Kusursuz Hayatlar Özgün Adı | Your Perfect Life Liz Fenton & Lisa Steinke Yayın Yönetmeni | Tuğçe Nida Sevin Yayına Hazırlayan | Burcu Karatepe Redaksiyon | Merve Süzer Kapak Tasarımı ve Sayfa Düzeni | Aslıhan Kopuz Kapak Görseli | Shutterstock 1. Baskı, Temmuz 2016, İstanbul ISBN: 978-605-5016-96-8 Türkçe Çeviri © Yonca Mete Soy, 2016 © Yabancı Yayınları, 2016 © Liz Fenton & Lisa Steinke, 2014 Sertifika No: 11407 Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz. Bu eser Washington Square Press, a Division of Simon & Schuster’dan Akcalı Telif Hakları Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır. YabancıTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur. Bahariye Cad. Dr. İhsan Ünlüer Sok. Ersoy Apt. A Blok No: 16/15 Kadıköy - İstanbul Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 www.yabanciyayinlari.com – www.ilknokta.com Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97 Sertifika No: 29652
Çeviren
Yonca Mete Soy
.
Mike’a, başımı yasladığım yumuşak bir omuz olduğu için... Reese, Dain ve Harper’a... Her zaman büyük hayaller kurun.
.
BÖLÜM 1 .............
casey Ağzımda boktan bir tat var. Yatakta yuvarlanarak her zaman komodinin üzerine bıraktığım suyuma uzandım. Başımın zonklamasını bir nebze hafifletmeye yardımcı olması için yanında iki adet Advil bulabilmeyi umuyordum. Şu kafama son diktiğim tekila shotın iyi bir fikir olduğunu nasıl düşünebilmiştim ki? Kafamı toparlamaya çalışıp o andan itibaren olan olayları hatırlamaya çalıştım ancak her şey belli belirsizdi. “Hey, seni uykucu.” Yanımdan gelen erkek sesiyle irkilip dün geceki olayları ışık hızıyla hatırlamaya başlayınca, içgüdüsel olarak çıplak bedenimi örtmek için çarşafı üzerime çektim. Yirmili yaşlarda yakışıklı bir genç, bana tekila shot göndermişti. Ben de bana eşlik etmesi için ona elimle işaret etmiştim. Dört kadeh içki ve iki tekila shottan sonra taksinin arka koltuğunda ergenler gibi yiyişmiştik. Sonra da Los Angeles’ın Wilshire bölgesindeki çatı katı daireme 9
gelmiştik. Şimdi de güne onunla birlikte uyanmıştım; adını bile hatırlayamıyordum. Cody miydi? Yoksa Carl mıydı? “Hey, sen.” Ona sen diye hitap etmenin uygun olacağını düşünüp parmaklarımı saçlarımda gezdirdim ve etrafta üzerime giyebileceğim bir şeyler aradım. Kıyafetlerimiz etrafa saçılmıştı. Sutyenim televizyonun üzerindeydi, külotumsa ikiye ayrılmış bir halde yerdeydi. Vay be. Cody, Carl ya da adı her neyse, dün gece ortalığı bayağı karıştırmışa benziyordu. Beni belimden kavrayıp kendine doğru çekerek, “Hadi, gel,” dedi. Birden kaskatı kesildim; utangaçlığım alkol tarafından engellenmiyordu artık. Boynumu öptü; dün gece La Perla marka iç çamaşırımı ortadan ikiye ayırmasına izin verme sebebimi bir anda hatırlamama rağmen ona gülümsedim. Saate baktım; o dakikaları bir kez daha yaşayacak vaktimiz yoktu. Bir saatten daha az bir süre içinde stüdyoda olmalıydım. Ayrıca, yaş artık otuz sekiz olunca böyle gecelerden sonra kendimi hemen toparlayamıyordum. Yavaşça kendimi ondan ayırdım. “Üzgünüm ama bir dahaki sefere artık,” dedim. Onu bir daha görmeyeceğimi biliyordum. “İşe geç kaldım da.” “Sorun değil.” Yuvarlanarak yataktan kalkıp sandalyenin üzerinde asılı duran pantolonunu kaptı. “Zaten benim de günün ilerleyen saatlerinde seçmelerim var.” Tabii ya. O bir oyuncuydu. Bir sonraki Will Smith filminde “üçüncü adam” rolünü konuştuğumuzu neredeyse unutmuştum. Bir iç çektim. Yirmili yaşlardaki azimli oyunculara olan düşkünlüğüm her zaman hüsranla sonuçlanmıştı. Çarşaf sıkıca etrafıma dolanmış bir şekilde yataktan fırlayıp yanağına bir öpücük kondurdum. “Teşekkür 10
