-1Sayı:1 / Ocak-Şubat-Mart 2013
ilim & kültür dergisi
2
Hangi Tefsir Kitabı okunmalı..? E.Bekir Sifil - Doç Dr. Abdulhamit Birısık
7
Çağın Dini Humanizm... Cemil Meriç
25
Yaşadığımız dünya öldürmenin haklı sayıldığı bir dünyadır...
Albert Camus
9 Resûlullah’sız14
İsyan Ahlâkı’yla Allah’a Teslimiyet... Nihat Dağlı
Mevlânâ düşünülemez... Ö.Tuğrul İnançer
38 Liberallik kılık 106 değiştirmiş Batıcılıktır
Kâbusnâme Nedir?
Düşünce Mirasımıza Ne Kadar Aşinayız?
Rasim ÖZdenören
Sezai Karakoç
20 Sanat ve Kamuflaj 23
Dücane Cündioğlu
Tarih&Medeniyet
01
-1-
BÖYLE OL, BÖYLE SÖYLE
D
oğuyor
çocuklar Türkiye’de
Cezayir’de
Kenya’da
Eski-
molar ülkesinde. Dünya ne
uzun, Ne kısa. Milyarlarca, milyarlarca çocuk Geldi yeryüzüne, Her birinde bir çift göz, Baktılar yer-gök aleme. Şimdi gözler Eğleşir eşyada İki kere milyarlarca gözle Baktılar nehirlere, Yanyana akıp Karışmayan Tuzlu suyu tatlı suya, Kuşlara, Dağlarda dolanan kartala. Şurada bir savaş var, kan akıyor Şurada. İki kere müslüman kan. Ve milyarlarca çocuk, Tarih boyunca,
Bir kitap içimizdeki donmus denize indirilmis bir baltadır...
Büyüyüp Avuçladı dünyayı. Giderken, Bıraktılar hep. Doğuyor çocuklar Çin’de Afganistan’da Türkiye’de, Şimşek sabahta, yıldız gecede, Doğumlara artık ebeler, Anneler de karışmıyor. Ya bu sonbahar Dünyanın mevcudu ne, Nereye gitti Doğup doğup boy atan nara atanlar? Ne sesleri kaldı, Ne ci-
Franz Kafka
simleri.. Ah çocuklar, çocuklar, İçiniz kararmasın sakın, Açıp Okuyunca bu şiiri. Şimdi biraz Baksın dikkatle bana gözleriniz. Ögrenelim şu duayı, Yol boyunca, Beşikten başlayıp Mezarlara kadar. Önce besmele, En güzel kelime. Allahım, Yol boyunca Bırakma elimi, Düşerim sonra. Allahım, Niçin halkettinse beni, Kalbime söyle iyice Engellerden arınsın yolum. Allahım, O güzeller güzeli, Hangi iyilik diledi senden, Dilerim ben de öylelerini. Allahım, Peygamber efendimiz Hangi şerlerden sığındıysa sana, Upuzak tut benden de onları. Allahım, Yol boyunca, Tarih boyunca, Başıboş bırakma bizi... Cahit Zarifoğlu ( 1940 - 1987 )
0224 715 30 57
-1-
Medrese
-1-
içinden... Hangi tefsir kitabı okunmalı..? / 2 Ebubekir Sifil / Dosya
Tefsir okuma kılavuzu.. / 3-6 Abdülhamit Birışık / Dosya
Çağın dini Hümanizm... / 7-8 Cemil Meriç
İsyan Ahlâkı’yla Allah’a Teslimiyet... / 9-10 Nihat Dağlı
Dördüncü Boyuta Şiir Yazan Adam; Necip Fazıl Kısakürek / 11-12 Semih Çelik
Bu Yağmur / 13
N.Fazıl Kısakürek / Şiir
Resûlullah’sız Mevlânâ düşünülemez... / 14-17 Ö.Tuğrul İnançer / Röportaj
Bu Ayaklar Benim Değildir Alın... / 18 Cahir Zarifoğlu / Şiir
Yunus Emre Divan Şairi mi?... / 19 Mustafa Oğuz / Röportaj
Kâbusnâme Nedir? / 20-21 Tarih&Medeniyet
Güreş Meydanında bir Sufi / 22 N.Fazıl Kısakürek
Sanat ve Kamuflaj / 23 Rasim Özdenören
İmparatorun Haberi / 24 Franz Kafka
Yaşadığımız dünya öldürmenin haklı sayıldığı bir dünyadır. / 25 Albert Camus
Kitap Tahlili: Jameson Meydan okuyor / 26-27 Yolculuk: Kağıda Düşen Yeni Sesler Demek / 28-30 Nuri Pakdil
Hârmancı / 31-32
R. Ahmet Gözübüyük / Şiir
Kevir’den / 33-34 Ali Şeriati
İmtiyaz Sahibi Genç Ajans Adına Ömer ŞEN
Masked and Anonymous Filminden... / 35-36
Eşref Edib`in “Said Nursî” makalesi... / 68-70
Mahalle Kahvesi / 37
“Beş Vakt”e Beş Güzelleme... / 71-72
Düşünce Mirasımıza Ne Kadar Aşinayız? / 38-39
Dünya düzeni ve enerji güvenliği.. / 73-75
Tavsiye Kitap / 40
İsmail Kara ve İslamcılık eleştirileri... / 76-78
aralamıyorsa, rahatsız etmiyorsa, nedir ki söz !?
Yeni-paganizm ve Yeni-barbarlık Çağına Hoş Geldiniz! / 41-42
Nedvî’nin Örneği İmam-ı Rabbânî ve Islahat Yöntemi / 79-80
üstündeki parmak kalınlığındaki tozu kaldırmak
Endülüs’e Ağıt / 43-45
Abdurrahman Arslan Hesaplaşmaya Çağırıyor! “İnsanı Yeniden Tanımla” / 81-82
Bob Dylan
M.Akif Ersoy / Şiir
Dücane Cündioğlu Rasim Özdenören
Yusuf Kaplan
Ebu’l-Bekâ Er-Rindi
Müslüman mı yetiştiriyoruz yoksa tebaa mı? / 46-47 Aliya İzzetbegoviç
Piyasa Tektanrıcılığı / 48-50 Roger Garaudy
Rene Guenon / 51-52 Yavuz S.Oğuzhan
Eşref Edip
Bismillah..!
Muhammed İkbal
Ali Koçak
nitelediği düşünceyi sadece ismiyle anlatıverir. Vedat Baykay Editör
İşte biz bu sayımızda ve nasip olursa bundan sonraki sayılarımızda bu isimler üzerinden yürüyüp yeni nesillere bu isimleri tanıtmayı ve onların fikir
İnsanlığın Evrensel Ufku: Müslümanlık... / 83-84
dünyalarına yelken açmayı hedefliyoruz.
Seyyid Kutub’un Şehadeti Münasebetiyle... / 88-89 N.Fazıl Kısakürek
eğitimcisi olarak bu derginin sayfaları arasında
Batı Notları’ndan / 56-57
Siyonizm.. / 90-91
istenilen noktaya doğru yürümeye devam ede-
Malik El-Şahbaz (Malcolm X)
cek, duygu ve düşün dünyamızı zenginleştiren
Yok Gibi Yaşamak / 58
Cahillerin Kapışması.. / 92-95
usta şahsiyetlerin söz ve fikirleriyle ufkumuzu
Edward Said
ve hayata bakıştaki idrakimizi genişletecektir.
Noam Chomsky, Bir Muhalifin Yaşamı / 59
Parayı Kullanabilmek Kalbin Sanatıdır.. / 96-102
Sizden tek ricamız bize bu yürüyüşümüzde eşlik
Fethi Gemuhluoğlu ve dostluk üzerine mülahazalar... / 60-61
Ticaret ve Faiz / 103-105
Nuri Pakdil
Erdem Beyazıt
Ali Murat İrat / Bir Kitap
Hakkı Yiğit
“İbn Sina Mantığı” hakkında makale yazan Başbakan... / 62-63 Dücane Cündioğlu
Din Felsefesi Yazıları... / 64-67 Zeki Özcan
O.Nuri Topbaş
Abdülaziz Bayındır
Liberallik kılık değiştirmiş Batıcılıktır / 106-109 Sezai Karakoç
İletişim Mahmudiye Mahallesi Ertuğrulgazi Cd. No:165 İnegöl / BURSA Tel: 0 224 715 30 57
en nadide yerini mutlaka alacaktır.
Kürt Meselesine Müslümanca Bir Bakış / 54-55 Vedat Baykay
Baskı GENÇ AJANS
nara atılacak bir dergi olmayacak, arşivinizdeki
Kardeşlik Ahlakı / 86-87 İbrahim Tenekeci
Ulaşım Cihan EZLEN
Size taahhüd ediyorum ki bu dergi okunup ke-
Tavsiye Yazar: Frithjof Schuon / 53 Kitap - Yazar
Tashih & Redakte Salih DOĞRU Özkan DURAN Recep DENİZ Serhat ÇİÇEK
adına yola çıkan bir dergidir. Bazı isimler vardır ki
Dünya Bizim.com
Mustafa İslamoğlu
Grafik Tasarım Vedat BAYKAY
Medrese, Müslüman entellktüel geleneğin
Hayrettin Karaman
Elde Var Aşk.. / 85
Editör Vedat BAYKAY
Hikmetin ve hakikatin üstündeki perdeyi
Hasan Koni
Atasoy Müftüoğlu
Genel Koordinatör Özgür YILDIRIM
Medrese, bir mektep olma yolunda küçükte olsa önemli bir adım atmıştır. Her kişi kendisinin
www.gencgazete.net grafik@ajansgenc.com Sayı:1 Ocak-Şubat-Mart 2013
etmeniz ve manevi desteklerinizi esigrememenizdir.. Allah utandırmasın...
Selam ve Dua ile..
vedatbayk ay@yandex.com
Ali Topuz
ilim & kültür dergisi
-2-
-3-
Hangi tefsir kitabı okunmalı..?
K
E.Bekir Sifil
elam-ı İlahiden Muradı ilahiyi anlamamıza vesile olan tefsir kitaplarıdır. Günümüzde bir kitapçıya vardığımız zaman o kadar çok tefsir kitabı var ki hangisinin en muteber olduğu hususunda bazen ihtilafa düşebiliyoruz. Peki en muteber tefsir kitapları hangileridir ? Eğer tefsirler arasında mutlak olarak böyle bir seçim yapmak mümkün olsaydı, tarih içinde ve günümüzde bu kadar tefsirin kaleme alınmasını izah etmek mümkün olmazdı. Konu “Tefsir” bile olsa, beşer inisiyatifine, kişisel tercihe ve yazarın bakış açısına açık hususlar vardır ve doğal olarak tefsirler arasında bu alanda bir farklılaşma olacaktır. Dolayısıyla her müfessirin, belli kriterler ve ilmî ölçüler çerçevesinde kendi ilgi alanına, anlayışına, tarzına ve mezhep/meşrebine göre eser verdiğini ve bunda garipsenecek bir taraf da olmadığını söylemeliyiz. İkinci olarak, tefsir okuyucusunun ilgi ve ihtisas sahasına, eğitim durumuna, birikimine ve bu işe ayıracağı zamanın genişliğine göre farklı eserler tavsiye edilebilir. Soruyu soran okuyucumun bu noktadaki durumunu bilmediğim için genel tesbitlerle sınırlı hareket etmek durumundayım ve söyleyeceklerim, dilimizde mevcut oldu-
ğunu bildiğim eserlere münhasır olacak. Söz gelimi “rivayet tefsirleri”ne ilgi duyan okuyucular için İbn Kesîr ve el-Kurtubî tefsirleri tavsiyeye şayandır. Elbette bu eserlerde yer alan rivayetlerin tümünün sıhhatini iddia etmek mümkün değil. Ama tefsirde rivayet ilimlerinin tadına belli bir ölçüde varmak isteyenler için dilimizde başka seçenekler bulunduğunu ben şahsen bilmiyorum. “Dirayet tefsiri” tarzındaki eserler içinde ise Fahruddîn er-Râzî’nin Tefsir-i Kebîr’ini önerebilirim. Mufassal tefsirler arasında dilimize çevrilmiş olanların başında tavsiyeye şayan gördüğüm eserler bunlar. Ancak iyi bir tefsir okuyucusu için “ille de Elmalılı Tefsiri” diyeceğim. Ve mümkünse bu eserin orijinalinden latinize edilen nüshasından gerçekleştirilen bir baskının okunmasını öneririm. Zira hiçbir sadeleştirme orijinalinin yerini tutmuyor. Keza Celal Yıldırım hocanın tefsiri ve telifi halen devam etmekte olan Rûhu’lFurkân da burada anılmalı. Ayrıca belirtmek gerekir ki, mümkün olduğunca fazla sayıda eseri karşılıklı mütalaa etmek, “iyi bir tefsir okuması” için elzemdir.
Nisbeten daha muhtasar eserler arasında ise Mahmut Toptaş hocanın çalışması, Safvetu’t-Tefâsîr ve Furkan Tefsiri anılabilir. Bütün bunların ötesinde, tefsirlerden azami ölçüde istifadenin, sağlam bir altyapıya bağlı olduğu, ayrıca vurgulanması gereken son derece önemli bir husus. Tek kanallı beslenmeyle okuduğu birkaç kitabın etkisinde kalarak “ahkâm kesenler”e hepimiz rastlamışızdır. (Bu köşenin okuyucularını tenzih ederim.) Hep hayret ederim; ben okudukça, bildiğim hususların azlığını hissetmenin altında her geçen gün biraz daha fazla ezilirken, birkaç kitap okuyan bu insanlar kısa yoldan nasıl “allame-i cihan” oluveriyor!.. Bir veya birkaç eseri – tabirimi mazur görün– “yalapşap” okuduktan sonra en çetin meselelerle ilgili köşeli laflar edenleri mi ararsınız, “bu husus Kur’an’da yok” diyerek sağlam hadislerle sabit ahkâma itiraz edenleri mi... Netice olarak müfessirlerin yaptığı gibi, sözün sonunu “Allah en iyisini bilir” diyerek bağlamayı şiar edindiğimiz sürece, okuduklarımız ve öğrendiklerimiz bize rıza-i ilahiye ulaşmada rehberlik edecektir. Unutmayalım, öncekiler, ilim öğrenmeden önce “edep” öğreniyordu...
Tefsir Okuma Kılavuzu.
T
efsir alanında çalışan biri olmam sebebiyle muhtelif vesilelerle ve farklı ortamlarda sık sık karşılaştığım bir durum beni böylesi bir yazı hazırlamaya yöneltmiştir. Benzeri durum ile başka hocalarımın da karşılaştığını biliyorum..Tabi bu sadece tefsir alanı için de geçerli değildir.Özellikle fıkıh alanında çalışan meslektaşlarımızın belki biz tefsircilerden daha fazla olarak kendi alanlarıyla ilgili kaynaklara yönelik muhtelif sorulara muhatap olduğunu düşünüyorum. Genellikle biz tefsircilere toplumun çeşitli kesimlerinden şu kabilden sorular gelmektedir: “Hangi tefsiri okumamı tavsiye edersiniz?” “Fahreddin er-Râzî’nin Tefsir-i Kebîr’inin tercümesini gördüm. Bunu edinsem daha başka tefsire ihtiyacım olur mu?” “Yakın bir dönemin insanı olması sebebiyle Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirini edinsem bana yetmez mi?” “Bende Mevdûdî’nin tefsiri var. Bu tam benim seviyeme göre. Başka bir tefsir almama gerek olmaz, değil mi?” “Ben Ömer Nasuhi Bilmen’in tefsirini okudum ama güncel pek çok probleme dair bir bilgi bulamadım, merak ettiğim ayetlerin yorumu için baktığım Seyyid Kutub ise keskin şeyler söylüyor. Bunlar hoşuma gidiyor
Doç Dr. Abdulhamit Birısık ama bu müfessir Mısır’lı ve eserini 1950’lerde yazmış. Benim şartlarıma ne derece uyar. Kafam karıştı. Ne önerirsiniz?” Yöneltilen bu soruları uzatmak mümkündür. Bu türden sorular sadece halk kesiminden değil, İmam-Hatip mezunlarından, hatta İlahiyat öğrencilerinden ve mezunundan da geliyor. Peki, bu sorulara nasıl bir cevap vermek gerekir. Soruların cevaplarının geçiştirilmemesi ve konunun da açıklığa kavuşabilmesi için asr-ı saadete kadar gitmemiz, oradan biraz bilgilenmemiz, tarih içinde dolaşmamız sonra da günümüze gelip bazı değerlendirmeler yapmamız gerekecektir. MESELENİN KAYNAĞINA GİTMEK Yüce Allah’ın insanlığa gönderdiği son kitap olması sebebiyle Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Âdem’den başlayarak çok sayıda peygamberin hayat hikayesi, kavimlerinin davranışları; itaatkarlar ile âsilerin durumu, başlarına gelenler ve kıyâmet gününde karşılaşacakları âkıbet ayrıntılı olarak anlatılır. Az sayıda Peygamber’e kitap ve sahife verilmiş, diğer peygamberler ise kendilerinden önce gelen peygamberlerin dinlerini ve şeri-
atlerini uygulamışlardır. Kendilerine kitap verilenler veya önceki kitaplara tabi olan peygamberler kitaplardaki bilgileri nakletmiş, onu açıklamış ve kavimlerine yol göstermişlerdir. Bununla birlikte Allah onlara ilahi kitaplarda yer almayan bilgileri de vahyetmiş, vermiştir. Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Nuh’un (a.s.) diliyle mealen şöyle buyurulur: “Size, Rabbimin mesajlarını (risâlât) iletiyorum, size öğüt veriyorum ve ben Allah’tan gelen vahy ile sizin bilmeyeceklerinizi biliyorum.” (el-A’râf 7/62). Diğer bir âyet ise herhangi bir kitabı ve sahifesi olduğuna dair bir bilgi bulunmayan Nûh’un vahiy aldığı gösterilir: “Ayrıca Nuh’a şöyle vahyettik: “Bil ki kavminden şimdiye kadar iman etmiş olanlardan başka artık kimse iman etmeyecektir. Onun için yaptıkları şeylerden dolayı kederlenme. Bizim gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap. Zulüm yapanlar hakkında da bana bir şey söyleme. Çünkü onlar kesinlikle suda boğulacaklardır. (Hûd 11/36-37)” Hûd aleyhisselâm ise şöyle buyurur: “Size Rabbimin mesajlarını (risâlât) iletiyorum ve ben sizler için güvenilir bir öğütçüyüm.”
-4-
(el-A’râf 7/68) Şuayb peygamberin (a.s.) söyledikleri de paralellik arz eder: “Şuayb onlardan öteye döndü ve: «Ey kavmim, Allah biliyor ki, size Rabbimin mesajlarını (risâlât) ilettim, size öğüt de verdim; şimdi kafir kavme nasıl acırım?» dedi.”(el-A’râf 7/93) Bu ayetlerden ve benzeri naslardan anlaşılan şudur. Allah elçi olarak seçip gönderdiği peygamberlerini insanlara yön vermeleri için sürekli olarak vahyi ile desteklemiştir. Dikkat edilecek olursa yukarıda adı geçen Nûh, Hûd ve Şuayb peygamberler kendilerine kitap veya sahife verilmeyen peygamberlerdendir. Ancak buna rağmen Allah onları vahyi ile desteklemiş sürekli bilgilendirmiştir.
-5-
Allah Muhammed aleyhisselamı peygamber olarak seçtiğini göstermek için Alak sûresinin ilk âyetlerini ona Cebrâil vasıtasıyla gönderince ve belli bir aradan sonra vahiy akışını hızlandırınca Resûl-i Ekrem gelen âyetleri kendisine iman edip müslüman olanlara duyurmuş, onlar açısından kapalı gelen âyetlerden bazısını ise açıklamıştır. Biz Kur’ân’ın ne kadarlık bir kısmının Resûlullah (s.a.) tarafından açıklandığını bilmiyoruz. Buna rağmen onun doğrudan yaptığı tefsirlerin oldukça az olduğunun en açık delili sahih hadis kitaplarında yer alan rivayetlerdir.
kısmının onun tarafından sözlü olarak açıklandığı veya bize intikal edenlerin bu kadar az olduğunu görmekteyiz. Nitekim Hz. Âişe bize şu bilgiyi verir: “Resûlullah (s.a.) Allah’ın kitabından Cibril’in ona öğrettiği miktarda tefsir ederdi”[1] Bu hadis bize onun tefsirlerinin hem ilahi bir kaynağa ve kontrole dayandığını hem de çok fazla olmadığını göstermektedir. Rivayet tefsirlerinin ilklerinden olan Taberî’nin (ö. 310/922) Câmi’u’l-beyân adlı tefsirinde bulunan merfu veya merfu hükmündeki rivayetlerin sayısı 3000 kadardır. Bu, tefsirdeki toplam rivayetlerin % 7.8’i demektir.
Bu rivayetlere bakıldığında Kur’ân’ın ancak %5’lik gibi az bir
Benzer durum İbn Ebû Hâtim’in (ö. 327/938) tefsiri için de geçerli
olup Hz. Peygamber’e ulaşan rivayetlerin oranı % 4 kadardır[2]. Süyûtî’nin de Hz. Peygamber’in Kur’ân’ın az bir kısmını tefsir ettiğine dair kanaati vardır[3] Resûl-i Ekrem’in Kur’ân tefsirini sadece sözlü açıklamalar ile sınırlandırmamak gerekir. O Kur’ân’ı yaşayarak tefsir etmiştir. Sahabe de bu sebepten olacak ona çok fazla soru sormamış, onu izlemekle Kur’ân’ın anlaşılması ve yaşanmasına dair pek çok problemine çözüm bulmuştur. Hz. Peygamber’in fiil ve davranışları yine sahih hadis kaynaklarında bize intikal etmiştir. Ancak onun hangi davranışının, fiil veya takririnin hangi âyetin yorumu için kullanılabileceğini kestirmek özel bir araştırma ve çabayı gerektirmektedir. İslam âlimleri bu konularla ilgili de eserler yazmışlardır. Resûl-i Ekrem’in neden Kur’ân’ın az bir kısmını tefsir ettiğine dair kanaatimizi birazdan ifade edeceğiz. Kur’ân-ı Kerîm derinliğine incelendiğinde onda Kur’ân’ın ilk muhataplarının ayrıntısını anlamaktan aciz kalacağı pek çok bilginin olduğu görülür. Onların anlamaktan aciz kalacağı hususları Resûlullah’ın (s.a.) açıklaması ise makul bir davranış olmazdı, nitekim o böyle bir şey yapmamıştır. Rûhun mahiyetini soranlara Allah’ın vahiy yoluyla verdiği cevap da (el-İsrâ 17/85) bir açıdan bunu göstermektedir. Sahabenin ayrıntısını anlamakta aciz kalacağı âyetlerin daha çok güneş, ay, yıldız, sema, canlılar, insanın yaratılış evreleri gibi hususlardan bahsedenler olduğu görülür. Ancak ilk müslümanlar bu konuları ihtiva eden ayetleri okuduklarında verilen bilgileri
Allah’ın ilim, kudret ve hikmeti ile ilişkilendirerek tatmin olmuşlar ve böylece problemsiz olarak işin içinden çıkmışlardır. Mesela “Allah O’dur ki gökleri, sizin de görüp durduğunuz gibi, direksiz yükseltti. Sonra da Arşının üstünde kuruldu. Güneşi ve ayı hizmet etmeleri için sizin emrinize verdi. Bunlardan her biri belirli bir vakte kadar dolaşmaktadır. Bütün işleri O yönetir. Âyetleri size açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza iman edesiniz.” mealindeki âyet (er-Ra’d 13/2) göklerin direksiz olarak yükseltildiğini ifade eder. Araplar Kur’ân’ın indiği dönemde bunu kendilerine göre anlamlandırmış ve konuyu kendi dünyalarında çözmüşlerdir. Çünkü onlara göre bir kuşu havada uçuran Allah gökleri de direksiz olarak dikebilir. Bu Allah için hiç de zor değildir. Tekrar özetlemek gerekirse Resûlullah (s.a.) Kur’ân’ın her bir yerini bütün ayrıntısı ile açıklamamıştır. Bazı taleplere de zaten olumsuz cevap vermiş ve eski kavimlerin çok soru sormaları sebebiyle helak olduklarını ifade etmiştir[4]. Bu noktada Kur’ân-ı Kerîm Resûl-i Ekrem’e destek verdiğini de görmekteyiz (el-Bakara 2/108; el-Mâide 5/51; el-A’râf 7/187). Sahabeden başlayarak Kur’ân âyetlerinin yorumu için çokça söz söylendiğini görmekteyiz. Gerçi sahabe de bir âyetin tefsirinde sebeb-i nüzûlu, Resûl-i Ekrem’den gelen bir bilgiyi ve Arap dilinin imkanlarını kullanmaktan öte fazla bir şey yapmamıştır. Ashaptan bazıları ise Resûlullah’ın (s.a.) naklinde beis görmediği isrâiliyâtı kullanmışlardır. Bir âyetle ilgili çok sayıda sahabeden farklı bilgi-
ler gelmesi, kelimelerin farklı kabilelerde başka başka anlamlarda kullanılması bu dönemde bilginin artmasına sebebiyet vermiştir. Tâbiûn döneminde ise İslâm coğrafyasının iyice genişlemesi ve farklı milletlerin İslâm toplumuna katılması Kur’ân tefsiri için kullanılan bilgilerde çeşitlenmeye sebebiyet vermiştir. Ancak geçen zaman içerisinde Kur’ân tefsiri daha fazla öznelleşmiş, kişiselleşmiştir. ÇÖZÜME YAKLAŞMAK Kur’ân-ı Kerîm evrensel bir kitaptır, ama hiçbir tefsir evrensel değildir. Bu açıdan bakıldığında Resûl-i Ekrem’in yaptığı tefsirlerin büyük bir kısmının da evrensel olmadığı, açıklamalarında kendi toplumundaki insanların ihtiyaçlarının merkeze alındığı görülür. Bu durum yadırganmamalıdır. Yukarıda da arz ettiğimiz gibi bu sebepten Resûlullah (s.a.) Kur’ân’ın tamamını sözlü olarak tefsir etmemiş, bir kısmının tefsirini ve anlaşılmasını zamana bırakmıştır. Eserleri ve tefsir rivayetleri günümüze kadar ulaşan ilk dönem müfessirlerinin yorumları incelendiğinde gerek kelime tahlillerinde gerekse âyetlerin bütüncül açıklamasında dönemlerinin şartlarının dikkate alındığı görülür. Hatta bu noktada bir kısım ilk dönem müfessiri kendilerini dönemlerinin problemlerine öylesine kaptırmışlardır ki yazdıkları tefsirler bizim tarafımızdan “mezhebî” gibi bir kategoride değerlendirilmiştir. Çünkü o eserlerde kendi zamanlarında tartışılan konular merkeze alınmıştır. Harici, Şiî, Sünnî, mu’tezilî, mürciî, kaderî, mutasavvıf diye tanımlanan zevatın ilk asırlarda telif ettiği onlarca tefsir
-6-
yukarıdaki niteliklerin bir kısmını ihtiva etmektedir. Mahiyeti itibariyle evrensel olmayan eserlere Kur’ân’ın kendisi gibi bakmak çok büyük bir yanılgıdır. Tekrar başa dönecek olursak bizlere sorulan soruların cevapları da burada yatmaktadır. Evrensel olmayan eserlerden her birinin dinde olmazsa olmazlar yerine konması ve birinin alınıp diğerlerinden müstağnî kalınması doğru olmaz. Halkımız, eğitim seviyeleri ne olursa olsun tefsirleri bilgi kaynakları olarak görmelidirler. Bu takdirde Fahreddin er-Râzî’nin, Kurtubî’nin, Şevkânî’nin, Elmalılı Hamdi Efendi’nin, Seyyid Kutub’un, Mevdûdî’nin ve Süleyman Ateş’in tefsirleri bizi Kur’ân’ın âyetlerini açıklama bakımından mutlak doğrulara götürmez. Getirilen yorumlar doğrudan Kur’ân’ın başka bir âyetinden açık referans almıyorsa, mana ve delaleti açık olan bir hadîse dayanmıyorsa ve aklın şaşmaz ilkelerinden kaynağını almıyorsa indîdir, görecelidir, doğruluk ve yanlışlık bakımından orta yerdedir. Ancak burada bir hususu daha açıklamamız gerekir. Müfessirlerimizin tamamını aynı kefeye koymamız da mümkün değildir. Bir kısmı gerçekten ilimde bir umman iken bir kısmı ummana ulaşmaya çalışan küçüklü büyüklü nehirler gibidirler. Bu vadide adına tefsir kitabı denilen bir eser hazırladığı halde ilimden hiçbir behresi olmayan kimselerin de varlığı unutulmamalıdır. Bunların niyetleri kendilerini ilgilendirir ama yeterli bilgi ve yetişmişlik olmadan tefsir yazmaya, Allah’ın âyetlerini yorumlamaya kalkışmalarının en azından gaflet olduğunu ve yaptıkları işin
Allah’ın kitabını tahrif anlamına geleceğini bilmeleri gerekir. Zira Hz. Peygamber Kur’ân hakkında bilgisizce konuşanları cehennem ile tehdit etmiş, Kur’ân hakkında kendi re’yi ile söz söyleyen kimsenin isabet etse bile hata ettiğini bildirmiş, başka bir rivayete göre de kâfir olacağını (fe kad kefera) söylemiştir[5]. Zaten bu ve benzeri uyarılar sahabenin ve tâbiûn dönemindeki müslümanların tefsir konusuna biraz mesafeli durmalarını sonuç vermiştir. Mesela Hz. Ebû Bekir’e bir gün “ve fâkiheten ve ebben” âyetinin (Abese 80/31) manası sorulmuş o da “Allah’ın kitabına dair bir şeyi kendi fikrime göre tefsir eder veya bilmediğim halde söylersem hangi yer beni üzerinde taşır veya hangi sema beni gölgelendirir?!” demiştir[6]. SONUÇ Kur’ân tefsirlerinin sahipleri, (1) Kur’ân’ın kendi bütünlüğüne ve kendi kendisini tefsir ettiğini hesaba kattıkları, (2) Kur’ân’ın ilk ve en yetkin müfessiri olan Resûl-i Ekrem’in söz, fiil ve takrirlerini hakkıyla kullandıkları, (3) iyi niyet taşıdıkları, (4) Kur’ân’ı anlama ve yorumlama için gerekli ilmî birikime sahip oldukları, (5) Kur’ân’ı tefsir ettikleri dönemdeki insanların şartlarını bildikleri ve (6) ciddi bir emek ortaya koydukları takdirde eserleri insanımızın ufkunu açacak ve onu Kur’ân’ın engin bilgi denizi içine çekecektir. Yukarıdaki şartları yerine getirdiği halde her bir tefsirin belli bir miadının ve kullanım tarihinin olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır. Hiçbir tefsir bütün yorumlarıyla
-7-
kıyamete kadar mer’î ve geçerli olamaz. Bazı ortak bilgiler hangi tefsirde olursa olsun o geçerlidir. Ancak yorumlar ve çıkarsamalar zamanla eskiyebilir ve yerine yenisi konabilir. Bu, Kur’ân-ı Kerîm’in “nereye çekersen oraya giden bir kitap” olması anlamına gelmez, aksine onun her devirde yeni bir açılım yapan ve insanların ihtiyacını gideren bir mahiyete sahip olduğunu gösterir. Tefsirleri Kur’ân’ın yerine koymadığımız takdirde yukarıda 6 şartı taşıyan her tefsiri kullanılabilir, okuyabilir ve başkalarına tavsiye edebiliriz. Ama yine de okuyucuların yaşayan müelliflerden, ilim adamlarından ve konunun mütehassıslarından yararlanması faydalı olur. Çünkü kitaplarda binlerce okuyucunun beklentisinin ve şartlarının hesaba katılması, algılarının dikkate alınması çoğu kere mümkün olmaz. Allah en iyisini bilir. [1]Taberî, Tefsîrü’t-Taberî: Câmiu’lbeyân an te’vîli âyi’l-Kur’ân (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî), Riyad 1423/2003, I, 79, 83; İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Kur’âni’l-‘azîm (nşr. M. İbrahim Benna v.dğr.), İstanbul 1984, I, 18. [2] M. Akif Koç, İsnad Verileri Çerçevesinde Erken Dönem Tefsir Faaliyetleri: İbn Ebî Hâtim Tefsiri Örneğinde Bir Literatür İncelemesi, Ankara 2003, s. 107. [3] Süyûtî, elİtkân fî ‘ulûmi’l-Kur’ân (nşr. Said el-Menduh), Beyrut 1416/1996, III-IV, 473. [4] Buhârî, “İ’tisâm”, 2, 3; Müslim, “Hacc”, 412; Tirmizî, “İlim”, 17.[5] Tirmizi, “Tefsir”, 1; Taberî, I, 7173; İbn Kesîr, a.g.e., I, 15-16. [6] bk. Taberi, a.g.e., I, 72; İbn Kesir, a.g.e., I, 16.
Çağın dini Hümanizm.
H
Cemil Meriç
ümanizm, Avrupalı için kaybettiği dinlerin, yıktığı inançların yerini alan bir put. Hümanizm bir aydın hastalığı ama kimse bu izmin hudutlarını çizemiyor. Diyorlar ki hümanizm, insanı mükemmelleştirmek, varabileceği en yüksek irtifaa yükseltmek yani gerçek insan, kamil insan yapmak. Yalnız örnek kim olacak? Sokrat mı, Vinci mi, Erasmus mu, Goethe mi? Nietzsche’nin ideali insan-üstü idi; yakın tarihin kanlı tacidarları bu rüyanın ne kadar tehlikeli olduğunu ispat ettiler. Carlyle’in kahramanlarına gelince onlar da mazide yaşayan veya yaşandığı farz edilen birer gerçek veya tecrid. Hümanizm insanın tanrılaştırılmasıymış, hangi insanın, feylesofun mu, kozmonotun mu, yığının mı? Hümanizm, saltanatının sarsıldığını anlayan kilisenin de bayrağı. Gerçek hümanist biziz diyen Pierre l’Hermite’lerin, Ignace de Loyola’ların torunları kanlı pençelerine ipek eldivenler geçirerek insanoğlunu kardeşliğe çağırıyor. Yürekten inanıyorum ki geleceğin dini katıksız bir hümanizm olacaktır, yani insanın bütününe saygı; hayat ahlaki bir değer taşıyacak, kutsileştirilecek yüceltilecek. Yarının başlıca kanunu güzelim
insanlığa özen göstermek. Belli bir şekle bürünmeyecek bu inanç, hizipler ve tarikatlar gibi kimseye kapalı olmayacak. Akıldan başka kılavuz tanımayan, gizli remizleri, tapınakları, rahipleri bulunmayan, kiliseler dışı dünyada gönlünce yasayan geniş ve hür ilim.. iste insanlığı kanatlandıracak biricik inanç”
içinde eritmeyen paganizm, hürriyetti, direnişti. Nas’ların çelik korsasından kurtulup kilisenin duvarları dışına fırlamak hem cazip hem de tehlikesizdi. Kendi mazisine sığınıyordu batı; manevi mirasını yeni baştan inceliyor, o metruk hazineden el değmemiş mücevherler derliyordu. Antikite hem kendisiydi hem başkası.
(Renan, İlmin Geleceği)
İnsan Hıristiyanlığın posalaştıramadığı bir düşünceyle yakından temas ediyordu. Vesayetten kurtuluşdu bu, kendi kanatları ile uçmak arzusuydu. Açıktan açığa bir isyan değildi şüphesiz, çünkü Hıristiyanlık, greko latin kültürü ile hiçbir zaman göbek bağlarını koparmamıştı. Fakat nas’ların korkuluğundan atlayarak putperest dünyanın şiir ve düşünce bahçelerine açılmak yine de tehlikeliydi. Ne olursa olsun Avrupa, zincirlerini kırmak, rüştünü ispat etmek, horlanan haysiyetini kurtarmak zorundaydı. Böylece batı aydını çeşitli tahriflerle tanınmaz hale gelen Hıristiyanlığı bir yana bırakacak ve giderek kendi kendini tanrılaştıracaktır.
İmanını kaybeden bir çağın dini. Sözünü dinletmek isteyen her felsefe bu kaftana bürünmek zorunda. Marksizm’den egzistansiyalizme kadar Avrupa’nın tüm düşünce akımları hümanist. Kavramdan çok kılıf; kelime değil bukalemun: demokrasi gibi, sosyalizm gibi. Hümanizm genç bir kavram, bati dillerini 1850’den sonra fethetmiş. Ama müstağriplerimiz hemen benimsemiş kelimeyi, onlara göre Yunus’lar, Mevlana’lar, Hacı Bektaş Veli’ler su katılmamış birer hümanist. Hümanizm nedir, kimsenin tarife yanaştığı yok.(1) Kelimenin iki ayrı manası var : 1) Antikite hayranlığı. 16. asır Avrupası için bir kaçış, bir meçhulü arayıştı hümanizm. Bir egzotizm, bir yeni boyut ihtiyacı. Kilisenin yasaklarından kurtulmak isteyen Orta Çağ insanı Eski Çağ edebiyatlarına kaçtı. Ferdi cemaat
Filhakika hümanizmin ikinci manası insanlık dinidir.Kilisenin abesleriyle bunalan serazad zekalardan kimi, “tabiatta tanrı yoktur, tanrıyı yaratan insandır. Toplum kendi değerlerini gök kubbeye
-8-
aksettirmiş, beşeriyi ilahileştirmiştir”, dedi; kimi, “insanlığı kurtaracak tek kılavuz ilimdir”; ne Rab ne ibad. İnsanın yabancılaşmasıydı din, bir çeşit afyondu. Geçen asrın düşünce fatihleri Promete’yi bayraklaştırırlar, “bütün tanrılardan iğreniyorum” diyen Promete’yi. iyi ama Promete’nin iğrendiği tanrılar karanlık bir çağın kan dökücüsü, habis, zenperest mabudları değil mi? Hümanizm, Avrupalı için kaybettiği dinlerin, yıktığı inançların yerini alan bir put. Hümanizm bir aydın hastalığı ama kimse bu izmin hudutlarını çizemiyor. Diyorlar ki hümanizm, insanı mükemmelleştirmek, varabileceği en yüksek irtifaa yükseltmek yani gerçek insan, kamil insan yapmak. Yalnız örnek kim olacak? Sokrat mı, Vinci mi, Erasmus mu, Goethe mi? Nietzsche’nin ideali insan-üstü idi; yakın tarihin kanlı tacidarları bu rüyanın ne kadar tehlikeli olduğunu ispat ettiler. Carlyle’in kahramanlarına gelince onlar da mazide yaşayan veya yaşandığı farz edilen birer gerçek veya tecrid. Hümanizm insanın tanrılaştırılmasıymış, hangi insanın, feylesofun mu, kozmonotun mu, yığının mı? Hümanizm, saltanatının sarsıldığını anlayan kilisenin de bayrağı. Gerçek hümanist biziz diyen Pierre l’Hermite’lerin, Ignace de Loyola’ların torunları kanlı pençelerine ipek eldivenler geçirerek insanoğlunu kardeşliğe çağırıyor. Katolik bir tarihçi, “Hıristiyan hümanizmi, yunanlıların dini ideali ile İncil arasındaki kaynaşmanın eseridir, diyor; Yunan felsefesi Latin hukuk anlayışı ve judeo kre-
tien teoloji aynı potaya döküldü, bu haritadan çıkan ana mefhum: insanoğlunun değeridir”. (Grouset) Ya İslamiyet? Hümanizm putperest sanata karşı duyulan hayranlıksa Müslüman dünya böyle bir muhabbetten habersiz yaşamıştır. Çölde doğan İslamiyet, yunan şiirinin çılgın ve günahkar cazibesine kapalıydı. Sirenlerin şarkısını engin denizlere açılmayanlar duyamazlardı ki. İslamiyet Yunan ve Roma’dan düşünceyi almıştı, besleyici unsurları varlığına katmış, posayı bırakmıştı geriye. Unutmayalım ki karanlıklar içinde bocalayan Avrupa’ya antik çağın en büyük dahisini, Aristo’yu İslamlar tanıtmıştır, yani batı hümanizminin ana kaynaklarının biri İslamiyet’tir. Ne var ki İslam’ı Homeros da ilgilendirmemiştir, Virjil de. Cahız (772-870) için dünya şiiri Yedi Aşkı şairleriyle başlar. İslam yunan ve Latin sanatına niçin dönecekti? Ne dilde ne zevklerde ortaklık söz konusuydu. Rönesans hümanistlerinin çağdaş hümanizm üzerinde etkisi nedir? başka bir deyişle, bir Feurbach’in, bir Renan’in, bir Marx’ın dikkatini insanoğlunun muhteşem kaderine, eşsiz değerine kanatlandıran Rönesansın metin aktarıcıları mı olmuş? Onlar olmasa Comte insanlık Dinini kuramayacak mıydı? Bilemeyiz. Biz Rönesansı yaşamadığımız için mi hümanist olamadık? Evvela Rönesans tarihi bir gerçekten çok bir İtalyan miti. Düşüncede yeniden doğuş ve atlayış olmaz. İslamiyet’te kilisede yok, Allah’la kul arasında herhangi bir aracı da. İslam düşüncesi hangi baskıya karşı direnecek, bağımsızlığını kime ispat edecekti?
-9-
Hümanizm insan haysiyetine saygı, insana tabiat içinde istisnai bir değer vermekse, İslamiyet tek gerçek hümanizmdir. “Humanités” edeb, efendilik, nefse hakimiyet, mukaddese saygı ise İslamiyet ve bilhassa tasavvuf “humanités” nin ta kendisi. İnsan yalnız İslamiyet’te eşref-i mahlukattır. Bir yanıyla balçık, bir yanıyla tanrı. Feyzi Hindi’nin meşhur beyiti ile çerçevelediği muhteşem varlık: Haki, eğer bezulmeti hesdi mukayyedi, Arşı, eğer benur-i ilahi münevveri. (1)Şemsettin Sami, “insaniyete muhabbet” diyor (Kamus-u fransevi). İsmail Fenni, “devr-i teceddüd üdebasının yani elsine ve edebiyat-i atika tarafdarınının mezhebi..beşeriyete ibadet mezhebi” (Lügatçe-i felsefe) (yazarlarımıza sorsak).. Bu izm “dünyanın en namussuz sömürüsü olan burjuva sömürüsünü örtbas etmek için ileri sürülmüş bir duman perdesi” Kemal Tahir’e göre. Ergün Göze için, “insan ruhunu metafizik kaynaklardan koparan ve bu sebeple insanı vücuduna irca eden zavallı bir sistem..son aşaması: makineleşen insan”. (Bu keşmekeş nereden geliyor. Önce kelimenin kendisinden. Kemal Tahir hümanizm ile hümanitarizmi birbirine karıştırmıştır.)
Cemil Meriç’in 1980 yılında Hisar Dergisi’nde çıkan yazısı. “Hümanizm bir aydın hastalığıdır.”
İsyan Ahlâkı’yla Allah’a Teslimiyet.
D
Nihat Dağlı
üşünme’nin etimolojisi ve ‘düşünür’lerin hâlleri, yoğun ve aktif bir ‘durum’a işaret ediyor. ‘Herkes’in, ‘dışarı’nın, ‘afak’ın, ‘masiva’nın evreninde karşılaşılan soru(n) larla ‘iç’e dönülür. Dışarıda ve mekânda sürdürülen hareketten düşülerek ‘içeri’de/’iç’te başlayacak olan hareketin öznesi olunur. İnsan yürürken veya koşarken düşünmez; yürüdüğü ve koştuğu yola değil, yürümenin ve koşmanın kendisine yoğunlaşır. Düşünmeye başladığında ise, yürüdüğü veya koştuğu yoldan düşer; düşündüğünün içinde kıvrılıp kalır.
Bu sebeple hep şöyle denmiştir: “Durup düşünmek lazım.” Evet, düşünmek için durmak gerekiyor. Böyledir ki, bugün de söyledikleri ve yazdıkları üzerinde düşünmeye devam ettiğimiz soy isimlerin (düşünür ve mütefekkirlerin) ayırıcı özelliği, fildişi kulelerinde yalnız başlarına bir hayat yaşamış olmalarıdır. Sırlı, derin, her bir kuytusunda hikmet olan bir hayat... Bu öyle bir hayattır ki, karşılığı, açılımı ve pratiği çok az görünmüştür. Yaşanacak bir şey olmaktan çok ancak üzerinde düşünülebilecek bir hayattan bahsediyoruz; aksiyona dönüşmemiş, sadece ikame edilebilmiş bir hayat... Ehl-i irfan ve hakikatin hayatları böyledir. Söylenegelmiş ve altı çizilmiş bir husustur bu; hem mütefekkir hem aksiyoner olabilmiş çok az insan vardır. Mütefekkir ‘düşünce’siyle kalmış, aksiyoner ise ‘hareket’iyle... Türkiye’de de bu böyle olmuştur. Düşüncesini ‘hareket’inde görünür kılmış veya ‘hareket’inin teorisini oluşturmuş insan sayısı fazla değildir. “İsyan Ahlâkı” teziyle Sorbon’da doktora yapan ilk Türk unvanı alan Nurettin Topçu, az rastlanan bu ‘mütefekkir-aksiyoner’lerden biridir. Anadolu’nun kodlarına sahip Erzurumlu bir baba ve Erzincanlı bir annenin oğlu olarak İstanbul’da doğan
Topçu’dan bize kalan ‘külliyat’ın/ düşüncenin merkezinde ‘hareket’ vardır. Bu ‘hareket’, işaret ettiği ‘iradey’le var olur; ‘irade’yse, insanın içine doğduğu tabiatı, mekânı, tarihi ve sosyolojiyi, yani kendini aşması mânâsına gelir. İnsan ancak üst bir değer olan Küllî İrade’nin muradına uygun olarak tabiatına, içine doğduğu sosyal determinizme isyan ederek var olabilir. Bunu ‘isyan ahlâkı’yla kavramsallaştıran Topçu, insanın nefsine, içtimaiyatın bir gereklilik olarak sunduğu kurguya isyan ederek Allah’a teslim olmasını öngörür. İsyanı şöyle tanımlar: “İsyan, fertte ve onun ihtirasında, kâinatın ve kendisinin hiçliğini ortaya koyan küçümseme; insanın içindeki sonsuzluk iradesinin, nefsin sefaletleriyle ihtiraslarına ve bunlardan doğan zulümlere karşı ayaklanmasıdır.” Nurettin Topçu’nun ‘isyan ahlâkı’nın ve ‘hareket felsefesi’nin arkasında tasavvuf araştırmacısı ve şarkiyatçı Massignon ile iki metafizikçi filozof Brondel ve Bergson vardır. Hiç şüphesiz Topçu’yu sadece bu üç filozofun sentezi olarak göremeyiz. Zîrâ onun bir ayağı hep Anadolu’ya basmış, Anadolu kendisi için kurucu ruh olmuştur. İçine doğduğu kodlarla şekillenerek Fransa’ya gitmiş, orada ikame ettiği yeni ‘ben’le Anadolu’ya dön-
- 10 -
müştür. Döndüğünde kafasında bir sürü problem vardır, dolayısıyla bedbindir. Durumunu çocukluk arkadaşına açar. Mürit ve dost Mehmet Sırrı Tüzeer, şeyhinden Topçu için müsaade ister. Bekkine Hazretleri, Topçu’nun arkadaşı kendi müridi Tüzeer’e, “Evlâdım”
der; “kâfiri getir ama kibirliyi getirme.” (Bu şu mu demektir?: Kibirli “olmuş” zannı içindedir ve “oldurmak”la misyonlandığını sanır; “kulaksız” olduğundan, hiç kimseyi ve hiçbir şeyi dinlemez.) Fransa’dan bir felsefe doçenti olarak Türkiye’ye dönen Topçu, Bekkine Hazretleri’nin rahle-i
tedrisinde aydınlanmış bir zihne ve kalbe kavuşarak ömrünü ve ‘hareket’ini bereketlendirir. Ancak tek partiyle idare edilen ve ruhuyla kavgalı o günkü Türkiye’de Topçu gibi mütefekkir ve aksiyoner bir zihin kabul görmemiş, bir felsefe doçentiyken üniversitede hoca de-
ğil liselerde öğretmen olabilmiştir. Bunu hiç problem yapmamış, bir mabede girer gibi liselerdeki öğretmenliğini sürdürmüştür. Bir yandan öğretmenlik yapmış, diğer yandan dâhil olduğu dost meclislerini bir plâtforma dönüştürmüş; konuşmuş ve yazmıştır. Yayına hazırladığı Hareket dergisinde felsefesinin açılımını yapmış, za-
- 11 -
manla bu dergi bir mektep olmuş, bu mektepte bir araya gelenlerin etrafında ‘hareket’ ete kemiğe bürünmüştür. Kısa süren bir evlilikten sonra hep bekâr kalmış, düşünerek ve yazarak kurduğu ‘hareket’i hayat edinmiş, para ile alınamayan bir miras bırakarak da vefat etmiştir. Şimdi ondan kalan bir külliyat ve bu külliyata içkin ruhu ışıldatan isimler, yayınevleri ve dergilerle insanı, varlığı, ülkeyi daha iyi okuyabiliyoruz. Hüseyin Karaman’ın Kaynak Yayınları’nın Biyografi serisinden çıkan “Nurettin Topçu” isimli kitabı, yukarıda işaret etmeye çalıştığımız Nurettin Topçu’ya dair toplu/özet bir çalışmadır. Kitabın birinci bölümünde Topçu’nun hayatı ve şahsiyeti anlatılıyor; ikinci bölümünü eserleri ve eserlerinden alıntılar oluşturuyor; üçüncü bölümünde ise, yolu Topçu ile kesişmiş şahsiyetlerden değerlendirmeler aktarılıyor. Özet olarak bu çalışmadan şunu anlıyoruz: Nurettin Topçu ismi ve külliyatı, insan ve uygarlık krizinin analizini yaparken, bu krizi aşacak insana ve ‘Yarınki Türkiye’ye de işaret ediyor. Topçu’dan kısacık bir alıntı: “Yarınki Türkiye’nin kurucuları, yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül verecek, sabırlı ve azimli, lakin gösterişsiz ve nümayişsiz çalışan, ruh cephesinin maden işçileri olacaklardır. Bu ruh amelesinin ilk ve esaslı işi, insan yetiştirmektir.” Bu iktibasta altı çizilenlerin, Topçu’dan okuyacakları çok şey var.
Dördüncü Boyuta Şiir Yazan Adam; Necip Fazıl Kısakürek.
Ç
Semih Çelik
ağının, bedeninin ve ruhunun yalnızı… Yıllarca aradı; kâh hakikatin uzağında kâh kıyısında kâh içinde olarak… 1904’te İstanbul’da Çemberlitaş taraflarında dört katlı, ahşap, büyük bir konakta doğduğunda doktorlar yaşamaz demişlerdi. Kafası gövdesinden büyük, bu çilekeş adam; kelimeleri, eşyayı, zamanı, mekânı ve oluşu bilinen yüzleri ile yaşamakla kalmayacak, onların ötesinde, özünde ve üstündeki sırrı ve hakikati de yaşayacak ve dördüncü boyutun şiirini söyleyecekti. Kimdi bu adam? Duygu yüksekliğinin zirvesine çıkan, hayal âleminin sınırlarını zorlayan, görünenin ardını araştıran, yaşamayı yazmakla özdeşleştiren, eşyaya ruh veren, eşine az rastlanan üstün sezgi yeteneği, tasavvufi düşüncedeki enginliği ve metafizik derinliğiyle yarını fetheden bu adam; eserleri, fikirleri, şiirleri ve hayatı ile Türk edebiyat tarihine damgasını vuran Necip Fazıl Kısakürek’ti. Kelimeler manâlara giydirilen kalıplardır. Bazıları sözü bedene elbise gibi giydirirken, bazıları da cesedin üstündeki deri misali solgun bırakırlar. Necip Fazıl, dili
bedene elbise gibi giydirmişti. O, konuşurken ve yazarken manâlar adeta özgürlük çığlıkları atar, düşünceler boşalan bir çağlayan gibi hürriyetine kavuşurdu. Kimisi için Necip Fazıl, geleneksel Türk şiirinin söyleyiş imkânlarını modern şiirin biçimleriyle tekrar çoğaltmasını bilmiş, duru Türkçe’nin temsilcisiyken, bazısı için o, birey olma kaygısını tasavvufi arayışının potasında eritebilmeyi başarmış bir zekâdır. Fakat hangi yönden yaklaşılırsa yaklaşılsın Necip Fazıl, Türk edebiyatının temel taşlarındandır. Necip Fazıl’ın sanat ve mücadele serüvenini anmaksızın vücuda getirilecek her Türk edebiyatı tarihi çalışması yarımdır, eksiktir. 1915 yılında annesinin hastalığı yüzünden ailesiyle birlikte Heybeliada’ya taşınan Necip Fazıl’ın şair olmaya karar vermesi de o yıllarda gerçekleşecektir. Hastane günlerini ve şair olmaya karar verdiği hastane odasını Çile isimli şiir kitabının önsözünde şöyle anlatır: “Şairliğim on iki yaşımda başladı. Bahanesi tuhaftır:
Annem hastanedeydi. Ziyaretine gitmiştim... Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük ve eski bir defter... Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde... Haberi veren annem, bir ân gözlerimin içini tarayıp: - Senin dedi; şair olmanı ne kadar isterdim! Annemin bu dileği bana, içimde besleyip de on iki yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetimin ta kendisi... Gözlerim, hastane odasının penceresinde, savrulan kar ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararımı verdim: - Şair olacağım! Ve oldum. O gün, bugün, şairliği küçük ve âdi hasisliklerin üstünde gören, onu idrâkin en ileri merhalesi sayan ben, bu küçük ve âdi bahaneyi hiç unutmadım.” (Necip Fazıl Kısakürek, Çile, “Takdim, Şiirlerim ve Şairliğim”, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, Mart 2004, s. 9-10.) İmzası, yaşından fazla kitabın kapağını süsleyecek, henüz yirmi
- 12 -
dört yaşındayken “Kaldırımlar Şairi” olarak şöhretin zirvesine çıkacak, 26 Mayıs 1980’de Türk Edebiyat Vakfı tarafından Sultanü’ş Şuara yani “Şairler Sultanı” beratıyla ödüllendirilecek ve 60 yıl boyunca adeta durup dinlenmeden başta şiir olmak üzere tiyatro, hikâye, roman, makale, fıkra gibi değişik türlerde şaheserler ortaya çıkaracak edebi yaşamı işte bu tuhaf bahane ile başlamıştı. Şiiri “Mutlak hakikati aramakta, fevkalâde sarp ve dolambaçlı fakat kestirme ve imtiyazlı bir keçi yolu” olarak gören Necip Fazıl, sadece şiir yazan biri olarak kalmamış aynı zamanda şiirin mahiyeti üzerinde de çalışmıştır. 1946’dan itibaren İdeolocya Örgüsü başlıklı seri yazıları arasında yer alan, Büyük Doğu Dergisi’nde kısım kısım çıkan ve daha sonra Sonsuzluk Kervanı (1955) isimli şiir kitabı içinde bir araya getirilen Poetika bölümünde Necip Fazıl, şiirin ve şairin hususiyetlerini, niceliklerini ve niteliklerini toplam 14 bölüm halinde teferruatlı bir şekilde anlatmıştır. Poetika’nın Şiir başlığını taşıyan ikinci bölümünde Necip Fazıl, şiiri mutlak hakikat olan Allah’ı arama çabası olarak gördüğünü belirtir: “Şiir nedir suali çok eski ve pek çetin... Bu sual, insanoğluna, (Aristo)dan bugüne kadar duman kıvrımlarındaki muadelenin tesbiti kadar zor göründü. Bu yüzden gayet âdi laflar ettiler. (Aristo)dan (Pol Valeri)ye kadar bütün poetik fikirciler, ya sahilsiz bir tecrit
denizinde boyuna açıldılar; yahut aşağının bayağısı birtakım kaba tekerlemelere düştüler. Hepsi bu kadar... Ve şiirin ne olduğu, her büyük mefhum gibi meçhûl kaldı. İlk poetika fikircisi (Aristo) ya göre, şiir, eşya ve hâdiseleri taklitten ibarettir. Sonunculara göre ise (Valeri vesaire) kaba bir his âleti olmak yerine, girift bir idrâk cihazı... Baştakilere göre şiir, en basit ve umumî temayül içinde zaptedilmek istenirken, sonunculara göre, hususî kalıplar içinde fikrin tahassüs edâsına bürünmesi şeklinde tarif edilmek isteniyor. Bu tariflerin başında ve sonunda, şiiri merkezleştiren haysiyetli bir muhit ile şiir muhitini kuran ulvî merkezden bir eser yoktur. Bizce şiir, mutlak hakikati arama işidir. Eşya ve hâdiselerin, bütün mantık yasaklarına rağmen en mahrem, en mahçup, en nazik ve en hassas nahiyesini tutarak ve nisbetlerini bularak mutlak hakikati arama işi...” (a.g.e., s. 472-473.) Hece veznini yeniden ayağa kaldıran, Türkçe’nin imkânları içerisinde yeni söyleyişler yakalayan, hudutsuz ve girift şiir anlayışıyla Türk edebiyatına yeni bir renk getiren Necip Fazıl’ın dehası bütün sanat çevrelerince kabul edilmiş ve devrin önemli isimlerinin iltifatına mazhar olmuştur. Necip Fazıl, edebiyat dünyasında karanlığı delen bir yıldız gibi parlarken aynı zamanda kendisine de aşırı güven duyar ve büyük bir sanatkâr olduğuna inanırdı. Bu husus çoğu zaman onun kusurlu tarafı olarak sayılmıştır. Necip
- 13 -
Fazıl’ın kendisine duyduğu aşırı güven, atak üslûbu ve cesaretiyle birleşince ortaya ince nükteler ve düşündürücü latifeler çıkar: Dostlarından biri, bir gün Necip Fazıl’a dünyanın bütün dillerinde aynı oranda önemli kelimeler olup olmadığını sorar. Necip Fazıl gayet ciddi bir yüz anlatımıyla dostuna döner ve cevap verir: - Evet, var: Necip Fazıl. Kendi deyişiyle “anlaşılmadan benimsenmek”le “tanınmadan dışlanmak” arasına sıkışan bir yalnızlık kesitindeki yaşamı, onun için daima sırlarla dolu Mayıs ayında bir gece (25 Mayıs 1983) yatağında doğrulup, bal rengi gözlerini pencereden dışarıya, derin karanlığa dikmesi ve pembeden daha kırmızı dudaklarının hafifçe kıpırdayıp: “Demek böyle ölünürmüş!..” cümlesini söylemesi ile son buldu. Dördüncü boyuta şiir yazan adam, doğduğu gün olan 26 Mayıs Perşembe günü büyük bir cenaze merasiminin ardından Eyüp sırtlarında toprağa verildi. Ama bu son, onun için son değil, aksine şiirinde yıllarca aradığı mutlak hakikate ulaşmanın yeni bir başlangıcıydı. Necip Fazıl, geride bıraktığı dev külliyatıyla, ömrünü verdiği fikir mücadelesiyle, siyasi ve tarihi incelemeleriyle, aksiyonuyla, şiir anlayışıyla Türk fikir ve edebiyat dünyasının gündeminde ve gönlünde her zaman ön safta yer alacak, ezeli edebiyat bestesinde ebedi bir ses olarak kalacaktır.
