Kıvılcım Dergisi 2.Sayı

Page 1

Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

İçindekiler 1-Kapak Konusu Hakkında Editör 2-Türkiye Anayasasını Yenilerken Muhtasar Bir Çeşitleme Ahmet Töresin ODLUYURT 3- Anayasa Üzerine Notlar Metehan ÇAĞRI 4- Tanzimat'tanGünümüze Anayasa Mefhumu ve Yeni Anayasa Abdullah KILAVUZ 5-Anayasa ve Değişim Mehmet Oğuz ATABERK

6-Yeni Anayasa , Yeni Türkiye Ömer Faruk ÖZTÜRK 7-Anayasa ve Değişim Mehmet Oğuz ATABERK 8-Allah ve Tanrı Adları Üzerine Veysel Gökberk MANGA 9-Bu Kervan Böyle Gitmez! (Şiir) Osman Yüksel SERDENGEÇTİ

Yasal Uyarı; Dergimizdeki yazılar,dergimizin ismi ve yazının çıktığı sayı belirtilmeden iktibas edilemez. Kıvılcım Dergisi


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

TÜRKİYE ANAYASASINI YENİLERKEN MUHTASAR BİR ÇEŞİTLEME “Ey Oğul; İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” Şeyh Edibalî A) TAKDİM: Ülkemizde 12 Haziran 2011 tarihinde yapılan genel seçim ile siyaset kurumu milletin demokratik iradesi çerçevesinde yeniden tayin edilmiş ve siyasî partiler de milletin kendilerine tevcih ettiği pozisyonlara lokalize olmuşlardır. 12 Haziran Genel Seçimi’nin neticesi uyarınca yetki ve vazifeleri muvakkaten stabil hâle gelen siyasal aktörler ülkemizin eski, yeni ve muhtemel meselelerine tekrar yoğunlaşma hamleleri esnasında, mühim bir kısmı değiştirilmekle birlikte, câri 1982 Anayasası’nın durumunu değerlendirmek hususunda mutabakata varmışlardır. Bu mutabakatı ihdas eden faktör; zikredilen siyasi aktörlerin, sistem içerisinde anayasanın yeri, Türkiye’nin anayasa deneyimleri ve hassaten 12 Eylül Cuntası’nın buyurup akabinde ciddi bir kısmının restore edildiği mevcut Anayasa’ya aynî zihniyet ve duygudaşlık ile yaklaşmaları değildir. Bu mutabakatı ihdas eden faktör; maalesef ve maatteesüf, askerî darbelerin yakın tarihimizdeki varlığı ile askerî darbelerin hem siyaset kurumunu bütünüyle hem devlet düzenini gayr-ı meşrûluğu ile hem de sosyal dokuyu yarattığı resmî tedhişle müştereken şekvacı kılabilmesidir. Nitekim, 1982 Anayasası’nı esaslıca kritik etmek ve Cumhuriyet’in, askerî müdahalelerin olumsuz etkilerini anayasa boyutu da dahil olmak üzere aşarak yaşayıp yaşatması noktalarındaki mutabakata sadece siyaset kurumunun aktörleri değil onların yanında Türkiye’nin sivil toplum realitesi ve hatta devlet bürokrasisi de eklemlenmektedir. Eldeki çalışma; 1982 Anayasası’nı esaslıca kritik etmek ve Cumhuriyet’in, askerî müdahalelerin olumsuz etkilerini anayasa boyutu da dahil olmak üzere aşarak yaşayıp yaşatması noktalarındaki müşterek eğilim zemininde; ‘eğitim hakkı’, ‘din ve vicdan hürriyeti’ ve ‘adalet sistemi’nin anayasaya olgusuna matuf yönleri hakkındaki kritiklerin muhtasar bir ifadesidir. Mevcut çalışmada, zikredilen üç konu çerçevesinde görüşlerin belirtilmesinin esprisi; millî varlığımızın maddî ve manevî açılardan ‘eğitim hakkı’na, ‘din ve vicdan hürriyeti’ne ve ‘adalet sistemi’ne doğrudan ve zarûreten bağlı oluşundandır. Türk Milleti’nin millî varlığının, dengeli ve sıhhatli bir biçimde korunabilmesi ile orijinal ve faydalı bir biçimde geliştirilebilmesi ancak onun eğitim, inanç ve adalet bakımlarından açık, hakkaniyetli ve tutarlı uygulamalar ve uygulayanlarla muhatap bulunması hâlinde mümkün olabilir. Millî varlığımızın maddî unsurlarına yani vatanımıza ve vatandaşlarımıza optimum imkanları ve şartları, millî varlığımızın manevî


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

bileşenlerine yani tarihimize ve değerlerimize ise hak ettikleri ihtiram ve ihtimamı sağlamak, devletin aslî zorunluluğudur. Zira devlet, millî varlıktan tebarüz etmişliğine istinaden, millî varlığın adı geçen dört bölümünün hâdiminden daha eksiği veya daha fazlası değildir. Devlet aygıtı, Türk Milleti’nin bizâtihi varlığına, izzetle varlığına, haysiyetle varlığına, bir bütün hâlindeki varlığına ve varlığının böylesi istikrarına hizmet etmekle mükelleftir. Cumhuriyet idaresi ise millî varlığımıza karşı mesuliyetlerini anayasal zaviyeden başlayarak yerine getirmelidir ki ancak da böyle yerine getirebilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasası; millî varlığımıza göre şekillenmiş, millî varlığımız için düzenlenmiş, millî varlığımız yararına yürürlükte olan, millî varlığımızla anlamlı ve önemli, son tahlilde de millî varlığımızın iradesine binaen geçerli bir seneti ifade etmelidir. Aksi takdirde; milletimize hizmet etmekle mükellef bulunan devlet aygıtı, kendi mesnedi ile çelişen, kendi sahibi ile didişen, kendi varlık sebebi ile nizâlı bir mihrak derekesine düşer ki bütünüyle millet, bu durumun ceremesini çekme mevkisindedir. Ne yazık ki; milletimizin şimdiye değin kendi devletine maruz kalmak tecrübesi azımsanmayacak ölçüde çoktur. Milletin makus bir talihe mecbur olmadığının tescili ve devlet aygıtından yana hak ettiklerinin sorunsuz tahsilinin artık bidayeti nâmına, içinde bulunulan anayasa odaklı proses iyi bir fırsattır. Tam da bu noktada; ihmal edilmesi kaabil olmayan bir husus şöyle arz edilebilir: İçinde bulunulan proses dejenere nominalist heveslere açık kapı bırakabilecek bir tarzda “yeni anayasa süreci” diye tekellüm edilmektedir. “Yeni anayasa süreci” ifadesinin, algısı çarpıtılmaya ve bu tarikle maksadı ifsad edilmeye gayet müsaittir. Millî dikkat anayasa mevzusuna teksif edilmişken, “yeni anayasa süreci” ifadesinden, Türk Milleti’nin Türk Millet’i olmaklığıyla, öyle yahut böyle, kifayet eder yada etmez, fena veya evla bir devlet sahibi olması durumu zail ediliyor manasının dehşet verici bir çarpıtma performansının neticesinde çıkarılabiliyor ve mahut çıkarımın propaganda edilebiliyor oluşu; a) Millete karşı art-niyettir, b) Millî varlığa yönelmiş bir husumettir, c) Millî egemenlik kavramına haksızlıktır, d) Demokrasiyi istismardır, e) Entelektüel etik yoksunluğudur, f) Türkiye’deki devlet olgusuna indirekt saldırıdır, g) Kamuoyunun hilafına misenformasyondur. Hem sürecin maksada hizmet eder şekilde devamı ve adının isabetle konulması hem de mezkûr hususların tümüne mütedair bir reddiye olması açısından “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın yenilenmesi” demek müreccahtır. Çünkü ifadede yer alan “yeni” kelimesi Anayasa yapmanın tarihine, sosyolojik süreçlere, Türk Milleti’nin kültürel mirasına ve Anayasa yapma ruhuna aykırıdır. Beşerî aklın ve iradenin inşa ettiği dünyada yeni olan hiçbir şey yoktur. Geleneğin yenilenmesi söz konusudur.(Macit 2012:27) İçinde bulunulan süreç ile de Türk Devlet Geleneği bağlamında ve Türkiye Cumhuriyeti kapsamında


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

anayasa yenilenmektedir. Bir başka türlüsü ve farklı bir manası olamazol(a)mamalıdır. Türk Milleti, Türk Devleti’ne sahip olmaklığından kendi var oluşuna ve var kalışına, ortak akıl ve derin ferasetine istinaden ödün ver(e)mez-vermemelidir. Zira hiç kimse, hiçbir şekil ve surette, böyle bir ödün istemek hakkına sahip değildir. Böyle bir hakkı kendilerinde vehmedenlerin onu istimal çabaları daima akamete dûçar olmuştur ve dâhi tarih, tekerrürden ibarettir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın yenilenmesi süreci sayesinde Türk Milleti’nin sosyal olgunluğu üzerine siyaseten ittifak edilmesi ve bu ittifakın hukuk diline tahvil edilmiş hâlinin milletçe tescil edilmesi, yani kısaca bir “millî mutabakat” sağlanması esastır. Türkiye Cumhuriyeti’nin yenilenenen anayasasının vasıl olabileceği ideal sonuç; onun, “millî mutabakatımız”ın serlevhası keyfiyetiyle tescil edilmesidir. Bu ideal sonucu tarihimize kaydettirmek siyaset kurumuna, Türk hukuk zümresine, sivil topluma, ... velhasıl katkı sunabilecek herkese ve her kesime düşen tarihî bir mesuliyet ve millî bir vazifedir. Yüz yıla yaklaşan bir ‘Cumhuriyet tecrübesi’nin sahibi bulunan memleketimiz, hâlâ, yapısal sorunlarını aşamamış, sosyal kompartımanlarının arasında tam anlamıyla bir bilişme hasıl edememiş, siyasâsının problem çözme kaabiliyeti -en iyimser nazarlayeni yeni olgunlaşmaya başlamış, ulusal randımanında kurumlar-arası iletişimsizliğin ve çatışmanın menfî ivmesi hâl-i hazırda sistemin tolere edemeyeceği derecede önemli, usul ve asıl cihetinden eksik ve/ya yanlış politikalarda ısrar edilmesiyle devlet itibarının gönüllerde, devlet imgesinin ise zihinlerde sarsılmakla muttasıf olduğu bir ülkedir. Tüm bu negatif dinamiklerin müştereken hasıl ettikleri zeminde yeşeren Türk toplumu, heterojen (çeşit-türden), multi-form (çok-biçimli) ve coğrafî bakımdan non-izotrop (eş-yönsüz) bir yapısallıktadır. Millî mutabakat, toplumdaki bütün fetret unsurlarını, ayırıcı, yıkıcı bütün hareketleri durdurmak, bunların kaynaklarını kurutmak; toplumu ‘bütün çeşitliliği ile bir millî pota’da eritmek demek olacaktır. (Hocaoğlu 1995:366) Yenilenen anayasanın muhtevası, Türk Milleti’nin tarihsel devamlılığı ve millî varlığımızın korunarak geliştirilmesi adına ikmâli zarûri iş bu “millî mutabakat”tan ibaret olmalıdır. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerindeki modernleşme hamlelerinden günümüz Türkiye’sine değin fermanlar, inkılaplar, ihtilâller ve sair dönüştürücü düzenlemelerle seyreden yakın tarihimizde hukukî düzenlemelerin bu kadar çok değişmesinin ve hukukî metinlerin bu kadar çabuk eski(til)mesinin nedeni, en az cemiyetimizin hızlı istihalesi nisbetinde devlet gücünü elinde bulunduran ve/ya devlet erkine nezaret eden aktörlerin mezkûr düzenlemeleri ve mezkûr metinleri tepeden/jakoben bir surette vaz’ ve irad ederek yürürlüğe sokmalarıdır. Tarih; ‘keşke’ler ile okunacak, ‘olmasaydı’lar ile anlamlandırılacak bir saha değildir. Bu meyanda; yukarıda arz edilen “devletine maruz kalan millet’ tespiti de rövanşist bir gönderme değildir. Talas Savaşı’nın evvelinden İstiklâl Harbi’nin ahirine, Selçukîlerden Devlet-i Âl’îyye’ye bu


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

tarih, “yekpare” bizim tarihimizdir. Bu tarih; öğelerinin muttasıllığıyla ‘Büyük Türk Milleti’nin tarihidir. Tarihte ‘büyük millet’ keyfiyetine nail olmuş milletler için büyüklüklerinden vazgeçmek aynîyle kendiliklerinden, kendi varlıklarından da vazgeçmek manasına gelmiştir. Latinlerden Hititlere uzanan bir misaller dizisi örnek olarak gösterilebilir. Adına ‘Türk Modernleşmesi’ denilen vetire, milletin sosyo-politik nabzını hissederek onun hamlesini daim ve istikametini kaim kılmak yerine milletin tansiyonuna müdahâle edip onu muhtelif tepe kadrolarının öngördüğü istikamete yine o kadroların uygun gördüğü vechiyle icbar etmek mesailerinin yekûnudur. Modernleşme yekûnumuzun; teorisi/teorileri histerik, tatbikat şartları zorlu ve imkanları eksiktir ki esasında da bir/-1- modernleşme çabasından değil çeşitli modernleştirme çabalarından bahsetmek gerekir. Hâl böyleyken; kelimenin tam manasıyla ‘iyi-kötü’ deneyimlediğimiz bu modernleşme tecrübesinin Türk Milleti’ni, kâmilen tahkim ettiği söylenemese de, Türk Milleti’nin varlığına ve varlığının olmazsa olmaz niteliği olan büyüklüğüne âlâ’y-ül âlâ faydalar sağladığı iddia edilemese de, an-şart, bu milletin kendi istikametini tayin ve kendi hamlesini tesbit edebileceği bir demokratik zemini de yaratmıştır. Eğer, dünya postmoderniteye doğru hızla ilerlerken/sürüklenirken, Türkiye siyasası, entellektüelitesi ve sivil toplumu; evsafı tarif olunan bir millî mutabakatı anayasa zirvesinde tekevvün ettirebilirler ise ‘Türk Modernleşmesi’nin de bu millete karşı en azından nihaî vazifesini yerine getirdiği kabul edilebilir. Aksi takdirde, yani ‘Türk Modernleşmesi’nin bir millî mutabakat finali yapamaması hâlinde, ‘Türk Modernleşmesi’nin nerede bitip Türk Post-modernleşmesi’nin nasıl başlayacağı ve hatta başlayıp başlayamayacağı ve başlarsa dahi bunun ne(re)ye cezbolacağı belirsizdir. Ve milletler, belirsizlikle daha doğrusu belirleyememekle verdikleri imtihanları daima kaybederler! Türk Milleti’nin belirsizlik lüksü olmadığına göre; Türkiye, bütün problemlerini bir millî mutabakat çerçevesinde ve çağdaşlaşma hedefine yönelik olarak ve o zemin üzerinde çözmek zorundadır. Bizim problemimizi ancak ve yalnız biz çözebiliriz ve çözemediğimiz her problem hem daha kronikleşir ve hem de yeni problemler doğurur.(Hocaoğlu 1995:378) Türkiye’nin kronikleşen problemlerininin hâlli, muhtemel problemlerinin ise ön alıcı bir ortak akılla giderilmesi için anayasa yenileme sürecinin millî mutabakatımızı inşaa etmesi ve bu millî mutabakatın anayasa boyutunda millî muvafakat ile tescili gerekmektedir. Denilebilir ki; yenilenenen anayasanın millî mutabakatımızın serlevhası hâlinde millî muvafakata sunulması hem millî hem de demokratik bir zarûrettir. Türk Anayasacılık Tarihi Türk Devleti’ne, Türk Modernleşmesi ise Türk’e şekil vermek noktasında bir hayli ısrarcı olmuş ve Türk Milleti, formatlanma çabalarına ikrah edecek ölçüde