ederim ve özür dilerim. Seni buradan dışarı atmak istemezdim ama...” dedim ancak her ikimiz de bunu istediğimi biliyorduk. Biçimli kollarını etrafıma sararak, “Sorun değil,” dedi. “Harika. O zaman bir ara görüşürüz?” Ön kapıda sallanarak oyalanıyordu; gömleğini hâlâ iliklememişti; kot pantolonuysa boxerının bel lastiğindeki Calvin Klein yazısını açığa çıkaracak şekilde kalçalarının üzerinde dökümlü duruyordu. Bir sonraki adımı tahmin edebiliyordum. Bu her zaman böyle oluyordu. “Baksana, olur da ajansın yeni yetenek arayışına girerse onlara benden bahseder misin?” Son seks avımı ajansıma paslama düşüncesinden ürkerek, “Elbette,” dedim. “Özgeçmişini asistanıma e-postalaman yeterli.” Asistanımın e-posta adresini bir kâğıda yazdıktan sonra kapıya kadar ona eşlik edip başımı kapıya dayadım. Artık bu tür saçmalıklar için fazlasıyla yaşlıyım.
Saç ve makyaj hazırlıklarımın tamamlanmasıyla birlikte, tam çekim başlamak üzereyken hızla GossipTV’nin* setine girdim. Yüksek topuklu yarım çizmelerimle yanından bir hışımla geçerken yapımcım Charlie, “Üç dakika!” diye seslendi bana. Telaşla yerime geçip programı birlikte sunduğum arkadaşım Dean Anders’a bir bakış attım. Dean, gözlerini önündeki sunucu kartlarından hiç ayırmadan geç kalmamdan ötürü yüzünü ekşitti. “Teşrif edebildiniz.” “Sorun yok,” dedim alaycı bir tavırla. “Ben olmasaydım ne yapardın sen?” * Gossip, İngilizcede dedikodu anlamına gelmektedir. –yhn 11
Dean yapmacık bir gülümsemeyle tam bana bir şeyler söylemek için ağzını açmıştı ki sahne amiri araya girerek, “Dört, üç, iki,” dedikten sonra kameranın kırmızı ışığı görünmeye başladı. Biraz evvelki panik halimden eser yoktu artık; şimdi tam kıvamımdaydım. “GossipTV’ye hoş geldiniz! Ben Casey Lee ve birazdan sizlere son haberleri sunacağız!” Tam otuz dakika sonra kırmızı ışığın daha fazla dayanamayıp sönmesiyle birlikte çizmelerimi çıkardım. “Şık ayakkabılar neden acıtmak zorundadırlar ki?” diye söylendim ortaya. “Bu, lüks modanın bedeli olsa gerek.” Asistanım Destiny, yanıma koşarak elimdeki çizmeleri kapıp on santimlik topuklarından tuttu ve onları çevirmeye başladı. “Yalan da değil, değil mi?” diye mırıldandım soyunma odama doğru ilerlerken. Aynadaki yansımama baktım. Bir saat kadar sürmüş makyaj ve saç işleminden sonra bile gülümsediğimde, parlak camgöbeği mavisi gözlerimin altındaki torbalar ve etrafındaki kırışıklıklar gözle görülür haldeydi. Her zamanki gibi bir parçam, kırk yaşın artık antika olarak değerlendirildiği ve dünyadaki tüm Kelly Ripa’ların bir kural olmayıp bir istisna olarak kabul edildiği bir mesleği seçtiğimden ötürü nefret doluydu. Son bir senedir saatin hızla ilerlediğini hissediyordum. Biyolojik saatim değil bahsettiğim; canlı yayın yeteneklerinin artık bayatladığına karar veren yöneticilerin beyinlerindeki saatten bahsediyorum. İş hayatımda oldukça şanslı biriydim; üniversiteden mezun olur olmaz Entertainment Tonight adlı programda araştırmacı olarak işe başlayıp zamanla canlı yayın muhabirliğine kadar yükselmiştim. Ve son üç yıldır da GossipTV’nin sunucularından biriydim. 12