Bu Yağmur...
N.Fazıl Kısakürek Bu yağmur... bu yağmur... bu kıldan ince Nefesten yumuşak yağan bu yağmur... Bu yağmur... bu yağmur... bir gün dinince. Aynalar yüzümü tanımaz olur. Bu yağmur kanımı boğan bir iplik Tenimde acısız yatan bir bıçak Bu yağmur yerde taş ve bende kemik Dayandıkça çisil çisil yağacak. Bu yağmur delilik vehminden üstün; Karanlık kovulmaz düşüncelerden. Cinlerin beynimde yaptığı düğün Sulardan, seslerden ve gecelerden.
- 14 -
- 15 -
Resûlullah’sız Mevlânâ düşünülemez. Röp. Ö.Tuğrul İnançer
B
izim Aile dergisinin Aralık 2007 yılında yer alan, Mevlânâ üzerine vukufiyeti üzerine tanınan Ömer Tuğrul İnançer’le Fatma Yılmaz’ın gerçekleştirmiş olduğu söyleşiyi sunuyoruz: MALÛMU ilâm nev’înden olacak ama, sizi tanıyabilir miyiz? 1946 Bursa doğumluyum. İstanbul hukuk mezunu, müzik ve tasavvuf meraklısıyım. 1971’den beri 1974 hariç, her Aralık ayında Konya’dayım. 1980’den beri resmî olarak görev aldım. 1991’de de Kültür Bakanlığı bünyesinde çalıştım. Bazen çaldım, bazen söyledim, bazen konuştum. Bu sene 28. olacak inşallah. Ayrıca
1980 yılından itibaren dünyanın pek çok yerinde Mevlevî âyininde bulundum. Bu sene Mevlânâ Yılı olması hasebiyle daha çok yerlere gidip geldim. Hz. Mevlânâ ve tasavvuf hakkında kendimce incelemeler yaptım. Allah izin verirse kitap haline getireceğim. Bunların bir kısmı ansiklopedi maddeleri olarak yayınlandı, bazıları kitap haline getirildi. Şu anda 4 kitap var. Ve bunların ana konuları tasavvuf ve hemen yanı başında müzik. Çünkü beni tasavvufa iten sebep müzik oldu. Evvelâ Batı müziği dersleri aldım. Bu derslerin sonunda hocama, “Bu müzik bana beni anlatmıyor, beni de başkalarına anlatamıyor” dedim ve Türk müziğine yöneldim. Türk müziğine yöneldikten sonra, “Bu müziğin altında başka bir şey var, bu sadece müzik değil” deyince, o şey öncelikle tasavvuf müziği olarak çıktı karşıma. “Bu müziğiyse eğer, bunun bir de kendi olmalı!” diye düşündüm ve tasavvufla tanıştıktan sonra da büyüklerimden sual sorarak bir şeyler öğrenmeye çalıştım. Hz. Mevlânâ’nın düşüncesinin temellerinden bahseder misiniz? Din olgusu, İslâm olgusu anlaşılmadan, Hz. Peygamber bilinme-
den, tasavvuf ekolleri bilinmeden Hz. Mevlânâ’nın bunların hepsinden soyutlanarak tek başına anlatılması mümkün değildir. Tasavvufsuz ve Resulullahsız bir Mevlânâ ortaya koyulmaya çalışılıyor. Kendine ait olmayan birtakım lâflar üretiliyor. Hz. Mevlânâ’yı bunlardan soyutlayarak ortaya koymak son zamanlardaki bir modadır. Mesnevî-i Şerif ’in ve diğer Divan-ı Kebir’in Mektubat, Mecalis-i Seb’a, Rubaiyat gibi Hz. Pîr’in eserlerini okuyup, üstelik de-dikkat buyurun-tercümelerini okuyup, “Hz. Mevlânâ’yı anladım!” diye ortaya çıkanlar, Hz. Mevlânâ’yı anlayamamışlardır. Anlamadıkları için de anlatamamışlardır. Bu iş çok basit zannedildiği için de anlatanların kısm-ı küllîsi de yanlış anlatmışlardır. Çok aykırı şeyler söylüyor olabilirim, ama yanlış ve yalan değil. Hz. Mevlânâ bir modadır. Bizim tasavvufumuz, Anadolu erenlerimiz Hz. Mevlânâ, Hz. Hacı Bektaş-ı Veli, Hz. Yunus Emre’den ibaret değildir. Kars’tan Muğla’ya, Hakkâri’den Edirne’ye kadar bugünkü siyasî coğrafyamızda ve eğer Türklük ise, Bosna’dan Orta Asya’ya kadar bizim pek çok büyük tasavvuf sîmalarımız vardır. Maalesef, anma törenleri
Hz. Mevlânâ’ya ve Hacı Bektaş-ı Veli’ye yoğunlaştırıldığı (ama ona çok siyaset bulaştırıldığı) için ikisi tanınıyor. Bir de Yunus Emre. Türkçe ve Farsça meselesine gelince, bunu da yanlış biliyorlar. Hz. Mevlânâ Belh doğumludur. Belh bugün siyasî sınır olarak Afganistan sınırlarında kalmış olsa dahi, orası bir Türk beldesidir. Bugün Merv, Mezar-ı Şerif gibi Türk beldeleri de Afganistan sınırları içindedir, ama Afganlıkla alâkaları yoktur. Siyaseten öyle paylaştırılmıştır. Belh şehrinde konuşulan Türklerin ana lisanı, oranın Farsçasıdır. Bugün İran’da konuşulan Pehlevî şivesiyle olan Farsça değildir. Yani Hz. Mevlânâ yabancı dilde değil, ana dilinde o eserleri yazmıştır. Ve eğer Anadolu’da, onun ailesinin geldiği zamanlarda, herkes Türkçe konuşuyor olsaydı, Karamanoğlu Mehmet Beyin, “Bundan sonra Türkçe konuşulsun” fermanı ne işe yarardı? Demek ki artık Türkçe konuşulmuyor ki, Karamanoğlu Mehmet Bey “Türkçe konuşulsun!” deme ihtiyacı duydu. Hz. Mevlânâ da ana dili olan Orta Asya Farsçasıyla yazmıştır. Maalesef, eski Türkçede (Osmanlıca) birçok eserimiz olmasına rağmen, bunlar Latinceye çevrilmediği, çevrilse de lisanı eskilerde ve yükseklerde kaldığından bugün anlayamıyoruz. Hz. Mevlânâ’nın fikirleri tercümeler üzerinden yürüyor. Bunun doğrusunu anlamak için, mutlaka özel çalışma yapmak lâzımdır. Ayrıca burada bir fıkranın yeri geldi. Baba erenlere, “Neden na-
maz kılmıyorsun?” diye sormuşlar. “Hakkında âyet var,” demiş. “Hangi âyet ki bu?” demişler. “Namaza yaklaşamayın” âyeti demiş. “İyi de o âyetin devamı var” demişler. “Ben hafız değilim, o kadarını bilmem” demiş. Dolayısıyla herhangi bir konuda bir küllden cımbızla bir şey çekip almak ve onun üzerine fikir bina etmek fevkalâde yanlıştır. Hz. Mevlânâ hakkında da bugün bu fazlasıyla yapılıyor. Hz. Şems’le olan ilişkisi hiç anlaşılmamış vaziyettedir. Bir kısım aklı başka yerde olan insanlar, bu münasebeti kendi akıllarınca süflîleştirmektedirler.
âyinleri yasaktır. Onun için başka tarikat yok zannediliyor. Ama Aralık ayında, siyasetçisiyle, gazetecisiyle, popüler sîmalarla herkes Konya’ya gittiği için Hz. Mevlânâ diğer turuk-u âliyeden daha önde zannediliyor. Ancak Batının üç Müslüman sîmaya ayrı bir teveccühü var: Rabiatü’l-Adeviyye, Muhyiddin İbni Arabî, Mevlânâ Muhammed Celâleddini Rumî. Neden bu isimler?
Çok fazla tarikat varken, insanların Mevlevîliğe ilgileri neden daha fazla? Diğer tarikatlar tanınıyor mu? Bosna’dan Orta Asya’ya kadar birçok büyüğümüz var. Bu büyüklerimizin, bir kısmının büyüklükleri, tasavvufta içtihat sahibi, yani ‘pîr’ olmalarından kaynaklanır. Bunların bir kısmı ‘pîr-i sanî’dir. Meselâ Bakü’de herkes petrol kuyularını biliyor, ama Seyyid Yahya Şirvanî’yi biliyor mu? Erzincan’da bugün türbesi zelzelelerle yer değiştiren, Fırat Nehrinin kenarındaki Ulu Cami, eski Ulu Cami olan, ama bugün yeri belli olmayan Pîr Muhammed Mollayı Erzincanî’yi tanıyor muyuz? Sivas’ta Şemseddin-i Sivasî’yi tanıyor muyuz? Onun Hz. Ebubekir hakkındaki, dört halife hakkındaki kitabını biliyor muyuz? Bu kötü bir fotoğraftır. Çünkü devlet Hz. Mevlânâ’nın tarikatının âyininin yapılmasına müsaade etmiştir. Diğer tarikatlerin
Feminizm rüzgârlarının tesiriyle Rabiatü’l-Adeviyye’ye bakıyorlar. Kendi kafalarındaki Roma putperestliği karışmış Hıristiyanlık tesiriyle—dikkat buyurun—Hıristiyanlık demedim, Roma putperestliği karışmış Hıristiyanlık tesiriyle, kendi ‘panteist’ anlayışlarıyla paralel zannettikleri Vahdet-i Vücudu en iyi anlatan, en geniş eserlerinde yer veren zât-ı şerif
- 16 -
olduğu için, İbni Arabî’ye yöneliyorlar. Doğru dürüst tetkik eden, Vahdet-i Vücudun panteizm olmadığını anlıyor, Müslüman oluyor, o ayrı mesele. Çünkü asla panteizm değildir. Parçaların birleşmesiyle bütün oluşmaz. Vahdet-i Vücud bu değildir. Vahdet-i Mevcud da başka bir şeydir. Vahdet-i Şuhud da başka bir şeydir. Biraz doktora konusu değil mi, ama mevzu bu. Bu konu gazete makalesi olacak bir mevzu değildir. Bir gazetenin orta sayfasındaki baldır bacağın yanında yayınlanacak bir haber de değildir.
bir araştırma var. İki inek üzerinde yapılmış. Biri okşanıyor ve müzik dinletiliyor. Sütünün kalitesi ve miktarı, okşanılmayan ve müzik dinletilmeyenden fazla. Bak, sevgi böyle bir şey. Ama Batı bu sevgiye çok aç. Ve onun için sevgiyi en yüksek derecede ifade ve ifa eden Hz. Mevlânâ’ya yöneliyor. Hz. Mevlânâ’nın diğer turuk-u âliye arasında herkes tarafından kabul edilen bir başka özelliği vardır. Tasavvufta bir takım olmazsa olmaz unsurlar bulunur. Bu unsurların doruk şahsiyetleri vardır. Bu aynen Hulefa-i Raşidin’e
- 17 -
Hepsi ehl-i terktir, ama İbrahim Ethem başkadır. Hepsi irfanlıdır, ama Bayezıd-ı Bestamî başkadır. Hepsi zühd-ü takva sahibidir, ama Cüneyd-i Bağdadî başkadır, hepsi yardım eder, ama Hz. Abdülkadir başkadır. Hepsi âşıktır, ama Hz. Mevlânâ başkadır. Onun için eski kitaplarda vardır; bu terk-i Ethem, zühd-ü Cüneyd, irfan-ı Bayezıd, aşk-ı Mevlânâ olmadan olmaz, yazarlar. Dolayısıyla Hz. Mevlânâ’nın böyle bir genel kabulü vardır. Mevlânâ’nın Kur’ân-ı Kerim’e bakışından biraz bahsedelim. “Bizim Mesnevîmiz birlik dükkânıdır. Kur’ân’ın anlattığı birlikten gayrı, ne görüyorsan, o puttur” diyor. Bir başka beytinde, “Ben onun (Kur’ân) ayağının tozuyum, eğer bir şeref sahibiysem onun ayağının tozu olduğum içindir ve benim hakkımda bundan başka bir söz olursa, o sözden de, o sözü söyleyenden de şikâyetçiyim” diyor. 2007 yılının Mevlânâ yılı olmasının sebebi nedir?
Batıdaki insanın en muhtaç olduğu şey sevgidir. O kadar sevgisiz bir toplum ki... Bir takım düzenler görüyorsunuz Batıda, hepsi kanun zoruyla. Çok sevgiye muhtaçlar. Hepimiz sevgiye muhtacız, o ayrı. Hollanda’da laboratuara sokulmuş ve neticeleri rakamsal olarak ortaya konulmuş
benzer. Sıddıkıyet deyince akla Hz. Ebubekir gelir, diğerleri sadık değil mi? Adalet deyince akla Hz. Ömer gelir, diğerleri değil mi? Hayâ, iman deyince Hz. Osman; ilim deyince akla Hz. Ali gelir. Peki, diğerleri değil mi? Hâşâ! İşte bunun gibi, tasavvufta zühd, irfan, terk, aşk gibi unsurlar vardır.
1973 Hz. Mevlânâ’nın ahirete teşrifinin 700. yıldönümü münasebetiyle, yine UNESCO tarafından Dünya Mevlânâ Yılı ilân edilmişti. 2007’de doğumunun 800. yılı olduğu için, 2005 yılının sonunda devletimizce, bu işi sevenlerce birtakım dosyalar hazırlandı, UNESCO’ya teklif götürüldü ve UNESCO böylesine büyük şahsiyetin dünyaca tanınması gerektiğini ve genel kültür mirası
olarak, bunu kabul etti. Tabiî 2007 yılı geçti bitti. Ama ayrıca, UNESCO’nun yeni bir kararı daha var. Bu yeterince bilinmiyor. Biliyorsunuz, UNESCO devlet tarafından veya paralı kuruluşlarca desteklenmeyip, dünya halkının kendi kültürüne asırlardır sahip çıktığı bazı değerleri tesbit edip, bunların yok olmasına mani olmakta. Mevlevî semaı dünya kültür mirası olarak tespit edildi. UNESCO tarafından koruma altına alındı. “Gel, gel ne olursan ol, yine gel. İster kâfir, ister Mecusî, ister puta tapan ol, yine gel. Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir.” Bu sözden bahsedelim biraz. Bu söz Mevlânâ’ya ait bir söz değildir. Kazvinî isimli bir şaire aittir. Ancak çok güzel sözlerdir, Hz.
Mevlânâ’nın fikirlerine uygundur. Hiçbir eski eserinde yoktur. Sadece 1925’ten sonra Mevlânâ Kütüphanesi elden geçerken kendisine ait bir kitabın, yani kendisinin yazdığı değil, bir Divan-ı Kebir nüshasının kabında, bir başka yazıyla yazılmış çok güzel bir rubaidir. En son icazetli mesnevîhanı Şefik Can, Mevlânâ’ya ait olmadığını ispat etti. Ayrıca ‘baza’ kelimesiyle başlıyor bu rubai, yani Farsça “Dön!” demek. Sen aslına dön, diyor. Çünkü insanlar sıfat-ı İslâmiye ile yaratılırlar. Sonra nefislerinin tesiriyle yanlış yola giderler. “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin” âyetinin bizim anlayacağımız şekilde bir açıklamasıdır. “Benim dergâhım ümitsizlik dergâhı değil” diyor. Burada kastedilen, “Gel, sen aslına dön. Ben seni küfre düşürmem” diyor. Yoksa şimdiki bazı insanların anlamak istediği gibi, “Pisliğinle gel,
bizi de pislet!” demiyor. Mevlânâ Hazretleri, “Biz ölünce bizim kabrimizi toprakta aramayınız. Zira biz âriflerin gönüllerindeyiz” derken hangi âlimleri kastediyor? Niyazî-i Mısrî Efendimiz diyor ki; Savm-ı salât-ı hacc ile sanma zahid biter işin / İnsan-ı kâmil olmaya lâzım olan irfan imiş. İşte o irfan sahiplerinin gönlündeyim, diyor. Onun ne olduğunu da bu mısradan anlayabiliriz. Ârifler irfan sahipleridir. İlim, irfanı geliştirmeye yardımcı olan yollardan biridir. Ama her âlim, ârif değildir. Elinden tutan ve yol gösteren olmazsa, ilmine mağrur olur. O ilim, onu tepe takla düşürür.
- 18 -
- 19 -
Yunus Emre Divan şairi mi değil mi?
Bu Ayaklar Benim Değildir Alın. Cahit Zarifoğlu bir kızın saçları seni görmek kadar sana benziyordu
D
Röp. Mustafa Oğuz
ivan şiirimizle ilgili Mustafa Oğuz’a sorduk. Oğuz, Divan şiirini bütün ihtişamıyla saltanat şiiri olarak görüyor.
mümkündür.
oysa tutarı yok denize varmalarım
Şairlerimiz için klasik şiirimiz bir hazine. Peki, farkında mıyız bu hazinenin? Yeterince istifade edebiliyor muyuz, yoksa böyle bir derdin sahibi değil miyiz? Edebiyat geleneğimizin temellerinden birisi olan Divan şiirimizle ilgili sorularımızı bu kez şair Mustafa Oğuz’a sorduk. Oğuz, Divan şiirini bütün ihtişamıyla saltanat şiiri olarak görüyor.
KALKIP bir iki kadehten sonra seni düşünmeye varıyorum
Divan şiiri sizin için ne anlam ifade ediyor?
Osmanlı gibi güçlü bir medeniyete sahip olursak ancak o zaman sürdürebiliriz Divan şiirini. Hastalıklı bir çağın böylesine güçlü ve yer yer kusursuz bir edebiyatı sürdürebilmesi mümkün müdür? Bence hayır. Sorunlarından arınmış bir Türk milleti, yine güçlü bir edebiyat ortaya koyabilir. Muhtaç olduğu kudret ise damarlarındaki asil kanda mevcuttur. Ama öncelikle buhran edebiyatından çıkıp İslam Medeniyeti Edebiyatına ayak atmamız ve orada güçlü soluklar yetiştirmemiz gerekir.
seni duymak kadar avuntulu tutsandı arkama yaslanacaktım bu ayaklar benim değildir alın mutsuz ve parasız yaşantılardan beri gemiler ayaksızlandılar bilmelisiniz salt bir o değil, tut ki siz her şeyden sonra yaşamadığınız SEN’li bir deniz görüyorsam, senli pencereler kadar güzel en iyi ussuzlanmalıyım kimselere soramıyorum bakışların ellerince uzak sen bir kez daha yoksun ya, korkmalarını ürkütüyorum işte
sarhoşluğum artıyor gibi kalkıp kentleri birleştiriyorum haritalardan yerinden bunu yaptım mı benim ahır dağlarıma denizler büyüyor ELİN YOK YA, ellerimde küçülmeler dökülmeler daha bilmem EN uygarlığım gülüyor tuttuk en gidip gelmeli yerlerinden günahlar kim ne derse desin sen miydin bak boş pencerelerini ıslansındı, denize mavi mi gerek bırak yıldız oynayalım en güzeline varsay ama en güzeline seni yakmak yıldızlar yine gelebilirken bak gitmelerine kansındı, avutsundu SEN GÖZLERİNE IRAK OLMANIN
Divan şiiri, öncelikle şiirin hasıdır. Binasıyla, çatısıyla, içiyle, dışıyla has şiirdir. Divan şiiri; sesin, ahengin, estetiğin zirvesinde duran bir şiirdir. Bütün özellikleriyle tam bir Osmanlı şiiridir. Muhteşem Osmanlı’nın muhteşem aydınının idrak seviyesinin şiiridir. Gücüyle, sanatıyla, estetiğiyle, insanı kucaklamasıyla asırlarca ayakta kalmayı başarmış Osmanlı’nın gücünü ifade eden bir şiirdir Divan şiiri. Saltanat şiiridir. Osmanlı bütün halkını huzur içinde yaşatmayı başarmıştır asırlarca. Şiirine de bu yansımıştır kaçınılmaz olarak. Orada; idrak seviyesi yüksek insanın bulacağı huzur vardır, sanat zevki vardır, duygu ve düşünceyi dile getiriş vardır. Bu yüzdendir ki Divan şiirini anlamak ancak Osmanlı’yı anlamakla
Sizce Divan şiiri bugün sürdürülebilir mi? Niçin? Nasıl?
Şiirinizde Divan şiirine mahsus hangi unsurlara yer verdiniz, yer vermek istersiniz? Yer yer biçimsel özelliklerden yararlanıp beyitler yazmışımdır ama bunlar yeterli değil ne yazık ki… Divan şiiri geleneğinden yeteri kadar beslenmediğimi itiraf etmeliyim burada. Osman Sarı’nın “Taş Gazeli”, Erdem Bayazıt’ın “Bulmak” adlı şiiri gelenekten beslenmeye çok güzel örneklerdir. Bu anlamda Divan şiirinden yararlanmak isterdim. Zaman zaman bunu yapmak isteği doğar içimde. Elime bir Divan alır okurum ama istediğim noktaya gelemiyorum pek.
En son ne zaman Divan şiiri okudunuz? Bazen işim gereği bazen estetik zevki tatmak için zaman zaman Divan şiiri okurum. Yûnus Emre Divanı el altı kitabımdır. Çoğu sabah işe başlamadan Yûnus Emre Divanı’ndan okurum bir süre. Tasavvufî derinliği olan başka şairleri de okurum. Özellikle Yûnus Emre’den okuduğum gazeller, musammat gazeller kalbime iyi gelir. “Yûnus Emre Divan şairi midir?” diyenler olacaktır hemen. Divanı olduğuna göre, mesnevi yazdığına göre elbette Divan şairidir. Bir şartla: Âşık Yunus ile Yûnus Emre’yi ayırmak şartıyla. Ne zaman kalbim bir ferahlık arzu etse şiire sarılırım. Bir de efkârlı zamanlarımda ezberimdeki beyitleri mırıldanmak bana çok iyi gelir. Severim gazelleri ezberden okumayı. Kendinize yakın hissettiğiniz Divan şairi/şairleri var mı? Neden? Nasıl? Yûnus Emre başta olmak üzere Fuzuli, Ahmet Paşa, Nedim, Nabi, Şeyh Galip, Niyazi Mısrî… Duygularımı estetik bir şekilde ifade eden Divan şairlerini severim. Kapalı anlatımı ağır basan Nâili gibi şairler dışında şair ayırımı yapmam pek. Bir de Yûnus Emre kadar olmasa da Ümmi Sinan Divanı’nı da sık sık okurum. *Bu söyleşi 28.07.2012 tarihinde dunyabizim.com internet sitesinde yayınlanmıştır
- 20 -
- 21 -
Kâbusnâme Nedir? Tarih & Medeniyet
A
nkara Savaşı’nı (1402) müteakip başlayan ve bizde “Fasıla-ı Saltanat” yahut daha yaygın şekliyle “Fetret Devri” olarak bilinen dönem,
Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı sıkıntılı zaman dilimini ifade eder. Kardeşleri arasından sivrilerek başa geçen Çelebi Mehmed, hiç şüphesiz Anadolu’daki düzeni yeniden tesis etmiş ve ardından gelen oğlu II. Murad Han da kazandığı zaferlerle Fatih’e nihayet teessüsü tam oturmuş bir devlet emanet etmişti. Tıpkı babası ve oğlu gibi büyük bir kumandan olan Sultan II. Murad döneminde, ayrıca cehalete karşı da savaş açılmış, onun saltanatında yapılan gerek te’lif ve gerekse de tercüme faaliyetlerine çok az sayıda padişah yaklaşabilmiştir. Sultan Murad’ın tercüme edilmesini emrettiği eserlerden bir tanesi de, bir başka hükümdar tarafından kaleme alınan Kābusnâme’dir.
Kābusnâme 11. yüzyılda Farsça olarak yazılmıştır. Yazarı, Keykavus bin İskender’dir ve soylu bir hanedandan gelmektedir. Dedeleri gibi zamanında padişah olup olmadığı tam açık değildir. Keykavus, oğlu Gilan Şah’a nasihatlerde bulunmuş ve bu nasihatlerini ele aldığımız eser olan Kābusnâme’de toplamıştır. Öyleyse bu kitap hem bir siyasetname, hem de nasihatnamedir. İçerisinde yılların ağarttığı saçlardan ve eskittiği bakışlardan arda kalan tecrübeler yer almaktadır. İsmi neden Kābusnâme’dir? Bunu iki yönlü cevaplandırabiliriz: Biri, yazarın ismi olan Key-kavus’a atıftır ki, kimi kaynaklarda Kavusnâme olarak da geçer. İkincisi, yazarın dedesi Kābus’a atfen, dedesinin ismiyle çoğu zaman Kābusnâme olarak da anılagelmiştir.
Kitap, Sultan II. Murad’ın emri ile Türkçe’ye kazandırıldı. Çevi-
riyi yapan ise İlyasoğlu Ahmed adında biridir. İlyasoğlu Ahmed, eseri niye ve nasıl tercümeye başladığını işte şu şekilde anlatır: Kabusname’nin Eski Bir Baskısı Şöyle bilmek gerekir ki, insanlar arasında Allahu tealanın yarattıklarının en güçsüzü olan Ahmed bin İlyas bir gün Filibe yolunda padişahın hizmetine vardım. Baktım ki cihanın sultanı, zamanın gâlibi, sultan soyundan Sultan Murad Han elinde bir kitap tutar. Bu hakîr, hasta gönüllü o âlicenap padişaha: “Bu ne kitabıdır?” diye sordum. O tatlı sözüyle “Kābusnâme’dir” diye cevap verdi ve dedi ki, “Hoş kitaptır, içinde çok yararlı şeyler ve nasihatler vardır; amma Fars dilincedir. Bir kişi Türkçe’ye çevirmiş, fakat anlaşılır değil. Açık söylememiş. Bundan dolayı hikâyesinden tat bulamayız. Bir kimse olsa ki, bu kitabı açık ve anlaşılır bir şekilde çevirse, tâ ki mânâsından gönüller haz alsa.” İşte bu hakîr gayret gösterdim, “Buyurursanız ben çevireyim” deyince, o temiz görüşlü padişah “Senin ne haddine!” demedi, “Hemen çevir!” diye buyurdu. İşte bu hakîr de çalıştım. Gerçi bu kadar gücüm yoktu, amma onun himmetinin bereketiyle Kābusnâme’yi
Türkçe’ye tercüme ettim. Şöyle ki, bir sözü aralayıp geçmedim. Aklımın erdiğince kimi anlaşılması güç sözleri de basit olarak açıkladım, tâ ki düşünerek okuyanlar anlamında haz alsınlar ve bu güçsüzü hayır dua ile ansınlar. Kābusnâme 44 bölümden oluşmaktadır. Burada hemen hemen her konuda başlık yer almaktadır. O kadar ki, bir hükümdarın nasıl davranması gerektiğinden tutun da, günlük hayata dair nasıl yemek yenir, nasıl misafir ağırlanır ve hatta nasıl yatılıp nasıl kalkılıra kadar tavsiyelerde bulunmaktadır. Yer yer bu nasihatler, eskilerin ve tarihte nam salmış büyük şahsiyetlerin sözleriyle de pekiştirilmektedir. İşte kitaptan bazı dikkat çeken noktalar: *Oğul! Ve de çalış ki, mal bakımından yoksulsan, akıl ve ilimde
zengin olasın; çünkü akıl ve ilim ile mal elde edilebilir; ama mal ile akıl ve ilim elde edilemez. Bunu da bil ki, mal cahilden gidebilir. Ama akıl ve ilim, kişiden gitmez. Ayrıca mala hırsızdan, haramîden, yangından ve bunlara benzer şeylerden zarar vardır. Ama akıl ve ilme hiç zarar yoktur. *Bundan başka kalabalık arasında kimseyi hedef alarak nasihat etme. Çünkü halk içinde bir kişiye öğüt vermek, onun bütün ayıbını başına kakmak gibidir. Amma kimse yokken zararı olmaz, hatta iyi olur. Nitekim demişlerdir: Halk içinde öğüt vermek, başa kamçıyla vurmak gibidir. Bir de öfkelenenlerden olma. Eğer bir kimse sana öfkelenip söylerse, sen ona yavaşlıkla cevap ver. *Bilgisizlikle ve cahille hoşnut olma, eğer sohbet edersen iyi kişilerle sohbet et. Nitekim iyilerin sohbeti yüzünden senin de adın iyi olur. *Misafir ağırlarken bizim ülkemizde hoş âdet vardır. Ne zaman misafir gelse önüne yiyecek korlar, bir iki bardak suyu da ortaya bırakılar. Kendileri giderler, görünmez olur. Yalnız birisi kalır ki, onların hizmetiyle meşgul olur. Belki bu bile biraz uzakça durur, yani sofra sahibinden konuklar utanmasınlar, gereğince yesinler diye. *Eğer hamama gireceksen, çok sakın ki karnın çok tok olmasın. Nitekim bir bilge der ki: “Bir kişi tokken hamama girse, o adam orada ölmezse, ben de ona şaşarım.”
*Şöyle bilmiş ol ey oğul, ne zaman ki evlendin, kadınına iyi hürmet et. Eğer bir değerli nesnen varsa, o değerli nesneyi ne olursa olsun, hatunundan ve evladından sakınma. Bundan başka değerinden büyük, senden gösterişli kadın alma ki zor duruma düşmeyesin. Meseldir ki İskender’e (Makedonya hükümdarı Alexandre) sordular: “Dara’nın (İran şahı Darius) kızı-
nı niçin almak istemezsin, çok güzeldir.” İskender dedi ki: “Güzellik ne ki! Sonra biz âlem halkının erlerine galip gelmişken, layık mıdır o kadın bizim üzerimize galebe çalsın ve yiğitlik göstersin.” *Dostlarına düşman olan birisine niçin dost diyesin. *Bir kişiye sordular: “Hiç kusurun, ayıbın var mıdır?” Dedi ki: “Yok.” Yine sordular: “Başkasında hiç ayıp gördün mü?” Dedi ki: “Çok!” Dediler: “Ayıbı senden çok olan kişi yokmuş!”
- 22 -
- 23 -
Güreş meydanında bir sufi! N.Fazıl Kısakürek
B
uhara yakınlarında bir seyyid… Hicri 700’lerin ortası. Çömlekçilik zanaatıyla uğraşan güçlü kuvvetli bir adam. Necip Fazıl, O’nu, ‘Altun Silsile’nin 15. sırasında anlatıyor. Hem de harika bir üslup ve dil ile…
Seyircilerin heyecanlı bekleyişi Peygamber Efendimiz’in kutlu neslinden olan bu zat, Seyyid Emir Külal hazretleridir. Güreş
Sanat ve Kamuflaj. Rasim Özdenören
meydanında dolanıp karşısına çıkacak bir er, bir bahadır diliyor. Etrafta bir sürü seyirci. Birazdan başlayacak olan güç ve zeka oyununu heyecanla beklemekteler. Zahirin değil, bâtının pehlivanı! Fakat bu sefer Emir Külal’in karşısına çıkan, uzaklardan müridânıyla çıkıp gelen süt beyaz sakallı, nurani bir şeyhtir. Müridler hayret içinde olanları izlemekteler. Şeyh, müridlerinin şaşkınlığını gidermek için hikmetle ve hakikatle konuşuyor: “Şu gördüğünüz meydandaki er, zahirin değil, bâtının pehlivanıdır. Yakın zamanda nice insan, onun kuvvetiyle kemale erecektir. Onu kendime bend etmek istiyorum.”
Ve şeyhin kemendi pehlivanın boynunda! Sonrası o yakıcı nazardır. Çünkü Emir Külal’in bakışları şeyhinkilere değiyor ve kalakalıyor olduğu yerde. Güreşi bırakıveriyor. Emir Külal, şeyhi olacak bu zatın ellerine atılıyor ve ayaklarına kapanıyor. Şeyh, Hacegan-Nakşi silsilenin zirvelerinden Baba Semmasi hazretleridir ve işte tek nazarda pehlivanın boynuna kemendini geçirmiştir. Böylece Şah-ı Nakşibend hazretlerine el verecek olan büyük mana pehlivanının bâtın güreşi, nefs savaşı, ekber cihadı Hace Baba Semmasi hazretlerinin rehberliğinde başlamış olur.
K
imi, benliğini açığa vurarak anlatır kendini. Kimi de gizleyerek... Sanırım ben bu ikinci kümede yer alanlardanım. Ben, kendimi gizleyerek çoğaltmaya çalışırım. Kendinde olanı (bir anlamda gizi) kamufle ederek açığa vurmak isterim. Aslında sanatın da bir tür kamuflaj işi olduğu kanısını taşıyorum. Kendini olduğu gibi açığa vuran nesnede bir sanat marifetini görmemiz zordur. Bu, o nesnede sanattan behre olmadığını göstermez. Fakat sanat, aslında yapay bir özlük taşır ırasında, yapaylığın doğallaştırılması işidir. Doğanın güzelliğinde sanat yoktur. Bu, onun “güzel” olmadığı anlamını taşımaz. Bir doğa parçasının güzelliğini belki hiçbir sanat ürünü o canlılıkta yansıtmayı başaramaz. Fakat, doğanın kendinde barındırdığı güzelliğin etkileyiciliği, asla bir sanat ürününün etkileyiciliği bağlamında değerlendirilemez. Sanat, nesneyi çerçeve içine almayı gerektirir. Çerçeve içine almak o nesneyi soyutlama ile eşanlamlıdır.
Kameramanlar görmek istediği manzarayı parmak uçlarını kadraj haline getirerek sınırlamak ister. Ancak böyle yapmak suretiyle o tabloyu bir sanat ürünü haline dönüştürebileceklerini düşünürler. Bu düşünce her zaman tümüyle bilinçli bir eylem olmasa da… İnsan bedeninin doğal çıplaklığını seyretmek estetik zevk vermez. Çıplaklığı seyretmek meraklısı için farklı haz türlerinin konusunu oluşturur. Aksi halde nü resmetmek isteyen ressamın çabası anlaşılmaz kalırdı. Çıplaklıktan estetik zevk alma çabası, o çıplaklığı yeniden üretmekle mümkün kılınabilir. Bu demektir ki, o çıplaklığın çerçeve içine alınması yoluyla… Değindiğimiz bağlamda, yani çıplaklığın olduğu gibi sunulmasıyla onun çerçeve içine alınarak sınırlanması arasındaki mahiyet farkı, çıplak doğa ile onun fotoğrafı veya resmi arasındaki farka atıfta bulunur. Çıplak doğa kendiliğinde pornodur; etik bağlamda değil, estetik bağlamda porno… Nitekim porno ile erotik olan arasındaki ince fark da bu noktada ortaya çıkar. Porno, gerçekliği kabaca, çıplak olarak, deyim yerin-
deyse sansürsüz biçimde insanın gözüne sokmak ister. Erotik olandaysa ima vardır. Erotik olan, insanın imgelemini harekete geçirir. Erotik olanda, bir tür koketlik söz konusudur. Ortada bir vaat bulunmaktadır, fakat vaadin konusu müphemdir. Üstelik onu herkes kendi zihinsel donanımı ölçüsünde kavrayabilir. Kısacası, bu vaat daima, sonsuza değin ele geçmez bir ipucu halinde durur. İpin ucundan tutarak bir yere gitmenin imkânı mevcut değildir, çünkü görünen uç tutulabilir bir uç değildir. Onun misyonu ve işlevi yalnızca sizin imgelem gücünüzü harekete geçirmekten ibaret kalır. Sözünü ettiğim husus, yalnızca plastik sanatlar için geçerli değil; onlar kadar ve onların aynıyla söz ve görüntü sanatları (şiir, öykü, sinema vb.) için de geçerlidir. Sanat değeri taşıyan sözel ürünlerin en yalını bile, aslında, erotik olanın ima ettiği anlam katmanlarıyla yüklüdür. Onda o anlamlar olmayaydı, niye okumwa zahmetine katlanaydık ki.. çıplak denen hakikat zaten karşımızda çıplaklığı ile durmuyor mu?.. Ama o çıplaklığın anlamını daima bize birinin anlatmasına ihtiyaç hissediyoruz.
- 24 -
- 25 -
İmparatorun Haberi.
D
Yaşadığımız dünya öldürmenin haklı sayıldığı bir dünyadır.
Franz Kafka
enir ki: imparator sana sen tek kişiye, sen zavallı kuluna, imparator güneşinin önünden çok, çok uzaklara kaçan sen minicik gölgeye, işte dosdoğru sana ölüm döşeğinden bir haber yollamıştır. Yatağının başucunda haberciye diz çöktürmüş ve kulağına fısıldamıştır haberi; hatta pek önem verdiği bir haber olduğundan, haberciye tekrarlatıp kulağına söyletmiştir. Sonra da başını sallayarak söylenenin doğruluğunu onaylamıştır. Ve ölümünü izleyen bütün kalabalık önünde –aradaki duvardan engeller yıkılıp sarayın yukarıya doğru uzayan dış merdivenlerinde, devletin büyükleri halka yapmış dikilmektedir-, bütün bu seyirci kalabalığı önünde haberciyi salmıştır imparator. Haberci hemen yola koyulmuş-
tur; güçlü kuvvetli, yorulmak bilmez biridir;bazen bu kolunu bazen öbür kolunu uzatarak kalabalık arasından yol açar kendine. Bir direnişle karşılaştı mı, güneş resmi bulunan göğsünü gösterir; hiç kimseye nasip olmayacak bir kolaylıkla ilerleyip durur.
caktır. Merdivenleri de inse yine bir şey elde edilemeyecek, bu kez avlulardan geçmesi gerekecektir ve avlular bitecek, birinci sarayı içine alan bir ikinci saray çıkacaktır karşısına; ardından yine merdivenler, yine avlular; ve bin yıllar boyu sürüp gidecektir böylece.
Ancak, kalabalık da işte öylesine büyüktür, odaların sonu gelmez bir türlü. Kalabalıktan bir kurtulsa, nasıl da kuş gibi uçacak ve sen de çok sürmeden onun şahane yumruk seslerini kapında duyacaksın.
Haydi sonunda en dış kapıdan kendini dışarı atabildi diyelim.— ama dünyada dünyada olmaz böyle bir şey—bir de bakacak ki, daha yeni duruyor karşısında başkent, dünyanın merkezi başkent, tortusu dağ gibi başkent; kimse bir yol bulup geçemez içinden, hele bir ölünün haberiyle asla!
Ama işte nasıl boşuna çırpınıp durur; hala sarayın en içteki odalarından güçlükle yol bulup geçmeye çalışmaktadır; ve asla bu odaların üstesinden gelemeyecektir; gelse de bir şey kazanmış olmayacak, bu kez merdivenlerden inmeye çalışa-
Sana gelince: Pencerenin önünde oturur, akşam olunca imparatorun haberini düşlersin.
S
Albert Camus
on iki yıldır gördüklerimizden sonra, hiçbir doğruluğun, doğrudan doğruya ya da dolayısıyla, bir adamı öldürtmeye hakkı olacağını kabul edemeyeceğimi söylediğim bir gün, düşüncelerine zaman zaman saygı duyduğum bazı kimseler, benim bir ütopyada yaşadığımı söylediler. Dediler ki, her siyasal doğruluk er geç öldürmek zorunda kalır. İnsan ya bu aşırılığa düşmeyi göze alır ya da dünyayı olduğu gibi kabul eder. Bu yargı büyük bir coşkunlukla öne sürülüyordu. Ama, öyle sanıyorum ki, bu coşkunlukları başkalarının ölümünü düşlerinde yaşayamadıklarından ileri geliyordu. Başkalarının ölümünü düşünememek çağımızın bir bozukluğudur. Nasıl telefonda birbirimizi görmeden sevebiliyorsak, nasıl madde üzerinde ellerimizle değil makine ile çalışıyorsak, öldürme ve öldürülme zamanımızda bir vekil, bir aracı eliyle oluyor. Böylesi, kuşkusuz, temiz olmasına daha temiz ama, insan yaptığı işin ne olduğunu daha iyi biliyor. Bu yargının doğrudan doğruya olmasa da, bir başka gücü daha var. Ütopya sorununu ortaya koyuyor. Benim ve benim gibilerin istediğimiz dünya, kimsenin kimseyi öldürmediği (o kadar deli değiliz) bir dünya değil, adam öldürmenin haklı olamayacağı bir dünyadır. Bunda gerçekten ütopya ve çelişme içindeyiz. Çünkü, yaşadığımız
dünya öldürmenin haklı sayıldığı bir dünyadır, onu istemiyorsak, değiştirmek zorundayız. Değiştirmek isteyince de, öldürmeyi göz önüne almak gerekecek gibi görünüyor. Demek, bir öldürme bir başka öldürmeye yol açacak ve hep korku içinde yaşayıp gideceğiz : İster buna boyun eğelim, ister yerine bir başka korku getirerek onu ortadan kaldırmaya çalışalım. Bence, herkes bunun üstünde düşünmeli. Çünkü, bütün bu düşünce çatışmaları, korkutmalar, öfkeler ortasında beni şaşırtan şey, herkesin iyi niyetli olması. Herkes —sağdaki soldaki vurguncular bir yana— kendi doğrusunun insanları mutluluğa götüreceğine inanıyor. Ne var ki, bütün bu iyi niyetler bir araya geldi mi, bu cehennemi andıran dünya çıkıyor ortaya; öyle bir dünya ki, orada insanlar öldürülüyor, korkutuluyor, sürülüyor, yeni bir savaş hazırlanıyor, öyle bir dünya ki orada insan hakarete, ihanete uğramadan bir şey söyleyemiyor. Bundan şu çıkıyor : Eğer bizim gibiler çelişme içindeysek, hiç de yalnız değiliz. Bizimkine ütopya diyenlerin kendileri de, bir başka ütopya içinde yaşıyorlar. Hem de sonunda daha pahalıya mal olacak bir ütopyada, öyleyse, öldürme hakkım reddetmek bizi ütopya kavramı üzerinde yeniden düşünmeye zorluyor. Şunu da söyleyebiliriz sanıyorum, bu konuda : Ütopya gerçekle çelişme durumunda olan şeydir. Bu bakımdan
kimsenin kimseyi öldürmemesini istemek tam anlamıyla bir ütopyadır, salt ütopyadır. Ama, adam öldürmenin haklı görülmemesini istemek ütopya olarak çok daha hafiftir. Oysa, ilerleme düşüncesine dayanan ve ilkelerinin toplumu er geç dengeye götüreceğine inanan Marksist ve kapitalist ideolojilerin ütopyalık dereceleri çok daha fazladır. Üstelik, bize çok pahalıya da mal oluyorlar. Pratik olarak şu sonuca varabiliriz : Gelecek yıllardaki savaş ütopya güçleri ile gerçek güçleri arasında değil, gerçeği kendine mal etmek isteyen değişik ütopyalar arasında olacak ve insanın yapabileceği de bu ütopyalardan en zararsızını seçmekten başka bir şey olmayacak. Ben şuna inanıyorum ki, her şeyi kurtaracağımızı ummak akıl işi olmaktan çıktı. Görülüyor ki, kimseye öldürme hakkı tanımamak hiç de bugünkü gerçekçi davranışlardan daha ütopik değildir. Bütün sorun, bu davranışların daha az mı, daha çok mu pahalıya mal olduğudur. Bu da, çözülmesi gereken bir şey olduğuna göre, kafaları ve ulusları barışa götürecek koşullan aramanın bir ütopya olarak da, yararlı olduğunu düşünebilirim. Bu düşünce korkusuz ve iddiasız olmak koşuluyla, doğru bir inanışa ve ne cellat ne de kurban olmak istemeyen insanlar arasında geçici de olsa, bir uzlaşmaya yol açabilir.
- 26 -
- 27 -
Kitap Tahlili: Jameson meydan okuyor.
A
Ali Topuz
merikalı Marksist düşünür Fredric Jameson, Varoluşçuluk batıda ve batıyı izleyen ülkelerde düşünce dünyasını derinden sarsan bir moda olduğu sıralarda genç bir adamdı. Gençliği ve olgunluk çağları, varoluşçuluğun yerini yapısalcılık, ardından yükselen postyapısalcılık ve postmodernizmin alışına denk düşer. Fransız filozof Alain Badiou’nun “yeni sofistler” dediği post-yapısalcı yangın orta-
lığı kasıp kavurduğunda Jameson ve (bazıları bazı yönleriyle yapısalcılar ya da post-yapısalcılar arasında sayılan) Louis Althusser, Ernest Laclaou, Terry Eagelton, Jürgen Habermas gibi düşünürler teorik itirazlarını yükselten isimlerdi. Jameson, hem aynı düşünsel cephede yer aldığı bu isimlerle hem de postyapısalcılarla kıyasıya bir mücadele içinde eserini hazırlamış bir düşündürdür. İngiliz-Amerikan düşünce dünyasını ören üç ana ipliğin ampirist, pragmatist ve mantıkçı-pozitivist ekollerin karşısına, Avrupai düşüncelerle çıkar. Onun, İngiliz-Amerikan düşünce dokusuna Avrupa aşısı yapan en yetkin isim olduğunu söylemek mümkün. Geçen yüzyılın son yirmi yılında, önce soğuk savaşın ardından tarihin bittiğinin ilan edildiği zamanlar, post-modernizmin akademi koridorlarından gazete köşelerine, stand-up’çılardan tv dizilerine ve demek ki kahvehane muhabbetlerine kadar yayıldığı zamanlardı. Jameson’ın Türkiye’ye ilk eseri de bu yıllarda geldi: ‘Marksizm ve Biçim’.
‘Marksizm ve Biçim’ ağırlığına rağmen belli bir ilgi gördü, uzun sayılmayacak bir sürede tükendi,
birkaç defa basıldı. Kitabın, “Tarih bitti” bilgiçliğiyle her düşünce girişiminin, özellikle de verili dünyanın dönüştürülmesine yönelik imkânların peşindeki muhalif düşüncelerin küçümsendiği günlerde gördüğü ilgi, Türkiye’de hem düşünceye hem de özellikle Marksist düşünceye yönelik hevesin bir göstergesiydi. ‘Marksizm ve Biçim’, 20. yüzyılın önemli Marksist/diyalektik düşünürleri hakkında bir çalışma. Adorno, Benjamin, Marcuse, Bloch, Lukacs ve Sartre gibi başlıca Batı Avrupa düşünürlerini konu alır. Yüzyılın etkili düşünce sistemlerinin edebiyat alanındaki uygulanışının, işleyişinin eleştirel bir tasvirini ve yeniden konumlandırılmasını içeren kitap, Amerikalı düşünürün tipik özelliklerini de sergiler: Jameson daima diyalektik düşünür, her ele aldığı, hesaplaştığı düşünürde diyalektik modelini yeniden elden geçirir. Bu çerçevede, ‘Dil Hapishanesi/Yapısalcılığın ve Rus Biçimciliğinin Eleştirel Öyküsü’ adlı kitabı da ‘Marksizm ve Biçim’in tamamlayıcı bir eki gibi okunabilir. Cephe savaşçısı Jameson, ilgilendiği düşünceyi, düşünürü daima (bütünsellik adını verdiği) bir sistem içinde kavrar ve daima ondan kendi düşüncesine, sistemine bilgi, görüş ve bakış
açısı taşır; en Türkçesi, ilgilendiği düşünceden ve düşünürlerden yararlanarak onları aşmaya yönelir. Daima ilgilendiği, hesaplaştığı düşünürü özenle tanımlayacağı bir tarihsel bağlama oturtur. Ve daima bütün çalışmayı Marksist/ sosyalist bir perspektife yerleştirir, kendi eserinin akademik bir “edebiyat eleştirisi” olarak tanımlanmasına izin vermeyecek siyasi bir perspektif. Kavgacı, iddialı ve kararlı bir perspektiftir bu: Siyasal mücadelenin, sınıfsal mücadelesinin teorik alandaki cephe savaşçısı, mevzi tutucusudur Jameson. Buna karşılık, karşısına dikildiği düşünürleri ya da akımları toptan yok sayacak bir reddiyecilikle çalışmaz; aksine, onlara bir tarih, bir siyasal konum, bir düşünsel/ kültürel bağlam tanımlayarak, deyim yerindeyse onlara dünyalı ve tarihli olduklarını hatırlatarak, aşma çabasına yönelir. Onun ‘Biricik Modernite’ ve ‘Postmodernite’ adlı kitapları tartışmacı, meydan okuyucu tavrının belirginleştiği iki önemli eser: Post-yapısalcı, post-modern düşünce akımları ve düşünürlerle tartışmasını, modernizm ve post modernizm kavramlarını ve kavramlara önerilen her farklı içeriği yeniden tarihselleştirerek sürdürür. ‘Dil Hapishanesi’nde neredeyse münhasıran Derrida’yla kapışır, örneğin. ‘Siyasal Bilinçdışı’ da yazarın teorik/politik mücadele kitaplarından biri. Israrla öyle tanımlansa da, bir “kültür ve edebiyat kuramcısı” olmakla yetinmek istemeyen Fredric Jameson’ın hem yöntemini açıkladığı, hem onu oluşturma biçimini hem de uygulanışını örneklediği çalışmalarından. Önsö-
zün ilk cümlesi, bir yandan kişi olarak Jameson’ın bir ilkesini açıklar, bir yandan da kendisini oturttuğu büyük Marksist perspektifin manifestosu işlevini görürür: “Daima tarihselleştirin!” Tarihselleştirme ve toplumsallaştırma, kendisinin “Bütünsellik” diye andığı düşüncesinin iki önemli aracı ve görünümüdür aynı zamanda. Öznenin yolu Tarihselleştirme işlemi, sonunda aynı yerde bitecek iki yol izleyecektir: Nesnenin yolu ve öznenin yolu. Kitap, “öznenin yolu”nda ilerler. Hedef, elbette siyasal ve devrimci bir estetik önermektir; bir başka deyişle, Jameson’ın kitapta hem eleştirel diyalektik bir bakışla yeniden tarihselleştirdiği hem de sırtını yasladığı Althusser’in deyişiyle, “teori içinde sınıf mücadelesi” vermektir. ‘Siyasal Bilinçdışı’, bir yanıyla geçen yüzyılın çok farklı, çoğu birbirine zıt sayılan akımlarına ait düşünürlerinin ortak eğiliminin, Marks’ın ve Freud’un çalışmalarından yola çıkarak kültürel, kuramsal ya da siyasal açılımlar üretme eğiliminin tekrarlandığı eserlerden biri gibi görünür. Fikri muarızlarının hemen hemen tamamında da görünen, benimsenen bir tutumdur bu ve “daima tarihselleştiren” Jameson’ın kendisinin tarihselleştiği nokta olarak ele alınabilir. Tartıştığı kişilerden aldıklarıyla yoluna devam etme anlayışı, kitabın Fransız filozofların özgün (Hayli özgün, örneğin Hıristiyan) isimlerinden Paul Riceour’e borçlu olduğu yönlerinde iyi örneklerinden birini bulur. Fransız filozofun ‘Yoruma Dair-Freud ve Felsefe’ adlı Freud çalışması, Alman doktoru, “biyo-
lojinin dilinden konuştuğumuz dile geçişin ilkelerini keşfeden” adam olarak tanımlar. Jameson da Ricoeur’ün okumasını ve yorumlama işlemine dair kurallarını, onun yöntem ve tarihine dair çalışmaların yardımıyla eleştirdikten, yani tarihselleştirdikten sonra sanat yapıtlarının ve sanat teorilerinin dilinin politik dile çevirisinin kurallarını önerir. Terry Eagleton, Slavoj Zizek ve Edward Said gibi Türkiye’de hayli ilgi gören düşünürlerin çok borçlu olduğu bir isim Jameson. Bunların zaman zaman Jameson’a sert eleştiriler yöneltmesine doğal olarak engel olmasa da bu borç. Türkiye’nin kıymetli çevirmen ve editörlerinden Tuncay Birkan, Jameson’ın düşüncelerinde pay sahibi olduğu yukarıdaki düşünürlerin Türkiye’de üretilen işlerde çok başvurulan isimler olduğunu, ancak Amerikalı kuramcıdan bu anlamda yararlanılmadığını saptar. Bunun önemli nedenlerinden biri Jameson’ın düşünme biçiminin ve onun serimlendiği eserlerinin çetinliği olabilir; bir neden daha var gibi görünüyor ama: Jameson, sözü geçen isimlerin yapmayı sevdiğinin aksine teorik alanın dışında kalem oynatmaz; bir başka deyişle popüler, güncel sayılacak alanlarda boy göstermez. Bunu bir çelişki saymak mümkün mü? Yani daima tarihselleştirme ve toplumsallaştırma yanlısı olan bir düşünürün örneğin Zizek ya da Said gibi güncel meselelere uzak görünmesi bir çelişki midir? Kuramsal çalışmaların güncelinin, siyasal, toplumsal tartışmaların günceliyle ilgili olmadığını, onları belirlemediğini kabul edersek, ancak o zaman bunu çelişki sayabiliriz.
- 28 -
- 29 -
Yolculuk: Kağıda Düşen Yeni Sesler Demek.
D
Nuri Pakdil
oksan yedi nisanının üçüncü haftası bitti bitecek; Kurban Bayramının ikinci günü : sabahleyin sekiz buçuk sularında : dışına : uzun süredir içinde kalınan yerin : köyleri, kasabaları, ilçeleri, illeri : Anadolu’nun resmigeçiti gibi. Nallıhan, Kırıkkale, Hasandede, Keskin, Mucur. Kırşehir : minaresi kuleye de, füzeye de benzetilebilen Selçuklu yapısı Büyük Camii. Hemen yanından, biraz uzaklaşarak, iyice uzaklaşarak bakıldığında da. Acılı ve küskün bir yüz ifadesiyle; ama, ağırbaşlı; çok kişisel edâlı; Kırşehir’in anacaddesinde, canlı bir simge gibi; damarları kopuk, sinir sistemi çalışmaz Büyük Camii. Gülşehir. Kocaman ağaçlar, koyu yeşillikler nerede? Mahzun bir Kızılırmak kolu.
Doğadan fışkıran yeşil hasreti dehşetli yoğun.
Kurban Bayramının ikinci günü ya, allı yeşilli giysileriyle çocukların cıvıltıları süslüyor heryeri. Bir dağ eteğinde Nevşehir : düzenli. Hele de taş duvarları yapıların! Göreme, Ortahisar, Ürgüp : peri bacaları filan ve sessizlik gerçekten : fotoğrafa bakıyormuşsunuzcasına. Erciyes Dağının heybetli tevazuu bile insanın başını döndürüyor. Güneş de ağır ağır çekiliyor yanından, belli : nazlı bir akşama yaklaşış; ya şu gizemli gökyüzü; koskocaman sarığı başında : Çok Yeni Bir Gelecek Habercisi âdeta Erciyes Dağımız. Karacaören, İncesu, Saraycık geçilen yerlerdi; işte, Kayseri. Gece, Kayseri caddelerinde, uzun yürüyüşler yapılmıştır. Bünyan, Pınarbaşı, Büyükgümüşgün, Dokuzdolambaç : çayırların, derelerin akıp gidişleri de dâima hüzünlendirir insanı, nerede görünürlerse görünsünler. Yol kenarlarında, kahvelerde düşünceli, sıkıntılı insanlar.
Anadolu Hanımlarına, saygılar! Merhaba! Aynı ânda hem genç, hem çökmüş gibiler sanki. Sık sık dünya güzeli kızlar : pencere camında : yağız delikanlılarla : tarlalar... Uygun yerlerde durulup çay içilen kahveler. Göksun : Kahvede çay içerken : çocukluğumun buraya âit 3–4 günü, gelip çay bardağının yanına, masaya yazıldı(!) : Teyzemler o yıllarda, kocası enişte beyin görevi nedeniyle burdalardı ve rahatsızdı teyzem. Görmeye gelmiştim ben de. O konukluğumu tüm ayrıntılarıyla olmasa da epeyce bütünlüğü içinde çayımı bitirinceye değin okudum. Hem çayımı içiyordum, hem de o evi, yürüdüğümüz sokakları, gezdiğimiz yerleri gidip görüyordum, geziyordum. Yazıköyü, Kanlıkavak, Afşin : Geçmiş hiç geçmemiş ki : Elbistan İçmelerine gidip gelirken Afşin’e de uğramıştık iki ya da üç defa. Babamın sevgili dostlarından büyük bir âlim vardı burda, onlara inerdik varınca da, birkaç gün de konukları olurduk. O âlim amca bizi Ashab–ı Kehf Mağarasına götürürdü. Annem de hayattaydı.
Gene ziyaret ettik o gizemli Mağarayı. Dağa sırtını vermiş bir mağara; daha doğrusu, içiçe mağaralar, demeli. Yedi İnanmış İnsanın, şirk ve zulüm yönetiminden kurtulmak, bileğlenip yeniden topluma dönmek için çekildikleri bir mağara burası. Tabiî, biraz da meselleştirilmişler. Bir söylenceye göre İslâmiyetten önce, bir söylenceye göre İslâmiyetten sonra. Bu Yedi İnanmış İnsanın (Hangi dönemde yaşamış olurlarsa olsunlar, İnanmış İnsanlardı; çünkü, Yaradan’ın birliğine, Peygamberleri aracılığıyla açıklanan İlâhî Hükümlere yürekten bağlanmışlardı; hiçbir kuşku duymadan, bu Hükümlerin, bu Yasaların tümüne inanıyorlardı.) Tarihe emanet ettikleri bir Öğretileri var : çok dikkat çekici : ‘Bir amaç uğruna soylu direniş göstermek; ödünsüz yiğitlik; olağanüstü dayanma, tahammül gerektiren sabırla susku; inanılmayan bir sisteme asla katılmama; sınırsız özveri; hiç duyulmamış, görülmemiş bir arkadaşlık bağıyla birbirlerine bağlanış sergilemek; hiç mi hiç, bu bağlanışa ihânet etmemek.’ Aynı günün öğle vakti : Karaelbistan, Elbistan, Söğütlü, Malatya. Bütün kahveler de öyle sayılırsa da, insanı yüzlerinden keşfetmede kasaba kahveleri daha uygun yerler. Kim ne derse desin, Anadolu insanı, acısını hemen dillendirmek istemez; derisinin altına sıkıştırdıkça sıkıştırır sıkıntısını. Bunalımı yüzlerinde toplanmış insanlar da Anadolu’dan çıkar.
