geçebiliriz; kızgınlıktan küplere binecek duruma geçebilir veyahut sevinçten uçup yakınımızdakileri kucaklayabiliriz. Tüm bu davranışlarımız bedenlerimizdeki hücrelerin değerlendirme şekline bağlıdır. Yani bendimizdeki hücrelerimiz sürekli bir koşuşturma ve değerlendirme çabası içindedirler. Yeni bir şey gördüğümüzde veya öğrendiğimizde, bu varlığı tanımlayıcı bilgiler beyindeki ilgili hücreler arasında yeni sinaps ve yeni bir protein oluşturularak kayıt edilir (Kandel 2001). Bu şekilde, bedene ait bir bilgi, hücrelerin dili olan amino-asit sözcüklerinden oluşan genetik dile aktarılmış olur! Yani varlığın atomik diziliş yapısında bazı değişiklikler gerçekleştirilir. Canlılar bir şey öğrendiklerinde, bu öğrenme ve bilgi depolama işlemini bedendeki hücreler yaparlar. Bizler yeni bir şey öğrendiğimizde, hücrelerimizde bir sürü fiziko-kimyasal tepkime gerçekleşir ve bedenimizdeki amino-asitleri yeniden düzene sokulurlar, bir sürü atom ve molekül re-organize olurlar. Bedenimizdeki bir sürü molekülün yeniden düzenlenmesi sonucu, bizlerin

118


düşünce ve davranışları da değişmiş olur. Bu şekilde tavuktan yumurtaya (yani üst sistemden-alt sisteme) doğru sürekli olarak bir bilgi aktarımı gerçekleşir.

Şekil: Doğada sürekli olarak üst-sistemlerden alt-sistemlere doğru bilgi transferi olur ve bu yeni bilgilere göre, doğa ve dünya sürekli yeniden şekillenir. Bedenle hücre arası bu bilgi aktarımı, elbette maddenin en küçük parçalarına kadar bu şekilde devam eder ve bunun sonucu tüm üst sistemler en temeldeki yapıtaşlarına ve bilgi sistemlerine bağlanmış olurlar. Tüm oluşumlar karşılıklı olarak birbirleriyle zincirleme bir ilişki içinde bulunduklarından, her varlığın “mevcudiyeti için gerekli asgari koşulları algılama devreleri” anlamında “quorum sensing circuits ” şeklinde bir ortamsal değerlendirme devresi bulunur. Hücrelerin bu davranışları, onların da bağımlı oldukları belli alt-sistemler olmasından kaynaklanır.

En Temel Bilgi Depolayıcıları Kuantsal Öğelerdir Johnston (2007)’un vurguladığı üzere, “Doğadaki normal bir varlık, örneğin bir taş parçası, önce hafifçe ısıtılıp, sonra tekrar eski ısısına dönecek şekilde bir değişimden geçerse, bu taş parçasının ısıtıldıktan sonra soğuduğu hakkında kayaç bize bir bilgi vermez. Ama aynı durum elektron gibi bir kuantsal öğenin başına gelse, elektron başından geçen bu ısınma ve soğuma döngüsü hakkındaki bilgiyi depolar. Bu bilgi, Michael Berry’nin 1984’de öngördüğü şekilde, elektronun salınım fazında saklanır.” Her şey atom-altı-parçacıklarından oluştuğundan, elektron, proton gibi atom-altıparçacıkları oluşturdukları molekül veya mineral gibi üst-sistem öğelerde de aynı tür bilgi depolamalarını gerçekleştirirler. Nitekim kayaçların başlarından geçen çoğu olaylar içlerindeki minerallerin elektronlarının çeşitli özelliklerinden yararlanılarak çıkartıla bilinmektedir. Örneğin termoluminesansla, bir kayacın hangi radyoaktif ortamda, kaç yıl kaldığı hesaplana bilinmekte; manyetik ölçümlerle kayacın geçirdiği coğrafik konum değişimleri saptana bilinmekte; vs.. Dolayısıyla, doğa ve dünyamızın tüm geçmişi, onu oluşturan temel varlıkların yapısal-dokusal bileşimlerinde kayıt altında tutulmaktadır. Aynen bir canlının oluşum bilgilerinin onun tohumlarında saklanması olayında olduğu gibi.

119


“Berry’s phase” olarak fizikte bilinen bu kuantsal olay (Berry 1984, Yasuhara et al. 2005, Leek et al. 2007,), teorik olarak tavuk-yumurta bilgi aktarımı sisteminin öngördüğü, varlıkların en temel bileşenleri olan kuantsal öğelerin temel bilgi depolayıcı olmaları gerekliliğinin deneysel ıspatıdırlar. Bu şekilde doğadaki tüm varlıklar arasında karşılıklı olarak bağımlılık devreleri oluşturulur. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bak. Bölüm 12: Varlıklar arası karşılıklı bağımlılık zincirlemeleri ve döngüleri. Hücreler Bilgi Oluşturmanın Öneminin Farkındadırlar.

Bilgi oluşturmak ve bu bilgileri koruyup aktarmak o kadar önemlidir ve hücreler de bunun öylesine farkındadırlar ki: i- Atalarından devraldıkları kalıtsal bilgileri gelecek kuşaklara aktarmak için, aşk ve seks dürtüsüne çok ağırlık verilmiş ve muazzam bir zevk-duygusu ile donatılmıştır. Her varlığın içinde çoğalma ve mevcut bilgi kapasitesini gelecek nesle aktarma dürtüsü bulunur. Bu dürtü bizleri sürekli olarak karşı bir cins arayarak, genetik bilginin aktarılmasına yönelik bir eylem içine girmeye zorlar. Bunun için erkek ve dişiler arasında hep bir çekim kuvveti vardır. Çiçekler bunun için güzel renkler ve kokular oluşturarak, böcekleri vs.yi çekerler ve bilgi aktarımının devamını sağlayacak bir eylem gerçekleştirirler. Hayvanlar ve bitkiler karşılıklı olarak bir birlerine cazip gelecek özellikler oluşturarak, içerdikleri bilgi kapasitelerinin aktarılmasına yarayacak işlevlere girişirler. ii- Bilgi edinmeyi kolaylaştırmaya yönelik bir eylem, atalarının deneyimlerinden yararlanma usulünü de içerir. Bu amaçla beyinlerde, “mirror neurons” denilen kopyalayıcı sinir hücreleri oluşturulmuş ve bu sayede, atalarının oluşturduğu bilgiler (görsel ve işitsel davranışlar) kopyalanarak, yeni doğan yavruların otomatik bir şekilde bu bilgileri devralmaları sağlanmıştır. (Rizzolatti et al.2001, Rizzolatti & Craighero 2004, Iacoboni.et al. 2005, Iacoboni & Dapretto 2006). Bu yöntem sayesinde, bebekler çevrelerinde duydukları sözcükleri, gördükleri mimikleri ve davranışları aynen kopyalayarak, o çevrenin dili ve kültürünü aynen devralırlar. Bu yöntemin iyi yönleri olduğu gibi, kötü bir yanı da vardır. Hücrelere aktarılan bilgiler, yaşanılan doğa koşullarını gerçeğe uygun şekilde yansıtmıyorlarsa, hücrelerin oluşturacakları işletim sistemi devreleri bozukhatalı olmuş olacaklardır. Yani atalarımızın hem iyi hem de kötü yönleri kopyalanmaktadır. Atalarımız bir konuda yanılmışlarsa, bu yanılgı da otomatik olarak kopyalanmakta ve sosyal bir hastalığa dönüşmektedir. Bu nedenle tüm toplumlar geleneklerini bu açıdan bir revizyona tabi tutmak zorundadırlar. Doğadaki tüm olayların doğadaki en küçük varlıklarca olasılık hesaplarına göre bilgi oluşturularak ve bu bilgilere göre de örgütlenerek oluşturulduğu fikri bizlere biraz tuhaf ve gerçek dışı imiş gibi geliyor. Ama ne var ki, gerçek durum böyledir. Madde dediğimiz varlıklar, doğadaki temel öğelerin (ki bunlara kuant denir) oluşturdukları kümeleşmeler- gruplaşmalardır. Ve doğanın temel öğeleri madde-parçacık yapısında değillerdir, onlar kuantsal davranışlıdırlar, yani sürekli hareketlidirler çünkü çevrelerini her an algılamak ve değişimlere uygun davranmak zorundadırlar, dolayısıyla canlıdırlar. Bu tür davranış biçimi “dalga hali” olarak tanımlanır. Birbirleriyle birleşip madde olduklarında, bu dalga davranışlarını kaybederler. Fizikçiler bu davranış değişikliğine “decoherence” derler. Kuant dediğimiz en temel öğelerin canlı, bilgili ve bilinçli davranışlı oldukları şu verilerle ıspatlanır: i- Hepsi dalga davranışı gösterir; çevrelerindeki değişimleri her an algılayıp ona göre davranırlar ve “interference” denilen olasılık hesaplı etkileşim içindedirler.

120


ii- “Wheeler's Delayed-Choice Gedanken Experiment” denilen deney Jacques ve diğ. 2007 tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu deneyde, kuantların çevrelerini sürekli olarak algıladıkları ve en küçük değişim-dönüşümleri anında fark ederek, o değişim-dönüşümlere anında tepki verdikleri gösterilmiştir. iii- Bizler sözlü olarak bir bilgiyi bir başkasına iletmek istediğimizde, mümkün olduğunca en zeki bir insanı seçip, mesajımızı onunla iletmek isteriz. Aptal bir insan karmaşık bir mesajı iletemez. Doğadaki varlıklar arası tüm mesajlar fotonlar veya elektronlar tarafından iletilirler. Bizlerin bir email ile aktardığımız karmaşık mesajlar (resimler, çizimler, yorumlar, vs.) hep elektronlar ve fotonlar ile iletilirler. Peki, fotonlar veya elektronlar aptal olsalar, bizlerin niyetlerinin ne olduğunu, hangi bilgileri aktarmak istediğimizi nasıl anlayabilirlerdi? iv- Bazı matematikçi-fizikçiler “Kuantsal hesaplamalar, kuantsal sistemlerin belli bireysel canlı yapısal unsurlar olarak görülmesini gerektirmektedir” şeklinde fikirler ileri sürmeye başlamışlardır (Gonçalves C. P. 2007: Cosmology, Mathematics and Philosophy. http://cmathphil.blogspot.com/2007/11/with-development-of-quantum-computation.html). v- “Bilginin üssel gelişim özelliği” bilgi oluşturma yeteneğinin varlıkların en temel, en küçük parçacıklarından kökenlenmesini zorunlu kılmaktadır. Bu teorik zorunluluk, yukarıdaki diğer verilerle birlikte dikkate alındığında, kuant dediğimiz en temel öğelerin canlı ve bilinçli olduklarını kabul etmekten başka bir seçeneğimizin olmadığı ortaya çıkar. Kuantlar, sürekli doğa ve dünyayı gözlemleyen ve evrensel ölçekte birbirleriye anında haberleşerek, en ekonomik sistemler (maddeler) oluşturma çabası içindeki doğa bekçileri, yapıcıları, doğanın sahipleridirler. Değişim-Dönüşüm İçindeki Doğada Varlıkların Çevrelerini Algılayarak Gelişme Yöntemi Varlıkların temel bileşenleri tek başlarına olduklarında, çevrelerindeki trilyonlarca öğeyi algılayacak şekilde titreşimde olmak zorundadırlar. Bu çok muazzam bir enerji kullanımı ve aşırı bir yorulma gerektirir. “Rahatlama dürtüsü” nedeniyle, tüm parçacıklar birleşerek daha ekonomik üst-sistemler içinde bir araya gelmeye çalışırlar. Bu nedenle laboratuar deneylerinde üretilen hiçbir atom-altı-parçacığı uzun süre yalnız kalmaz ve saniyenin milyonlarda biri gibi kısa bir sürede, çevresindeki bir öğeye yamanır. Yaklaşık 14 milyar yıl önceleri başladığı hesaplanan evrenimizde, doğanın temel öğeleri birbirleriyle birleşmeye başlayarak, atom-molekül-mineral, vs. gibi gittikçe büyüyen birleşikler yapmaya koyulurlar. Büyümenin nasıl olacağı, hangi öğenin hangi mesafede, hangi açıda, vs olacakları, ekonomiklik ve rahatlık dikkate alınarak karşılıklı anlaşıp-uzlaşmalarla belirlenir ve belli düzen-ölçütleri oluşturularak kurallara bağlanır ve ondan sonra da bu kurallara uyularak yeni üst-sistemler oluşturulmaya başlanır. Bu nedenledir ki, her bir mineralde her bir elementin hangi mesafede ve hangi açıyla nereye yerleşeceği kesin mineralojik kurallara bağlıdır. Kuvvet alanları atomların dizilişine göre değiştiğinden ve de her bir mineral çok değişik türde atomik dizilimler sergilediklerinden, her bir mineral değişik bir kuvvet alanı türü oluşturur. Her mineralin farklı özellikler göstermesi bundandır. Varlıkları Yönlendirecek Kuvvet-Alanlarının (Yasaların) Oluşum Şekli