Fakat biliyordum ki ben ancak kendimden emin olduğum kadar iyiydim ve artık zamanım dolmak üzereydi. Dean’in bunu zaman zaman yüzüme vurmayı sevdiği bir gerçekti. Dean, yirmi sekiz yaşında ve kibirli biriydi çünkü henüz kulağının dibinde hızla ilerleyen lanet bir saat yoktu. Soyunma odamda koltuğa uzanıp gözlerimi kapayarak yoga eğitmenimden öğrendiğim meditasyon tekniklerini çalışıyordum. Ancak odaklanamıyordum; acınacak derecede küçük sayılabilecek soyunma odamın duvarları sanki üzerime üzerime geliyordu. Belki bir canlı yayın yeteneği olabilirdim, ancak kapının üzerinde adımın yazılı olduğu bir tabela, suni deriden bir koltuk ve gereksiz birçok aynadan başka bir şey sağladığı yoktu bana. Ve işte yine oradaydı... O sımsıkı endişe yumağı yine gırtlağımın derinliklerine yerleşmişti. Nefes al, Casey. Sadece nefes al. Kısa bir süre sonra Destiny, elinde iPad’iyle birlikte kapıdan içeri girdi. “Programının üzerinden geçmeye hazır mısın?” diye sordu. “Ben ne zaman hazır oldum ki?” dedim şakacı bir tavırla ve ince düşünerek benim için getirdiği sudan bir yudum içtim. “Ah, Colby seni çok mu yordu yoksa dün gece?” Yüzündeki düz ifadeyi zar zor korumaya çalışırken dudak kenarları hafifçe yukarı doğru kıvrılıyordu. Colby! Demek adı buydu. C ile başladığını biliyordum. “Hemen gönderdi mi sana e-posta?” diye sızlandım. “Evet, özgeçmişini gönderdi ve seninle çok verimli bir toplantı yaptığını söyledi.” Ellerimle yüzümü örtüp, “Bu son olacak, söz veriyorum,” dedim. 13
“Bu sözleri son kez duymuyorum ben,” dedi kahkahayla gülerek. Destiny, canlı yayına çıktığım ilk andan beri benimle birlikteydi ve bir asistandan çok daha fazla şey ifade ediyordu benim için. Daha ilk görüşmede onun doğru kişi olduğunu anlamıştım. Bana, onu işe alırsam her zaman benim iyiliğimi düşüneceğini ve hiçbir şeye geç kalmayacağımı söylemiş, en önemlisi de şimdiye kadar sahip olduğum, tabiri caizse en iyi koruma olacağını söylemişti. Cehennemden çıkıp gelen eski aşklar mı? Hiç endişelenmeme gerek yoktu. Kötü flörtler mi? Beni hep idare ederdi. Ya annemi? Bu onun için çok basitti. Özgeçmişindeki referansları tek tek aradıktan sonra bütün bunları sağlayacağından emin olmuştum... Aradıklarımın hepsi ona beş yıldız vermişti. Reytingler yerlerde olup da tepem attığı zamanlarda hemen Us Weekly dergisini aramayacak, hatta Dean’in asistanı, hatta bir dedikoduya göre de sevgilisi olan ve beni yerin dibine sokmak için elinden geleni yapan uzun bacaklı, eski bir güzellik kraliçesi olan Fiona gibi etrafa bizi zedeleyici haber sızdırmayacak birisine ihtiyacım vardı benim. Güvenebileceğim birine. Karşımdaki eskimiş deri sandalyemde bacak bacak üstüne atmış vaziyette oturan Destiny’yi dinlerken bana iki işte çalışıp üniversiteden mezun olduğunu anlattığında çalışkan ve güvenilir bir asistan bulduğum konusunda oldukça emindim. Aradan kısa bir zaman geçtikten sonraysa aslında ömürlük bir arkadaş kazandığımın farkına vardım. “Hadi bakalım, şimdi önümüzdeki birkaç güne bakalım,” dedi ve iPad’ine dokunarak ajandamı açtı. “Bugün öğle yemeğinden sonra L.A. Times gazetesinin Calendar ekiyle röportajın var. Yarın da mezunlar günün için araç seni saat beş buçukta alacak.” 14