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

muhatap kalmıştır. İmdi; Türk Millî Mutabakatı Türkiye’yi, ‘Türk Özü’yse Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nı biçimlendirmelidir. Türk Milleti’nin hâl-ü şart’ının iktizasınca bir nizama geçiş, insanın ve eşyanın tabiatı icabı, şarttır. Velev ki; Türk’ü formatlama çabalarının feci arazları hâlâ hatırlardadır. Milletin kendi rengindeki ve biçimindeki bir anayasal nizama kavuşmasının şartlığı fehvasınca lüzum edenler: eğitim hakkı açısından; milletimizin ‘büyük milletliği’ni kucaklayan bir eğitim sistemi tesis etmek yetkinliğidir, din ve vicdan hürriyeti açısından; Modern hayatın çeşitliliği ve farklı inançların mevcudiyetini bilerek temel hakları korumayı, tercihi, katılımı ve uzlaşmayı varlığının zorunlu şartı gören demokratik sistemin işlemesini sağlamaktır.(Macit 2010:269) ve adalet sitemi açısından da; Türkiye’nin adalet örgüsüne hiç bir şüpheye mahal bırakmayacak bir hakkaniyet ruhunun kazandırılmasıdır. B) YENİLENEN ANAYASA’DA EĞİTİM HAKKI ÜZERİNE: Dünyada ve bittabî yurdumuzda hukukî güvence altına alınmış ‘eğitim hakkı’, eğitimli insan ihtiyacına iktisadî, eğitilmiş insanlardan mürekkep bir cemiyet hedefine ise siyasî yoğunlaşmanın sonrasında belirginleşmiştir. Sanayi çağında, eğitim olgusunun; uzmanlık becerileri kazandırılarak nitelikli iş gücü yetiştirmek ile indoktrinizasyona ve sosyalizasyona tavassuten cemiyet inşaa etmek imkanlarının üzerinde durulmuştur. Dünyanın ve bittabî ülkemizin artık geldiği noktada ise eğitim olgusunun, insanın tüketme cihetine tesirleri ve bilginin işlenip yorumlanması bazındaki eşliği eğitimin sanayi döneminde edindiği karakteristiğinden neredeyse daha mühim bir mevkiyi işgal etmektedir. Ancak, dünyanın durduğu ve hatta tabiri caizse duraksadığı yeri ve gidebileceği muhtemel istikametin sağlıklı bir tespitini böylece yapmaya çalıştıktan sonra, ülkemizin eğitim meselesinin geleceği hakkında düşünmeye başlanılabilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim tecrübesi; ferdin sosyalizasyonu ve indoktrinasyonunu önceleyen kamunun, ferdin tekamülünü geriye bırakması noktasında düğümlenegelmiştir. Ferdin tekamülünün geriye bırakılmasında a) eğitim imkanları başta olmak üzere en genel manası ile maddî şartların, b) Cumhuriyet devri ile hızlanan Batı Medeniyeti’ne tam ve kes(k)in iltica hamlesinin, c) sanayileşememiş bir ülkenin sanayileşmek için yetiştireceği kadronun bir sanayi olmaksızın yetiştirilememesi açmazının, d) eğitimin ‘eğitim’ keyfiyeti hususundaki umumî kafa karışıklığının, ve e) eğitimin sosyalizasyon ve indokrinasyon mekanizması niteliğine mütedair hangi fert(ler)in nasıl topluma kazandırılacağı zeminindeki güç çekişmelerinin etkin olduğu söylenebilir.


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

Türkiye’nin ellerini yıllar yılı bir Gordion Düğümü misalince bağlayan “eğitim davamızın” nasıl çözüleceği açıktır: Gordion Düğümü, erk’in kati iradesi ile çözülür. Yukarıda beş madde hâlinde te’lif edilen ve eğitimimizi arapsaçına çeviren meselelerin dördü kendiliğinden zail olmuştur. Evvelen; Türkiye, milletin her neviden krize rağmen gösterdiği olağanüstü gelişme performansının ve diğerkâmlık şuurunun neticesinde maddî bakiyesini –adil üleştiremeksizin- zenginleştirmiştir. Saniyen; artık istense dahi ilticası kaabil bir Batı’nın, mağrur mevcudiyetinden söz edilemez. Salisen; sanayileşememiş bir ülkenin sanayileşmek için yetiştireceği kadronun bir sanayi olmaksızın yetiştirilememesi açmazı bugün Türkiye’nin ufkuna müthiş bir fırsat açmıştır ki o da dijital çağa sanayi devrinin olumsuz hasletlerinden berî fakat sanayileşmenin ne idüğünü tanımak bakımından da güçlü bir duhûl avantajıdır. Rabien; Türkiye, eğitimin eğitim keyfiyeti üzerine hem akademik informasyon boyutuyla hem de tatbikat tecrübesi ile yetkin bir eğitim çevresine sahiptir. Nihayeten; eğitimle hangi fertlerin nasıl topluma kazandırılacağı meselesi ise politik güç çekişmelerinin fecî bir ilineğidir. Bu mânî, ancakbeancak; Türkiye’nin kendi ‘zat’ı üzerine varacağı bir millî mutabakat sayesinde aşılabilir. Türkiye; eğitim konusunda eğitim ilminin gerektirdiklerini tartışmak yerine eğitim sisteminin ihatasındaki yeni nesili merkeze alan ideolojik ve politik münakaşalarda ısrarcı olarak kendi hayrına hiç bir fayda kesbedememiştir, bundan ötede de kesbedemeyecektir. Eğitim; hem faktör hem reseptör niteliğine içkindir. Sadece eğitim ile bir topluma yön ve biçim verilemeyeceği, bütün toplumsal problemler çözülemeyeceği gibi eğitim olmaksızın da toplumun dirlik ve bütünlüğü ikame edilemez. Türkiye eğitim meselesini; millî mutabakata varmış bir ülke sıfatıyla öngöreceği millî hedeflere doğru, eğitimin eğitim niteliğine muhatap, eğitimin ilim keyfiyetine müsait düzenlemeler vesilesiyle ilerleyerek çözebilir. Aksi şekliyle eğitim, kendi bünyesinden sadır olmayan sorunlara kendi içinde aranıp, bir türlü bulunamayan çözümlerin yarattığı dehşetengiz anafora kapılmış, daha da içinden çıkılmaz bir saha olarak kalacaktır. Eğitim mekanizmasının, milletin mezcini ve cezbini yine onun istediği vechiyle ve eğitim biliminin gereklerinin murakabesinde yürüteceğinin anayasal teminat altına alınması lüzûmu açıktır. Millet derin bir sadakatin, yatay iletişim ağlarının ve birlikteliğin toplumsal biçimidir.(Macit 2012:27) Bu toplumsal biçimi koruyucu ve geliştirici olmayan yahut bunu yeter derecede ve kâfi yetenekte yapamayan bir eğitim sistemi maksadına hizmet etmekten uzaktır. Milletin ‘derin sadakat’ hassası, eğitimin “millî”lik niteliğine yaslanır. Türkiye’de eğitim sisteminin adı ‘millî eğitim’dir ve fakat


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

şimdiye kadar eğitim nizamımızın millîliğinin hemen her bakımdan yetersizsizlikte debelenmesi yetmezmiş gibi bir de, üzerinde yeterince, hakkıyla, tam anlamıyla durulmamış eğitim doğrularımızdan rücû edilmesinin seslendirilebilmesi akla ziyandır. Millî kimliğimizi ifade eden “Müslümanlık”ın ve “Türklük”ün millî eğitimimizde yeter kalitede ve kantitede kendilerine yer bulduğundan bahsedilemez. Ama bugün Türkiye’nin maruz kaldığı pek çok musibetin millî kimliğimizi ifade eden “Müslümanlık”ın ve “Türklük”ün millî eğitimimizde yeter kalitede ve kantitede kendilerine yer bulamaması sebebiyle ortaya çıktığından bahsedilebilir. Ülkemizde din kültürü ve ahlak bilgisi dersi zorunlu ders kategorisinde okutulmaktadır. Din kültürü ve ahlak bilgisi dersi varlığı itibarıyla, başlı başına eğitim olgusu açısından bir zorunluluk, eğitimin kapsamı açısından ise bir gerekliliktir. “Din” gerçeğine, dünyaya tesir etmiş çeşitli dinlere ve “ahlak” kavramına yer vermeyen bir eğitim sistemi düşünülemez. Bu çerçevede zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin iptali makul ve mümkün değildir. Mahut dersin muhtevasında ve yaygın praksisinde İslâm dininin merkeze alınması hususunda da şunlar ifade edilebilir: Din kültürü ve ahlak bilgisi dersi içerisinde İslâm dininin özelliklerine, seyri ve gelişimiyle İslâm düşüncesine ciddî ağırlık verilmesi yine doğru lakin İslam’ın amelî kısımlarına dair talimin bu ders kapsamında ve bağlamında gerçekleştirilmesi hatalıdır. Türk Milleti, Müslüman bir millettir. Din kültürü öğretimi mevzubahis olduğunda onun inancının başat rolde bulunmasından daha tabiî bir durum yoktur. Türkiye’deki gayrîmüslimler dâhi Müslüman bir milletin içinde hayatlarını idame ettirmektedirler ve hayatlarını sürdürdükleri çevrenin en mühim hasletine bigâne kalabilmeleri düşünülemez, hem böylesi bir bigâneliğin reelde imkanı yoktur hem de Müslim-gayrîmüslim hiç bir kimsenin Türk Milleti’nin Müslümanlığına bigâne kalma imtiyazı yoktur. Din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri kapsamında İslam’ın amelî kısımlarının talim ettirilmesi ise, ne yazık ki, milletimizin bu doğal ve haklı talebine eğitim sistemimiz dahilinde yaygın bir makes bulamayışındandır. Haklı ve doğal ihtiyaçlarına net bir yanıt bulamayan milletimizin zikredilen fiilî durumla teskin edilmesinin bir yeterliliği de yoktur. İslâm’ın temel kaynaklar bilgisi, akidesi, mezhepleri ve ibadet boyutu seçmeli dersler kategorisinde mutlaka millete sunulmalıdır. Türk Milleti; Hanefîsi, Şafiîsi, Alevîsi ve Caferîsi ile birlikte Müslümandır. Hangi mezhebe dahil olursa olsun her ferdin İslâm’ı, mensub bulunduğu anlayışın özelliklerini bilerek yaşamak hakkı vardır. Dinî öğretimin nasıl millete sunulacağı meselesi tamamıyla bir uzmanlık meselesidir ve politik müdahalelerin uzağında ilmî etik ve yeterlilik dairesine dahildir.


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

Gayrî müslimlerin din öğretimi de, ekâlliyet hukuku çerçevesinde düzenlenir yani; aynî kalır. Hakeza; eğitim dili meselesi de bu minvâldedir. Milletin millet olmaklığı ve her bir ferdin derin bir sadakat ile tarihine, vatanına, devletine ve yekdiğerine bağlılığı dil rabıtasına muhtaçtır. Türkiye’de sosyal hayatta birden fazla dilin kullanımda olduğu vakıadır, kamu idaresinin bu vakıaya olumlu yahut olumsuz müdahalesinin mesnedi yoktur. Zira; sosyo-kültürel dinamikler, kendi doğalarında, kendi ivmelerine tabiidirler. Türk Milleti’nin tarihî, resmî ve millî dili Türkçe’dir. Eğitim dili de bu bakımdan sadece ve tek başına Türkçe’dir ve dâhi öyle kalmalıdır. Bir devletin eğitim sisteminde çok dilli eğitim tatbikatının vasıl olacağı yegâne sonuç çok milletli bir devlettir. Halbuki; birden fazla ‘demos’un arasındaki ‘kratos’ mücadelesi demokrasinin sorunu değildir, eğitimin de sorunu değildir. Bu fehvada; Türkçe dışındaki dillerin eğitim dili olması talebi eğitim meselesine dair demokratik bir çözüm önerisi olarak kabul edilemez. Türkçe’nin resmî dil sıfatının ve eğitimin ancak resmî dil ile yapılabilmesinin anayasada yer alması millî bir zarûrettir. Çünkü Türk Milleti’nin millî kimlği Türklük’ten, Türklük ise Türkçe’den ayrı ele alınamaz. Türkiye’de, sosyal hayat dahilinde olan Türkçe haricindeki anadillerin hem kamu eliyle hem de kamunun onadığı sair tertiplerce öğretilmesi hususunda ise;

a)Böyle bir öğretimin; sadece bir dil üzerinde durularak anayasal boyutta yer alması, teker teker diller sayılarak anayasal boyutta yer alması ve sadece dil öğretimi üzerinden anayasal boyutta yer alması manasızdır. b)Anadil öğretiminin örgün eğitimde yer almasının anayasal tescili her iki bakımdan da maksada hizmet etmemektir. Zira; anadil öğretimi tatbik edilecekse bunun sadece örgün eğitim dahilindeki fertlere değil her yaştan talepkârlara açık olması esastır. Anadil öğretimi örgün eğitimin değil yaygın eğitimin kapsamında yer almalıdır. Ayrıca anadil(ler) öğretiminin anayasal boyuta taşınımı, dil(ler) üzerinden farklı millet(ler) yaratmak fitnesine müsâittir. Velev ki; mesele sadece kullanımda olan diller meselesi değil Türkiye’nin tevarüs ettiği kültürel kalıtların durumu meselesidir. c)Türkçe dışındaki, toplumsal dolayımda mevcut dillerin değil Türkiye’nin sahip olduğu fakat kendi dinamiklerine tabii sosyo-kültürel kalıtların durumu hakkında anayasa zaviyesinde “devletin, Türkiye’nin sosyo-kültürel zenginliğine yönelik menfî


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

müdahaleleri önleme vazifesine” yer verilerek toplumsal huzur ve uzlaşı tesis edilip, garanti altına alınmalıdır. Eğitim konusunun, Türkiye’nin itilmeye çalışıldığı kimlik krizine malzeme ve vasıta yapılması, yapanlar için ilelebet utanç vesikası olacaktır. Her türlü kompleksten ve sûflî çıkardan azade bir biçimde, milletin hayrı ve istikbâli namına eğitim mevzusunun üzerine eğilmek, Türk Milleti’ne onun Türk Milleti olmaklığını tazammun etmiş bir eğitim sistemi var etmek asıl, bu ifayı ilmin gerekliliklerine uyarak yapmak usûl olmalıdır. Neticede Türkiye, nasıl ki “Türk’ü ve Kürd’ü ile birlikte Türk ise, “Sünnî’si ve Alevî’si ile birlikte Müslüman’dır. ‘Birlik’ kavramının yanında ‘bütünlük’ kavramına da, ancak bu sûretle hayatiyet kazandırılabilir. (Hocaoğlu 1995:371) Milletin, ‘yatay iletişim ağlarının ve birlikteliğin toplumsal biçimi’ hassası ise eğitim hakkına hakkaniyetli ulaşım imkanına dayanır. Yalnız, ‘kimsenin eğitim ve öğrenim hakkından mahrum bırakılamayacağını’ ve ‘ilköğretimin, kız ve erkek bütün vatandaşlar için zorunlu ve devlet okullarında parasız’ olduğunu mevcut anayasada maddeleştirmekle -(md.42) – bu hakkaniyet sağlanamamıştır. Sosyal devlet niteliğiyle mücehhez, fırsat eşitliğine saygılı ve onu sağlamakla vazifeli Türkiye Cumhuriyeti’nin zorunlu olarak öngördüğü eğitim basamağının kamu haricinde para karşılığında sunulabilmesi ‘bir kısım insanların diğer bir kısım insandan herkesin alması gerektiği öngörülen eğitimi daha iyi koşullarda alabildiğini’ gösterir ki bu alenen hakkaniyetsizliktir. Kimse eğitim ve öğretim hakkından mahrum bırakılamıyorsa ve eğitim herkes için zorunlu bir vetire ile başlamaktaysa zorunlu eğitim ancak parasız olarak verilebilmelidir. Herkesin alması lüzum eden asgarî eğitim düzeyini alma hakkı; herkesin mahut eğitimi eş-avantajlı koşullarda almasına da âmirdir. Zorunlu eğitimin ötesindeki eğitim ve öğrenim imkanlarına erişmekte ise fırsat eşitliğine teşvik esastır. Bu hakkaniyetin ileri ciheti, yüksek öğrenimin özgür bir mecraya kavuşturulmasıdır ki Yükseköğretim Kurumu’nun yüksek öğrenim kurumları arasında sadece bir koordinasyon kurulu vazifesi görmesini icbar ettirmektedir. YÖK, sadece bir eş-güdüm mekanizması hâlinde varlığını sürdürmelidir. C) YENİLENEN ANAYASA’DA DİN ve VİCDAN HÜRRİYETİ ÜZERİNE: Cumhuriyet’in evvelinden bugünümüze değin üzerinde en çok tartışılan, hakkında en çok münazaranın, münakaşanın ve hatta mugalatanın yapıldığı, fert-cemiyet-devlet üçlüsünün birbirlerine karşı konumlarına en ciddî tesirlerde bulunan, Türk siyasâsını kendi içinde Türk toplumunu ise hem kendi içinde hem de siyaset kurumu ve devlet