Yollarında yürüdükçe, ses yokmuş gibi, derin derin sesler gelir : dün sabah sekizden beri bir film seyrediliyor âdeta : ben de oynuyorum içinde : Tarihimizin dik dik yüzümüze baktığı fon da uzak çekimde de, yakın çekimde de : umut da, korku da yanyana duruyor : ayrıştırarak irdeleyebilmek için uzun geziler gerekli tabiî. Enstantane bile demek güç bu cümlelere. Öz hangisi, hangileri; yabancılaşışı Anadolu’nun bu denli derinde mi, oyuk bu ilkbakıştaki denli büyük mü? Her yer gibi, bir İrâde Sınavının yapıldığı yerin adı da olabilir Anadolu. Ağzına kadar doluluğu gene de hâlâ görülebilen ruhumuzun belki de bir sığınağı. Çığlık, Doğanşehir, Gölbaşı. Durduk. Zaman da sanki teyakkuzda : saat yirmi iki filan; dün sabah sekizden beri –Kayseri’de geçirilen gece ve sık sık durmalar dışında– dönen tekerlekler neredeyse tek bir adıma dönüşüyor gibi : insanlaşışı mı bu da mesafeleri yutan motorun? Antep’e varıldı yarım saat sonra. Otelde, odanın penceresini açtım : Antepleşerek de olsa, seksen yedi kilometre ötedeki Maraş’ın kokusu geliyor : pıt pıt pıt : yüreğimin sesini duyuyorum : bu koku, bu ses bir harekete çağırıyor beni : Aaa! yeni bir şey değilmiş; adını
taa ortaokuldayken koyduğum, içimde bir muştu gibi koruduğum deviniymiş meğerse bu : yazmak eylemi. Oyun oyun içinde sabah oldu. Saat dokuz otuz oldu; doğru, Maraş’a doğru. Maraş’ta; on otuzda. Babamın olduğu yere : üç dört karışlık aralıkla : yirmi dakika : Sır Zırhlı Kadîm Kelâm : çok dinamik bir bağlanışla : Merkezefendi’deki annemi de gözümün önünden ayırmaksızın : bütün İnanmışlar tek tek geçiyorlar ekrandan : yeni direniş kültürünü yeniden içselleştirir gibi de : fizik-ötesine yaslanık bu duruşlardan dünyevî damarları tek tek kendime bir daha bağlayıp o fizikötesi derinliği ve sâbitliği çok kavî üsler hâlinde yeryüzünde konuşlandırma gereğine kesinlikle inanarak : sonra, öbürlerimizlere de bir bir uğrayarak : çıktım uzun ağaçlar arasından. Maraşı dolaşış : tekerlekler dönmüyor da, fırtına alıp götürüyor kasırgalara : oysa, güneşli, dingin bir hava. Ve havada taş benzeri, ağır, yalın, devrimci bir suskunluk. Doğrusu mahallemiz, satılmış evimiz, daha sayısız yerler haydi neyse ne de, ortaokulu ve liseyi – aynı binaydı– okuduğum binayı görmemezlik edemedim : çayır çimendi, boşluktu, ağaçlıktı çevre; şimdi, baştanbaşa oraları çimento. Öğleyin, on iki Maraş’tan çıkıldı.
kırk
beşte
- 30 -
Kılılı, Türkoğlu, Beyoğlu, Şekeroba, Nurdağı, Aslan Beli, Kızlaç, Bahçe, Bilâllik, Horu, Kanlıgeçit, Serinova, Osmaniye, Karaçay. Çukurova’yı tekerleklerin iki yanına savura savura ilerliyoruz. Dümdüz, göz alabildiğine; gerçekten; görünüyor da, sabahleyin sulanan tarlalar, gün boyu yetinmemişçesine, eğik ikindi güneşinin ışınlarını da o ünlü şehvetiyle içine çekiyor. Bu da, bereketin daha da cömertleşeceğinin simgesi değil mi? Geniş bir soluk alış gibi, küçük şehirlerden sonra, birden Adana. İçinden nehir geçen şehrin hâli başkadır : tabiî her nehir de, içimde, ılık ılık İstanbul’u îma eder : damıtılmış bir esrikliğin menekşelerle dolu vâdisine alır götürür sizi. Ne de olsa, gene de, taşra : Adana.
Palmiyeler caddelerde : Ortadoğu’nun Akdeniz silueti : gölgeleri köklerinde. Anadolu’nun Filistin yüzlü insanları en çok Adana’dadır herhalde. Her görüşümde içimin kımıl kımıl ettiği şehirlerden. Akşam oldu. Bir saat kadar daha oldu. Yola çıkıldı. Toros Dağlarını yarı kucaklama da sayılır : bu yolun her virajı. En güzel keklikler bu dağlarda avlanır. Tut ki, Fas’ın Okyanusa caka satan Atlas Dağlarındasın. Toros Dağları, efendime söyleyeyim, eteklerinden tepelerine değin kekiktir, nanedir, fesleğendir, tarhundur, nergisdir, sümbüldür, hâlâ el değmemiş beyaz güldür. Kayalarından karakovan Bitlis balı akar. Sarı çamlarıyla, kara çamlarıyla, ak çamlarıyla; ladinleriyle; kara meşeleriyle, ak meşeleriyle; çınarlarıyla, gürgenleriyle; sedirleriyle; köknarlarıyla; hele hele 1453’ten sonra
- 31 -
iyice ünlenen bâdemleri, elmaları, armutları, incirleri, fıstıkları insanoğluna sunan bahçeleriyle yürür gibi bulutlara, gerilla salınışlarını da bırakmadan, kökleri arzın merkezine değin uzamış bu ağaçlar cümbüşünü doya doya sindirdiniz mi içinize Toros Dağlarından geçerken? Sindirmedinizse, bu Tabloyu boyayan Resam ne yapsın? Bilir misiniz, Doğumuzun Gabar Dağı Kandil ve Bayram gecelerinde Toros Dağlarına yaklaşır, el sıkışırlar ve tam göremeseler de, kutsî sükûtla Kudüs’ü selâmlarlar; bir daha soruyorum, bilir miydiniz? Toros Dağlarının sularından koç kadar balıklar tutulur; böyle, tutulmuş vaktiyle; mesellerde vardır. Hormonsuz tümü yoğun vitamin Hünnap yemişi bu dağlarda yetişir. Torosların Erenleri destan sayfaları : sesler üç elif miktarı çıkınca doğru Çin’e yönelinir ki, Keşif Kolu deniyor bunlara da. Kurşun atmayı bu dağlarda delikanlılara dayıları öğretir ve hepsinin göğüslerinde de annelerinin taktığı muskalar görülür. Karadeniz’in, Marmara’nın Yaz Kuşları Halep üzerinden Anadolu’ya girişlerinde mutlaka Toros Dağlarında kır sofraları kurulur : fotoğrafları çok çekilmiştir. Eşkiyaları halka karşı pamuktan daha pamuk; zâlimlere, hak yiyenlere karşıysa, kayadan daha kayadırlar. İyi de âşık olunur Toros Dağlarında.
Hârmancı Rüstem Ahmet Gözübüyük Hârmancı Nakşetmiş kalbine hâs adını Eler hasadını Lâl _ eler! Salatında kâim rükûsunda dâim boyun eğmiş lâleler Söz gümüşse sükût altındır Salla külüngünü salla kır Dânâ! Böl parçala cevherini Sun dağıt avâma Evhâma av âmâ Bu cismi vatan bilir ruh saray âna dokunur Güneş gözleriyle bir ruhsar ay âna dokunur İnşirah derûnumda bir inşirah mânâ dokunur Mânâ dokunur da dîlim dilim rahmana dokunur Geçti bahâr mîrası hâr hârmancı âb âna dokunur Ne zaman âb âna ismi âzam âna zamâna dokunur
Yirmi iki nisan salı başladı, saat sıfır dört otuz oldu.
Dânâ!
Dönüldü : uzun süredir içinde kalınan yere.
Ellerinde mey dânâ Gademi latîfiyle meydâna Dokunur Nûr!
Adı nûr okunur Adı nûr ok’u nûr Dost! Âlâyi ılliyyîne gitmek murâdım amma hayfâ ki günahkârım Bilirim encâmımı hakîkat sâh essâh bana dokunur Deme alır koparır dalından rûzigâr sehpâna dokunur Güneş gözleriyle o gülşahı penahım âna dokunur Cezb eden elvânı ile dost tâna dokunur Sararır solar cezbeden bostâna dokunur Lütfedip el vurur dokunursa eger dânâ dokunur Şifâdır yaralarıma o güldânâ gerdâna dokunur Çok şâdım Ki şems-i tâbânı zülcemâlin müjgânı bu ok şâdım Ne gülü sevdim ne goncaya dokundum okşadım Amma Gerer yayını avcı bilmem ki niçün bana dokunur Saçlarımdan siyâhı sağanaklar Saçlarımdan siyâhı sağan aklar Alır gider bahârına saçlarımdan siyâhı sağanaklar Râm seyri sülûkuyla râm Buram buram alır nefesini tân buram Salmış zülfüne goncalarını şâhı gülşâhı Buram buram,buram buram tam buram
- 32 Dîli derûnumdan bir nâme çalar tamburam
- 33 -
Dövme vurma savurma küllerimi yabana dokunur Deme alır alır kanatlarına rûzigâr yabâna dokunur
Bahçevâna bu rûhu cevâna dokunur Yabana ya yabâna ya bana dokunur. Âhı gök kubbei tevâna âhı tevân a dokunur Nûr adı nûr ok’u nûr mâhıtevân a dokunur
Katrelerim!
Küser perdeler kendini bulutlara o mâh Çeker âlemi peşi sıra gizem âna zamana dokunur
Böler böler katrelerim ummânımı Her birinde bir deli hülyâ
Giderse hayat gider gelirse diriliştir âb ana dokunur Bana dokunur
Atlar Seren atlar bulutlara döşeğini seren atlar İçimde ukde kalan serenâdlar
Âsumânı zuhali, zöhreyi sunsalar şirayı ha bana dokunur Ellerinden bâdeyi o leb-i gülfeşân şirayı ha bana dokunur
Ağır ağır çeksin Çekip dövenimi başağımı yere seren atlar Hârmancı!
Zülfünde goncaları o gülşâhı bahar râyihâ bana dokunur Bahçevâna bu rûhu cevâna dokunur Hâr idi ezelim hâr salar korkarım ki ukbâ hâr Hârmancı!
Kevir’den...
G
Ali Şeriati
özleri bulut rengindeydi, yok, melekût rengindeydi, atmosfer, kurşuni ilksizlik sabahı rengindeydi, ruh... Rengindeydi. Haaa! Anladım; gözleri tümüyle ruh rengindeydi, ruh ne renktedir? Ruh mu? Bilmeyecek ne var?
başkasına söylenememesi gereken, bununla birlikte onunda duymaması gereken sözler, yüce, güzel tatlı sözler bunlardır, seslenilenin bile namahrem olduğu sözler!
Buğu ne renktedir? Onun gözleri renginde değil midir? Gözleriyle düş kuruyor, gözleriyle düşünüyor gibiydi, gözlerinin bir yerler gördüğünü sanmıyorum.
Bu nasıl söz? Bu nasıl seslenilen? Bulunmadıklarında bulunduklarından daha çok “var olan” kimseler! Yer yer duymamaları gereken sözlerin seslenileni olan kimseler bunlardır işte, kendileriyle hep konuşur durumda olduğunuz kimseler bunlardır, güzel sözlerimizi de bunlara söyleriz hep, duymalarını istemediğimiz sözleri, hep yazıpta göndermediğimiz mektupları da bunlara yazarız.
Ben şimdi düşlemimde bir odağa dalmışım, gözlerim durgun bir delinin gözleri gibi gizemli bir korku içinde göremez olmuş, kıpırdamaz olmuş, açılıp kapanmayı unutmuştur.
Özgün sözler, “duyulmak” için söylenen sözler değildir, “söylenmek” için söylenen sözlerdir. Özgün yazılar “okunmak” için yazılan yazılar değildir, “yazılmak” için yazılan yazılardır.
Yanılmayasınız, bunlar birilerine ilişkin söyleyerek duymasını istemediğimiz sözlerden değildir, yok, bunlar bir şey değil, buna benzer söz çoktur, çok da değersizdir, herkesin böyle sözleri olur, birilerine, bir seslenilene söylenecek sözlerden söz ediyoruz biz, ondan başkasına söylenemeyecek, ondan
Kuşlara benzer duygular. Nereden gelir bilinmez. Kâh çığlık çığlıktır, kâh sesleri işitilmez. Bağrında güneşler tutuşmuyorsa selamlayıp geçerler seni. Kuşlar soğuk iklimi sevmez.
Ruh tümden ne renktedir, ne renktedir... Onun gözleri rengindedir.
Aşk sevenin içinde varolan bir güçtür. Kendisini sevgiliye çeker.
Oysa sevgi sevilende varolan bir albenidir. Seveni sevilene götürür. Aşk, sevgiliye egemenliktir. Oysa sevgi, sevilende yok olma susuzluğudur. Birden içime şu korkunç soru düşüvermişti: “Ben hangiyim?” Ruhunun bu kaygıyı duyumsayabilecek oranda büyük, geniş olduğunu düşünüyorum. Kişinin kendini kendi içinde yitirmesinden daha korkunç ne olabilir? Kişinin kendi içinde... ne desem?.. Kendi-
- 34 -
siyle iç içe olmuş, kendilerini kendisi gibi göstermiş... Yabancılar olmasından daha büyük bir yıpranış olabilir mi? Şimdi ben kim olduğumu bilmiyorum... ne korkunç! İçine bir yeraltı su geçidi gerek senin İğretilere kapın açılmasın diye senin Evin içinde bulunan bir su
testisi bile Dıştan gelen bir ırmaktan iyi senin için Çok ilginç! O var iken görmüyordum, o çağırıyor iken işitmiyordum... Ben görmeye başladığımda o yoktu... Ben işitmeye başladığımda o çağırmıyordu... Soğuk, duru bir pınar, senin karşında coşmakta, çağırmakta, inlemek-
- 35 -
teyken, sende suyun değil, ateşin susuzluğunu çekiyor iken, pınarın kurumasıyla birlikte, pınarın, senin susuzluğunu çektiğin o ateşten boşalıp buğulaşarak boşluğa uçmasıyla birlikte böylece ateşin, çöle saldırarak onu kendi içerisinde eritmesiyle, yerden ateş bitip, gökten ateş yağmasıyla birlikte senin ateşin değil suyun susuzluğunu çekmeye başlaman, sonra da varoldukça senin yokluğunun üzüntüsüyle eriyen kimsenin yokluğunun üzüntüsüyle bir yaşam boyu erimen ne üzücüdür! “Var olmak”, dar, karanlık bir hücredir; kapısı ölüm, penceresi yaşamdır, pencerelerini bulmamış olanlar ya da yalnız “var olmak”la yetinecek ölçüde “az” olanlar ile bu “az olmak” tan biraz çok olmaları ya da çok duruma gelenler intiharın kurtarıcı yardımıyla, kapıyı açar, kurtuluşa doğru kaçarlar. “İnsan” olma “bilme” ile gerçekleşmektedir. Bunun en yüce belirginliği de kendini bilmedir. “Kendini bilme “ne rastlantısal olarak, ne de daha önceki bir kararlaştırma ile ve ne de gaybi ilham, kalbi duyumsama veya iç ışıması ile olur. Başkası (L’autrui) ile yürüttüğü ilişkilerinden yola çıkarak insan, “ben” (Lemoi)e ulaşmaktadır. “Başka” olanı tanımakla ve duyumsamakla “kendisi”ni keşfetmektedir.
Masked and Anonymous Filminden... Bob Dylan (...)
K
orku içinde yaşıyoruz. Çünkü öleceğimizi biliyoruz. Hayvanlar öleceklerini bilmez, korkuları yoktur! Memnun biçimde yaşarlar...içinde bulundukları anı. Ölümün farkında olmak bizi alıkoyar. *** Hükümetin elindeki tek güç suçluları yakalamaktır. Eğer yeterli suçlu yoksa kendiniz yaratırsınız. Suçla ilgili o kadar çok şey yaratırsınız ki yaşamak imkansızlaşır. Kanunları çiğneyeceğiz! *** -Kötü bir şeye kalkışmazsın değil mi? -Silahlara büyük bir saygı duyarım. Önce suçlular dolu bir ulus oluşturursunuz sonra da suçlular üzerinden para kazanırsınız. İşte sistem bu! Oyun bu! Bunu anlarsanız daha kolay uyuyabilirsiniz. Unutmayın hayat bir taksi kullan-
mak gibidir. Canınız bir yere gitmek istemese bile taksimetre çalışmaya devam eder. *** - Çok güzel hayvanlar. - Teşekkürler. - Ama takdiri hak eden tanrı. - Zengin olmak için başarılı olmaya ayıracak vakitleri yok. - Şöhret hayali kurmuyorlar. Onlar yaşlandıkça değeri azalacak şeyler almak için paraya ihtiyaçları yok. Onlar güzeller, varoldukları biçimde... Yaptıkları neyse onu yaparlar. Aslanlar kaplan olmaya çalışmaz. Tavşan bir maymunun taklidini yapmaya çalışmaz. Olmadıkları bir şeye benzemeye çalışmazlar. Bize, insanlara benzemezler. Çita, kaplan, yılan, maymun, babun... Domuz, hipopotam, gergedan, dodo bal porsuğu... şişko kurbağa, hepsi, her biri mükemmeldir. Kendi orjinal formlarında... Sonra insan ortaya çıktı. Neden burada? Bu bir gizem.
Burada olmaya hakkı olmadığını biliyoruz. Ait olduğu yeri bilmiyor. Bilmiyor çünkü böyle bir yer yok. Ayı avcısı insan... Tuzak kuran, geyik kovalayan... Ayı avcısı insan, geyiklere tuzak kuran... Ayı avcısı insan, kürk için tuzak kuran... Geyik kovalayan insan... Yavru fokları sopayla öldüren, yunuslara vuran... En aşağılık varlık, en aşağılık varlık. O bir asi çığırtkanı, ortalık karıştıran bir ajitatör. Ortalıkta dolaşıp burnunu ait olmadığı yerlere sokar. Hayvanat bahçesi, akvaryum... Bunlar hayvanlar için hapishanedir. Bu hayvanlar insandan bir şey öğrenemez, insanın onlara öğreteceği bir şey yok. İnsanlara bakmazdım bile... Atom bombaları, kurutma makineleri ve otomobilleriyle öyle tiksindiriciler ki... Yarattıkları hastalıklara tapınak olsun diye hastaneler inşa ediyorlar. İnsanlar taşıdıkları sırlarla birlikte yapayalnızlar. Maske takmış ve isimsiz...
- 36 -
Kimse onları tam anlamıyla bilmiyor. Bir kaldırımda gördüğüm çatlak benim için bir insandan daha güzel. Güneşin kuruttuğu bir gölün dibindeki çamurdaki çatlak bir insandan daha güzeldir. Demek istediğimi anladın mı? -Anladım. Doğmak bir tür lanet gibi. İşte bunda haklısın. Korku içinde yaşıyoruz. Çünkü öleceğimizi biliyoruz. Hayvanlar öleceklerini bilmez, korkuları yoktur. Memnun biçimde yaşarlar...
içinde bulundukları anı. Ölümün farkında olmak bizi alıkoyar. Gerçekten inanılmaz bir lütuf. - Tanrım! - Sana bir şey daha diyeyim... Antik kültürler, uygarlıklar... inek, tavşan, keçi gibi hayvanları kurban ederlerdi. İnsanların yerine... Şimdi bunu tersine çevirdik. İnsanları kurban ediyoruz. İnkalar gibi... Aztekler gibi, büyük şirketler gibi. İnanılmaz bir lütuf! ***
- 37 -
dem peşindedir ve eğer şanslıysak... bunlara erişiriz. Ama mutluluğun peşine düşemezsiniz. Size ya gelir ya da gelmez. Her zaman şu olsaydı ya da bu olsaydı diyebilirsiniz... Ama “eğer şu olsaydı”... Kendimizi bir şeylerden yoksun hissettiğimizde girdiğimiz bir ruh halidir. Babamın dünyasında ona ait olan bir şeyi alamazsınız. Ne altınını, ne gümüşünü ne de kadınını... Bunu annem için yaptığımı sanıyordum... Ülkem için yaptığımı düşünüyordum... Ama özünde kendim için yaptığımı biliyordum. Neticede demiri büken en güçlü olan koldur.
Bazılarımız mükemmellik ve er*** Ben her zaman bir şarkıcı olmuştum ve belki de asla daha fazlası değil. Bazen “şey”lerin anlamını bilmek yetmez... bazen “şey”lerin ne anlama gelmediğini de bilmek gerekir. Mesela sevdiğiniz insanın ne yapabileceğini bilmemenin ne anlama geldiği gibi... Her şey parçalanır. Özellikle de kuralların ve kanunların tertipli düzeni... Dünyaya bakma biçimimiz aslında bizim kim olduğumuzdur. Dünyaya güzel bir bahçeden bakarsanız her şey neşeli gözükecektir...Yüksek bir platoya tırmanırsanız yağma ve cinayet görürsünüz. Doğruluk ve güzellik bakanın gözündedir. Ben her şeyi anlamaya çalışmaktan çok uzun zaman önce vazgeçmiştim.
Mahalle Kahvesi... M.Akif Ersoy Çamurlu bir kapı, üstünde bir değirmi delik; Önünde tahta mı, toprak mı? sorma, pis bir eşik. Şu gördüğün yer için her ne söylesen câiz; Ahırla farkı: O yemliklidir, bu yemliksiz! Zemini yüz sene evvel döşenme malta imiş... “İmiş”le söylüyorum, çünkü anlamak uzun iş. O bir karış kirin altında hangi maden var? Tavan açık kuka renginde; sağlı sollu duvar, Maun cilâsına batmış tütünlü nargileden; Duman ocak gibi çıkmakta çünkü her lüleden. Dikilmiş ortaya boynundan üstü az koyu al. Vücudu kapkara, leylek bacaklı bir mangal. Kenarda, peykelerin alt başında bir kirli Tomar sürükleniyor, bir yatak ki besbelli: Çekilmiş üstüne yağmurluğumsu bir pırtı, Zavallının güveden hep liyme liyme sırtı. Kurur bir örtünün üstünde yağlı bir mendil: Ki “ben tependen inersem” diyen hasır zembil
- 38 -
- 39 -
Düşünce mirasımıza ne kadar aşinayız? Dücane Cündioğlu
D
üşünce mirasımız... Başka bir deyişle, Felsefe, Kelâm ve Tasavvuf alanlarındaki ustalarımızın bizlere miras bıraktığı kapağı açılmamış hazine...
za, kendi hazinelerimize aşina mıyız?
Bu üçlü tasnif, bilme’nin üç tarzına delâlet ediyor; yani üç farklı bilme tarzına... dili, düşünceyi, varlığı üç ayrı şekilde anlama ve yorumlama tarzına...
Bu ve benzeri sorulara sağlıklı bir cevap bulabilmek için yapılması gereken basit bir işlem var: düşünce mirasımızla temas etmemize aracılık eden eserlerin ne kadarının ve nasıl yayımlandığı hakkında bilgi edinmek.
Bilmenin bir ucunda bilim, diğer ucunda şiir var... evet, ilim’den irfan’a, nazım’dan nesr’e, duygu’dan düşünce’ye koca bir bilgi evreni; bize ait, bize özgü bir evren... Kendi evrenimize, kendi dünyamı-
Şöyle de diyebilirdik: Acaba biz “biz”i biliyor muyuz?
Kindî, Fârâbî, İbn Sîna, Gazâlî, Fahreddin Râzî, İbn Arabî, Celaleddin Rûmî, Nasıruddin Tûsî, Konevî, Seyyid Şerif Cürcanî, Taftazanî, Ali Kuşçu ve sayfalarca yazsak bile isimlerini tüketemeyeceğimiz birçok usta... Felsefe, Kelâm ve Tasavvuf nokta-i nazarından duygu ve düşünce dünyamızı zenginleştirmiş cihan çapında büyük ve keskin zekâlar... ilim ve irfan hayatımızın sadece arasokaklarını değil, anacaddelerini de hâlâ belirlemeyi sürdüren nâmütenahî âbideler... Gâzâlî deyince, Türkçe’de okurun aklına neler geliyor? Eyyühe’lveled... İhya-i Ulûm’id-Din... ve belki biraz da Tehafüt’ül-Felâsife... Peki Fârâbî deyince? Medinetu’lFadıla... İhsau’l-Ulûm ve ancak ehlinin haberdar olduğu bazı Mantık kitaplarının tercümeleri...
İbn Sîna, Râzî, Tûsî, Ebherî, Şirvanî, Ali Kuşçu, Cürcanî, Taftazanî gibi isimlerin çoğu, ne yazık ki ya sadece isim olarak biliniyor, ya da birkaç risalesiyle tanınıyor. Bu sahada filân âlimin “Bütün Eserleri” gibi bir hayalin kendisi bile, ne yazık ki imkânsız gibi değil, kelimenin tam anlamıyla muhal gibi görünüyor. EŞ-ŞİFA AKTARILIYOR Tasavvuf metinlerinin neşrinde, tercüme kaliteleri bir yana, çok şanssız olduğumuzu söyleyemeyiz. Yetersizlik her alanda hüküm-fermâ! Lâkin duygular, düşüncelere ağır bastığından olsa gerek, bu sahalardaki ihtiyacı lisan ve edebiyat çalışmaları iyikötü karşılamaya çalışıyor. Nazarî (teorik) ve amelî (pratik) felsefe metinlerinin neşrinde öteden beri kişisel gayretlerin zorlamasıyla bazı kıpırdanmaların vukû bulduğunu inkâr edemeyiz. Şimdilerde İbn Sina’nın eserlerine karşı gözardı edilemeyecek ciddi bir alâkanın ürünleri ortaya çıkmaya başladı bile. Dile kolay, eş-Şifa Türkçe’ye aktarılıyor. el-Kanun fi’t-Tıb’ın iki cildi çoktan çıktı. Kelam metinlerine gelince, bu konudaki sessizlik karşısında Mısırda’ki sağır sultan dahî çaresiz. Elde olan, sadece tek tük incelemeler. Hâ böyle olunca, İlm-i Kelâm ile İlm-i Akaid arasındaki fark bile
bilinmiyor. Bilinmediği içindir ki Kelâm literatürü içindeki dil, düşünce ve varlık nazariyeleri, sözüm ona ‘taassub’ suçlamasıyla daha derin, daha köklü, daha acımasız daha genç bir taassubun ürettiği karanlıklar içerisinde yok olup gidiyor.
Çünkü mütercim, hakikati tercüme eden adam demekti. Misâllerimizi son dönemlerden verelim: İzmir Kadısı Muhammed Akkirmanî’nin Hidayet’ul-Hikme (Ebherî/Kadı Mir/Molla Lârî), Ahmed Cevdet Paşa’nın Mukaddime (İbn Haldun), Elazığ Defderdarı Abdunnafi
Peki ya Osmanlı dönemine ait klasik Fizik, Matematik, Mekanik, Astronomi, Tıb, Mantık ve Psikoloji/Psikiyatri metinleri?
GEÇMİŞİN HAKKINI VERMELİ
Haberdar olana aşkolsun!
Hiçbir tercüme teşebbüsü bir fikir hamlesini başlatmaz. Sadece başlamış bir hamleyi, bir teşebbüsü besler, geliştirir, daha da önemlisi etkinleştirip zenginleştirir. Akademik ilgi, tek başına entelektüel ilgiyi doğurmaz; aksine entelektüel ilgi akademik ilgiyi kamçılar. Bu hep böyle olmuştur, bundan sonra da böyle olacaktır. Skolastik düşünmenin (okul felsefesinin) yazgısıdır bu!
Niçin? Çünkü ilim ve irfan mirasımızın dili: Arapça, Farsça ve Türkçe/Osmanlıca... Metinlerin çoğu ise yazma hâlinde. Üstelik kahir ekseriyeti Osmanlı dönemine ait... üstelik dinî alanlarla sınırlı da değil, çoğu eser Fizik, Tıb, Kimya, Biyoloji, Zooloji, Matematik, Astronomi, Coğrafya, Tarih, Dil gibi konularda kaleme alınmış...
O hâlde, Batı intelijansiyası bizim değerlerimizle ilgilendiği için ve ilgilendiği kadarıyla biz de “Acaba ne varmış bu eski-püskü yazmalar arasında?” deyû kendi mirasımıza tenezzül etmekten (!) vazgeçmeli, yabancı ilgilerin bayiliğini yapmayı ilmî haysiyetimizle bağdaşdıramayacak bir olgunluğa -hem de bir an evvel- ulaşmayı becermeliyiz.
MÜTERCİM, ALİM DEMEKTİ Millî Kütüphane’nin kayıtlarına göre Türkiye’de 500.000 yazma var. Bunların 320.000’i Arapça, 140.000’i Türkçe, 30.000’i Farsça... Geri kalan küsüratsa karışık... Dünya kütüphaneleri nazar-ı itibara alınırsa, bu eserlerinin sayısını tahmin bile güçleşiyor. Acaba kaçta kaçı bugün okuruna tebessüm ediyor, kaçta kaçının peçesi kaldırılmış? Açıkça söylemek zorundayız: Darîr el-Erzurumî Şeyhî, Ahmed-i Dâî, İbn Arabşah, Musa b. Hacı Hüseyn el-İznikî, Mahmud b. Muhammed b. Dilşad eş-Şirvanî, Şerafuddin Sabuncuoğlu, Işkî ve Molla Lutfî gibi Osmanlı döneminin âlimmütercimlerinin emekleri hâlâ meçhulümüz. Bizim geleneğimizde mütercim demek, aynı zamanda âlim demekti.
mütercim vasfına lâyık isimlerdir. Çünkü tercüme ettikleri metinlerin altında ezilen değil, en azından ilim, irfan, dil ve üslûb itibariyle metinle başa çıkmayı başarabilecek ehliyette yetkin isimlerdir. Altına sırf mütercim olarak imza attıkları metinlerin dahî aynı zamanda yorumcusudurlar.
Efendi’nin Mutavvel (Taftazanî) ve Burhan (İsmail Gelenbevî), Diyarbekir Vâlisi Sırrı Giridî Paşa’nın Şerh-i Metn-i Akaid (Ömer Nesefî/ Taftazanî), Ahmed Avni Konuk’un Füsus veya Mesnevî tercüme ve şerhlerine bir göz atınız lütfen! Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın veya Babanzâde Ahmed Naim’in Fransızca’dan yaptıkları Felsefe, Mantık, Psikoloji tercümelerini zahmet edip biraz inceleyiniz. Göreceksiniz ki bu mütercimler, sade mütercim değil, aynı zamanda âlim-
Varolandan şikâyet etmek yerine, varlığı dile getirmeye gayret etmeli... Hazinelerimizin sesine kulak vermeli, bugünü anlamak, geleceği ise anlamlandırmak için, geçmişin hakkını vermeli... geçmişe bir âşina gibi, bir dost gibi, hatta eli öpülecek, öğüdü tutulacak bir pîr-i fâni gibi yaklaşmalı... Ve bütün bunları, kendimizi hakikaten önemsediğimiz için yapmalı!
- 40 -
- 41 -
Yeni-paganizm ve Yeni-barbarlık Çağına Hoş Geldiniz!
Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler Müslümanca Yaşamak
Tavsiye Yazar...
Rasim Özdenören
Yusuf Kaplan
İnsanın, toplumsal hayatı gibi düşünce hayatının da karmaşıklaştığı bir dünyada “müslümanca düşünme”nin imkân ve yöntemi nedir? İslâm konusunda yeterli “malumat”a sahip olmak, “müslümanca düşünmek için yeter mi? İslâm özü ve bütünüyle kaynaştırılamayan bilginin, düşünme etkinliğini oryantalist bakış açısına mahkûm etmesi kaçınılmaz olmayacak mı? Edebiyat ve özellikle öykü alanındaki başarılı ürünleriyle de tanınan Rasim Özdenören, bu önemli sorunları kuşatıcı bir perspektifle gündeme getirmekte ve sahip olduğu zengin birikimini başarıyla işleyerek, tartışmaktadır.
B “Fakat en önemlisi, Müslümanın kendi iç oluşumunu gerçekleştirmeye çalışmasıdır. Müslümanlar sürçtükleri, tökezledikleri yerde, bunun başlıca sebebinin kendi iç oluşumlarını tamamlamakta gösterdikleri ihmalden kaynaklandığını görmezden gelmemelidir. Kendi doğrularının gerektirdiği hayat tarzını, ilkin kendi nefislerinde yaşamaya başladıkları an, İslam´ın hayata geçirilmesinde en doğru yöntem kendiliğinden bulunmuş olacaktır. Müslümanın elinde bulundurduğunu söylediğimiz fırsat işte bu oluşumu gerçekleştirmek için verilmiştir kendisine.”
undan yaklaşık 10 yıl önce ‘Tekno-paganizm: ‘Öküz’e B/akan T/ren’ başlıklı, biri numarasız, 9’u numaralı tam 10 yazı yazmıştım. Ve tabiî bir taraftan, bazı ‘tren’lerin taarruzlarına maruz kalırken; öte taraftan da, bu yazılardan ötürü Yazarlar Birliği’nin ‘yılın fikir yazarı’ ödülünü filan almıştım!
bulduğu karşılık: Bugün yeni-paganizmin, hem kıtalar dolaştığını, her yere ulaştığını, herkese bulaştığını, dâhilî ve hâricî, zâhirî ve bâtınî bütün sınırları aştığını, sınır-tanımazlaştığını görüyorum; hem de artık belli başlı sosyal bilimciler tarafından da kabullenildiğini ve kullanılmaya başlandığını...
İşin ödül-mödül faslı önemli değil. Asıl önemli olan, hasbelkader söylediklerimin ömrü, anlamı ve
Ayrıca paganlaşmayla barbarlaşma arasında kurduğum semantik ilişki de artık bir gerçeğe dönüştü: Nerede bir paganlaşma emaresi görülüyorsa, orada hemen bir barbarlaşma temayülü beliriveriyor. Bunun en son ve en ürpertici örneği, futbol paganizmi ve barbarlığı biçiminde karşımıza çıktı: Takımın biri şampiyon olmuş; şampiyonluğu kaptıran diğeri, diğer takımın taraftarları / paganları ve barbarları kontrolden çıkmış, sapıtmış, memleketin dört bir köşesini ateşe vererek terör havası estirmiş; önüne gelen insana, binaya, arabaya saldırmaya başlamış, öküz gibi, deli dana gibi! Nedir bu peki? Elbette ki, paganlaşmanın ve barbarlaşmanın yeni bir yüzle hortlaması ve zıvanadan
çıkması. *** İnsan, mabud’suz da, mabed’siz de yapamıyor; hakîkîsini yitirdiği zaman sahtesini icat ediyor. Paganizm, kökeni Grekler’e kadar giden, Batı uygarlık tecrübelerinin bütününü özetleyen, doğrudan bir putperestlik biçimi. Kadim medeniyetlerde rastladığımız, yıldızlara, aya, güneşe, tabiata vesaire tapınma biçimleri, aslında Batı uygarlığındaki paganizm biçimleriyle kıyaslandığında oldukça masumane ve dolaylı paganizm biçimleri: Çünkü orada ay, yıldızlar, güneş vesaire, bir ölçüde, ilâhî gücün sembolleri ve dolayısıyla beşerüstü, ilâhî bir güç arayışının ‘vasıtaları’... *** Paganizm, modernlikle birlikte yepyeni bir evreye girdi: Tanrı fikri yitirilince, insan tanrılaştırıldı: İnsanın aklı, yetileri, hayalleri, yapıp ettikleri... İşte örnekleri: Marksist edebiyat teorisyeni ve eleştirmeni, Terry Eagleton, romanın yükselişe ge-
- 42 -
çişiyle birlikte, edebiyat’ın din katına yükseltildiğini, dahası, dinin dilini kullanmaya başladığını söylemişti.
tarzlarıyla, seküler mabetleriyle Greklerin tanrılarını aratmıyorlardı.
Hegel, ‘gazetenin modern insanın sabah ibadeti’ olduğunu ilan etmişti.
*** Son yarım asırda futbol, artan bir hızla yeni bir paganizm ve barbarlaşma biçimine dönüştü.
Saint-Simon, sanayi devriminin mimarları mühendisleri, ‘sanayi devriminin papazları’ olarak tarif etmişti.
Futbol paganizminde iki çelişik olguyla aynı anda karşılaşıyoruz: Birincisi, başkaldırı; ikincisi, yeni bir arınma / tapınma ihtiyacı.
- 43 -
yine: Örneğin futbol oyunu, belirgin kurallarıyla, sahada herkesin eşit olmasıyla, suç işleyenin anında cezalandırılmasıyla vesaire futbol seyircisine alternatif bir toplum modeli sunuyor. Temposu yüksek bir drama sahneleniyor stadyumda ve herkes tarafından yaşanıyor bu drama: Hem statta, hem de televizyon ekranında. Seyircinin hayatında karşılığı olmayan ama seyirciyi, stadyumda ve ekranda oyun alanındaki sahte putların sahneledikleri performansla arındıran, boşaltan, ayartan ‘örtük’ kapitalist mekanizmalarla işletilen ve seküler bir tapınmaya / arınmaya dönüşen bir drama var karşımızda. Bir de oyun bitince başlayan başka bir drama var, trajediye dönüşen: Stattan boşalan seyirci, statta yaşanan seküler boşalmayla / arınmayla yetinmiyor; bağırmaya-çağırmaya, vurmaya-kırmaya, önüne gelen her şeye saldırmaya başlıyor! Bu da yeni barbarlık biçimi. Burada iki tür barbarlaşmayla karşılaşıyoruz: Birincisi, anlattığım bu fizîkî / fiîlî barbarlaşma. İkincisi ise dilin barbarlaşması: Fanatik, içeride yaşadığı dramanın sahte coşkusuyla konuşma yetilerini yitiriyor: Anlamsız sözcüklerden oluşan yeni bir Esperanto dili kuruyor: Bağırıp-çağırıyor yalnızca. Ne dediği önemli değil.
Film teorisyeni, David Bordwell, devâsâ ilk film salonlarını ‘seküler katedraller’ olarak ilan etmişti. Film yıldızları, müzik starları, futbolcular, ayartıcılıklarıyla, entrikalarıyla, kıskançlıklarıyla, hayat
Başkaldırı: kapitalizme; kurulu düzene; hayattaki haksızlıklara, gündelik hayatta yenilen siyasî, sosyal ve ekonomik ‘kazıklar’a... Arınma / tapınma da, ‘örtük’ kapitalist düzeneklerle gerçekleşiyor
Muhtemelen, yeni-paganizm ve yeni-barbarlık çağına hoş geldiniz, diyor belki de! YeniŞafak, 20 Mayıs 2012 Pazar
Endülüs’e Ağıt...
Ç
Ebu’l-Bekâ Er-Rindi
ıkan iner, kalkan düşer, her yükselişin var bir gılar iIeri doğru işlemez oldu mu. sonu Niçin bunca gurur maldan, mülkten, adtan Zaman bu, ona ne kılınç kını dayanır, ne meşhur ka sandan insanoğlu. leleri sultanların. Kınlar eskir, kaleler çürür, o kaleler dünyanın en sarp Oluşta ne var ki olduğu gibi dursun, hiç değişmesin. yurdu Sen de gök gibisin, bir gün masmavi güneşlik, bir Gımdan olsa da; Gımdan, şahin bakışlı ve kartal duruşlu. gün bulutlu. Bu dünya kime kalmış, yaramış ki kalsın yarasın sana da. Yok hiçbir çizgisinde bu yeryüzünün ölmezlik rengi ve ölmezlik kokusu Zaman değişmek bilmez kesin ölçülü ve hükümlüdür: Geri döner, paralar sahibinin zırhını, kılıçlar ve kar-
Nerede, de bana, o taçlı hükümdarları Yemen’in? De bana, onların taçlar içinde bile taç olan taçları ne oldu? Şeddad’ın cennet diyerek kurduğu saraylar ülkesi İrem, Sâsaniler’in ebedî sanılan devleti ne oldu?
- 44 -
- 45 -
Altınları yığdı yığdı da bir dağ yaptı Kârun, hani o dağ? Hani Âd, hani Adnan, hani Kahtan, dünya nimetlerinin köpüren yurdu?
Her fâciayı unutmak mümkün, olup biten bütün bunları unutmak olabilir Ama İslâm’ın başına geleni avutacak ne bir neşe olabilir, ne unutturacak bir korku.
Reddi mümkün olmayan bir hâle uğradılar. Bir masal oldu onlar, bir varmış bir yokmuş, bir toz toprak bulutu
Endülüs’e öyle bir felâket çöktü ki, yok bir eşi. Dehşetinden Medine’de Uhud, Necid’deki Şehlan dağları yerinden oynadı, Bir deprem ki, yer yarıldı arz boyu.
O taçlar, o devletler, o mülkler saltanatlar, bir rüyadır artık Her biri, hayalden geçen gölge gibi, zamandan geçip durdu. Gün oldu, zaman denen yaman er, sağa döndü Dara’yı uçurdu bir vuruşta; Sola döndü Kisra’yı. Kisra’yı ne takı, ne sarayı kurtarabildi, korudu. Saltanatının yeller esti yerinde yellere hükmeden Süleyman’ın; Şiddetinden ötürü Sâb denen Münzirse, don vurmuş ağaçlayın kurudu Zamanın fâciaları çeşit çeşit türlü türlüdür: O ne zengin fâcia bezirgânı! İki burçlu bir kaleyse o, sevinç bir burcu, hüzün bir burcu.
Ah! Yarımadada İslâm’a göz değdi, yağdı belâ yağmur gibi. Şimdi o canım Endülüs şehirlerinde, İslâm’ın ne namı var ne nişanı; Sanki hiç olmamıştı, sanki baştanberi yoktu.
mek, ne demek uyku! Ey göğsünü gererek “benim ülkem, saltanatım” diyen, kurumundan geçilmiyenler! Siz Hıms’ı gördünüz mü? Hıms’tan sonra hangi vatan verir insana vatan fikrini, duygusunu? Endülüsün başına gelen felâket tarihin bütün felâketlerini unutturdu; Ama dünya durdukça unutulmayacak, yâd edilecek bir felâkettir bu!
Yürekli, utanan, alçalmaktan korkan, kardeş için can veren kimse kalmadı mı yeryüzünde? Hakkın yardımcısı, hak peşinden giden, kendini hakka adamış tek kişi yok mu? Dünyanın efendisiydi bu millet, şimdi dünyanın kölesi. Neler çekiyorlar? Yüzleri bile tanınmaz hâle geldi. Yarabbi ne kaderdir bu! Kendi yurtlarında bey idiler, şimdi küfr ülkesinde uşak. Ululuğun doruğundan eziliş uçurumuna yuvarlanan bu halka acıyan yok mu?
Belensiye’ye bir sor, Mürsiye’nin hali nicedir? Şâtibe’nin başına gelenler? Ceyyan ne oldu? Toprağı buram buram bilgi tüten Kurtuba. Bilginlerinin adı ta uzaklarda çınlayan Kurtuba’ya ne oldu?
Alçalışın örtüsü kalın bir gece gibi sarmış dört yanlarını. Başsız, şaşkın, olup bitene hayrette, gözleri büyümüş, bakışları korkulu.
Nerede Hıms’ın o ışıklı, o aydınlık bahçeleri, güneşi tazeleyen bahçeleri. Tükendi mi çılgın çılgın akan şeker gibi tatlı nehirlerinin suyu?
Sen de şahit olsaydın benim gibi onların Yurtlarından koparılıp satılışlarına pazarda, ey Tanrı kulu.
Endülüs binasının temelinde birer köşe taşıydı bunlar Bu güzelim vatan köşeleri kül haline geldikten sonra yaşamak boşun boşu, İnsan yaşamaya ne borçlu? Yüce İslam, yârinden ayrılmış bir genç gibi. Güçlü bir genç gibi, sessiz fakat gözünde gözyaşı dolu. İslâm’dan boşalıp inkâr karanlığıyla dolan Endülüs için, ulu İslam, karalar bağladı, gece gündüz yas tuttu
Onların sesi, insan olanın yüreğini eritirken, Siz müslümanlar, onların kardeşi, kayıtsız, halinden memnun ve haz maymunu!
O hıçkırıklar senin de aklını komazdı yerinde benim gibi. Canı vücuttan çeker gibi ayırdılar anadan yavrusunu. Ve siz ey yarış yerlerinde şahin gibi uçan, Yay gibi gergin Arap atlarının üstüne kurulu Süvariler! Ve siz savaşın karanlığı toz dumanı içinde Pırıl pırıl kılıçlarını savuran kahramanlar ordusu!
Ya o kızlar ki, yakuttan ve mercandan dökülmüşlerdi sanki. Ve sabah bir dağ ucundan yeni çıkan bir güneşin masumluğu
Ve hele siz denizaşırı ülkelerde, bin nimet içinde, Saltanat içinde muhteşem bir hayat sürenler; bir hayat kesiksiz bir ömür boyu!
İçindeki o Meryem yüzlü kızları da saçlarından sürükleyip götürdüler. Kirli yataklarına. Haykırışları yırttı gökleri. Yürekleri parça parça, babalarsa kan kustu.
Mihraplar ki taştandır, minberler ki ağaçtan, Canlı cansız ne varsa bu hâle inledi durdu.
Endülüs’ten, Endülüs’ün zavallı halkından var mı haberiniz? Her yer, onların felâketini duydu, sizin kulağınız sağır, gözünüz kör, kalpleriniz mefluç mu?
Daha ne anlatayım, yüreklerin erimesi için bir tanesi yeter anlattıklarımın: Eğer o yüreklerde İslâmdan ve imandan bir eser varsa elbet ey Tanrı dostu!
Ey ibret dolu geçmişten ibret alacak yerde, günübirlik işlere dedikodulara batmış kişi! Sen uyu bakalım; ama zaman için ne demek dinlen-
Ölen asker, esir kadın, ufuklara bakıp bizden İmdat ummuş beklemişti, son ana dek. Hiç düşündünüz mü bunu?
(Tercüme: Sezai Karakoç, İslam’ın Şiir Anıtlarından, Diriliş, İst. 1985, s. 85
Cami kilisedir artık, hilâl yerine haç asılı Nur yüzlü ezan yerine, bitmeyen bir çan sesi, bir baykuş uğultusu...
- 46 -
- 47 -
Müslüman mı yetiştiriyoruz yoksa tebaa mı? Aliya İzzetbegoviç
B
u makaleyi, ebeveynlerimiz ve dinî öğretmenlerimizle küçük bir sohbet olarak tasavvur ediyorum. Kısa bir süre evvel, iyi ve heyecanlı bir Müslüman olan yakın dostumu, Müslüman gençliğin eğitimi hususunda bir makale yazarken buldum. Bitmemiş, fakat ana fikirleri ortaya konmuş olan makaleyi okudum. Dostum dinin ruhuna uygun bir eğitimde ısrar ederken, ebeveynleri, çocukları nezdinde nezaket, iyi davranma, tevazu, kendisini ön plana çıkarmama, merhamet, bağışlama, kadere boyun eğme, sabır vs. hasletlerini kazandırmaya çalışmalarını davet ediyordu. O, çocukların sokaktan, kovboy ve kriminal filmlerinden, faydasız basından, saldırganlığı ve yarışmacılık ruhunu tahrik eden sporlardan vs. uzak tutulmaları hususunda eğiticileri özellikle ikaz ediyordu. Yine de dostumun makalesinde en sık rastlanan kelime “itaat” idi. Evde çocuk ana ve babaya, mektepte hocaya, okulda öğretmene, sokakta düzen koruyucusuna (polise), yarın ise işte müdüre, şef ve sorumluya karşı itaatkâr olmalıydı.
“İdealini” tasvir etmek maksadıyla yazar, her türlü kötülükten sakınan, sokakta dövüşmeyen, kovboy filmleri seyretmeyen (onun yerine müzik okuluna giden), futbol oynamayan (çünkü bu spor çok fazla serttir), uzun saçı olmayan, kızlarla gezmeyen (“zamanı gelince ana ve babası onu evlendirir”) bir çocuğu tasvir etmektedir. O asla bağırmaz, sesi hiçbir yerde duyulmaz, o her zaman ve her yerde teşekkür eder ve özür diler. Yazar söylemiyor ancak devam edebiliriz: Hakkını yiyorlar o susuyor. Şamar vuruyorlar o karşılık vermiyor, sadece bunun iyi bir şey olmadığını ortaya koymaya çalışıyor. Tek kelimeyle o “karınca bile ezmeyenler” dendir vs. Bu makaleyi okurken, cehenneme giden yolun iyi niyetlerle döşendiğini ifade eden o sözü anladım. Ve sadece bu değil, bizim son asırlardaki gerilememizin en az bir sebebini tespit ettiğimi düşünüyorum: İnsanların hatalı eğitimi... Aslında, asırlardır, birinci kaynaktan gelen İslamî fikrin anlaşılamamasının neticesi olarak biz, gençliğimizi yanlış eğitiyoruz. Düşmanımız eğitimli, sert ve pervasız… Bunlar Müslüman ülkeleri teker
teker işgal ederken biz gençliğimize nazik olmasını, “sineğe bile kötülük düşünmemesini”, kaderine boyun eğmesini, “her türlü iktidar Allah’tan olduğuna göre “her türlü iktidara itaat içinde olmasını öğretiyoruz. Gerçek kökenini bilmediğim, fakat kesin olarak İslam’dan kaynaklanmayan itaatin bu mutsuz felsefesi mükemmel ve bahtsız bir şekilde birbirini tamamlamaktadır: Bir taraftan o, canlı olanları ölü haline getirmekte, diğer taraftan ise din adına yanlış ülküleri ön plana çıkararak, daha yaşamadan evvel ölen kimseleri İslam’ın etrafına toplamaktadır. O, normal insan mahlûklarından, suç ve günah duygularının takibatında, aynı zamanda hakikatten kaçan ve pasiflik ve tesellide sığınak arayan hayatı ıskalamış şahsiyetler için çok cazip olan, kendinden emin olmayan insanlar yaratmaktadır. Günümüz uyanış asrında, bizzat İslam düşüncesinin savunucuları veya kendini öyle tanımlayan kimselerin her türlü karşılaşmayı (kavgayı) rutin olarak kaybetmeleri ancak bu şekilde açıklanabilir. Yasaklar ve ikilem felsefeleriyle ağa
yakalanmış olan yüksek ahlak sahibi bu insanlar, ne istediklerini bilen ve hedeflerine ulaşmak için her aracı mubah gören, daha az ahlaklı, az medenî fakat kararlı ve acımasız karşıtlarıyla karşılaştıklarında kendilerini ikinci derecede (alt, aşağı seviyede) görmektedirler. Müslüman halkları idare eden kimselerin İslam içinde terbiye görmüş ve İslam düşüncesinden esinlenmiş kişilerden olmalarından daha tabii ne olabilir? Ancak onlar bunu basit bir sebepten dolayı başaramamaktadırlar: İdare etmek için değil idare edilmek için eğitilmişlerdir. Müslüman ortamında bizzat Müslümanların topraklarına hâkim olan yabancılara, yabancı fikirlere ve siyasî ve ekonomik zulüme karşı direnç göstermelerinden daha mantıklı bir şey ne olabilir? Ancak onlar bunu yine o bilinen sebepten dolayı yapamamaktadırlar: Seslerini yükseltmek için değil, itaat etmek için eğitilmişlerdir. Müslüman değil, tebaa... Mükemmel, sakin, tam tebaa. Neredeyse uşaklar eğitiyorduk (veya topluyorduk). Bizimle her türlü iktidara ne mutlu! Fitne, esaret ve adaletsizlik dolu bir dünyada, gençliğe sakınmasını, sakin olmasını, itaat etmesini öğütlemek aynı zamanda kendi halkının ezilmesi ve esir edilmesinde ortak olmak değil midir? Söz konusu psikolojinin birçok bakış açısı vardır. Onlardan biri
her zaman tekrarlanan geçmiş hakkındaki hikâyedir. Gencimize İslam’ın ne olması gerektiği değil, eskiden ne olduğu anlatılmaktadır. O, Alhambra ve geçmişteki fetihleri, Binbir Gece’nin şehrini, Semerkand ve Kurtuba’daki zengin kütüphaneleri bilir. Onun ruhunu devamlı olarak geçmişe doğru çevirmektedirler ve o, ondan yaşamaya başlar. Tabiî ki geçmiş önemlidir. Ancak bugün, eski atalarımızın yaptığı mükemmel güzellikteki tüm camileri saymaktan çok, mahallemizdeki mütevazı camimizin eskimiş çatısını tamir etmek daha önemlidir. Hatıralardan ve geçmişi arzulayarak yaşamaya sebep olacaksa eğer, bütün o muhteşem tarihi yakmak gerekecek galiba. Eğer, geçmişte yaşanamayacağını ve kendimizin bir şeyler yapmamız gerekeceğini öğrenmemiz şart olacaksa, o muhteşem abideleri yakmak daha iyi olur. Bu yıkıcı teslimiyetçilik ve karşı gelmeme pedagojisinin, en az elli yerinde mücadele ve direniş prensiplerinin zikredildiği Kur’an adına öğütlenmesi ayrı bir paradokstur. Rahatlıkla söylenebilir ki Kur’an teslimiyetçiliği yasaklamıştır. Çok sayıda sahte büyüklük ve otorite yerine Kur’an, sadece tek ve biricik teslimiyeti tesis etmiştir: Allah’a olan teslimiyet. Ancak Allah’a olan bu teslimiyette Kur’an insan için özgürlük inşa ederek, onu bütün korkulardan ve diğer bütün teslimiyetlerden kurtarmıştır. Şimdi, ana babalara ve eğitimcilerimize ne tavsiyelerde bulunabiliriz? Her şeyden evvel, gençlerde
bulunan güçleri öldürmemelerini tavsiye edebiliriz. Öyle yapacaklarına, onları yönlendirsin ve belli bir şekle soksunlar. Onların uyuşuğu Müslüman değildir ve ölü birini İslam’a “çevirmenin” imkânı yoktur. Müslümanları eğitmek için insanları eğitsinler, hem de en mükemmel ve kapsayıcı şekilde. Onlara tevazudan çok şeref ve haysiyet, teslimiyetçilikten çok cesaret, merhametten çok adalet hakkında konuşsunlar. Kendi yolundan gidecek ve bunun için kimseden izin istemeyecek şeref sahibi bir nesil yetiştirsinler. Çünkü hep aklımızda tutalım: İslam’ın ilerlemesini –her türlü ilerlemeyi- sakin ve teslimiyetçi kimseler değil, cesur ve itiraz (isyankâr) ruhlu kimseler gerçekleştirecektir. İslam Deklarasyonu
- 48 -
- 49 -
Piyasa Tektanrıcılığı. Roger Garaudy Adam Smith’in Postulatı’ndan Piyasa Tektanrıcılığı’na (İngiliz Felsefesi)[1]
K tur.
apitalizm’in ilk biçimi ve insanî temellerinin ilk bilinci İngiltere’de doğmuş-
Batı Hint Adaları Şirketi’nin 1770 tarihli resmi raporu şunu belirtir: “Halkın üçte birinden fazlası, eskiden çok verimli olan Purneah bölgesinde ölmüştür ve başka yerlerde ise sefalet büyüktür.” İngiliz Devleti, Şirket’in yerini aldığında Hindistan genel valisi Lord Cornwallis bir bilânço çıkarmıştır “Hindistan’da şirket topraklarının üçte birinin vahşi hayvanların yaşadıkları bir vahşi orman haline geldiğini kesin olarak söyleyebilirim.” Hindistan’da yaşanan ilk büyük kıtlığın temelinde, 1793’de bu valinin Bengal ve Bihar için yayınladığı, Hindistan’ı özel topraklara bölen ve ortaklaşa kullanarak geçimlerini sağladıkları topraklardan fakir köylüleri çıkaran Toprak Tüzüğü yatmaktadır: 1800 ile 1825 yılları arasında 1 milyon ölü, sonra 1850 ile 1875 arasında 5 milyon ve 1875 ile 1900 arasında 15 milyon ölü. Böylece Hindistan’ın tarımsal geçim ekonomisi sonra da tekstil zanaatı yok edilmiştir. Bu liberalizm oyunu, bu ülkeyi Manchester’in kumaş ithâlatçısı yapmıştır: 1814
ile 1834 arasında ithâlat rakamı 1 milyon dolardan 51 milyon dolara çıkmıştır. Resmi tanıtım kitapçıklarında “İngiliz filozofları” olarak adlandırılan kişilerin hepsi, Doğu Hint Adaları Şirketi’nin doğrudan ücretli teorisyenleri haline gelmemişlerse bile, öncelikle kendi dönemlerinin imparatorluk ekonomisine sıkı sıkıya bağlı siyasetçiler olmuşlardır. Doğmakta olan kapitalizmin yasalarını doğanın yasaları olarak gören Hobbes (1588-1679) “Siyasî ve Doğal Yasanın Unsurları” (1640) adlı eserinde pazar ekonomisinin ilkesini ortaya koymuştur: Vahşi bireyselcilik ve acımasız rekabet. Toplumun, doğal şartlar içerisinde “herkesin herkesle savaştığı bir alan” olduğu sonucuna varmıştır. Atina demokrasisinin iflasında bir uyarı gören Hobbes, çatışan bu vahşi iştah ormanına bir birlik empoze etmek için yalnızca “mutlak bir despotluğa” başvurulabileceğini düşünmüştür. Leviathan (1654) adlı eserinin merkezî tezi de budur. Hobbes, sonraki üç asır boyunca doğrulanacak olan liberalizmin mantığını böylece keşfetmişti: Bireylerde olduğu kadar ulusların rakipsel bencilliklerinin vahşi
karmaşasıyla başlayan bir düzen, sadece birinin mutlak diktasına varıncaya kadar en güçlülerin en zayıfları yutmasını sağlar. Hobbes, burada aslında ona görünürde ters gelen ama içsel mantığının neticesini oluşturan rekabetçi bireyselciliğin gidişatını ve sonunu çizmiştir: Totaliter dikta, siyasi olarak daha gizli bir biçim alırken, ekonomik olarak onun kadar etkili ve tirancı olan piyasa tektanrıcılığı biçimi altında bir küresel hegemonya şirketi formatını alır. Ondan sonra adaleti mülkiyetin korunması olarak algılayan John Locke (1632-1704), 1671’den itibaren yazmaya başladığı ve 1683’de yayınlanan “İnsanî Sağduyu Üzerine Deneme” adlı eseriyle öğretinin oluşumunu devam ettirmiştir. Locke, para birikimini temel alan devletler için zorunlu olan faizi övmek suretiyle Bankacılığın propagandacısı olmuştur. Artık mülkiyetin savunusu olarak spekülasyonun yolları açılmıştır: İnsan kazandığı oranda değerli olduğundan toplumsal sözleşme, mülke sahip olan kişi için kumarhaneye dönüştürülmüş olan bankanın oyununa girme hakkını esas alır. Ticaret ve Sömürgeler Kraliyet Komiseri olarak atanan Locke,
Amerika’daki İngiliz sömürgelerinin ekonomik olarak merkeze bağlanması ve ticarî mallara fatura kesilmesinin yasaklanması amacıyla bu sömürgelerin -daha önce bir kraliyet “Fermanıyla” tanınmış olan haklarını sınırlamak için amansız bir mücadele vermiştir. 1721’den 1742’ye kadar İngiltere’yi temsilen yönetici Edmond Walpole olmuştur. 1712’de yolsuzluktan dolayı Londra Kulesine hapsedilmiş olan Walpole, 1715’de Maliye Bakanı olmuştur. Walpole, Maliye Bakanlığı döneminde birçok teorisyenle birlikte hareket etmiş ve 1714’de Mandeville (1670-1733), “Arılar Fablı”nda özel kötülüklerin kamu iyiliğine hizmet ettiğini savunmuştur. Jeremie Bentham (1748-1832) bu düşünür zincirini en iyi temsil eden kişidir. O da kapitalist sistemi doğal düzenle aynı kabul ederek insanı, yalnızca haz peşinde koşan ve acıdan kaçan bir hayvan türü olarak görmüştür. Bu doğrultuda hazzı ölçmek için ortak bir payda olduğunda ancak mümkün olan bir haz aritmetiğini hayal etmiştir. Bentham’a göre bize haz veren ve acıdan koruyan nesnelerin de bir fiyatı olmalıdır. Bu fiyat da piyasada oluşur. Demek ki bu ortak payda yani ölçü aleti paradır. “Ahlak ve Yasa İlkelerine Giriş” (1789) ‘ten, “Cezanın Akliliği” (1830)’ne kadar Bentham’ın bütün felsefî eserleri, rekabet düzeninde adaletin, suçla orantılı ekonomik cezalar gerektirdiğini savunur. Nicelik çağı böylece temelini bulmuştur: Yalnızca piyasa, insan ilişkilerinin düzenleyicisidir ve insanı da (homo economicus) yalnızca üretici ve tüketici olmaya ve yalnızca kendi menfaati doğrultu-
sunda davranmaya indirgemiştir. Marcuse’ün üç asır sonra tek boyutlu insan olarak adlandırdığı da budur. İnsan ile hayvan arasında hiçbir fark gözetmeyen Bentham, düşüncesini şu ifadeyle özetlemiştir: “Doğa, insanlığın yalnızca iki efendi tarafından yönetilmesini istemiştir: Haz ve acı.” 1763’de İngiltere hükümetinin başına Walpole’un yerine geçen Lord Shelburne, Bentham’ı “beşeri bilimlerin Newton’u” olarak görmüştür. Batı Hint Adaları Şirketi’nin ve Baring Bankası’nın yardımlarıyla Shelburne, İrlanda’ya ve İngiliz sömürgesinden kurtulmuş olan Amerika’ya her tür ayrıcalığı reddetmiştir. Onun siyasetinin ana çizgisi şuydu: Ticaretin tamamen özgürleşmesi ve serbest mübadele sayesinde Amerika’yla bütün işlerini bitirmek. 27 Ocak 1783 Lordlar Kamarası’ndan, Amerika’nın sömürgeleştirilmesine son veren Paris Antlaşması’nın feshedilmesini talep etmiş ve ticaretin serbestliği yöntemiyle genç Amerika’nın zayıf düşürülüp, tekrar İngiliz boyunduruğu altına alınabileceğini belirtmiştir: “Rekabet, sağlıklı bir serbest mübadelenin temelidir... Yalnızca toprak üzerinde serbest mübadeleyi hedeflemeliyiz... Bizim ana hedefimiz, dünyanın bütün tüccar uluslarından daha ileri sanayi ile daha çok sermayeyle, daha fazla girişimle bütün piyasaları açmaktır.” Bu ifade, aynı küresel hegemonya hedefleriyle hareket eden GATT, Dünya Ticaret Örgütü ve Amerikan liderleri tarafından kullanılmaktaydı.