Bir düzen oluşturma örneği vererek, dinamik bir sistem olan doğada, dinamik sistemlerin nasıl işlediğini, varlıkların kendilerini yönlendirecek kuvvet alanlarını nasıl oluşturduklarını gösterelim. Bir cezve içindeki su molekülleri, ortam sakin ve çevredeki sıcaklık her yerde aynı ise, oldukça durgundurlar. Yani moleküller için bir sorun yok demektir. Ama çevredeki ısı dağılımı değişirse, örn. cezve ısıtılmaya başlanırsa, moleküller için bir sorun ortaya çıkmış olur ve

121


moleküller bu soruna karşı tepki vermeye ve karşılıklı olarak birbirleriyle etkileşmeye başlarlar, bardaktaki su molekülleri arasında bir hareketlilik başlar, kaotik bir durum oluşur. Bu kaos durumu bir süre devam eder ve sonra su molekülleri karşılıklı olarak birbirleriyle uyum içine girerek şekildeki gibi bir düzen oluştururlar. Belli kanallar boyunca bardağın tabanından yükselirler, yüzeyde ısılarını bırakırlar ve içlerine hava zerrecikleri alarak yine belli bir güzergah boyunca bardağın dibine inerler; oradan tekrar ısı yüklenirler ve tekrar yüzeye çıkarlar ve bu düzen böylece işler gider. Gaz kabarcıklarının çıkış noktaları, hep aynı yerdedir. Şekil: Bir cezve içinde kaynayan suda şekildeki gibi peteksi hava kabarcığı çıkış kanalları oluşur (Haken 2000’den).

Her varlık oluşumunu ve varlığını etkileyebilecek tüm faktörleri algılar, bu nedenle molekül gibi küçük öğeler hem çevrelerindeki diğer moleküller, hem de kendilerini sınırlayan çevre sistemlerini algılayıp, onlarla etkileşirler, haberleşirler. Kendi ekseni etrafında dönen veyahut herhangi bir duvar veya zarla sınırlanan her nesne, yarı-kapalı bir sistem oluşturur ve birbirleriyle yoğun şekilde haberleşirler. Geçmiş bölümlerde gösterildiği üzere, bilinçli davranış tüm varlıkların özünde vardır. Rahatlama dürtüsü nedeniyle, tüm varlıklar ortak bir davranış içine girebilme çabası gösterirler ve bunun için sinyalleriyle bir rezonans (uyum) oluşturmaya çalışırlar. Rezonans oluştuğunda, ortak davranış sağlanmış olunur. Cezvede olan olay şudur. Çevreden gelen sıcaklıktan etkilenen su molekülleri kendilerine gelen her foton sinyalinden sonra, bu sinyalin değeri ve kendisinin buna karşı davranışını gösteren bir tepki sinyalini çevresindeki diğer öğelere bildirir. (Her atom veya molekül, gelen her fotona karşılık bir tepki fotonu çevreye yayar. Her atomdan, her molekülden gelen foton sinyalleri birbirlerinden farklıdırlar. Dolayısıyla, her molekülün çevresindeki elektron, kendisine gelen sinyalin, hangi tür bir molekülden geldiğini, o molekülün kendisine ne kadar uzaklıkta ve hangi enerji düzeyinde olduğunu kesin bir şekilde bilir ve q1*q2/r2 formülüne göre o molekül ile kendisi arasındaki hareket ilişkisini ayarlar. Bu şekilde bardağın boyutuna uygun şekilde bir hareket yönü ve güzergâhı ortaya çıkar ve düzenli bir döngü gerçekleşir.) Yani doğada tüm atomlar ve moleküller arasında karşılıklı bir haberleşme sistemi vardır. Bu uzlaşma çabası bir süre devam eder ve kaotik evre olarak bilinir. Kaotik evrenin sonunda, tüm moleküller ortak bir kuvvet alanı sistemi (informator veya order-parameter = düzen-ölçütü) üzerinde anlaşırlar ve hepsi buna uyacak şekilde davranırlar. Doğadaki dinamik sistemlerin işleyiş mekanizmasını araştıran bilim dalı olan Sinerjetik fizikte bu olaya, “bilgi-verici kaynak” anlamında “informator=düzen-ölçütü oluşumu denir ve öğelerin daha az enerji harcayan bir duruma geçmeleri veya rahatlamaları için birbirleriyle anlaşarak oluşturdukları ortak davranış ilkelerini oluşturur. Cezvedeki su moleküllerinin kendilerinin bir cezve içinde olduklarını bilmeleri gibi, atmosfer, hidrosfer, litosfer gibi yeryuvarı sferleri içindeki moleküller de, o büyük çaplı ortamlarının boyutlarını bilirler ve karşılıklı olarak birbirleriyle haberleşerek, çok büyük boyutlu fırtınalar, akıntılar, depremler gibi devasa güç sistemleri oluştururlar.

122


Şekil: Varlıkların hareketlerini yönlendiren kuvvet alanları (yasalar) varlıkların karşılıklı olarak anlaşıpuzlaşmaları sonucu oluşurlar. Ortakça oluşturulan bu kurallar bağlayıcı niteliktedir ve tüm ilgilileri köleleştirir. (Haken 2000’den).

Bir sistemde düzen (ölçütü) oluşturulmasının “olmazsa olmazı”, tüm ilgililerin (moleküllerin, vs.) fikirlerinin alınması zorunluluğudur; çünkü düzenin yürütülmesinde hepsi birbirleriyle uyum içinde hareket etmek zorundadırlar. Haberleşme yeteneği tüm varlıklarda mevcuttur. M.I.T. fizik profesörü Milo Wolff (1995) şöyle der: “Parçacıklar varlıklarını birbirlerine iletemez olsalardı, o zaman bir parçacık diğer parçacıklara bağımlı olduğunu nasıl bilebilirdi? Haberleşme olmasaydı, her parçacık kendi dünyasında yalnız başına olurdu. Evrenin yasalarının oluşabilmesi için, her bir parçacıkla evrendeki tüm diğer varlıklar arasında karşılıklı algılayıcı bir haberleşme gereklidir.” 8.2.2. Her şey proton-nötron-elektron gibi bir-kaç temel parçacıktan oluştuğuna göre, nasıl oluyor da aynı tür parçacıklardan oluşan farklı kombinasyonlar değişik kuvvet alanları veya değişik değer yargısı sistemleri oluşturuyorlar? Fizikçiler bu sorunu simetri kırılması ve solidifikasyon (yeni bir anlam atanması ve sabitleştirilmesi) kavramlarıyla çözmüşlerdir. Bu iki kavramdan ne anlaşılması gerektiği daha önceki bölümlerde açıklanmıştı. Hücrelerin beden oluşturma süresince geçirdikleri bu simetri kırılması ve özellik sabitleştirilmesi olayı, atom-altı-parçacıklardan (aap) başlarlar. Aapların kombinasyonlarından oluşan kimyasal elementlerde yeni özellikler ortaya çıkar; Bu elementlerin kombinasyonları ile oluşan moleküllerde, elementlerin özelliklerinde simetri kırılmaları oluşur ve moleküllere ait yeni özellikler sabitleştirilir. Moleküllerden hücrelere geçişte yine simetri kırılmaları ve yeni özellik eklenip-sabitleştirilmeleri şeklinde yeni özellikler kazanılır. Hücrelerden çeşitli hayvan bedenleri oluşumlarına geçişte, yine simetri-kırılmaları ve yeni özellik kazanımları gerçekleşir. Bu şekilde her canlıda farklı duygu ve düşünce sistemleri ortaya çıkar. Oluşturulan Kurallara Öğelerin Uymasını Sağlayıcı Faktör: Köleleştirme Prensibi (Slaving Principle)

Doğa ve dünya kendi kurallarını kendileri oluşturan öğelerden oluşan dinamik bir sistemdir. Dinamik sistemlerde ortakça oluşturulan kurallara tüm ilgililerin (ortakların) uymalarını sağlayıcı faktör olarak “slaving = köleleştirme prensibi” bulunduğu belirlenmiştir (Haken 1983, 2000). Bu nedenden dolayı insanlar gelenek ve göreneklerinin kölesidir.