Sızlandım. Bütün bunları unutmuştum ya da daha doğrusu bunlar aklımdan uçup gitmişti. Yirmi yıldır unutmaya çalıştığım hatıralarımı canlandıracak bir balo salonu dolusu insan olacaktı. “Ben neden gidiyorum ki? Ayrıca kışın ortasında mezunlar günü düzenlemek kimin aklına gelmiş?” Destiny iç çekerek, “Güney California’da hiç gerçek kış oluyor mu ki? Bunu daha önce konuşmuştuk. Gitmen gerektiğini sen de biliyorsun. İnsanlar seni de görmek isteyeceklerdir. Sen artık ünlü birisin,” dedi. Kahkaha atmaya başlayınca gözlerimi devirdim. “Ayrıca Rachel’a da söz verdin. Onu uzun zamandır görmüyorsun.” Elindeki iPad’i, mahkeme salonunda gösterilen bir kanıt belgesiymiş gibi yüzüme doğru tutuyordu. “En yakın arkadaşını üç aydır görmemek uzun bir süre. Baksana, aranızda ne var hakikaten?” Bunu keşke ben de bilseydim. Son birkaç görüşmemizde sohbetimizin arasında gereksiz suskunluklar olmuştu ve hayatım boyunca tanıdığım biriyle konuşuyor olmaktan ziyade berbat bir flört deneyimi yaşıyormuşum gibi hissetmiştim. Rachel’la yedinci sınıfta İngilizce sınıfımın kapısından içeri girdiği günden beri arkadaştık. Aramıza yeni katılmıştı ancak alışılagelmiş bir ortaokul öğrencisine kıyasla dimdik bir duruşu vardı ve kendine güveni tamdı ancak bende kaldığı ilk gece o kusursuz yüzünü benim kibir aynamda daha yakından incelediğinde, bugüne kadar hep rol yaptığını anlamıştım. Sınıf arkadaşları kadar kendisini de buna inandırmak istiyordu. Öğretmen onu tanıştırdığı sırada birbirimizle göz göze gelip bana gülümsediğinde kolunun altında yıpranmış, Sweet Valley High kitap serisinden All Night Long adlı kitabı gördüm; 15
benim sayısız kez okuduğum bir kitaptı. O gün bugündür birbirimizin en iyi arkadaşıydık. Ortaokulu, liseyi ve hatta üniversiteyi bile birlikte okumuştuk. Ve şimdi de bu mezunlar günü için aradığında her ne kadar gitmek istemesem de onu ekmeyeceğime söz vermiştim. “Hey, sanki beni yargılıyormuşsun gibi bir hava seziyorum. Her ikimiz de yoğunduk, bunu biliyorsun.” Destiny tek kaşını kaldırarak, “Hmm... Peki,” dedi. “Of, hadi ama. Benim ne kadar çılgın bir programım olduğunu ve onun da üç çocuklu olduğunu biliyorsun.” Rachel’ın o evcimen hayatını düşününce burnumu kırıştırdım. Rachel’ı çok seviyordum. Ancak o hep... bitkin görünüyordu. “Ayrıca şu son zamanlarda birkaç akşam yemeği planımızı iptal etmek durumunda kalmış olabilirim fakat onu ekmeyeceğim. Ne de olsa o benim en eski arkadaşım. Onunla birlikte biraz vakit geçirmek keyifli olacak eminim. Tabii John’la da,” diye ekledim. John, Rachel’ın lise aşkı, eşi ve aynı zamanda benim de arkadaşımdı. Destiny başını sallayarak onay verdi. “Kendi yaşındaki erkeklerle biraz flört etmen de senin için iyi olacaktır.” “Bunun olmayacağını ikimiz de çok iyi biliyoruz!” dedim kahkaha atarak ancak bir parçam yine de flört edebileceğim, yaşıtım biriyle karşılaşmayı umuyordu. Ona iş bulmam konusuyla meşgul olmayan olgun ve iyi kalpli biriyle... Televizyoncu özelliğim dışındaki benle tanışmak isteyen biriyle.