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

olgusu ile en derin manada ayrıştıran konu ‘din ve vicdan hürriyeti’ meselesidir. Ülkemizde laiklik prensibi bağlamında ve sekter laisizmin sınırlandığı alanda carî kılınmaya, imkanlı hâle getirilmeye çalışılan ‘din ve vicdan hürriyeti’ Cumhuriyet tarihi boyunca -hiç bir zaman hem de hiç bir zaman- ferdin ifâsına ve cemiyetin faydasına dört başı mamur olarak, kâmilen, gerçekten ve sârihen sunulamamıştır. Bu durum; ülkemizin, insanî-millî-tarihî bir faciasıdır. Bütün sembolik şeyler manevîdir ve insan topluluklarını hayvan topluluklarından ayırdeden en önemli özelliklerden biri bizim cemiyetimizin sembollere dayalı olmasıdır.(Güngör 2010:19) Türk toplumunun toplumsallığı, sosyal hayatı, içtimaî fıtratı, kolektif zihniyet, ruh ve şuuru dâhi tıpkı Türk’ün insanîyyeti, insana ve topluma bakış açısı, anlayışı, kavrayışı, yorumlayışı, yaşayışı, hissediş ve düşünüşü gibi değerler sistemimizin bir neticesidir. Fi’lhakikâ; ferdin katılımı ve cemiyetin uzlaşısı ile millî varlığımızdan sadır olan en şumûllü, en yetkili ve üstel kudret olan ‘devlet’ de mahut değerler paradigmasından neşv-ü nemâ bulur. Devlet, değerlerimiz iktizasınca ve ihtiyaçlarımız icbarınca devlettir ve cemiyetimizin değerler sistemini de ekserî onun iman telakkisiyle en çok kıymet ve ehemmiyet atfettiği İslâm dini tayin,tesbit ve temin etmiştir. Hürriyet ise kişinin karşısında gerçek alternatiflerin bulunması demektir.(Güngör 2010:130) Hâl böyleyken; fert boyutumuzu ve cemiyet dokumuzu inşaa, vatanımızı ve tarihimizi ihata eden dinimizeİslâm’a, devletin rijit laiklik marifetiyle uzak durması, onu baskılaması, ona intisabında kararlı handiyse bütün bir millete mesafeli durması, varoluşsal bir ilişki ile Müslümanlığını anlamlandırıp açıklayan ferde haklarının ve hakkı olan imkanlarının kullanımı noktasında mânia çıkarması tek kelime ile garabettir. Bir devlet bir din taşımayabilir, ama, milletinin dinine karşı kayıtsız da kalamaz, kalmamalıdır, öyle bir şey yokmuş gibi davranamaz, davranmamalıdır. Devlet; milletinin dinini korumakla mükellef olduğunu bilmek mecburiyetindedir.(Hocaoğlu 1995:402) Devlet bu mecburiyetini ‘din ve vicdan hürriyeti’ne mütedair gerçek alternatifler yaratarak yerine getirebilir. Devlet, ‘kadük/psödö/sanki bir din ve vicdan hürriyeti’ ilan ederek zikredilen mecburiyetinin gereklerini yerine getirmiş sayıl(a)maz. Milletine itaat etmekle mükellef olan bir devlet, o milletin moralitesini ve tarihselliğini ve bunlar çerçevesinde tekevvün etmiş olan ‘değerlerini’ yok-sayabilemez, o milletin tarihselliğini yok-sayabilemez...Türkiye dinsiz insanların yaşadığı bir ülke olmadığı gibi, bir dinler mozayiği de değildir; gerek tarih içerisinde oluşmuş Türk milletinin ve gerekse de bu milletin berhayat olan uzvunun, yani Türk halkının, yani vatandaşlarının bir dini vardır ve bu dinin adı, İslâm’dır. Şu hâlde, devlet, kendisinin


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

olmasa bile milletinin ve halkının bir din sahibi olduğunu ve bunun da İslâm olduğunu bilmekle mükelleftir.(Hocaoğlu 1995:401) Öyleyse devlet, bahis konusu olan mükellefiyetini yerine getirmek ve vatandaşlarına gerçek bir ‘din ve vicdan hürriyeti’ sağlamak nâm-ı hesabına neler yapmalıdır? Evvel emirde devlet, her kurumu ve yetkilisiyle, Türkiye’nin laiklik tecrübesine müracaat etmeli ve bu tecrübeden ibret kesbetmelidir. En muteber müsteşar, deneyimdir. Türkiye’nin laiklik tecrübesi, neyin-nasıl yapılmaması gerektiği hususunda kâfî miktar done ihtiva etmektedir. Türkiye’de laiklik; sekter, rijit, dışlayıcı, müdahaleci, kamusal alanı betimleyici, militarist ve tepedenci bir tarzda tatbik edilegelmiştir. Cumhuriyet bidayetiyle, bidayetinde ve –sözde- bidayeti için evsafı tarif olunan tipte bir laiklik anlayışının en yoğuşmuş arketipini yürürlüğe sokmuştur. Cumhuriyet Laisizmi, ortodoks şekli itibariyle, Fransız Laisizmi gibi, dinin diskalifiyesi hedefine yönelmiştir. 1950’den sonra ilksel bazda dinin diskalifiyesi muhafaza edilmiş, ancak uygulamada yumuşaklık ve esneklik getirilmiştir; teorik olarak değilse de pratik olarak bir çeşit sekülerizm ile mûtedil bir laisizm arasında dolaşan belirsiz bir yol izlenmiştir.(Hocaoğlu 1995:392) Bu meyanda denilebilir ki; devlet aygıtı şimdiye kadar olan tecrübesi dahilinde de hududuna ve etrafına mütecaviz olacak derecede yoğuşturulmuş başlangıç laikliğinden imtina etmek durumunda kalmıştır. Cumhuriyet’in aşırı yoğuşturulmuş başlangıç laikliği, ‘keskin sirkenin küpüne zarar verdiğini’ doğrular bir biçimde; milletin devletinden ‘kaçınmasına’, ‘korkmasına’, ‘çekinmesine’, ‘kalben ondan kopmasına’, ‘zihnen kendisini onun bir karşıtı hissetmesine’ ve ‘tasvibini, a) laiklik gerekçesine müstenid ve devlete rağmen temerküz eden odaklara yöneltmesine b) laiklik gerekçesine müstenid ve devlete rağmen temerküz eden odakların laiklik haricindeki tezlerine de yöneltmesine’ sebebiyet vermiştir. Hâddini aşanın zıddına vasıl olacağı genel bir prensiptir. Laiklik devleti koruması beklenen bir kurgu iken, onu anlayışın ve onun uygulanışının çarpıklığı neticesinde, devleti ve milleti şerha şerha eden bir olgu derekesine düşmüştür, kendi karşıtlığına ve kendi karşıtlığını her ne amaca matufen olursa olsun vasıta kılabilenlere, bitip-tükenmez bir sermaye sağlamıştır. Türkiye’de bilhassa 1950’de D.P.nin halk iktidarını gerçekleştirmesi ile birlikte siyasî erk’in –tek başına, biricik kaynağı olmamakla beraber- en temel kaynaklarından birisi olarak, halk’ın, siyaset tiyatrosunda sadece seyirci olmaktan çıkıp aynı zamanda aktör olarak da rol almaya başlamasından itibaren, bir İslâmî diriliş hareketi de başlamıştır. Bu diriliş hareketi, bir ucunda, en basit dinî inanç ve ibadet özgürlüğü


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

talepleri ve diğer ucunda da fiilî bir siyasî İslâmcılık olan geniş bir spektrum oluşturmaktadır. Mütehakkim elitist-laisist zihniyet, bunların arasında pek fazla bir tefrik yapmadan hemen-hemen aynı kefeye koymuş, bütün spektruma genel olarak toleranssız ve hazımsız davranmış, fakat özellikle siyasî anlamda bir İslâm anlayışını, açık bir ‘düşmanlık’ olarak algılamıştır. Aynı duygu, büyük bir oranda, karşı taraf için de geçerli kabul edilebilir.(Hocaoğlu 1995:368) Devlet aygıtı hemen her vasıta ile ve hemen her fırsatta laiklik anlayışını millet üzerine teksif ettirmekten, millet ise demokratik mekanizmalar üzerinden idareye tesir edebildiği hemen her fırsatta ve hemen her alternetifle resmî laisizmi tekzip etmekten geri durmamıştır. Türkiye’nin laiklik tecrübesi, devlet ile millet arasındaki restleşmelerin bir derlemesidir. Bu hâlin; ulusal cinnet, millî fecaat ve tarihsel hata olduğunun tespiti güç değildir. Devlet, milleti ile restleşme lüksüne sahip bir unsur addedilemez. Milletin ise devleti ile restleşmek mecburiyetinden hasıl olan kayıpları saymak ile bitirilemez. Ümitvar kılıyor ki; Türkiye’nin –artık- pek çok cihetten mevcut olgunluğu, ulusal cinnetimize anayasal bir son vermek arefesindedir. Türkiye’nin laiklik meselesini genel bir konsensus ve anayasal bir zirve ile çözmesi nokta-i nazarında ‘laiklik olgusunu regüle edecek yeni bir anlayışa’ ve ‘laiklik algısından yana milleti kâni kılacak yeni bir mekanizmaya’ ihtiyacı olduğu açıktır. Zira laiklik mevzusunda; sürdürülebilir bir konsensusla devamlı yeni anlayış ve böyle bir konsensusa, yani millî mutabakatın din ve vicdan hürriyeti ayağına, binaen gerçekleşecek, cemiyetin teşhis edebileceği anayasal ve dolayısıyla yasal temeli bulunan pratikler olmaksızın, laikar baskılardan ve laik baskıcılardan muzdarip milletin kalbi ve itimadı kazanılamaz, muvafakatı alınamaz. Cumhuriyet’in laiklik tecrübesinden neyin-nasıl yapılmaması gerektiğine dair başvurulabilecek sayısız örneğin ışığında; laiklik olgusunu regüle edecek, sürdürülebilir bir konsensusla devamlı olabilecek bu yeni anlayış hakkında şunlar arz edilebilir: laiklik; din karşıtı bir fikir ve ideoloji ile kendini ve politik alanı tanımlamak anlamına gelmez. Katı olguculuk ve din karşıtı tutuma eşlik eden fikir ve ideolojiler laikliğin olması gereken asalları değildir.(Macit 2010:161) Millî egemenlik dünyada olanaklıdır ve dünyevî bir kavramdır. Fakat; bu dünyevî egemenliğin sahibi ve bütüncül sahibi niteliğindeki yegane kullanıcısı olan millet, millî egemenliğini tahakkuk edebilmek için ne cemiyet ne de fert ölçeğinde uhreviyyetinden arınmak ve/ya onu askıya almak zorunda değildir. Devlet ise; millî egemenliğini yerine getirecek milletin, uhreviyyetinden arındırılması çabasına girişmek hakkına yahut sorumluluğuna sahip değildir. Devletin hiç bir kurumu, böyle


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

bir hakkı veya sorumluluğu kendi uhdesinde vehmedemez. Laikliğin, icrasına mehaz verecek manası; bütünü bakımından sadece millete hasredilebilecek dünyevî iktidarın tahakkukunda, her hangi bir dinin dindarlığının, her hangi bir dindarlık biçiminin yada dinsizliğin bir tahakkuk imtiyazı-avantajı hâline getirilmesine mâni olmaktır. Cumhuriyet’in laiklik olgusunu regüle edecek, sürdürülebilir bir konsensusla devamlı olabilecek bu yeni anlayışın maksadı; milletin devletine itimad edebilmesini sağlamak, milletiyle kucaklaşabilen bir devlet aygıtını ortaya çıkarmak , sosyo-politik fay hatlarımızın daha da derinleşmesine sebebiyet verecek sarsıntılardan kaçınmak, toplumsal farklılıkların husumete değil rekabete dönüşmelerine müsait bir idarî-siyasîhukukî zemin yaratabilmektir. Cumhuriyet’in laiklik olgusunu regüle edecek, sürdürülebilir bir konsensusla devamlı olabilecek bu yeni anlayışın, cemiyetin teşhis ve ferdin tecrübe edebileceği anayasal ve bittabî yasal temeli bulunan pratikler şeklinde icra olunup, milleti kâni kılması adına mahut anlayışın ‘anayasal ekspresyonu’ gerekmektedir. Laikliğin; milli egemenliğin tahakkukunda ferdi ve/ya cemiyeti uhreviyyetini terk etmek, ferdi ve/ya cemiyeti inancından ve inançlılığından rücû etmek, bireyi her ne biçimde ve her neyeinanıyorsa inanmıyormuş, inanmıyorsa inanıyormuş gibi görünmek zorunda bırakmadığını vuzuha kavuşturacak mekanizmanın ‘negatif parlamentarizm’ gibi işleyen bir ‘negatif laisizm’ ile oluşturulması mümkündür. Bu mümkünatın izahı adına; ‘negatif laisizm’in onun gibi işleyeceği ‘negatif parlamentarizm’e şöyle yer verilebilir: Norveç, Hollanda, Avusturya, İzlanda ve Danimarka’da hükümet göreve başlarken güven-oyu verilmesi mekanizması bulunmamaktadır. Dolayısıyla parlamentonun rolü hükümeti doğrudan belirlemekten çok, kurulan hükümete göz yumarak yada karşı çıkmayarak görevde kalmasını izin vermek şkelinde ortaya çıkmaktadır. ‘Negatif Parlamentarizm’ olarak adlandırılan bu durum, parlamenter demokrasileri rasyonelleştirmeye dönük bir anayasa mühendisliği tekniği olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu tip sistemlerde; parlamentonun güvenine sahip hükümetlerden değil, güvensizlik-oyu vererek iktidardan düşürmediği hükümetlerden bahsetmek daha gerçekçi olacaktır. (İba 2010:57,58)