Shelburne, Adam Smith’ten (1723-1790) bir kitap yazmasını istemiştir. Edinbourg’da Gümrük Komiseri olan Adam Smith, 1776’da eserini tamamlamıştır: “Ulusların Zenginliği”. Eserin güncelliği hâlâ devam etmektedir. Siyasi ekonominin babası olarak adlandırılmaktadır Smith. Özellikle XX. asrın ikinci yarısında dünyanın egemenliğini İngiltere’den devralan Amerika’da, serbest mübadele bütün teorisyenler tarafından savunulmuştur. Ekonominin motoru, kişisel menfaattir: Ulusların Zenginliği’nin 4. kısmında Smith, sisteminin ana hattını şöyle ifade etmiştir: “Sanayisini, mümkün en yüksek değerden üretime yönlendiren herkes kendi kazancını düşünür, böylece görünmeyen bir el tarafından yönlendirilerek, bilincinde olmadığı bir hedefi gerçekleştirir... Sırf kendi menfaatini gerçekleştirmek amacıyla, istemeyerek de olsa toplumun menfaatine hizmet eder.” Bundan da, devletin bilinçli müdahalesinin zararlı olabileceği ve dolayısıyla da asgariye indirgenmesi gerektiği sonucu ortaya çıkar. Sömürgelerle olan güç ilişkileri, devletin savaş giderlerini çoğaltır; oysa ticaretin serbest yapılması yeterlidir: Bu bağlamda İngiliz üstünlüğü tartışılmaz. Shelburne, Adam Smith’e sipariş verdiği kitabın verilerinden tatmin olabilirdi. Ama Bentham, Adam Smith’in liberalizminin yeterli olmadığı kanaatindeydi. Adam Smith’i yeterince detaylandırmadığı için eleştirdiği “Faizin savunması” isimli kendi eserini kaleme almıştır. Ona göre Smith, faize konmuş sınırların, girişim ve
- 50 -
özgürlüğü boğduğunu daha açıkça ifade etmeliydi. Adam Smith bu eleştiriyi memnuniyetle kabul etmiş ve Bentham’a şöyle cevap vermiştir: “Sizin kitabınız üstün bir insanın eseridir.” Gerçekten de Bentham’ın liberalizmi, çok daha radikal ve çok daha tutarlıydı. Adam Smith, devletin görevleri arasında (Ordu ve donanma, yönetim ve kamu işleri) işsizlere veya dışlanmışlara yardımı saymamıştı. Bentham bu eksikliği gidermiştir: Panopticon’adlı çalışmasından (1802) suçlulara, yoksullara ve bunların çocuklarına yönelik mecburi çalışma kampları tasarlamıştı; kampların girişindeyse “Özgür olduğunuzda çalışkan olsaydınız, buraya köle olarak getirilmezdiniz” yazısı yer almaktaydı, bu da Auschwitz’in kapısında asılı olan “Çalışma özgürlüktür!” şeklindeki Nazi yazısını hatırlatmaktadır. 1832’de öldüğünde Bentham’ın bedeni, gömülmemiştir ve mumyası Londra Üniversitesi’nde bulunmaktadır. Bentham, James Mill’in ve oğlu John Stuart Mill’in (1806-1873) ilham kaynağı olmuştur. Stuart Mill, hayatıyla ve eseriyle, bu oligarşi ve sömürgeci ideolojiyi özetler... 1822’de, 16 yaşındayken içine işlemiş olan Bentham’ın öğretisini sunmuş ve hayatının sonunda da, 1865’de Auguste Comte ve pozitivizm üzerine bir sentez yazmıştır. Felsefesinin bu iki kutbu arasında kaleme aldığı, Ekonomi Politiğin İlkeleri, (1845), Özgürlük, (1854) ve Faydacılık (1861), kariyerinin en önemli eseri olan Tümevarım ve Tümdengelim Mantığı’nda (1843) Batı Hint Adaları Şirketi’nin faaliyetine uy-
gun fikirler ortaya koymuştur. 30 yaşındayken, 1836’da oraya girmiş ve 1858’de şirketin feshine kadar da orada kalmıştır. Malthus’un (Batı Hint Adaları Şirketi’nin bir başka teorisyeni) ideolojisini paylaşan Mill, sömürgeciliği savunanların temel referansı olmuştur. Bu da mesleki başarısının hakettiği bir referanstır. Batı Hint Adaları Şirketi’nin yöneticisi olarak 1842’de Çin’e karşı esrar savaşına ve 1858’de Hindistan’daki Cipayes’lerin1 isyanının bastırılmasına katılmıştır. Malthus (1746-1834) Toplum İlkeleri Üzerine Denemeler adlı eserinde, “halk geometrik olarak çoğalırken geçim ürünleri gelişme aritmetiğine göre çoğalır”2 şeklinde bir yasa ortaya koyduğu günlerde, Batı Hint Adaları Şirketi’ne ait bir okulun ekonomi politik ve tarih öğretmeniydi. Bu yasa hiçbir olayla doğrulanmamıştır. Tam tersine; İngiliz sanayi devrimi, Hargreaves’in dokuma ipliği makinesinin kullanımı, Watt’ın buharlı makinesinin icadı, Cartwright’ın mekanik dokuma tezgahı ve serbest piyasanın gelişi sayesinde şu sonuca ulaşılmıştır: 1870’den 1910’a İngiltere nüfusu % 58 artmıştır. Oysa Hindistan’ınki yalnızca % 19 artmıştır. Böylece ortaya koyduğu yasasıyla, sömürgeciliği suçlarından ayrı tutan Batı Hint Adaları Şirketi’nin ve İngiliz liberalizminin bu teorisyeni, aşırı kalabalık nüfusu, aslında sistemin meydana getirdiği işsizlikle irtibatlandırarak günümüzde açlığın gerçek suçlusunu, suçsuz göstermek isteyenlerin atasıdır. Malthus’a göre, yoksullar fonu/yoksullar ödeneği ortadan kaldırılmalıdır; çünkü bu, fakirleri çocuk doğurmaya teşvik etmektedir.
- 51 -
*** Malthus değişmez yasalar değil de, kapitalizmin, sömürgeciliğin ve ekonomik liberalizmin yani vahşi rekabetin yasalarını keşfetmişti: Herkesin herkese karşı yürüttüğü savaş, yasal veya ahlaki sınırları olmayan, milyarlarca hayvan ve bitkiyi, milyonlarca çaresizi, binlerce küçük girişimleri yok eden bir savaş... Malthus, Darwin’in “doğal seçim teorisi”nin ilham kaynağı olmuştur. Darwin, Ekim 1836’da T. R. Malthus’un Topluluk İlkesi Üzerine Denemeler adlı eserini okuduğunda sorununa bir çözüm bulmuştur. Malthus’un bütün siyasi ve ırkçı öğretisinin sonuçlarını kullanarak W. Graham’a (3 Temmuz 1881) şöyle yazmıştır: “Aşağı ırklar, bir üst medeniyet derecesine sahip olan ırklar tarafından yakında yok edileceklerdir.” Her tür sömürgeciliğin temelinde bulunan bu ırkçılık anlayışı, o günden bugüne dek egemen olmaya devam etmektedir. [1] Garaudy, Roger, “Batı Terörü”, Pınar Yayınları, İstanbul-2008, s. 164171. 1 Cipaye: İngiliz ordusuna mensup Hintli askerler. Bu olay Batılı kaynaklarda Sepay Rebellion veya Indian Muting, Sepay Muting şeklinde geçer. Cipaye kelimesi, Farsça Sipahiden Fransızca’ya Sebay olarak geçmiş ve Hintçe karşılığı “Cipaye” şeklinde kullanılmıştır. (ç. n.) 2 Thomas Robert Malthus, burada kendisine ait meşhur “nüfus kuramı”ndan bahsetmektedir. Bu kurama göre normal şartlarda nüfus, gıda maddelerine nazaran daha hızlı oranda artarken, yani nüfus geometrik diziyle (2,4,8,16,32?) artarken gıda ürünleri aritmetik diziyle (1,2,3,4,5?) artmaktadır; böylece kişi başına düşen gıda miktarı azalır, dolayısıyla bu dengesizliğin çaresi nüfusun çoğalmasını engellemektir. (ç. n.)
Rene Guenon. Yavuz S. Oğuzhan
D
oğu medeniyeti ve Batı medeniyeti birçok düşünür, sosyolog ve filozof tarafından incelenmiştir. Çok farklı dünyalardır bunlar. İncelemelerin, araştırmaların sonucu olarak “karşılaştırmalı medeniyet tarihi” doğmuştur. Karşılaştırmalı medeniyet tarihi anlayışı(buradaki kasıt elbette doğu-batı medeniyet karşılaştırılmasıdır)Batı’da çok yeni ortaya çıkmakla beraber yüz elli senelik mazisi ya var ya yok. Bu bağlamda yeni fikir akımları ve fikir adamlarının uğraşacağı yeni bir alan doğdu. Bu konuda kafa yoranlardan biri de Fransız Rene Guenon’dur. Rene Guenon, 1886’da Bloist’te doğmuş olup, gençliğinde matematiğe karşı duyduğu alaka ve sergilediği yeteneğiyle dikkatleri üzerine çekmiş ve söz konusu dalda yüksek öğrenim yapmak üzere Paris’e gitmiştir. Paris’in aydın çevreleri ile bağ kurmuş, felsefe, metafizik alanlarının çekiciliğine kapılarak bu alanlarda araştırma yapmış, ömrünü bu araştırmalara adamıştır. Bir ara Hıristiyan gizemcilerine katılmış oradan da dikkatini Uzak Doğu düşüncesine ve Hindu felsefesine çevirmiştir.
1912 yılında Müslüman olarak Abdulvahid Yahya ismini almıştır. 1951’de Kahire’de gözlerini dünyaya kapamıştır. Guenon, yirminin üzerinde kitaba sahiptir. Ülkesi olan Fransa’da ve bu konulara meraklı olan düşünürlerce büyük itibar sahibidir. Daha önce büyük bir iştah ve şaşkınlık ile okuduğum “Doğu ve Batı” kitabını geçenlerde yine elime aldım ve altını çizdiğim yerleri tekrar tekrar okudum. Şu zamana kadar gözlemleyebildiğim batılı aydınlardan farklı olan Guenon, sanırım sadece beni değil bu kitabı okuyan herkesi şaşırtmıştır. Özellikle Batı dünyası büyük bir şaşkınlıkla beraber, büyük bir kırgınlık besliyordur bu düşünüre. Neden ve nasıl beslemesinler ki? Göbeğinde doğup büyüdüğü medeniyeti nasıl da eleştiriyor. Nasıl da her şeyi açık ve korkusuzca sergiliyor. Her şeyden önce Batılı insan figürünü sunuyor okurun karşısına. Kendi insanının manzarası yani. Rene Guenon’a göre Batılı her şeyden evvel tamamen maddecidir ve zihniliği tamamen reddeder. Ona göre insan tamamıyla Batılı yani kendinden olmalı. Aksi takdirde dünyada pek bir
kıymeti yoktur. Dünyaya maddi hâkimiyet kurmak için kendilerini vazifelendirirler. Kendilerinden olmayanlar kendilerine hizmet etme mecburiyetindedir. Buna karşılık doğulu ise maddeci değil bilakis zihnidir(metafizikçi de denilebilir) batının yanında. O, batının gelişmesini(sadece ama sadece maddi) umursamaz. Suskundur ve sabırlıdır Doğu insanı. Çünkü bu saçma ilerlemenin maddeye bağlı olduğunu dolayısıyla geçici olduğunu bilir. İnandığı şeylerin kendisine yettiği inancındadır aynı zamanda.
Rene Guenon’a göre Batı’nın ilerleme dediği ama hiçbir zaman ilerleme olmayan aksine gerile-
Çünkü Orta Çağ’da fikir, şimdikinden farklı olarak zihni özellik taşıyordu. Maddeden(maddecilik veya materyalizm) uzak metafizik özellik gösteren bir devir… Batı’nın Doğu’ya bu dönemde yakınlık gösterdiğini Araplar başta olmak üzere(çünkü yazara göre o dönemde Araplar bu iki dünya arasında köprü vazifesi görmek-
teydiler) Türkistan ve Çin coğrafyası ile münasebet kurduğunu söyler Guenon. İki medeniyetin yakınlaşması da mümkün değildir yazara göre. Zira; Doğu, felsefesi
ile sabit bir şekilde yerinde dururken Batı, düşünce tarzıyla gitgide uzaklaşmaktadır Doğu’dan. Yani anlaşamamanın tek ama tek sebebi Batı’dır(fakat zaten kendisinin daha üstün olduğunu düşünüyor ve hâkim olması gereken medeniyete sahip olduğunu kabul ettirmeye çalışıyor).
Greko-Romen’in varisi olduğunu savunan Modern Batı, o dönemler(Antik Yunan ve Roma) den sonra Orta Çağ ile uykuya dalmış ama Rönesans’la hayat bulmuştur. Bu ifade herkesin kabul edeceği bir gerçektir. Fakat yazar, saydığımız bilgilerin yanında Doğu’nun gelenekçi olduğunu ve Batı’nın geleneğe karşı olduğunu söyleyerek geçmişi her zaman inkâra kalkıştığını söylemekten geri kalmıyor. Okuduğum bu kitapta ilişkinin zor anlaşılan tek nokta işte tam da burası. Guenon’un çelişkiye düştüğünü iddia edebilir bazı okurlar ama hangimiz Batı için bu iki hükmü vermiyoruz? Biz de çelişkilerle mi yaşıyoruz yoksa? En iyisi mi kitabı okuyun ve cevabı kendiniz bulun. Rene Guenon’un “Doğu ve Batı” kitabını büyük bir heyecanla okudum. Fakat ben Batı’ya Guenon kadar sert ve acımasız yaklaşmıyorum. O medeniyetin de bir değer olduğunu düşünüyorum. İyi ya da kötü, doğru ya da yanlış hepsi de zenginliğin göstergesidir. Batı hayranlarının bu kitabı okumasını şiddetle tavsiye ederim. Aydınlarımızın(!) tek çıkış yolu olduğunu düşündükleri Batıcılık’ı bir de bir Fransız’ın dilinden dinlesinler. Ne zamandır alaka beslediğim Doğu medeniyetini (dolayısıyla Batı’yı da öğreniyorsunuz) öğrenme, fikir edinme bakımından bu kitabın önemli bir yeri oldu bende. Diğer okunmasını tavsiye ettiğim kitaplarımın arasına koydum “Doğu ve Batı”yı. www.haberakademi.net
Tavsiye Yazar...
me diye söylenmesi lazım gelen Rönesans, bir milattır. Modern Batı anlayışı Rönesans’la başlar çünkü. Orta Çağ, Batı için daha iyi ve değerlidir Guenon’a göre.
- 53 -
Frithjof Schuon
- 52 -
İslam’ı anlamak İslam’ın Metafizik Boyutu
Yazar, İslâm inancının temellerini ortaya koyarken dört temel ögeyi esas alıyor: İslâm´ın yapısı ve perspektifi, Kur´ân´ın öğretisi ve işlevi, Hz. Peygamberin misyonu ve tasavvuf. Böylece, İslâm´ın özünü sunmaya çalışıyor. Bir bakıma öteki dinlerle yüzleştiriyor ve “en son din” olma vasfını, Hz. Peygamber´in bütün peygamberlerin bir sentezi olduğunu dile getiriyor. Hikmet ve tasavvuf planında İslâm´ın zahirî ve bâtınî boyutunun yorumunu yapıyor. “Kitabın amacı, İslâm´ı tanıtmaktan çok, Müslümanların İslâm´a niçin inandıklarını anlatmaktır. Dili ve diyalektiği göz önüne alınırsa, ilk planda Batılılara hitap etmektedir. Ancak, belki de Tanrı´ya ve dine inançlarını yitirmiş olduklarından, Batılı eğitim görmüş Doğulu okuyucuların da aynı şekilde bundan yararlanacaklarını umuyoruz. Ayrıca dinin kullanımdan kalkmadığını ve çocuksu bir efsane olmadığını, aksine son derece gerçek bir bilim olduğunu anlayacaklarından hiç kuşku duymuyoruz.”
Sufilik, metafiziksel öğreti (ki bu, evrensel hakikatin zihinde somutlaşmasıdır), teori ve manevi metod olma özelliği biryana, “İhsan” ilmidir. “İhsan” böylece herkese ait din ile bunu gerçekleştirici hikmet arasında bir birleşme noktası olmaktadır, evrensel hakikatin zihinde somutlaşmasıdır.
- 54 -
-1-
Kürt Meselesine Müslümanca Bir Bakış. Vedat Baykay “Ey mürid, umut kestiğin şeyden hürsün, ümit beslediğin şeyin kölesisin” der Atatullah İskenderi.
K
ürt meselesi hakkında hemen hemen her kesim kendine göre kalem oynatmıştır sanırım peki bir Müslümanın Kürt meselesine bakışı nasıl olmalı diye düşünen ve bu konuda yazan olmuşmudur? İllaki olmuştur, olmalıdır, olacaktırda. En azından Türkiye’deki Müslümanlar bunu kendilerine sorup yine cevabını kendilerinden beklemeli ve bir vasat yol bulmalıdır. İfrat ve Tefritten beri olan bir orta yol. İnsan dünyada en çok neyi umut eder, kendisine zulmün yapılmadığı, hür ve rahat koşulların içinde sevdikleriyle birlikte yaşamak ve bu hal üzere ölmeyi (gerçi kimi ölmek kısmına katılmayabilir ama yapacak bir şeyleri yok) böyle bir umutta herhangi bir sorun görünmüyor. Elbette böyle bir umut ile yaşamak hepimizin en temel insani hakkıdır. Ama velevki, bu işin içine ırk tassubu, kavmiyet asabiyeti girdimi fitnenin fitilinide ateşlemiş olur insan ki artık umut ettiği şeyin kölesi olma yolunda emin adımlarla ilerlemeye başlamıştır bile. İskenderi, ümit beslediği şeyin kölesi olacağı gerçeğini insanoğluna haykırırken bizim Kürdistan
sevdalısı arkadaşlarada, Türk ulusalcılarınada bir çift söz söylemiş olmuşmudur acaba?! Bu arkadaşların umut besledikleri “şey”lerin, Kur’an kodları arasından bakıldığında Müslümanca düşünce kalıpları arasında yer almayan “ırkçı, milliyetçi ve ulusçu” tavırlar ile bu umutlardan beslenmeye başladıkları ve bu ümit ettikleri “şey”lerin kölesi olduklarını kendilerine hatırlatmış olmamışmıdır? Evet, kabul edilmelidir ki, Kürtler yıllardır T.C. statükosunca zulme reva görülmüşlerdir. Diyarbakır cezaevi başta olmak üzere bir çok cezaevinde hiç suçları olmadığı halde (ki suçu olsa ne yazar) işkence görmüş ve hatta bu işkence sonucu hayatlarını kaybetmişlerdir. Asimilasyon politikası yıllarca doğu bölgemizde bu ırk üzerinden uygulanagelmiş, kürt halkını tanımama, sorunlarına melhem olmama ve kültürünü yok etme projeleri ile statüko bu bölgede kendi kendine sinsice ve bile isteye düşman yaratmış ve yine bu statükocuların kendileriyle birlikte varoldukları, kendilerininde varoluş sebebi olan art niyetlilerce kullanılmak üzere yıllarca sürecek bir savaşa zemin hazırlanmıştır. Sözümona statüko bunu yaparkende Atatürkçü ve Kemalist bir jargon kullanıp dindar Kürt halkı
üzerinden bu oyunu sürdürmüştür. Geriye dönüp baktığımızda pekala biliyoruz ki bu zulümler sadece Kürt halkıylada sınırlı kalmamış bir dönem tüm inançlı insanlara ırk ayrımı yapılmaksızın bunlar yaşatılmıştır. Bence asıl sorun, bu bölgeye fitne ateşinin düşmeden önceki yaşanan tüm Türkiye devletinin Müslüman teba’sını dönüştürme projesinde saklı. Bu topraklar, toplumu dönüştürme ve dinsizleştirme hareketi “Paşa”yla başladığından beri İsmet İnönü ile devam etmesi ile birlikte devletin içine yuvalanarak günümüze kadar; en azından ergenekon operasyonları başladığı zamana dek devam eden ve kendini devletin gerçek sahipleri sanan statükocu militarist kemalist yapılanmanın ayak oyunlarına sahne olmuş ve bu yapılanmanın ateşe verdiği “ulusçu-ırk”çı fitili söndürmek gerektiğini ve bunun üstesindende ancak Müslüman türkiye toplumunun vahdeti ile gerçekleşecek olması gerektiğini çok net görmekteyiz. Kim ne derse desin, nasıl sulandırmak isterse istesin Ergenekon Opersayonlarının başladığı , Kürtçü ve Maocu bir yapılanma olan, Kürtçü statükosu diyede isimlendirebileceğimiz Kck yapılanmasının çözülüp harekete geçildiği tarihler bu anlamda birer milat olmuştur.
Şimdi burada Kürt halkının başlarını iki elleri arasına alıp düşünmeleri elzem olmuştur ki bu operasyonlar başladığı günden bu zamana dek bir tek faili meçhul cinayet dahi işlenmemiştir. Bu cinayetlerin hangi amaca hizmet ettikleri çok açık iken ve bu operasyonların yapıldığı süreç gözönüne alındığında hala bazı kürt dindaşlarımızca, kimi Türk dindaşlarımızda olduğu gibi bu operasyonlar şüphe ile karşılanmış ve dahi hiç görünmemiş ve eski kin ve nefret sözleriyle bu savaşımı veren insanların çabaları hiçlenmek pahasınada olsa eski bir yolu, yani bu statükocuların varlık sebebinide oluşturan kan ve savaş kokan bir yolu kendilerine seçmişlerdir ve her seçim yapan seçim yaptığı şeyle yargılanmak üzere ömrünün sonuna doğru hızla yol almaktadır. Bugün olduğu gibi geçmişte de İslam tarihinin başlangıcından beri kavmiyetçilik, nebevi davetin önündeki en büyük engel, bozgunculuğun zeminini oluşturan en önemli faktör olarak Müslüman toplumların baş belası olmuştur. Mekke’nin önde gelen müşrikleri, Hz. Peygamber’in davetine karşı çıkarken, onu kan bağını ve kabileye bağlılığı mahveden kişi olarak suçlamışlardır. Hâlbuki İslam akrabalık ve yakınlık bağlarına önem vermekte, söz konusu bağların korunmasını istemekte, ancak konuya ahlaki değerler ve ilkeler aracılığı ile yaklaşarak konuyu olması gereken ze-
mine oturtmaktadır. Bir Müslümanın bu konudaki bakışı elbette Kur’an ve Sünnet süzgecinden geçirilerek yapılmalıdır. “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” (Kur’an Meali; Ali İmrân, 3/103) Bu ayet birbirine sımsıkı yapışması gereken Müslüman şahsiyetin sonucunda varacağı yere işaret etmektedir. Gönüllerin birleşeceği ve yeniden eskisi gibi kardeş kimseler olma bahtiyarlığı. En önemliside doğru yolu bulanlardan olmak vaadi. Müslümanın bütün kavgası özde bu değil mi? Bir Türk’ün Kürt’ten, Bir Kürt’ün Türk’ten takvadan başka ne gibi bir üstünlüğü olabilir ki!? Hem sonuçta Türk ya da Kürt olmayı biz kendimiz istemedik belli bir yaşa kadar bunun şuurunda bile değildik. Allah bizi böyle yarattı ve bizde öyle olduk. Öyleyse bunda bir üstünlük arayışı içine girmek tam bir cahiliye arayışıdır. “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarat-
tık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, takvada en üstün olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Kur’an Meali; Hucurât, 49/13) Yani birbirimizle savaşmamız için değil sadece tanışmamız için kavim ve kabilelere ayrıldığımızı Mü’minlerin ancak kardeş olduklarını söyleyen yine ulusların, dillerin ve tüm evrenin yaratıcısı Allah’tır. Problemin çözümünde kayan fikri zeminin tekrar yerine oturtulması, kaybedilen kültür ve medeniyet tasavvurunun yeniden inşasıyla, farklı etnik yapıya ve dile sahip olunsa bile, aynı dini, tarihi ve kültürü paylaşan kesimlerin bir arada yaşama bilincinin geliştirilmesi muhakkak şart olmuştur. Burada iş her iki kesimede düşmektedir. Artık bu savaş ve gözyaşı dinmeli bu savaş ve gözyaşından nemalanan ve ellerini oğuşturan, ırkı ne olursa olsun fitneciler bozguna uğratılmalıdır. Unutulmasınki bu savaşta ağıtlar hep Türkçe ve Kürtçe yapılırken, sevinç naraları, İngilizce ve İbranice atılmaktadır. Türkçe ve Kürtçe sevinç naraları atanlarda yok değil. Bunlar diğer naracıların işbirlikçileri ve bu savaşın menfaatperestleridir. Aklımızı başımıza devşirme vakti geldide geçiyor bile. veda tbaykay@yandex.com
- 56 -
- 57 -
Batı Notları’ndan. Nuri Pakdil • Aşağısı Trakya ve Balkanlar. Buralar da bizim yurdumuzdu, Türkiye’nin toprakları içindeydi. Üç yüz yıldan artık bir süre bizim olan, uygarlığımızın bir parçası olan buraları kolay kolay bırakmamalıydık. Trakya tarihi bir soru olarak yeni kuşaklara öğretilmeli, yeni kuşaklardan, bu sorunun mutlaka cevabını bulmaya uğraşmaları istenmelidir. • Almanlar makineye sığınmışlar. Ölümden korktukları için mi? Makineye güven olmaz! Makine bu korkuyu yenecek güçte olmak şöyle dursun, manevi değerleri talan ettiği için, Batılıyı ölüm karşısında sığınaksız bırakmıştır. Bu talandan sonra, kala kala makine kalmıştır güya sığınak olarak. İşte çelişkileri! Oysa ölmek korkusunu, ancak ölüm ötesi hayata inanarak yenebiliriz. • Cumhuriyet döneminde Avrupa’ da kalmış okumuşlarımızın da öncekilerden farkları yoktu. Ne görmüşlerse aynının bizde de olmasını istiyorlardı; sanki bin yıllık uygarlığımız hiç olmamıştı; tarihimiz, utanılacak bir geçmişti; ne yapıp yapıp Batılılara benzemeliydik!
• Paris üzerine az mı kitap okuduk? Az mı övgü işittik? Okullarımız, Batı övgüsünü ödev bilmiş öğretmenlerle doluydu, kafalarımız artık duymayacak denli şişerdi, ortaokula, liseye gittiğim yıllarda. Türk yazarlarını değil de, Batı yazarlarını salık verirlerdi bize. Batı hayatı güzeldi, bizimkisi kötüydü! Ama şimdi, kendi içinde de görüyorum ki, bizimle bağdaşacak yanı yoktur bu yaşantının. Türkiye’de uygulanan eğitime benzer, tarihsel değerlerimizden kopuk son elli yılın eğitimine benzer bir eğitim biçimine, anlayışına başka ülkede rastlanmadı, sanırım. • Kahveler dolu. Sokaklarda tartışmalar, konuşmalar. Giysileri, saçları düzensizdir, karmakarışıktır; makinenin ve teknolojinin düzenine bir tepkidir bunların hepsi. İnançsızlık, hepsini, Batı toplumunun canlı kurbanları olarak buralara bırakmıştır. (…) Batı uygarlığının simgesi bu gençlik, putçuluğun inkâr lâbirentinden çıkmaya ve Tanrı’ya mutlak inancı içeren ve insanlığa bir armağan olarak sunulmuş bulunan İNANÇ UYGARLIĞINA doğru girişimlere başlamazsa, toptan intihar etmekten başka bir şey yapamayacaktır.
• Tarihsel yönden, Afrika anılar yurdudur. Peygamberin yanında, onun buyruğuna uygun olarak, Tanrı Öğretisinin bildiri ezanı, ilk kez okuyan, Afrikalı Bilâl değil midir? Peygamberin bu seçiminde, ezanı aleni olarak ilk kez bir Afrikalı müslümana okutuşunda, Müslümanlar için Afrika’ya bir işaret, “Afrika’ya dikkat ediniz!” bilgeliği yok mudur? • Müslümanlığı seçmekte olan öbür uluslarla da, Müslüman olmasalar bile Batı sömürgeciliğine karşı bağımsızlık savaşı veren uluslarla da, sıkı ilişkiler kurmalıyız. Müslüman ülkelerle sıkı ilişki kurmanın, bugünkü rejime ters düşen yanı yoktur. 1923 devriminden beri, boynumuz ağrıdı Batı’ya bakmaktan. Çağ bizi, birlik olmaya çağırıyor. Çağ kültür girişimleri yapmaya, tarihsel çizgide kişiliğimizi bulmaya bizi zorluyor. • Tarihimizde son yüzyıl çok önemli bir kesittir. Çözülmeyen ipliğe, yeni yeni kördüğümler, hep bu son yüzyılda atılmıştır. • İkinci Abdülhamid’in 18761909 yılları arasında uyguladığı dış politikanın dünya barışı için önemi, yıllar geçtikçe, olaylar or-
taya çıktıkça daha iyi anlaşılıyor. Ortadoğu’yu otuz yıldan fazla bir süre emperyalizme karşı koruyan İkinci Abdülhamid’di. O, Ortadoğu halklarının, inançlarının çizdiği birlik içinde kalmalarını sağlayan bütün önlemlerini almıştı. Ondan sonraki yıllarda, Ortadoğu halklarının yurt düşmanı aydınları “bölücülük” sarasına tutuldular. • Irkçı değiliz; çünkü, uygarlığımızın özündeki inanç, ırkçılığı, kesinlikle reddeder. Irkçılık, Avrupanın, inancımızdaki eşitliğin tüm insanlığa yayılmasını durdurmak; ortak inancın evrensel yurdu içinde birleşmiş ulusumuzu bölmek için yaptığı emperyalist bir girişimin adıdır. * Peygamberin hayatı, “bir inancın hangi yöntemlerle gerçekleştirilebildiğinin” somut örneğidir. Bunalımlarımızdan, O’nun hayatını iyice öğrendiğimiz vakit kurtulacağız. Hiçbir sorun, çözümsüz bırakılmamıştı. O, hiçbir güçlük önünde yılgıya düşmemişti. Sürekli umutlu olmuştu. • Önce kendimizi eleştiriyoruz. Arınmanın vakti. Çağ, özeleştiriyi gerekli kılıyor. Geleceği karanlıktır özeleştiriden kaçanın. Uygarlığımız, bizi, sürekli olarak özeleştiriye çağırıyor. İnanırız, her birimiz için, her gün, bir tutanak düzenleniyor; kesin. • Çocuk, gitmemek için direniyor annesine. Oysa, annelere karşı gelinmez. Çocukça bilsem, gidip söyleyeceğim çocuğa. Çünkü, bizim uygarlığımız, annelere övgü
uygarlığıdır, anneleri yüceltme uygarlığıdır. Paris’se annesini yitirmiş bir çocuktur. Bu yüzden darmadağınıktır evin içi. • Ruhsal açlığını gideremeyen insanın zihni tembelliği arttıkça, konformizmin insan üzerindeki yıkımı çoğalacaktır. • Avrupa, önce, uygarlığımızla ilişkimizi kesecek girişimler yapmaya zorladı bizi. Okumuşlarımızın çoğuna sorsak “İlk yazılı anayasa nerede yapılmıştır?” diye, 1215 yılında İngiltere’de yapıldığını söyleyeceklerdir. Oysa bize bunu yanlış öğretmişlerdi. Çünkü ilk yazılı anayasa o değildir. İlk yazılı anayasa, Peygamberin, İslam Devletini kurduktan sonra oluşturulanıdır.
• Hıristiyanlar karayı seçmişlerdi, Marksçılar kızılı. Biri gamın, biri kör şiddetin rengi. Bizimkisiyle, beyaza çalan yeşil, sürekli yeniden oluşun yeşilleşen beyazı. * Eiffel Kulesini görüyorsunuz! Gökten bir haberci beklermiş gibi; tetikte. Oysa her şey gökten inerek ve bütünlenerek ve gökle yerle denenerek, insana teslim edilmiştir. Eiffel Kulesi, bu kadar bekleyişten sonra boynunu bükmeli ve toprağı dinlemelidir. Toprağın çağrısına kulak veren insan, topraktan yaratıldığını ve toprağa döneceğini unutmaksızın ve topraktan da kopmaksızın bir şeyler yapabilir. • Yalnızlık, bir arkadaş gibi, otele değin geliyor benimle.
• Yüreğimizin yarısı Mekke’dir, geri kalanı da Medine’dir. Üstünde bir tül gibi Kudüs vardır.
• Paris’teki günlerimi, tespih dizer gibi, yurt ipine dizerim; imamiyesi de İstanbul’dur!
• Kuşkusuz, en etkili ve evrensel silah, kelimedir. Sonra, kelimelerin, sınırlı devletler gibi sınırlı ülkeleri de yoktur. Her kelime, kendi başına, sınırsızlığın bir parçasıdır.
• İnançsızlık, şu kadar megatonluk bir atom bombası altında insanlığın son bulacağı korkusundan daha çok korkutmalı bizi!
• Eiffel kulesi kurşuna dönüşse, basımevinde eritilse, kaç kelime olurdu diye, düşünüyorum. Örneğin, sadece bir kelimedir Amerika. • Parklara, ağaçlardaki özgürlük duygusunu seyretmek için gideriz. Paris’teki parklarda, ağaçların özgürlüğü makine düzenine göre kısıtlanmıştır. Ve kızmamak için gidesiniz gelmez parklara!
• Kişilerin ve hükümetin gösterttikleri yola karşı, tarihin de tayin ettiği bir yön vardır. Bu yol, tarihin tayin ettiği yönle çelişirse, aydınların ve yazarların görevi, tarihin tayin ettiği yönde ilerlemek ve halkları bilinçlendirmek olmalıdır. • Türkiye’ye dönerken gördüğüm Roma: Put kuyusu.
- 58 -
- 59 -
Noam Chomsky, Bir Muhalifin Yaşamı.
Yok Gibi Yaşamak.
Noam Chomsky, Bir Muhalifin Yaşamı, Robert F. Barsky, Doğan Kitap, Ekim 2001
Erdem Beyazıt Boğuk bir bakışın oluyor senin Bir girdap derinliğinde kayboluyor gibiyim Yok gibi yaşamak bu kalkıp kurtulmak gibi kalabalıktan Durma bana türkü söyle Anadolu olsun Susuz dudak gibi çatlak olsun Karanfil gibi olsun kara çiçek gibi solgun yüzün Durmadan akıyor kalbim ayaklarına bana karanlık bakma Ağlıyorum bir karanlık karayel saçlarına Çekme ülkemden nar yangını gözlerini Beni bu kentten kurtar beni yalnız ko git beni Arıyorum arıyorum o ilk çağ ırmaklarında sedef ellerini Susmam seni ürkütmesin içimde çağlar var bilmelisin Katı bir yalnızlık bu bilmelisin Kaçmam kendimi bulmam ben senden yoksunum iyi bilmelisin. Şu yalnızlık çıkmazında önümde niye sen varsın Niye herşey bir anda kayıyor sen kayıyorsun Kalbim niçin bu kadar yabancı sen niye yoksun Bir sam yüklü geceleri içimden atamıyorum Niye bunları bir anda unutamıyorum Hadi tut elimden gök gibi, ölü kadar yalnızım.
B
ir Muhalifin Yaşamı çağdaş dilbilim, siyaset, bilişsel psikoloji ve felsefe alanlarının önde gelen isimlerinden birisi olan Noam Chomsky’i tanıtıyor. Biyografi şeklinde yazılan bu tanıtım kitabı Chomsky’den ünlü Amerikalı dilbilimci ve yazar olarak bahsediyor. Fakat bütün iktidar ilişkilerini reddeden Chomsky eminim ki kitabın Türkiye baskısının kendisinden bu şekilde bahsetmesine sıcak bakmayacak bir ideolojik donanıma sahip. Chomsky her türlü muhalif harekette aktif olarak çalışmış ama kendi deyimiyle hiçbirinin parçası olmamış. Dolayısıyla böylesine bir tanımlama Chomsky’nin aslında yayınevi tarafından da yeterince anlaşılamadığının bir göstergesi olarak kabul edilebilir nitelikte. Chomsky yüzyılımızın en önemli kişilerinden birisidir. Mozart ya da Picasso insanlık için ne anlam ifade ediyorsa Chomsky’de gelecek yüzyıllar için böyle bir anlam taşıyacaktır. Chomsky halen hayatta olan insanlar arasından eserlerinden en fazla alıntı yapılan kişidir. Marx’ı ve Freud’u da içeren, bütün zamanların en çok alıntı yapılan kişiler listesinde ise dünyada sekizinci sırada yer almaktadır. Bir Muhalifin Yaşamı ilk bölümünde Chomsky’nin kişiliğinin biçimlenmesinde katkıda bulunan aile yaşamı ve yine bir dil bilimci olan babası hakkında bilgiler sunuyor. Noam Chomsky dilbilimci
Ali Murat İrat bir babanın ve öğretmen bir annenin çocuğuydu ve yemek sofrasında dahi konuşulan konular Chomsky’nin geleceği için yeterli birikimi sağlayacak düzeydeydi. Babasının yazdığı ve 13. yy İbrani gramerini konu alan kitabı büyük bir zevkle okuyup bitirdiğinde Chomsky daha on iki yaşındaydı. Chomsky bunun dışında babasının eserlerini kaleme aldığı müsveddeleri bile okumaktaydı. Babasının eserleri ve kişiliği Chomsky üzerinde oldukça önemli izler bırakmış ve O’nun daha on yaşındayken Franco’nun faşist darbesinden sonra İspanya’da beliren anarkosendikalist hareketlerden etkilenerek yazdığı ilk makalesini okul gazetesinde yayınlatabilmesine zemin hazırlamıştı. Chomsky ilk gençlik yıllarında Orwell’in Hayvan Çiftliği ni okumuş ve oldukça fazla etkilenmişti. Ayrıca kendisini etkileyen bu yazarın Katalonyaya Selam isimli kitabı da Chomsky’nin, özgürlükçü toplumların işlevinin hem bireyin ve hem de toplumun gereksinimlerini karşılayabileceğine olan ve gittikçe büyüyen inancını pekiştirmişti. Chomsky, fikirsel oluşumunu erken yaşta tamamlayabilmenin ürünlerini 30’una varmadan almaya başlamıştı bile. Harvard’da onur üyeliğine yükselirken 33 yaşında da MIT’de profesörlük titr’ini almaya hak kazanmıştı.
1960 ların başında Chomsky bütün yaşantısını etkileyecek bir karar verme aşamasındaydı. Artık, sıklıkla radikal amaçlara destek vermesi isteniyordu, ya da kendisi bu desteği arıyordu. Yazarın anlatısıyla ‘insanın içerideki muhalefetin sesi olmak koşulunda ödemesi gereken bedelin bilincindeydi. Rosa Luxemburg (öldürüldü), Antonio Gramsci (hapsedildi), Bertrand Russell (o da hapsedildi), Karl Korsch (marjinalleştirildi), Sacco ile Vanzetti (idam edildi) gibi insanların başına neler geldiğini biliyordu. Kısacası Chomsky altmışlı yılların başında ne tür bir yaşam süreceği konusunda bilinçli bir karar vermeye zorlanıyordu. Düşünmesi gereken bir ailesi, bir özel yaşamı ve bunlardan kaynaklanan sorumlulukları vardı. Üniversite kariyeri yükselişteydi....’ Bilindiği gibi bu tür ikilemler her bilim insanı tarafından az çok yaşanmaktadır. Chomsky’nin seçimi ve buna neden olan etkenler kitapta uzun uzadıya tartışılmış. Chomsky o yıllardan bugüne 30’un üzerinde politik kitaba imzasını attı. Insan haklarının ekonomi-politiği, tekelci medyanın propaganda rolü gibi sorunlar üzerine özellikle eğildi. Chomsky’nin hayatını büyük bir incelikle ve özveriyle incelemiş olan ‘Bir Muhalifin Yaşamı’ dünyayı güzelleştirmeye yönelik yaşayan bir insanın hayatını, çelişkilerini, ilişkilerini anlatarak okuyucuya, aslında, hayata dair önemli ipuçları sunmakta.
- 60 -
- 61 -
Fethi Gemuhluoğlu ve dostluk üzerine mülahazalar.
Ü
Hakkı Yiğit
stad Sadık Yalsızuçanların hazırladığı “Dostluk Üzerine Önce Selam Sonra Kelam Fethi Gemuhluoğlu” kitabı Timaş yayınlarından çıktı…
malı” diyor…
Lutfun da hoş”
Kendini bilmeyen ve kendisine dostça bakmayan kime ne verebilir ki?
“Ne varlığa sevinirim,
Fethi Gemuhluoğlu ile geç tanışan talihsizlerdenim…
Her şeye dost olmayı tavsiye eder O… Ölüme dahi…
Kendisinin ismini ilk kez ne zaman duyduğumu bilmiyorum.
Birbirine kesesini, karısını emanet edemeyenlerin kalkıp da İslam’ı kurtarmaya kalkışanları alaylı bir dille ikaz ederken bizlere neyi, nerde kaybettiğimizi hatırlatıveriyor.
Ama Onun dünyasına nufuz etmeme Üstad Sadık Yalsızuçanlar, Kamuran Sezer ve oğlu Ali Bey’in vermiş oldukları bir panel vesile olmuştu… Şu mübarek Anadolu topraklarında ne erenler yetişmiş meğer… Ne mümbit topraklardır bu Anadolu bozkırları… Ali cenap, cömert… Gemuhluoğlu bir aşk insanı… Hiç âşık olmayanı adamdan saymayacak kadar aşka iman etmiş bir adam… Kâinatın mayası, sevgi ve muhabbet olduğunu bilen onun bu halini yadırgamaz elbet…
“Emin” olmayan, “dost” olmayan, nasıl “dost doğru” yola erişebilir ki… Gemuhluoğlu’nun lügatinde “İslamiyet”, “insanlıktan” ibarettir. Bütün plan ve projesi, söylemi ve eylemi dostluk üzerine kurulmuştu… Onun içinde Necip Fazıl’a kendilerinin (küfrü) yıkmak için geldiğini ifade ederken; kendisinin ise inşa için var olduğunu söylüyor… Onun hayat felsefesi, var oluş gayesi “aşk, dostluk, inşa” idi.
Aşk şarabıyla sarhoş olan dostlar aramakla geçmiş Gemuhluoğlu’nun ömrü…
O “Narın da hoş,
“Evvela insan kendisine dost ol-
Kahrın da hoş
Nurun da hoş.
Ne yokluğa yerinirim” diyen Yunus’un yolundaydı…
O bir “gönül adamı” olmanın yanında “eylem” adamıdır da…
ardı eden niceleri gelip geçmiştir bu fani dünyada…
Zamanın da diğer varlıklar gibi yaratılmış olduğunu söylüyor…
Ama Gemuhluoğlu’nun dünyasında daima merkeze insan, birey varolmuştur…
Gündüzler yetmez bize, gecelerde çalışmak lazım diyor… Aradaki farkı ancak hummalı bir çalışma ile kapatılacağını bizlere hatırlatıyor… Çünkü O yeni bir dünyanın inşasına soyunmuştu… Ergeç Bediüzzamanın da müjdelediği Osmanlı’nın hamlini vazedeceğine inanıyordu… Bunun içinde çok çalışmak lazımdı…
Çünkü O büyük rüyaların adamıydı… Rüyaların, hayallerin insanı kamillerle hakikate dönüşeceğini biliyordu… Rüyasında dahi küçük düşünen kimselere itibar etmez…
Istırap, ruhun iksiri olduğunu çok iyi bilir.
Bu gün tekrar o ümmi analarımızın imanına muhtacız…
Büyüklüğün, büyüklerin kaderidir, zamanlarında anlaşıl(a)mamaları…
Bizim yitiğimiz çok bilmemek, ilim, teknik, teknoloji… değil…
“Dişinizı fırçalayınız” fermanı karşısında ağzında bir dişi çürük olan kimsenin Kelime-i Şahadet getirmesinden utanması lazım,
Hiçbir parti, cemaat, ideoloji, kurum, sistem, tarikat farklılığını gözetmeden kutsala ve değerlere saygılı adam alıyordu…
Kardeşim adam tıraş olmak zahmetinden kurtulmak için sakal bırakacak, öteki içtimai adaba uygunluk endişesiyle her gün tıraş olacak; sonra da biz kalkıp tıraş olmayanı daha kâmil Müslüman ilan edeceğiz. Olur mu böyle şey? Dişini fırçalamayanların suçu sakalını kesenlerden az mı kardeşim…” Satırları yüzüme inen bir sille…
O elinde tutulursa Anadolu insanının çok şeyler yapacağına inanıyordu…
Menzili çoktur
Çünkü ecdadımız Osmanlı’ya Allah’ın vermiş olduğu kutsal görev ve misyonun halen devam ettiğine sıdk ile iman ediyordu…
Derin sular var”
“Yahu insan bu kadarda açık konuşmaz ki” diye nefsim isyan ediyor…
Buna yönelik “söylemlerde bulunmak” kolay amma “eylemlerde bulunmak” o kadar kolay değil…
Nebevi hayatın sosyal hayatımızdan ne kadar da uzaklaştığını, dışlandığının, nasılda şekilci ve şabloncu olduğumuzun çığlığıdır bu sözler…
Birazcık servet ve mülkiyet kazanılınca kazandıklarını kaybetmemek için kendi kurum ve kuruluşunu, servetini, müessesini merkeze alıp, müntesiplerini, çalışanlarını, dostlarını, insanları göz
Bir gün ümmi anasını elinde aldığı bir çöpü Kuran harflerinin üzerinde gezindirirken “Benim okuma yazmam yok oğul, böyle yaparsam ola ki Allah bana bir hatim sevabı yazar” der.
Istırap insanıdır O …
Ve bundan dolayı diojen gibi adam aramaya kendini vakfetmişti.
Yüzüm kızararak okuyorum… Şok etki ediyor…
İlk muallim(e)lerden var olması gereken meziyetlere işaret ediyor…
İşte neslimizin, bizim, ailemizin, hanımlarımızın, cemiyetimizin muhtaç olduğu ruh, iman, irfan…
“Tenkit etmekten tebliğe zaman bulamıyoruz”,
Bütün plan ve projesini “büyük insanlar” yetiştirmekten ziyade; yaratıcısıyla, kendisiyle, geçmişiyle, tarihiyle, barışık “insanı kâmil” yetiştirmek üzerine kurmuş…
O sık sık annesinden bahsederken, aslında ilim, irfan edeb neslinin nasıl yetişeceğine işaret ediyor…
O bunun farkındadır ve bunun için de hiçbir zaman kırılmaz, darılmaz… “Bu yol uzundur
Geçidi yoktur
Bizim ve neslimizin bu gün ihtiyaç duyduğu şey; bu ümmi analarımızın imanı, saffeti, samimiyeti, aşkı, heyecandır… kısacası Fethi Gemuhluoğlu’nun taşıdığı ruhtur, misyondur… “Dostluk Üzerine” bir çırpıda okunulup sonrada kütüphaneye konulacak bir kitap değil…
“Dövene elsiz gerek
Hayata geçirilmesi gereken prensipleri va’z eden bir kitap…
Sövene dilsiz gerek
Okuru dostça “insanı kamil” olmaya çağırıyor…
Sen derviş olmazsın Derviş gönülsüz gerek” Yunus’tan el almıştır o…
Onlar çok basit şeyler…
diye
İncinse de incitmez… Yıkmak için değil yapmakla mamur olduğunu şuurundadır… Oğlu Ali Beye yazmış olduğu mektup, her gencin başucuna asması gerekli öğütler ihtiva ediyor…
Bu tür erenlerin hayat hikâyelerini ihtiva eden kitaplar okunmalı okutulmalıdır nesillerimize… Böylece belki neleri yitirdiğimizi fak ederiz de, yitiğimizi arama adına yollara koyuluruz… Ve o yollarda dostlar ediniriz… Zaten birçok dostluklarda yollarda edinilmiyor mu?
- 62 -
- 63 -
“İbn Sina Mantığı” hakkında makale yazan Başbakan. Dücane Cündioğlu
O
smanlı’nın son dönem aydınları ve hatta âlimleri devlet-i aliyye’yi kurtarmak adına sahip oldukları zihnî birikim ve zenginlikleri küçümsemekten, hatta reddetmekten kaçınmamışlar, buna mukabil Avrupa pazarında fikir adına tedavüle sokulan değerlideğersiz ne varsa -ulaşabildikleri kadarıyla- onları önemseyip öne geçirmeyi ihmal etmemişlerdi. Mehmed Akif merhumun devrinin klasik Arapça’yı çok iyi bilen dört kişiden biri olduğu, hatta bu hakikati o bildik bütün tevazûuna rağmen bizzat itiraf ettiği halde, kendisinin bu meziyetini neredeyse bir hiç mesabesinde görüp sırf gündelik Arapça’yı konuşamadığı için klasik eğitimi “Birgivî Arapçası” deyu hafife alması gibi, o dönem münevverânı da mensubu bulundukları ilim ve kültür geleneğinin kendilerine kazandırdığı vasıflarla övünmek yerine, kazandır(a)madığı vasıfların mahrumiyetiyle dövünüyorlardı. O en çetin Arapça klasikleri kolaylıkla okumayı mümkün kılan “Emsile-Bina-Avamil…” külliyatı suçlu idi; zira imparatorluğu kurtarmak isteyenlerin hiçbir işine yaramıyordu. Onların işine yarayacak
olan mesela bir “Lugat-ı Fransevî” idi. Bir müessese iflas ettiğinde, herhalde o müessesenin zaten akl-ı selimini yitirmiş halde bulunan sahibini çileden çıkaracak yegâne tavsiye, kendisinden namuslu ve ahlaklı olmaya devam etmesini istemek olacaktır! Çünkü cevap hazırdır: “Bugüne kadar namuslu olduk da ne oldu sanki?” (Bugün bazı İslamcılar da böyle yapmıyorlar mı?!?) Mukadder çöküşe razı olmak enkazın altında kalacaklar için tahammül edilebilir bir şey değildir; zira böyleleri kendilerini değil, bilakis kendilerinden öncekileri mesul tutmayı tercih ederler ki doğrusu pek haksız da sayılmazlar. Çökmüş ya da çökmekte olan bir ilim ve fikir geleneğinin mensupları için de durum bundan pek farklı değildir. Savundukları bir işe yaramaz; dolayısıyla silahları değiştirmek, mümkünse düşmanın silahıyla silahlanmak en iyisidir. Bu psikozun tesirine giren kimseler, hemen siyasî hatta ticarî çöküntü ile zihnî, fikrî, dinî duruş
arasında paralellik kurmaya çalışırlar. Yenilgi olumsuzdur; zira sonuçları katlanılabilir gibi değildir. [Koca imparatorluğun parça parça olmasına hangi yürek dayanabilir, hâkim bir milletin mahkumiyetine hangi vicdan katlanabilir (idi)?] Galipleri taklid etmek, onların sahip olduklarına sahip olmak ve tabiatıyla asırlardan beri sahibi bulunulan ne varsa hepsinden -yenilginin gerekçesini teşkil ettikleri iddiasıyla- kurtulmaya çalışmak, bu hengâmede bulunan tek çözüm gibidir. (Almanlar I. Dünya Harbinde de, II. Dünya Harbinde de hâk ile yeksan oldukları halde tam da bu yenilgiler sırasında dünyanın en büyük filozoflarına ve en köklü felsefî yorumlarına sahip olduklarından bir an bile kuşkulanmadıkları halde, bizimkilerin aklına futbol maçında yenilseler bile “Biz zaten adam olmayız” demekten başka birşey gelmiyor, gelemiyor.) Hasılı, sonuç iğrenilesi bir aşağılık kompleksine tutulmak ve bir daha kurtulamamak oldu. Ne yazık ki başımıza gelen açıkçası budur! Kendi ilim ve fikir geleneğinin düşünürlerini şapşallıkla,
hırsızlıkla, cahillikle suçlayan, fakat buna mukabil kendilerini bir şey iken, hiçbir şey kılmaya azmetmiş olanları başüstünde tutan utanılası öğretim görevlileri… Bugün Batı üniversitelerinde Grekçe ve Latince bilmeyenler Felsefe bölümlerinin koridorlarında bile dolaşamazken, bizimkiler Arapça, Farsça ve Osmanlıca’ya vakıf olmaya çalışacaklarına, hatta böylesi bir vukufiyetin her halukârda bir iftihar vesilesi olacağını düşüneceklerine, FONO İngilizcesiyle fiyaka yapmaya çalışıyorlar. Hiç mübalağa etmeden
söylüyorum: Bugün herhangibir İlahiyat Fakültesine girecek olan adaylar arasında Japonca ve Çince bilenler, Arapça veya Farsça bilenlerden daha avantajlı bir durumdadırlar ve bu hâl traji-komik bir zihin sefaletine delaletten gayrı bir mânâ taşımamaktadır! Oysa ne tuhaf değil mi, İbn Sina hakkında hazırlanan devasa bir kitabın Mantık kısmını bu ülkede Başbakanlık yapmış bir zat, Şemseddin Günaltay kaleme almıştı. Yıllarca liselerde okutulan bir Mantık kitabının yazarı ise yine Maarif Vekili Hasan-Ali Yücel idi.
Yarım asır sonra, bugün, değil öğrenciler, Mantık Kürsüsünü işgal eden hocalar dahi seleflerinin yazdıklarını anlayamıyor ve “Sokrat ölümlüdür” ile “Sokrat ölüdür” ifadelerini birbirlerine karıştırıyorlar. Mübalağa ettiğimden şüphelenenler varsa lütfen zahmet edip “tezad” ile “tenakuz” arasındaki farkı yakınlarına sorsunlar, sormaya üşenirlerse bari kendileri cevap vermeyi denesinler. İnanınız, ben aradım ve fakat doğru bir cevap verebileni bulamadım.
- 64 -
- 65 -
Din Felsefesi Yazıları.
D (s.127).