16
BÖLÜM 2 .............
rachel
Ev sessizdi; yatak odasıysa karanlık. Ev böyle huzur dolu olduğunda hayatımdan memnun olduğuma neredeyse inanabilecek duruma geliyordum. Kafamı çevirip John’a baktım; jaluzilerin arasından içeriye sızan gün ışığı direk yüzüne vuruyordu. Hâlâ yirmi yıl öncesinde âşık olduğum adamdı o, sadece biraz daha yaş almıştı. Kestane rengi saçları şakaklarında kırlaşmaya başlamıştı hafifçe; mavi gözlerinin etrafındaki kırışıklıklar da biraz çoğalmıştı. Çene kemiği hâlâ güçlüydü; vücuduysa rutin koşularından dolayı hafif bronzdu. Güzel yaşlanıyordu, serseri. Bense hiç de öyle değildim. Yaşım alnımdaki çizgilerden ve karnımdaki çatlaklardan kendini ele veriyordu. Otuz sekiz yaşımın her bir gününü üzerimde hissediyordum. Tam John’un elini tutmak üzere ona doğru uzanmıştım ki birden alarmı çaldı; kendimi toplayıp ona bir günaydın bile diyemeden John duşa girdi. Elim biraz 17
evvel yattığı çarşafın üzerindeydi hâlâ. Tam o sırada bebek ağlamaya başladı ve gün resmi olarak başlamış oldu. Bugün, kendimi güne hazır hissettiğim günlerden değildi, çünkü nihayetinde üzerinde “Merhaba, benim adım...” yazan yaka kartlarından takacaktım üzerime ve hamilelik öncesi elbiselerimin içinde kendimi çok şişman hissedecektim. “Bu gece senin mezunlar günün yok mu?” diye sordu on altı yaşındaki kızım Audrey kahvaltısını yaparken. “Kendini çok yaşlı hissediyor olmalısın!” dedi on dört yaşındaki diğer kızım Sophie araya girerek. “Tanrım, hiç düşünemiyorum bile!” dedi Audrey gözlerini devirip kusuyormuş gibi yaparak. John bir hışımla mutfağa girip kahvemden bir yudum alarak, “Neyi düşünemiyorsun?” dedi. “Bundan yirmi yaş daha büyük olmanın nasıl bir duygu olacağını.” “Yaşlı hissediyor insan.” John kahkaha atarak bana doğru baktı. “Şimdi kaçmam lazım,” dedi ve önce bebeği sonra da kızları öptü ama beni öpmedi. Parmağımı granit tezgâhtaki çatlağın üzerinde gezdirip bunu aklımdaki yapılacaklar listesindeki yenilenmesi gereken, kızların ortak kullandıkları banyonun sızdıran lavabosunun, evin girişindeki yerinden oynamış döşeme tahtasının ve kafasına göre çalışan şofbenin alt sırasına ekledim. Culver City’de çıkmaz bir sokaktaki, bir zamanlar sıcacık bir atmosferi olan İspanyol tipi evimize artık sığamıyorduk kesinlikle. Bu evi yaklaşık on yıl önce satın aldığımızda bu mahalle John’un Santa Monica’daki ilaç satış bölgesine en yakın olan mahalleydi. O zamanlar gücümüz ancak buraya yetiyordu fakat bölge satış müdürlüğüne uzun yıllar önce terfi etmiş olsa da ve artık sokak 18