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

Negatif laisizm mekanizması ile, tıpkı negatif parlamentarizm mekanizmasının rasyonelleştiricilik fonksiyonu gibi, insanımızın inancı ile hayatı, maneviyatı ile anayasal düzende var olması arasındaki bir cumhuriyet geleneği hâline gelen gerilim giderilebilir. Kamu; evvelce zikredilen gerçek bir din ve vicdan hürriyetini milletine sunmak mesuliyetini yerine getirebilmek ve militarist laisizmi nefyettiğini subuta erdirmek için; a) kamusal alanı sivil toplumuna bırakmış, b) ne ferdin ne de toplulukların sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik ‘yapıp- etmeleri’ni özel bir dikkatle tecessüs etmeyen, c) her hangi bir ‘şey’in kendi öngördüğü müdahaleci laiklik kıstasınca var olmasını ve var kalmasını sağlamaya çalışmayan, d) laikliği ‘olduran’/ ‘oldurması gereken’ bir faktör gibi telakki etmeyen, e) olan her hangi bir ‘şey’in, mutlaka resmî laiklikle muttasıf bir ‘şey’ olması saplantısından, laiklikten ne anladığını tashih ederek kurtulmuş, ve f) neyin laik olduğunu, laikçe oluştuğunu yahut ne kadar laikar bulunduğunu değil ancak neyin/kimin/kimlerin din ve vicdan hürriyetini zedeleyerek, toplumsal huzur ve uzlaşıyı tehdit ederek laikliğin hududunu zorladığı üzerinde yoğunlaşan bir selektif merkez pozisyonunda yer almalıdır. Devlet, negatif laisizm mekanizmasında, neyin ve kim(ler)in laik olduğunun, nasıl laik olunması gerektiğinin tespiti ile uğraşmaz, o; ‘din ve vicdan hürriyeti’ ile ‘toplumsal huzur ve uzlaşma’ ölçütleri çerçevesinde ‘din ve vicdan hürriyeti’nin sınırlanmaması, maksadına mütenakız kullanılmaması, toplumsal huzurun korunması ve uzlaşının bozulmaması için ve sadece bu kadar yetkilidir. Devlet laiklik prensibini laik bir dünya yaratmak amacıyla değil, vatandaşlarının her neviden ‘yapıp etme”lerinde ve etkileşim içerisinde bulundukları bütün ‘yapıp-etme”lerde hukuklarını korumak maksadıyla işletir. Devletin, Türk Milleti’nin millî varlığına hizmet etmek, topluma karşı sorumluluklarını yerine getirebilmek ve vatandaşlarının haklarını sağlayıp hukuklarını teminat almak vazifelerini ikmal edişi, anayasada serlevhalaşacak bir millî mutabakat başlığı altında serimlenmeye gayret edilmiştir. Millî mutabakat için gerçek bir ‘din ve vicdan hürriyeti’ bahsinde ise; özü ‘laiklik olgusunu regüle edecek yeni bir anlayış’ ve biçimi ‘laiklik algısından yana milleti kâni kılacak yeni bir mekanizmaya:negatif laisizm’ diye ifade olunan hususlara, yenilenen anayasada yer verilmesinin elzem olduğu düşünülmektedir. Ayrıca; mezkûr iki elzem hususun anayasal boyutta şu üç noktadan desteklenmesi de zarûrî görülmektedir:


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

a)Anayasa, ‘din ve vicdan hürriyeti’ dairesinde ibadet imkanlarına dayanak verecek düzenlemelere mündemiç bulunmalıdır. Hassaten de; Müslüman bir milletin hayatının olağan akışında ibadet, olağan-dışı bir durum değildir. Kamusal alanın ve sosyal hayatın dahilinde, isteyen herkesin ibadetini rahatça yapabilmesi hususunda idarî düzenlemeler ve fizikî zenginleştirmeler yapılacağı yenilenen anayasadan sarahâten anlaşılabilmelidir. b)Anayasanın dibacesinde, hukukun sorumluluk ilkesi çerçevesinde, milletin inancının ve inançlılığının tanındığı gibi inandığının da anılıp tanınması, devlet aygıtının kendini ilahî bir varlık mertebesinde ve kudretinde görmediğinin ve göremeyeceğinin aktarılması, devlet erkinin rölatif bir iktidar olduğuna vurgu yapılması, kamunun dahi muhtelif cihetlerden mukayyed bir organizasyon olduğuna farkındalık oluşturulması hasebiyle tanrının adına yer verilmeli, Türkiye Cumhuriyeti’nin yenilenen anayasası, –Allah’ın adı ile- ibaresi kullanılarak başlamalıdır. c)Diyanet İşleri Başkanlığı’nın; kesinkes her türlü siyasî müdahâleden uzak bir konumda, Müslüman vatandaşların vergileri ile finansmanı sağlanarak, her mezhepten Müslüman’a uygun hizmeti-uygun tarzda verebilecek yetkinlikte faaliyet göstereceği anayasal hükme bağlanmalıdır. Devletin, milletin inancına saygı ve ihtimam göstermesi gerekliliği ile bu cümleden ve ‘kamusal alanın ve sosyal hayatın dahilinde, isteyen herkesin ibadetini rahatça yapabilmesi hususunda idarî düzenlemeler ve fizikî zenginleştirmeler yapılmalıdır’ tespitine binaen; dinî bayramlar gibi Cuma Namazı ibadetinin ve Müslümanlar’ın Cuma teşkilatlılığının da, doğrudan bir anayasa hükmüyle olmasa da, anayasanın ‘din ve vicdan hürriyeti’ hükmünün bir ilineği olarak tanındığı açıktır. Bu minvalde; Diyanet İşleri Başkanlığı’nca Cuma Namazı ibadeti için hizmet verilirken, hutbelerin ancak resmî dil ile irad edilmesi sürdürülmelidir. ‘Yenilenen Anayasa’da Din ve Vicdan Hürriyeti’ bahsinde ele alınan bütün hususların, yapılan tüm analizlerin ve kritiklerin biricik gayesi; Türk Milleti’nin devleti ile sürtüşerek yıpranmak yerine devleti ile güçlenip, ferahlayıp ilerlemesine kuramsal bir arka-plan ve pratik geçerliliği olan çözümler sunmaktır. D) YENİLENEN ANAYASA’DA ADALET ÖRGÜSÜNE DAİR: Bir ülkenin adalet örgüsü, fertlerin haklarınının ve imkanlarınının, cemiyetin ise huzurunun ve dirliğininin daim ve kaim olması bakımından ‘müttefikûn aleyh’ bir öneme haizdir. Adalet örgüsünün etkinliği ve yetkinliği bakımından tavsaması, bir ülkenin en genel ve en derin manada nizamının kaybolduğuna işaret etmektedir ki; düpedüz nizam demek olan devlet aygıtı açısından böylesi bir durum varoluşsal bir tutarsızlık ve ilksel bir mesned kaybı manasına gelecektir. Adalet örgüsünün yetkinliğinin, yani carî hukuki düzenlemelerin toplumsal vicdana riayet ediyor ve toplumsal düzeyde bir itminan hasıl ediyor oluşunun, adalet örgüsünün etkinliğini


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

domine ettiğinden, şeklin muhtevaya râm bulunuşu benzeşiminden hareketle, bahsedilebilir. Türkiye’nin adalet örgüsünün yetkinliğinin dahi, milletin değerlerini gözeterek, toplumsal vicdana riayet ederek ve hakkaniyetin pekiştirilerek sağlanabileceğini öngörmek zor değildir. Nitekim; Bir ülkenin kanunları, o toplumdaki ahlâk kurallarının resmî müeyyide altına alınmış şekilleri olmalıdır. Kanunlarla ahlâk kuralları birbirine uymadığı zaman, insanlar bunlardan birini çiğnemek zorunda kalırlar.(Güngör 2010:86) Adalet örgüsünün içeriği bazındaki eksiklikleri itibarıyla, toplumdaki ahlâk kuralları ile çelişmesi ve böylece devletin, insanların ahlâkları ile yaşadıkları ülkenin geçerli kanunları arasında bir tercihe mecbur edilmesine araçlaştırılması hakkaniyet ile bağdaşmadığına ve ihtilâlci, inkılapçı düzenlerin ahlak yaratacak bir hukuk tedvin etme gayretleri misalince toplumsal vicdan ile çelişen kanunların yeni bir sosyal ahlak ihdas etmeleri demokratik sayılamayacağına göre adalet örgüsü için insan hak ve onuruna, toplumsal vicdan ve ahlâka göre hizalanmak zarûridir. Türkiye’nin muhteva bazında insan hak ve onuruna, toplumsal vicdan ve ahlâka göre hizalanması lüzum eden adalet örgüsü etkinliğinin, anayasal bir yetkinlikle tecessüm edebilmesi açısından; a) Hakların kullanımının âmir, hakların kısıtlanmasının istisna kılınması, b) Adil ve seri yargılamanın sağlanabilmesi noktasında devlet aygıtının kendisini en ileri bağlayıcılık noktasında mukayyed kılması ve bağlılığına riayet edecek tarzda re-organize olması, c) Adil ve seri yargılamanın mütemmim bir cüzü olan tutukluluk sürelerinde hakkaniyetin sağlanması, uzun tutukluluk sürelerinin muhakeme edilmeden verilen ceza hâline getirilmemesi ve bu konunun adalet sistemi, devlet düzeni ve itibarı bakımından kamu vicdanını yaralayışının bertaraf edilmesi, d) Kamu vicdanını şerha şerha eden, oluşturduğu menfî intiba ile adalet sistemini sakatlayan, millî şuurda hiçbir makul gerekçe ile izahı kâbil olmamış, en ufak bir müsbet neticeyi ibraz etmemiş bulunan idam cezasının kaldırılması hatasından rücû edilmesi, idam cezasını gerektiren hâller, terör cürmü de dahil olmak üzere, yeniden ele alınarak idam cezasının adalete iade edilmesi, e) Adaletin bütünlüğünü tesis etmek ve hiç bir kişi için kamu yararı ile açıklanamayacak dereceden bir ayrı yargılama tahsisinin mümkün olmadığını tahkim etmek bakımlarından ‘Askerî Yargı’ uygulamasına son verilerek sadece Disiplin Mahkemeleri’ne yer verilmesi, f) mücessel kılınmış düzenlemelere mütedair yargı organın yerindelik denetimi yapamayacağının kesinlenmesi ve g) Anayasa Mahkemesi’nin ve ‘Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısına ve işleyişine ilişkin referandum ile millî muvafakat almış değişiklerin demokratik iyileştirmelerle genişletilmeye açık olarak korunması gündeme alınmalıdır.


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

Adalet örgüsünün yetkinliğinin ve etkinliğinin tam anlamıyla tekamül ve temayüz edemediği bir Türkiye’nin, birliği, bütünlüğü ve sağlıklı ilerleyişi ancak naif bir hayal zaviyesindedir. E) SONUÇ: Başlarken; Tarihte ‘büyük millet’ keyfiyetine nail olmuş milletler için büyüklüklerinden vazgeçmek aynîyle kendiliklerinden, kendi varlıklarından da vazgeçmek manasına gelmiştir denilmişti. Yakın tarihimiz, Türk Milleti’ni cebren kendi varlığından, istiklâl ve hükümranlığından vaz geçirmeye, caydırmaya matuf gayretlere sahne olmuştur. Tüm bu hasmâne çabalar millî şecaat ve hamiyet ile bertaraf edilmiş, Türk Milleti, istiklâlini ve hükümranlığını korumayı bilmiştir. Yakın tarihimiz bir de; Türk Milleti’ni fitne, kargaşa, bölücülük, misyonerlik, hile, kara ve gri propaganda, bilgi kirliliği, talan ve hakaretle kendi varlığından, istiklâl ve hükümranlığından vaz geçirmeye, onu kendinden ikrah ettirmeye matuf gayretlere sahne olmuştur ki, mezkûr gayretler hâlen ve alenen de devam etmektedir. Tüm bu hıyanet çabaları ise, millî feraset ve teavün ile boşa çıkarılmıştır-çıkarılmaktadır, Türk Milleti yüksek karakterini muhafaza etmeyi başarmıştır-başarmaktadır. İçinde bulunulan anayasa yenileme süreci de son tahlilde; ya Türk Milleti’nin yüksek karakterini, istiklâl ve hükümranlığını tahkim edecek bir tarzda ilerleyerek aziz milletimizin tarihsel devamlılığına katkı sunacaktır yada Türk Milleti’nin çokça karşı karşıya kaldığı ve millî hasletlerine istinaden çabalarını daima boşa çıkardığı mel’un hile ve hıyanet odaklarınca istismar edilecektir.


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

Türk Milleti’nin millî varlığına, tarihsel devamlılığına ve sürdürülebilir uzlaşısına serlevhalık teşkil edecek bir yenilenmiş anayasa için elzem görülen hususlar, bu kısa çalışmada arz edilmeye çalışılmış; eğitim hakkına dair, Türkiye’yi “Lider Ülke”, Türk Milleti’ni “büyük millet” ülküsüne taşıyabilecek, din ve vicdan hürriyetine dair, gerçek bir hürriyeti ifade edebilecek, milletin devleti ile kucaklaşmasını sağlayabilecek, adalet örgüsüne dair ise, hakkaniyet ruhuna sahip, içtimaî vicdan ile çatışmayan bir adalet sistemi bina edebilecek çalışmalara düşünsel katkılar sunulmuştur. Yer verilen tespit ve kritiklerin en azından düşünmeye teşvik etmek açısından faydalı, anayasa yenileme sürecinin ise Yüce Türk Milleti için hayırlı olması temennisi ile.

KAYNAKÇA GÜNGÖR Erol (2010); ‘Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk’, 6.Basım, Ötüken Yay., İstanbul. İBA Şeref (2010); ‘Türkiye İçin Başkanlık Ve Yarı-Başkanlık Sistemi: Düğüm Mü?,Çözüm Mü?’ Türkiz Dergisi Sayı:4, Ankara. MACİT Nadim (2010); ‘Dünya-Dil Sistemi ve Dinî Söylem’, Sarkaç Yay., Ankara. MACİT Nadim (2012); ‘Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nadim MACİT ile Söyleşi’, “Eğitimin Sesi Dergisi Sayı:38”, Türk Eğitim-Sen. Yayını, Ankara. HOCAOĞLU Durmuş (1995); ‘Laisizm’den Millî Sekülerizm’e Laiklik Sorununun Felsefî Çözümlemesi’, Selçuk Yay., Ankara.


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

ANAYASA ÇALIŞMALARINA DAİR NOTLAR… TARİHİMİZDE ANAYASA ÜZERİNE ÇALIŞMALAR SENED-I İTTIFAK Kabakçı Mustafa isyan’ının III. Selim’i tahttan indirmesi sonucu Alemdar Mustafa Paşa geçici de olsa otoriteyi sağlamış ve II. Mahmut’u tahta çıkartmıştır. Otorite’nin sağlamlaştırılması adına Alemdar Mustafa Paşa, Eylül 1808’de İstanbul’da ayanlarla bir araya gelerek ‘meşveret-i amme’ adı altında toplantı yapmıştır. Bu toplantı sonucunda devlet yöneticileri ve ayanlar arasında yedi maddelik bir senet (sened-i

ittifak) imzalanmıştır. Giriş, yedi şart ve bir ek’ten oluşan senedin ana felsefesi devlet işlerinin ancak görevliler tarafından yapılabileceği, sadrazam’ın devlet yönetiminde ki yeri, devlete karşı ayaklanma durumunda ayanların yardım sözü ve ayanlara güvence verilmesidir. Sened-i İttifak meşruti yönetimin ilk belgesidir. Sened-i İttifak’ta devlet organları arasındaki ilişkilerin ve ayanların haklarının düzenlendiği görülmektedir. Bu da sened-i ittifak’ın maddi anlamda anayasa niteliği taşıdığını göstermektedir. Ancak, senedin kanunlardan üstün olduğunu gösteren bir husus olmaması, şekli anlamda anayasa olamayacağını göstermektedir.