123


Dinamik Sistemlerde Öğelerin, Çevredeki Değişim-Dönüşümleri Algılama ve Değerlendirmeyi Teşvik Edici Faktör: Maksimum Enformasyon Prensibi

Bu faktör, önceki bölümlerde açıklanan bilginin üssel gelişimiyle doğrudan ilişkili sinerjetik fizik ilkesidir. “Bilgi edinme ve bu bilgilere göre örgütlenme” dinamik sistemlerde, değişen koşullara uyum sağlamak amacıyla varlıkların çevrelerini algılayıp, kendilerini bu koşullara uyumlu hale sokabilmeleri için gerekli bir zorunluluktur. Bir örnek verelim: İnsan bedenini oluşturan hücreler, çevrede yeni bir şey veya olay fark ettiklerinde, ‘epinefrin’ gibi bir hormon yayarak, dış-ortamda yeni bir şeyler olduğunu algıladıklarını belirtip, bunun çevrede nasıl değerlendirildiği hakkında ‘bilgi’ isterler. Bu konuda yapılan deneylerde (Schachter & Singer, 1962): Bedenlerine epinefrin hormonu verilen denekler arasına ajanlar yerleştirilerek farklı koşullar oluşturulmuştur. Ajanların kimi, “Oh, neşeden uçacağım” rolü, kimi “Of, üzüntüden öleceğim” rolü oynamıştır. Deneklerde ortaya çıkan davranışlar, ajanların davranışlarıyla bir paralellik gösterir! Yani, hücreler dış ortamdaki her olayın o ortamdaki varlıklarca nasıl yorumlandığını dikkate alacak şekilde bir değerlendirme sistemi oluşturmaktadırlar. Üst-sistem yapıları, bulundukları çevre koşullarından bağımsız yaşayamazlar. Tüm varlıklar arasında ‘circular causality’ adı verilen karşılıklı bir etkileşim vardır. Duyu organları çevreyi tarayarak, neler olup-bittiği, olayın çevrede nasıl yorumlandığı hakkında hücrelere bilgi aktarırlar ve hücreler de, bu bilgilere göre bu olay hakkında kayıt oluştururlar. Doğada binlerce farklı sistem (canlı varlıklar veya cansız oluşuklar) bulunduğuna ve bunların her birinde farklı bir değişim-dönüşüm oluşabileceğine göre, bedenlerin davranışını etkileyebilecek çevre faktörleri de, yani kontrol parametreleri, sürekli değişmektedir. Bu nedenle duyu organları çevrede olupbitenleri beyin denilen bilgi-işlem merkezine aktarırlar ve hücreler de buna uygun olarak gerekli yapısal değişiklikleri gerçekleştirirler. Bedendeki amino-asitlerini yeniden kombinasyonlara sokarak, doğadaki değişimlerle rezonansa girecek, onları algılayacak yeni proteinler; hücreler arasında yeni sinaps bağlantıları oluştururlar, vs. Bir insan bir şey öğrendiğinde, beynindeki hücrelerde bir sürü değişim gerçekleşir. Yani bize ait bir bilgi, gerçekte bedenimizdeki hücrelerde yapılan yapısal-dokusal değişiklikler olarak gerçekleşir. Yani bilgi alt-sistemlerin yapısallaşmalarında kayıt edilir. Bize ait bilgiler, beynindeki sinir hücreleri arasında oluşturulan sinaps yapısallaşmalarında yeni protein türleri oluşturularak ve bu proteinlere o anlamlar atfedilerek kayıt edilirler. Hücrelere ait bilgiler, hücrelerin iç yapısallaşmalarında, farklı amino-asit dizilimi kombinasyonları olarak depolanırlar. Moleküllere ait bilgiler, faklı kimyasal element kombinasyonları olarak kayıtlıdırlar. Her molekül değişik türlerde kuvvet-alanları oluşturur Atomlara ait bilgiler, farklı proton-nötron-elektron kombinasyonları şeklindedirler. Atom altı parçacıkları bilgileri ise, çeşitli türlerdeki elektrik, manyetik potansiyeller, polarizasyonlar, up-down, top-bottom, vs gibi farklı değerler (flavour)-, spinler, vs. olarak kayıtlıdır. Kısacası, bizler bir şey öğrendiğimizde ve bu yeni bilgiye göre davrandığımızda, bedenimizin içinde taa atom-altı-parçacıklarına kadar devam eden bir sürü yapısal-dokusal değişim-dönüşüm gerçekleşir. Bizleri oluşturan bu bileşenlerdeki değişim-dönüşüm ürünlerinin oluşturdukları kuvvet-alanlarına göre de, bizlerin düşünce ve davranışları değişim gösterirler. Doğum ve ölüm döngüleriyle çevre faktörleri (kontrol parametreleri) sürekli değiştirilirler ve bu değişimler tavuk-yumurta döngüleriyle (üst-sistemlerden, alt-sistemlere bilgi aktarımlarıyla) temel doğal kuvvet alanları-spektrumunun değişmesine neden olurlar. Bu nedenle varlıkların “Quorum sensing circuits” denilen “yaşam koşulları algılama devreleri” sürekli değişimlere uğramak zorunda kalırlar.

124


Dinamik Sistemlerde Varlıklar Arasında Hedef Belirleme veya Çekicilik Oluşturma

Hedef, bir kuvvet alanı sistemi içinde bir öğenin takip edeceği yolu belirtir. Cansızlar âleminde elektro-manyetik kutuplaşmalar, gravite kuvveti, basınç-sıcaklık gradyanları gibi sınırlı sayıda hedef belirleyici faktör varken, canlılar aleminde renk, tuzluluk, tad, koku, cinsiyet, görüntü, para, gibi bir çok yeni çekim türü daha oluşturulmuştur. Bu nedenledir ki, insanlar güzel, seksi, zengin, vs. görünmek şeklinde içsel dürtüler etkisi altındadırlar. Her yeni oluşturulan varlık, çevredeki diğer varlıklarca değerlendirilip, o varlıkların ilgi alanına alınır. Bu şekilde bilgi düzeyleri sürekli artar ve bilgi düzeylerindeki bu artışlara koşut olarak da yeni formlar, yeni yapısallaşmalar ortaya çıkar. Doğum-Ölüm Döngüsünün Oluşum Nedeni ve Yararı

Üst-sistem hayatı toplumsallığa, alt-sistem hayatı bireyselliğe karşılık gelmektedir. Bunun anlamı şudur: Öğeler bir araya gelip, bir üst sistem içinde bir araya gelirlerse, Simetrikırılması + üst-sisteme ait yeni değer yargısı sistemi oluşturulması + bileşenlerin köleleştirilmesi gibi dinamik sistem ilkeleri gereği, çevre koşullarından uzaklaşmış olurlar. Doğal sistemden bu uzaklaşma nedeniyle, varlığın içindeki bileşenlerin doğa ile uyumsuzluğu gittikçe artar, çünkü bu süreç içinde çevredeki diğer varlıklarda da bir sürü değişim-dönüşüm gerçekleşmiştir. Bu uyumsuzluk artışı belli bir sınırdan sonra öğeler için dayanılmazlaşır ve sistem tekrar parçalarına ayrılarak, çevre koşulları faktörleri ile tekrar etkileşim içine girerler. Söz konusu varlığın yumurtası tekrar yeni bir hayata başladığında, çevresindeki tüm değişim-dönüşümlere uygun yeni olasılık hesapları yaparak, yeni ve değişim-dönüşümlere daha uyumlu yeni bir üst-sistem (beden) oluştururlar. Şekil: Doğum-ölümdöngüsünün nedeni, doğadaki tüm varlıkların zamanla değişmesi ve de tüm varlıkların karşılıklı olarak birbirlerine bağımlı olmalarıdır.

Bilgi, varlıkların yönlenmelerini sağlayan kuvvet alanları sinyalleridir. Zaman içinde bilgi düzeyi arttığından (yani kuvvet alanları değişerek çeşitlendiğinden) tüm varlıkların kuvvet alanlarındaki bu değişimlere kendilerini uydurabilmeleri için, belli aralıklarla parçalanıp, tekrar yeni kombinasyonlara girmeleri şarttır. Bu olay ise doğum ve ölüm döngüsüne denk gelir.

125


10-KARAR VERME ZAMANI GELDİ- GEÇİYOR. Sürekli değişim-dönüşüm içindeki bir dünyada yaşıyoruz. Peki nerden gelip-nereye gidiyoruz sorusunu ciddi olarak düşündük mü? Yaşamın bir anlamı yok mu? Hayatımızı, hiçbir doğal sistem bilgisine sahip olmayan din-adamları, siyasetçiler gibi bilim-yoksunu insanların yönlendirmelerine göre mi devam ettireceğiz?

Doğa ve dünyamızın nerden gelip, nereye gittiğini anlayabilmenin en basit yolu, “ZAMAN” kavramının anlamını anlamaktan geçer. Şimdiye dek bu kavramın yanlış yorumlandığı DOMbilgilerinin sistemli olarak sunulduğu http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/ adresli blogsayfamızda açık ve net bir şekilde gösterilmiştir. Zaman yanlış yorumlanınca, zamanın bir dilimi olan “ömür”, dolayısıyla “hayat” da yanlış yorumlanmış ve nerden gelip, nereye gidildiği anlaşılamamıştır. Doğal sistemin sürekli değişim-dönüşüm içinde dinamik bir sistem olduğu ve dinamik sistemler fiziği ilkelerine göre işlediği ise ancak son 20-25 yıl içinde anlaşılmaya başlanmıştır. Doğadaki tüm bu değişim-dönüşümleri tetikleyip-yönlendiren faktörün ise kuantsal enerji ağı olduğu yine son çeyrek asır içinde anlaşılmıştır. Yani doğadaki varlıklar arasındaki etkileşimlerde kullanılan bir alış-veriş birimi vardır o da kuantum denilen en temel enerji-öğesi ve onun tam-sayılı katlarından oluşan atom-molekül gibi üst-sistem öğeleridir. Yani her şey, kendisini oluşturan alt-sistemlerdeki enerji-öğesi ile işlem yapmakta, ona bağımlı olmaktadır. İnsan toplumlarındaki işlemlerde kullanılan enerji-öğesi ise paradır, ama paranın denetimi insanların kendi özgür denetimlerinde değil, tepelerindeki bir zümrenin kontrolündedir. İşte bu durum doğadaki dinamik sisteme tamamen terstir ve insanlık bu yanlışlığın cezasını çekmektedir.

Statik Sistem Görüşünün Köleleştirici Etkisi Doğada dinamik bir sistemin işlediği, yukarıdaki bölümlerde bilimsel verilerle gösterildi. Görülüğü üzere doğada olaylar bilinçsiz öğelerin rast-gele çarpışmalarıyla, veyahut tepeden gönderilen bir sinyalle (emirle) değil, varlıkların bilinçli ve karşılıklı etkileşimleriyle oluşuyor. Statik sistemde güç, yani Allah veya doğal seçici, “en üst-sistemde” tepededir. Dolayısıyla toplum hayatının enerji-birimi = kanı olan “PARA” da tepedekilerin denetimindedir. • Para ile yöneticiler yönlendirilir, • Din adamları çıkarları (para) uğruna halkını uyutur, • Güvenlik güçleri maaşlarını tepeden aldıklarından, tabandaki halkın çıkarlarını değil, tepedekilerin menfaatlerini gözetecek şekilde halkı baskı altında tutar, • Paranın halka dağıtımında denge yoktur, çünkü denge ancak karşılıklı etkileşimin bulunduğu sistemlerde oluşabilir. Dengesizlik hat safhaya ulaşınca, ayaklanmalar, darbeler, vs. ile

126


tepedekiler değiştirilir, (yani “düzenler” değiştirilirler ama “düzülenler” hep aynı kalırlar). • Bu kısır döngüden kurtulmanın tek yolu vardır: O da “Allah” kavramını doğadaki dinamik sistemli işleyişe göre yorumlamak ve dincilerin çifte standart uygulayarak, kah kuantsal sistemli (tabana, karşılıklı etkileşimlere dayalı) bir güç, tepeden emir verici (harici bir güç) olarak yorumlayarak halkı uyutmasına engel olmaktır. • Bu görev bilim-insanlarının yapması gereken bir görevdir, ama onlar da statik sistemle zombileşmiş olduklarından ateist-agnostik, vs. gibi, bilgiye dayalı olamayan görüşlerde ısrarlı olduklarından, yaratılışçılarla olan tartışmalar “sidik yarışına” döner ve yukarıdaki kısır döngü devam eder. • Doğadaki etkileyici-yönlendirici gücü tepeye koyarsanız kul-köle olmaya mecbursunuz. Allah’ı içlerindeki kuantlarda değil, dışlarında kabul edenler, köleliğe mahkumdurlar. • Bu kısır döngünün kırılması, dinamik sistemli düşünebilen insan sayısının belli bir “eşik değerine” ulaşmasıyla mümkün olacaktır. Bu kritik sayıya ulaşılması ise, sizlere kalmıştır. Bu görüşe katılıyorsanız, paylaşın ki, çığ gibi çoğalıp, kritik sayıya ulaşılsın ve sağır-sultanlar bile duysun. Yoksa, daha çooook bir kurtarıcı beklersiniz. Düzenler değişir ama düzülenler hep aynı kalırlar.