Derleyen ve Çeviren: Zeki Özcan
in felsefesi insan kültürünün bütün görünüşlerini yansıtan bir aynadır
Bilindiği gibi din felsefesi, din felsefesi olarak bu sahanın hem isim hem de disiplin babası olan Hegel’le başlatılır. Ancak çoğu zaman bu ibare nominal bir zarf olup, içi genellikle dinî felsefeyle ya da rasyonel teolojiyle doldurulmuştur. Din Felsefesi Yazıları I, din felsefesinin otantik doğuşuna sâdık, gerek problematik gerekse de gelenek açısından zengin bir panorama sunmakta ve daha da önemlisi bu alanın meraklılarını yetkin adreslere göndermektedir. Günümüz din felsefecilerinin en önde gelenlerinden biri olan Fransız filozof Henry Duméry’nin kaleminden iki seçkin yazı sunulmuştur. Din Felsefesi ve Geçmişi başlığı altında din-felsefe münasebeti irdelenir. Yazı, Milet Okulu’ndan Hegel’e kadar geniş bir yelpaze içinde söz konusu filozofların felsefelerinin hangi noktalarda dinî faktörlere bağlı bulunduğunu saptamaya çalışır. Duméry’e göre efsanelerin ve dinlerin üzerinde belirmeyen tek bir fikir gösterilemez (s.23). Felsefe, aşma iddiasında bulunduğu efsanevi dayanaklar olmadan ayakta kalamaz. Bu açıdan Greklerde din, her düşüncenin anası gibidir. Mesela yazara göre Platon’un di-
yaloglarında yer alan antropolojik ve kozmolojik tasvirlerin hemen hemen hepsi daha eski efsanelerde taslak halinde vardır. Platon onları bu gelenekten alır ve yeniden biçimlendirir. Öyle ki bu efsaneler Platon’da bile spontane toptancı özelliğini korur. Demek ki, imge ideayı taşır, dahası ideayı sembolde ‘harekete geçirir’; sembolü ideayla bir arada yaşatır (s.13). Ona göre, kavram ve imgelemin bu sıkı işbirliği hiçbir zaman göz ardı edilemez. Ancak Duméry’i açısından unutulmaması gereken önemli bir husus da dini, sadece zihni uyarıcı verimli bir saha olarak görmenin yanında bir de ona, dünyanın başlangıcı ve sonu gibi kavrayışımızın asla açıklayamayacağı hususları da aydınlığa kavuşturan bir olgu gözüyle bakmalıyız. Dinlerin akıl yürütmenin boşluklarını doldurmada tam bir can simidi işlevini yerine getirdiğinin altı çizilmelidir (s.11). Din ve efsane aslında, Tanrı dünyadan geri çekildikten sonra başlamıştır. Bu temel üzerinde hayat bulan malzeme, felsefeyi de beslemiştir. Bu yazıda son olarak din fenomenolojisinin duruşu tasvir edilir. Dinin olmazsa olmaz şartı tapınmanın özgünlüğü, nev’i şahsına münhasırlığı ve eleştiriye indirgemezliğinin önemi vurgulanır. Belki de söz konusu tavırda, Sokrates’in kulağımıza fısıldadığı “teori asla pratiği tüketemez,
kesinlikle onun yerine geçemez” vecizesini kesinlikle ciddiye almalıyız. Fenomenoloji dini ne mahkum etmeye ne de aşmaya çalışır; onun amacı anlamak olmalıdır. Böylece din fenomenolojisi yargıyı askıya alarak dini veriye saygı göstermelidir (s.21). Yine Henry Duméry’nin kaleminden Bir Din Felsefesi Mümkün müdür? başlıklı yazıda, din felsefesinin imkanı tartışılır. Ona göre, din felsefesi, insanın aklıyla bir din tesis etme ve incelenecek obje olarak el çabukluğu ile bu tesis edilen malzemeyi din yerine ikame etme ve de onu inceleme değildir. Yine aynı şekilde insan zihnini uyaran herhangi bir dinin zihindeki tezahürlerini, onun fonksiyonlarını ve yansımasını araştırmak da din felsefesi değildir. Din felsefesinin mümkün olması için tarihi yaşayan pozitif bir dinin mevcudiyeti zaruridir. Öte yandan Duméry’e açısından ‘dinî felsefe’ kesinlikle din felsefesi değildir. Dinî felsefe, felsefe ile teolojinin karışımı olan bir melezden başka bir şey değildir (s.110). Dinî veriden bir kılavuzdan yaralanır gibi yararlanmak din felsefecisinin tavrı olamaz (s.113). Din felsefesinin yöntemi olarak karşımıza doğal olarak fenomenoloji çıkar. Bir kere bu yöntem, dinî ifadelerin tam bir tespitine ve onların özünün doğrudan açığa çıkmasına izin verir. Dinin kaynağı ile ilgili problemlerle ilgilenmek
yerine yapı problemiyle ilgilenir; açıklamanın yerine anlamayı koyar. Duméry’e göre dinde önemli yer işgal eden aksiyonun açıklığa kavuşturulması için entelektüel çaba demek olan birincil tefekkür tek başına yeterli değildir; burada ikincil tefekküre de ihtiyaç vardır. O, sadece entelektüel açıklamayla yetinmez, yaşanmış tecrübeyi de işin içine katar. Açıklamayla yaşantıyı birleştirir ve böylece aksiyonun ne olduğunu ortaya koyarken onu düzenler de. Ancak burada din filozofu, somut subjenin yani müminin yerini gasp etmez, onun yerine geçmez (s.117). Âdeta yukarıdaki yazının bir nevi devamı olarak düşünülebilecek bir başka yazı ise bu kez Jean-Louis ve Vieillard-Baron’dan Bir Din Felsefesini Mümkün Kılan Şartlar’dır. Burada ilk şart, vahiy kavramını kabul etmektir. Tanrı’nın bir kavrama indirgenmesi ya da natürel teoloji bir din felsefesinin imkanını ortadan kaldırır. İçsellik, subjektif dinî tecrübenin belirlenimi olarak kabul edilmelidir, ki bu ikinci şarttır. Kutsal ve dinî tecrübe iptal edilirse dinin bindiği dal kesilmiş olur. Kutsalın özgünlüğü ve apayrı bir kategori olduğu teslim edilmelidir. Üçüncü bir şart da, dinin aynı zamanda sosyal bir olgu olmasıdır. Nihayet din felsefesi birden çok dinin varlığını kabul eder. Din felsefesinin anlamaya çalıştığı şey, belirli dinlerin özlerinden hareketle dinin özünü belirlemektir. Bu temel tespitlerden sonra geriye iki soru kalmaktadır. İlki, bir din felsefesi çalışması yapmak isteyen kişinin inanması gerekli midir? İkincisi, din felsefesi, felsefenin önemsiz ve bağımsız bir alanı mıdır? (s.125). Yazarlara göre, din filozofu özel bir imana dogmatik tarzda bağlanmaksızın dinî tecrübenin değeri-
ni, kültürel biçimler çerçevesinde ve özellikle de inananların bıraktıkları metinlerde takdir edebilir. Öyle ya hermenötik anlama, dinî tecrübelerin hakikat olduğunun kabul edilmesi değil midir? Yine din felsefesi bir karşılaştırma yöntemini kullanarak, farklı dinlerin manevi ögelerini gruplayarak ‘din aileleri’ kavramını ortaya koyabilir. Öte yandan din, insanî aktivitelerin bütünü içinde, kendine en yakın olan felsefe sayesinde, yani Mutlak sanatından yararlanılarak anlaşılmalıdır. Yazıda Hegel’in bilimlerin soyut evrenselliğinin karşısına somut evrenseli koyduğu hatırlatılır. Felsefe dinle ilgilenmek zorundadır ve bunun amacı felsefenin dini, felsefî bir dine dönüştürmek değil ‘ruhla bilgiyi, dini duyguyla zekayı uyuşturmaktır’ (s.127). Din felsefesinin önemli problemlerinden biri olan din-bilgi ilişkisini Theodor Deman, Din ve Bilgi başlıklı yazısında işler. Yazıda ‘dinî
olan’ ile ‘zihnî olan’ arasındaki paradigma farkına dikkat çekilir. Esas itibariyle din tasavvuru ilahi olanı ihtiva eder. ‘Yaratılmışlık duygusu’ ifadesinde insan, kendinden başka biriyle ilişki içine konulmaktadır. Yine yazara göre dindarlık sadece ahlakiliğe indirgenemez. Dindarlıkta itaat motifi baskınken, ahlakilikte iyiyi yapmaya çağrı söz konusudur. İnanma edimindeki bilgi, ‘dini duygunun yöneldiği obje gerçekten vardır’ hükmünde ortaya çıkar (s.131). Aynı şekilde onun sır olduğunu vurgulayan bir bilgidir, bu. Tanrı nesnelerin doğal düzenini aşan bir varlık olduğu için Tanrı’ya dâir bilgi de zekaya sanki bir sır gibi görünür. Tanrısal esrar dağıldığı ölçüde bilgi, dini daha güçlendireceği yerde zayıflatır ve çökertir. Tanrı’ya dâir felsefî bilgiyi, zekanın bir hâkimiyet teşebbüsü gibi tasvir edebiliriz. Çünkü her akli ispat, zihnin obje üzerinde bir nevi zaferinin belirtisidir; bu nedenle obje ne kadar ulvi olursa olsun, ondan elde et-
- 66 -
tiğimiz bilgi de zeka için o kadar övünülecek bir şeydir. Elbette Tanrı’nın zihinsel fethinin, itaat, huşû ve alçak gönüllülüğü barındıran dine yardımcı olması, onu desteklemesi beklenemez. Felsefe Tanrı hakkında, aklın ilkelerine göre ve kavramlar aracılığıyla hüküm verir. Ancak iman, Tanrı’yı Tanrı’nın düşündüğü şekilde kabul eder; ona insanın zihinsel bilgisinin gücüyle değil de iman edimi ile bağlanır. (s.132-133). İbrahim’in, İshak’ın ve Yakup’un Tanrısı elbette filozofların Tanrısı ile bir ve aynı değildir. Jacques Pierre’den iki uyarıcı yazı var. İlki, Din Tanımının Açmazı. Pierre’e göre dinin özgünlüğü onun sözle anlatılamaz oluşudur. Wittgenstein için de anlatılamaz olan, sadece “gösterilebilen”, dilin temeline yerleşmiştir. İfade edilemez olan kesinlikle vardır. İfade edilemez olan gösterilir; o, mistik ögedir ve dinin çekirdeğidir. Yazara göre dilde bir terim başka bir terimle tasvir edilemediği anda, bu terimin anlamı sadece tekrar edilerek açıklandığında ve biraz da tok sesle “bu böyledir” diyerek haklılığı gösterildiği zaman, temele yani anlam sahasına dokunuruz. Örneğin ‘öleceğiz’ çünkü ‘dünyanın başlangıcında Enkidu öldü’ önermesi tekrar edildiği için kendi üzerine döner, bir şey söylemez ancak temeli gösterir (s.272). Temel öncesiz bir sınır, mutlak bir sıfır noktası olduğundan zorunlu olarak tek ve biriciktir. Din belki de söylenemeyen ancak gösterilenin şekil almış, cisimleşmiş hâlidir. Hem temele yaklaşmayı hem de onunla ilişki kurmayı sağlayan ara bölgeler vardır ki işte bu, ritüellerin fonkiyonudur.(s.280). İnsan kültüründeki kutsalın fonksiyonu şudur: İnsan dilin ötesine, bir sözleşmeye, insanı açıkça bir başka kişi olarak tesis eden bağ-
lanmaya başvurmak zorundadır; bu sözleşme insanlar arasındaki sembollerin evrensel sisteminde içerilmiştir (s.283). Jacques Pierre’den ikinci yazı: Dinin Semiyotik Tanımına Bir Giriş. Kültürde bir öz tarafından gösterilmeyen hiçbir biçim ve buna karşılık ‘biçimlenmeksizin’ görünen hiçbir öz yoktur. Bunların ikisi birbirini karşılıklı olarak gerektirir. Aslında din, özle biçimin yani kültürün izdivacından doğmuştur. Her dil, her anlam, temelde belirir. Bu temel, kültürdeki bütün belirlenimleri veren göndergesel bir çerçevedir. Pierre’e göre din, bütünün sınırlarındaki gözcüdür. Köpekler ve kurtlar arasında, sitenin duvarları üstünde ve gecenin karanlığında, imparatorluğun sınırlarında gözcülük yapan din, ardındaki şehrin canlı görüntülerini, tâ uzaktan duyduğu insan ve çalgı uğultularını dalgınca dinler. Sadece onları dinlemekle kalmaz aynı zamanda şehri kalın bir örtü gibi saran karanlığa doğru dönerek de, şehrin uğultusunu ve gürültüsünü deşifre etmeye çalışır. Eşiklerin bekçisi, gözcü, dünyanın merkezi ve köşe taşı, bu temel için kullanılan metaforlardır. Bütün bu metaforlar bir tekilliğin çevresinde yani belirlenimi olmayan morfolojik bir büyüklüğün çevresinde döner durur. ‘Tanrı, merkezi her yerde olan ve çevresi hiçbir yerde bulunmayan bir dairedir’, şeklindeki vecizeyi yazar tekrar seslendirir. O, söz konusu tekilliğe ilişkin Mary Dougles’ın tabu tanımının altını imzalar: Tabu, tek bir varlığın kültürel tasniflerin herhangi birinde yer alamamasından doğmuştur (s.302). Kitapta Leszek Kolakowski’nin Din Felsefisi isimli eserinden önemli bir kesit sunulmuştur. Filozofa göre din fenomeni analiz
- 67 -
edilirken kutsal tecrübesine başvurulur. Söz konusu tecrübe özgün bir içeriğe ve kurucu bir fonksiyona sahiptir. Yine kutsalın dili tapınmanın dilidir. Tapınma fiillerindeki ve özellikle âyinlerdeki dinî semboller, başka bir dünyadan gelen bir enerjiyi gerçekten taşıyan etkenler olarak dindarın hayatına girer. Tapınma dili hem normatif, hem tasviri hem de duyusaldır. Kutsalın alanının ayırt edici niteliği olan özel bir algı biçiminin bulunduğunu iddia eder, Kolakowski. Bu alanda algı fiilinin ahlakî ve bilgisel görünüşleri birbirinden ayrılmayacak kadar kenetlidir. Tapınma alanında anlama, bilme ve nihaî realiteye katılma duygusu ve de ahlakî yükümlülük tek bir fiil olarak ortaya çıkar; öyle ki teori ve pratiğin ayrılamazlığı söz konusudur. Öyle ki burada anlamı oluşturan şey iletişim fiilleridir ve anlam iletişim fiillerinde sürekli olarak yeni bir güç ve anlam bulur. Dinî tecrübede bilme, his ve edim bir bütündür (s.200). Dini alanda olgu/değer ayrımı seküler var oluşta göründüğünden farklı biçimde görünür daha doğrusu ayrım yoktur. Öte yandan Kolakowski’ye göre kutsalın egemenlik alanı tabunun alanıdır. Kültürün şifresi tabularda aranmalıdır. Diğer deyişle kültür tabulardır veya tabusuz bir kültür yuvarlak bir karedir. Baskısız bir kültürün varolabildiğini varsayalım; bu kültür herhangi bir arzuyla, bu arzunun objesi arasındaki mesafeyi kaldırdığı için kendi kendini yok eder (s.223). Aynı şekilde kutsala referansı olmayan ahlâk da bizzat kendini iptal etmeye mahkumdur. Tanrı yoksa her şey mübah olmaya mecburdur. Sonlu sonsuzdan pay aldıkça taptaze hayat suyu ile sulanmış demektir (s.228).
Süreç metafiziğinin önemli ismi olarak bildiğimiz Alfred N.Whitehead’in Dinin Oluşumu isimli kitabının ilk iki bölümüyle de tanışmak mümkün. Whitehead’in nazarında dinin dört görünüşü vardır: Ritüel, duygu, inanç ve aklileştirme süreçleri. Diğer bir ifadeyle dine şekil veren insan doğasındaki değişik unsurların kısa bir tahlili yapılmaktadır. Filozofa göre dinin temeli bireyin yalnızlığıdır. Zincire vurulmuş Promethus, çöldeki Muhammed, Buddha’nın derin düşünceleri, Haç’taki İsa, bu yalnızlığın somut sembolleridir. Belki de, yalnızlık adamakıllı adam eder insanı, demeye getirir, Whitehead. Dinî tefekkürün derin tabakalarına ulaştıktan sonra bu münzeviler, kendilerini Tanrı tarafından terk edilmiş hisseder (s.141).
bir ilkedir; buradaki düşünce modu tasavvur ve imgeye dayanır ve bunlar felsefi düşüncenin aleti olan kavramların zarflarıdır. Hegel açısından sadece kavramlar düzeyinde kalmak verimli düşünme için yeterli değildir. Düşüncenin merhaleleri açısından, kavramsallaştırma sadece bir soyutlamadır; diyalektik düşüncede bir kavramın karşıt bir kavramı içerdiğini belirlemektir; nihayet spekülatif düşünce ânında akıl, “belirlenimleri karşıtların birliğinde algılar” (s.43).
Whitehead için de dinî tecrübe ne sadece düşünce, ne duygu ne de aksiyondur. O, insan bütünlüğünün bir ifadesidir. Din metafizik değildir. İsa’nın söylevi, kavramlaştırma olmayıp, dinin esası olan eylemdir. İsa bizzat kendi hayatını ortaya koymakla bunu ifşa etmiştir (s.161). Din gerçekliğin soluk fotoğrafları ya da onu temsil eden tabelalar değildir. Din yaşamdır. Dinî kavrayış bil-fiildir ve doğrudan doğruyadır.(s.175).
Dini tutumda insan Mutlak’la ilişkiye girer. Din çeşitlerinin çokluğu Mutlak’ı kabul etme biçimimizin çokluğu oranındadır. Ya Mutlak olarak belirsiz bir varlığa (Hinduizm) ya da şahıs bir varlığa bağlılık söz konusudur. Şüphesiz Hegel’in tercihi ikinciden yanadır. Yine Vancourt, Hegel nazarında Tanrı’ya spontane yükselişte, salt sezgi diye tek başına yalın bir şeyin söz konusu olamayacağını vurgular. Aslında diskürsif düşünce olmadan sezgi yoktur; elbette bunun zıttı da doğrudur. Tanrı kanıtlarının bize yeni hiçbir şey vermediğinin altı çizilir. Tefekkür yeni bir şey yaratmaz; spontane yükselmeye esaslı hiçbir unsur eklemez; sonuç olarak kanıtlama yeniden bulmadır (s.75).
Raymond Vancourt, Hegel’in Din Felsefesi’ni itinalı bir şekilde deşifre etmiştir. Vancourt’a göre Hegel din hakkında yargıya varmak için, kendini, kurduğu “mutlak idealizm”i kullanmakla sınırlar. Ancak onun düşüncesine nüfuz ettikçe, bu idealizmin kısmen Hıristiyanlık üzerine tefekkürüne bağlı olduğunu anlarız (s.29). Dini tutum ve felsefî tutum arasındaki farka dikkat çeker yazar. İman, kişinin düşüncelerini, duygularını ve fiillerini canlandıran
Son olarak Vancourt, aklın ve vahyin Tanrı karşısındaki tutumunu nasıl uzlaştıracağız sorusunu haklı olarak sorar. Aklın sadece yüce varlığın monist bir bakışına ulaştığını, vahyin daha zengin ve daha ihatalı bir kavrama, kişisel Tanrı’ya bizi nüfuz ettirmek için gerekli olduğu söylenerek bu uzlaşma sağlanabilir mi? Felsefeyi dine, saf kavramı tasavvura bağlayan bir çözüm pek tatmin edici gözükmez. Mesela der yazar, Hegel’e göre tefekkürün dinî verilerden
hareket etmesinin sebebi onları aşmak ve daha üstün bir düzeye ulaşmaktır. O zaman şu sorular kaçınılmaz olacaktır: Aynı anda hem Tanrı’nın bir şahıs olduğuna inanabilir, hem de filozof olarak bir şahıs olmadığını kabul edebilir miyim? Hegelci perspektipten bakmaya devam edersek, dini tasavvurları aşan kişi şahıs Tanrı’ya bağlanacak mıdır? (s.106). Bir soruda biz soracak olursak, acaba kutsal kitap, kendisinin takdim ettiği Tanrı’nın ötesine nihaî hedef olarak idealizmin Mutlak’ını mı koymuştur? Farklı bir gelenek olarak Anglo-Sakson gelenekten de iki örnek sunulmuştur. Bize göre bu geleneğin din felsefesi, genel olarak Ortaçağdan beri tabiî teoloji adıyla bilinen alanı, yani teolojik sorunları, vahiy otoritesine başvurmadan rasyonel olarak inceler. Din dilindeki özgün kavramların analizidir. Kavram veya ifadelerin tarihsel ve göndergesel kaynakları dikkate alınmadığı takdirde, onlardaki anlam değişiklikleri ve dönüşümler de kavranamaz. Dinin tarihsel süreci, dinî sembollerde insanların kendilerini algılama biçimleri gibi meseleler bu geleneğin problematiğine girmez. Ancak her farklı bakış alternatif düşünüş anlamına gelir. İşte söz konusu gelenekten iki farklı fotoğraf: Francis Jacques’in kaleminden Teolojik Önermelere Analitik Yaklaşım ve Maurice Boutin’dan ise Wittgenstein’da Olgu Üzerine Bir Soruşturma.
Kaynak: ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ Cilt: 10, Sayı: 2, 2001 ss. 293-298 Alfa Yayınları, Kasım 2001, 362 Sayfa, 11 Bölüm.
- 68 -
- 69 -
Eşref Edib`in “Said Nursî” makalesi.
1
Eşref Edib
882`de Serez`de (Orta Makedonya) dünyaya gelen Türk matbuatının mücahit kalemi Eşref Edib Fergan, İstanbul`da vefat etti. Eşref Edip, Üstad Bediüzzaman`ın sâdık dostu, Risâle–i Nur`un samimî bir müdafiî olarak da bilinir. Bu meyanda birçok makale ve eseri vardır. 1908`de, önce Sırat–ı Müstakim, daha sonra Sebilürreşad ismiyle mecmua neşreder. Aynı isimle bir de matbaa kurar. Said Nursî ile ilk tanışmaları tâ o yıllara kadar gider. Yaklaşık 50 sene müddetle, dostluk ve kardeşlik münasebetleri devam eder. Hayatta iken, Üstad Bediüzzaman`ı ve kudsî dâvâsını neşriyat yoluyla müdafaa etmekten geri durmayan Eşref Edip, o mübarek zâtı vefatından sonra da anlatmaya ve dâvâsını savunmaya devam eder. İşte, onun bu takdire şâyân hizmetlerinden bir nümûne–i misâl. 1963`te Sebilürreşad yayınları arasında neşrolan “Bediüzzaman Said Nur ve Nurculuk: Tenkid ve Tahlil” isimli broşürün ilk sayfalarında Bediüzzaman`ın vefatının 3. yıldönümü münasebetiyle Eşref Edib`in şu tahlili yer alır:
Bediüzzaman Said Nursî Bir asra yakın zaman yaşayan bu mübarek zat, 23 Mart 1960`ta (25 Ramazan 1379) Urfa`da Rahmet–i Rahman`a kavuştu. Cenaze namazı Ulu Cami`de kılındı, Halilürrahman Dergâhı`na defn edildi. Allah, gani gani rahmetine mazhar eylesin. Bu nadide ve kıymetli varlığın şahsiyetini, mesleğini, eserlerini tetkik ve tahlil etmek, üzerinde muhtelif noktalardan işlemek, teşhisine çalışmak, ilmî ve içtimaî bir vazifedir. Vefatının üçüncü Ramazan`ı olmak münasebetiyle, bu hususta ilmî bir tahlil ve tenkitte bulunmayı münasip gördüm. Şöhreti memleketimizin ve tâ Hindistan`a kadar İslâm dünyasının her tarafını kaplayan, Almanya`da nâmına enstitü açılan bu zât kimdir? Hayatı, eserleri, meslek ve meşrebi nedir? Muhtelif halk tabakaları arasında şâyân–ı hayret derecede kuvvetli rabıtalar (bağlar) husûle getirmesinin sırrı ne idi? Bu bir tarikat mı? Bir cemiyet mi? Yoksa siyasî bir teşekkül mü? Gerek idarî, gerek adlî olarak, bu hususta çok takipler yapıldı. Derin tetkikler, uzun ve müselsel
(zincirleme) muhakemeler cereyan etti. Ne tarikat, ne cemiyet, ne de bir siyasî teşekkül olduğu hakkında herhangi bir neticeye varılamadı. En ufak bir delil bile elde edilemedi... O halde ne idi? Bir savcının (Afyon savcısının) tahminine göre, memlekette lâakal 500–600 bin kişi nasıl olmuş da bu zâtın etrafında toplanmıştı? Ve bu âdet, günden güne neden artıyordu?
le bu işi alevlendirdi, genişletti, önüne geçilemez bir hale gelmesine sebep oldu. İstibdat ve diktatörlük zamanının Dahiliye Vekilleri, bu harekete “irtica” damgasını vurabilmek için çok çalıştılar. Fakat, muvaffak olamadılar. Hapisler, nefiyler, taarruzlar, kitle halinde tevkifler, muhakemeler... Hiçbir şey kâr etmedi. Bilâkis, bunlar şöhretinin yayılmasına hizmet etti. Ortada mesuliyeti mucip, kànuna aykırı hiçbir şey yoktu. Ortada, yalnız bir “Risâle–i Nur” vardı. Bu Risâleler, elyazısıyla yüzlerce, binlerce nüshası etrafa dağılıyordu. Bu Risâleler, toplatıldı. Mahkeme yoluyla, ehl–i vukufa tetkik ettirildi. Yine, kànuna aykırı hiçbir şey görülmedi.
satılmaz, meccânen dağıtılırdı. Eski harflerle (Osmanlıca) kitap basımı kànunen yasak olduğu için, bu Risâleler elyazısıyla mütemadiyen istinsah ediliyor, çoğaltılıyordu. İşini gücünü terk edip, hayatını bu hizmete vakfedenler vardı. Kur`ân–ı Kerim`i yazan hattatlar gibi, Nur Risâlelerini istinsah edenler de ecir ve sevaba nail olduklarına itikad ederlerdi. Son zamanlarda bu Risâleler yeni harflerle de basılmaya başladı. İşte, ortada bu Risâlelerden başka hiçbir şey yoktu. Ne tarikat, ne cemiyet, ne de bir siyasî parti. ...Üstad Bediüzzaman, müddet–i hayatında günde bir kap yemekten fazla yemek yemiş değildir. Çoğu zaman, ekmeğini suya bandırarak geceyi geçirdi. Gece gündüz ibadetle meşguldü. Yanında, Kur`ân`dan başka hiçbir kitap yoktu.
***
Yüzlerce mahkeme kararıyla da, bu hakikat teyid edildi.
Bütün ilhamını Kur`ân`dan alırdı. Kendi yazmaz, dikte eder, talebeleri yazardı.
Evet, ortada bir topluluk vardı. Fakat bu topluluk, kànunun müdahale çerçevesine girmiyordu. Bir cemiyet gibi programı, teşkilâtı, âzası yoktu. Bir parti gibi siyasî bir programa ve teşkilâta tâbi değildi. Kazıyye–i muhkeme haline gelen mahkeme kararıyla, bu cihet tebeyyün ve tahakkuk etmişti.
Risâle–i Nurların, vatana millete zararlı, dolayısıyla kànunlara aykırı hiçbir tarafının bulunmadığı gerçeğinin, bilirkişi raporlarıyla ve âdil mahkeme kararlarıyla da kesinlik kazandığını anlatan Eşref Edib`in makalesi, şu sözlerle devam ediyor:
Hapishanede tecrit edildiği, kimseyle görüştürülmediği halde, Nur Risâleleri yazılıp intişar ederdi. Talebeleri de, Nur Risâlelerini yazmak suçuyla mahkûm olarak hapishaneye, Üstad`ın yanına girmeyi en büyük zevk ve sevab addederlerdi.
...Bu itibarla, Risâleler alabildiğine çoğaldı. `İhvan–ı Safâ` risâleleri gibi bir mahiyet aldı.
Zahiren bakanlar, Üstad`ı bir tarikat ehli zanneder. Halbuki, tarikatla bir alâkası yok. O bütün kuvvetini iman ve Kur`ân hakikatini neşr ve iman hizmetine vermişti.
Böyle maddî yollardan gidilmek şartıyla, daha senelerce tahkikat ve tetkikat yapılsaydı, yine bir neticeye varılamazdı. Çünkü bu, gönüllerde yaşayan ruhî bir rabıta idi. Belki de, devr–i sâbık (tek parti) hükûmetleri, üzerine fazla gitmek-
130 parçadan ibaret olan bu Risâleler, binlerce sahife teşkil eder. Bazı Risâleler kısa makaleler şeklinde, bazısı da birer kitap halindedir. Elyazması Nur Risâleleri, para ile
Üstad`ın talebelerine verdiği dersin fâtihası şudur: “Biz ehl–i tarikat değil, ehl–i hakikatiz. Rehberimiz Kur`ân, şiârımız iman ve
irfandır. Filhakika, bir Nur Talebesinin imanı şâyân–ı hayret derecededir. İman hakikati karşısında, hayatın hiç kıymeti yoktur. Bütün gayeleri iman ve irfandır. Dünyevî hiçbir ihtirasları yoktur. Bu derece ahlâk ve fazilet sahibidirler. Farzları ifaya son derece itina ederler. Menhiyattan (günahlardan) şiddetle içtinap ederler. Çalışkandırlar. Hayatlarını kazanırlar. Büyük feragat sahibidirler. Ayrıca, Komünizm ve Masonluğa karşı fikrî mücadeleyi en büyük vazife telâkki edeler. İmân ve irfân mektebi ...Nur Talebeleri, Komünizm ve Masonluğu imâna musallat olan iki büyük ejder olarak kabul ederler. Yeryüzünde imansızlığı yerleştiren ve yayan bu iki teşekküldür. İman hudutlarını bunların taarruzundan korumak, her mü`min için bir vazifedir, derler. Onun içindir ki, üniversiteler ve halk ta-
- 70 -
bakaları arasına yayılan Nur Talebeleri, bu iki cereyanla mücadele halindedirler. ...Nur Risâlelerinin ve talebelerinin hedefi, imânı kurtarmak, kalplere İlâhî irfanı yerleştirmektir. Nur Talebelerinin imânı, irfâna dayanır. Evet, irfân üzerine kurulan bir imân... Cehâletin en büyük düşmanıdırlar. Bu itibarla, buna bir mektep, bir ekol desek daha münasip olur: İmân ve irfân mektebi...
Bu kitap, bitmez tükenmez bir hazinedir. Gelmiş, geçmiş ve gelecek bütün asırları doyurmaya bu hazine yeter.
etsinler, demiş.
Nur Risâleleri, bu hazinenin damlalarıdır.
Vazifesini yapan bir muallim, bir profesör gibi, kalbi neş`e dolu olarak ecel–i mev`udunu bekledi; böylece, nihayet Hakk`a yürüdü.
Kalbinde imân ve irfânı olan her mü`min, bu mektebin talebesidir. Hiç kimseden izin almadan, hiçbir kayda tâbi olmadan bu mektebe girebilir. Çünkü, bütün mü`minler, bu mektebin tabiî talebesidir.
Bu imân ve irfân mektebinin resmî binası, programı, teşkilâtı, tahsisatı, idaresi, merkezi, şubesi, âmiri–memuru yoktur.
Nur Risâleleri, birer derstir. Kişi onları isterse kendisi istinsah eder (çoğaltır), isterse hazır yazılmış veya basılmış olarak alır, okur, istifade eder.
Hiçbir kayda tâbi değil. Yalnız, gönüller üzerine kurulmuş bir müessese...
Artık, o vicdanıyla, kalbiyle, ruhuyla başbaşadır. Arada hiç bir vasıta yoktur.
Said Nur Üniversitesi
Nur Risâlelerinin müellifi (Bediüzzaman), yalnız bir “Üstad”dır. Dersini vermiştir. O kadar... Tıpkı, bir üniversite hocası gibi...
...Nur imân ve irfân mektebi, zamanla, mekânla mukayyet (kayıtlı) değil. Hududu yok. Bu mektebin yalnız bir kitabı var: Kur`ân. Bütün ilhamları bu kitaptandır.
- 71 -
*** Üstad Said Nur, çok yüksek bir zekâ ve irfân sahibi idi. İmandan ibaret bir varlık... O, mü`minler için bir imân ve irfân mektebine ihtiyaç duymuş. Kalpleri dalâlet eşkıyasının taarruzlarından koruyacak bir üniversite... Bunu da, gönüller üzerinde kurmuş. Temelleri, dünya durdukça yıkılmasın, sapasağlam yaşasın diye... Üstad, derslerini vermiş, kenara çekilmiş. Artık bu mektebi mü`minler kendi kendine idare
“Beş Vakt”e Beş Güzelleme.
Ne ücret, ne ünvan, ne pâye, ne heykel... Hiçbir şey istemiyor.
İşte, Said Nur Mektebinin, Said Nur Üniversitesinin mahiyeti bence budur. Bunu anlamayan devr–i sâbık (geçmiş dikta devri), bundan ne kadar korktu, ne kadar heyecanlar geçirdi. Bunu bertaraf etmek için ikinci bir Menemen bile ihdas etmeyi düşündü. Buna bir “irtica” damgası vurmak için çok çalıştı. Fakat, muvaffak olamadı. Boş yere hem kendini zorladı, hem de bu mübarek zâtı türlü sıkıntılara, tazyiklere mâruz bıraktı. Zindanlarda ömrünü çürüttü. Hapishanelerde bile ihtilâttan (görüşmekten) men`etti. Netice ne oldu? Bir savcının tahminine göre, en az beş–altı yüz bin talebe Anadolu`nun her tarafına yayıldı. Talebenin her biri işiyle, gücüyle, yahut dersiyle, tahsiliyle meşgul. Kànuna aykırı en ufak bir hareketleri yok. Gönüller üzerine kurulan böyle bir irfân mektebinin kapanmasına imkân var mı? 2007-12-14 Yeni Asya
E
y Hamuş.. Biliniz ki tasavvuf hobi değildir. Yeni yetme sufilik oluşumları arttı. Dini değil de yalan yanlış sözde tasavvufu ve sadece “fani aşkı” anar oldu. Biz onlardan değiliz. Tasavvuf dediğin: “kötülüğü isteyen nefsi” “Allah’tan razı olan ve Allah’ın razı olduğu” nefis haline getirmektir. “Ben tasavvuf ehliyim” diyerek kendi namazsızlığını “normal”, Kur’ân’ı folklorik malzeme olarak görmeyi de “standart” saymak hiç değlidir. Dinin normali olanı, bir tür hobi göstermek istediği “tasavvuf ”a havale edince, kendi ibadetsizliğimiz normalleşiyor, standart hale geliyor. “Tasavvuf ” etiketi ile “din”i ötekileştiriyor, kendince yaşadığını “normal”, tasavvuf diye yaşananları da “hobi” olarak görüyor. Kim bilir, onun da hobileri vardır; oruç tutuyor değil ama balık tutuyordur, namaz kılıyor olmasa da beş vakit pul koleksiyonu yapıyordur! Hamuş Hazreti Mevlana’nın yolunun tozudur. Hazreti Pir’i örnek alıyorsan eğer bu sözünü nasıl duymamazlıktan gelirsin: Ben Kur’an’ın Kölesiyim ! Bir bak bakalım Kur’an neyi söylüyor sana?? Bir silkin de bak beş vakite!
Muhammed İkbal Sabah... Bir gül tazeliğinde selamlamak üzere gün seni.. Kalbine binlerce şafak dokunuyor gün ışığının değdiği yerde. Bir müjde dökülüyor sokakların çehresine. Bir taze nefes olup içiyorsun yeni âlemi de.. Bir yeni bakış olup çerçeveliyorsun kaldırımları, gürültüleri bile. Sözüyle bütün sabahları müjde eyleyen kutlu elçi’nin dudağına değen sözler dudağını bekliyor şimdi. Göğün ve yerin nuruna elçilik eden o aydınlık yüz’ün yöneldiği kıble dönüyor yüzüne. O ebedî tebessümün hep yeniden hep yeniden doğduğu an öpüyor alnını şimdi. Sana senden de yakın olanın, seni senin seni sevmenden de önce sevenin sonsuz ve sessiz yakınlığı değsin alnına. Şimdi sabah namazı vakti... Öğle Bin telaşın yamaçlarında savruluyor saçların. Koşturmaların ortasında serin bir rüzgârı özlercesine kıvranıyor kalbin. Vaktin zirvesinde uykuların en talihsizi yakışıyor yakana. Yoğun işlerin, gereksiz önceliklerin, ertelenmiş düşlerin sonrasında, yakınlıkların en güzelini özlüyor, sılasına uçmak istiyor ruhun. Gelişiyle “ateşlerin söndüren” o Elçi’nin bin umutla koştuğu, sonsuz tebessüm-
le sığındığı o kapının eşiğindesin şimdi. Varlığıyla sağır duvarları yıkan, bakışıyla küskünlükleri deviren, duruşuyla uzaklıkları eriten o kutlu elçi’nin durduğu yerde bekleniyorsun şimdi. Ana şefkatinden öte bir şefkatle üzerine titreyen, kederlerinin hepsini kalbinden silip süpüren, korkularının cümlesini sessizliğiyle susturan o elçi’nin durduğu yerde durasın, durulasın şimdi. Şimdi öğle namazı vakti. İkindi Gölgelerin uzuyor; hatıraların soluyor, güzlerin hepsi alnında birikiyor. Eriyor vakit, kayıp gidiyor avuçların bile avuçlarından. Tenin çekiliyor dünyanın kıyılarından. Ayaklarını sıkı sıkıya bastığın toprak seni de çekiyor isimsiz kalmış, unutulmuş taşların altına. Beli bükülüyor mutlulukların. Sesi kısılıyor hesapsız sevinçlerin... Dudağı kuruyor sahte ümitlerin... Asr’ı saadet eyleyenin elinden kanatlanıyor ümit kuşları. Vakti, sonsuzluğun avuçlarına akıtan elçi’nin gözlerinden uçuyor hüznün baygın kelebekleri. Dünyayı, ebediyetin tarlası eyleyip terk edilmiş tohumları uyandıran elçi’nin yüzünden geçiyor sevinçli maviler. Yüzünü sonsuz aynalara hazırlayan, sözünü sonsuz mutlulukların
- 72-
vadisine akıtan, gözünü bitmez huzurların pencere önüne taşıyan O Elçi’nin eğildiği yere eğil şimdi. Rükûlarca doğrultasın ümitlerini, secdelerde bulasın yitirdiklerini. Şimdi ikindi namazı vakti. Akşam Alaca vakitlerin hoyratça tırmaladığı loş kentlerde bir yalnızsın. Yumuşacık yastıkların bencilliği beslediği sağır vakitlerde bir
çaresizsin. Silahların konuştuğu, hasetlerin kol gezdiği, kibirlerin boy verdiği amansız kuyuları itilmiş bir yetimsin. Elinden tutan yok güneşin bile... Başını kurtaramıyorsun her akşam göğü kana bürüyen, yıldızları karanlığa bulayan akşamların aldırışsız geçişinden. Geri gelmiyor gün. Bir dahası yok yaşamanın. Akşamın kızılca kıyametini avuçlarında gül kızılı
- 73 -
bir dua eyleyen Kutlu Elçi’nin müjdesi duyuluyor dinle... Çürüyüp giden vakit, nefes nefes solan hayatın özünü damıtmaya çağrılıyorsun seccadeye. Elinden tutamadığın ellerini sonsuzluğa bağla şimdi kıyamda. Tükeniş rüzgârlarından uzak tutamadığın saçlarını ahrete uzat şimdi rükularda. Bir türlü vefalı aynalara tutamadığın yüzünü sonsuzluğa akıt şimdi secdelerde. Şimdi Akşam Namazı vakti.. Yatsı Gecenin koynuna yuvarlandı dünya. Yakası çözüldü tutkuların, hırsların. Ayağına yıldızlar dolandı sığ telaşların. Gözler yeni avuntular arıyor renkli kuyularda. Bir göz kapağının ardına savruluyor kimlikler, benlikler, bencillikler. Eşitleniyor âlem. Yetimin uykusunda bir rüyâ saltanatı uyanıyor. Zalimin uykusunda bin cehennem alev alıyor. Günleri yüzsüzleştiren aydınlıkları terk eden, kalpleri sahteleştiren bencilliklerde sırtını dönen, varlığı çirkinleştiren cimriliklerden yüz çeviren rahmet yağmurunun altında ıslanıyorsun şimdi. Yalnızlığını insanı alaka’dan ve ilgiden yaratan Rabbiyle sonsuz komşuluğa çeviren kutlu elçi’nin yolunu adımlıyorsun şimdi. Yüzünü çevirdiğin kıblede vuslat müjdesi. Sözlerin eylediğin ayetlerde sonsuzluk nefesi... Bedenini yoğurduğun namazda bekliyor seni “kerimlerin en keremi” Rabbin... Yokluğa meydan “oku”maya dönüştür şimdi namazını. Bencilliğe karşı durmak için eğ şimdi bedenini. Kibirlenmeyi aşağılamak için in şimdiyi secdeye.. Şimdi Yatsı Namazı Vakti HAMUŞ
Dünya düzeni ve enerji güvenliği.
E
nerji güvenliği konusunda çeşitli tanımlar var. Bazı yazarlara göre toplumun ve ekonominin gereksinme duyduğu enerjiyi kesintisiz, güvenilir, zamanında, temiz ve uygun fiyatlarla sağlamak enerji güvenliğini oluşturuyor. Uluslararası Enerji Ajansına göre, enerji güvenliği, enerji arzının satın alınabilir fiyat düzeyinde düzenli olarak sağlanmasından geçiyor. Bu tanımlara baktığımızda iki kelime enerji güvenliği açısından önem kazanmış gözüküyor; “güvenilir ve düzenli”. Enerjinin güvenilir ve düzenli olduğu yerler hem enerji kullanmakta hem de enerji üretmekte olan gelişmiş ülkeler. Ancak, bazı araştırmacıların dikkati çektiği gibi gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler enerji gereksinmelerini Batılı stratejistlerin “zayıf devletler, başarısız olan devletler ve siyasi durumları gözlenen devletler” diye kategorilere ayırdıkları devletlerden sağlıyorlar. Enerji üreten ve enerji yolları üzerinde bulunan devletlerin gözetlenmeleri bu ülkelerle kullanıcıların karşılıklı bir bağımlılık içinde olmalarındandır[1]. Bu devletlerde gelişen terör, ayaklanma, şiddet, suç, kötü yönetim, yolsuzluklar nedeniyle enerji fiyatları gittikçe artmaktadır. Örneğin, 2000-2008 yılları arasında bir fıçı petrolün fiyatı yüzde 365 artmıştır. Dünyada yalnızca petrol tüketiminin 84 milyon varil olduğu bilindiğinde
Hasan Köni yükselen fiyatların ülke ekonomilerindeki etkilerini göz ardı etmek mümkün olmamaktadır. Dünya Bankası’nın ve Amerikan Kongresi’ne bağlı olarak görev yapan Freedom House Düşünce Kuruluşunun nitelendirdiği ‘zayıf devletler’ değişik kategorilere ayrılmakla birlikte, enerji güvenliği açısından iki önemli grupta yer almaktadırlar: a) Enerji üreten zayıf devletler, b) transit ülkesi olan boru hatlarının geçtiği zayıf devletler. Örneğin, Irak, İran, Azerbaycan olaylara gebe devletler olarak görülmektedir. Amerika gibi bir büyük güç, kendi desteğiyle yapılan Irak Anayasası’na aldırmadan Irak’ın Kuzeyindeki Kürt otonom bölgesinden kendi şirketlerinin Türkiye’ye petrol satmasını sağlayabilmektedir. İran’ın geleceği ise Obama ve Mitt Romney arasındaki seçimlere bağlı gözükmektedir. Bu devletlerde gelişen olaylar güvenilir ve sürekli enerji akışını önlemektedir. Bu yüzden Amerika hızla bu bölgeler dışında yeni enerji kaynaklarını ortaya çıkarmakta ve Ortadoğu’ya bağlı kalmaktan kurtulmaya çalışmaktadır. Enerji fiyatlarındaki belirsizlik birçok ülkenin ekonomisine olumsuz etki etmekte ve gelirlerinin önemli bir bölümünü enerjiden sağlayan ülkeleri yeni siyasal krizler içine itmektedir.
Zayıf devletlerin enerji kaynakları Yaratılan enerji kıtlığı, büyük tüketici devletler arısında dolaylı bir biçimde kaynak savaşlarına neden olmaktadır. Örneğin, Asya’dan gelen enerji hatlarının kesiştiği Gürcistan üzerinde Rus-Amerikan çekişmesi bütün hızıyla sürmekte ve bu ülkedeki siyasal dengesizlikler Gürcistan’a komşu olan ülkeleri rahatsız etmektedir. Gürcistan’ın demokratikleşmesi için ekonomik yardımlar yapan, demokratikleştirici sivil toplum kuruluşlarını bu ülkeye yollayan Batılı ülkelere karşı Avrupa’yı enerji politikalarıyla kendisine bağlama niyetinde olan Rusya, Osetler ve Acarlar gibi etnik grupların ayrılıkçı temayüllerinden faydalanarak bu ülkeye insancıl askeri müdahalelerde bulunabilmektedir. Rusya için, Güney Kafkas Bölgesi (Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan) zayıf devletlerden oluşan enerji transit yolu olarak enerji güvenliği açısından tehlike arz etmektedir. Petrol gelirlerini denetim altına alma hususu ülke içindeki elitlerin birbirlerine karşı askeri darbe yapma girişimlerine neden olmuştur. Ekvator Gine’sinde petrol bulunması 2005 yılında bu ülkenin askeri darbeye maruz kalmasına yol açmıştır. Irak, Kolombiya, Nijerya, Angola, Burma, Bougainville, Kongo Cumhuriyeti, Çad, Sudan, Pakistan’ın Belucistan eyaletin-
- 74 -
de çatışmalar devam etmektedir. Yeni petrol bulunması Gabon ile Ekvatoryal Gine arasında toprak anlaşmazlığına neden olmuştur. Yine bilindiği gibi Hazar Denizi kaynakları ve transit yolu olması hususu tartışmalı bir konu olarak çözüm beklemektedir. Afrika’da enerji ve ham maddeler üzerindeki çekişme ve Afrika ülkelerinin zayıf siyasi yapılarını düzenlemek, yardım etmek ve terörizmi önlemek amacıyla ABD AFRİCOM adı altında merkezi Cibuti’de olan bir merkez kurmuştur. Zaman zaman Çin de Afrika’daki zayıf devletlere yardım etmekte ve petrol üreticilerine müdahale etmektedir. Yeni ortaya konan analizlere göre Suriye’deki gelişmeler yavaş yavaş Çin’in Ortadoğu’da yerleşmesine yol açmaktadır. Çin, İsrail, Katar, Suudi Arabistan ile yoğun ekonomik işbirliği içindedir. Enerji elde etme zorluğu devletlerin dış politika tercihlerini yoğun bir biçimde etkilemektedir. Örneğin, Avrupa ülkeleri ve Türkiye petrol üreticisi olan ancak Batı standartlarına göre otoriter rejimlere sahip olan Rusya ve İran ile olumlu ilişkiler geliştirmek çabasında iken uluslararası yeni gelişimler Türkiye’nin bu ülkelere yüz çevirme zorunluluğunu getirmiştir. Öte yandan, artan enerji fiyatları otoriter rejimlerin güçlenmesine neden olmakta, demokrasiyi geriletmekte, aşırı uçları güçlendirmekte ve küresel dengeyi bozmaktadır. Artan enerji fiyatlarının getirdiği diğer bir risk, artan fiyatlara karşı zayıf ülkelerde alternatif enerji kaynağı olarak nükleer enerjiye dönüş çabalarını arttırmasıdır. Nihayet enerji fiyatları pazarı az gelişmişliğe, yolsuzluğa, siyasal dengesizliğe ve şiddete yol açmaktadır. Zengin Batılı ülkelerden enerji sahibi zayıf devletlere yapılan yatırımlar ekonomiyi fazla ısıt-
makta, yalancı zenginlik balonları yaratmakta, yerel vatandaşların gelirlerinin erimesine neden olmakta ve zamanla ekonomik dengesizlikler yaratmaktadır. Zayıf devletler küresel enerji pazarlarında önemli bir rol oynamaktadırlar. İngiliz Başbakanlığı Strateji Ünitesi’nin tahminlerine göre küresel petrol rezervlerinin yüzde 43 ve gaz rezervlerinin yüzde 17’si dengesizliğe girme riski olan ülkelerde bulunmaktadır. Bu durum, “zayıf devlet endeksinin” sıralamasıyla uyuşmaktadır. Sekiz durumu kritik olan devletten üç tanesi; Nijerya, Irak ve Angola dünyanın petrol ihraç eden ülkeleri arasında ilk 15’in içindedirler. Türkmenistan, Nijerya, Özbekistan ise dünyanın ilk 15’e giren gaz ihracatçısı ülkelerdir. Dünya gazının üçte birini sağlayan Rusya, Azerbaycan, Cezayir, Libya, İran, Venezuela ve Endonezya uluslararası enerji ajansına göre, durumları gözlenen devletler düzeyindedir. Uluslararası Enerji Ajansı’nın raporuna Suudi Arabistan ve Çin dahil edilmemiştir [2]. Çin’in petrol ithalatının üçte biri Sudan, Kongo Cumhuriyeti gibi ülkelerden gelmektedir. Avrupalılar ise petrol gereksinimlerini Cezayir, Azerbaycan, Nijerya ve Rusya’dan sağlamaktadırlar. Bu ülkelerde vuku bulacak olan olaylar Batılı ülkeleri ve kendilerini sarsmaktadır. Çin, Hindistan, Malezya gibi ülkelerin devlet petrol şirketleri gittikçe daha dengesiz çatışmalar içinde olan Çad, Papua Yeni Gine gibi ülkelere yatırım yapmaya çalışmaktadırlar. Bu ülke yöneticileri petrol yatırımı yapan ülkelerin daha çok vergi ödemesini istemek ve onları sıkıştırmaktadırlar. Örneğin, Çad lideri İdris Debi, Exxon Mobil gibi büyük şirketlerin 100.000 milyon dolar kadar yeni vergiler ödemesini istemiştir. Kü-
- 75 -
çük bir ülke petrol üretimi nedeniyle büyüklere kafa tutabilmektedir. İran’a bu durumda kolayca baskı yapamayan Batılı ülkeler İran Körfezi ülkelerinden yatırımlarını Batı Afrika’ya ve Gine Körfezine kaydırırken bu bölgelerde de terör, dengesizlik, kötü yönetim, yolsuzluk, etnik gerilimler gibi olaylarla karşılaşmaktadırlar. Gine Körfezindeki hemen hemen bütün ülkeler; Angola, Kamerun, Gabon, Ekvatoral Gine, Nijerya gibi ülkeler önemli yönetim sorunları yaşamaktadırlar. Petrol ithal eden Batılı devletlerin girdikleri gene dengeli olmayan bir başka alan Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Azerbaycan gibi Orta Asya Türk devletleridir. Bu bölgede Amerika, Rusya ve Çin arasında siyasi rekabet gittikçe kızışarak sürmekte ve siyasi mücadele Çin’in içindeki Doğu Türkistan otonom bölgesine kadar genişlemiş gözükmektedir. Transit ülkelerin rolü Enerji alımları zorunlu olarak dengesiz bölgelerden, Güney Kafkasya gibi ve Hürmüz Boğazı ve Hint Okyanusunda Malakka Boğazı, Süveyş’in çıkışında Somali Kıyıları (Badel Madep), Singapur gibi şok noktalarından geçmesi gerekmektedir. Batılı analistler Rusya’dan ve Çeçenistan’dan, Azerbaycan ve Gürcistan’dan geçen boru hatlarının yollarını güvenli görmemektedirler. Orta Asya’dan Çin’e giden boru hatları Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinden çıkan hatlar, Afrika’da Çad petrolünü Kamerun üzerinden taşıyan hat tehlikeli görülmektedir. Deniz taşımacılığının 2025 yıllarında dünya enerji gereksiniminin üçte ikisi bu yollardan taşınacağı için bu deniz yolarının çevresindeki ülkelerde büyük devletlerin önemli siyasal çekişmeleri olacağı tahmin edilmektedir.
Nijerya, Pakistan, Sudan, Etiyopya, Kolombiya gibi ülkelerdeki petrol alanlarına yapılan terörist saldırılar, bu ülkelere yapılacak olan üretim yatırımlarının durmasına ve hatta gerilemesine yol açmıştır. Bazı yazarlar Türkiye’nin zayıf bir devlet olmamasına karşın güvenlik notunun (5.83) düşük olması nedeniyle transit ülkesi olarak ileride bazı sorunları olabileceğini söylemektedirler[3]. Komşu ülkelerde yer alan çatışma ve terör hareketlerinin taşma etkisiyle diğer ülkeleri de etkileyeceği belirtilmektedir. Örneğin Kolombiya’daki iç savaş komşu Ekvator’daki petrol üretimini etkilemiştir. Suriye ve İran’daki gelişmeler bölge ülkelerinde ithalat ve ihracatı ve Avrupa’nın enerji gereksinimini etkileyecek gibi gözükmektedir. Zayıf ve başarısız devletlerdeki sosyal patlamalar enerji üretimini yoğun bir biçimde etkilemektedir. Sosyal patlamaların yanında suç ve hırsızlık oranları rahatsızlık verici bir durumdadır. Örneğin, Nijerya petrol satışlarında günde 500 bin fıçı petrol kaçırılarak karaborsaya sürülmektedir. Suç örgütleri bu tür kaçakçılıktan Nijerya’da 20 milyar dolar kazanmaktadırlar. Gine Körfezi’nde sendika halinde kaçakçılık yapan Faslı, Latin Amerikalı, Lübnanlı, Fransız ve Rus suç örgütlerine rastlanmaktadır. Aynı durum Irak ve Meksika’da da mevcuttur. Kötü yönetim, yolsuzluğa karışmış bürokrasi, büyük yatırımcıların zayıf ülkelerin pazarlarına gelmelerini önlemektedir. Çin ve Hindistan, Batılı ülkeler tarafından dışlanan bu alanlara büyük riskler alarak yatırım yapmaktadırlar. Örneğin, bürokratik yetersizlikler Kazakistan’ın Yatagan petrol sahasının geliştirilmesini önlemiştir. Özbekistan’daki aşırı vergiler Merkezi Asya’dan Çin’e giden hattın yapılmasını durdurmuştur. Kötü yönetilen
ülkelerde yolsuzluk, kayırmacılık, zayıf hukuki düzenleme enerji sektörünün etkinliğinde önemli bir rol oynamakta ve elde edilen petrol miktarının düşük olmasına yol açmaktadır. Özbekistan’daki gaz sektörünün kötü yönetimi, kötü gaz dağılım şebekesine yatırım yapılamaması 1990’larda yılda 20 milyar metre küp gaz kaybına yol açmıştır. Siyasal müdahale, dolandırıcılık, bürokrasi ve yetersizlik nedeniyle Nijerya Ulusal Petrol Şirketi önemli kayıplar vermiştir. Aynı nedenler yüzünden dünya gaz rezervlerinin yüzde 45’ine sahip olan Rusya, İran ve Venezuela’nın üretimleri düşmektedir. Kötü yönetim sonucu enerji üreten ülkelerin enerji sektörlerine gerekli kadar yatırım yapılmasından kaçınılmaktadır. Freedom House’un verilerine göre gelirlerinin yüzde 60’ını petrol ve gaz satışlarından sağlayan tepedeki yirmi beş ülke “özgür” olmayan ülkeler arasındadır. Bu ülkelerde enerjiden fazla gelir elde edilse bile elde edilen bu kazançlar belli elitlere gitmekte halka yüksek yaşam standardı sağlanamamaktadır. Petrol gelirleri arttıkça bu ülkelerde demokrasiler gerilemektedir. Angola’nın büyüme hızı yıllık yüzde 17, Ekvator Yeni Gine’sininki yüzde 23 olmasına rağmen halkları en fakir ülkelerdir. Ülkelerdeki kötü yönetimler yüzünden bu ülkelerin enerji sektörleri durgunluk geçirmektedir. Örneğin İran’ın gaz rezervlerinin yüzde 60’ı pazara açılamamış, geliştirilememiştir. İhtiyarlayan dağıtım ve üretim alt yapısı ve millileştirmeler yeni kaynaklara yatırım yapılmasını önlemektedir. İhtiyarlamış alt yapıdan varolan sızmalar İran petrol üretiminde yüzde 6 kadar kayba neden olmaktadır. Aynı şekilde alt yapısı eskiyen Meksika’da üretimde önemli kayıplar vardır.
Bazı endekslerde Türkiye’nin güvenlik sorunları olduğu belirtilse de Türkiye zayıf veya gözlenen devletler arasında değildir. Enerji güvenliğini sağlamak amacıyla Türkiye 5 ayrı ülkeden doğal gaz, 11 ülkeden petrol almaktadır. Türkiye’nin gaz alımlarında belli bir yüzde ile başta Rusya gelmektedir. Türkiye petrolünün yüzde 30’unu da İran’dan sağlamaktadır. Batı endekslerinde Rusya gözlenen devlet, İran ise ambargolu ve başarısızlığa gitmekte olan devletler arasındadır. Yani Türkiye’ye gelen enerji transit yollarında ve üretici ülkelerde düzenli ve güvenli enerji sağlama konusunda sorunlar vardır. Hazar Denizi sorunu çözülebilirse Türkiye daha ucuz kaynaklara kavuşabilecektir. Enerji kullanımının tepe düzeylere ulaştığı soğuk aylarda Rusya bile kendi rezervlerinden enerji satarken Türkiye’nin gerekli rezerv alt yapısına sahip olmaması önemli bir sorundur. Tüketiciye çoğu zengin Batı ülkesinden daha pahalı enerji ürünleri satılan ülkemizde petrol ve gaz araştırmalarına hız vermek, yabancı yatırımlara açılmak ve bu konuda kendi araştırma gereçlerine de sahip olmak gerekmektedir. hasankoni@superonline.com
[1] The Challenge of State Fragility for US and Global Security in an İnterdependent World” 15-17 Ekim 2009, Stanley Foundation Raporu. [2] EIA, İnternational Production Online:http://www.aie.doe. gov/emeu/international /oil production.html [3] Weak Links, s.185
- 76 -
- 77 -
İsmail Kara ve İslamcılık eleştirileri.