T ANZIMAT FERMANI II. Mahmut tarafından tasarlanan bu ferman, II. Mahmut’un ölümü üzerine oğlu Abdülmecit adına Gülhane parkında, Kasım 1839’da okunmuştur. Gülhane Hattı Hümayunu (Tanzimat Fermanı) padişahın tek taraflı beyanıdır. Ferman’ın içeriğini özetleyecek olursak; mali güce göre vergi, devlet harcamalarının kanuniliği, ceza yargılamalarına karşı güvenceler, mülkiyet hakkı, eşitlik ilkesi (din ayrımı yapılmaksızın herkes eşittir), hukuk’un üstünlüğü( kanunlar hem padişahı, hem ulemayı hem de devlet görevlilerini bağlar ) gibi maddeler fermanın temelini oluşturmaktadır. Şu gerçek göz önünde bulundurulmalıdır ki, ilk kez bir hükümdar, kendi isteği ile yetkilerini sınırlandırmıştır. Tanzimat Fermanı, devletin temel kuruluşunu, devlet organlarının birbiriyle olan ilişkilerini göstermemektedir. Bu nedenden dolayı ferman, şekli anlamda anayasa değil ancak, maddi anlamda anayasa niteliği taşıyan bir belgedir. ISLAHAT FERMANI Kırım savaşı sonucunda, Rusya’nın müdahalelerine karşı korunmanın bedeli olarak, dış etkiler altında ilan edilmiştir. Tanzimat fermanının genişletilerek hazırlanmış şeklidir. Gayri Müslimlere ek haklar vermektedir. Ferman sonucunda; yabancılara Osmanlı topraklarında okul açma hakkı verilmiş, mülk edinme hakkı verilmiş,


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

patriklerin ömür boyu makamında kalması ve yeni kiliseler açılması taahhüt edilmiştir. Devlet’in parçalanması hızlandıran etkenlerden olan bu ferman Osmanlıda anayasacılık noktasında atılan adımlardan biri olmuştur. I. MEŞRUTIYET Devlet’in geleceğini, meşruti bir yönetimde gören Genç Osmanlılar, anayasayı yürürlüğe koyma vaadinde bulunan II. Abdülhamit’in tahta çıkmasını sağlamışlardır. Bu noktada ilk iş olarak ‘Cemiyet-i Mahsusa’ adı altında bir komisyon kurulmuştur. Bu komisyon Belçika, Fransa ve Prusya anayasalarında n faydalanarak bir taslak hazırlamıştır. Meclis-i Vükela’nın (bakanlar kurulu) onayından geçen metin, Aralık 1876’da Padişah tarafından kabul edilmiştir. İlk Türk Anayasası olan Kanun-i Esasi’nin kabulü ile mutlaki yönetimden meşruti yönetime geçilmiştir. Kanun-i Esasi hem şekli yönden hem de maddi yönden anayasa niteliği taşımaktadır. Meşruti yönetimin getirisi olarak ta ilk Osmanlı Meclisi Mart 1877’de açılmıştır.

II. MEŞRUTIYET Kanun-i Esasi’nin 7. Maddesinde ki fesih hakkını kullanan II. Abdülhamit, Mart 1877’de meclisi feshetmiştir. Böylelikle

otuz yıl boyunca meşruti yönetim ötelenmiştir. Ancak, Jön Türklerin eylemlerinden çekinen II. Abdülhamit, Temmuz 1908’de Meclis-i Mebusan’ı tekrar toplanmaya çağırmıştır. Zor bir siyasi süreç ve 31 Mart vakası gibi olayların ardından II. Abdülhamit tahttan inmiş ve yerine Mehmet Reşat geçmiştir. Meclis’in yeniden açılması ile yeni bir anayasa yapmak yerine 1876 anayasası (Kanun-i Esasi) üzerinde 21 maddelik bir anayasa değişikliği yapılmıştır. Böylelikle Kanun-i Esasi’nin gerekli yerleri revize edilerek güne uygun şekle getirilmiştir. MILLI MÜCADELE DÖNEMI VE CUMHURIYET

Mondros Antlaşması’nın imzalanması ve İstanbul’un işgal edilmesiyle devam eden süreç sonucunda Anadolu’nun çeşitli illerinde kongreler düzenleyen Mustafa Kemal, Ankara’da yeni bir meclis’in açılması için harekete geçmiştir. BMM Nisan 1920’de yeni seçilen vekiller ve eski Meclis’i Mebusan üyelerinin katılımı ile açılmıştır. Savaş halinde olunmasından dolayı, detaylı bir anayasa hazırlamak yerine, temel maddelerden oluşan 24 maddelik Teşkilat-ı Esasi “yeni” anayasa olarak kabul edilmiştir. Milli egemenliği temel alan yeni anayasa, yasama yürütmenin mecliste olduğunu,


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

meclis’in bakanları belirtmiştir.

değiştirebileceği

Kurtuluş savaşının kazanılması ile Osmanlı devleti son bulmuş ve yeni devlet rejimini ilan etmiştir. Ekim 1923’te Teşkilatı Esasi’de yapılan değişiklikler ile Ankara’nın başkent olduğu, Cumhuriyet rejimine geçildiği ilan edilmiştir. Ancak mevcut anayasa devlet’in ihtiyaçlarını karşılayacak kadar ayrıntılı değildir. Bu nedenle kapsamlı bir anayasa yapma çalışmalarına başlanmıştır. Yeni bir devlet, yeni bir rejim ile yeni bir anayasa Teşkilat-ı Esasi, 1924’te yürürlüğe girmiştir.

Kanun-i Esasi’ye göre devlet’in resmi dili Türkçe’dir. Başkent’i İstanbul’dur Egemenlik noktasında açık bir madde yoktur. Ancak egemenliğin millete ait olduğunu gösteren bir madde olmaması, saltanatın anayasada belirtilmesi, egemenliğin Padişaha ait olduğunu göstermekte dir. Kanu n-i Esasiye göre, Osmanlı Devletinde herkes dini ve mezhebi ne olursa olsun ‘Osmanlı’ sayılmıştır. Her hangi bir etnik unsurun kimlikte yer alması söz konusu olmamıştır. Vatandaşlık ta ‘tek’ olmak esas alınmıştır.

İlk olarak 1876 Kanun-i Esasi ile anayasa yapan Türkler, yeni devlet ve yeni rejim ile 1924’te Teşkilat-ı Esasi’yi kabul etmiş ve bu süreç 1961 ve 1982 anayasaları ile devam etmiştir. ANAYASALARIMIZIN EKSENDE İNCELENMESİ

Anayasanın genel hükümlerine baktığımızda Osmanlı’nın monarşik bir devlet olduğu görülür. 3. Madde de saltanatın Osmanlı soyuna ve en büyük evlada ait olduğunun yazılması bunun göstergesidir.

‘TEMEL’

KANUN-I ESASI (1876) İlk anayasamız olan Kanun-i Esasi 119 madde ve 12 fasıldan oluşmaktadır.

Devlet dairelerinde memur olmanın şartı Türkçe bilmeye bağlanmıştır. Bu maddelerin haricinde de, mülkiyet hakkı, kişi güvenliği ve hürriyeti, ibadet hürriyeti, basın hürriyeti, Öğretim hürriyeti ve haberleşme gizliliği gibi temel haklar anayasa ile güvence altına alınmıştır. Yasama, yürütme ve yargı noktasında da düzenlemeler yapılmıştır.


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

T EŞKILAT-I ESASIYE ( 1921-1924) İstanbul’un işgal altında olması sonucu yeni bir meclis Ankara’da kurulmuş ve savaş şartlarının da etkisi ile kapsamlı yeni bir anayasa yapılamamış ve onun yerine 1921’de, temel esaslardan oluşan 24 maddelik Teşkilat-ı Esasi kabul edilmiştir. Savaşın bitmesi ve yeni devlet ile birlikte yeni rejimin ilan edilmesi sonucu yeni kapsamlı bir anayasa yapılmış ve 1924’te Teşkilat-ı Esas-i kabul edilmiştir. “Yeni” anayasaya göre Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir. Türkiye devleti, Cumhuriyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve Devrimcidir. Resmi dili Türkçedir. Başkenti Ankara’dır. Egemenlik kayıtsız milletindir ilkesi benimsenmiştir.

bir hukuk devleti olduğu vurgulanmıştır. Yine aynı şekilde devlet’in ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olduğu, resmi dilinin Türkçe olduğu, başkent’in Ankara olduğu, egemenliğin Türk Milletine ait olduğu yeni anayasada belirtilmiştir. Teşkilatı Esasi de olduğu gibi, vatandaşlık tanımı yapılmış ve “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” denilmiştir. 1961 Anayasası her ne kadar devlet’in temel felsefesinden taviz vermese de özgürlükler noktasında birçok kez eleştirilmiştir. Batılı toplumların özgürlüklerin kötüye kullanılmaması noktasında gerekli sınırlandırmaları benimsemiş olmalarına rağmen bu durum

şartsız

Vatandaşlığın tanımı yapılmış ve “Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese ‘Türk’ denir.” denilmiştir. 1961 ANAYASASI “Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti…” sözleri ile başlayan dibaceye sahiptir 1961 Anayasası. Gerçekleşen ihtilal sonucunda yeni bir meclis kurulması ile yeni bir anayasa yapılması ihtiyacı doğmuş ve kurucu meclis tarafından yeni anayasa hazırlanıp kabul edilmiştir. 1961 Anayasası her ne kadar “yeni” bir anayasa olsa da 1923’te kurulan cumhuriyetin temel özelliklerini devre dışı bırakacak nitelikte bir anayasa olmamıştır. İlk maddesinde devlet’in bir cumhuriyet olduğu belirtilmiş ve 2. Maddede milli, demokratik, laik ve sosyal

1961 anayasasında eksik kalmıştır. 11.madde bunun açık örneklerindendir. Madde de; “Temel hak ve hürriyetler, Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak ancak kanunla sınırlanabilir. Kanun, kamu yararı, genel ahlak, kamu düzeni, sosyal adalet ve milli güvenlik gibi sebeplerle de olsa bir hakkın ve hürriyet’in özüne dokunulamaz .” denilmiştir. Birçok eleştiriye maruz kalan bu madde 1971 yılında yapılan değişiklik ile yeniden düzenlenmiştir. 1982 ANAYASASI Uygulamaya konulduğu 1982 yılından bu yana şuan hala yürürlükte olan anayasa üzerinde toplam 17 kez değişiklik yapılmıştır. Geçici maddelerle birlikte


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

toplam 194 maddeden oluşan anayasanın bugüne kadar 105 maddesi değiştirilmiş 4 maddesi de yürürlükten kaldırılmıştır. Böylece birim madde bazında %56’sı genel ağarlık kapsamında ise 3’te 2’si değiştirilmiştir. Dibacesine baktığımızda; “Türk vatanı ve Türk Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Tür Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkelleri doğrultunda…” sözleri ile başlamakta ve “Türk Milleti tarafından, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.” Sözleri ile bitmektedir. Dibacesine dahi baktığımızda kurucu cumhuriyet fikrine sadakat içinde olduğu anlaşılan anayasanın temel hükümleri de yine aynı şekilde kurucu felsefeye aykırı değildir. İlk maddesi devletin bir cumhuriyet olduğunu ifade etmekte ve ikinci maddede ise Türkiye Cumhuriyeti’nin toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğunu söylemektedir. Üçüncü madde, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü, dilinin Türkçe olduğunu, bayrağının beyaz ay yıldızlı al bayrak olduğunu, milli marşının “istiklal marşı” olduğunu ve başkentinin Ankara olduğunu belirtmektedir. Ayrıca bu maddelerin değişmezliği 4. Madde ile koruma altına alınmaktadır. Vatandaşlığın tanımı da yine aynı şekilde 1924 anayasasındaki gibidir. Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk sayılmıştır. 1982 Anayasasında 17 defa değişiklik yapılması göstermektedir ki,

yasalar günün şartlarına göre ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yenilenmiş çağa ayak uydurur hale gelmiştir. GÜNÜMÜZDE ÇALIŞMALARI

“YENİ”

ANAYASA

Mevcut anayasamızda yapılan 17. değişikliğin gündeme geldiği zamandan bu yana 1982 anayasasının tamamen kaldırılıp yeni bir anayasa yapılması da gündemdedir. Bu noktada 1982 anayasasına birçok itiraz sıralanmıştır. Bunların başında öncelikle 1982 anayasasının darbe anayasası olduğu söylenmiş ve sivil bir anayasa istendiği dile getirilmiştir. Aynı çevrelerin bir başka söyleminde ise anayasanın yamalı

bohçaya döndüğü ahengini kaybettiği belirtilmiştir. Aslında bu iki söylem bile birbirini çürütmektedir. 1982 anayasasının madde bakımından %56’sının ağırlık bakımından da 3’te 2’sinin değiştiğini ve toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak ve çağa ayak uyduracak şekilde yenilendiğini düşünürsek “1982 anayasası” için darbe anayasası söylemi yanlıştır. Öyle ki hala darbeci zihniyete hizmet eden maddeler varsa kaldırılarak ya da yenilenerek bu sakıncalar giderilebilir. Ayrıca anayasalar üzerinde toplumun ihtiyaçlarına göre değişiklikler yapmak anayasanın ahengini bozmaz. Gelişmiş ülkelerde anayasalar, kurucu irade ve devletin kuruluş esasları muhafaza edilerek geliştirilmektedir. Mesela ABD, 250 yıldır bunu yapmaktadır. “Yeni” bir anayasa yerine sürekli anayasasını geliştirmektedir.


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

O zaman 1982 anayasasında sıkıtılar varsa ve bu anayasada aksayan ya da topluma cevap veremeyen maddeler varsa neden kapsamlı bir reform yapmak yerine “yeni”, “sıfırdan” bir anayasa yapmakta diretilmektedir? Bunun için anayasayı değiştirmek isten iktidar yetkililerinin söylemlerine bakmak gerekmektedir. Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın düşünce dünyasına inmek için ilk olarak 1993 yılında yaptığı tartışmalara bakalım; RTE: Şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nde 27 etnik grup yaşamakta. Bu 27 etnik grubun da varlıklarının tanınması gerekmektedir. ‘Türkiye Türklerindir’ gibi tezler yanlıştır.

Türkiye, Türkiye’de yaşayan herkesindir. Soru: Örneğin Kürtler biz ayrı yaşamak istiyoruz diyebilirler. RTE: Bu durumda belki Osmanlı Eyaletler sistemi benzeri bir şey yapılabilir. Başka bir örnek verecek olursak; “Gazete yazmış ’Türkiye Türklerindir’diye, ahlaksız bu hayâsız. Türkiye’de sadece Türkler yaşamıyor. Türkiye’de Kürt’ü de var. Laz’ı ve Çerkez’i de var. Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tür diyor. Olmaz öyle şey.” (2. Cumhuriyet Üzerine Tartışmalar, Milliyet gazetesi yayınları.)