Yanlış eğitim politikalarının sonucu Yer altı kaynaklarının araştırılması Jeoloji bilimiyle yapılmaktadır. Jeoloji bilimi “batıülkeleri” olarak tanımlanan gelişmiş ülkelerde taa 1700lü yılların başlarından itibaren uygulanmaya başlanmış ve 1900lü yılların başlarında ülkelerin jeolojik haritaları tamamlanmış, topraklarının altında ne var, ne yok anlaşılır olmuştur. Ülkemizde jeolojik düşünceye yönelik ilk eylem ise 1934de Maden Tetkik ve Arama Enstitüsünün kurulmasıyla atılmış, jeolog yetiştirilmesine ise 1950lerden sonra başlanmıştır. Osmanlı Devletinin parçalanmasından sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları çizilirken, demir-yolu-inşaatları gibi faaliyetlerle ülkemizin yer altı kaynakları konusunda yeterli bilgiye sahip olan batılı devletler, zengin petrol yatakları bulunan Kerkük- Musul gibi bölgelerin Türkiye’ye bırakılmaması için her türlü dümeni çevirmişlerdir. Ülkemizin yer-altı kaynakları ve jeolojik yapısı konusunda bilgisi olmayan yöneticilerimiz Osmanlı devleti eğitimsizliğinin mağduru olmuşlardır. Asırlardır sürdürülen bu yanlış eğitim politikası Cumhuriyet döneminde Köy Enstitülerinin devreye sokulmasıyla düzeltilmeye başlanmışsa da, yine statik sistem yönlendiricisi “para = ekonomik baskısı” kullanılarak, ülkemizin geri kalmışlık içinde sürünmesi için yapılması gerekenler yapılmıştır.

2. Dünya savaşı sonrası dünya siyaseti kapitalizm-komünizm çekişmesi şeklinde bir soğuk savaşa girince, Türkiye üzerine oyunlar hız kazanır ve 17 Nisan 1940da kurulan Köy Enstitüleri “komünist, dinsizlik, ahlaksızlık” yuvaları, olmakla suçlanarak kapatılması yönünde her türlü

127


propaganda ve baskı uygulanmaya başlanır. Bu baskılara paralel olarak demokrasiye geçilmesi yönünde yöneticiler sıkıştırılırlar ve 1946 da demokrasiye geçişin yolu açılır. Friedrich Nietzcshe’nin dediği gibi “Cahil toplumla seçim yapmak, okuma-yazma bilmeyen birine hangi kitabı okuyacağını sormak” gibidir. Halktan oy almak için hassas oldukları “din” konusuna ağırlık veren parti, seçimleri kazanır, “komünist, dinsizlik, ahlaksızlık” yuvaları olarak tanıtılan Köy Enstitüleri de kapatılır (1954) Köy Enstitüleri gibi dinamik sistemli bir doğal hayatı öğretmeye girişimin kapatılmasından sonra statik sistemli tepeden yönlendirilmeli eğitime ağırlık verilir. Özellikle 1960-70lerden sonra “hiçbir şey olamıyorsan öğretmen ol” politikası yürütülerek, milli-eğitimin kalitesi tamamen düşürülmüş, imam-hatip okulları sayısı artırılarak statik sistemli eğitilen gençlerin sayısının giderek artırılmasına çalışılmıştır. En düşük puanlı öğrenicilerden oluşan bir eğitim kadrosu, eğitimin gittikçe daha kötüye gitmesine neden olmuş ve düzgün bir kompozisyon yazamayan, mantıksal bir irdeleme yapamayan bir nesil yetiştirilmiştir. Günümüzde gelinen nokta budur ve TV ekranlarında yazılan alt-yazılar bile yazım hatalarıyla doludur. Böylesine yanlış bir hayat görüşü ile yetişen insanlarımızın toplumlarına sahip çıkmaları ise, tepeden gelecek emirlerle sokağa dökülmekten öteye gidememektedir.

Dünyadaki savaşların çoğu, para getiren kaynaklara sahip olma dürtüsüsür Halkın davranışını görüşleri belirler. Toplumumuzda iki farklı görüş egemendir: ►1: İnsanlara görünmeyen ve elçileriyle insanlara mesajlar gönderen bir yaratıcıyı öngören görüş, ►2: Doğada her şeyin, bilgisiz-bilinçsiz parçacıkların rastgele çarpışmalarıyla oluştuğuna

dair görüş.

Her iki görüş de statik sistemli bir doğa kabullenir; yani oluşum ve gelişimlerde varlıkların aktif, amaçlı bir rolleri yoktur, her şey tepedeki bir güç sistemi (Allah veya doğal seçici) tarafından yönlendirilir.. Bu temel yaklaşım uyarınca toplumlar tepedeki bir lider (kral, sultan, başkan, vs.) ile idare edilirler, yönlendirilirler. Demokrasilerde bile halk tüm yetkiyi tepedeki başkana vermiştir. Toplumun refah düzeyi, bireylerinin üretim kapasitesine bağlıdır. Liderli sistemlerde halk pasifleştirilmiştir, çünkü liderin dediğinin yapılması gerekir. Düşünme tembelliğine mahkum edilen ve kendine güveni olmayan, halkın ise üretim potansiyeli, yeni buluşlar yaparak, diğer toplumlara karşı avantajlı duruma geçmesi olanaksızdır. Çünkü, doğası gereği, tepeye bağımlılık sistemi bireylerin düşünmesini ve bilgili olmasını engelleyicidir. Böyle bir çıkmazda olan başkanlar, ya kendi halkını bölerek, ya da komşu toplumlarla düşmanlık oluşturarak, insanların dikkatlerini

128


dağıtıp, hedeften sapmalarını sağlarlar. Bu tür yöneticilerin elindeki toplumlarda halk “dışgüçlerin” de etkisiyle fraksiyonlara bölünürler ve aralarında kavgalar-savaşlar başlar. Halkın sorunlarının nedenini öğrenmelerine fırsat bile kalmaz, liderlerin bir gelir, diğeri gider, her biri diğerini suçlar. Bu tahtıravalli oyunu böylece oynanıp-gider. Tüm devlet yöneticileri, “ekonomik baskı” altındadırlar ve “para” en tepedeki “zenginler kulübünün” (bankacı ailelerinin) denetimindedir. Jesse M Unruh’un dediği gibi “Money is the mother’s milk of politics = para, politikanın anasütüdür”. Dünya siyasetinin yönlendirilmesi tamamen para politikası ile olmaktadır.http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2016/01/kuantlardan-altnaparalara.html adresinde, paranın ne zaman ve nasıl toplumsal hayatımıza girdiği ve nasıl bir çekim noktasına (attractor) dönüştürülerek, insanları köleleştirip, tepedekilere bağımlı hale getirildiğinin kısa bir hikayesi anlatılmıştır. Günümüzde petrol ve doğal-gaz en fazla para getiren doğal kaynaklar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu doğal kaynakların bulunduğu en önemli bölge ise orta-doğu ülkeleridir. Günümüzde yapılan tüm savaşlar bu ülkeler üzerindedir ve parayı ve dünya siyasetini kontrol eden güçlerin bu ülkeleri denetimleri altına almalarına yönelik politikaların sonucudurlar. Paranın toplum hayatındaki köleleştirici etkisi, doğadaki etkileyici-yönlendirici faktörün, taban-öğelerinde bulunan kuantsal sistem olarak kabul edilmemiş olmasıdır. Tam tersi bir etkileyici-yönlendirici faktör kabul edilmiştir: varlıkların dışında-üstünde bulunduğuna inanılan “Allah” veya “doğal-seçici”. Bu şekilde statik sistemli doğa görüşü ortaya çıkmış ve tepedekilerin denetimindeki para, insanları kul-köle yapmıştır. Halbuki doğadaki etkileyici-yönlendirici-faktör, gerçek doğada olduğu gibi, kuantsal sistemde kabul edilseydi, “tepe” diye bir şey olmayacaktı, her varlık kendi bileşimine uygun bir sinyal (iş, ürün, vs) ile doğada (toplumda) yerini alıp, karşılıklı etkileşimler, anlaşıp- uzlaşmalarla gerçek toplumsal ortaklıklar oluşturacaklardı. İnsanlığın tüm sorunları, doğayı yanlış yorumlayıp, tepeden yönlendirilmeli statik sistemli bir doğada yaşadığına inandırılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Kurtuluşu ise, dinamik sistemli doğada yaşadığını fark etmesine bağlıdır. Başka bir çözüm yolu yoktur. Bu görüşe katılıyorsanız, paylaşın ki, çığ gibi çoğalıp, kritik sayıya ulaşılsın ve sağır-sultanlar bile duysun. Yoksa, daha çooook bir kurtarıcı beklersiniz.

129


Sorunlardan kurtulmak, “para” denilen köleleştirme faktörünü ortadan kaldırmakla; “Para” faktörünü ortadan kaldırmak ise, doğadaki yönlendirici gücün içlerimizdeki kuantsal-öğelerde olduğunu anlamakla mümkündür. Bizler statik sistemli bir hayat görüşüne göre düşünüpdavranırız. Bu görüşte, doğadaki tüm canlılık, olağan-üstü bir güç tarafından varlıkların içine konulmuş “ruh” denilen ve ne olduğu bilinmeyen gizemli bir faktörden kaynaklanır, ve varlıkların bu olağan-üstü güç sisteminin oluşturduğu doğa yasalarına bir robot gibi uyduklarına inanılır. Statik sistemli hayat görüşü ile zombileşmiş insanlar: • Doğada her şeyin tepeden gelen yönlendirmelerle gerçekleştiği inancı nedeniyle, çevrelerindeki değişim-dönüşümleri araştırma, bu konularda bilgi oluşturma gibi bir gayret içine girmezler, bu nedenle bilgi oluşturma yetenekleri körleşipkötürümleşir, • Hayatın neden doğum-ölüm döngüsüne dayandığı bilgisi mevcut olmadığından, “öteki-dünya” gibi hayali bir yerde ebedi bir hayat sürecekleri inancıyla, bu dünya ortamı koşullarının korunmasına gerekli itina gösterilmez ve dünya cehenneme dönüştürülür, • Statik sistemin yönlendirici faktörü, yani Toplum hayatının kanı-enerjisi paradır. Devletler tepeden yönetildiği için, tüm güç-kuvvet (dolayısıyla paranın kontrolü) tepedekilerin elindedir. Maaşını tepedekilerden almaya mahkûm insanların hücreleri ise, maaşı kesilirse, evkirasını ödeyemeyeceği, çocuklarının yiyecek-giyecek ihtiyaçlarını karşılayamayacağı gibi korkular içerisindedir ve bu nedenle tepedekilerin kulu-kölesi olacak şekilde davranır. Statik hayat görüşlü tüm toplumlarda, para-babalarının dediği olur, iktidara gelenleri (seçimleri kazanacak olanları) onlar belirler. Para ise halkı köleleştiren en etkili faktördür. • Doğa dinamik sistemde işlediğinden, her insanın çevresindeki tüm olayları bizzat kendisinin değerlendirmesi gerekir. Statik sistem bilgileriyle zombileşmiş insanların ise, özellikle “para” gibi bir değer yargısı ile tepeye (para babaları, vs.) bağımlı olduklarından, kendi kaderlerini tayin etme, özgür olma olanakları yoktur. • Para diye bir şey olmadığını, herkesin ürettiği veya verdiği hizmete göre bir kredi kazandığını ve bu krediye göre alış-veriş yapıldığını düşünün. İşte doğadaki dinamik sistem böyle işler, yani varlıklar, kuantsal enerji öğelerince yönlendirilen doğal özelliklerine göre davranırlar, özgürlük denilen şey bu durumdur. Parayı ve dinsel görüşleri kimlerin kontrol ettikleri ve statik sistemli hayat görüşünün nasıl binlerce yıldır ayakta tutulduğu konusunda şu makaleyi okuyun ve bir karar verin: http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2016/01/kuantlardan-altna-paralara.html