H
Ali Koçak
aksöz dergisinin 247. sayısında yayımlanan Kenan Alpay imzalı yazı düşünce tarihinin siyasetini kavramak bakımından fevkalade önemli, doyurucu ve yetkin bir yazı. Yirmi sayfaya yaklaşan bu tahlil ve kritik yazısı, İsmail Kara imzası ile iki ayrı kitap ve bir dergide neşre-
mekte fayda var: İsmail Kara her durum ve ortamda İslamcılığın özellikle bilgi ve siyaset anlayışından kaynaklanan çizgisini köksüz, sosyal karşılığı olmayan düşünce ve hareketler olarak nitelemekten geri durmaz. İslamcıların fikirden ziyade hissiyatla hareket edenler olduğuna dair yargılarını da buna
dilen “İslamcı Söylemin Kaynakları ve Gerçeklik Değeri” başlıklı yazıyı merkeze alarak İslamcılık karşısındaki hor görülü tutumun düşünsel ve siyasal kaynaklarını gözler önüne seriyor.
eklemeli. Hatta bu iki yargının onun bir tür “tesbihatı” olduğu bile söylenebilir. Soruya ilişkin ayrıntılara geçmeden önce meselenin kaynağında yer alan İsmail Kara üzerinden şöyle bir düşünsel tasvir yapmaya çalışalım. SAĞCI DÜŞÜNSEL ZEMİN Son yıllarda İslamcılık akımına dönük eleştirilerini gerek ima ile
Peki nedir İslamcılık karşısındaki tutum, nasıl belirir, nasıl saptanır bu tutum? Şunu hemen belirt-
gerekse açık biçimde ifade eden İsmail Kara’nın yaklaşımları bugüne değin genel olarak suskunlukla karşılandı. Mesela “devasa bir antolojis” nitelemesi yapılan Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi -Metinler/ Kişiler-(1986/1987/1994) adlı üç ciltlik metinler kitabının üçüncü cildinde Eşref Edip, Nurettin Topçu, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Hayrettin Karaman yanında İsmet Özel’in metinlerini içermesi ama Ercümend Özkan’dan Ali Bulaç’a bir çok ismin ve metinlerinin alınmaması bunlardan ilki olarak anılabilir. Buradan bakıldığında İsmail Kara’nın kitaplarını “birer ince işçilik eseri olarak” anan yaklaşımın da oldukça sorunlu olduğu söylenebilir. Uzun zaman devam eden bu suskunluk, bu hareketsizlik yeni bir davranmanın hazırlığı olamadığı için gerek popüler düzlemde gerekse akademik düzlemde İslamcılık çalışmalarının aşılamaz kutbu olarak telakki edildi İsmail Kara. Hemen herkesin bir biçimde kanaatlerinin olduğu ama nedense yazı düzleminde varlık kazanamayan bu kanaatler son yıllarda yazılı olarak da ifade edilmeye başlandı. Umran dergisinde olsun başka dergilerde yayımlanan makalelerde ve haber sitelerinde olsun bu
noktadaki eleştirilerin görülmeye başlaması önümüzdeki yıllarda İsmail Kara literatürüne dair oluşan eleştirel bir birikimin yazıya dönüşeğinin de işaretleri olarak okunabilir. İsmail Kara’nın eleştirilerindeki imalar ve eleştirdiği isimler kadar eleştirmedikleri üzerinde de durulabilir. Sözgelimi iki cilt olacağı duyurulan ve birinci cildi yayımlanan Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Mesele Olarak İslam(Dergâh y. 2008) kitabında hemen he-
men İslamcı çevrenin önde gelen bütün isimleri “düşüncenin taarruzu” eleştiri konusu edilirken Süleyman Demirel hakkında bir tane bile eleştirinin yapılmamış olması onun yaklaşımların mevzilendiği kuruculuk olarak sağcı zemini tespit etmek bakımından son derece önemlidir. Öte yandan Kara’nın her şart ve
durumda Nurettin Topçu’yu öne çıkarmaya çalışması da dikkatlerden kaçmıyor. Bu konuda Kurtuluş Kayalı’nın Sosyoloji Yıllığında Kemal Tahir’den hareketle yapmış olduğu eleştiri dışında da bir eleştiri yoktu şimdiye değin. Geçen yıllarda düzenlenen Nurettin Topçu sempozyumunda Kenan Alpay, Anadolucu milliyetçiliğin sıkıntılı taraflarını yetkin biçimde ortaya koymuştu. Haksöz’de yayımlanan yazısında hem bu birikiminin hem de İslamcılığın sahih tarihi hakkındaki bilgilerinin yansıması-
nı bulmak mümkün. Diğer taraftan Nurettin Topçu’nun gözden ırak tutulan hatta “sansürlenen” kimi yaklaşımları hakkında da önemli atıflar var yazıda. Bu atıflardan hareketle İsmail Kara’nın Topçu’dan uzak düşen taraflarını da görmek mümkün. Mesela Kara, her türlü hurafeyi sahiplenmekten yana bir tutum geliştirirken; Topçu bu noktada Mehmed
Akif ’in kimi yaklaşımlarına daha yakın duruyor gibi. Kara’nın İslamcılığa dair geliştirdiği eleştirilerinde temel noktalar olarak beliren “eklektizm ve tercüme duyarlıklar”ın Nurettin Topçu ve İsmet Özel söz konusu olduğunda gündeme getirilmemesi de manidardır. ÜMMETÇİLİK MARKSİZM KAYNAKLI MI? Tekrar Kenan Alpay’ın yazısının temel meselesine dönersek, Alpay yazısında İsmail Kara’nın Akif hakkındaki haksız yargılarını şu şekilde eleştiriyor: “ İsmail Kara, terakkiyi/ilerlemeyi mümkün kılacak içtimai seferberliğin ancak uhrevi olanı, ölüyü, mezarlığı, kıyameti unutturmakla, gerilere doğru itmekle sağlanabileceğini gören İslamcıların geçmiş zamanı ürkütücü bir karanlık, gelecek zamanı ise cennet olarak tasvir ettiklerini iddia eder. Bu iddiasını delillendirmek içinse okuyucusunun karşısına dönemin İslam karşıtı, pozitivist Tevfik Fikret’ini dahi geride bırakacak bir Mehmet Akif portresi çıkarır. Kara’ya göre Akif ’in maziye ve atiye biçtiği değer, Tevfik Fikret’i aratmayacak bir terakki/ilerleme fikrinin tezahürüdür. Ancak Fikret’in maziye ve atiye bakış açısı ile Akif ’in bakış açısını özdeşleştirmenin nasıl bir itham olduğu gün gibi aşikârdır.” Muhafazakâr bir zeminden hareket eden Kara için din, gelenekçi ekolün anladığının ötesinde anlaşılamaz. Tabii burada gelenekçilikle beraber milliyetçilik dolayısıyla ümmetçilik anlayışının yerilmesi de gündeme gelir. Kara’nın Müslüman dünyada ümmet anlayışının yahut İslami evrenselcilik ve öze dönüş fikirlerinin yükselişini İkinci Dünya Savaşı sonrası şart-
- 78 -
larında Marksist-sosyalist etkiye bağlayışını değerlendiren Alpay, bu tasvirde yer alan sıkıntılı tanımlamaları mesnetsiz olarak görüyor ve şöyle diyor: “Mesnetsiz çünkü Hz. Muhammed’den bugüne devam eden tevhidi mücadele sürecini, İslam ümmeti kimliğini Marks’ın ve Marksizmin, enternasyonalizmin 200 yıllık tarihsel sürecine bağlamak ve paralelleştirmenin akılla bağdaşır hiçbir izahı olamaz. Ayrıca Anadolu coğrafyası, bin yıllık tarihsel perspektif ve mistik kültürle kendini kayıtlı görmeyen İslamcı itirazı sağcı-devletçi bir refleksle Marksizme-sosyalizme yamamaya yeltenip küçük düşürmeye çalışmak da ahlaki değildir. İslamcı söylemin oluşumunu önce pozitivizme ardından da Marksist-sosyalist modaya endeksleyen enteresan bir indirgemecilikle mi karşı karşıyayız yoksa sosyal bilimler postuna bürünmüş milliyetçimuhafazakâr bir saptırmayla mı muhatap oluyoruz?” Ne yandan bakılırsa bakılsın, Cumhuriyet dönemindeki muhafazakarlığı kayırıp Meşrutiyet dönemindeki ve sonrasındaki İslamcı aktivizmi eleştiren Kara için bu soruların soruluyor olması önemsenmelidir. “İŞBİRLİKÇİLİK” OLARAK MİLLİ İRTİBATLAR Gitgide Kara’nın metnine daha derinden nüfuz eden derin okuma İslamcılık üzerine geliştirilen eleştirel söylemin “işbirlikçilik” dâhil olmak üzere nerelere kadar uzanabildiğini eleştirel dikkatle gözler önüne seriyor. İslamcılık eleştirisinin neyin adına, neyin yanında, neyin karşısında durduğunu açık seçik ileten şu ifadeler oldukça önemli: “ Yazar[İsmail Kara],
Batı/Avrupa karşısında tutunabilmek için modernizme öykünen, günü kurtarmak dışında bir amacı olmadığı için acil ve pratik hedefler peşinde koşan bir ‘siyaset karikatürü’ çizerken oldukça manidar iki gönderme yapar. Yazar, önemsediği bir husus olarak önce şunu hatırlatır: “Bugün Avrupa ve Amerika’daki strateji merkezleri sadece ‘milli’ irtibatları olan yani bir toprağa basan, bir dili konuşan, bir milleti ayağa kaldırmaya adamış, hafızası canlı İslami hareketleri önemsemektedir. Ayakları yerden kesilmiş, sosyal mütekabiliyeti olmayan, hafızasız ve natıkasız bir hareketin gücü ne ola ki?” Bu Avrupa ve Amerika’daki stratejik merkezlerin kimleri, ne için önemsediği meselesi neden önemli? Sonra bu önemsemeönemsememe mesajı kime, niçin veriliyor? ‘Yersiz, yurtsuz’ İslamcılara mı, milli dili ve hafızası olan mistik-muhafazakâr camiaya mı? Küffarın Avrupa ve Amerika gibi iki önemli merkezine yapılan bu atıf ile öne çıkarılan mesajın iki tarafa da vermek istediği bir hisse var anlaşılan. Şöyle ki İslamcılar ne kadar çırpınsalar da “milli” irtibatsızlıkları dolayısıyla hiçbir zaman ciddi olarak önemsenmezlerken milli dil, din ve coğrafyayı merkeze alan hareketler her şeye rağmen esas muhataplar olacaklardır.” Bu ifadeler temel olarak Kara’nın çalışmalarının eksenini de göstermektedir aslında. En nihayetinde meselenin temelinde Adalet Partililik dolayısıyla Demirelcilik var nasıl olsa. KAVRAMLARIN MUHASEBESİ Kenan Alpay’ın, İsmail Kara’nın, modernleşme döneminde İslamcı söylemin teşekkülü, işleyişi ve
- 79 -
mantığını oryantalizme bağlayışı noktasında ortaya koyduğu eleştiriler ise İslam ilim mirasına İlim Bilmez Tarih Hatırlamaz(Dergâh y. 2011) adlı son kitabında Ahmet Hamdi Tanpınar üzerinden vakıf olmaya çalışmanın yol açtığı cehaleti bütün olarak görünür kılıyor: “Risaletin başlangıcından bugüne devam eden Kur’an’daki kavramsal bütünlük ve Rasul’ün sünnetini merkeze alarak sapkın inanç ve amellere sebep olan kavramların muhasebesine girişme ameliyesini oryantalizme ve modernizme bağlamak hiç de hakkaniyetli bir tutum değil. Kader, sabır, tevekkül vd. kavramların serencamını izlemek için dönemsel olarak tefsir ve kelam kitaplarına göz atmış bir kişinin en son aklına gelecek etki merkezi oryantalizmdir herhalde. İlmî duraklamaya bağlı olarak beliren şerh ve haşiye geleneğini, geçmişin ezber ve taklidine dayanan ilim zihniyetinin sürüp giden hayata bir sözünün olamayacağını kavramak için tercüme metinlere, ithal fikirlere ihtiyaç yoktu. Lakin dönemin Müslümanlarının önemli bir kesimi maalesef askerî ve siyasi mağlubiyetlerin sonrasında bu durumu kabullenmişlerdir.” Sonuç olarak şunu diyebiliriz: Kara üzerinden gelenekçi-muhafazakâr kesimin İslamcılık saldırılarını analiz eden Alpay, İsmail Kara’nın ve öne çıkardığı müellifler olarak öne çıkan Nurettin Topçu ile İsmet Özel’in temel yanılgılarını işaretleyerek kavramların ve elbette kişilerin yerli yerine oturtulmasına önemli bir katkı sunuyor. Şüphesiz İsmail Kara’nın bütün çalışmaları Türkiye’de İslamcılık başlığı altında değerlendirilebilir. Dolayısıyla Alpay’ın bu eleştirel çabasının bir başlangıç olduğu da belirtilmeli.
Nedvî’nin Örneği İmam-ı Rabbânî ve Islahat Yöntemi
A
hmed b. Abdulahad el-Umerî es-Serhendî (İmam-ı Rabbânî) aranan alim, mücahid ve rehber olarak ortaya çıktı. Sarayda itibarı olan ve dünyalık için kafir hükümdara baş eğen, müdahane eden sözde alimlere kıyasla onun ilmi daha sağlam ve zengin idi, isteseydi o da sarayda yerini alır, ce-
Hayrettin Karaman bini doldururdu. Ama o başka bir alemin insanı, Allah Resulü (s.a.) in varisi, İslam’ın fedaisi idi. Tek düşüncesi, gece gündüz aklından çıkmayan, uğrunda yanıp yakıldığı, göz yaşlarının sel olup aktığı davası, İslam’ın bu ülkede, bu halkın hayatında kalması ve yaşaması idi. Aslı Farsça olup Arapça’ya da çevrilmiş olan Mektubat’ında
(mektuplarından birinde) şöyle diyordu: ‘Bu ne musibet, bu ne faciadır, bize yazıklar olsun, yanıp yakılalım ki, bu ülkede, âlemlerin Rabbi’nin sevgilisi Muhammed’in (s.a.) ümmeti bu aşağılık, bu perişan duruma düşmüş, kafirler ve putperestler ise ellerini kollarını sallayarak dolaşıyor, ülkede hürriyet içinde yaşıyorlar; üstelik bu durum, Müslüman adı taşıyan bir hükümdarın iktidarında oluyor!’. İmam Serhendî saraya intisap etmedi, saray civarına yaklaşmadı, ama saray adamlarıyla, üst düzey yöneticilerle ilişkisini de kesmedi. Onlara durmadan mektuplar yazıyordu. Hem tatlı hem ateşli olan, davet edebiyatının en parlak örneklerini teşkil eden bu mektuplar sayesinde muhatapların kalblerinde bulunan ama üstü küllenmiş olan iman ateşi yeniden parladı. Bu mektuplarından birinde de şöyle diyordu: ‘... Sen Müslümansın, hayat gelip geçer, hükümdar ebedi yaşayamaz, bu idare devamlı olamaz; bu sebeple kendin hakkında, mensup bulunduğun ümmet hakkında, içinde yaşadığın ülken hakkında Allah’tan kork, O’nu say, bunların hakkını ver...’. İmam-ı Rabbânî Müslümanların zayıflamasını ve bundan istifade ederek ülkeye hakim olmayı ve
- 80 -
İslam’ı buradan kovmayı kafalarına koymuş, fırsat bekeleyen Hindular’ı engelleyebilmek ve bu maksatla Müslümanların askeri ve iktisadi bakımdan güç kaybetmelerine sebep olmamak için etrafına insan toplayarak silahlı kalkışmada bulunmadı. Bunun yerine irşad ve davete devam yolunu seçti. Sonunda Ekber öldü, onun yerine oğlu Nureddin Cihangir geçti, bu hükümdar babasına nispetle daha iyi idi, İmam-ı Rabbânî ona yönelik olarak da irşadlarına devam etti. Hükümdar, seçilmiş alimlerden bir heyeti saraya alıp onlarla meseleleri istişare etmek istediğinde İmam buna karşı çıktı, ‘alimler bir araya gelir saraya yerleşirlerse aralarında rekabet ve çekişme başlar bu da ülkeye zarar verir; birçok alim yerine dünyaya sırtını dönmüş, kendini dinine adamış, bilgisi sağlam bir alim yeter’ dedi. Nureddin Cihangir babasının yaptığı
tahribatın önemli bir kısmını tamir etti ve öldü. Onun da yerine oğlu Şahıcihan geçti. Bu şah da babasından daha iyi idi. İmam-ı Rabbânî onunla da irşad ilgisini kesmedi; adeta ipi elinde idi, duruma göre bazen gevşetiyor, bazen de kısıyordu. Şahıcihan’dan sonra tahta geçen lemgîr Evrengzîb yalnızca Hindistan’ın değil, İslam tarihinin en büyük hükümdarlarından biridir ve onun da eğitiminde, yönetiminde, İmam-ı Rabbânî’nin oğlu ve halifesi Muhammed Masum’un büyük tesiri oldu. Bu hükümdar aynı zamanda alim idi, Kur’an’ı ezberlemişti, kırk hadis toplayıp şerhetmişti. Zamanının fukahasından yararlanarak ‘el-Fetâvâ el-Hindiyye’ isimli büyük kitabı telif ve bunu ülkenin kanunu ilan etti. Yaptığı ıslahat Hindistan’da İslam’ın yok olma tehlikesini kesin olarak ortadan kaldırmış oldu.
- 81 -
İmam-ı Rabbani bir yandan sarayı ıslah ile meşgul olurken diğer yandan çevrenin sapkın felsefe, inanç ve adetlerinin, hurafe ve bid’atların İslam topluluğuna sızmasına karşı sert ve amansız bir mücadele yürüttü. Bunların başında da ‘vahdet-i vücud’ inancı geliyordu. Bu inanca kendini kaptırmış birçok insan sahih İslam iman ve uygulamasından sapıyordu. İmam bu inanca karşı da mücadele etti, Muhyiddin b. Arabî gibi İslam büyüklerinin hal icabı dile getirdikleri vahdet-i vücudun nihai kemal olmadığını, bir çeşit keşif hatası olduğunu, kemalin bu hali aşmakta bulunduğunu ifade etti. Öğrencilerinden biri ona mektup yazarak Şeyh Abdulkerim Yemenî isimli bir zatın ‘Allah küllîleri bilir, ama cüz’îleri bilmez’ dediğini bildirdi. Bu Yunan felsefesinden İslam dünyasına sızmış bir düşünce idi. Şeyh bu mektuba oldukça sert olan şu cevabı yazdı: ‘Kardeşim, ben bu çeşit hurafeleri dinlemeye tahammül edemiyorum; Hz. Ömer’den gelen damarım (nabzım) yükseliyor, bu damarlarda dolaşan Faurukî kanım fışkıracak hale geliyor. Bunu söyleyen Yemenli Abdulkerim olsun, Taylı İbn-i Arabî olsun (fark etmez), Fütûhât-ı Medeniyye (Peygamberimizden aldığımız ilim ve feyiz) bizi Fütûhat-ı Mekiyye’ye (İbn Arabî’nin kitabına) muhtaç olmaktan kurtardı. Biz İbn Arâbî’yi değil, Muhammed el-Arabî’yi (s.a.) istiyoruz, biz Fusûs’un (İbn Arabî’nin bir başka kitabının) değil nusûsun (Kur’an ayetleri ve hadislerin) peşindeyiz.’.
Abdurrahman Arslan Hesaplaşmaya Çağırıyor! “İnsanı Yeniden Tanımla”
A
Dünya Bizim.com
bdurrahman Arslan, Türkiye’deki ender entelektüellerden biri. Hatta başta gelenlerinden… O sadece entelektüel değil, aynı zamanda kadim İslam bilgelerinin de son temsilcilerinden… Abdurrahman Arslan’a Türkiye’de hemen hemen tüm Müslümanlar saygı duyar, onu meclislerine davet ederler. Fakat söylediklerini tutmaları konusunda ise maalesef aynı kitlesellik söz konusu değildir. Bundaki başat etken üstadın söylediklerinin, çözüm olarak sunduklarının ağır bedellerini göze alamayıştır hiç kuşkusuz. Bunca dinlenmişliğine rağmen hala aynı sorunlar ve aynı soruların mevcut oluşu bundan kaynaklanıyor. Fakat her şeye rağmen o hala söyleyeceklerini söylemeye, Müslümanları bedeli ağır da olsa modern-postmodern dünyayla hesaplaşmaya çağırıyor.
derinlikli makalelerden oluşuyor. Fakat bir farkla; çünkü Modern Dünyada Müslümanlar daha çok modernite bağlamındaki makalelerden müteşekkilken, bu kitap tartışma sahasına postmoderniteyi de almış bulunmakta. İşte bazı makalelerin başlıkları:
Modern Dünyada Müslümanlar
- Demokrasi ya da Farklı Değil, Görece Bir Dünyaya Kapı Açmak, ve bunun gibi makaleler.
Van’da yayın hayatına devam eden Bilge Adamlar dergisi ve yayınevi, doğuda entelektüel faaliyetin mümkün olduğunu gayet iyi işler yaparak ispat ediyor. Abdurrahman Arslan’ın Modern Dünyada Müslümanlar kitabından sonra yayınlanan ikinci kitabına ev sahipliği yapıyor Bilge Adam: Yeni Bir Anlam Arayışı İlk kitap gibi bu da farklı zamanlarda, farklı dergilerde yayınlanmış
- Sivil Toplum ya da Devlet Karşısında Bir Özgürlük Alanının İmkanı, - Yorumlanmış Bir Dünyada Müslümanca Düşünmenin İmkanı, - Yoksulluk, Yardım, Müslümanlık, - Küreselleşme: Kuşatma Altındaki Dünya, - Aklın Kurnazlığı Karşısında ‘Teolojik İslam’ın Çıkmazı
Postmodernite modernitenin yeniden inşasıdır Yirminci yüzyılın ikinci yarısında gündeme gelen ve modern paradigmanın sunduğu epistemolojide çok derin çatlaklar, çıkmazlar ortaya çıkaran modern bilginin teorik yapısında kırılmaya işaret eden yeni bir ‘durum’dan söz edilebilir. Bu durum yine adı geçen episte-
molojik kültür dünyasının müntesipleri tarafından ‘postmodern’ olarak adlandırıldı. Yaklaşık iki asırdır modern uygarlıkla mücadele içinde olan, düşünsel tavrını modern bilginin aldığı pozisyona göre alan Müslümanların sahip olduğu muhayyilenin, entelektüel faaliyetin de tartışılması gerektiğini vurguluyor Arslan. Müslüman entelektüel faaliyetin birbiriyle bağlantılı iki hususiyetini dile getiriyor: İlki Müslümanların modern paradigmanın tanımladığı kuvvet fikrini benimseyerek kendilerini de modern dünya gibi kuvvetli yapacak şeylerin derdine düşmeleri, ikincisi ise modern dünyayla karşılaşmadan günümüze kadar İslam’ı modern zihniyet dünyasının pozitivizm, ulusçuluk, ilerleme, kalkınma gibi kurucu değer ve kavramlarının öngördüğü bağlam içinde anlamaya ve yorumlamaya çalışmasıdır. Fakat artık modern dünya bildiğimiz bir alanı temsil etmiyor. Kendisine ve kutsal kabullerine yapılan muhalefetin ve eleştirilerin neticesinde içine düştüğü krizi aşma çabasında. Lakin şunu unutmamak da gerekiyor: Dün modern olan paradigma bugün postmodern… Kilisenin başlattığı kurumsal kimliği modern bilim devralmış ondan da bayrağı şimdi postmodern felsefe devralmaktadır. Yani modernitenin kendini
- 82 -
postmodernite olarak yeniden inşa ettiği söylenebilir. Yardımların ifşası ve devlet eliyle yapılışı ölümdür Kitapta birçok konuyla ilgili makaleler mevcut. Bunların en önemlilerinden biri de hiç şüphesiz yardım meselesi. Yoksulluk, Yardım, Müslümanlık başlıklı makalede hayatın devamı için hem kazanma hem de kazancın bir kısmını bir ‘görev’ olarak ihtiyaç içerisindeki yoksullara dağıtmak şeklinde tanımlandığını dile getiriyor. Diğer bir ifadeyle yoksullara yardım, kazancın tanımlanmış biçiminde içkin olarak bulunmaktadır. İslam’a göre yardım salt acıma duygusundan kaynaklanan bir olay değildir. Zira bunun böyle olması yardımı yapacak insanın keyfi davranmasına neden olabilir ve yardım bir tercih olarak yapılmayabilir. Oysa İslam yoksullara yardımı bir acımadan öte bir görev ya da yoksulların hakkı olarak tavsif etmektedir. Ayrıca tartıştığı bir diğer konu da yoksullara yapılan yardımların, yoksulların ifşa edilerek reklam malzemesi haline getirilmesi. Allah Rasulü’nün hadiste emrettiği şekliyle sağ elin verdiğini sol elin görmemesi ilkesince yapılması gerekiyor yardımların. Fakat maalesef yardım kurumlarımız bunun yardım miktarını düşüreceğinden dolayı buna pek yanaşmamakta. Bununla birlikte yardım dağıtımında şahit olduğumuz niteliksel dönüşümlerden biri de, bu ad altında kurulan dernek ya da vakıfların sadece sermaye ve onun reklamının yapılmasıyla ilişkili değil; aynı zamanda devletin idari kurumlarıyla da koordineli bir şekilde çalışmayı tercih etmekte olmalarıdır. Abdurrahman Arslan bu noktada İslam’ın zekâtın dışındaki tüm yardım faaliyetlerini devletten bağımsız şekilde dü-
zenlenmesini istediğini belirtiyor. Dolayısıyla Müslümana bir görev olarak verilen yardım, bütünüyle bu ilişkinin dışında olmak zorundadır. Arslan, tarihteki uygulamaların da hep bu yönde olduğunu belirtiyor. Hasan Hanefi batının dününü bizim yarınımız kılma çabasında Kitapta ayrıca uzun bir Hasan Hanefi eleştirisi de mevcut. Hasan Hanefi’nin 2002 baharında bir vesileyle İstanbul’a yaptığı seyahat sırasında Umran dergisi için kendisiyle bir söyleşi gerçekleştirilmişti. Bu söyleşide geçen tartışmalar üzerine Arslan da aynı derginin sonraki sayısında (Mayıs 2002) söyleşi üzerinden Hanefi ve benzeri birkaç entelektüelin arızalı düşünme biçimleri hakkında uzun uzadıya eleştiri, ki bu gerekiyordu, yazmıştı. Genel olarak Hanefi’nin söylediği şu: Bizler sadece geçmişi tekrarlıyoruz. Biz geçmişi tekrarlarken batılılar gelişmenin baştan çıkarıcı nimetlerinden faydalanıyor. Peki biz neden onlar gibi gelişip (burada kastettiği progress) onlar gibi kuvvetli olamıyoruz? Bu soruların cevabı olarak da İslam’ı yeniden okumak gerektiğini dile getiriyor, yeni bir metodla yeniden okumak. Oysa gözden kaçırdığı birkaç şey var: öncelikle geçmişin tekrarı dediği şey bir birikimin öğrenilip onun üzerine yenilerinin inşa edilmesidir. Batıda bugün Aristo’yu, Platon’u, Descartes’i ya da Kant’ı bırakıp biz yeniden düşünsel birikimimizi kendimiz oluşturalım dendiğinde insana gülerler. Kaldı ki bugün teoloji fakültelerinde öğretilen geçmişin sadece ‘tarih’i, yani kendi asliyeti ve usulü içerisinde herhangi bir İslam ekolü, genel olarak, mevcut değil. Hal böyleyken Hanefi’nin temelsiz soru(n) lara temelsiz cevaplar üretmesi de
- 83 -
herhangi bir gerçekliğe tekabül etmiyor. Hasan Hanefi gelişme/ilerleme derken aslında demek istediği modern uygarlığın geçtiği yoldan Müslümanların da geçmesi gerektiği yani Müslüman muhayyilenin modern paradigmayı taklit etmesidir. Yani kendi köklerini taklit etmeyi ya da onlardan beslenmeyi doğru bulmayan Hanefi, gayri İslamî olan bir metodla gayri İslamî olan bir toplumun taklidini Müslümanlardan istemekte. Oksidentalizm yaparak modern Batının dününü Müslümanların yarını yapma derdinde. Yeni bir anlamla dünyayı kurmak gerek Her kimliğin ideolojik bir boyut taşıdığını en bilge tarafıyla anlatan Abdurrahman Arslan, Müslüman kimliğini taşıyanların tutarlı birer Müslüman olmalarının yaşadığımız hayatın sosyal ilişkiler diyalektiğine çomak sokmakla sınanması gerektiği kanaatinde olduğunu söylüyor. Hem de görmek istemeyen gözlere Mesihî bir nefesle… Dediği gibi modern zamanlarda insan yanlış tanımlanmış, toplum yanlış kurulmuş ve dünya yanlış yorumlanmıştır. Yapılmış bir yanlıştan hareket ederek doğrunun bulunamayacağı gibi, yanlış bir insan tanımıyla doğru bir hayat yaşamak da mümkün olamayacaktır. Bu yüzden insanı, toplumu ve dünyayı kendi asliyetlerine döndürmeden, Müslümanca bir düşünce ve hayat evreni inşa etmek imkânsızdır. Diğer bir ifadeyle; yirmi birinci yüzyılda İslamî düşüncenin entelektüel ufkunu ve başarısını bunları kendi asliyetlerine döndürme çabasının belirleyeceğini defaatle vurguluyor. Ve ekliyor: eğer bu kanaatimiz doğruluk payı taşıyorsa, işe tekrar insandan başlamamız kaçınılmaz görünmektedir.
İnsanlığın Evrensel Ufku: Müslümanlık. Atasoy Müftüoğlu
M
üslüman olmak demek, dünyaya, insanlığa, insanlara, olaylara evrensel bütünlüğün ufkundan ve evrensel bir bilinçle bakmak demektir. Bu ufuk ve bilinç, muhteşem bir ufuktur, muhteşem bir bilinçtir. Bu ufuk ve bilinç sebebiyle biz Müslümanlar ortak bir insanlık fikrine inanır, iyi halk - kötü halk, seçilmiş halk – aşağılık halk ayrımı yapmayız. İslam, evrensel bir dinin adı olduğu için, İslam’ın varlığı her hangi bir devletin ya da ülkenin varlığı ile kaim değildir. İslam’ın yeryüzünün her hangi bir bölgesindeki başarısı, bütün Müslümanların paylaşması gereken bir başarıdır. Dünyaya, insanlığa, olaylara evrensel bütünlüğün ufkundan bakamayanlar, bütünlük bilincine sahip olmayanlar, öncelikle adalet bilincine sahip olmadıklarından böyle hareket ederler. Adalet duygusuna sahip olmayanlar demek insanlık duygusuna sahip değildirler. Parçalarla sınırlı algılar, ilgiler, duyarlıklar, dar görüşlü algılar, ilgilerdir. Bütünlük üzerinde yoğunlaşmak demek, temeller üzerinde yoğunlaşmak demektir. Parçalara yönelik ilgiler, bağlılıklar, ayrıntılara yönelik ilgi ve bağlılıklardır. Bütünlük bilinci, Müslümanlara, tarihe, kültür ve uygarlığa tek boyutlu bir çerçeveden bakmak yerine, çok boyutlu bir çerçeveden bakmayı öğretir.
Çok boyutlu çerçeve, olayları, insanlığı, tarihi, maddi / manevi / hikemi / ahlaki / ruhani ve siyasi tüm boyutları içerisine alabilecek bir bakışla yorumlamayı gerekli kılar. İnsani bütünlük aklın ve iradenin bütünlüğüdür. Akılsız ve iradesiz insanın varoluşu kölece bir varoluştur. Akıllarını ve iradelerini gereği gibi kullanmayan bireyler gibi, toplumlar da hiçliğe mahkûm olurlar. İnsani bir varoluş hayatın ve tarihin içerisinde, ilahi anlamlarla bütünleşen bir varoluştur. İslam uygarlığı, tarih boyunca, insani anlam, değer ve ilkelere kaynaklık etmiştir. İslam bütün bir varlığın, göklerin ve yerin dilidir, kalbidir, vicdanıdır. İlahi vahiy dünyaya anlam ve düzen vermek üzere indirilmiştir. Din ve dünya birbirleriyle bütünleşmiş bir biçimde vardır. Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.) dini faaliyetleriyle siyasi faaliyetlerini birlikte yürütmüştür. İslam, yeni bir siyasal sistem kurarak tarihe girdi. Siyasetle ilgilenmeyen bir din, daha tarihe girer girmez evrensel bir devlet, evrensel bir uygarlık kuramazdı. Bu nedenle İslam’ı deruni bir duygusallığa indirgememek gerekir. Tarih boyunca; ilahi kaynağın dışında, felsefi ya da seküler, bağlayıcı, düzenleyici, kuşatıcı, insani varoluşun akli ve vicdani boyutuna birlikte hitap edecek bir sistem kurulamamıştır. Geçmişte, farklılıkları bütünleşti-
ren ahlaki, irfani bir sistem vardı. Bugün böyle bir sistem olmadığı için, farklılıklar aşağılanıyor, ötekileştiriliyor. İnsanlar Kürt, Ermeni, Rum ya da diğerleri farklı oldukları için muhacerete mecbur bırakılabiliyor. Sosyal, kültürel, tarihsel, felsefi temelleri / boyutları olmaksızın Batı’dan ithal edilen laikçi radikallik, çok büyük ahlaki belirsizliklere, boşluklara neden oluyor. Hıristiyan toplumların sorunlarını, yıkıcı mezhep savaşlarının neden olduğu sorunları çözümlemek üzere ortaya çıkan sekülerizm, evrensel geçerlilikten söz edemez. Laiklik, sınırsız bir bireycilik ve bencillik şeklinde, maddiyatçılık şeklinde somutlaşıyor. Laiklik insani varoluşun en hayati boyutunu inkâr ediyor. Sınırlarının ve işlevlerinin bilinci olmayan Katolik kökenli laik akıl, insanı / insanlığı dünyevileştiriyor. Dünyevileşen insan her alanda keyfiliği seçebiliyor. Avrupa’da sekülerizmi hayat tarzı haline getiren kesimler Avrupa’nın Hıristiyanlıkla tanımlanmasına karşı çıkarken, Türkiye’de seküler kesimler, Türkiye’nin İslam ile tanımlanmasından derin rahatsızlık duyuyor. İslam – Batı gerilimi, rekabeti, çatışması medya klişelerinin sınırlarını aşabilecek yetkinlikte ve derinlikli olarak konuşulmuyor, konuşulamıyor. Bu yüzdendir ki, İslam yalnızca “fundamentalizm”
- 84 -
kavramı gibi olumsuz anlamda kullanılan bir kavramın sınırları içerisine hapsedilmek isteniyor. Bu durum İslam’a yönelik olarak yapılan büyük bir haksızlık ve saldırganlıktır.
arada modanın yalnızca bir taklit olduğunu da belirtmek gerekir, meta kültürünün ürünü olduğunu kaydetmek gerekir. Modaya teslim olmak, piyasa algılarına / mantığına teslim olmaktır.
Günümüzde etnik kimliğin ve hareketlerin ortaya çıkışı yeni iletişim teknolojilerinin ortaya çıkışıyla birlikte gerçekleşti. Yine bu teknolojiler aracılığıyla her toplumda bireyler uluslar arası popüler kültürün nesneleri / tüketicileri haline getirildiler. Her toplumda gençler, giyim-kuşam ve müzik modalarını izleyerek kendilerini kanıtlamaya çalışıyor. Modanın işlevlerini ve sınırlarını büyük ölçüde tekstil endüstrisi belirliyor. Moda, modernitenin, biçimsel/ yüzeysel yüzünü temsil ediyor. Değişim ihtiyacına, farklılık ihtiyacına cevap vermeye çalışan modanın aynı zamanda, sınıfla, parayla, gösteriş ve gösteriyle, prestijle ilgili bir yanı var. Bu
Günümüzde, toplumlar, medya dili / söylemi / kültürü yoluyla kültürsüzleştiriliyor, yapay hazlara yönlendiriliyor, yapay hazlar etrafında bu toplumlar bütünleştiriliyor. Medya dili / söylemi, yapay hazlar ve eğlence kültürü yoluyla toplumu düşüncesizleştiriyor. Her tür taklit ve yapaylık insanın düşünme yeteneğini kaybetmesine neden oluyor. Taklit, zihinleri, algıları deforme ediyor. Gençler müzik yoluyla ciddi bir sömürgeleştirme faaliyetine maruz kalıyor. Popülist müzik, metalaşma, şeyleşme ve standartlaşmaya yol açıyor. Reklam ve modaların totaliter niteliği giyim-kuşamın nasıl olması gerektiğini dayatıyor. Bu dayatmalar utanç verici başörtüsü yasaklarına yol açıyor. Hızlı ve yoğun iletişim sayesinde halkların bilinç seviyelerinin yükselmesi beklenirken, hızlı ve yoğun iletişim aracılığıyla halklar düşüncesizleştiriliyor ve bilinçsizleştiriliyor. Enformasyonun dördüncü küresel egemenliği, sömürge egemenliklerinin sürdürülmesine yardım ediyor. Sömürgeciliği haklı çıkarmak için, her tür ahlaksızlığa, yalana ve kötülüğe tevessül edilebiliyor. Sömürgecilik geçmişte kalan bir uygulama değil, bugün de sürüyor. Teknoloji ve sanayileşme daha iyi bir dünya için kullanılmadı, daha mutlu bir insanlık için kullanılmadı; savaşlar, katliamlar ve sömürgecilik için kullanıldı, halen kullanılıyor. İran, bağımsız bir siyasal iradeyi temsil etmeye çalıştığı için çok ağır yaptırımlar ve savaş tehdidi altında tutuluyor. Uydu
- 85 -
/ parya Ortadoğu ülkeleri ise resmi eleştirilerin dışında tutuluyor. Petrol zengini ülkelerin otoriter rejimlerle, hanedanlık rejimleriyle yönetiliyor olması Amerika’nın ya da Avrupa’nın umurunda değil. Bu rejimlerin İsrail’e karşı muhtemel muhalefetlerinin, etkisiz hale getirilmesi için, otoriter rejimler Amerikan himayesine alınıyor. Tarihi boyunca hep emperyalist olan, bugünde Siyonist emperyalizmini sürdüren İsrail, İslam düşmanlığını küresel ölçekte etkili kılabilecek yoğun çalışmalar yapıyor.
Elde var aşk. Mustafa İslamoğlu
Y
üreğini siper et. Güvenlik içerisinde olursun. “Yoruldum” deme sakın.
nüştürmemiş zavallılardır. Onlar, muhteşem acılara pespaye sevinçleri tercih eden aşk sefilleridir.
humdur; “her başka yüz dane veren yedi başak” gibi, yediverendir o.
Bugünün dünyasında “evrensel insan hakları” ve “demokrasi” söylemi de emperyalist uygulamaları meşrulaştırmak üzere araç olarak kullanılıyor. Liberal demokrasi, Amerikan demokrasisi, kendi çıkarları için, piyasa ekonomisinin çıkarları için, her tür kötülüğü mübah sayıyor. Küresel düzen, hukukun temel ilkelerini yok sayarak İslam dünyası toplumlarına tahakkümü sürdürüyor. Batı dünyası, Avrupa merkezli ekonomi / toplum / siyaset modelini küreselleşme aracılığıyla güvence altında tutmak istiyor.
Göğsüne yüreğinden başka muska takanlar yorulurlar.
Unutma, bin sevincin vermediğini bir acı verir. Acını, aşkın santralinde bitimsiz bir enerjiye dönüştürmeye bak. Hatırla ki yürek yürek nükleer güç merkezidir. Seven ve inanan bir yürekle hiçbir atom santrali boy ölçüşemez.
Muhabbet insanın harcadıkça çoğalan tek sermayesidir. Herşey harcadıkça tükenir, muhabbet asla. Muhabbet müebbeddir.
İçerisinde yaşadığımız olayları yüzeysel olarak konuşmak yerine, günlük tezahürleri içerisinde değerlendirmek yerine, olayları hazırlayan koşulları / nedenleri / hareketleri anlamak gerekiyor.
Bu sırrı bulanlardan biri, sevdanın başöğretmeni öyle demiyor mu: “Ben hüzünlerin Peygamberiyim.”
Bütünlük bilinci, Müslümanlara, tarihe, kültür ve uygarlığa tek boyutlu bir çerçeveden bakmak yerine, çok boyutlu bir çerçeveden bakmayı öğretir.
Acıyı aşkla bal eylemeye bak. Sür merhem diye yürek yaralarına, hayalinin ve umudunun kırık yerlerine, içinin Karacaahmed’e dönmüş bölgelerine.
Hızlı ve yoğun iletişim sayesinde halkların bilinç seviyelerinin yükselmesi beklenirken, bu araçlarla halklar düşüncesizleştiriliyor ve bilinçsizleştiriliyor.
Göğüs kafesin acıdan bir mengene gibi yüreğini sıktığında, aşk var mı, ona bak. Varsa eğer, aldırma, dağlar gibi gelsin. Çünkü aşk, acıyı hayata dönüştüren bir iksirdir. Acıya aşık olanların “Ey tabib elden gelirse yâremi gel emleme… Yar elinden gelmedir bu yâreyi merhemleme…” diyenlerin sırrı burada yatmaktadır.
Aşk varsa eğer, sen değil dağlar sallansın.
Aldırma hainlere, ihanetlere. Onlar acıyı aşka dö-
Bil ki, umuttan söz ettiğin her dem aşktan söz ediyorsunuzdur. Çünkü umut aşkın çocuğudur. Aşksız umut, plastik bebekler gibidir; oynar, eskitir ve atarsın. “Umudum tükendi” deme, doğrusunu itiraf et, aşkının tükendiğini… Sahi, aşk tükenir mi? Evet, eğer ölümlüden, ölümlüye ve ölümlü adına ise tükenir.
Üzerine üzerine gelen karanlığın kara yüzlü, kara vicdanlı, kara güçlerini, aşkın siperine sığınarak püskürtebilirsiniz. Onlar kaybettiler, onlar nefretin eli kanlı temsilcileri… Sen kazandın, çünkü sen aşkın cephesinde yer aldın, aşkın ve aşkının. Hesabını yaparken tarihi unutma, coğrafyayı unutma. Acıyı unutma, sancıyı unutma. Melekleri, Sakarya’yı, Nil’i, Tuna’yı, Fırat’ı, Dicle’yi unutma.
O, aşk suretinde görünen tutkudur. Tutku tutuklar, aşk azad eder. Bir duygunun aşk mı tutku mu olduğunu anlamak istersen, rengine bak.
İstanbul’un, Kahire’nin, Bağdat’ın, Şam’ın Mekke’nin çocukları olduğunu unutma. Senin kara, sarı beyaz kardeşlerin olduğunu, yüreğinin Asya, Afrika, Afrika, Avrupa, Amerika taraflarının olduğunu unutma.
Rengine bak, kara sevda mı, ak sevda mı?
Fakat, hesabını yaparken kesinlikle şöyle başlamalısın:
Sevdanın karası köleleştirir, akı özgür kılar. Özgür kılan aşka muhabbet denir.
“Elde var aşk”
Muhabbet, yüreğe düşmüş bir to-
- 86 -
- 87 -
Kardeşlik ahlakı. İbrahim Tenekeci
A
rkadaşlık ve dostluk ahlakı da diyebiliriz. İş ahlakından, aşk ahlakından, isyan ahlakından bahsedilir de, kardeşlik ahlakından pek bahsedilmez. Oysa imanın ve İslam’ın olduğu gibi, kardeşliğin, arkadaşlığın, dostluğun da şartları bulunmaktadır. Her geçen gün eksikliğini hissettiğimiz şeylerden birisi de maalesef ve maalesef budur. Sühreverdi, dostluk bahsini, Kur’an’ın emirleri arasında görür. Buna bağlı olarak da, dostluğu bir ‘amel’ kabul eder. Ona göre, dostluğun şartları vardır ve o şartlardan birkaç tanesi şöyledir: Ayrılıktan şiddetle kaçmak ve birlikte olmaya ısrarla devam etmek. Dostun hatalarını görmezden gelmek, kusurlarını örtmek. Dost aleyhinde kalbe gelen vesveseleri kovmak için gayret sarfetmek. Elindekinin yarısını dostuna verip ondakinin yarısını istememek... Evet, kardeşlik ahlakı... Mehmet Kaplan, “Birbirine yalan söyleyen ve birbirini aldatan insanlar haydut çetesi bile kuramazlar” der. O halde, ‘kardeşlik ahlakı’nın birinci maddesine ‘itimat’ bahsini yazabiliriz. Malum, ‘itimat, itikattan
önce gelir’ denilir. Bir de Hadisi Şerif: Mümin, güven yurdudur. İtimat duvarı yıkılırsa, insana mahsus birçok incelik o duvarın altında kalır, kalmıştır. O andan itibaren, mümin müminin kardeşi değildir, insan insanın kurdudur. İtimat bahsinin hemen altına veya yanına ‘vefa’yı yazmamız gerekiyor diye düşünüyorum. Bana kalırsa, en önemli kusurlarımızdan biri, ‘kendini kurtaran’ veya birkaç adım öne çıkan kişinin, dönüp geriye bakmamasıdır. Kardeşlik ahlakı, ileriye değil, geriye bakmayı uygun görür. Bu ve buna benzer şeylerin (himmeti ve hizmeti unutmamak vs) toplamına ‘vefa’ diyoruz. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’ne göre, arkadaşını geride bırakmak, bedenin afetlerinden biridir. (Marifetname, Sayfa 1296) Afetler bahsini hafife almayalım derim. Yine, birçok büyüğümüz, kesin bir dille şunu söyler, söylemiştir: “Vefasızlık, ahlaksızlıktır.” Bize de atalar sözünü hatırlatmak düşsün: Vefası olmayanın sefası olmaz! Emek olmadan yemek olmaz gibi bir şeydir bu... Peki, kardeş bildiklerimizden bir vefasızlık görürsek, ne yapacağız?
Elbette Hüseyin Kazım Kadri’nin şu nasihatini dinleyeceğiz: “Dostlarından bir vefasızlık görürsen, onları sakın kırma; üslup ile geri çekil.” Bir de emanet bahsi var. Kardeş kardeşin, arkadaş arkadaşın emanetidir. Sadece bedenen değil elbette. Sözler, ameller ve mahrem meseleler de kardeşler arasında karşılıklı emanetlerdir. Emaneti korumak ile korumamak arasındaki yakıcı farkı herhalde bilmeyenimiz yoktur. Yine de ‘küçük’ bir uyarı yapalım: “Sırrı ifşa etmek, dilin afetlerindendir.” Kardeşlik ahlakının vazgeçilmez başlıklarından birisi de hürmet meselesidir. Konuyla ilgili, İsmail Kara hocamızın bir sözünü hatırlatmak, sanırım yeterli olacaktır: “Dostluk ve hukuk, biraz da karşı tarafın hissiyatına ve hassasiyetlerine hürmet etmektir.” (Ezel Erverdi Kitabı, Sayfa 5) Kuşkusuz, örneklerimizi madde madde çoğaltabiliriz. Etkili olur mu, olmaz mı, orasını bilemeyiz. Bildiğimiz bir şey varsa, o da, bunların ilk defa söylenmiyor, yazılmıyor oluşudur.
Artık devir değişti deniliyor. Dost ararsak, cebimize bakacakmışız vb. Ben de, üzgün ve yorgun zamanlarımdan birinde, şunu demiştim: ‘Artık her insanın son kullanma tarihi var. Çünkü karşımızdakine insan olarak değil, imkân olarak bakıyoruz.’ Bu da bir şairimizden: “Arkadaş adreslerinde eskiden / İncecik ve güzel şeyler vardı.”
maz” diyebileceğimiz birçok şeyi, maalesef birbirimize reva görmekten çekinmiyoruz.
“Eşyayı dahi incitme” diyen medeniyetin mensupları, bugün, özellikle siyaset ve sosyal medya üzerinden, birbirlerini incitme yarışı içindeler. “Bunu düşman yap-
İsmet Özel, “Titizlik, ahlakın ta kendisidir” diyor. (Henry Sen Neden Buradasın, Sayfa 14) Demem o ki, bu titizliği, dolayısıyla bu ahlakı, önce insan ilişkilerinde
Bütün bu olumsuzlukları hızlı bir şekilde geçelim ve şunu diyelim: Çok kuvvetli bir biçimde kardeşlik ahlakına ihtiyacımız var. Hesapsız ama kitaplı dostlara, arkadaşlara, kardeşlere...
göstermemiz gerekiyor. Bu hayati meseleler, hem kişiseldir, hem toplumsal. Sözgelimi son zamanlarda yaşanan olaylara ve gerilimlere de kardeşlik ahlakı penceresinden bakmamız icap ediyor. “Ayrılıktan şiddetle kaçmak ve birlikte olmaya ısrarla devam etmek” nasihatine veya prensibine, ülke olarak, en çok bugünlerde ihtiyacımız var. İsmail Kara hocamızın o önemli tespitini de unutmayalım, tekrar ve tekrar hatırlayalım.
- 88 -
Seyyid Kutub’un Şehadeti Münasebetiyle.
susiyetiyle İslam’da bulan, sahici, som ve tam ayar dava kahramanı... Ölen bunun için öldü, öldüren de bunun için öldürdü...
Necip Fazıl Kısakürek Seyyid Kutub da bizden sonra başlamış olsa da aynen bizim buradaki rolümüze eş, Doğu’nun teftişsiz ve murakabesiz Batı hayranlığı tesiriyle şahsiyetini kaybetmesi ve ruhunu alçaltması karşısında şahlanan ve biricik kurtuluş yolunu olanca asliyet ve hususiyetiyle İslam’da bulan, sahici, som ve tam ayar dava kahramanı...
M
ısır’da, İslam davası uğrundaki ulvi mücadelesi yüzünden hükümet eliyle şehit, Seyyid Kutub isimli gerçek kahramana, Türkiye’de, fikir merkezi İstanbul’da “Milli Türk Talebe Birliği” çatısının altında bir manalandırma zemini açan mukaddesatçı Türk gençliğini tebrik ederim. Günlerin günü ve manaların manası budur...
reislerinin Batının, İslam’ı içinden çürütyakışıklı (King-Kong) tipi, me ve Doğu ruh bütünlüğünü zulüm kutbu Nasır... Bence, parçalama tezgahında yoğrulmuş standart mamûller aradavayı canlandırmak ve Seysında birinci mükafata yakın yid Kutub’u manalandırmak ehliyette bir canidir ve Peyiçin el atılacak nokta, şehidin gamber torunu Hz. Hüseyin’i faziletinden ve ulviliğinden şehid eden Yezid’den her türlü ziyade bu tipin ve her tarafa mikyas üstü alçaktır. Zira Yemusallat benzerlerinin zilleti zid, zahirde İslam esaslarını inkar etmeyen ve sadece şahıs ve sefilliği. .. Fikirlerimizi yakından takip istirkabı yüzünden bu cinayeedenler bilir ki, bugün bütün ti işleyen bir la’netliydi; yeni İslam ülkeleri, nazarımızda, Firavun ise, arada şahsi ve kaidesi yani halkı mümin; zir- nefsanî hiç bir rekabet bulunvesi yani hükümeti de münkir maksızın, sırf İslam’a duydubirer ehram manzarası arze- ğu gayz sebebiyle bu işi yapmış “çağdaş uygarlık” kuklası, der. kuduz bir ALLAH ve Resulülİşte, İslam ideolocyasının lah düşmanıdır. maymun
devlet
asrımızda en saf ve cevherli müdafaacılarından biri olan Seyyid Kutub’un kızıl kanını kadehindeki her türlü kızıl şaraba katıp içen bu yirmin... Tabloda iki kutub var: Biri, ci asır firavunu, bahsettiğimiz ehramın en tepesindeki küfür ismi de Kutub olarak maztaşıdır. .. lumluk kutbu Seyyid Kutub; öbürü, bazı İslam ülkelerindeki goril soyundan taklitçi
... Seyyid Kutub’un kaatili,
Seyyid Kutub da bizden sonra başlamış olsa da aynen bizim buradaki rolümüze eş, Doğu’nun teftişsiz ve murakabesiz Batı hayranlığı tesiriyle şahsiyetini kaybetmesi ve ruhunu alçaltması karşısında şahlanan ve biricik kurtuluş yolunu olanca asliyet ve hu-
... Ezher mezunu, sosyoloji doktoru, sosyoloji profesörü, Kral Faruk devrinde “Fikir Mücadelesi” isimli derginin sahibi. Hasan Benna’dan sonra “Müslüman Kardeşler” derneğinin kafası, Nasır’ın kuvvetleninceye kadar iltifat ve himayesine mazhar, “Dava” adlı günlük gazetesinin güdücüsü, 33 cilt Kur’an tefsirinin müellifi ve daha nice eserin muharriri Seyyid Kutub, olanca ruh ve kafa, ahlak ve seciye tavrını, yalnız tek cümlede hülasa eder. Kendisinin zindandan çıkarılması için alenen tarziye vermesini, af dilemesini isteyen Nasır’a şu cevabı takdim eder:
lunsaydı. Evet; böyle olsaydı mesele kalmazdı.
yine tattırmandır!
Diyen üstün hayatın sahibi Açıkça ilan etmenin günü gel- içinde bu lezzet idealinden bir miştir ki, İslam davasında fert nebzecik bulunmayan, imanörneği Seyyid Kutub, aile ör- dan bahsetmesin! neği de Kutub ailesidir. Müslüman bilmelidir ki, kenBiraz evvel, Büyük Doğu disi için kaybetmek ihtimali mücadele cephesinin Seyyid yoktur; ya gazi olup bu dünKutub’dan önce başladığını yayı ve öbürünü kazanacak, kaydetmiştim. Böyledir; biz- yahut şehit düşecek ve üstün den yedi yaş küçük olan Sey- hayata erecektir. yid Kutub ilk sesimizin çıktığı 1939 yılında 25 ve 1943 se- Bu anlayışı, hiç olmazsa telgnesinde 29 yaşında bir deli- raf direkleri kadar seyrek inkanlıydı. Böyledir! Fakat bu, sana aşılayabilmiş ve davayı Müslümanlığından nazariyede ve saf fikirler ale- marka minde böyle .. Yoksa o, teşeb- kurtarmış bir diyarda her şey büs ve aksiyon sahasında hem kurtulmuştur. “- Bir mümin, bir münafıktan bizi geçmiş, hem de çok şükür af dilemez!”... Türkiye’de Nasır gibi bir zali- Seyyid Kutub’un belki şu me ALLAH yer vermemiştir. anda aramızda bulunan ruhu ve daha nice şehit, bütün İsSeyyid Kutub, kız ve erkek lam alemiyle beraber, böyle kardeşiyle de aynı yola düş- Şehit... bir diyar bekliyor. müş, mücadeleci bir ailenin timsali... Peygamberler Peygamberinin ALLAH’ım; Seyyid Kutub’a kavlince, ALLAH’a: rahmet ve bize inayet eyle!. ... Keşke, İslam ülkelerinde Kutub ailesine benzeyen, hiç - Tek dileğim, beni yeryüzüolmazsa kilometre sırıkları ne iade edip, uğrunda bir kere (TOHUM, Ekim 1966) kadar seyrek familyalar bu- daha şehit olmak tadını bana
- 90 -
- 91 -
Siyonizm. Modern 20 yüzyılda neo-emperyalizmin silahı “dolarizm” oldu Siyonistler dolarizm bilimini keşfetti: egemenler, hediyeler vererek ve diğer tüm ekonomik yardım çeşitleriyle ve de teknik destek teklifleriyle bir dost ve hayırsever gibi yaklaştı Böylece Siyonist İsrail’in güç ve nüfuzu “bağımsız” Afrikalı ulusları 18 yüzyıl Avrupası kolonyalizminden daha hızlı bir şekilde kuşattı...
S
Malik el-Şahbaz (Malcolm X)
on zamanlarda siyahi Barack Obama’nın başkan seçilmesiyle daha çok dikkat çeken siyahilerin Amerika’daki geçmişinin en önemli örneklerinden birisi de Malcolm X. El Kaide liderlerinden Eymen ez-Zevahiri’nin, başkan seçilmesinden sonra bu İslamcı düşünürün “ev kedisi” benzetmesini yeni başkan Obama için kullanması dikkatleri bir kez daha Malcolm X’e çekti
dünya görüşünü büyük oranda değiştirdi
1965 yılında faili meçhul bir suikastle öldürülen Malcolm X’in gerçek ismi Malik el-Şahbaz Amerika’da önce ırkçı siyahi hareketlerle birlikte anılırken İslami hassasiyetlere ulaşmasından sonra yeni bir örgüt kuran İslamcı düşünür, Amerika’daki siyahilerin
Birçok çarpıcı analizi satırlarında taşıyan Malcolm X’in Siyonizm incelemesini ilginize sunuyoruz:
İşte bu önemli düşünürün Siyonizm’e bakışı da oldukça ilginç bir şekilde günümüzde tartışılan pek çok analizi içerisinde bulunduruyor Emperyalistlerin Orta Doğu’da bir karakol oluşturmaya çalıştığını savunan Malcolm X, “dolarizm” adı altında yeni bir araç geliştirildiğini vurguluyor
Siyonist ordular şimdi antik Yahudi peygamberlerinin; kendilerini yükseltecek bir “Mesih”in gelmesiyle “bu dünyanın son günlerinde” vaat edilmiş topraklara gireceklerini ve kurdukları “dinci” hükümetle topraklarını yeniden kazanan bu “dinci” hükümetin “demir çubukla” diğer milletleri yöneteceklerini vaat ettiğine yönelik iddialarıyla Filistin’i işgal ediyorlar. Eğer İsrailli Siyonistlerin Arap Filistin’in şu anki işgali Yahudi peygamberlerinin yaptığı kehanetin uygulanmasıysa, bu demektir ki bundan sonra da dini inanışları gereği İsrail “dinci” misyonu gereği demir çubukla diğer milletleri de kontrol etmelidir, bu da eski Avrupa Kolonyel/Sömürgeci Güçleri’nin “demir sever egemen-
liğini” bir benzeri, hatta daha sistemli bir formunun uygulamaya konulması anlamına geliyor. Bu İsrailli Siyonistler dini öğretileri gereği Yahudi Tanrıları’nın gücünü yitirmiş Avrupalı sömürgeci sisteminin yeni bir sömürgeci form ile kaldırılması için kendilerini seçtiklerine inanıyorlar Bu iyi maskelenmiş şekliyle Siyonistlerin misyonları, üzerlerinde hala sömürgeleştirilme faaliyetleri yürüten Afrikalı kitlelerin gönüllü bir şekilde bu “dinci” otoriteye ve Siyonist rehberliğe boyun eğmesine olanak tanıyacaktır. KAMUFLAJ İsrailli Siyonistler yeni sömürgecilik formlarına gayet başarılı bir şekilde kamuflajla inandırılmışlardır Onların sömürgeciliği büyük ekonomik sıkıntılar yaşamakta olan yeni Afrikalı uluslara verilen oldukça dostane(!) ekonomik “yardım”larla ve diğer başka “hediyelerle”, daha çok “yardımsever”, daha çok “hayırsever” bir sistem olarak görünmektedir 19 yüzyıl boyunca alabildiğine cahil olan Afrikalı insanları “zorla ve korkuyla” yönetmek Avrupalı emperyalistler için oldukça kolay olmuştur. Bu aydınlanma çağında Afrikalı kitleleri 19 yüzyılın modası geçmiş metodlarıyla sömürmek
mümkün değildi Emperyalistler bu sebeple yeni metodlar bulmak zorundaydı, çünkü artık kitleleri zorlayamamakta ve korkutamamaktaydılarAfrikalı kitleleri gönüllü olarak sömürgeleştirecek bir manevrayala yeni metodlar bulmaları gerekiyordu. Modern 20 yüzyılda neo-emperyalizmin silahı “dolarizm” oldu Siyonistler dolarizm bilimini keşfetti: egemenler, hediyeler vererek ve diğer tüm ekonomik yardım çeşitleriyle ve de teknik destek teklifleriyle bir dost ve hayırsever gibi yaklaştı Böylece Siyonist İsrail’in güç ve nüfuzu “bağımsız” Afrikalı ulusları 18 yüzyıl Avrupası kolonyalizminden daha hızlı bir şekilde kuşattı. Bu yeni Siyonist sömürgecilik şekli diğerlerinde farklı bir forma ve metoda sahip olmasına karşın, niyet ve hedefleri asla farklı değildi.
vetleri için silaha milyarlarca dolar harcamak zorunda bıraktı, bunu yapmak için ise yeni bağımsız Arab uluslarının ekonomilerini güçlendirmeleri ve halkının yaşam standartlarını arttırmaları gerekiyordu. Ve Arap dünyasında devam edegelen düşük hayat strandartlarını ustaca kullanan Siyonist propagancılar Afrikalılara Arap liderlerin entelektüel veya teknik olarak halklarının yaşam standartları yükseltemediklerini gösterdi… böylece, dolaylı olarak “eğitimli” Afrikalılar Araplardan yüz çevirdiler ve eğitim ve teknik destek için İsraillilere yöneldiler
19 yüzyılda Avrupalı emperyalistler bir uyanış yaşayan Afrikalı kitleleri hiçbir şekilde güçle veya korkutarak egemenlikleri altına alamayacaklarını gördükleri zaman, zekice onları “yeni bir silah” yaratarak ve silahları için “yeni bir üs” bularak kontrolü altına almayı düşündüler. DOLARİZM 20 yüzyıl emperyalizminin bir numaralı silahı Siyonist dolarizm ve bu silahının ana üssü de Siyonist İsraildir Yeni planlarına uygun olarak Avrupalı emperyalistler İsrail’i Arap dünyasını coğrafi olarak bölebilecekleri, Afrikalı liderlerin arasında ayrılık tohumları ekebilecekleri ve de Asyalılara karşı Afrikalıları bölebilecekleri bir konuma yerleştirdi. Siyonist İsrail’in Arap Filistin’i işgali Arap dünyasının silahlı kuv-
“Onlar kuşun kanadını sakatladılar, sonra da o kuşu hızlı uçamıyor diye kınadılar” Emperyalistler kendilerini her zaman güzel gösterirler, fakat bu sadece onların Siyonist-kapitalist komplolarla ekonomik olarak kolunu kanadını kırdıkları yeni bağımsız ülkelerle yarışıyor olmalarından kaynaklanmatadır Yoksa onlar asla adil yarışa yanaşmazlar, bu nedenle de Cemal Abdulnasır’ın Sosyalizm altında Afrika-Arap birliği projesinden korkmaktadırlar.