AKP’nin diğer yetkililerine baktığımızda AKP Grup Başkan Vekili Ayşenur Bahçekapılı, Neşe Düzel’e verdiği demeçte şöyle diyor: “Ayrıca vatandaşlık tanımı da değiştirilecek. Herkes kendi etnik kökenini ifade edebilecek (sanki ifade edemiyor muş gibi) ve üst kimlik olarak ’Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım’diyecek. İşte bu sorunu çözer.” Neşe Düzel soruyor: “Vatandaşlıkta Türklük tanımı kalkacak öyle mi?” Bahçekapılı cevap veriyor: “Tabii. Yoksa demokratikleşmeyi yapamazsınız. AKP milletvekili, E. Büyükelçi Yaşar Yakış ise: “Anayasada ırka (kastettiği Türk ) dayalı tanımlar zaman dışı kaldı.” Yani dünya anayasalarından Yakış’a göre millet isimleri çıkmış. Oysa Fransız Anayasasında Fransız halkı 5 defa geçiyor. Alman Anayasasında Alman halkı 45 defa geçiyor. Üstelik Alman Anayasası işgal altında yazılmış bir anayasa. İspanyol Anayasasında 20 defa İspanyol kavramı geçiyor. Ermeni Anayasasında 6 defa Ermeni deniliyor. Aslında Yaşar Yakış doğru söylemiyor. Dünyanın bütün Anayasalarında anayasanın ve devletin sahibi olan millete atıf var. Bunlarla birilikte, başbakan yardımcısı Bülent Arınç’ın değiştirilemez maddelerin değiştirilebilmesinde mahsur görmediği mealine gelen açıklamaları göz önüne alındığında aslında görülmektedir ki, yapılan çalışmalar anayasada ki kurucu irade ve devletin kurucu esasları üzerinde değişiklik yapmayı esas almaktadır. Türk Milleti anayasada yok sayılarak olmayan bir Türkiye Milleti yaratılmak istenmektedir. Dünya anayasalarına baktığımızda böyle bir uygulama görülmezken bu tür durumların başka ülkelerde olmadığı yalanı ile halk kandırılmak istenmektedir. Türk Milleti’nin tapusu olan anayasadan Türk Milletini çıkartmak tapuyu sahipsiz


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

bırakmak ve bu topraklar üzerindeki hukuki varlığımızı yok saymaktır. Ne yazık ki art niyetli bu çalışmaların tek tarafı iktidar partisi değil, “yeni” sıfatını sürekli vurgulayan ana muhalefet partisi CHP’dir de. Kemal Kılıçdaroğlu’nun Türk Milleti yerine Türkiyelilik üzerinde durması düşündürücü olduğu gibi, Habur Sınır kapısında Şenliklerle karşılanan teröristlerin avukatlığını yapan Sezgin Tanrıkulu’nun Yeni CHP’nin Genel Başkan Yardımcılarından olması, CHP’nin anayasa komisyonunda nasıl bir tavır izleyeceğinin de tahminlerini zorlaştırmamaktadır.

Devletinin ve Milleti’nin bekasından yana olanlar bu oyunu bozarlar. Son söz olarak; Meclis eğer gerçekten bu halkın yararına bir girişimde bulunmak istiyorsa yeni bir anayasa yerine, yürürlükte olan anayasa üzerinde meclisteki partilerle

Birçok dış destekli sivil toplum kuruluşunun da bu yönde açıklamalar beyan etmesi, anayasadan Türk Milleti’nin çıkartılmasını, yerine Türkiyelilik kavramının getirilmesini istemesi ve bu kuruluşların “yeni” anayasa çalışması yapanlar tarafından itibar görmesi bu çalışmaların nasıl bir art niyet ile ilerlediğinin de ayrı bir göstergesidir. Bu kadar çok şer odağı bir araya gelmişken ve Milli-Üniter Devlet hedef alınmışken, Milli-Üniter devletin ve anayasanın ilk üç maddesi’nin teminatı olan, Türk Milleti’nin bekasını savunanları temsil eden MHP’nin Anayasa Komisyonunda yer alması düşündürücüdür. Temenni edilir ki, Türk

birlikte reform yapmalıdır. Eğer reform yerine yeni anayasada hala diretiliyorsa bilinmelidir ki bu çalışmalar art niyetlidir ve devletin kurucu felsefesini hedef almıştır.

Metehan Çağrı Not: Bu yazı, 1. SözKonusu.Net Çalıştayında “Türk Milliyetçisi Gençlerin Anayasa Çalışmalarına Bakış Açısı Ne Olmalı” başlıklı oturumda şahsım tarafından sunulmuştur.


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

TANZIMAT'TAN GÜNÜMÜZE ANAYASA MEFHUMU VE YENI ANAYASA Sözlük anlamıyla; Bir devletin yönetim biçimini belirten, yasama, yürütme, yargılama güçlerinin nasıl kullanılacağını gösteren, yurttaşların kamu haklarını bildiren temel yasa olan anayasa, en basit tanımıyla Keynes’in dediği gibi ‘’tüm normların üzerinde yer alan hukuki norm’’dur. Anayasa, devletin temel işlevlerini düzenleyen, görev dağılımı yapan, devlet ile bireyler arasındaki ve bireylerin kendi arasındaki ilişkileri düzenleyen, bireylerin haklarını ve özgürlüklerini korumakla kalmayıp bu hak ve özgürlüklere devlet - toplum yararına kısıtlama getiren kurallar üstü kuraldır. Toplum hayatını düzenleyen bütün kurallar, kurallar üstü kural diyerek tanımladığımız anayasaya uymak zorundadır. Dünyanın çeşitli bölgelerinde, milletlerin sosyolojik, kültürel, siyasal ve ahlaki yapılarına uygun olarak düzenlenmiş çeşitli anayasalar mevcuttur. Bu anayasaların hükümleri kimi ülkelerde (Örneğin İngiltere’de ki gibi) yazılı belgelere dökülmeden sadece geleneksel ve ‘’temaüli’’ olarak işlerken, kimi ülkelerde de (Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde olduğu gibi) yazılı olmak kaydıyla ‘’şekli’’ olarak işler. En büyük kanun yapıcıların yetiştiği bu toprakların çağdaş manada ‘’anayasa’’ ile tanışması miladi 1876 senesinin 23 Aralık gününe tekabül eder. Kanun-i Esasî ile başlayan Türk’lerin anayasa serüveni 1924 yılında kabul gören yeni anayasa ile adeta boyut değiştirir. Sonrasında 1961 anayasası ile devam eden milletimizin bu hukuksal sergüzeşti, 1982’de yürürlüğe giren anayasanın otuz senelik gölgesinde hala devam etmektedir. Şu anda hâlâ yürürlükte olan anayasamız, 12 Eylül askeri darbesinden sonra hazırlanan, seçim sürecinde anayasa taslağı hakkında menfî fikir beyan etmenin dahi yasak olduğu, evet oyu verenlerin ‘’vatanperver’’ hayır oyu kullananların ise ‘’vatan haini’’ olarak lanse edildiği sancılı bir süreçte referanduma sunulmuş ve %91.37’lik evet oyuyla kabul görmüş, ardından 9 Kasım 1982 günü yürürlüğe girmiştir. Yazılış aşamasından oylama sürecine, yürürlüğe giriş şeklinden geçirdiği tadilatlara kadar her konuda eleştiri oklarının hedefi olan mevcut 1982 anayasası, kabul gördüğü günden bu yana 22 kez büyük değişikliğe uğramış, 114 maddesi değiştirilmiştir. Yamalı bohçayı andıran haliyle değişmesi yıllardır gündemden düşmeyen mevcut anayasanın yerine yenisin yazılması Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın talebi üzerine Prof. Dr. Ergun Özbudun’un oluşturduğu bir komisyon tarafından anayasa önerisi ile gündeme gelmiştir. Yıllardır süre gelen tartışmalarda iktidar partisinin sayısal üstünlük kozunu elinde bulundurması sebebiyle pek de


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

sağlıklı yürümeyen bir süreç işlese de gerek milletin talebi gerekse de mevcut yasaların insanların ihtiyaçlarını karşılayamıyor olması mevcut anayasanın yeniden yazılmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Peki yeni bir anayasa nasıl yazılır? Yeni yazılacak olan anayasadan beklentilerimiz nelerdir? Anayasa, tanımında da belirttiğimiz gibi bir millete mensup bireylerin hak ve hürriyetlerini güvence altına alan, bu hak ve hürriyetleri belli sınırlar dâhilinde kısıtlayan kurallar topluluğudur. Buradan da anlaşılacağı üzere bir toplumun siyasi, kültürel, sosyal ve ahlaki düzenini kuracak; bireylerin eğitimlerinden sağlık hizmetlerine, dini yaşantılarından ekonomik özgürlüklerine kadar bütün temel hak ve özgürlüklerini biçimlendirecek kurallar, toplumun mümkün olacak en yoğun katılımı ve en yüksek düzeyde mutabakatıyla belirlenmelidir. Sözün özü; yeni bir anayasa hazırlamanın ilk şartı toplumsal mutabakatı sağlamaktır. Peki sizce AKP bunu başarabilir mi? Yönetimdeki AK Parti iktidarının herkesin malumu olan; kendinden olmayanı hor görme, bî taraf olanı berteraf etme ve kendi istediklerini toplumun tamamına dayatma meraklarından dolayı bu mutabakatı sağlayamayacağı aşikardır. Bu ilk şartı sağlayamayacağından dolayı gömleğin ilk düğmesinin yanlış iliklenmesi misali arkasından atılan bütün adımlar yanlış ve eksik olacaktır. Başbakanın meşhur deyimiyle ‘’velev ki’’ AKP yeni anayasa hazırlanırken masaya oturma noktasında bu toplumsal mutabakatı en üst seviyede yakaladı. Bu noktadan sonra anayasanın yazılma aşılmasında karşılaşacağımız sorunların farkında mısınız? Anayasa yazılmaya başlanırken devletin şekli, cumhuriyetin nitelikleri, devletin bütünlüğü, resmi dili, bayrağı ve milli marşının belirlendiği ilk üç madde ve bu maddelerinin değiştirilmeyeceğine dair hüküm beyan eden dördüncü maddeden başlanacaktır. Bu hususları biraz irdeleyecek olursak mevcut yönetimin; başkanlık sistemi sinyali verip de cumhuriyetin niteliklerini korumasını, Osmanlı zamanında dış yazışmaların Fransızca yapıldığı örneğini verip üstüne okullarda Kürtçe’yi seçmeli ders olarak okutup da resmi dili korumasını, ülkeyi her fırsatta otuz altı etnik unsura parselleyip de devletin bütünlüğünü korumasını beklemek fazlasıyla romantik bir yaklaşım gibi geliyor. MİT müsteşarını bir gece yarısı yasa değişikliğiyle temize çıkaran zihniyet aynı yöntemle bir gece yarısı operasyonuyla ilk üç maddenin korunmasını sağlayan dördüncü maddeyi değiştirirse şahsım adına sürpriz olmayacaktır. Bu yazdıklarımı farazi hesaplar olarak yorumlayanlar bile anayasanın


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

mevcut irade tarafından değiştirilmesinin en hafif bedelinin anayasadan ‘’Türk’’ kavramının çıkarılıp yerine ‘’Türkiyelilik’’ gibi ucube bir terimin türetilmesi olacağının farkındadır ne yazık ki. Kaygılarımızın birer paronaya emaresi olarak kalması dileğiyle korkularımızı bir köşeye bırakıp yeni anayasadan beklentilerimizi sıralayacak olursak: 1. Mevcut 1982 anayasasının 42. Maddesinde belirtilen “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez…” hükmü olduğu gibi korunmalı, bölücü terörü cesaretlendirici ve etnik ayrışmayı körükleyici gerek ana dilde eğitim gerekse de seçmeli derslerin öğretim programına entegre edilmesi çalışmalarından vaz geçilmelidir. 2. Anayasa da Türkiye Cumhuriyetinin bir ulus devlet olduğunun altı kalın çizgilerle çizilmeli, egemenliğin gelecekte hiçbir fitne ve tefrikaya yol açmayacak şekilde Türk Milleti’ne ait olduğu anayasal olarak güvence altına alınmalıdır. 3. Mevcut yasaların işçilerin çalışma şartlarının ve sağlıklarının keyfiyet ve kemiyeti noktasında yetersiz kaldığı aşikardır. Ülkemiz, %90’ı çok basit önlemlerle önlenebilecek işçi ölümleri noktasında dünyada üçüncü sıradadır. Bu konuda yeni hazırlanacak anayasa da mutlaka ciddi önlemler alınmalıdır. İşçilere anayasal hakları olan grev hakkını dahi çok gören AKP hükümetinin bu konu üzerinde hassasiyetle durması gerekmektedir. 4. Çocuklarla ilgili en uç hedefi her mitingte yüz tane oyuncak araba dağıtmak olan hükümetimizin, yeni anayasa yazım aşamasında çocuk işçiler ve her türlü çocuk istismarı konularına da yüksek bir ehemmiyetle değinmesi çok yerinde olacaktır. 5. Mevcut iktidar her ne kadar her okuyanı iş güç sahibi yapmak zorunda olmadığını her fırsatta ilan etse de, üniversite de okuyan öğrencilerin istismarını önlemek bâbında maddi durumu yetersiz öğrencilere maddi desteğin arttırılmasından, mezuniyet sonrası istihdamın sağlanmasına kadar uzanan üniversite öğrencilerinin sorunlarına ciddiyetle eğilmelidir. Terörist yapılanmaların üniversite koridorlarında kol gezdiği buna mukabil Türk Bayrağı’nı indirildiği yerden kaldıranların okuldan ihraç edildiği bir düzende, yüksek öğretim kurumları kanununda yapılacak değişikliklerle milliyetçiliğin bir suç olarak yargılanmasına son verilmelidir.


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

6. Zinayı serbest hale getirip başı sıkıştığı noktada ‘’gidin ulemaya’’ sorun diyen mevcut iktidar, bir an önce alacağı tedbirlerle ülkemizde kol gezen uyuşturucu, zina, alkoliklik ve sigara gibi konularda caydırıcılığını ortaya koyup anayasal olarak toplum sağlık ve ahlakını korumaya yönelik yaptırımları uygulamalıdır. 7. Kaldırılması defalarca gündeme gelen mecburi askerlik kanunu korunmalı, terör örgütünün ana geçim kaynaklarından olan ve devletin zaman zaman göz yumduğu sınır kaçakçılığı ağır ceza gerektiren suçlar sınıfına alınmalıdır. 8. Son zamanların popüler haberlerinden olan ve artık toplumsal olarak duyarsızlaştığımız hekime şiddet, öğretmene şiddet, polise şiddet gibi millet varlığının

güvencesi olan mesleklere yönelik saldırılara anayasal olarak caydırıcı nitelikte cezalar uygulanmalı, kişilerin mesleklerini icra ederken güvenliğinin devlet tarafından sağlanması hakkı anayasal olarak güvence altına alınmalıdır. 9. Ülkemizin en verimli şirketlerini yok pahasına özeleştirerek milli egemenliğimizi ve ekonomik bekâmızı temelinden sarsan mevcut hükümet, en azından bundan sonraki süreçte özelleştirmeleri kısıtlayan bir yasal düzenleme yapmalı, hiç olmazsa kendilerinin çıkardığı ve yabancılara yüksek miktarda toprak satışına müsade veren yasayı yeni hazırlayacakları anayasadan mutlaka çıkarmalıdırlar.