130


Bizi etkileyip-yönlendiren faktör içimizde mi dışımızda mı? Geçenlerde 76 yıl önce doğmuş olduğum evi görmeye gitmiştim. Ev yerinde yoktu, yıkılmış ve biraz öteye yeni ve değişik bir ev yapılmıştı. Eski evimizin önünde olangeniş harmandüzlüğü değişmiş, bir tarafına bir ev yapılmıştı. Eski ağaçlardan hiç biri kalmamış, yeni bir şeyler büyütülmüştü. Yollar tamamen değişmişti. Evimizin 500 metre uzağında ablamlarıneniştemlerin evine baktım, o da yıkılmış ve yerine yeni bir bina oturtulmuştu. Ablam da çok değişmiş, 20 yaşlarındaki genç kız yerine, yerine 90lı yaşlarda yaşlı bir kadın gelmişti. İnsanların ömür döngüsü yaklaşık 70-80 yıldır. Bu döngü süresi ağustos böceklerinde 12-17 yıl, Clunio marinus adlı deniz kenarı üvezlerinde 6-12 hafta, mayıs-böceğinde bir gün gibi bir süreç gösterebilmekte, her canlı için farklı olmaktadır. Dünyamızdaki litosfer dediğimiz katı taşküre parçalarının da ömür döngüleri vardır. Karalar sürekli aşınıp-ayrışırlar ve ayrışma ürünleri olan küçük taneler, moleküller-iyonlar denizlere taşınırlar. Denizlerde tekrar farklı kayaçlar oluşturan bu parçacıklar, denizlerin sıkışmasıyla kıvrılıp-kırılarak, dağ-oluşum-kuşaklarında tekrar kara haline geçerler. Bu şekilde taşküre dediğimiz yeryüzü parçaları bir yaşam döngüsü geçirmiş olurlar. Onların yaşam döngüleri ise milyon-yıl mertebesindedir ve 100-200 milyon yıllık süreçler söz konusudur. Her ömür sonunda, varlığı oluşturan mineraller veya hücreler tekrar molekül ve atomlarına kadar geri dönüşüp, atom-altı-öğeler dünyasının evrensel ölçekli etkileşim-ağına geri dönerler. Atom-altı-öğeler dünyasında kuantum-fiziği-kuralları geçerli olur ve tüm bu ayrışmış öğelerin spinleri, polarizasyonları,frekansları gibi özellikleri evrensel enerji-ağı ile etkileşime sokulupayarlanırlar, yani kalibre edilirler. Yani doğa her gün yeniden doğmaya ve yapılanmaya başlar. Zaman ebedi bir varlığın ömrüne endeksli sonsuz bir süreç değil, ve verilen tik-taklara göre işlemiyor. Zaman, varlıkların içsel bileşenlerinin, evrensel enerji-ağı ile sürekli kalibrasyona sokulan atom-altı-öğelerinin, yeni bilgilere göre yeniden düzenlenmeleriyle oluşan faklı varlıkların değişim-dönüşüm ardalanmalarıdır. Yaşayan doğal sistemin, olmazsa-olmazıdır. Bu değişim-dönüşümler nasıl olmuştu? Neden hiçbir şey eskideki gibi kalmamış, her şey değişmişti? Zaman dediğimiz şey nasıl bir faktördü? ►1- Değişim-dönüşümleri, görünmeyen bir el mi yapmıştı? ►2- Değişim-dönüşümler bir rastlantı sonucu mu oluşmuşlardı? ►3-Değişim-dönüşümler, varlıkların içlerindeki atom-moleküllerin akışmaları ve yeni

kombinasyonlara girmeleri sonucu mu gerçekleşmişlerdi? Evet değerli dostlar acaba bu üç şıktan hangisi geçerlidir? Bir karara varabilir misiniz?

131


Siyaset- Din- Para kıskacındaki Bilimsellik İnsanlık binlerce yıldır,; • Zamanın ebedi bir varlığın ömrüne endeksli bir sonsuzluk olduğu, • Doğadaki her şeyin sahipliğinin bu ebedi varlığa ait olduğu ve onun tarafından etkilenipyönlendirildiği, • Toplumların da, bu ilahi güç sistemiyle bağlantılı efendi-insanlar tarafından yönlendirileceği şeklinde statik sistemli (tepeye bağlı örgütlenmeli =TBÖ) bir hayat görüşüyle yetiştirilmektedir. Doğadaki oluşum ve gelişim sisteminin tepeden – tabana, yani statik sistemli değil de, tabandan –tepeye (yani dinamik sistemli) gerçekleştiği ise, son çeyrek asır içinde anlaşılmaya başlanmış, ama maalesef hala dar bir insan grubu içinde kalmıştır. Dinamik sistemli bu yeni hayat görüşünün yaygınlaşamamasının temel nedeni ise, dinamik-sistemler-fiziğinin “ağaç yaşken eğilir ve ne ekilirse o biçilir” anlamına gelen SimKırKölSab faktörüdür. Doğadaki oluşum ve gelişim sisteminin tepeden – tabana (yani statik sistemli) değil de, tabandan –tepeye (yani dinamik sistemli) gerçekleştiğinin bilinmesi, toplumsal hayat sistemimizin rayına oturtulması açısından çok önemli olduğuna inandığım için, bu konuda ulaştığım sonuçları tanınmış bilimsel dergilerde yayınlatmak için çok uğraş verdim.

Önce 1998 yılında uzun uğraşılar sonucunda, şu kapsamlı makaleyi yayınlatabildim. “Çok zor yayınlatabildim” diyorum, çünkü “bilim insanları” etiketli dergi editörleri dahil, tüm insanlar, tepeden yönlendirilmeli bir sistemin dünyada geçerli olduğu bilgisiyle yetiştirilmiş ve buna şartlandırılmıştı. Benim görüşüm ise, tamamen bunun tersi idi, ve herkesçe ret ediliyordu. Yayın kurlundaki Prof. Dr. S.Ö. adlı bir arkadaşımın büyük yardımlarıyla, şu makalem yayınlandı: GEDİK, İ. 1998: Dünyanın Oluşumundan İnsanlığın Gelişimine: Değişimler ve Dönüşümler. Jeoloji Mühendisliği, Sayı 52, s. 75-139. Ankara. http://www.jmo.org.tr/resimler/ekler/5937e34256cf4e5_ek.pdf?dergi=JEOLOJ%DD%20M%DCHE ND%DDSL%DD%D0%DD%20DERG%DDS%DD

Bu makale Dinamik Doğadaki Oluşum Mekanizması (DOM) adı ile bu günlerde tanıtmaya çalıştığım dinamik sistemli hayat görüşünün ilk versiyonuydu. Daha sonra konu tüm insanlığı ilgilendirdiği için, uluslar-arası dergilerde yayınlatmaya çalıştım. Örn. Nature dergisine 2003 yılında şu başlıklı bir makale sundum:

132


“Integrative and exponential nature of information development and its impact on the evolution of organic and inorganic world = Bilgi oluşumunun üssel gelişimi ve bunun canlılar ve cansızlar alemine etkileri” Nature dergisi editörüyle defalarca yazıştım. Gelen son cevap şöyleydi: Dear Professor Gedik Thank you for your further letter asking us to reconsider our decision on your manuscript entitled "Integrative and exponential nature of information development and its impact on the evolution of organic and inorganic world" We have once again considered the matter carefully but remain unable to reverse our original decision. I reiterate that this decision is not based on any perceived technical flaws in your arguments, it is simply our editorial opinion that the piece is not suitable for inclusion within the pages of Nature. I regret to inform you that we can encourage no further communications in this matter. Yours sincerely Dr Christopher Surridge Senior Editor, Nature Crinan St nature@nature.com

Görüldüğü üzere, makalede hiç bir veri veya mantık hatası bulunamadığı vurgulanıyor, ama buna rağmen, makalenin Nature dergisinin yayın politikasına uymadığı öne sürülerek yayınlanması kabul edilmiyordu. Geo-bios, Science, Dynamical Systems, Foundations of Physics gibi başka uluslararası önemli dergilere de, zaman kavramının anlamı ve doğadaki oluşum ve gelişimlerin oluşumunda “bilgi” faktörünün önemi konusunu işleyen makale taslakları gönderdim ve sanki ağız-birliği edilmişçesine aynı tür bir ret-gerekçeleri aldım. Günümüz dünyasındaki tüm devletlerde statik sistemli hayat görüşü egemendir, yani yönlendirici güç (Allah veya doğal seçici) varlıkların dışında-üstünde kabul edilir ve tepeden tabana şeklinde düzenlemelerle yönetilir. Bu görüşe göre düzenlenen toplumlarda, tepedeki insan kutsallaştırılır. Tepedeki insanın dediği dediktir, herkes onun dediğini yapmak zorundadır. Kimse kendisine has bir düşünce üreterek davranamaz. Bu nedenle “bilim insanı” etiketliler dahil, çoğu aydın kabul edilen kişi, “Görüşünüzü saygın bir uluslar arası dergide yayınlarsanız, onu dikkate alırız” şeklinde bir görüş ileri sürmektedirler. Yani kendileri, özgür irade ve bilgilerini kullanarak, bir makalenin “iyi- kötü – doğru –yanlış, topluma yararlı veya zararlı” mı olduğu konusunda bir görüş ortaya koymaktan acizdirler. Maalesef durum aynen böyledir. DOM-sistemi, bu geleneksel düşünce sistemine tamamen ters bir hayat görüşü sunmaktadır. Varlıkları yönlendiren güç-sisteminin varlıkları oluşturan içsel bileşenlerde olduğunu savunur. Bundan giderek de toplumsal sistem kurallarının “tabandan tepeye” şeklinde olması gerektiği görüşünü ileri sürer. En temeldeki güç ise kuantsal enerji sistemidir. Dinamik sistemli toplumda, eğitimle, tüm insanlara, toplumun ortağı ve sahibi olduğu bilgisi verilir ve insanlar da toplumlarına sahip çıkıp-korurlar. Toplum hayatımızı yönlendiren temel faktör “para”dır ve statik sistem gereği tepedeki zümrenin tekelindedir. Devlet yöneticileri dahi, dünya genelinde parayı denetimlerinde tutan büyük para-babalarının kontrol ve yönlendirmesi altındadırlar. Dünya ekonomisini elinde tutan ve yönlendiren para-babaları, bankacılık sistemiyle, tüm ülkelerdeki medyayı kontrol ederler ve TV, gazete gibi kaynakları propaganda aleti olarak devreye sokup, insanların statik sistem bilgileriyle uyuşturulmasını sağlarlar. Bilimsel yazıları yayınlayan Nature, Science, vs. gibi kuruluşlar da medya-patronlarına bağlıdırlar ve hem SimKırKölSab faktörü, hem de para faktörünün köleleştirici

133


etkisiyle tepeye bağımlılık sistemini, tabana bağımlılık sistemine dönüştüren bir makaleyi, yukarıda gösterilen mantık-dışı gerekçelerle ret ediyorlar. Ben DOM-sisteminin tüm toplumsal sorunlarımızı ortadan kaldırdığı şeklindeki yazılarımı tüm gazete ve TV- kuruluşlarına defalarca gönderdim. Ama hiç biri bu konuya eğilmedi. Bir parti yöneticisi öksürse, onu haber yapan medya kuruluşlarının, tüm toplumsal sorunları (hem de dünya genelinde) ortadan kaldıracağını doğa-bilimsel argümanlarla gösteren bir yazının hiç dikkate alınmamsını nasıl yorumlayacağınız artık sizlere kalmıştır. Toplumsal sistemin itici-yönlendirici faktörü olan para-sistemine (bankacılığa) hakim olmaları nedeniyle, devlet yönetim sistemlerini kontrolleri altımda tutan para-babalarının, DOMsistemi bilgilerinin duyurulmasına engel olmaları karşısında, DOM-bilgilerini Facebook gibi internet haberleşme ve etkileşme ortamları içinde duyurmaya çalışmaktan başka yol kalmamıştır. Katılıyorsanız, paylaşın ki, çığ gibi çoğalıp, kritik sayıya ulaşılsın ve sağır-sultanlar bile duysun. Yoksa, daha çooook bir kurtarıcı beklersiniz.