MESİH? Eğer Siyonistlerin “dini içerikli” iddiaları doğruysa, onlar Mesihleri tarafından vaat edilen topraklara dönmelilerdi İsrail’in şimdiki Arap Filistin işgali peygamberlerinin vaatlerinin yerine getirilmesiyse: peygamberlerinin kehanet ettiği, onları bu kutsal topraklara taşıyacak Mesih nerededir? O İşgal edilmiş Filistin varlığındaki Siyonist arabulucu Ralph Bunche’dir! Ralph Bunche Siyonizm’in mesihi midir? Eğer Ralph Bunche onların mesihi değilse ve Mesihleri hala gelmemişse, bundan sonra Mesihleri ileride ne yapacaktır? Siyonistlerin; sadece “dini” bir iddiayla Arap Filistin’i işgal etmesi, binlerce yıl ataları bu topraklarda yaşayan Arap vatandaşları yurtlarından atması ve tüm servestlerine el koyması için meşru veya ahlaki her hangi bir hakları var mıdır? Endülüs Emevileri bin yıl önce İspanya’da yaşamışlardı Bugün onların Emevi Devleti’in kurmak, İspanyalıları ülkelerinden sürmek ve sonra yeni bir Fas milleti oluşturmak meşru ve ahlaki hakları mıdır? … Onların bizim Arap kardeşlerimize ve bacılarımıza yaptıkları gibi? Kısaca İsrail’in Arap Filistin’i şu anki işgalini ortaya koyan Siyonist düşünce akli ve meşru hiçbir tarihi temele dayanmadığı gibi hiçbir dini temele de dayanmamaktadır Onların mesihi nerede? Mısır Gazetesi / 17 Eylül 1964 / Malik el-Şahbaz (Malcolm X)
- 92 -
- 93 -
Cahillerin Kapışması. Kuma çizgiler çizmek, Haçlı Seferi’ne çıkmak, onların kötülüklerine iyiliklerimizle karşı koymak, terörizmi imha etmek ve Paul Wolfowitz’in o nihilistik kelimeleriyle, uluslara son vermek gibi tek taraflı kararlar almak, varsaydığımız varlıkları daha kolayca görmemizi sağlamaz.
S
Edward Said
amuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması“ adlı makalesi 1993 yılında Foreign Affairs dergisinin Yaz sayısında yayınlandığıda çok kısa sürede hiç beklenmedik bir şekilde dikkat ve tepki topladı. Çünkü makale Amerikalılara soğuk savaş sonrası dünya politikasındaki “yeni evre” ile ilgili orijinal bir tez sunmayı amaçlıyordu, Huntington’un iddiaları yeterince dikkat çekici, kapsamlı, cesur, hatta ileri görüşlü bulunmuştu. Huntington, açık bir şekilde gözünü politika üretenlerin saflarındaki rakiplerine dikmişti ki bunların arasında; Francis Fukayama gibi kuramcılar ve onun “tarihin sonu“ fikirleri ile küreselleşmenin, aşiretçiliğin ve devletin parçalanmasının başlangıcını kutlamış olan lejyonerler bulunuyordu. Huntington’a göre bunlar yeni dönemin sadece bazı yönlerini anlayabilmişlerdi. Ama kendisi, “önümüzdeki yıllarda küresel siaysetin nasıl bir şey olacağının en önemli, gerçekte en merkezi” yönünü açıklamaya yaklaşmıştı. Hiç tereddüt etmeden şu fikirleri öne sürüyordu: “Bence, yeni dünyadaki çatışmanın en temel kaynağı ne birincil derecede ideolojik ne de ekonomik olacaktır. İnsanlar arasındaki en büyük yarılma ve çatışmanın baskın kaynağı kültü-
rel olacaktır. Dünya meselelerinde ulus devletler en güçlü aktörler olarak kalacaklar, ama küresel siyasetteki başlıca sorunlar değişik kültürel medeniyet ulusları ve grupları arasında olacaktır. Medeniyetler çatışması dünya siyasetine hakim olacak ve bu medeniyetler arasındaki fay hatları geleceğin savaş alanları olacaktır” Bunları takip eden sayfalardaki pek çok argüman, Huntington’un “medeniyet kimliği” ve “yedi ya da sekiz [sic] büyük medeniyet arasındaki etkileşimler” olarak adlandırdığı muğlak nosyonlara dayanıyor. Bu medeniyetlerin ikisi, yani İslam ve Batı arasındaki çatışmaya büyük bir önem atfediyor. Huntington’un bu saldırgan düşünceleri, ağırlıklı olarak deneyimli Şarkiyatçı Bernard Lewis’in 1990 yılında yayımlanan, ideolojik çizgisi isminden kolaylıkla anlaşılan, “İslami Öfkenin Kökleri” adlı makalesine dayanıyor. Her iki makalede de “Batı” ve “İslam” diye adlandırılan iki devasa varlığın kişileştirilmesi pervasızca tekrarlanmış, kimlik ve kültür gibi karmakarışık meseleler bir çizgi dünyada Temel Reis ve Kabasakal acımasızca yumruklaşıyormuş ve bir taraf, her zaman daha erdemli olanı, hasımına üstün gelecekmiş gibi gösteriliyor. Elbette ne Huntington
ne de Lewis, her medeniyetin iç dinamiklerini ve çeşitliliğini, veya pek çok modern kültürdeki ana mücadelenin her bir kültürün nasıl tanımlanması veya yorumlanması üzerine döndüğü gerçeğini, ya da bütün bir din veya medeniyet için varsayımsal konuşmanın büyük çapta demogoji ve büsbütün cehalet içerebileceği yolundaki pek de cazip olmayan olasılığı araştırma zahmetine katlanmamış. Hayır, onlara göre Batı Batıdır, İslam da İslam. Huntington, politika üreten Batılı çevreler için üstesinden gelinmesi gereken temel sorunun, Batının diğerlerinden, özellikle İslam’dan daha güçlü olmasını ve kendini onlardan korumasını garantilemek olduğunu söylüyor. Daha rahatsız edici olan şey ise, onun sıradan bağlılıklardan ve gizli sadakatlerden arınmış fildişi bir kuleden tüm dünyayı gözetleyen bakış açısının doğru olduğuna dair varsayımdır. Sanki herkes telaş içinde onun çoktan keşfettiği cevabı arıyor. Gerçekte Huntington bir ideologtur ve “medeniyetleri” ve “kimlikleri” olmadıkları şekilde göstermek isteyen birisidir. “Medeniyetler” ve “kimlikler”, sanki yüzyıllar boyunca tarihin sadece din savaşlarından ve emperyal fetihlerden ibaret bir tarih değil, bir değiş-tokuş, karşılıklı döllenme ve
paylaşımların da tarihi olmasını olanaklı kılan ve insanlık tarihine hayat veren sayısız akım ve karşı akım tarafından bir kenara süpürülmüş, rafa kaldırılmış veya mühürlenmiş topluluklardır..Bu çok da görünür olmayan tarih, “medeniyetler çatışması” tezinin gerçeklik olduğunu iddia ettiği, gülünç bir şekilde sıkışmış ve büzüşmüş bir savaşlar tarihini vurgulama telaşı içinde görmezden geliniyor. Huntington 1996 yılında yayınlanan aynı isimli kitabında, iddiasını biraz daha ince bir şekilde ve çok daha fazla dipnotla öne sürmeye çalışmış olsa da, yaptığı tek şey, ne yazık ki kendi kafasını daha da karıştırmak, beceriksiz yazar ve kaba saba bir düşünür olduğunu gözler önüne sermek oldu. Temel paradigmaya, yani Batı’ya karşı geri kalanlar arasındaki zıtlığa (burada soğuk savaş karşıtlığı yeniden formüle edilmiş) dokunulmamış. Bu argüman 11 Eylül faciasından beri sıklıkla kurnaz ve sinsi bir şekilde öne sürülmektedir. Aklını yitirmiş militanlardan oluşmuş küçük bir grup tarafından titiz bir şekilde planlanmış, patolojik motivasyonlarla gerçekleştirilen tüyler ürpertici intihar eylemi ve kitle kıyımı, Huntington’un tezininin kanıtı haline geldi. Eski Pakistan Başbakanı Benazir Butto’dan İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi’ye kadar uluslararası bilgeler, bu olayı olduğu gibi, yani büyük fikirlerin (bu tabiri öylesine kullanıyorum) küçük bir fanatikler grubu tarafından zaptedilmesi olarak görmek yerine İslam’ın sorunları hakkında vaaz ettiler. Berlusconi Huntington’un fikirlerini kullanarak Batı’nın mükemmelliği hakkında nutuk çekti: “Bizlerin” Mozart ve Michelangelo’su
var, “onların” yok (Berlusconi daha sonra “İslam”’a küfretiği için yarım ağızla özür diledi). Peki, neden Usame Bin Ladin ve yandaşları ile -kuşkusuz yıkıcılıkta görece daha az şaşırtıcı olan- Davidianlar Kolu tarikatı ya da Rev. Jim Jones tarikatına bağlı Guyana’daki havariler veya da Japon Aum Shinrikyo tarikatı ile parallelik kurulmuyor? İngiltere’de yayınlanan ve genellikle aklı başında bir dergi olan haftalık “The Economist” dergisi bile, 22-28 Eylül sayısında, çok büyük ölçekli genellemeler yapmaktan kendini alamadı. Huntington’un İslam hakkındaki saptamalarını abartılı bir şekilde “acımasız ve genel kapsamlı, ama bir o kadar kuvvetli ” bulduğunu söyleyerek övüyordu. Dergi yakışıksız bir ciddiyetle, Huntington’un, “Bugün dünyada bir milyarın üzerindeki Müslüman kendi kültürlerinin üstünlüğüne inanmış ve güçlerinin yetersizliğini saplantı haline getirmiştir.” sözlerine yer veriyordu. 100 Endonezyalı, 200 Faslı, 500 Mısırlı ve 50 Bosnalı ile görüşüp fikirlerini mi almıştı? Hadi böyle yaptı diyelim, bu nasıl bir örneklemedir? Her Amerikan ve Avrupa gazetesinde ve dergisinde yer alan sayısız başyazı bu kendini dev aynasında görme ve kıyamet tellalığı yapma literatürüne bir satır daha ekliyor ki bu satırlar açık ve net bir şekilde, aydınlatma amacıyla değil, tam tersine bir “Batı” üyesi olarak okuyucunun öfkeli hislerini ateşlemek niyetiyle kullanılıyor. Tam da bizim ihtiyacımız olan şey bu. Churchilvari bir retorik, durumdan vazife çıkarmış savaşçıları tarafından Batı’nın, başta
Amerika’nın kendisinden nefret edenlere, yağmalayan ve tahrip edenlere karşı giriştiği savaşta, uygunsuz bir şekilde kullanılıyor. Maalesef bu çeşit bir indirgemeciliğe meydan okuyan, bizi iki ayrı askeri kampa böldüğü varsayılan sınırları aşarak bir bölgeden bir başkasına sızan karmaşık tarihlere ise yeterli vurgu yapılmıyor. Bu, “İslam” ve “Batı” gibi nahoş etiketler ile ilgili bir sorundur: Bunlar bu kadar kolay bir şekilde hasıraltı edilemeyecek, kırıştırılıp atılamayacak karmaşık gerçeği yorumlamaya çalışan akılları yanlış yönlendiriyor ve karıştırıyorlar. 1994 yılında Batı Şeria’da bir üniversitede verdiğim bir konferanstan sonra seyircilerin arasından çıkan biri sözümü keserek, İslam’a sıkı sıkıya bağlı kendi düşüncelerinin tersine benim düşüncelerime “Batılı” olduğu gerekçesiyle saldırmaya başladı. Akla gelen ilk cevap “neden bir takım elbise ve kravat giyiyorsun” oldu. “Onlar Batılı değil mi?”. Yüzünde mahcup bir gülümsemeyle yerine oturdu. Ancak 11 Eylül teröristleri hakkında bilgiler gelmeye başladığında bu olayı bir kez daha hatırladım: Dünya Ticaret Merkezi’ne, Pentagon’a ve kaçırdıkları uçaklara o canice kötülüğü yapmak için gerekli tüm teknik ayrıntılara nasıl hakim olmuşlardı. ”Batılı” teknoloji ile Berlusconi’nin beyan etmiş olduğu gibi “İslam’ın” “modernitenin” bir parçası olamaması arasındaki çizgi nerede çizilmeli? Elbette kimse böyle bir çizgiyi
- 94 -
çizemez. Nihayetinde yapıştırtığımız etiketler, genellemeler ve kültürel yargılar ne kadar da yetersizler. Kimi noktalarda, örneğin, ilkel öfkeler ve karmaşık teknolojik bilgiler birbirlerine yakınsadıklarında, yalnızca Batı ve Doğu arasında değil, geçmiş ve bugün, biz ve onlar arasında da müstahkem bir sınır olduğu tezinin yanlış olduğu kanıtlanır. Hiç bitmeyen anlaşmazlık ve tartışmaların döndüğü kimlik ve milliyetçilik gibi önemli kavramları hesaba bile katmadık. Kuma çizgiler çizmek, Haçlı Seferi’ne çıkmak, onların kötülüklerine iyiliklerimizle karşı koymak, terörizmi imha etmek ve Paul Wolfowitz’in o nihilistik kelimeleriyle, uluslara son vermek gibi tek taraflı kararlar almak, varsaydığımız varlıkları daha kolayca görmemizi sağlamaz. Bu durum sadece ortak öfkeyi bir yöne yöneltmek amacıyla savaşkan beyanlar vermenin, gerçekte uğraş-
tığımız şey, yani sayısız hayatın, “bizim” olduğu kadar “onların” da hayatının birbirine karşılıklı bağlılığı üzerine düşünmek, incelemek ve tasnif etmekten çok daha kolay olduğunu gösterir. 1999 yılının Ocak ve Mart ayları arasında Pakistan’ın en saygın haftalık dergisi Dawn’da, rahmetli İkbal Ahmed’ın dikkate değer 3 makalelik bir yazı dizisi yayınlandı. Ahmed Müslümanlar’a seslenerek, İslam’ı kötürüm eden mutlakçı ve fanatik tiranların çok sert biçimde yakasına yapışarak yobaz sağın kökleri diye tabir ettiği şeyi analiz etti. Ahmed’e göre, bu gibi tiranların kişisel davranışları denetleme saplantısı yüzünden “İslam’ın öğretisi tüm hümanizminden, estetik, entelektüel araştırmalardan ve manevi bağlılıktan ayıklanarak bir ceza yasasına indirgendi”. Bu, “dinin başka herhangi bir yorumunu tamamen reddederek genelde içi boşaltılmış tek bir yönünü mutlak bir şeymiş gibi dayatır. Bu fenomen her nerde ortaya çıkarsa, dini çarpıtır, gelenekleri değersizleştirir ve siyasi süreçleri çarpıtır”. Ahmad, bu değersizleştirmeye ilişkin yerinde bir örnek olarak cihad kelimesinin zengin, karmaşık, pluralist anlamını sunarak yazısına devam ediyor. Bu kelime bugün, varsayılan düşmanlara karşı rasgele savaş anlamı içine hapsedilmişdir ve bu anlam içinde ”Müslümanların asırlardır yaşayageldiği ve tecrübe ettiği İslam dinini, toplumunu, kültürünü, tarihini ve siyasetini tanımanın” imkansız olduğunu gösteriyor. Ahmed yazısını şöyle bitiriyor: Modern İslamcılar “ruhla değil iktidarla; halkın acılarını ve ülkülerini paylaşmak ve hafifletmekle değil, halkı siyasi emellerine alet
- 95 -
etmekle ilgilendiler. Onların çok kısıtlı ve çok kısa süreli bir siyasi gündemleri vardır”, İşleri daha da kötüye götüren şey ise, benzer çarpıtma ve fanatizmin “Yahudi” ve “Hristiyan” söylem evrenlerinde de yer almasıdır. Conrad uygar Londra ile “karanlığın kalbi” arasındaki farkların ekstrem durumlarda süratle yıkılacağını, Avrupa Uygarlığının “zirvesinin” bir anda hiçbir hazırlık ve geçiş olmadan en barbar uygulamalara düşebileceğini 19 yy. sonlarındaki tüm okuyucularının hayal edebileceğinden çok daha güçlü bir şekilde anlamıştır. Conrad aynı zamanda, Gizli Ajan’da (1907), terörizmin “saf bilim” (ya da “İslam” veya “Batı”) gibi soyutlamalara duyduğu saplantının yanısıra teröristlerin nihai ahlaki çöküntülerini yazılarında anlatmıştır. Sözde çatışan medeniyetler arasında çoğumuzun inandığından daha yakın bağlar vardır. Hem Freud hem de Nietsche, dikkatli bir şekilde tanzim edilmiş ve devriyelerin gezdiği sınırları aşan bir trafiğin nasıl dehşet verici bir kolaylıkla aktığını gösterdiler. Ama belirsizlik ve şüphe dolu kavramlarla dolu kaypak düşünceler, ancak bugün karşılaştığımız durum gibi durumlar için uygun, kolaya kaçan kılavuzlarla donatırlar bizi. Bundan ötürü büyük bir özgüvenle verilen savaş emirlerinin hepsi (Haçlı Seferi, kötülüğe karşı iyilik korkuya karşı özgürlük,vb.) Huntington’un iddia ettiği İslam ve Batı arasındaki düşmanlıktan türetildi. Bu, 11 Eylül saldırılarının ilk günlerindeki resmi söylemin de kelime hazinesini oluşturdu. O günden bu güne bu söylemde gözle görülür bir azalma olmuştur
belki, ancak nefret dolu nutuk ve eylemlerin sayılarının sabit kalmasından ve tüm ülkede Arap, Müslüman ve Hindistanlılar’a karşı yöneltilen kanuni uygulamalara ilişkin haberlerden bir yargıya varmak gerekirse, paradigma halen yürürlükte. Bu paradigmanın devam etmesinde bir diğer sebep ise tüm Avrupa ve ABD’de Müslümanlar’ın gittikçe artan varlıklarıdır. Bugün Fransa, İtalya, Almanya, İspanya, İngiltere, Amerika, hatta İsviçre’deki Müslüman nüfusları bir düşünün. Şunu kabul edeceksiniz ki, İslam artık Batı’nın kıyısında değil kalbindedir. Peki bunda bu kadar tehdit edici olan nedir? Ünlü Belçikalı Tarihçi Henri Pirenne dönüm noktası olarak kabul edilen kitabı Muhammed ve Charlemagne’de (1939) dediği gibi Akdeniz’in antik birlikteliğini bir kerede ve tamamen paramparça eden, Hristiyan-Romalı sentezini yıkan ve Kuzeyli güçlerin (Almanya ve Carolingian Fransa) baskın olduğu yeni bir medeniyetin yükselişine yol açan 7.yy’da başlayan ilk büyük Arap-İslam fethine ilşkin hatıralar kolektif kültürümüzde yer etmiştir. Bu yeni medeniyetin görevi, Pirenne’nin dediğine göre, ezeli kültürel düşmanlarına karşı Batı’nın savunmasını üslenmekti. Yazık ki, Pirenne, bu yeni savunma hattının yaratılmasında Batı’nın, Charlemagne ve klasik ilkçağ arasında aracılık yapan İslam’ın hümanizmasından, bilim, felsefe, sosyoloji ve histiografyasından ilhamlar aldığını es geçti. İslam başlangıçtan itibaren Batı’nın içinde idi, koyu bir Hz.Muhammed düşmanı olan Dante bile Peygamberi Cehennemin kalbine yerleştirdiği zaman
bunu kabul etmek zorunda kalmıştı. O zaman ortada Louis Massignon’un yerinde tabiriyle, Tektanrıcılık’ın, yani İbrani dinlerin süregiden bir mirası vardır. Bu miras Yahudilik ve Hristiyanlıkla başlar, ve gelen bir sonraki din bir önceki tarafından öngörülür, Müslümanlar’a göre peygamberler zinciri İslam’la sona erer. Elimizde henüz, her biri kendi içinde hiç bir şekilde monolitik ve birleşmiş bir cephe olmayan bu üç dinin kıskanç tanrılarına inananlar
arasındaki çok-taraflı rekabeti ele alan aklı başında bir tarih veya bunları mistik boyutlarından arındırma uğraşı yok. Hatta, Filistin üzerinde sürdürülen modern kanlı çatışma bu Tanrılar arasındaki trajik uzlaşmazlık için zengin bir laik örnek sunuyor. Bekleneceği gibi, Müslümanlar ve Hristiyanlar bu yüzden haçlı seferlerinden ve cihadlardan rahatça söz açabiliyorlar, her ikisi de Yahudi varlığını genellikle soylu bir umursamazlıkla atlayabiliyorlar. Böyle bir du-
rum diyor İkbal Ahmad “gelenek ve modernite arasındaki bu sığ geçitte ayakta kalmış kadın ve erkekler için son derece güven tazeleyici bir durumdur”. Ne var ki hepimiz, Batılılar ve Doğulular ve diğerleri bu sularda yüzüyoruz. Ve sular tarih okyanusunun bir parçası olduğu sürece, bu okyanusu dağıtmaya veya engellerle bölmeye çalışmak boşunadır. Bugünler zor zamanlardır, ama olayı güçlü ve ezilen toplumlar, aklın ve cehaletin oluşturduğu laik politikalar, adalet ve haksızlığı
tanımlayan evrensel ilkelerle düşünmek; anlık bir memnuniyet vermesine karşın kendini tanımamaya veya yanlış bilgilerle analizler yapılmasına vesile olacak kocaman soyutlamaları arayarak konu dışına çıkmaktan iyidir. ”Medeniyetler Çatışması” tezi “Dünyalar Savaşı” gibi; halkların birbirlerine olan şaşırtıcı karşılıklı bağlılığını düşünüp anlamaktan çok, savunmacı gururların okşanmasına daha fazla önem veren bir yutturmacadan başka bir şey değildir.
- 96 -
- 97 -
Parayı Kullanabilmek Kalbin Sanatıdır. O.Nuri Topbaş (ks) Mü’min, israf ve pintiliğin zıddına, kalbindeki îmânın seviyesi nisbetinde bol bol infâk edecek. Yani imkânı olan müslüman, çok kazanmaya ve çok infâk etmeye gayret gösterecek. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de 200 küsur yerde “infak” vazifemiz hatırlatılıyor.
S
on zamanlarda müslümanın para ile münâsebeti üzerine çok şey yazılıp söylenmeye başlandı. Siyasî iktidarla bağlantılı zenginleşme, kapitalistleşme, lükse yöneliş, tüketim ahlâkının değişmesi, kazançta ve harcamada ölçülerden kopuş, fâizli işlemlere dalış, kredi kullanımı, işçi istihdâmında taşeron sistemleri vs... Dışarıdan gelen tenkitler; “fırsatını bulunca ölçüler kayboluyor, her şey mübahlaşıyor, para herkesi çözer” şeklinde yapılıyor. İçeriden de tenkitler var, kimisi “nereye gidiyoruz” gibisinden, kimisi antikapitalist çıkışlar hâlinde, kimisi “Müslüman sol” diye tanımlanan tepkiler hâlinde... Ebû Zer t’ın çizgisinden yola çıkan bir tavır olarak… “Müslümanın Para ile İmtihanı” ifadesiyle özetlediğimiz konumuz
çerçevesinde gündeme gelen bütün bu meseleleri, bir sohbet çerçevesinde muhterem Osman Nuri Topbaş Hocaefendi’ye sorduk. İlgiyle okuyacağınızı ümid ettiğimiz bu sohbeti iki sayıda sizlerle paylaşacağız. En iyi şekilde istifade edilmesi temennisi ile… Siz, insanların, üstelik dindar insanların birçok probleminin yansıdığı bir insan olarak mevcut duruma baktığınızda müslümanların para ile ilişkisi çerçevesinde problem olarak nelerin altını çizmek istersiniz? Osman Nûri Topbaş: İnsan şahsiyetine tesir eden en mühim iki müessir vardır: Birincisi kazancı, ikincisi de beraberinde bulunduğu insandır.
Paranın nereden ve nasıl kazanıldığı çok mühim. Zira insanın gönül âlemi buna göre şekillenir. Harcamalar da bu şekillenişe göre gerçekleşir. Bu bakımdan, kazancımızın helâl yoldan olmasına son derece dikkat etmemiz zarurîdir. Çünkü ağızdan geçen her lokma, eğer helâl lokma ise kişiye rûhaniyet ve mânevî zindelik verir. Eğer haram veya şüpheli bir lokma ise gaflet ve hantallık verir; duyuşları kısırlaştırır; kalbe bir perde olur. Bu iki müessir, yani kazancın ve beraberinde bulunduğun insanın keyfiyeti çok mühimdir. Süfyân-ı Sevrî (r.aleyh): “Kişinin dindarlığı, ekmeğinin helâlliği nisbetindedir.” buyurmuştur. Maalesef günümüzde kapitalist zihniyet, mânevî değerleri o kadar tahrip etti ki, bâzı dindar firmalarda bile İslâm ahlâk ve şiarlarına uymayan işler tabiî hâle geldi. Hacca giden ve namaz kılan birçok kimse; «Ben daha çok hayır yapmak için daha çok kazanmalıyım!» diyerek, kabul edilemez nice yanlışlara, gözü kapalı adım atabiliyor. Yani helâl ile haram iç içe yaşanıyor. “BU İŞLER BÖYLE YÜRÜR” MANTIĞI Meselâ gayr-i ahlâkî reklâmlar, iş hayatında câzibeleriyle müşteri çekecek sekreterler, en göze çarpan hususlardan bâzıları. Dünya kazancı, âhiret kârının önüne geçmiş olduğundan nefis; “Bu işler böyle yürür!” diye mazeret üreterek işin haram tarafı-
nı göz ardı ettiriyor. Hâlbuki hiçbir yanlış adımın, doğru bir mazeret ve niyeti olamaz. Hele “Ben ileride hayır yapmak için kazanıyorum.” diyerek haram-helâl ölçülerini çiğnemek, en hayırsız bir yöneliş ve nefsin aldatmacasıdır. Büyük sermâyelerin, sistemleri ve hattâ insanları şekillendirmesine dayanan kapitalist zihniyetin, hiçbir mânevî tarafı yoktur. Bilâkis nefsâniyeti palazlandırdığı için, mâneviyâtı zaafa uğratan bir sistemdir. Zira bu sistem, daha çok kazanmak uğruna; “Bırakınız yapsın, bırakınız geçsin!” der; altta ezilenlerin durumu, üsttekilere en ufak tesir etmez. Bu zihniyet; sermayesini daha da büyütebilmek adına, aklı ve gönlü çelen modalarla, kampanyalarla, muhtelif propagandalarla israf ekonomisinin reklâmını yapar. Zira enerjisini, aşırı tüketimden alır. Bu sebeple evvelâ israf ekonomisine yönelik ticaretten kendimizi muhafaza etmeliyiz. Çünkü israf, konfor ve lüksün artması, toplumu perişan etmektedir. Bu yönde dengesiz harcamaları artıran kredi kartları da iktisâdî tuzaklardır, sömürmedir. İhtiyaçlar buna mâzeret olamaz. Bu öyle bir harcatma tuzağı ki, sırf birileri kazansın diye fakirleri bile acımasızca bu tuzağın içine güle oynaya düşürmektedir. Yapılan yaldızlı ve yanıltıcı reklâmlar yüzünden nice zavallı insan, gayr-i meşrû yollara tevessül etmek durumunda kalmaktadır. Global kültür istilâsı, internetin menfi ortamları, televizyonun nefsâniyete prim veren filmleri de ruhlara zehir serperek mânevî hassâsiyetleri dumura uğratmakta, kapitalist düzenin israf değirmenine su taşımaktadır. İNSANLIK ENKAZI Kapitalizmin neticesi, bir insanlık enkâzıdır. Zira insana gözyaşını unutturur; merhametini yitirmiş bir vicdan ortaya çıkartır. Rûha şifâ verecek eczâhânelerin de kapısına kilit vurur. İslâm ise hayatın her sahasında olduğu gibi iktisat sahasında da bir nizam vaz etmiştir. Helâl ve haram hudutları koymuştur. Merhamet ve şefkati emredip mü’mini mü’mine zimmetli olarak telâkkî ettirmiştir. Kazancı; hak, adâlet ve merhametle mezcettirmiştir.
İslâm’da mülk, Allâh’ındır. Onu elde etmek için insanı sömürmek aslâ yoktur. İslâm iktisâdı, insanın problemini çözmekle başlar. Paylaşmak ve başkalarına, bilhassa ihtiyaç sahiplerine faydalı olmak; şarttır, farzdır. Âyet-i kerîmede: “Sâilin (muhtâcın) ve mahrumun (iffeti dolayısıyla isteyemeyenin), onların (zenginlerin) mallarında muayyen bir hakkı vardır.” (ez-Zâriyât, 19) buyrulur. Bu düstur, hem parayı kullanma eğitimidir, hem de gönülleri kaynaştırma vesîlesidir. Kapitalist sistem, sadece menfaatini ve kârını düşünür. Onun gözünde insan, ekonomi çarkını döndüren dişliden ibarettir. Bu yüzden insanı sömürür. Gayesine ulaşmak için her yolu meşrû sayar. İSLÂM’IN ÜÇ PRENSİBİ İslâm ise kapitalizmin zıddına, bir vicdan muhâsebesi yaptırır. “Nereden ve nasıl kazandın; nereye ve ne şekilde sarf ettin?” suâlini sorar. Zira İslâm’da mülk Allâh’ındır, kul ancak bir tasarruf memurudur. Parayı kullanabilmek, bir sanattır. Kalbin şâheseridir. Bunun için de; 1) Kazanç helâl olacak. 2) İsraf edilmeyecek. 3) Pintilik-cimrilik yapılmayacak. İsraf; güç gösterisinde bulunarak aşağılık duygusunu örtbas etmeye çalışmaktır. Pintilik ise korkaklık neticesinde kendine biriktirmektir. Hakk’a tevekkül noksanlığının ve korkaklığın getirdiği bir zaaftır. Parayı, sığınak, barınak ve dayanak hâline getirmektir. İsraf da pintilik de mülkün gerçek sahibi olan Cenâb-ı Hakk’a isyan niteliğindedir. Mü’min, israf ve pintiliğin zıddına, kalbindeki îmânın seviyesi nisbetinde bol bol infâk edecek. Yani imkânı olan müslüman, çok kazanmaya ve çok infâk etmeye gayret gösterecek. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de 200 küsur yerde “infak” vazifemiz hatırlatılıyor. Hadîs-i şerîfte de: “Veren el, alan elden hayırlıdır.” 1 buyrularak infak edebilecek bir mü’min olmak, teşvik ediliyor. Takvâ sahibi bir mü’min, her yeni güne başlarken vicdânı ona sorar; “Bugün Cenâb-ı Hak sana ömür takviminden yeni bir yaprak açtı. Bugünkü mesâinde ne kadar kendine, ne kadar kendinin dışında-
kilere? Allah, nîmetlerini sana verdi, fakat falana vermedi. Demek ki onu sana zimmetli kıldı…” Zira âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak: “Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsanda bulun!” (el-Kasas, 77) buyuruyor. Bu sebeple kâmil bir mü’min, diğergâm bir gönülle mahlûkâta yönelerek onların ihtiyaç ve noksanlıklarını şefkat ve merhametle telâfî etmekten kendini mes’ûl görür. Velhâsıl, bir mü’minin gönül ufku öyle olmalı ki: • Gâyesi; Hakk’ın râzı olacağı, takvâ sahibi bir kul olabilmek, • Vâsıtası; yeryüzünde Allâh’ın şâhidi olabilecek şekilde İslâm karakter ve şahsiyetine bürünebilmek, • Neticesi de, elinden ve dilinden ümmet-i Muhammed’in, hattâ bütün mahlûkâtın istifâde ettiği, şefkat ve merhamet dergâhı bir kalp âlemine ulaşmaktan ibâret olmalı… KAPİTALİZM’LE İSLÂM KARŞILAŞIRSA Şöyle bir görüş de var: Batı’da, hristiyan ülkelerde, kapitalizm ile dînin karşılaştığı bütün ortamlarda din alandan çekildi, yerini kapitalizme bıraktı. Türkiye ise yeni kapitalistleşen bir ülke. Kapitalizmin etkisi arttıkça bizde de olacak olan budur, müslümanların yaşadığı kişilik kaybı böyle bir durumdan kaynaklanıyor, deniyor. Siz nasıl değerlendirirsiniz, bu kaçınılmaz bir sonuç mudur? Kapitalizm müslümanların belini bükecek mi? Yani İslâm, insanların hayatında fiilen, sadece inanç ve ibadet alanına inhisâr eden, biraz ahlâk hassâsiyeti getiren, ama sosyalekonomik hayatta etkisi çok sınırlanmış bir hâle gelme riski ile karşı karşıya mı? Osman Nûri Topbaş: Kapitalizmin doğup yayıldığı toplumların ekseriyeti hristiyan toplumlardır. Hristiyanlık; “Rabbin Îsâ olduğunu bil, o sana yeter.” der. “Sezar’ın hakkı Sezar’adır.” der. İktisâdî ve ictimâî hayatı tanzim etmek gibi bir derdi yoktur. Yani telkin ettiği şeylerin toplum hayatında bağlayıcı bir tarafı yok. Merhametli olacaksın diyor, o kadar. Merhametli olmak da herkesin anlayışına göre değişiyor. Meselâ
- 98 -
zâlim bir patron da; “Ben merhametliyim.” diyebiliyor. Bu bakımdan kapitalizmin, önünde mânevî değerler nâmına hiçbir engel bulunmadığı böyle toplumlarda hızla yayılması gayet tabiîdir. Fakat İslâm, iktisâdî ve ictimâî hayata dâir, mü’minlerin önüne pek çok kâide koyar. Mü’minler bunlara riâyet ettiği takdirde, ruhsuz ve acımasız bir iktisâdî hayatın toplumu kuşatması mümkün değildir. Lâkin “Tabiat boşluk kabul etmez.” kâidesi gereğince, mü’minler ictimâî ve iktisâdî hayattaki vazifelerini yerine getirmedikleri takdirde, bu alanları başka sistemlerin doldurması kaçınılmazdır. Demek ki bu hususta da asıl mes’ûliyet, müslümanlara düşüyor. Çünkü İslâm, Hakk’ın rızâsına uygun yaşamanın ölçülerini bildirir; onu yaşamaksa müslümanın vazifesidir. İslâmî hassâsiyetler yaşanırsa kapitalizmin iktisâdî hayatımızı işgâl etmesi mümkün değildir, fakat İslâmî ölçülerden ne kadar fire verilirse, o nisbette kapitalizm davet edilmiş olur. LÂLE DEVRİNDE BİLE Şöyle bir durum var. İslâm’ın hâkim değer olarak bulunduğu toplumlarda bile, diyelim Osmanlı’da Lâle Devri’nde, müslüman para ile buluştuğunda ayaklar kaymaya başlıyor. Önceki devreler için de bunlar söylenebilir. Bir de şimdiki zamanda İslâm, toplumda var olmakla birlikte hâkim sistem, hâkim değer değil. Hâkim değer, hem global hem de ülke plânında kapitalizm. Deniyor ki, nasıl direneceğiz? O dönemde bile para ile imtihanda ayaklar kayabildiğine göre böyle bir zamanda, kurulu o yapı toplumu değiştirir. Şu kadar zamandır yöneticilerimiz de belli duyarlılıkta olmasına rağmen toplum değişiyor, dönüşüyor. Ne kadar bir süre dayanılabilir diye bir soru soruluyor. İnsan bu kapitalist yapı içinde kendini nasıl korur? Bir mazereti var mıdır, belki önce oradan başlamak gerekir. Osman Nûri Topbaş: Kur’ân-ı Kerîm’de; “Sonra ona (nefse) fücûrunu (günah ve kötülüğü) ve takvâsını (günahlardan sakınmayı) ilhâm etti.” (eş-Şems, 8) buyruluyor. Öncelikle, Allah’tan uzaklaştıracak her şeyden gönlümüzü uzaklaştırmak gerekiyor.
Yani insan, nefsânî arzuların putperesti olmayacak. Sonra da Allah’a yaklaştıracak her şeye gönlümüzü yaklaştırmamız, böylece Cenâb-ı Hak’la dostluğu temin etmemiz gerekiyor. Bunun için de bir tezkiye / mânevî arınma gerekiyor: Yani “takvâ hayatı”… Takvâ; nefsânî arzuları bertaraf etme, rûhânî istidatları inkişâf ettirme, dâimâ ilâhî kameralar altında olduğumuzu şuur ve idrak hâline getirebilmek. İşte mü’minin korunabilmesi, bu takvâ zırhına bürünmeye bağlı. Parayı kullanabilmek çok zor bir iştir. Para ile imtihan kolay değildir. Cenâb-ı Allah Fecr Sûresi’nde buyuruyor ki; “İnsan var ya, Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nîmet verdiğinde (sevinir, bunun bir imtihan olduğunu düşünmeden) «Rabbim bana ikram etti.» der.” (el-Fecr, 15) Bunun devamındaki âyette de; “Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise (insan üzülür) «Rabbim beni önemsemedi (bana ehemmiyet vermedi)» der.” (el-Fecr, 16) buyruluyor. Fakat kâmil bir mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın kendisi hakkında takdir ettiğine râzı olacak. Çünkü kazanç, bir baht işidir. Bir adam görürsünüz; adamın hiçbir ticarî tecrübesi yoktur, ama bir arsası vardır, bir anda değerlenmiştir de zengin olmuştur. Ben kazandım demeye, övünüp gururlanmaya başlar. Diğer bir kimseyi de görürsünüz; firâsetlidir, ekonomik kaideleri diğerinden çok daha iyi bilir, ama bir türlü işlerini düzeltemez. Velhâsıl paranın bir baht işi olduğunu kabullenmek gerekir. KURULU DÜZENE KARŞI TAKV ZIRHI Deniliyor ki, kurulu düzen, statüko, sistem güçlüdür, insanı aşar. Eğer böyle ise, insan, kurulu düzenin kuşatıcı tesiri karşısında kendi değerlerini nasıl korur? Osman Nûri Topbaş: Takvâ ile korur. Gönüldeki Allah muhabbeti ve korkusu, mü’minin en büyük zırhıdır. Çünkü hayatın hangi alanında olursa olsun, haramlara, hattâ şüphelilere karşı kendini korumanın yegâne miyârı “takvâ”dır. Mü’min, dünya devre-mülkünün fânî oyuncakları için ebedî saâdetini mahvedecek kadar ahmak insan olamaz. Üç günlük dünya zevkleri uğruna ilâhî ölçülerden tâviz vermektense, yeri geldiğinde maddî bakımdan geri adım atmayı
- 99 -
göze alır. Ziyâ Paşa’nın tâbiriyle: “ İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrah, Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah!” Yani mü’min, mânevî değerlerini korumak ve ilâhî ölçülerden tâviz vermemek için, gün gelir maddî olarak geri adım atmak zorunda kalabilir. Bir miktar para kaybetmek zorunda kalsa bile, bunun hakîkatte kendisine büyük mükâfatlar kazandıracağının şuur ve idrâki içinde, hâlinden memnun ve huzurlu olur. Unutmayalım ki Cenâb-ı Hakk’ın bize; “Maddî yönden daha çok zengin olun!” diye bir emri yoktur. Sadece; “Helâlinden kazanın, helâl ölçüleri içerisinde yaşayın ve infâk edin!” diye emri vardır. O hâlde ne olursa olsun hayatımızı ve ticaretimizi helâller üzerine bina etmeliyiz. Hakkımızdaki ilâhî taksimin/kaderin sınırlarını zorlamamalıyız. Yani Cenâb-ı Hakk’ın nasip ettiği ölçüde helâlinden kazanıp infak etmeye gayret göstermeliyiz. Maddî refah uğruna gönül huzurumuza zehir serpmemeliyiz. Asıl ve sonsuz zenginliğin, kalbî hayatta olduğunu unutmamalıyız… KAPİTALİZME KARŞI İSLÂMÎ DURUŞ Kapitalizm global bir akım. Kapitalizm sosyalizme meydan okumuş, bir süre sonra sosyalizm, götüremiyorum bu işi deyip Sovyetler, Çin devreden çıkmış. Bunu da kapitalizm zafer olarak ilan ediyor. Şöyle şeyler konuşuluyor; Kapitalizme meydan okuyacak tek sistem İslâm’dır. İslâm’ın bir dünya görüşü, bir hayat sistemi var. Beklenen de o aslında. Kapitalizme de başkaldırılar oluyor. Mesela insanlar Wall Street’i işgal etmeye, ele geçirmeye çalışıyorlar. Avrupa’da tepkiler var. Mesela Türkiye’de de en son 1 Mayıs oldu. Antikapitalist Müslüman bir grup, sol ile beraber hareket eder noktaya geldi. Acaba İslâm adına kapitalizmin bu vahşetine karşı çıkacak bir sistemli itiraz, sistemli bir yeni iddia ortaya konamaz mı? Mesela Ebû Zer çizgisi bu noktada idealize edilebilir mi? Osman Nûri Topbaş: Öncelikle şuna dikkat edelim ki bâtıl ile İslâm mezcedilemez. Bu mümkün değil. Çünkü komünizmde mülk toplumundur. Kapitalizmde mülk fertlerindir. Esasen ikisinin de dâvâsı aynı hususta. Komünizm, mülk toplumundur diyor. Ka-
pitalizm ise mülk fertlerindir diyor. Yani mülkün kime âit olduğu hususunda kavga var. İslâm ise “Mülk ne fertlerindir ne toplumundur, mülk Allâh’ındır” diyor. Onun için İslâm, diğer sistemlerle mezcedilemez. İslâm’ın güzelliği ve ihtişâmı da burada. Bir proteze muhtaç değil. Mezcetme gayreti ancak bir gaflettir. Mevlânâ Hazretleri’nin bu gafleti anlatan güzel bir misali var. Allah, balık için her türlü rızkı denizde tanzim etmiştir. Fakat o, dışarıdan atılan oltadaki yeme sevdâlanır. Koca bir balık, kancayı görmez de, onun ucundaki yarım bir solucana râm olur. O solucanı alayım derken, hayatını mahveder. İslâm’ın bir başka sistemle mezcedilmesi, İslâm için bir zaaf olur. Oysa İslâm en büyük sistemdir. Menşei Cenâb-ı Allah’tır. Hiçbir beşerî sistem ile mezcolunamaz. Mezcolunduğu zaman birtakım yanlışlıklar ortaya çıkar. Ya kapitalizme kayar, ya komünizme yaklaşır. O ihtişamını kaybeder. Mü’minler de şahsiyetini, karakterini, kimliğini kaybeder. Fatih İstanbul’u fethettikten sonra şehrin yeniden îmâr edilme zarureti doğmuştu. Leonardo da Vinci 2. Bayezid’e mektup yazdı. “İstanbul’un câmilerinin, çeşmelerinin, yollarının projelerini ben çizebilirim.” dedi. Bu teklife sarayda sevinenler oldu. “Dünya çapında meşhur bir mimar gelecek, İstanbul’u inşâ edecek.” diye… 2. Bayezid Han ise bunu kabul etmedi. “O gelirse bizim rûhumuzu yansıtmayan, yabancı bir mimarî meydana getirir.” dedi. “Biz kendi mimarimizi, kendi sanatımızı kendimiz icrâ edeceğiz.” dedi. Böylece kendi bünyemizden Sinanlar geldi. Şeyh Hamdullahlar, Karahisârîler, büyük sanatkârlar yetişti. Kendi medeniyetimizi kendimiz inşâ ettik. Yani İslâm’ın bir proteze ihtiyacı yok. Proteze ihtiyaç görmek, İslâm’ı lâyıkıyla tanımamaktır. Bugün tarihselcilerin de durumu bu. İslâm’ı birtakım zamâne akımlarıyla bağdaştırmak istiyorlar. Velhâsıl mü’min, kendisini İslâm’a tam mânâsıyla râm etmeli, İslâm’ın izzetini, haysiyetini korumalı. İslâm’ın, iktisâdî ve ictimâî her sahada vaz ettiği hukukun hudutlarına dikkat etmeli…
KALBÎ AŞINMAYI ÖNLEMEK İÇİN… İfade buyurduğunuz tarihselcilik de zihnî zaaftan kaynaklanıyor. İslâm’ın şu şu hükümleri falanca zamanda kaldı. Şimdi farklı bir zamandayız deniyor. Sanki kapitalizm de çağın olmazsa olmazıymış gibi lanse ediliyor. Normalde ibadetlerine dikkat eden bir insan, ekonomik faaliyetlerinde “Ne yapayım?” demeye başlıyor. Telife gidiyor. Kapitalizme karşı itirazın sistemli olarak sanki ortaya konulamadığı gibi bir durum söz konusu. Müslümanların kapitalizm karşısında aşınmasını önleyebilmek için neler yapılması gerekiyor? Osman Nûri Topbaş : Öncelikle şu hususun altını çizmek gerekiyor. İslâm; “Nasıl kazanırsan kazan da bolca hayır-hasenat yap.” demiyor. “Helâlinden kazan.” diyor. Mü’minden tâkat fazlasını istemiyor. Tâkatimiz ölçüsünde vazife yüklüyor. Bir de bahsettiğiniz Ebû Zer (r.a) misali var. Ebû Zer misali bazı şahıslara münhasır bir meseledir, onlara has bir durumdur, umûma teşmil edilemez. Cenâb-ı Allah 200 küsur yerde muhtelif kalıplarda “infâk”ı emrediyor. Mü’min tesis kuracak, fabrika kuracak ki infâk edebilsin. Kazanmadan nasıl infâk edecek? Onun için müslüman helâlinden kazanacak, israf etmeyecek, pintilik etmeyecek, mütevâzı bir hayat yaşayacak ve infâk edecek. Sanayisinin tekâmülü için de dikkat edecek. Gayr-i meşrû bir yola gitmeyecek. Kârını artırmak için hanımların câzibesini kullanıp onları reklâmlarında vitrine etmeyecek. İsrâ Sûresi’nin 64. âyetinde, şeytanın mallara ve evlâtlara ortak olmasından bahsedilir. Bugün maalesef kazançlara iblis ortak ediliyor. Siteler kuruluyor, onu yüksek fiyata satayım diye havuzlar tesis ediliyor, orası adeta bir plaj havasına sokuluyor. Orada yaşayacak olan âilelerin mâneviyâtını ifsâd etmenin yolu açılıyor. NASIL KAZANIRSAN KAZAN YOK Reklâmında şehvetle cezbetmeye çalışıyor. Sonra da çok kazanayım ki çok hayır-hasenat yapayım diye kendisini kandırıyor. Bunlar bugün maalesef yaygın bir zaaf hâlinde.
Bunlar, parayla imtihandaki hazin aldanışlar… Efendimiz (s.a.v.), en zor şartlar altında bile îmandan en ufak bir tâviz vermedi. Bedir Harbi’nde müslümanlar maddî bakımdan çok zayıftı. Mekke müşrikleri müslümanları tamamen ortadan kaldırmak için harekete geçmişlerdi. Müslümanlar, canlarını kurtarmak için mallarını mülklerini bırakarak hicret ettiklerinden, son derece fakir düşmüşlerdi. O derecede ki Bedir’e giden İslâm ordusunda bir deveyi üç kişi sırayla kullanıyordu. Hz. Ali, Hz. Ebû Lübâbe ve Efendimiz (s.a.v.)’e bir deve düşmüştü. İşte o zor günlerde Allah Rasûlü’ne gayr-i müslim bir Medîneli geldi. “–Yâ Muhammed, benim gücümü bütün Medîneliler bilir. Mekkeliler çok güçlü, sen ise zayıfsın. Müsaade et, Sen’in safında savaşayım, ganimetten payıma düşeni alıp gideyim.” dedi. Efendimiz (s.a.v.) işin zâhirine bakarak; “Gel safımıza katıl.” demedi. “–Sen benim Allâh’ın Rasûlü olduğumu kabul ediyor musun?” diye sordu. Adam; “Hayır.” deyince. Efendimiz (s.a.v.): “–O zaman bizim sana ihtiyacımız yok, Allah Teâlâ’nın yardımı bize kâfîdir.” dedi. Adam bir müddet sonra tekrar geldi. Aynı şeyleri söyledi. Efendimiz de aynı soruyu sordu. Adam yine olumsuz cevap verince Allah Rasûlü; “Allah bize yeter.” dedi. Adam gidip üçüncü kez geldiğinde; “–Evet, Sen Allâh’ın Rasûlü’sün, Bu kadar zayıf hâlinde ancak ilâhî bir güce dayanan biri bu sözleri söyleyebilir. Evet Sen, Allâh’ın Rasûlü’sün.” diyerek İslâm’a girdi. Yani Efendimiz (s.a.v.) hiçbir zaman şer’î bir gaye için gayr-i şer’î bir metod kullanmadı. Bir taviz vermedi. Velhâsıl Allah Teâlâ ve Rasûlü; “Nasıl olursa olsun mutlakâ çok kazan, çok infakta bulun.” demiyor bizlere. GARAUDY’DEN BİR HATIRA Bu noktada bir hatıramı sizinle paylaşayım. Garaudy yıllar önce İstanbul’a gelmişti. Yıldız Sarayı’nda bir konferans veriyordu. O konferansta hasbelkader ben de bulundum. Garaudy’ye; “–Sizi önce hristiyan, ardından komünist olarak görüyoruz. Şimdi müslümansınız. Hindistan dolayına doğru da bir seyahat yapacak mısınız?” diye kinâyeli bir soru sordular. O da: “–Anlatayım.” dedi. “Ben hristiyandım. ABD’deki büyük kartellerin fiyatları sabit tutmak için milyonlarca ton sütü döktüklerini, milyonlarca ton buğdayı yaktıklarını
- 100 -
görünce, bu vicdansızlık beni komünizme itti. Baktım komünizm de kuru, hiçbir mânevî tarafı yok. Hristiyanlık ile komünizm arasında bir köprü kurmaya çalıştım, ama olmadı. O dönemlerde Fransızlar benim vurulmamı istiyorlardı. Cezâyirli müslüman bir askerin yardımıyla bu tehlikeden kurtuldum. Bilâhare o müslüman askeri bul-
dum. «–Fransız subayı benim vurulmamı istemişken, beni neden kurtardın?» diye sorduğumda; «–Ben müslümanım, Allâh’ın verdiği canı bilmeden kıymaya râzı olmam. Bunun uhrevî mes’ûliyetinden korkarım.» dedi. Ben o zamana kadar İslâm’ı bir aşîret dîni olarak kabul ediyordum. Bu hâdise benim İslâm’a yönelmeme vesîle oldu. İktisatçı olduğum için İslâm iktisâdî yapısını da inceledim. Fâiz nedir, komünizmde nasıldır, İslâm’da nasıldır, nereye kadar yasaktır, hudutları nelerdir? Bu gibi hususları inceledim. (Bilâl-i Habeşî (r.a)’ı kastederek) Bilâl’in bir hadisi beni selâmete çıkardı. Bilâl, Allah Rasûlü’ne bir hurma götürür. Efendimiz; «Bunu nereden buldun?» diye sorunca Bilâl de; «Bizde âdî hurma vardı. Rasûlullah (s.a.v.)’in yemesi için ondan iki ölçek vererek bundan bir ölçek satın aldık.» dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.): «Eyvah! Bu ribânın/fâizin ta kendisi, sakın öyle yapma! Şayet iyi hurma satın almak istersen elindekini ayrıca sat; sonra onun parasıyla iyi hurmayı satın al.» dedi. Gördüm ki Allah Rasûlü, fâize gidecek bir kapının anahtar deliğini bile kapatmış. Bu
durum beni İslâm’ı daha çok tetkik etmeye sevk etti. İslâm’da iktisat nedir sorusunun cevaplarını ararken orada büyük bir dehâ ile karşılaştım. O dehâ Ebû Hanîfe idi. Ne yazık ki bugün Ebû Hanîfe’nin dehâsını müslümanlara ben anlatıyorum. İslâm dünyası daha Ebû Hanîfe’yi lâyıkıyla tanımıyor.” dedi.
Velhâsıl, Allah Rasûlü’nün hiçbir tâvizi olmadı. Mü’minler olarak bizler de İslâm’ı bütün muhtevâsıyla yaşamaya mecburuz. YÜZ TANE ZENGİN TOPLANSA Düşülen yanlışları zaman içinde meşrulaştırma gayretleri söz konusu oluyor. Bir yerlerden kazanıyor, yaptığı hayrı da oradaki kirli yapıyı arındıran bir unsur gibi telâkkî ediyor. Şimdi İslâmî hassasiyeti olan yüz tane zengini toplasak, ifade ettiğiniz şeyleri söylesek, onlar kendi içlerinde ne söylerler? Çünkü kazandıklarının önemli bir kısmında, buyurduğunuz hususlar söz konusu oluyor. O insanlar kendi içini nasıl rahatlatır? Osman Nûri Topbaş: Şöyle rahatlatıyor. Ben hayır-hasenat yapıyorum, diyor. Veren el oluyorum, diyor. Benim fabrikamda üç bin işçi çalışıyor, diyor. Üç bin işçi benim sayemde ekmek yiyor, diyor. İslâm bize gayr-i meşru yollardan da olsa şu kadar kişiye ekmek ver, diye emretmiyor. Rızkı veren Cenâb-ı Hak’tır.