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

10. Çeşitli teşviklerle zengin kesimin kârına kâr katıp, vergi borçlarına getirdiği zamlarla orta direk diye tabir ettiğimiz dar kesimli vatandaşlarımızı yoksulluk seviyesinin altına iten mevcut zihniyet, bir an önce adil ekonomik düzeni sağlamalı; ülkenin yoksulluk ve işsizlik sorunuyla yüzleşmelidir. Üniversite kontenjanlarını on yılda yaklaşık iki katına çıkarıp genç nesli üniversiteli yaparak işsizlik oranını düşük gösteren iktidar, insanlara kış mevsiminden kış mevsimine kömür dağıtmak yerine istihdam ve nitelikli eleman yetiştirme noktasında ciddi adımlar atmalı ve sözde kişi başı yıllık gelirimiz olan $15137 ‘ın, ayda 800 lira ile dört kişilik aile geçindiren vatandaşlarımızın da eline geçmesi için gerekli anayasal düzenlemeleri yapmalıdır. Genç bir Türk Milliyetçisi olarak; Turgut Özal’ın ‘’bir kere delmekle bir şey olmaz’’ diyebileceği kadar ciddiyetten uzak, demokrasi ve toplumsal uzlaşıdan ziyade darbe

döneminin kirli hesaplarını yansıtan, yapılan değişiklikler ve tadilatlarla adeta delik deşik olan 1982 anayasasının değişmesini gönülden destekliyorum ancak mevcut iktidarın kirli demokrasi geçmişi ve milletimizin bağımsızlığı ile bağdaşmayan şaibeli fikirlerinden dolayı ‘’gelen gideni aratır’’ hesabı, değerlerimiz ile bağdaşmayan devşirme bir anayasa ile karşılaşma korkusuyla şimdilik yeni anayasaya temkinli yaklaşmak zorunda kalıyorum. Ne demiş atalarımız? ‘’Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmayalım…’’ Selametle. Abdullah KILAVUZ


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

ANAYASA VE DEĞIŞIM…. 12 Haziran 2011 seçimlerinden beri; Anayasa, anayasa değişikliği, anayasa değişikliği süreci ,sivil anayasa vb. kelimeler sürekli tekrarlanarak hafızamızda yer ettirilmeye

çalışılmakta ve sanki olmazsa olmaz bir eylemmiş gibi her sorunun çözümü, her tartışmanın sonu bu anayasa değişikliğine bağlanmaktadır. Siyaset ve medya otoriteleri tarafından bilincimize yerleştirilen bu kavramların anlamını biliyor muyuz? Değişikliğin gerekli olup olmadığı, değişiklik olursa nasıl olacağı ve daha nice soru cevaplanmayı bekliyor. Yediden yetmişe tüm hükümet severler “Sivil anayasa yapılacak” “bundan sonra rahat edeceğiz, anayasa yenilecek” gibi söylemleri diline pelesenk etmişken; birkaç kelimenin sözlükteki karşılıklarına bakarak “Anayasa Değişikliği” eleştirimize başlayalım: Anayasa: Bir devletin yönetim biçimini belirten, yasama, yürütme, yargılama güçlerinin nasıl kullanılacağını

gösteren, yurttaşların kamu haklarını bildiren temel yasa, kanunuesasi. Sivil: Askerî olmayan Parça parça ele alacak olursak; Türk Dil Kurumu sözlüğünden yaptığımız alıntıda da görüldüğü üzere anayasa, bir devletin yönetim biçimini belirtir. Şu an ki anayasamızda devletin yönetim biçimi belirtilmiş ve değiştirilemez maddelerle de devamlılığı garanti altına alınmıştır. Fakat bugün anayasa değişikliği için komisyonlar kurulduğu halde ve televizyon programları, gazete yazıları gibi medya organlarıyla halkın nabzı değişikliğe hazırlandığı halde bizler yeni anayasada değiştirilemez maddeleri nasıl bir akıbet beklediğini kestiremiyoruz, bu konuda da kesin bir açıklamayla insanlar aydınlatılmıyor. Yönetim bugünkü gibi güçler ayrılığı ilkesini benimseyen meclis hükümeti şeklinde mi devam ettirilecek yoksa yarım yamalak anlatılan başkanlık sistemine geçiş mi yapılacak? Bu konu halk tarafından maalesef bilinmiyor. Başkanlık sistemi tartışmaları ilk çıktığında yetkililerce bizlere başkanlık sisteminin avantajları, ülke yönetimindeki olumlu etkisi ballandıra ballandıra anlatılmış, insanların yüreğine su serpilmiştir(!) Fakat o zaman dikkati çeken bir ayrıntı milli bilince sahip, ülke meselelerine kafa yoran insanları dumura uğratmış ve tedirgin bir bekleyişe sürüklemiştir. Çünkü bize avantajlarını, iyi yönlerini sayarak bitiremedikleri sistem başkanlık sistemi değil Fransa’da uygulanan “Yarı Başkanlık Sistemi”ydi.


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

Lakin gümrüklerle ilgili staja giden memurlar, yerel yönetimle ilgili staja giden kaymakamlar hep A.B.D’ ye gidiyordu. Öyleyse ya bize anlattıkları sistem başkaydı ya da stajyerleri yanlış ülkeye eğitime yollamışlardı… 12 Eylül 2010’daki referandum için de benzer yaygaralar koparılmıştı. Yargı sivilleşecek ve özgürleşecekti, darbeciler yargılanacaktı, askeri makamların etkisi azaltılacaktı… Daha neler neler söylendi. Peki geçmiş dönemlerde mecliste anayasanın 38 maddesi değiştirilip, referandum yapma ihtiyacı hissedilme mişken 3 tanesi geçici 26 maddenin değişikliği için neden halka soruldu? Ki o zamanda bu süreçteki sıkıntıların benzerini yaşadık, insanlar yeterince bilgilendirilmemekten şikayetçiydi. Yoksa birileri güç gösterisi yapıp, kendilerine bakışın nasıl olduğunu mu merak etti? Ve nabız mı yokladı? 12 Eylül 2010 referandumundan sonra sadece halkın menfaatine olan ne oldu? Ne değişti, yurt mu düzeldi? Milletin çektiği dert mi düzeldi? Hiç de öyle ahım şahım değişimler olmadı, sadece hükümet ve “yeşil” bürokrasinin önündeki yargıyla ilgili engeller kaldırıldı ve istedikleri gibi at

koşturma imkanları sağlandı. Şikayetçi olduğumuz şey; yüksek yargının belli zümrelerin elinde tutuluyor olması değil miydi? Peki bugün yargı çok mu tarafsız? Referandumdan sonra ülkenin yargı sistemi iyiye mi gitti? Ülke daha mı iyi yönetilmeye başladı? Olumlu cevaplar yazabilmeyi çok istediğimiz halde maalesef soru işaretleriyle dolu cümlelerimize tatmin edici, rahatlatıcı cevaplar alamıyoruz. Bugünlerde polemiği devam eden anayasa değişikliği hazırlıkları için de yine insanlara slogan cümlelerle mesajlar veriliyor, tam anlamıyla bilgilendirm e yapılmadığ ı halde Askerî anayasanı n değişeceği, sivilleşeceğ i, halk için faydalı olacağı söyleniyor. Peki kabul edildiği günden bu yana üzerinde defalarca oynama yapılan, defalarca değiştirilen anayasa daha sivilleşmedi mi ki biz bu söylemlere prim veriyoruz, sivilleşmeden kasıt ne ola ki bu kadar elzem bir konuymuş gibi bizlere dayatılıyor. Şu an için anayasanın hangi maddeleri ülke bütünlüğü ve insan yaşantısı için tehdit oluşturuyor ki terör, ekonomi, geçim derdi, hayat pahalılığı gibi kronik sorunlarımız varken hepimiz anayasa değişikliği derdine düşüyoruz.


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

Anayasa değişikliği için çırpınanlar terörün kökünün kazınacağının, geçim derdinin biteceğinin ve maaşlara yapılan zamların elektrik,doğalgaz, su, akaryakıt, gıda ürünleri, tüketim mamulleri ve dayanıklı tüketim mamullerine yyapılan zamlarla “en kötü ihtimal” aynı oranda olacağının garantisini verebiliyorlarsa ben de bu anaysa değişikliğini sonuna kadar destekliyorum. Eğer bölücülerin resmi kuruluşu, siyasi partisinin temsilcileri anayasa uzlaşma komisyonundan çıkarılacaksa, bununla da kalmayıp; yapılan değişikliklerle teröristler meclis dışı bırakılıp, ebediyen TBMM’nin kapısından alınmayacaklarsa, dağda ve şehirde Mehmetçiğimize kurşun sıkanların hak ettikleri cezayı alacakları garanti edilecekse, ben de anayasa değişikliğini savunuyorum.

Ülkenin kanayan yaralarına ve muammalı mevzularına nasıl yaklaşacaklarının ve sivil anayasayla bunların nasıl çözüme kavuşacağının anahtarını şeffaf bir biçimde açıklayacaklarsa ben de anayasa değişikliğini savunuyorum. Ama vatanını milletini seven, ülkesinin bütünlüğünü muhafaza etmek

isteyen insanlar dışlandıkça, hakir görüldükçe hatta hakaretlerle küçük düşürüldükçe(evet şu “Fatiha bilmeme meselesi”ni işaret ediyorum) , bölücülerin sırtı okşanıp Türk milliyetçileri dışlandıkça bu hükümet ve bu meclis yönetiminde yapılacak her türlü yeniliğin ve değişikliğin karşısındayım. Önceden bir tek “Allah birdir” dediğine inandığım bu insanların artık bu söylemlerini bile (haşa) Ontolojik olarak sorgulayıp ondan sonra kabul eder duruma gelmişken, mevcut hükümetin yapacağı hiçbir yeniliği ve hiçbir değişikliği desteklemiyorum, kabul etmiyorum. Vatanı, milleti ve bayrağı için çalışan, çırpınan, kanını verip, canını feda eden yiğit ülkücülere “faşist katil” yaftasını yapıştıran, Fatiha bile bilmez diyerek milyonlarca ülkücünün vebalini alan fakat başı sıkışınca da idam yoluyla şehit edilen ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu’nun mektubunu (tam metin olarak değil, eksik biçimde) okuyarak duygu sömürüsü yapan iki yüzlü bir hükümet liderinin hareketlerini onaylamamız ve tasvip etmemiz beklenemez. Bölücülerin de parmağı olan anayasanın hiçbir maddesini de kabul etmiyorum, desteklemiyorum, propagandasını yapmıyorum! Hükümet üyeleri için yaptığım eleştirileri çoğaltıp, uzatıp “daimi muhalefet” durumuna düşmemek için de onlara son olarak “ Ayarını bozduğunuz kantar, gün gelir sizi de tartar…” diyorum. İnşallah yaptığınız hataların farkına vardığınızda çok geç kalmış olmayız…

Mehmet Oğuz ATABERK


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

YENİ ANAYASA , YENİ TÜRKİYE Öncelikle Türkiye’de anayasa değişikliği sürecinde TBMM’nin yetkisinin niteliğini, daha açıkçası TBMM’nin bir aslî kurucu iktidar mı, yoksa bir tali kurucu iktidar mı olduğunu tespit etmek gerekir. TBMM’nin anayasa değişikliği sürecindeki görev ve yetkisi, 1982 Anayasasının [s.52] 175’nci maddesiyle belirlenmiştir. Bu maddeye göre, Türkiye’de bir anayasa değişikliğinin gerçekleşebilmesi için, değişiklik teklifinin önce Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üye tam sayısının üçte iki veya beşte üç çoğunluğu ile kabul edilmesi sonra da değişikliğin , Cumhurbaşkanı veya halk tarafından onaylanması gerekmektedir. Değişiklik teklifi TBMM üye tam sayısının üçte iki çoğunluğuyla kabul edilmiş ise, bu değişikliği Cumhurbaşkanı onaylamayabilmektedir. Ancak değişiklik TBMM üye tam sayısı beşte üç çoğunluğuyla kabul edilmiş ise, değişikliğin gerçekleşebilmesi için halk oylamasına sunulması gerekmektedir. Halk oylamasnaı sunulması durumunda anayasa değişikliği hakkında son sözü söyleme yetkisi, halka ait olmaktadır. Buna göre Türkiye’de tali kurucu iktidarın, yani anayasayı değiştirme yetkisinin TBMM, Cumhurbaşkanı ve halk arasında paylaştırılmış olduğunu söyleyebiliriz. İki kısa ve son derece yüzeysel tanım yaparak başlamakta yarar var: Asli kurucu iktidar, savaş, darbe, rejim değişikliği gibi durumlarda ortaya çıkan ve kendisinden önceki herhangi bir pozitif hukuk normuyla bağlı olmayan iktidardır. Bu bir ‘hukuksal boşluk’ durumudur. Anayasayı yapacak olan, kendi yöntem kurallarını vs. kendi belirler. Türev/tali kurucu iktidar ise, anayasayı değiştirme yetkisidir. Bu iktidarı kullananlar, oyunlarını, yürürlükteki anayasanın çizdiği sınırlar içinde ve önceden belirlenmiş kurallara uyarak oynamak zorundadır. 1924 anayasası ile 1961 ve 1982 anayasalarını aynı düzlemde düşünmemek gerekir. 1924 anayasası ‘asli iktidar’ tarafından yapılmıştır, diğerleri ise vesayetler döneminde olmak üzere darbeler neticesinde, yani ‘gayrı meşru iktidar’lar tarafından yapılmıştır. Yeni anayasa’da geçtiğimiz senelerdeki gibi krizlerin veya açıkların olmaması için Türk Milleti olarak elimizden geleni yapmak zorundayız. Eski Cumhurbaşkanımız Necdet SEZER, 2000 yılı Haziran ayında AnaSol-M koalisyonu hükümetinin ‘’28 Şubat Kararları’’ içinde yer alan irticai faaliyetlere katıldığı saptananların memuriyetten çıkarılmasını kolaylaştıran kanun hükmünde kararnameyi önce uzun süre bekletti. Hükümetin iki kez yazılı açıklama yapıp 'Anayasa'ya uygun' dediği kararnameyi 8 Ağustos'ta "Hukuk devleti ilkesine aykırı" diyerek iade etti. Ecevit'in '’imzalamak zorunda’' dediği ve 'yetkisini aşmakla'


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

suçladığı Sezer, KHK'yı, 14 Ağustos 2000'de 14 sayfalık bir gerekçeyle ikinci kez Sezer'e gönderdi. Ancak Sezer, kararnameyi 21 Ağustos'ta ikinci kez Hükümet'e iade etti. Ecevit de kararnameyi yasa tasarısı olarak TBMM'ne sevk etmek zorunda kaldı. Daha sonra Sezer, üç kamu bankasının özelleştirilmesini öngören kararnameyi de iade etti. Bu iadeler AnaSol-M koalisyon hükümeti arasında krize sebep olmuş ve Koalisyon lideri Ecevit "Cumhurbaşkanı kendisini Anayasa Mahkemesi'nin yerine koyuyor. Bakanlar Kurulu ile diyaloğa kapalı olması, kurulumuzda kaygıyla karşılanmıştır. Ekonomik istikrar tehlikededir" açıklaması yapmıştır. Ayrıca Cumhurbaşkanlığı seçimindeki 367 krizi ise ayrı bir yer tutmaktadır. 19 Şubat 2001'deki Milli Güvenlik Kurulu toplantısında dönemin başbakanı Bülent ECEVİT'e anayasa kitapçığını fırlatmasıyla başlayan 2001 Türkiye ekonomik krizi, kamuoyunda "Kara Çarşamba" olarak adlandırıldı. Bu ülkemizdeki durumu son derece net bir şekilde açıklayan ve izaha mahal bırakmayan bir durumdur. Dış güçlerin merkezinde, darbelere, rejim değişikliklerine, ayrışmaya açık bir ülke halinden kurtulabilmek için öncelikli olarak siyasal partilerimizin ve Türk Milleti’nin siyasi menfaatlerden uzaklaşıp Milletin menfaatlerini düşünmek zorundadır. Diğer bir husus ise, geçtiğimiz senelerde ki yeni anayasa maddelerinden bazılarını cımbız ile seçip herkese duyurmak ve gizliden gizliye AKP’leştirme politikalarına muhatap bırakılmak zorunda oluşumuzdur. Misal verecek olursak darbe mağdurlarının oylarını alabilme adına Darbecilerin Yargılanması konusu en ön safta servis edilmiştir. 12 Eylül yargılanıyor derken peş peşe zamlar yapılarak halkın cebinden paralar götürüldü ama kimse bunun hesabını sormadı. ABD’lilerin “bizim çocuklar dediği beş general midir yalnızca darbeciler? Bu darbenin polis müdürleri, istihbarat şefleri, siyasetçi destekçileri, işadamı kışkırtıcıları, basın şakşakçıları neredeler? Darbeden de darbecilerden de hesap sorulmalı; ama bu yaşı doksanı aşan, sağlık durumlarının elverişsizliği nedeniyle mahkemeye gelemeyecek iki generale indirgenmemeli. Tabi ki bu iki darbeci asker suçludur, ancak suçu onlara atıp diğer darbecilerin ortadan kaybolmasına da olanak verilmemeli.