Karşılıklı Etkileşimlerle değişip-dönüşen bir dünya Varlıklar arası anında karşılıklı etkileşimleri açıklamak için birkaç örnek verelim.

►1- Bir odada asılı duran bir sarkaç (çekül) düşünün. Çevrede ani bir volkan patlamasıyla bir yüksek dağ oluşmuş olsun. Çekül anında, o yeni oluşan dağın kendisine olan uzaklığını (r) ve dağın kütlesini m2 en hassas şekilde algılar, kendi ağırlığı olan m1 ile kıyaslar ve m1 (çarpı)x m2 (bölü)/r2 formülüne göre, bir hesaplama yapar ve çıkan değere uygun şekilde dağın bulunduğu yöne doğru konumunu değiştirir.

►2- Elinizdeki pusulanın veya cep-telefonunuzun ibresinin konumunu gözlemleyin. Her şey sakin olsun. O an Güneşte bir patlama olsun ve dünyamız atmosferi o radyasyondan etkilenmiş olsun. Binlerce km uzaklıktaki bu elektromanyetik radyasyonun şiddeti anında pusulamızın ibresi tarafından algılanır, ve yukarıdaki formüle benzer şekilde bir hesaplama yapılarak, belli bir derece kadar bir yöne doğru bir dönme gerçekleşir. Bunlar gözle görülebilen maddelerin çevrelerini algılama ve anında tepki verme örnekleridir. Peki maddeleri oluşturan atom ve atom-altı-öğelerin çevre algılama ve tepki verme yetenekleri nasıldır?

►3-

ENERJİNİN KÖKENİ VE KUANTUM KAVRAMININ ORTAYA ÇIKIŞI (Atomlar Alemi En Temel Canlıları

Oluştururlar) başlıklı makalede gösterildiği üzere, atom ve atom-altı-öğelerin oluşturdukları

kuantsal sistemde karşılıklı etkileşimler çok daha etkilidir. Şöyle ki:

134


• EPR- etkisi adlı olayda görüldüğü üzere, kuantsal düzeyde, evrensel ölçekte anında bir etkileşme vardır. • Tünelleme etkisi adlı olayda görüldüğü üzere, kuantsal sistemde öğeler, çevrelerinde algıladıkları daha ekonomik bir yapısal öğeye göç edebilmek için önlerinde bulunan en büyük engeli dahi aşacak düzeyde bir enerjiyi “kuantsal enerji-ağından” ödünç alıp, o ekonomik yapıya göç ederler ve bu şekilde daha kötü olan bir yapısal unsurdan, daha iyi bir yapısal unsura geçerek, iyilerin gelişmesini, kötülerin gerilemesini sağlayıcı ekolojik işlevlerini yerine getirirler. Yani doğadaki tüm varlıklar kendilerini etkileyen faktörleri anında algılayıp, gerekli hesaplamaları yapıp, durumlarını ona göre ayarlarlar.

►4- Bir şey yapılması-oluşturulması için enerji gerekir. Enerji ise sadece atom-altı-öğeler dünyası diyebileceğimiz kuantsal sistemin denetim ve kontrolündedir. Bu nedenle doğadaki her şey atom-altı-öğeler dünyası dediğimiz alt-sistemler tarafından oluşturulmaya başlanır. Böylelikle birbirlerine bağımlı olan entegre bir sistem ortaya çıkar. Böyle bir sistemde geçerli olan kurallar, Feibleman: (1954) tarafından “Theory of Integrative Levels = Bütünleştirici Düzeylerinin Teorisi” başlığı altında yayınlanmıştır ve “alt-sistem – üst-sistem” ilişkilerinin ana-hatlarını belirlerler. Bunlar arasında en önemli ilke şudur: • Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür. Buraya kadar anlatılanlar, doğadaki denge ve düzenin kuantsal sistemin etkileyici ve yönlendiriciliği çerçevesinde gerçekleştiğini göstermekte ve dinamik sistem olarak bilinmektedir. Buna göre “devlet” olarak bildiğimiz üst-sistemin biz halka hedef göstermesi gerekmektedir.

►Devletlerin yönetimini elinde bulunduranların insanlara gösterdikleri hedef ise şöyledir: Etkileyici-yönlendirici güç sistemi, dışınızdaki-tepedeki bir görünmez güç-sistemindedir. Bu tepedeki güç-sistemini temsil eden liderler de sizleri yönlendireceklerdir! (Bu sisteme statik sistem denir.)

►Halbuki dinamik sistemli doğada değişim-dönüşümler bedenlerimizdeki hücreler ve onların içlerindeki moleküller-atomlar tarafından algılanıp, o değişimlere uygun tepkiler verilmekte, değişim-dönüşümler önce içimizde başlamakta, sonra dışa yansıtılmaktadır. • Yani halkımız binlerce yıldır devleti sahiplenme ve yönlendirme yetkisinin, kendilerinde değil, tepedeki birilerinin elinde olduğu yanlış bilgisi ile aldatılıyor-kandırılıyor.

Bir iş veya eylem için enerji gerekir. Doğadaki tüm enerjilerin kaynağını ise kuantsal sistem oluşturur, yani güç-kuvvet oluşumu hep alt-sistemlerdedir. Peki, tepedeki bir lider toplumu yönlendirecek gücü nerden-nasıl alacak? • Bu sorun, doğadaki her şeyin sahipliğinin tepedeki güç sisteminde olduğu, dolayısıyla vatan denilen devlet arazilerinin sahipliğinin krallara-sultanlara ait olduğu şeklinde bir inanç oluşturulmasıyla çözülmüştür. Halk, üzerinde yaşadığı araziden elde ettiği ürünlerin yarısını (hatta üçte-ikisini) toprak ağalarına verir ve tepedekilerin güç kaynağı bu şekilde oluşturulmuş olunur. (Doğadaki ekolojik dengenin bozulmasının günahının statik sistemli hayat görüşü sahiplerinin sırtında olduğunun net bir kanıtı!) • “Para” denilen toplumsal alış-veriş sisteminin ortaya çıkışı ile, tepedekilerin güç kaynağı toprak-ağalığının elinden alınıp, banka sahibi zenginler-kulübü üyelerinin denetimine girmiştir. • Özetleyecek olursak, halkımız binlerce yıldır, statik sistemli bir hayat görüşü ile kandırılmaktadır. Bu kandırılma işleminde kullanılan en etkili meslek grubunu ise din-adamları oluşturmaktadır. Geçimlerini tepedeki para-babalarından aldıkları için onların istekleri doğrultusunda davranmakla, halkın, bilerek veya bilmeyerek, kandırılmasında en etkili rolü oynamaktadırlar. Bir müftü olarak görev yaparken, Cennet-Ülke slaytı ve açıklamalarındaki gerçeği öğrendikten sonra müftülük

135


görevinden istifa ederek, geçimini çaycılıkla sağlayan merhum Turan Dursun’un şu sözü bu durumu güzel açıklamaktadır: “Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim, halka gerçeği anlatma uğruna ölümü göze mi alayım?”

►Her gün masum insanlar ölürken, kimsenin can güvenliği yokken, hak-hukuk sistemi işlemezken;

• •

►Enflasyon-işsizlik her geçen gün artarak devam ederken; ►Tüm toplumsal sorunlarımızın kaynağını statik sistemli tepeye bağımlılık olduğu bilimsel

verileriyle ortaya konmuşken, Başta din-adamları olmak üzere, bilim insanlarının ve “aydın” olduğuna inandığımız kişilerin hala yapraklarla uğraşmaya devam edip, ormanı görememelerini protesto ediyor, onların topluma karşı suç işlediklerini iddia ediyorum. Onlara karşı dava açıp, cezalandırılmalarını sağlamak mevcut hukuksal düzende mümkün olmadığından, vicdanlarında içten-içe bu suçluluğu hissetmeleri dileğimle.

Statik sistemli düşünenlerde bir mantıksızlık örneği: Çifte Standart İnsanlarımız, statik sistemli hayat görüşüyle zombileşmiş durumdalar. Doğa-bilimciler, yıllardır doğada sanki bilgiye dayalı bir gelişim- bir düzenleyiciyönlendirici sistem yokmuş gibi davranıyorlar. Yaratılışçılarla yapılan tüm tartışmalarda, etkili bir görüş ortaya koyamıyorlar. Bu durum, yaratılışçıların çifte standart uygulayarak, halkı aldatmasına yarıyor. Şöyle ki: Kuantum fiziği, atomik dünyada öğelerin salınım-adımlarıyla çevrelerini ölçüp-biçerek olasılık hesapları yaparak bilinçli davrandıkları, evrensel ölçekte birbirleriyle etkileşip-haberleştikleri, vs. gibi olağan-üstü davranışlarını ortaya koyunca, yaratılışçılar hemen bu verilerin üzerine atlayıp: “Bakınız, doğada akıllı bir tasarım var, Bu Allah’ın varlığının delilidir” gibi bir yaklaşım içine girdiler. Bu çifte standart uygulaması hala günümüzde devam etmektedir. Burada uygulanan çifte standart ise şudur: • Yaratılış görüşü statik sistemlidir. Statik sistem görüşünde doğa cansızdır, varlıklara “can = ruh” veren varlıkların dışında-üstünde varsayılan ve “Allah” olarak adlandırılan, hayali bir varlıktır. Bu olağan üstü varlığın “ol” demesiyle varlıklar oluşurlar. Yani varlıklar pasif birer robotturlar. • Halbuki kuantum fiziği, varlıkların birer robot gibi değil, tersine, çok bilinçli birer öğe olarak çevrelerindeki tüm faktörleri algılayıp, kendi salınım-adımlarıyla kendilerine olan uzaklıklarını ölçüp değerlendirdiklerini ve bir olasılık hesabı yaparak, nasıl davranacaklarına karar verdiklerini göstermektedir. Yani onlara emir veren bir üst-sistem varlığı söz konusu değildir. • Bu nedenle yaratılışçılar tam bir çifte-standart uygulayarak, hatta yalan-yanlış yorumlarla halkı aldatmışlardır. Ama evrimci geçinen bilim adamları da, bilgi ve bilincin insan gibi

136


varlıklara özgü bir özellik olduğu, tabandaki atom-molekül -hatta hücrelerde- bile bilinçli bir davranış olduğundan habersizdirler. Yani onlar da statik sistemli düşünce içinde olduklarından, yaratılışçıların sahtekarlıklarını ortaya çıkaramamış ve tartışmalarda zayıf kalmışlardır. • Bilim insanlarının çoğunluğu bu olgunun hala farkında değiller. Bu nedenle bu gerçek durumu DOM-bilgileri sayesinde açıklamak ve yaratılışçıların elindeki çifte standartı almak gerekiyor. Yoksa halkımızın kandırılmasına engel olunamayacaktır. Bu görüşe katılıyorsanız, bunu paylaşın ki, çığ gibi çoğalıp, kritik sayıya ulaşılsın ve sağırsultanlar bile duysun. Yoksa, daha çooook bir kurtarıcı beklersiniz.