- 101 -
Efendimiz (s.a.v.): “Eğer siz Allâh’a gereği gibi tevekkül etseydiniz, (Allah), kuşları doyurduğu gibi sizi de rızıklandırırdı. Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları hâlde akşam doymuş olarak dönerler.” buyuruyor. (Tirmizî, Zühd, 33) Yine Cenab-ı Hak; “Rızkını temin edemeyenlerin de rızkını Biz temin ettik” buyuruyor. Rabbimiz, müslümanların bu telâşede olmamasını bildiriyor. Helâlinden kazanıp bunu tevzî etmemizi emrediyor. Allah dostlarının hayatlarına baktığımız zaman, kazanç üzerine çok titizlik gösterdiklerini görmekteyiz. Meselâ Bahâüddin Nakşibend Hazretleri bir sofrada yemek yememişler; “–Bu sofrada zulümat/karanlık var.” demişlerdir. “–Efendim bunlar helâldir.” dediklerinde ise; “–Helâldir ama pişiren öfkeyle pişirmiş.” demişlerdir. Nasıl ki bir atom infilâk ettiği zaman bir radyasyon yayıyor. Bu radyasyon, demirin içinden bile geçiyor. Mânevî tesirler de çok mühim. Meselâ Efendimiz (s.a.v.) Vedâ Haccı’nda, Ebrehe ordusunun helâk olduğu yerden süratli bir şekilde geçti. Burada Allâh’ın kahrı tecellî etti, buyurdular. Tebük Seferi’nde Semud Kavmi’nin helâk olduğu evlere girdi müslümanlar. Efendimiz (s.a.v.); “–Sakın burada su içmeyin!” buyurdu. “–Yâ Rasûlâllah, kırbalarımıza su doldurduk ve bu sudan hamur yaptık.” dediklerinde ise; “–Suları dökün, hamurları da develerinize verin.” buyurdular. İslâm, gıda üzerine bu kadar hassasiyet gösteriyor. Zaten kıyamette ilk sorulacak beş sorudan biri; “Nereden kazandın, nereye sarf ettin?” olacak. SERVETİN KAÇTA KAÇI HAYRA GİDİYOR? Ben çok kazanayım, çok vereyim diyenlere baktığımız zaman şunu da görüyoruz; servetlerinin acaba kaçta kaçını hayra harcıyorlar? Bir hatıra anlatayım; Suudi Arabistan’da Kral Faysal zamanında Hac veziri Hasan Kutbi Bey, rahmetli pederimizi ziyarete gelirdi. Ravza’nın inşaatı günlerinde o anlat-
mıştı. Pederimiz dediler ki; “–Elhamdülillah, Ravza ne güzel inkişâf ettiriliyor. Müslümanlar ne güzel, rahat ettirilecek.” Hasan Kutbi Bey biraz durdu, düşündü ardından da; “–En zor şey, parayı kullanabilmek...” dedi. “Ben bunun şahsen sıkıntısını yaşıyorum.” dedi. Herhalde kendisinin petrol işleri de vardı. “Ben paranın en iyi şekilde kullanımını Osmanlılarda gördüm.” dedi. “Onlar arkalarında, nesilden nesile intikal eden büyük eserler bıraktılar. Bugün ise dünya platformunda müslümanlar servetlerinin acaba kaçta kaçını mukaddes mekânlara harcıyorlar?” dedi. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede: “Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe aslâ «birr»e (yani hayrın kemâl noktasına) eremezsiniz!..” (Âl-i İmrân, 92) buyuruyor. Rahmetli pederim Mûsa Efendi, bana hayır ve zekât defterini gösterir; “Şu sayfa zekâtım, şu sayfa da hayrâtımdır. Nefis dâimâ insanı aldatır. Az bir hayrı çok gibi gösterir. Bunun için muhakkak zekât ve hayrâtınızı ayrı ayrı yazın. Hayrâtınız da zekâtınızın -bilhassa zor zamanlarda- çok çok ötesine geçsin!” tavsiyesinde bulunurdu. Zekâtımızı veriyoruz, tamam. Ama zekât, asgarî bir ölçüdür. Ben zekâtımı verdim demekle bugün kurtulmak mümkün mü, bilmiyorum. Allah Rasûlü’nü seviyorsan, O nasıl yaşadıysa sen de O’nun gibi yaşamaya gayret edeceksin. Allah Rasûlü’nü seviyorsan, kıyâmette hem Efendimiz (s.a.v.) hem de O’nun ashâbıyla beraber olmak istiyorsan, ibadet hayatın, iktisâdî hayatın, muâmelâtın O’nun ve O’nun yetiştirdiği ashâb-ı kirâmınki gibi olacak. Bu bizim için fiilî bir kıstastır. Cenâb-ı Hakk’a ve O’nun Rasûlü’ne olan muhabbetimizin bir göstergesidir. İSLÂM BİR ŞİFÂ ECZÂHÂNESİDİR Şunu da ilâve edeyim. İslâm bir şifâ eczâhânesidir. Bu eczâhânede dileyen her türlü rahatsızlığını tedavi edecek ilâcı bulur. Fakat bugün bu eczâhâneye kapitalizm girdi, sosyalizm girdi. Bir bardak tertemiz suyun içine bir damla necâset damlasa, onun bütün temizliği, sâfiyeti, lezzeti ortadan kaybolur. Bozulan, İslâm’ın kendisi değil tabiî, o nezâhetini koruyor; asıl, müslüma-
nın zihniyet dünyası hastalanmış durumda. Problem burada! Bugün kapitalizm, sosyalizm oraya girmiş durumda. Hak dostları selâmete çıkmak istiyorsan, iki şeyi unut, iki şeyi de unutma diyorlar. Bir; “Rabbini unutma!” Her hâlimizde Cenâb-ı Hak bizden râzı mı? Allah Rasûlü benim yanımda olsa, benim bu hâlime tebessüm eder miydi? Yahut üzülür müydü? Müslüman, kendisini korumak için bu hâlet-i rûhiye içinde olmalı. İkincisi de “Ölümü, âhireti, dolayısıyla fânîliği unutma!” Allâh’ın huzûruna varışı unutma! “Kitabını Oku!” buyrulacak o müthiş günü unutma! İki şeyi de unut, buyuruyorlar: Birincisi; “Yaptığın hayır ve hasenâtı unut!” Çünkü ufak bir hasenat insanın gözünde büyür; devâsâ bir şey görünür. Sonra insan, kendini toplumla kıyas etmeye başlar: “Ben bu kadar yapıyorum, toplumdakiler ne kadar yapıyorlar?” şeklinde. Çoğu insan, kendine buradan bir rüşvet çıkartır, vicdanını rahatlatır. Hâlbuki bizim için fiilî kıstas, kendimizi kıyâs edeceğimiz toplum, asr-ı saâdet toplumudur. İkincisi de; “Sana yapılan ezâ ve cefâları unut!” Zira Cenâb-ı Hak: “…Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz?..” (en-Nûr, 22) buyuruyor. Allah tarafından affedilmek de, O’nun kullarını affedebilenlerin hakkıdır. Demek ki bu iki şeyi unutup iki şeyi de unutmayacağız ki selâmete çıkabilelim. PARA İLE İMTİHANDA TASAVVUF NE YAPAR? Peki para ile imtihanın, tasavvufî hayata ehemmiyet veren bir insana tesir etme riskini nasıl görüyorsunuz? Tasavvuf bu mânâda gönül-akıl terbiyesinde acaba ne kadar devrede olur? Osman Nûri Topbaş: Gerçek mânâda bir tasavvufî hayattan söz ediyorsak, bu riski de asgarîde görüyoruz. Çünkü mü’minin para ile imtihanında zaaf göstermesinin temelinde, nefsine uyarak Allâh’ın emrinden sapması yer alır. Tasavvuf ise, nefsin ihtiraslarına set çekebilme eğitimi. Nefse karşı sulhu olmayan bir cenk. Bir arınma disiplini. Kalbi Allah’tan uzaklaştıran her şeyden
sakınarak takvâya erebilme cehdi. Sadece para ile alâkalı olan değil, her sahadaki ilâhî imtihan tecellîlerinin sırrını âdeta varlığının zerrelerinde hissettiren bir kalbî uyanıklık tâlimi. Her zaman ve mekânda Hakk’ın takdîrinden ve taksîminden memnun olarak Allah ile dost kalabilme sanatı. Hayatın med-cezirleri, değişen şartları ve sürprizleri karşısında rûhî muvâzeneyi koruyup şikâyet ve sızlanmayı unutabilme mahâreti... Kapitalizmin meydan bulduğu ve yeşerdiği saha, kanaat ve tevekkülün zaafa uğrayıp, hırs, haset ve ihtirasla haksız kazancın arttığı ortamlardır. Bu bakımdan mü’minler, kendilerini öncelikle ihtiras ve aşırı istekler noktasında, tasavvufî bir eğitimden geçirmelidirler. Bu da tembelliğe kaçmayan bir kanaat ve tevekkülle gerçekleşir. Kanaat ise, gerçek zenginlik olup kişinin, mal ve mülk ihtirasına karşı esaret ve kölelikten kurtulması demektir. Dolayısıyla bir müslüman, nefis tezkiyesi ve kalp eğitiminden geçmezse, paradan başka sınır tanımayan kapitalizmin çarkları arasında perişan olur. Hâlbuki tasavvufî olgunluğa sahip bir mü’min, maddî olarak kazansa da kaybetse de gönül huzurunu korumasını bilir. Zira kâmil bir mü’min için mühim olan, para kazanmak veya kaybetmekten ziyâde, para ile olan ilâhî imtihanda kaybetmemektir. DARLIKTA SIĞINAK DERGÂHLARDI Tarih boyunca tasavvuf, hem iktisâdî ve ictimâî rahatlık zamanlarında, rehâvet, gevşeklik ve azgınlıkları engelleyerek mânevî zindeliği devam ettirmiş; hem de istilâ, işgal ve zulüm dolu zor dönemlerde bunalan gönüllere mânevî telkinleriyle nefes aldırmış; yaralı kalplere merhem, yorgun dimağlara tesellî olmuştur. Tasavvufî hayatın canlı olduğu zamanlarda, tekke ve dergâhlar âdeta bir rehabilite merkezi hâline gelmiştir. İşi bozulan, âilevî sıkıntıları olan veya kendi kendilerine aşamadıkları herhangi bir derde giriftâr olanlar, tekke ve dergâhlarda huzur bulmuşlardır. Nitekim Hazret-i Mevlânâ’nın; “Gel, gel, ne olursan ol yine gel!” çağrısı da, bütün muzdariplere, çâresizlere, ümitsizlere bir kurtuluş davetidir.” Bütün bunlar da, tamamen nebevî bir tavır-
- 102 -
dır. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.v.) herhangi bir nîmet veya zafere ulaştığında; “Allâh’ım! Gerçek hayat, sadece âhiret hayatıdır.”2 buyurarak gönüllerde dünya meyli oluşmasının, yahut gurur, kibir ve enâniyete kapılmanın yolunu kapatmışlardır. Buna mukābil herhangi bir çile ve ıztırapla karşılaştıklarında da yine; “Allâh’ım! Gerçek hayat, sadece âhiret hayatıdır.” buyurmuş, böylece mü’min gönülleri, fânî sıkıntılar sebebiyle ümitsizlik, şikâyet ve aşırı hüzne gark olarak rızâ hâlini zedelemekten sakındırmışlardır. Neticede ümmetine, her hâlükârda huzur, sükûn ve denge içinde kalabilmenin mânevî reçetesini vermişlerdir. Yani insanın rûhu mâneviyattan uzaklaşırsa, varlıkta da darlıkta da bunalımlara sürüklenmekten kurtulamaz. Varlıkta insanın dizginlenmesi îcâb eder, darlıkta ise tesellîye ihtiyacı olur. Bu sebeple insanın, nebevî terbiye usullerini temel alan tasavvufî telkinlere, hem varlık hem de darlık zamanlarında ihtiyacı vardır. MUSTAZ’AFLIK SAVUNMA MI? Kapitalist düzenin iktisâdî hayata şartlarını dayattığı günümüzde Kur’ân’daki “mustaz’af / zayıf düşürülmüş müslüman” ifadesi, bir mâzeret alanı olarak görülebilir mi? Osman Nûri Topbaş: Böyle bir şey düşünemeyiz. Zira asr-ı saâdet toplumu, ekseriyetle varlıklı bir toplum değildi. Onları yok etmeye çalışan, civarlarındaki müşrik ve gayr-i müslim toplumlar ise, onlardan çok daha varlıklı ve maddî bakımdan güçlü idi. Fakat asr-ı saâdet toplumu, düşmanlarıyla mücâdele edebilmek için, madden güçlenelim diye gayr-i müslim kabileler gibi fâize, tefeciliğe, haksız kazanca yönelmedi. Hattâ böyle bir yanlışa en ufak bir meyil göstermedi. Yegâne güç-kuvvet ve kudretin Cenâb-ı Hakk’ın takdir ve taksimiyle olduğuna tevekkül edip sa’y u gayret ettiler. Neticede de muvaffak oldular. En büyük fütûhât, sahâbe zamanında yaşandı. Zira şurası muhakkak ki metafizik güç, yani mânevî güç, maddî gücü dâimâ bertarâf eder. Âyet-i kerîmede: “…Nice az sayıda bir topluluk, Allâh’ın izniyle çok sayıdaki topluluğa gâlip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.” (el-Bakara, 249) buyruluyor. Yine Fâtiha Sûresi’ndeki;
“(Rabbimiz!) Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Sen’den yardım bekleriz.” (el-Fâtiha, 5) âyet-i kerîmesi muktezâsınca biz de ne kadar Allâh’a itaat üzere olabilirsek Cenâb-ı Hakk’ın bize yardımı da o nisbette olur. İnsan, terbiyeye muhtaçtır. Bunun için toplumların câhiliye devirlerinde en büyük insan terbiyecileri olarak peygamberler gönderilmiştir. En büyük câhiliye devri de Peygamber Efendimiz’in teşrif ettiği devirdir ki, o zamanın iktisâdî şartları bugünün kapitalizminden çok daha beterdi. İnsanlık olarak her şey sıfırlanmıştı. Vicdan olarak sıfırlanmıştı. O zamanın da zenginleri, fakirleri vardı. Kapitalizmden çok daha beter olan bir câhiliye toplumunu, Efendimiz nasıl istikâmetlendirdi? Allah Rasûlü onları nasıl terbiye etti de bir “Asr-ı Saâdet Toplumu” meydana getirdi? Habeşli Vahşî, ne şekilde Hazret-i Vahşî t oldu. Kız çocuklarını annelerinin yüreğinden feryatlar içinde söküp kopararak diri diri gömmeye götüren insanlar, nasıl gözü yaşlı, kalbi merhamet ve şefkatle dolu mü’minler hâline geldi? İşte buna bakmak lâzım. Kapitalizm gibi, sosyalizm gibi, eski zamanlarda da benzeri sistemler çok gelip geçti. ZENGİNLİK MÜSLÜMANI BOZAR MI? Müslümanlara dışarıdan ve içeriden yönelen tenkitleri, yani “zenginleştikçe ölçülerin kaybolduğu, her şeyin mübahlaştığı, paranın herkesi çözdüğü, dünyevîleşme virüsünün zenginleşen müslümanlara da bulaştığı” görüşünü nasıl değerlendirmek gerekiyor? Osman Nûri Topbaş: İslâm’ın doğru idrâk edilip lâyıkıyla yaşandığı devirler, bu tenkitlere en güzel cevaptır. Meselâ Ömer bin Abdülaziz’in iki buçuk senelik hilâfet devri ve Osmanlı’nın ilk üç asrı, dıştan gelen tenkitlere karşı en güzel bir cevaptır. Zira dünyevî refah seviyesinin yükselmesine rağmen gönüllerde takvâ duygusu kuvvetli olduğu zaman, insanlar dünyevîleşmiyor, şımarmıyor, cimrileşmiyor; bilâkis toplumda zekât verecek fakir bulamıyorlar. İçten gelen tenkitlere gelince, buna da Osmanlı’nın son üç asrı ibretli bir örnektir.
- 103 -
Ticaret ve Faiz.
Allah yolunda hizmet ve gayret heyecanı zayıflayıp dünya muhabbeti gönüllere girmeye başlayınca Cenâb-ı Hak da nîmetini, bereketini, emânetini çekip alıyor. Cenâb-ı Hak, müslümanlara Allâh’ın yeryüzündeki şahitleri olmayı, ilâhî hakîkatleri gönüllere nakşetmeyi, İslâm’ın yücelmesi yolunda hizmet etmeyi, yani yaşayışlarıyla Allâh’ın dînini temsil ve tebliğ etmeyi vazife olarak veriyor. Bu vazife lâyıkıyla idrâk edilip îfâ edilirse, ne ictimâî buhranlarla karşılaşılır ne de iktisâdî krizlerle. Böyle bir rahmet toplumunda, zâhiren kuraklık, kıtlık ve felâketler bile olsa, yine de bir huzursuzluk ve kargaşa ortamı oluşmaz. Maddî imkânların en asgarîde olduğu asr-ı saâdet toplumuna baktığımızda, insanlarda bir rûhî buhran görmüyoruz. Fakat nîmetlerin dolup taştığı günümüzde ise, rûhî buhranlar, psikolojik ve psikiyatrik hastalıklar, maalesef had safhaya ulaştı. Çünkü ihtiraslar canavarlaştı, paylaşma ahlâkı zaafa uğradı, yani infak ve cömertlik unutuldu. Bu sebeple insan rûhunun selâmeti, din ile hayatın mezcolmasına bağlı... TOPLUM ALANINDA İSLAM YAŞANIRSA Tasavvuf, toplum zemininde de İslâm’ın hakkıyla yaşanması noktasında nasıl bir donanım sağlar insana? Osman Nûri Topbaş: Tasavvuf, îmânı “ihsan” gibi yüksek bir şuur ufkuna yükseltmeyi hedefler. Yani Cenâb-ı Hakk’ı görüyormuşçasına ve kendini her an ve her yerde O’nun huzûrunda hissederek, kendini dâimâ ilâhî kameraların gözetimi altında bilerek yaşama şuurunu kazandırır. Pek çok insan kendini yalnız namazda Rabbinin huzûrunda bilir. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, -zaman ve mekândan münezzeh olmakla birlikte- her zaman ve mekânda hâzır ve nâzırdır. Zikir ve murâkabe temrinleriyle kalbine seviye kazandırarak bu hakîkati çok daha kuvvetli bir şekilde hisseden bir mü’minin, hayatının her safhasını, ilâhî emir ve nehiylere riâyet gayreti kuşatır. Bu da toplum hayatında İslâm’ın lâyıkıyla yaşanmasının kalbî zeminini hazırlar… Dipnotlar: 1) Buhârî, Vesâyâ, 9; Vâkıdî, III, 945. 2) Buhârî, Rikak,
Kredi sistemi, servetin zenginlere akmasına yol açar. Halkın alım gücü sürekli düştüğü için veresiye alıma özendirilirler. Birçok kimse borcunu ödeyemez hale gelir. Dükkânlar mal, bankalar para dolu olduğu halde piyasa durur ve darlık baş gösterir.
B
iriktirilen paraya tasarruf denir. Tasarrufları, faiz ödeyerek toplayıp üçüncü şahıslara faizli borç verme sistemine kredi sistemi adı verilir. Çağdaş ekonomiler bunu, fon(*) oluşturmanın temel yolu görürler. Bu işi daha çok bankalar yürütür. Tasarrufları, ortaklıklar yoluyla toplayıp büyük sermayeler oluşturmak da mümkündür. Buna ortaklık sistemi diyebiliriz. Kredi, faiz garantisiyle alınır. Kullanma süresi, yapılacak ekonomik faaliyetin süresine bağlı olmaz. Ortaklık sermayesine kâr garantisi verilemez. Kullanım süresi yapılacak faaliyetin süresine bağlıdır. Kullanılmayan sermayenin kazancı olmaz. Sermayeden kazanç sağlamak için, iş kurmakla başlayıp üretilen mal ve hizmeti satmaya kadar devam eden sayısız faaliyetin başarıyla sonuçlanması gerekir.
Abdülaziz Bayındır yilir. Ama kimin eline geçerse onun ihtiyacını karşılamanın vasıtası olur. Bu sebeple para, damardaki kan gibi dolaşımda olmalıdır. Dolaşımda olmayan paranın kimseye faydası olmaz. Kur’ân, biriktirmeyi değil; infakı emreder. Arapçada tünele “nafak” , bir şeyi tünelden geçirmeye “infak” denir.
gösterme zorunluluğu sebebiyle kredi alabilecek girişimci sayısı daha da az olur. Böylece birkaç kişi bir yandan kredi yoluyla büyük bir sermayeye hükmetmeye başlar; diğer yandan da faiz yükü altına girerler. Yükü halka taşıtmak için büyük iş yerleri açıp reklâm yaparak piyasayı ele geçir-
Kan, nasıl damarlardan geçip vücuda yayılırsa, gelir ve servet de infak yoluyla, yani harcama kanallarıyla topluma yayılır. Dolaşımdaki para, uğradığı her kişinin işini görür. Kiminin borcunu öder, kimine mal alır, kimine üretim yaptırır, kimileri için işçi ücreti olur... Üretimi artırıcı ve işsizliği azaltıcı etki yapar. Fakat bu süre içinde o paranın miktarı ne artar ne de eksilir.
Daha sonra 110 lira almak üzere 100 lira vermek, yani faizli borç, ekonomik faaliyet değildir. Ekonomik faaliyet, alınan borcun kullanılmasıyla başlar. Bu faaliyetin ne borçlanma süresi içinde sonuçlanması ne de kârla sonuçlanması garanti edilebilir. Bu se beple faiz yükü, ekonomik faaliyetin başarısını engelleyici bir yüktür.
Piyasaya giren her para, ekonomiye hareket kazandırır. Ama faizli kredi olarak girerse hareketlilik uzun sürmez. Çünkü onu, ödeme gününden önce faizi ile birlikte piyasadan çekmek gerekir. Faiz, dolaşımdaki parayı azaltacağı için piyasa eski canlılığını da kaybeder ve acilen yeni paraya ihtiyaç olur. O da faizli olursa piyasa gittikçe daralır. İşlem tekrarlandıkça kredi ihtiyacı artar ve dolaşımdaki para azalmaya devam eder. Sonunda çöküş başlar.
Paranın kendisi, hiçbir ihtiyacı karşılamaz. Ne yenir, ne içilir, ne de gi-
Toplumda girişimci sayısı azdır. Geri ödeyememe riski ve teminat
meye çalışırlar. Zamanla küçük iş yerleri kapanır. Toplum, kredi verenlerle alanlar arasında kalır. Aldığı krediyi ödeyemeyen girişimciler balon gibi sönerler. Kredi kuruluşları da bun dan zarar görürler. Ekonomik kriz olur, bütün toplum sarsılır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
- 104 -
“Müminler! Allah’tan korkun! Eğer inanmış kişilerseniz faizden geriye ne kaldıysa, bırakın! Bunu yapmadınız mı bilin ki; Allah’a ve Elçisine karşı savaş halindesiniz. Eğer tevbe ederseniz, ana mallarınız sizindir. Ne haksızlık edersiniz ne de haksızlığa uğrarsınız. Borçlu, darlık içinde ise, rahata çıkıncaya kadar beklemek gerekir. Bağışta bulunmanız sizin için daha hayırlıdır. Bunu bir bilseydiniz!” (Bakara 2/278280) Tasarrufların faizli borç olarak verilmesi öteden beri bilinen bir uygulamadır. Önceleri ancak belli büyüklükte tasarrufu olanlar faizli borç verebilirken bankaların kurulması ile küçük tasarruf sahipleri de borç verebilir hâle gelmişlerdir. Onlar borcu bankaya verirler, banka bu küçük tasarrufları bir araya getirip büyük fonlar oluşturur ve talep edenlere kredi olarak verir. Kredinin bir maliyeti vardır, adına finansman maliyeti denir. Üretimden pazarlamaya kadar her safhada fiyatlara eklenen bu maliyet, fiyatları sürekli yükseltir. Krediye ödenen faiz, finansman maliyetinin ana sebebidir. Tasarruf sahibinin alacağı faiz bundan düşük olur. Banka, kredi verdiği kişiden %10 faiz alırsa tasarruf sahibine %7 verir. Üretim sürecinin tüm aşamaları göz önüne alınırsa böyle bir ortamda fiyat artışı en az %10 civarında olur. Tasarruf sahibinin alacağı faiz, fiyat artışları karşısında yok olduğu gibi onun anaparadan da kaybı olur. Meselâ şekerin kilosu 50 kuruş iken %7 faizle bankaya 500 lira yatıran kişi, dönem sonunda bankadan 535 lira alır, ama bu esnada şeker en az 55 kuruşa çıkar. Bir yıl önce 500 lirayla 1000 kilo şeker alırken şimdi 535 lirayla 973 kilo alabilir. Böylece parasının gerçek değeri %3 civarında kaybolmuş olur. Parasını bir kenarda saklayanların kaybı daha büyük tür. Onlar, sakladıkları 500 lira ile şimdi 909 kilo şeker alabilirler. Onların kaybı %9 kadardır.
Kredi kullananlar, ödeyecekleri faizi, o kredi ile ürettikleri mal ve hizmetlere ekledikleri gibi aynı oranda bir maliyeti de kendi öz sermayeleri ile ürettikleri mal ve hizmetlere eklerler. Bunun bir sebebi fırsat maliyetidir. Zira parayı kullanma yerine faize verme fırsatları vardır. Bu fırsatı kullanmış gibi yapar, alabilecekleri faizi maliyetlerine eklerler. Bunun bir başka sebebi faizin doğurduğu enflâsyona karşı korunma ihtiyacıdır. Sonuçta fiyatlar sürekli artarken dar ve sabit gelirlilerin serveti hızla azalır. Kredi sistemi, servetin zenginlere akmasına yol açar. Halkın alım gücü sürekli düştüğü için veresiye alıma özendirilirler. Birçok kimse borcunu ödeyemez hale gelir. Dükkânlar mal, bankalar para dolu olduğu halde piyasa durur ve darlık baş gösterir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah faizi daraltır, zekâtları artırır. Allah nankör günahkârların hiçbirini sevmez.” (Bakara 2/276) Bu hususu Allah’ın Elçisi şöyle ifade etmiştir: “Faiz geliri çok da olsa sonu darlığa döner.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 395) Ayet, zekât ile faizi karşılaştırmak tadır. Zekât, onu hemen harcayacak yerlere verilir. 1 milyon lira zekât verilse kısa sürede piyasaya girer ve sebep olduğu canlılık kalıcı olur. Konuyla ilgili âyet şöyledir: “Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak bitiren bir taneye benzer. Her başakta yüz tane vardır. Allah, hayra harcayana kat kat verir. Allah’ın imkânları geniş- tir, her şeyi bilir.” (Bakara 2/261) Piyasaya para sürmenin bir yolu da mudârebe, yani emeksermaye or taklığıdır. Bunun için bir taraf ser
- 105 -
mayesini, diğer taraf emeğini koyar. Parası olduğu halde işletemeyenler, onu işletecek kişilerle ortak olurlar. Kâr, sözleşmeye göre paylaşılır; za rar, sermayeden karşılanır. Bu du rumda işletmecinin zararı, yaptığı işten gelir elde edememekle sınırlı kalır. Mudârebe ortaklığına bankacılık hizmetleri yapma yetkisinin ve rilmesiyle faizsiz bankalar ortaya çıkmıştır. Türkiye’de bunlar, baş langıçta “Faizsiz Finans Kurumu” adıyla çalışmış, daha sonra faizli bankalarla aynı kanuna tabi kılı narak “Katılım Bankası” adını al mışlardır. Bu kanun onlara, faizli bankaların yaptığı her türlü işlemi yapma yetkisi vermiştir. Onlardan farklı olarak fonlarını faizsiz olarak toplarlar ayrıca finansal kiralama ve ticaret yapabilirler. Bu kanundan sonra katılım ban kaları, isterlerse tamamen faizli, is terlerse kısmen faizli veya tümüyle faizsiz çalışma imkânı elde etmiş lerdir. Bu yeni yapı, onların kim liklerini sorgulanır hale getirmiştir. Katılım bankalarının, bankacılık hizmetleri dışındaki tek işleri ti caret olmalıdır. Finansal kiralama, mudârebe, murâbaha ve müşareke işlemleri ticari işlemler olduğu için bunları bir tüccar gibi yapmalıdır lar. Bu konu ileride ele alınacaktır. Tasarrufları mudârebe sermayesi olarak vermek öteden beri bilinen bir uygulamadır. Ama önceleri ancak belli büyüklükteki tasarruf sahipleri ortak bulurken faizsiz bankalar sayesinde küçük tasarruf sahipleri de ortak bulur hale gel mişlerdir. Bunlar tasarrufları top lar, büyük fonlar oluştururlar. Ortaklık sisteminde sermayeye ödenmesi gereken bir bedel olma dığından finansman maliyeti de olmaz. Çünkü bu sistemde tasar ruftan gelir elde etmenin yolu, ya onunla bir iş görmek ya da bir or taklığa katılmaktır. Sistem ekono
mik hayata hâkim olursa ne faizin doğurduğu fırsat maliyeti, ne de sebep olduğu enflâsyon olur. Fiyat lar, kendi tabiî seyri içinde bazen artar, bazen azalır. Sermaye sahip leri, ortaklarıyla birlikte büyür veya küçülürler. Kredi sistemi, tasarruf sahiplerini etkisiz hâle getirir. Onların ne olup bittiği ile ilgilenmeleri gerekmez. Belli bir süre paralarıyla ilgiyi ke since donuklaşırlar. Bunların yapa cağı şey bir iş yerinde çalışmaktır. Alacakları ücret veya maaş belli olduğu için iş yerinin gidişatı onla rı ilgilendirmez. Onlar ücretlerini alır, işlerine bakar lar. Ellerindeki tasarruflar zamanla eriyip yok olur. Ücret veya maaşları yetmemeye başlar. Büyük kitleyi oluşturan bu insanlar kendi içine kapalı ve ge çim derdi ile uğraşan kişiler haline gelirler. Kendilerini sıkan bu geliş melere tepki duyarlar. Gün geçtikçe tepkileri artar. Sonunda mutsuz ve umutsuz halk kitleleri ortaya çıkar. Diğer taraftan zenginler, artan ser vetlerinin kabarttığı iştahları yü zünden tatmin olamaz hale gelir; siyasî ve sosyal hayatı da yönlen dirme gayretine girerler. Böylece bütün dengeler bozulur. Ortaklık sisteminde de büyük zen ginler olur. Ancak tasarruf sahiple ri, ortaklarıyla birlikte büyüdüğü veya küçüldüğü için onlar, ekono mik, siyasî ve sosyal gelişmelere karşı duyarlı olurlar. Böylece, kim senin kimseye yük olamadığı ve herkesin, işin bir ucundan tutma zorunluluğunu hissettiği serbest iş ortamı gelişir. Kredi sistemi sermayeyi sahibin den bağımsızlaştırır. Ortaklık sisteminde sermayenin sahibiyle bağlantısı mecburen devam eder. Çünkü bu sistemde kişi, parasının akıbetini düşünmek ve ekonomi nin gidişatını takip etmek zorun da kalır. Ortak olmanın verdiği sorumluluk onu, daha dikkatli ve
etkili hâle getirir. Çünkü o, ortak olacağı kişileri tanımaya ve ne olup bittiği ile ilgilenmeye ihtiyaç duyar. Yoksa kâr beklerken zarar edebilir. Bu süreç içinde piyasayı öğrenip iş adamlığı yeteneği kazanabilir. Ortaklık sisteminde ekonomik ve sosyal gerginlikler azalır, verimlilik artar. İş sahipleri toplumun güveni ni kazanmak için gayret göstermek zorunda kalırlar. Böylece bir hu zur ve güven ortamı doğar. Sistem, mantığına göre işlerse çağdaş top lumlarda rastlanan ölçüde çalışma hayatı problemleri de olmaz. Faiz yasağı, kredi sistemini işlemez hâle getirir. “Allah alım satımı helâl, faizli işlemi haram kılmıştır.” (Bakara 2/275) Bu sebeple Müslümanlar ortaklık sistemini geliştirmek zorundadır lar. Birçok kimse, alım satım ile faizi aynı sayar. Bunlar aradaki farka de ğil, benzerliklere bakarlar. Hâlbuki farka bakıp bunların ayrı şeyler ol duğunu görmek gerekir. Faiz, Kur’ân’ın en ağır yasakların dandır. Bu yasağı açıklayan ha disler ve fakihlerin bunlarla ilgili içtihatları vardır. Neyin Allah’ın ya sağı, neyin Allah’ın Elçisinin açık laması, neyin de fakihlerin içtihadı olduğunu bilmek gerekir. Kitapta bu ayırıma dikkat edilmiştir.
uluslar arası ilişkilere, o parayı çı karan devletin itibarına ve insanla rın bunu kabul etmelerine bağlıdır. Borç öderken alınan değerle veri len değer arasındaki denklik, şim diye kadar tartı (vezn), ölçek (keyl) veya sayı (adediyat ı mütekâribe) ile hesap edilirdi. 100 g altın borcu olan, aynı ayarda 100 g ödeyince borçtan kurtulurdu. Buğday borç lanan borcunu ölçek ile yumurta borçlanan da sayı ile öderdi. Madeni para sisteminden kalma alışkanlıkla kâğıt para, adedî mal sayılmaktadır. Adedî mal, yumur ta, ceviz ve belli standarttaki mallar gibi birimleri arasında önemli de ğer farkı olmayan ve sayıyla işlem gören gerçek maldır. Kâğıt para bu özellikte değildir; dolayısıyla adedî mal olamaz. Öyle olsaydı boyutları aynı olan 1 ABD doları ile 100 ABD doları aynı değerde olurdu. Çünkü iki yumurtadan birine yazılan 100 rakamı, onu diğerinden değer li kılmaz. 100 TL ile 100 doların aynı değerde olmaması da onların maddesi ve yapısıyla ilgili değildir. Bu sebeple kâğıt para adedine göre değil, satın alma gücüne göre işlem görür. Onu, altın ve gümüş paralar gibi adedî mal saymak büyük hak sızlıklara yol açmaktadır. İlgili ka nunlar değişmeli; kâğıt para, üze rindeki rakama göre değil, temsil ettiği değere göre işlem görmelidir. O zaman, bu yolla yapılan haksız lıklar büyük ölçüde önlenir.
Bu kitabın hazırlanışında Kur’ân esas alınmış ve alışılmışın dışın da bir usul uygulanmıştır. Bu, Kur’ân’ın gösterdiği usuldür.
(Konuyu daha geniş ve açıklamalı okumak için lütfen yazarın; “Tica ret ve Faiz” isimli kitabına başvuru nuz.. Okuduğunuz yazı bu kitabın önsözünden iktibastır..)
Temel fıkıh kitapları paranın, altın dan ve gümüşten basıldığı devirler de yazılmıştır. O paralar dünyanın her yerinde değerliydi, ama kâğıt para ancak siyasî otoritenin kararı ve insanların kabulü ile bir değer kazanır. Bunun milli sınırlar dışın da para olarak kabul edilebilmesi,
(*) Fon (fonds), Fransızca bir kelimedir; büyükçe para, sermaye ve belli bir iş için gerektikçe ödenmek üzere ayrılıp işletilen para anlamlarına gelir. (Tahsin Saraç, Fransızca Türkçe Büyük Sözlük, Ankara 1976, c. 1, s. 575).
- 106 -
- 107 -
Liberallik kılık değiştirmiş Batıcılıktır. Sezai Karakoç
D
iriliş düşüncesinin mimarı Sezai Karakoç, batıcılık, milliyetçilik konusunda çarpıcı açıklamalar yaptı..’Batı par çalayıcı, İslam birleştiricidir’ diyen Sezai Karakoç’a göre, Kürtlerden bir grup aydın çıksa “Diyarbakır sadece Türkün değildir, sadece Kürdün de değildir Arapların da değildir hepsinindir deseydi, bu günkü durum olmayabilirdi. Ka rakoç, “Aslında bu ses çıkabilirdi de Kürt aydınından, müsaitti” diye konuştu.
“Batı parçalayıcı, İslam birleştiricidir” diyen Sezai Karakoç’a göre, Kürtlerden bir grup aydın çıksa ‘Diyarbakır sadece Türkün değildir, sadece Kürdün de değildir Arapların da değildir hepsinindir’ deseydi, Sezai Karakoç, “Kürtler kilit taşı bugünkü durum rolündedirler. Birleştirme misyo olmayabilirdi. nunu üstlenseler idi halk bugünün yüz katı arkalarında olurdu. İçle rinde bulundukları dört devleti birleştirebilirler. Dilleri de böyle dir. Kürtler birleştirme misyonunu üstlenseler idi, bugünün on katı yüz katı halk arkalarında olurdu. Dört devletçiği birleştirmek işini en çok Kürtler ve Kürt aydınları yapabilirdi. Öncülük anlamında tabi, yoksa tek başına yapamazlar. Ancak bu fikirler doğmadı, bu da yine devletin suçudur. Devlet med rese sistemini resmen kapattı. Son ra en önemlisi hocaların, ağaların, şeyhlerin çocuklarını devlet, Halk Partisi aldı. Güya asimile etmek adına ulus devletçi yapmaya kalktı. Bir kısmını Batı’ya eğitime gönder diler. Sonra demokratik düzene geçince, hepsi milliyetçi oldular. Zihniyetleri ise CHP ile aynıdır” ifadesini kullandı. İşte Sezai Karakoç’un İstanbul’da Diriliş Partisi il merkezinde yaptığı
konuşmadan satır başları... Sorunların temeli Osmanlı sonrası kurulan devletlerin suniliği köksüzlüğü Devletimiz olan Osmanlı devleti 1918 de resmen bitmiş oldu. Son rasında devlet parçalandı ve bir ta kım devletler ortaya çıktı. Şu anda çektiğimiz bütün sıkıntıların teme linde bu devletlerin yada devlet çiklerin kuruluşundaki sunilik ve köksüzlük yatıyor. 100 yıla yaklaşı yoruz 2018 . Bu işi çözemediğimiz bu eski devletinin halkının-tebaa sının problemlerini çözemediğimiz taktirde bir asır dönmüş olacak. Ondan sonra aynı problemlere devam mı edeceğiz daha mı ciddi durumlar doğacak bunu göreceğiz. İktidarın iddiası 2023’de güçlenmiş bir Türkiye. Ama düşünmüyor ki tek başına Türkiye’nin meselesi değil bu Türkiye’ye bakalım diyorlar ki 2023 de cumhuriyetin 100. Yıl dönümü olacak işte yüzüncü yıldönümüne kuvvetlenmiş güçlenmiş bir Tür kiye olarak çıkmaya çalışıyoruz. Şu andaki iktidarında iddiası bu. Ama düşünmüyor ki tek başına Türkiye’nin meselesi değil bu me sele. O 1918 deki duruma bağlı. Yalnız Türkiye’ninki değil şu an Suriye’de olan çatışmaların nedeni ni araştırırsak yine gidecek 1918’e varacak. Devletlerin suniliği onları parçalanmaya götürüyor. Şimdi Irak, Suriye. Sırada İran, Türkiye Irak üç parça olmuş can çekişiyor,
artık bölünme aşamasında. Bö lünmesin diye uğraşanlar var ama bir yandan şartlar ve diğer yandan kökteki sunilik (yapaylık) diyor ki parçalanacaksınız.
idi. Onlara sizin kökünüzde La tinlik vardır dediler düşününüz ki en meşhur Türkçe Lugatı hazırla mış olan Şemsettin Sami’yi dahi bu milliyetçilik hususunda kullanmak istediler. Türkiye dâhil Osmanlı sonrası tüm devletler milliyetçilik temelli kuruldular Daha sonra devlete açılan savaş so nucu devlet yıkılınca, bütün halk ları kışkırtarak ayrılmaya teşvik ettiler. Bunlar da bu model üzerine sözde devletlerini kurdular. Irak,
ne Arnavutlara ne Araplara ne di ğer kavimlere yaramamıştır. Gayri müslimler bile azınlık olarak dağı lıp Avrupa’nın içinde kayboldu. Milliyetçilik Yunanlara Bulgarlara dahi yaramadı, Osmanlıda en azından özerktiler Şimdi Yunanistan kaybolmak üze redir. Bulgarlar defalarca efendi değiştirdiler. Alman istilası ile Rus istilası ile. Şimdi yine Almanların ekonomik hâkimiyeti altındadır lar. Osmanlı hakimiyeti altında en azından az çok özerktiler. Kendi
Şimdi aynı şey Suriye’ye de sirayet etti. O da parçalanayım mı parça lanmayayım mı kavgasını yaşaya cak. Bu daha sonra İran’a intikal edecek. İran daha dayanıklıdır, çünkü din esası üzerinde duruyor. İran’ın şartları daha değişik, fakat buna rağmen bu parçalanma ha disesinin temelinde yatan faktör İran’da da ateşlenirse ki o faktör milliyetçiliktir, İran da bu parça lanmanın önünde duramaz. Arap ların paramparça oluşu ortadadır. Körfezde beş altı tane ufacık dev letçik var güya. Bunlar normalde ne kadar yaşayabilirler? Meselenin kökü şudur; Osmanlı devleti parçalandığı zaman, ortaya çıkan bu oluşumlar nasıl oluştu ve bunların dayanıklılığı ne kadardır? Mesele budur. Parçalanmanın temelinde yatan ana faktör: Milliyetçilik Batılılar Osmanlı Devleti’ni oluş turan halkları sürekli olarak tahrik ettiler. Her yerde bağımsızlık ateşi yakıldı. Öncelikle gayrimüslimlere. Avrupa’daki gayrimüslimler milli yetçilikle kışkırtıldılar ve ayrıldılar. Rumlar, Sırplar, Romenler, Bulgar lar, hepsi. Sonra bu ateş Müslüman kitlelere de aşılandı. İlk olarak Arnavutlara aşıladılar. Çünkü onlar Avrupa’da
Suriye, Lübnan, Suudi Arabistan, Mısır, Cezayir, Tunus, Fas hep böyledir. Ancak sonunda bunların hepsini işgal ettiler. Türkiye, Anadolu olarak Kurtuluş Savaşı’nı verdi ve kendisini kurtar dı. Ama yeni devlet nasıl olacaktı? Yine aynı hastalıkla hareket edildi. Madem bizden kopanlar milliyetçi lik ile ayrıldılar, biz de milliyetçilik ile bu işe girişelim dediler. Ama bugün görüyoruz ki bu ayrılmalar
hayatlarını yaşıyorlardı. Ancak Osmanlı sonrası defalarca esarete düştüler. Müslüman olarak ayrılanlar da bu gün binbir sıkıntı içindedir. Irak Arapçılık yapmaya kalkıştı. Hal buki Kuzeyinde Kürtler, güneyin de Şiiler var. Kerkük’te Türkler var. Buralarda milliyetçilikle bir devlet nasıl ayakta tutulabilir? Önce şerif ailesinden kral tayin edildi, son ra İngiliz idaresi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsız olunca
da problemler ortaya çıktı. Şimdi ise Irak paramparçadır. Aynı du rum Suriye’ye intikal ediyor. Hatta orada gayrimüslimler de var. Şim di bu devletin milliyetçilik ile, ulus devlet fikri ile, Suriye devleti adı ile yaşaması mümkün değil. Bir de dı şarıdan karıştırıldığına göre yaşa yamayacaktır. Arapların en büyüğü Mısırın geleceği dahi karanlıktır Arapların en büyüğü Mısır’ın ge leceği dahi karanlıktır. Yakın bir gelecekte orada büyük bir patlama olabilir. Asıl hedef Mısır’dır. Çünkü Arapları her şeye rağmen bir araya toplaması beklenen en büyük dev let orasıdır. Ama Mısır, belki en büyük patlamayı yaşayacak ve pa ramparça olacaktır. Temenni etmi yoruz, inşallah olmaz. Fakat tarihi sosyolojik yapı bunu gerektiriyor. Bütün Arap devletçikleri de aynı durumdadır. Ulus devlet fikri ile kurulan devletlerin hepsi çürük Ulus devlet fikri ile kurulduğu için ve geçmişteki yapıya hiç uymadığı için Batı’dan alınan fikirlerle ku rulan devletlerin hepsi çürüktür. Milliyetçilik, nasyonalizm kavramı, bizim yapımıza, 1400 yıllık İslam halkları yapısına hiç uymayan te oride kalan soyut bir kavramdır. Osmanlılar genişleyip büyüyünce kavmiyet iddiasını bırakmış ve her kesi toplayan ana damara, İslam’a sarılmışlardır. Ve onun için uzun boylu yaşamışlardır. 1918’den son ra doğan parçacıklar, milliyetçiliğe sarıldılar ama hemen hepsi işgal edildiler. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsız oldular, ancak der hal birleşmeleri yeni bir proje ger çekleştirmeleri gerekirken bunu yapamadılar. Zaman kaybettiler. Bugün patlak veren Arap baharı ile bu coğrafya paramparça olmaya doğru gidiyor. Cumhuriyetin kuruluşu da ma alesef aynı modeldir. Mademki çoğunluk Türk’tür, buna Türkiye Cumhuriyeti diyelim. Batı’da ulus
- 108 -
devletler, Almanya, Fransa var. Biz de niye Türkiye demeyelim dediler ve böyle kuruldu. Fakat bugün görülüyor ki bu şekilde yaşaması mümkün değildir. İşte güneydoğu sorunu, Kürt meselesi. Küçük bir mesele zannedildi baştan, ama bü yük bir problem olarak duruyor ve çözülemedi. Ve çözülecek durumu da yok. Kürtler iflas eden milliyetçilik teorisine sarıldılar, bir yere varmaları mümkün değil Kürtlere gelince. Kürtler de aynı yola sarıldılar. Batı’da Londra Kür doloji Ensitüsü’nde vb. yerlerde ye tiştikleri için buna sarıldılar. Onlar da ırkçılık yolu ile gidiyorlar. İflas eden bir teori ile bir yere varmaları mümkün değildir. Kürtlerin şansı bunun tam tersinde idi. Tabii ki, elbette ki bu ulus devlet denilen nesnede, daha az olan halkların bir takım hakları çiğneniyor, onlar asi mile edilmek isteniyor. Buna karşı çıkmaya elbette insanların hakkı var. Fakat bunun çözümü biz de ayrılalım değil. Tam tersine Kürt ler hem kendileri için, hem bütün buradaki dört devlet için bir şans iken, bu şansı tam tersine kullandı lar. Neydi bu şans; BİRLEŞTİRME! Kürtlerin şansı ayırmak değil birleştirmek idi Kürtler birleştirmeye çalışmalıy dı. Ayırmak ve ayrılmak yerine. Neyi birleştirmeye, bu dört ülkeyi. Türkiye’yi, Suriye’yi, İran’ı ve Irak’ı. Aksine bu devletleri parçalayıp kendilerine bağımsızlık sağlamak yolunu seçtiler. Halbuki bu hem mümkün değil, hem bu hareketin bir sonucu yok. Kürtler ayırmaya değil, birleştirmeye çalışsalar idi daha muvaffak olurlardı. Kürt aydını; Diyarbakır sadece Türkün değildir, sadece Kürdün de değildir Arapların da değildir hepsinindir diyebilirdi Kürtlerden bir grup aydın çıksa idi ve dese idi ki; Hiçbir memleket hiç
bir ırkın değildir. Diyarbakır Kürt lerin değildir, sadece Türklerin de değildir. Arapların da değildir. Hepsinindir. Aslında bu ses çıkabilirdi Kürt aydı nından. Aslında bu sesin çıkmasına müsaitti oralar çünkü medreseler vardı. Bu medreselerde saydığımız bütün ırkların sahip olduğu mede niyet okunuyordu, öğretiliyordu. Arapça, Farsça, Türkçe, Kürtçe o medreselerde yoğruluyordu. Bu medreseden çıkan insanlar ırkçı olmazdı. Kürtler kilit taşı rolündedirler. Birleştirme misyonunu üstlenseler idi halk bugünün yüz katı arkalarında olurdu Kürtler dört devletle de akrabadır lar. Kilit taşı rolündedirler. Bu dört devleti birleştirebilirler. Dilleri de böyledir. Kürtler birleştirme mis yonunu üstlenseler idi, bugünün on katı yüz katı halk arkalarında olur du. Dört devletçiği birleştirmek işi ni en çok Kürtler ve Kürt aydınları yapabilirdi. Öncülük anlamında tabi, yoksa tek başına yapamazlar. Ancak bu fikirler doğmadı, bu da yine devletin suçudur. Devlet med rese sistemini resmen kapattı. Son ra en önemlisi hocaların, ağaların, şeyhlerin çocuklarını devlet, Halk Partisi aldı. Güya asimile etmek adına ulus devletçi yapmaya kalktı. Bir kısmını Batı’ya eğitime gönder diler. Sonra demokratik düzene geçince, hepsi milliyetçi oldular. Zihniyetleri ise CHP ile aynıdır. Ulus devlet fikrini yumuşatsalar da 1950 sonrası tüm iktidarlar CHP içinden çıktılar temel ideolojileri aynıdır Ülkemizde 50’den sonraki iktidar lar da bu meseleyi çözemediler. Çünkü CHP’nin içinden çıkmış lardır ve TEMEL İDEOLOJİLERİ AYNIDIR. Ulus devlet fikrini yu muşatsalar da devlet şemasını de ğiştirmediler. Fikri bakımdan da çok zayıftılar. Bu yüzden onlar da
- 109 -
mevcudu devam ettirdiler. Osmanlı ırk temelli bir yapıya iltifat etmedi Türkiye ve İran’ın da akıbetleri Irak ve Suriye’nin peşindedir. İran’ı din ayakta tutuyor ama baskı çok büyüktür, bu baskı altında ayakta duramaz. Bir atılım yapması la zım. İran’da bir din devleti kuruldu ama bu devlet adeta milli bir din devletidir. Milliyetçiliğin ve maa lesef Fransız İhtilali’nin etkisi var. Osmanlı ise ırk temelli bir yapıya hiçbir zaman iltifat etmedi. İran devrimini üç unsur oluşturuyor, üç temel üzerine kuruldu bu devrim. Bunlar, din, Fransız devriminin etkisinde bir cumhuriyetçilik ve İrancılık yani milliyetçilik. 1979 da devrim olunca gittim, Ca ğaloğlu’ndaki İran konsolosluğuna baktım. Yazıhaneye yakındır. Bay rağı değişmişti, yaklaşıp levhasına baktım, İran İslam Cumhuriyeti yazıyor. Madem İslam diyorsun, niye buna İran’ı da ilave ediyorsun? Madem İslam neden cumhuriyeti ekliyorsun? Rejim böyle yaparak kendi kendini sınırladı. İran’la sınırladı cumhuriyet ile sınırladı. Aynı Suudi Arabistan gibi. O da kendisini Hem Suudlukla, hem de Araplıkla sınırlıyor. Yeni anayasa çözüm değil. Çözüm anayasaya Kürtleri koymak da değildir Şimdi bütün sorunlarımızın teme linde bu anlayış yatıyor. Anayasa yapılsa ne olacak. Çözüm anayasa ya Kürtleri koymak değildir. Batıcılıkla milliyetçilikle ve demokrasi ile yüzleşmeli ve hesaplaşmalı kendi otantik ideolojimiz anayasaya konmalıdır Bizim mutlaka şu 3 şeyle yüzleş memiz ve hesaplaşmamız lazımdır; Batıcılık, Milliyetçilik ve daha son ra gelen demokrasi. Müslümanla rın bunlarla hesaplaşıp orijinal ve kendine has ideolojisini bulması
lazımdır. Eğer bu ideoloji buluna mazsa bir çıkış yolu yoktur. Çün kü saydığımız bu üç şey tamamen Batı’dan alınmıştır. Yeni anayasa da kendi otantik ideolojimiz konmalı dır. Liberaller din konusunda ittihatçılar gibiler Şimdi liberaller denen bir grup çık tı ortaya. Medyada bayağı etkililer. Anayasaya da etki yapmak istiyor lar ve ırkı, dini bir tarafa bırakalım diyorlar. Din konusunda tıpkı itti hatçılar ve gibi düşünüyorlar, bu noktada onlarla beraberler. Soyut bir devlet teorisidir önerileri. Ana yasanın alt planında bu olsun isti yorlar. Halbuki böyle bir şey dün yanın hiçbir yanında yok. Fransa’da devletin temelinde Fran sızlık, milliyetçilik var. Daha başka düşünceler var, Fransız ihtilali var kökünde. İngiltere’de İngilizlik var, ABD’de Amerikancılık var kökün de. Hristyanlık var zaten hepsinde. Liberaller köksüz soyut bir yapı istiyorlar. Geçmişi olmayan yapan yapının geleceği de olmaz Şimdi siz burada bu liberallere ba kıp da geçmişi olmayan, tarihsel bir yönü olmayan, tamamen soyut bir yapı kurarsanız, onun geleceği de olmaz. Geçmişi olmayan, bugünü olmayan şeyin geleceği de olmaz. Türkiye bu tehlike ile karşı karşı yadır. Batıcılık asla çıkar yola götürmez Irkçılığı, milliyetçiliği ne kadar yumuşatmaya çalışırsanız çalışın, istediğiniz kadar biz Türk derken ırkı kastetmiyoruz deyin, o da bir çare değildir. Batıcılık bizi her za man taklide götüren ve asla bir çı kar yola götürmeyen bir eğilimdir. Bütün bunları Batılılar da gördük lerinden bizim için yeni bir kelime attılar ortaya; demokrasi. Demokrasi başı sonu belirsiz bir ideoloji, her kapıyı açan maymuncuk gibi bize empoze edilmek iste-
niyor Şimdi demokrasi her türlü eksikli ğin çaresi gibi gösteriliyor. Bir nevi maymuncuk gibi her kapıyı açar. Veya aspirin gibi, her türlü hasta lığa çaredir, her renge yorulabilir. Her yere çekilebilir. Ucu bucağı olmayan, başı sonu belirsiz bir ideoloji gibi bize empoze edilmek isteniyor. Oysa bu faydaları da sakıncaları da olan bir yönetim şeklidir. Bir dene medir, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yayılmaya başlayan yeni bir rejim denemesidir. Bunun başarılı olacağına da inanmıyorum. Her kesin kendi özlemlerini yakıştır dığı, fakat aslında onun içinde bu özlemlerin bulunup bulunmadığı belli olmayan bir rejimdir. Artık dünya uzmanlaşmaya gidi yor. Depreme karşı yapılacak şey ler meclisin işi değil, uzmanların işidir. İhtisaslar o kadar ilerliyor ki, meclise çok az iş kalıyor. Sadece bir onay alıyor. Bir takım insanlar meclisi bir meslek, bir zanaat ha line getirmiştir. Onu çıkarları için kullanıyorlar. Yürümüyor aslında. O zaman siyaset için siyaset muha lefet için muhalefet yapılıyor. Mevcut sistemler çağın gerisinde iflas etmiş durumda, alternatifi olmadığı için ayakta duruyorlar Artık teknoloji çok ilerlediği için bir çok müessesenin hükmü kal mamıştır. İllere göre milletvekilliği de çağdışı. İllerin vekili hepimizin vekili ise o zaman yine hepimiz seçebiliriz bugün teknoloji buna müsait. Adaylar tüm Türkiye’nin adayı olsun. Bu sistem Holanda’da, Belçika’da var. 450 kişilik bir liste ortaya konsun, millet bu listelere oy versin. Çağın gerisinden kalmış iflas etmiş bir sistem var ortada. Pekiyi, karşısına ne konacak? Bu rejim alternatifi olmadığı için ayak tadır. ABD, İngiltere, gelenekçi olduğu için eski yapıyı muhafaza ediyor.
Dünya da bunları taklit ederek de vam ediyor. Bugünün teknolojisi önünde artık bu yapılar bu rejimler ayakta duracak vaziyetten uzak laşmış durumda. Ama sönmüş bir yıldızın hala ışığının gelmesi gibi bunların da geçmişten gelen bir de vam durumları var. Geleceğimizi düşünmek hepimi zin görevidir. Madem ki Türkiye Batıcılık, Milliyetçilik ve şimdi de demokrasi üçlüsü ile ayakta salla nıyorsa ve sağlam değilse, bunun bir sendromu varsa ki Kürt mese lesi bu hastalığın sendromudur, çok ciddi olarak memleketin ay dınlarının bu konuyu düşünmesi lazımdır. Türkiye’nin sorunu ken dine has değil. Irak’ta da, Suriye’de de, İran’da da, Mısır’da da sorun aynıdır. Körfez ülkeleri de Suudi Arabistan da ayakta duramayacak tır. Çünkü bunların hepsi çürük bir esasa dayalıdır. İslam coğrafyası aydınları bu çöken yapıların yerine sağlam kalıcı yapı nın projelerini üretmeleri lazımdır. Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, Demokrasi ve liberallik. Bu süreç bir projedir Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, Demokrasi ve liberallik, bu süreç bir projedir. İslam dünyası düşü nürleri çıkmalı ve buna karşı yeni bir yapıyı konuşmalıdır. Projeler tartışılmalı ve kabul göreni hareket haline gelmelidir. Yeni bir yapının İslam dünyasına hakim olması ve mevcut yapıyı değiştirerek yeni bir yere çıkmamız lazımdır. Görüşümüz garpçılık-batıcılık değildir. Batıcı görüşler parçalayıcı, İslam bütünleyicidir Bu ırkçılık değildir. Garpçılık-Batı cılık değildir. Bu Liberalizm değil dir. Bütün bu görüşler, parçalayıcı dır, bölücüdür. Bize bütünleyici görüş lazımdır. Bu da İslam’dır. Fet ret dönemleri dışında bu bütünlük sağlanmıştır.
- 110 -
Bu gün de fetret devirlerinin en korkunçlarından birini yaşıyoruz. Ve Batı’dan aldığımız çareler çö züm olmadı tam tersi fetreti büyüt tü.
Müslüman aydınların uyanıp, Batı’dan gelen üç cereyandan ken dilerini kurtarmaları gerekmekte dir. Eski Batıcılık kılık değiştirerek içimize girmiştir. Tanzimat adı al tında geldi sonra o değişti meşru tiyet adını aldı, sonra cumhuriyet adını aldı, milliyetçilik adını aldı, şimdi de liberallik adını aldı. Bun ların hepsi aynı şeydir. Temeli Ba tıcılıktır.
Diriliş hareketi bir projedir. Biz di yoruz ki Türkiye’yi, Türkiye olarak düşünmeyelim. İslam Âlemi’ni bü tünlükle düşünelim. İslam milleti kavramını yine ön plana çıkaralım, geçmişte olduğu gibi. İslam mede niyeti kavramını yeniden ortaya koyalım. Ve İslam devletine doğru gidelim. İranlısı da geliyorsa gel sin, gelsin zaten. Araplar da gelsin. Hiç birinin olmasın o devlet, İslam devleti olsun. Millet de, dili, ırkı, adetleri ne olursa olsun – İslam’a aykırı olmamak kaydı ile – muhte remdir. Herkesin mezhebi, tarikatı, cemaati kendinedir. Çünkü bir tek mezhepte birleşmeyi gerçekleştir mek temenni edilse de, mümkün değildir.
Avrupa insan hakları batı ideolojisidir. Bu Batıcılık onlara göre insancılık, hümanizm, aydınlanmadır. Çünkü Avrupa’nın, Batı’nın ideolojisi, on lara göre insanlık ideolojisidir. Hal buki Avrupa İnsan Hakları, Batı ideolojisidir ve buna sahip çıkmak Batıcılıktır. Bir İslam ülkesi için bu bir zuldür. Kendi ideolojisi yok muş gibi, geçmişteki insanlar bo şuna yaşamış gibi, hiçbir görüşleri yokmuş, tamamen hüda-yı nabit yaşamışlar, sanki hiçbir şey üret memişler, hiçbir fikirleri olmamış, hiçbir medeniyet kurmamışlar gibi şimdi Batı’dan insanlığı, medeniye ti, insan haklarını alacağız. Bu tabi Batılılar için söylüyorum, aynı kar ganın tavus kılığına girmesi gibidir.
Zulmü küçük devletler, çürük devletler daha çok yapar Eski yapılar devam ettikçe maale sef halklar zulumlere maruz kala caklar. Bu devletçikler, küçük ve güçsüz oldukları için herhangi bir muhalefet gördükleri zaman, kor kudan zulme kaçarlar. Zannedilir ki devlet büyüdükçe zulüm artar. Hayır, devlet büyüdükçe zulüm azalır. Küçük devlet korkar. Alır, yargılar, muhakeme eder. Ama korktuğu için kalkar, protesto ya panı vurur öldürür. Zulüm yapar. Çünkü kendisi sağlam değildir, bi lir çürük olduğunu. Bu bakımdan bizim görüşümüz bir projedir.
Tanzimat, meşrutiyet, cumhuriyet sürecinin halkası olan demokrasi ve liberallik ki, bugün önümüzdeki en büyük fikri tehlikedir. Bu tehli ke silahlı tehlikeden büyüktür.
Liberallik batıcılığın kılık değiştirmiş halidir
Neden biz birinci dünya olama
Emeviler, Hz. Hasan’ın fedakarlığı nın anlamına eremediler. Ömer bin Abdülaziz buna teşebbüs etti ancak yapamadı. Emevilik, ırkçılık-asil lik iddiası onların sonunu getirdi.
İslam birliği istemek üçüncü dünyacılık değildir. Batı niçin birinci dünya olsun? Daha önce yaptığım açıklamalar üzerine hemen bu fikrin savunucu su bir gazetede benim karşıma bi risi çıktı. Orada diyor ki, ben İslam Birliği’ni isteyince üçüncü dünyacı olmuşum. Batı birinci dünya olu yor, ikinci dünya da Rusya ve sos yalist grup. Bunun dışı ise üçüncü dünya. Biz İslam birliği diyorsak üçüncü dünyacı oluyormuşuz.
yalım da onlar birinci ikinci, biz üçüncü olalım? İslam’ın bir tek şartı var o da bütün Müslümanlar bir arada ve birliktedirler Bir de üçüncü dünyalı olmak İslam’ın beş şartından biri midir diye alay ediyor. Bir de bunu karış tırıyor. Benim elimde gazete yok, kanal da yok. İslamcı geçinen bu kadar yazar var. Bir tanesi çıkıp da o terbiyesize bir cevap vereme di. Ben diyorum ki İslam’ın bir tek şartı var, o da bütün müslümanlar bir arada ve birliktedirler. Müslü manlar bir bütündür, ayrılmaz. Bu İslam’ın farzıdır, şartıdır, imanın da şartıdır. Eğer Müslümanlıktan an lamak istiyorsa, bunu öğrensin.
nice yeni kültür hizmetlerine...
İmanımız, İslam’ımız bize emrediyor, bütün Müslümanlar birleşecekler kendi bağımsızlıklarını koruyacaklar, devletlerini koruyacaklar ve Batı’nın, Doğu’nun, şunun, bunun esiri kölesi ve oyuncağı olmayacaklar Anlasın ve öğrensin ki İslam mem leketinde, İslam ile alay eden bir gün mutlaka ve mutlaka Allah ta rafından cezasını bulur. O benimle değil İslam ile alay ediyor. Elbette imanımız, İslamımız bize emre diyor, bütün Müslümanlar birle şecekler kendi bağımsızlıklarını koruyacaklar, devletlerini koruya caklar ve Batı’nın, Doğu’nun, şu nun, bunun esiri kölesi ve oyunca ğı olmayacaklar. Diriliş projesinin gelişmesi, büyü mesi, aydınların buna sahip çık ması ile olur. İnşallah geliştirilir, tartışılır ve sonunda bütün İslam Âlemi’ne sunulur. İnşallah bu ola caktır ve Müslümanlar kendi mem leketlerinde hür, bağımsız, güçlü olacaklardır. Ve bir takım batıcı tipler de gelip bizimle böyle alay edemeyeceklerdir. O günler de in şallah gelecektir. Dünya Bülteni/ Haber Merkezi
0224 715 30 57
-1-