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

Türk Milleti tekrardan oyuna gelmemelidir. Türk Milleti uyanık olmak zorundadır. Türkiye’nin jeopolitik konumu ve Ortadoğu’nun yönetilmesinde Türkiye’nin mevcut durumu yadsınamaz. BOP, Büyük İsrail, Büyük Ermenistan, Kürdistan, Pontus Rum planları dönen ülkemizde dinlerin kesiştiği bu gölgenin önemi çok büyüktür. Bu nedenle orta doğu zehir zemberek, orta doğu ateş çemberidir. Bu yüzden Türkiye’nin, Türk Milletinin, Türk Politikacılarının üzerine büyük görevler düşmektedir.

Yarını bile düşünmeden hareket etmek yerine; geleceğe yön verecek, gelecek adına, 2023’ten öte bundan 10-15 hükümet sonrasına bile Türkiye’nin kalın kırmızıçizgilerle belirlenmiş, vazgeçilmeyecek ve daha ötesinde en ufak bir tavizde bile bulunulmayacak Devlet Politikalarının olması zorunludur. Kişisel kanaatim şudur ki İslam’ın araç edildiği bir anayasa değil amacın İslam olduğu bir anayasa olmak zorundadır, olmalıdır. Bu yolla irticaya (gericilik) karşı da mücadele etmiş oluruz. Mustafa Kemal Atatürk’ün laiklik (din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması) ilkesine de uygun hareket etmiş oluruz. Çünkü İslamiyet’te riyakârlığın yeri yoktur ve irtica ile mücadeleyi emreder. Sonuç olarak ifade etmek gerekir ki dünyada mevcut kültür ve medeniyetler, birbirlerinden bağımsız olarak gelişmemiş, birbirlerine etkileri ve katkıları olmuştur. Bunlar arasında hangi kültür ve medeniyet daha metodik ve uygulamaya yönelik tutuma sahip olmuşsa uygarlık yarışında bayrağı o taşımış ve ipi göğüslemiştir. Geçmişte uzun süre bu bayrak taşıyıcılığı görevini İslâm dünyası ve bu medeniyet içerisinde de mensubu bulunduğumuz Türk milleti ifa etmiştir. Asrımızda ise yine uzun bir zamandan bu yana bayrak batı uygarlığının elindedir. İnsanlık devam ettiği müddetçe bayrak çok el değiştirecektir. Ama her zaman bildiklerini pratiğe aktarabilenlerin ve daha çok çalışanların elinde olacaktır. Halkımız yeni anayasa ile görüşlerini mutlaka belirtmeli bu sürece istek, öneri, görüş veya eleştirileri ile müdahil olmalıdır. Kaynaklar; https://yenianayasa.tbmm.gov.tr/ Ömer Faruk ÖZTÜRK


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

ALLAH VE TANRI ADLARI ÜZERINE Kıvılcım Dergisi 1.sayıda Vural Egemen Sarıgöz’ün ‘’Tanrı Demek Doğru mu?’’ isimli yazısına cevaben… İslam dini kökleşip yaygınlaştıktan sonra, İslam âlimleri arasında muhtelif tartışmalar cereyan etmiştir. Her aklın kendince bir yorumlama kabiliyetine haiz olduğu gerçeğinden yola çıkılarak, temelde İslam'a bağlı kalmak kaydıyla yeni ayrılıklar ve mezhepler ortaya çıkmış, normal insanlara nispeten bilgili oldukları kabul edilen âlimlerin ortaya attığı görüşler, toplumların bazıları

tarafından kabul, bazıları tarafından reddedilmiş, bu tip tartışmalar Müslümanları ayrılıklara itmiştir. İslam'a inananların, özellikle de Türkiye'deki gençlerin, son dönemde kendi aralarında sıkça tartıştıkları mevzu, yaratıcının adının "Tanrı" mı, "Allah" mı olduğudur. Aslında Türk televizyoncuların, sinema filmlerini yabancı dillerden Türkçeye tercüme ederken, Hristiyan'ın inandığı Tanrı'nın adını "Allah" olarak çevirmekten korkmaları neticesinde Türk

toplumunda yerleşen "Tanrı'ya Hristiyanların inandığı, Müslümanların ise Allah'a taptığı" şeklindeki algı, daha ilk baştan yanlıştır. Bu mevzu, bu mesele, bir dil mevzuu, dil meselesidir ki, İslam'ın yayılışını fırsat bilen Arap emperyalizminin, İslam ile birlikte kendi dil ve kültürünü de ihraç etmesi neticesinde Müslüman Türkler, öncelikle dinî, sonra içtimaî alanda kullandıkları Türkçe kavramları unutarak yerlerine Arapçalarını ithal etmişlerdir. Bu da, İslam'ı bir kültür yayma vasıtası olarak gören Arap emperyalistlerinin, şüphesiz, zekice kazandıkları bir zaferdir. Bu konu çeşitli mecralarda tartışılmış, nihayetinde taraflar ne birbirlerine üstün gelebilmiş, ne de bir uzlaşmaya varılabilmiştir. Biz de bu mevzuyu çeşitli organlarda, çeşitli kişilerle tartıştığımız ve delillerimizi sunduğumuz için, bu mevzunun bir tarafıyız. En son, yayın hayatına yeni başlamış olan Kıvılcım Dergisi'nin ilk sayısında, yine derginin sahibi Vural Egemen SARIGÖZ'ün, "Tanrı Demek Doğru Mu?" başlıklı yazısını gördüğümde, söylediğim gibi, ben de bu mevzunun bir tarafı olduğum için, yazıyı okuma ihtiyacı hissettim. Vural Bey'in bir tezle ortaya çıktığı ve kendi içinde tutarlı bu yazısı, başlıca şu hususları içermektedir: "Tanrı" kelimesinin Allah'ın isimleri arasında geçmediğini sıkça dillendiren


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

tarafa karşı "Allah" isminin de o isimler arasında geçmediği haklı tezini ortaya koyan SARIGÖZ, bunun hemen üstünde ise Necip Fazıl'ın çoğumuzca malum "Allah Tanrı'nın belasını versin!" lâfını söyleyerek, aslında konuya hangi taraftan yaklaşacağını açık etmiştir. Biraz sonra SARIGÖZ, Türklerin "Gök Tanrı" dinine, yani tek tanrılı bir dine inandıklarını söylemiş, Türklerin İslamiyet'e girmesi sırasında bu inancın çok büyük yardımları ve katkıları olduğunu anlatmıştır. Biraz sonra Allah'a, doksan dokuz ismi ile hitap etmenin doğru olduğundan bahisle Allah'ın "âlim" adını zikretmiş, fakat "âlim" ile aynı mânâya geldiğini söylediği "fâkih" kelimesinin Allah'tan bahsederken hiçbir zaman kullanılmadığını söyleyerek "Allah'a kendi isimleri ile hitap etmek daha doğrudur." yönündeki tezini müdafaaya girişmiştir. Biraz ileride "Birdir Allah, ondan başka Tanrı yoktur." demek doğru iken "Bizim Allah'ımız Tanrı'dır." demenin tamamen yanlış olduğuna işaret etmiştir. "Tanrı, Tanrıça" gibi, yaratıcının ikiliğini yahut cinsiyete sahip olduğunu belli eden kavramların Arapça’da olmadığını ve "Allah" kavramının dişisinin bulunmadığını iddia eden SARIGÖZ, yazısının bir yerlerinde "Allah'a dinin emrettiği isimlerden başkasıyla hitap etmenin caiz olmadığı" mütalaasını ileri sürmüş, yazısını da "Allah demekten daha güzel ne olabilir!" sözleriyle bitirmiştir. Bir kere, Necip Fazıl'ın, "Allah Tanrı'nın belasını versin!" sözü, fikrimce, Allah ile Tanrı aynı şeyi ifade ettiğinden "Allah Allah'ın belasını versin!" yahut "Tanrı Tanrı'nın belasını versin!" demektir ki, gerçi ben fıkıh âlimi

değilim ama, benim din bilgimin bana söylediğine göre Allah'ı Allah'ın belasını vermesi için iknaya çalışmak, en basit ve insaflı ifadeyle büyük günahtır.

Sırayla gidelim: Türkler, Gök Tanrı inancına mensup idiler. Fakat Gök Tanrı inancının tek tanrılı bir inanç olduğu bir "galat-ı meşhur," yani yaygın yanlıştır. Gök Tanrı dini, araştırma yapmak zahmetine katlanılırsa rahatllıkla görülebileceği gibi, tek tanrılı bir din değildir ve Türklerin mensup olduğu bu inanç içinde birden fazla tanrı olmakla birlikte ruhların kutsallaştırılması yolu ile, İslam ile hiç bağdaşmayan çeşitli inanışlar vardır. Dolayısıyla Türklerin İslamiyet'e girmelerinde eski inançlarının etkili olduğu doğru değildir. Türklerin İslamiyet'e girmelerinin nedenini, siyasî olaylarda aramak gerekir. Meselâ Selçuk'un yönettiği Oğuzların, eski dinlerini muhafaza eden veya Yahudi olan Hazar ve Oğuz Yabgu Devletlerine karşı, güç kazanabilmek ve Müslüman Türkmenlerin de desteğini sağlayabilmek için İslamiyet'i seçtikleri, bugün tarafımızca malumdur. Az ileride SARIGÖZ, "fâkih" kelimesinin "âlim" kelimesi ile aynı mânâya geldiğini düşünerek yanılmıştır. "Fâkih," fıkıh bilen demektir ve âlim kelimesini tam olarak karşılamaz. Burada savunmaya çalıştığı tez, verdiği örneğin tam olarak


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

doğru olmaması sebebi ile, havada kalmıştır.

SARIGÖZ'ün "Bizim Allah'ımız Tanrı'dır." demenin tamamıyla yanlış olduğu yönündeki görüşüne de katılamadığımı, açıkça söyleyeyim. Çünkü ilk başta da söylediğim gibi, benim inancıma, algıma ve bilgime göre, Allah kelimesi ile Tanrı kelimesi aynı şeyi ifade eder. "Bizim Allah'ımız Tanrı'dır." demek, bu hâlde "Bizim Allah'ımız Allah'tır." demek olmaktadır. Allah adı, "E'l-İlah"ın sembolleşmiş şeklidir, o kökten gelir. En eski hâli "E'lİlah"tır. Böylece "ilah," yani yaratıcı mânâsına gelir. "Tengri" kelimesi ile aynı mânâyı kapsar. Ve "ilah" erkek kavramının "ilahe" şeklinde dişileştiği gerçeği de, Vural Bey'in "Allah'ın kelime olarak dişisinin bulunmadığı" mütalaasını da çürütür. Ayrıca, Allah'a dinin emrettiği isimler haricinde

zikretmenin caiz olmadığı yönündeki fikri nereden edindiği, o fetvayı nereden aldığı yahut fetva verme salâhiyetini kendisinde nasıl bulduğunu da merak etmekteyim.

Allah'a hangi isimle hitap ettiğinizin, Vural Bey'in de yazısının bir yerinde işaret ettiği gibi, niyetle doğrudan alâkası olduğundan pek de bir önemi yoktur. Önemli olan "Allah" derken veya "Tanrı" derken sizin ne kastettiğinizdir. Şimdi konunun daha fazla ayrıntısına girmek istemiyorum. Eğer Sayın SARIGÖZ cevap vermek ihtiyacı hissederlerse, konuyu daha ayrıntılı bir şekilde tartışmak da yapabileceklerimiz arasındadır fakat bu kısa karşı çıkışı bitirmeden evvel, Allah adı ile Tanrı adının kelime olarak ne ifade ettiğinin okurlarımız tarafından Türk Dil Kurumu sözlüğünden araştırılmasını da, aflarına sığınarak rica ediyorum.

Veysel Gökberk MANGA


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

BU KERVAN BÖYLE GITMEZ İster beni hoş görün, ister vurun öldürün, İster bir cani gibi zindanda süründürün, Yeter artık illallah! Şu yangını söndürün, Amerikan dolan bu yangına kâr etmez. Ey meclis-i mebusan bu kervan böyle gitmez! 'l love you America' yazılı durur duvarda, Donanmalar taşıdı yığın yığın hovarda, Kızlarımız dansetti, salep içtiler barda, Kimse görmez bunları, haya etmez, ar etmez. Ey meclis-i mebusan bu kervan böyle gitmez Bankalar mâbed oldu, daktilo sesi dua, Adet oldu hırsızlık, dalkavukluk ve riya, Yapmayanlar düz yolda kalıverirler yaya, Vallahi bilmem amma bu millet iflah etmez, Ey meclis-i mebusan bu kervan böyle gitmez! .. Her yerde yükselirken âvaze-i sefalet. Yurdu cennet gösterir radyo denen kör alet, İlâhi bu ne halet, Ya Rab bu ne dalâlet? Zorbalık, cebr-ü şiddet kimseye gık dedirtmez Ey meclis-i mebusan bu kervan böyle gitmez! , Haykırırım hakkı her sözüm ağır olsa da, Şaklasa kamçı, sırtım onmaz yağır olsa da, Duyulmaz mı bu feryat insan sağır olsa da, Bu derde çâre lâzım, nutuklarla iş bitmez, Ey meclis-i mebusan bu kervan böyle gitmez!

Osman Yüksel Serdengeçti


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

İNTERNET KÖŞESİ

Bikalsam.blogspot.com adresinden Aziz Şimşek’in Kişisel Bloguna ulaşabilirsiniz. ‘’Hayatta kalanlarla ilerleyen’’ sloganı ile yayın hayatına devam blog , Edebiyat,Tarih,Eleştiri,Kültür ve Ahlak,Teknoloji üzerine özgün makaleler ile güncel bir blog sunuyor….

Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi’nin Resmi İnternet Sitesi’nde özellikler genç beyinlerin kendilerini geliştirip , yeni bilgileri dağacıklarına ekleme adına hazırlanmış bir bilgi yarışması mevcuttur. Toplam 190 sorudan oluşan test şeklinde olan bir bilgi yarışmasıdır. Sorulara verdiğiniz cevaplarda % 80 oranında doğru yanıt verirseniz başarılı bir sonuç elde etmiş oluyorsunuz. http://www.ulkuocaklari.org.tr/bilgi-yarismasi adresinden yarışmaya ulaşabilirsiniz.

Ülkücü’nün Sesi isimli Facebook sayfası her geçen gün büyümeye devam ediyor. Yaklaşık olarak 25.000’i aşkın abonesi ile facebookta bulunan en büyük Ülkücü Topluluğu oluşturuyorlar. Bir çok konuda aboneler istişare edebiliyor. Facebook.com/UlkucununSesi isimli adresten ulaşabilirsiniz.

Kıvılcım Dergisi’nde sitenizin yada facebook,twitter gibi hesapların anıtılmasını istiyorsanız bize www.kivilcimdergisi.com adresindeki iletişim bölümünden bildirebilirsiniz.


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)

Gencay Dergisi 5. Sayı Çıktı… Okuyun… Okutun… www.GencayDergisi.com


Kıvılcım Dergisi Sayı-2

Kıvılcım Dergisi Sayı-2 (15 Haziran – 30 Haziran)


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.