Devletlerin halkı kandırma yöntemi-1 Doğadaki her şey atom-altı-öğeler dünyası dediğimiz en temel varlıklarla başlar. Onların birleşmeleriyle atomlar; atomların birleşmeleriyle moleküller, moleküllerin birleşmeleriyle hücreler, hücrelerin birleşmeleriyle bedenlerimiz oluşurlar. Bizlerin birleşmesiyle de TOPLUM oluşacaktır. Doğa bu şekilde alt-sistem – üst-sistem yapısallaşmalarından oluşur ve böylelikle birbirlerine bağımlı olan entegre bir sistem ortaya çıkar. Böyle sistemlerde geçerli olan kurallar, Feibleman: (1954) tarafından “Theory of Integrative Levels = Bütünleştirici Düzeylerinin Teorisi” başlığı altında yayınlanmıştır ve “alt-sistem – üst-sistem” ilişkilerinin ana-hatlarını belirlerler. Bunlar arasında en önemli ilke şudur: • Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür. Buraya kadar anlatılanlar, doğadaki denge ve düzenin kuantsal sistemin etkileyici ve yönlendiriciliği çerçevesinde gerçekleştiğini göstermekte ve dinamik sistem olarak bilinmektedir. Buna göre “devlet” olarak bildiğimiz üst-sistemin biz halka hedef göstermesi gerekmektedir.

►Devletlerin yönetimini elinde bulunduranların insanlara gösterdikleri hedef ise şöyledir: Etkileyici-yönlendirici güç sistemi, dışınızdaki-tepedeki bir görünmez güç-sistemindedir. Bu tepedeki güç-sistemini temsil eden liderler de sizleri yönlendireceklerdir! (Bu sisteme statik sistem denir.)

►Halbuki dinamik sistemli doğada değişim-dönüşümler bedenlerimizdeki hücreler ve onların içlerindeki moleküller-atomlar tarafından algılanıp, o değişimlere uygun tepkiler verilmekte, değişim-dönüşümler önce içimizde başlamakta, sonra dışa yansıtılmaktadır. •

Yani halkımız binlerce yıldır devleti sahiplenme ve yönlendirme yetkisinin, kendilerinde değil, tepedeki birilerinin elinde olduğu yanlış bilgisi ile aldatılıyor-kandırılıyor.

Bir iş veya eylem için enerji gerekir. Doğadaki tüm enerjilerin kaynağını ise kuantsal sistem oluşturur, yani güç-kuvvet oluşumu hep alt-sistemlerdedir. Peki, tepedeki bir lider toplumu yönlendirecek gücü nerden-nasıl alacak?

Bu sorun, doğadaki her şeyin sahipliğinin tepedeki güç sisteminde olduğu, dolayısıyla vatan denilen devlet arazilerinin sahipliğinin krallara-sultanlara ait olduğu şeklinde bir inanç oluşturulmasıyla çözülmüştür. Halk, üzerinde yaşadığı araziden elde ettiği ürünlerin yarısını (hatta

137


üçte-ikisini) toprak ağalarına verir ve tepedekilerin güç kaynağı bu şekilde oluşturulmuş olunur. (Doğadaki ekolojik dengenin bozulmasının günahının statik sistemli hayat görüşü sahiplerinin sırtında olduğunun net bir kanıtı!) “Para” denilen toplumsal alış-veriş sisteminin ortaya çıkışı ile, tepedekilerin güç kaynağı toprak-ağalığının elinden alınıp, banka sahibi zenginler-kulübü üyelerinin denetimine girmiştir. Halkımız binlerce yıldır, statik sistemli bir hayat görüşü ile kandırılmaktadır. Bu kandırılma işleminde kullanılan en etkili meslek grubunu ise din-adamları oluşturmaktadır. Geçimlerini tepedeki parababalarından aldıkları için onların istekleri doğrultusunda davranmakla, bilerek veya bilmeyerek, halkın kandırılmasında en etkili rolü oynamaktadırlar. Bir müftü olarak görev yaparken, CennetÜlke slaytı ve açıklamalarındaki gerçeği (bak http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2015/05/cennet-nerededir.html ) öğrendikten sonra müftülük görevinden istifa ederek, geçimini çaycılıkla sağlayan merhum Turan Dursun’un şu sözü bu durumu güzel açıklamaktadır: “Rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim, halka gerçeği anlatma uğruna ölümü göze mi alayım?”

►Her gün masum insanlar ölürken, kimsenin can güvenliği yokken, hak-hukuk sistemi işlemezken;

►Enflasyon-işsizlik her geçen gün artarak devam ederken; •

►Tüm toplumsal sorunlarımızın kaynağını statik sistemli tepeye bağımlılık olduğu bilimsel verileriyle ortaya konmuşken,

Başta din-adamları olmak üzere, bilim insanlarının ve “aydın” olduğuna inandığımız kişilerin hala yapraklarla uğraşmaya devam edip, ormanı görememelerini protesto ediyor, onların topluma karşı suç işlediklerini iddia ediyorum. Onlara karşı dava açıp, cezalandırılmalarını sağlamak mevcut hukuksal düzende mümkün olmadığından, vicdanlarında içten-içe bu suçluluğu hissetmeleri dileğimle.

Devletlerin halkı kandırma yöntemi-2 Doğadaki her şey atom-altı-öğeler dünyası dediğimiz en temel varlıklarla başlar. Onların birleşmeleriyle atomlar; atomların birleşmeleriyle moleküller, moleküllerin birleşmeleriyle hücreler, hücrelerin birleşmeleriyle bedenlerimiz oluşurlar. Bizlerin birleşmesiyle de TOPLUM oluşacaktır. Doğa bu şekilde alt-sistem – üst-sistem yapısallaşmalarından oluşur ve böylelikle birbirlerine bağımlı olan entegre bir sistem ortaya çıkar. Böyle sistemlerde geçerli olan kurallar, Feibleman: (1954) tarafından “Theory of Integrative Levels = Bütünleştirici Düzeylerinin Teorisi” başlığı altında yayınlanmıştır ve “alt-sistem – üst-sistem” ilişkilerinin ana-hatlarını belirlerler. Bunlar arasında en önemli ilke şudur:

138


•Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür. Buraya kadar anlatılanlar, doğadaki denge ve düzenin kuantsal sistemin etkileyici ve yönlendiriciliği çerçevesinde gerçekleştiğini göstermekte ve dinamik sistem olarak bilinmektedir. Buna göre “devlet” olarak bildiğimiz üst-sistemin biz halka hedef göstermesi gerekmektedir. • Devletlerin yönetimini elinde bulunduranların insanlara gösterdikleri hedef ise şöyledir: Etkileyici-yönlendirici güç sistemi, dışınızdaki-tepedeki bir görünmez güç-sistemindedir. Bu tepedeki güç-sistemini temsil eden liderler de sizleri yönlendireceklerdir! (Bu sisteme statik sistem denir.) İnsanların toplumsal hayatı böyle yanlış bir doğa bilgisiyle başlar ve yaklaşık 5-6 bin yıl önceleri Ur, Uruk, Eridu, vs. gibi ilk kent-devletleri kurulur. Devletin sahipliği ve yönetimi, kutsal özlü sayılan krallara aittir. Halk krala ait topraklarda efendinin hizmetkarı-kölesi olarak çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu kral alır, kalanıyla da halk yetinip-geçinmek zorunda kalır. Kralın gücü bu şekilde tabandaki halkın ürünleriyle oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu atılmış olunur. • Yine statik sistemli hayat görüşüne uygun olarak, her millete (devlete) kendi dillerinde (Me adı verilen) bir kutsal mesaj gönderilir ve halkın bu kutsal bilgilere uyarak yaşamalarının şart olduğu öğretilir. • Yanlış bir hayat görüşü ile eğitilen halk, kendi emeği ürününü bedava olarak tepedeki kutsal-özlü krala vererek, kendisini köleleştirecek olan “para” faktörünü tepedekilere terk etmiş oluyor ve kendi-kölelik fermanını onaylamış oluyor. • Statik-sistemli doğa görüşü bu şekilde insanları köleleştirici bir sistem olarak yaşamaya hala devam ediyor. 100 sene öncesine kadar, vatanımız padişahın mülküydü, ve padişah bu mülkü, fermanlarla, derebeylerine veriyor, ve halk da bu beylere ait arazide hizmetkar olarak çalışıp, ürünün çoğunu ağaya-beylere veriyor, kalanla da kendisi geçiniyordu. Günümüzde iktidarda olanların hazine mallarını diledikleri şekilde kullanıyor olması hala o eski statik hayat görüşünün devam ettiğini göstermektedir. • Her millete kendi dilinde kutsal mesaj gönderme konusu, “para” faktörünün köleleştirici etkisini fark eden bir “aile” tarafından o aileden gelen peygamberlik sistemiyle pekiştirilerek, dünyayı yönetecek bir soygun sistemi kuruluyor ve hala dünyada en etkili güç sistemini oluşturuyor. • Yani halkımız binlerce yıldır devleti sahiplenme ve yönlendirme yetkisinin, kendilerinde değil, tepedeki birilerinin elinde olduğu yanlış bilgisi ile aldatılıyor-kandırılıyor.

139


Halkımız binlerce yıldır, statik sistemli bir hayat görüşü ile kandırılmaktadır. Bu kandırılma işleminde kullanılan en etkili meslek grubunu ise din-adamları ve bankacılık sektörü oluşturmaktadır. Din-adamları geçimlerini tepedeki para-babalarından aldıkları için onların istekleri doğrultusunda davranmakla, bilerek veya bilmeyerek, halkın kandırılmasında en etkili rolü oynamaktadırlar. • Cennet-ülke (bak http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2015/05/cennetnerededir.html ) makalesinde gösterildiği üzere, halk olmayan bir öteki dünya aldatmacasıyla uyutularak, soyulup-soğana çevrilmekte, • Her gün masum insanlar ölmekte, kimsenin can güvenliği yok, hak-hukuk sistemi işlemez olmuş; •

Enflasyon-işsizlik her geçen gün artarak devam ediyor;

• Tüm toplumsal sorunlarımızın kaynağını statik sistemli tepeye bağımlılık olduğu bilimsel verileriyle ortaya konmuş, Tüm bu olumsuz durumlar ortada iken, başta din-adamları olmak üzere, bilim insanlarının ve “aydın” olduğuna inandığımız kişilerin hala yapraklarla uğraşmaya devam edip, ormanı görememelerini protesto ediyor, onların topluma karşı suç işlediklerini iddia ediyorum. Onlara karşı dava açıp, cezalandırılmalarını sağlamak mevcut hukuksal düzende mümkün olmadığından, vicdanlarında içten-içe bu suçluluğu hissetmeleri dileğimle.

Vekillerimizin de eğitilmesi gerekmez mi? Millet-Vekillerimiz neden anlaşıp-uzlaşamıyorlar? Doğada her şey, küçük öğelerin birleşerek, daha büyük sistemler oluşturması şeklinde gerçekleşir. Proton + nötron + elektronlar birleşerek atom dediğimiz kimyasal elementleri oluştururlar. Atomlar birleşerek molekülleri, moleküller birleşerek hücreleri, hücreler de birleşerek canlı ve cansız tüm diğer varlıkları oluştururlar. Bu oluşumlarda ortaklığın kuralları tüm katılımcıların karşılıklı etkileşimleriyle sağlanır (Dinamik sistemli gelişen doğadaki Dinamik sistemler fiziği ilkesi).

140


İnsanlık yaklaşık 40bin yıldır karşılıklı etkileşim içinde, ama henüz bir toplumsal ortaklık mutabakatı oluşturamadı. Bunun temel nedeni de, doğadaki oluşumlarda varlıkları bir araya getiren kuvvetin, varlıkların kendi iç dinamikleriyle değil de, harici bir yönetici-yönlendiricinin (ilahi veya olağan-üstü bir gücün) etkisiyle gerçekleştiği şeklindeki hatalı doğa anlayışıdır, ki buna statik sistemli doğa görüşü denir. (Allah olarak tanımlanan bu harici gücün, toplumsal sistemlerdeki temsilcileri de kutsal soydan geldiklerine inanılan kral-sultan gibi yöneticiler olmuşlardır.) Gelelim günümüz durumuna: Demokrasi denilen, farklı siyasi görüş sahiplerinin oluşturdukları partilerin yarıştıkları bir seçim sistemi söz konusu. Particilik anlayışı, krallık-sultanlık gibi, tepedeki bir güç sisteminin, yumurtlaması olarak şekil değiştirmiştir. Çünkü insanların kafasında (bilinç-altında) hala statik sistemli bir doğa görüşü egemendir. Halbuki üzerinde yaşadığımız doğa ve dünya dinamik sistemlidir ve dinamik sistemler fiziği ilkelerine göre işlemektedir. Neyse, bu konuyu bir kenara bırakıp, günümüzdeki hükümet oluşturma konusundaki soruna dönelim. (Yani aslında meclise partili milletvekilleri değil de, toplum hayatını temsil eden iş-ve-meslek mensubu üyeler seçilmiş olmalılardı ve onların katılımıyla hükümet oluşturulmalıydı.) Mecliste 4 partiye mensup millet vekilleri var. Eğer bu millet vekillerinin bilgileri ve mantıkları sağlam olsaydı, toplumun kendilerini sorunları çözmek için oraya gönderdiklerinin bilincinde olarak, sorunları çözecek şekilde birbirleriyle uzlaşırlardı. Amaç toplumun sorunlarıysa, sorunlar belli, çözümü de, doğa ve dünya hakkında bilgileri varsa, bellidir. Ama gel gör ki, bazı parti mensupları, “biz koalisyona girmeyiz, yani ortaklık yapmayız” gibi temel mantık hatası yapıyorlar. Ne demek “biz ortaklık yapmayız?” Toplum hayatı bir ortaklık sistemidir. 70 milyonluk halk, ortak bir yaşam istiyor. Ve seçim sonunda da 4 parti mensubu oraya gitmiş. 2- veya 3 partinin çoğunluğu sağlayarak oluşturacağı bir hükümet değil, tüm halkın temsilcilerinin oluşturacakları bir hükümet söz konusu olmalıdır. İşte doğadaki sistemin gereği budur. Tüm ilgiler, ortak bir paydada birleşeceklerdir. Görülüyor ki, tüm parti liderlerinin ve diğer millet-vekillerinin doğadaki dinamik sistemin işleyişi hakkında zerre kadar bilgileri yok. Bilgi sahibi olunmadan da bir iş yapılması olanaksızlaşıyor. Malum, dinamik sistemli doğada “Information & Self-organisation” ilkesi geçerli. Vekilleri ortaklığa mecbur etmek için yapılması gereken tek düzenleme ise, partiler yasası veya meclis-iç-tüzüğüne şöyle bir madde eklenmesidir. Ortak işleme katılmayan vekillerin (partinin) vekillikleri otomatik olara düşer! Toplum hayatımızı düzenlemek ve yönetmek üzere seçtiğimiz milletvekilleri (ve onların liderleri), dinamik sistemli doğal hayat hakkında bir şey bilmediklerinden, karşılıklı anlaşıpuzlaşma çabaları içine girmekten çekinmektedirler. “Biz bir koalisyon içine girmek istemiyoruz!” diyen bir siyasetçi, hayatın “”h”sını bilmemektedir.

PARA – PARA - PARA Yaratılışçıların Allahı, evrimcilerin “doğal seçicisi” doğadaki varlıkları yönlendiren güç sistemi olarak kabul edilir. Güç, enerjiyle oluşur. Peki enerji nerdedir veyahut kimdedir? Statik sistemli doğa görüşünde güç, dolayısıyla enerji tepededir, sahiptedir. Tarih boyunca çoğu kral veya sultan kendi adına para bastırmış ve bu şekilde güç ve kuvvetin kendinde olduğu sinyalini vermiştir. Son yüzyıl içinde bilim ve teknolojik gelişimlerin de etkisiyle, devletler arası ilişkiler artmış ve tel-örgülü sınırlar kalkarak toplumlar arası etkileşimler kolaylaştırılmış, uluslar arası ticaret artırılmıştır. Bu durum dünya genelinde ortak para-birimi

141


kullanılmasını zorunlu kılmıştır. Başlangıçta “altın” olan uluslar-arası para biriminin yerini, zamanla “dolar” “euro” gibi döviz birimleri almıştır. Bağımlılık tepeye olunca, para denilen ve toplum hayatında hizmet-alışverişini sağlayan unsur da tepedekilerin elinde olur. Dünya genelinde gerçekleşen hizmet-alış-verişlerinde kullanılan “para” biriminin denetimini elinde tutan, dünyayı yönetme-yönlendirme fırsatına kavuşur ve uluslar-arası düzeyde güç-savaşları başlar. Eskiden sadece krallar veya sultanlar tarafından sömürülen halk, bu defa uluslar-arası-parababaları tarafından da sömürülmeye başlanır. Çünkü hizmet alış-verişlerinde kullanılan “parayı” basıp-çoğaltanlar (krallar veya uluslar-arasıbankacılık-sistemleri vs.) hiçbir hizmet üretmeden üretilen hizmetlerin takası sırasında anormal kazançlar sağlamaktadır. Tüm bu işlemlerde ise hep en tabandaki halk soyulmaktadır, ve bu uyutulmuş zavallılar kesimi hala uyandırılmaya karşı direnç göstermektedir. Para basma hakkının dahi kendinde olduğunu, her şeye müdahil olmasının şart-ve-gerekli olduğunun farkında olmayan halk, maaşı kesilirse: ● borç taksitlerini ödeyemeyeceği; ● ailesinin masraflarını karşılayamayacağı gibi korkular içinde tepedekilere kulluk yapmaya devam etmektedir. Bunu tek suçlusu ise statik-sistem yani TBÖ-sistemidir. İnsanlar, alış-veriş birimi olarak, denetimi tepedeki bir zümrenin elinde olan “parayı” kullanmamalı, “para” baskısı altında yaşamamalı, çünkü, günümüzde olduğu gibi, o zaman parababalarının kulu-kölesi olmak zorunda kalırlar. Özgür iradelerine göre davranamadıklarından dolayı, göz-göre-göre, çocuklarının geleceklerini karartacak şekilde, “kader” deyip yaşamalarına devam ederler. Bu köleliğin nedeni, insanın doğa sistemi yanlış bellemiş olmasından kaynaklanır. Çünkü doğa sistemde tüm etkileşimler (alış-verişler) kuantum denilen “en temel alış-veriş öğesi olan (h)nın” tam-sayılı katlarından oluşan farklı üst-birimlerle yapılır. Örneğin atomlar elektronproton, moleküller farklı atomlar, hücreler ATP (adenosin-tri-phosphate) kullanırlar, vs. Yani tüm doğal alış-veriş öğeleri, varlıkların kendi içsel bileşenlerinde oluşturulan ürünlerden oluşurlar. Bu şekilde her varlık, kendi ürününün değerini, başkalarının ürünleriyle kıyaslayıp-değerlendirebilir. İnsanlar arasındaki alış-verişlerde ise, tepedeki birilerinin denetimiyle üretilen bir değer yargısına bağımlı kalınır. Halbuki kişiler ürettikleri ürünleri (hizmetleri) kendi içsel değeryargılarına göre takas edecek olsalar, arz-talep çok sağlıklı şekilde dengelenir, kimse kimsenin kulu kölesi olmaz. İnsanlar özgür olurlar. Siyasetçiler, din-adamları, bilim-insanları vs. hepsi tepedekilerce verilen “paraya” bağımlı olarak yaşadıklarından hiçbiri özgür değildir, bir şekilde “köleleşmiştir.” Hiç biri özgürce davranamadığından, çocuklarının geleceklerini karartacak şekilde, “kader” deyip yaşamalarına devam ederler. Bu köleleşme işlemi ise erken yaşlarda insanlara verilen statik sistemli hayat görüşünün sonucudur. Dinamik sistemli bir dünyada yaşamak üzere oluşturulan insanlara, statik sistemli bir hayat bilgisi aşılanması, zorunlu olarak “zombileşme” etkisi yapar ve insanlar kendilerine zarar verecek düşünce ve davranışlarda bulunacak şekilde şartlandırılırlar (SimKLırKölSab etkisi). Çocuklarımızın da bizler gibi “para”nın kölesi olmasını istemiyorsak, onları dinamik sistemli hayat

142


görüşü bilgileri yetiştirerek, özgür, kendi doğal yeteneklerine uygun bir iş-ve-meslek dalında uzmanlaşıp, severek ürettikleri ürünler ve hizmetlerle, karşılıklı bir etkileşim içinde, huzurlu bir hayat sürmelerinin yolunu açabiliriz. Dinamik doğadaki oluşum mekanizmasını teorik temellerini içeren bilgileri sizlerle paylaşmaya çalıştık. Önceki bölümlerde Temel teorik bilgiler sizlere sunuldu. Bunlardan insan toplumları için çıkartılması gereken sonuçlar, ilgili bölümlerde vurgulandı. Sunulan bilgilerde bir veri veya mantık hatası varsa, belirtilmesi istendi. Ama hala insanlarımızda hiçbir kıpırdanma belirtisi yok; hala hedefe kilitlenmiş değiliz, hala farklı konularda mesajlar yayınlayıp-paylaşıyoruz. Hala hedef dağınıklığı içindeyiz. Peki biz nasıl ortak bir hedefte buluşacağız da bir toplumsal bütünlük ortaya çıkacak?

143


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.