sokak dolaşıp antibiyotik ya da solunum aleti satmasa bile biz hâlâ buradaydık. Tezgâhta duran arabanın anahtarlarını kaparak, “Ben de kaçtım,” dedi Audrey. Onun araba kullandığı gerçeğine aklım bir türlü ermiyordu. Daha dün eksik dişli, yedi yaşında bir ufaklık değil miydi? Şimdiyse benden bacak boyu farkıyla daha uzundu... John’un her gördüğünde gözlerinde bir dehşet ifadesi uyandıran o bacaklarıyla. Kendinden dalgalı uzun saçları omzundan aşağı dökülüyordu; gözleriyse tam John’unkiler gibi delici bir maviydi. “Hazır mısın?” diye sordu Sophie’ye. Audrey, neredeyse kendinden daha büyük görünen on dört yaşındaki kızımı da bırakacaktı. Sophie o güzelim uzun saçlarını sırf hayranı olduğu şarkıcıya benzemek uğruna benim rızam olmadan kestirmişti. Benimle uyumlu yeşil gözlerinin üzerine fazlasıyla göz kalemi sürmüş, dudaklarınıysa kapkara bir rujla bozmuştu. Bir iç çektim; bu sabah onunla mücadele edecek halim yoktu hiç. “Hoşça kal anne,” dediler bir ağızdan. “Kendinize dikkat edin,” dedim çoktan üzerime kapanmış kapıya doğru. Sabahlığımın kuşağını daha da sıkarak bebeğimiz Charlotte’u doyurmaya başladım. Merak ediyordum, eski sınıf arkadaşlarımın arasında acaba acilen boyaya ihtiyacı olan duvarlarla sarılı bir mutfağın içinde oturup mızmızlayan bir bebeğin ağzına bir lokma muz sokmak için tüm ikna kabiliyetini kullanan başka biri daha var mıydı? John’a hamile olduğumu söylediğimde ona şaka yaptığımı sanmıştı. Ona bunun gerçek olduğu konusunda ısrar edince kanıt görmek istemişti. Bunun üzerine ikimiz de banyodaki çöp tenekesinin derinlerine dalıp sonunda 19
aradığımızı bulmuştuk. Üzerinde pembe pembe parlayan ışığıyla evet anlamına gelen beyaz çubuğu havaya doğru Olimpik meşale gibi elimde tutunca ikimiz de sinirlerimize hâkim olamayarak kahkaha atmaya başlamıştık. Kahkaha atmak, bu bebeğin hayatımızda neleri değiştireceğini konuşmaktan daha kolaydı sanki. Birlikte banyo zeminine oturarak bu bebeği ne zaman yaptığımızın hesabına girmeye başlamıştık. Sonunda Charlotte’u evlilik yıl dönümü yemeğimizde yaptığımız kanısına varmıştık. O gün daha başlangıç yemeklerimiz gelmeden sarhoş olmuştuk. Masada bana bir şeyler olmuştu sanki. Belki ikinci şarap şişesindendi ya da saç ve makyaja o kadar para harcayıp kendimi alışılmadık biçimde seksi hissediyor olmamdandı. Ben, masanın altından John’a yapışarak benimle lavaboda buluşmasını söylemiştim. Tabii ki o sırada düşündüğümüz son şey doğum kontrolüydü; ikimiz de ateşli seks bir yana, en son ne zaman sıradan bir seks yaptığımızı bile hatırlamıyorduk. Bebeği anlattığım ikinci kişiyse en yakın arkadaşım Casey’ydi. Sözün en can alıcı noktasını bekler gibi durgun bir yüz ifadesiyle bakmıştı bana. Ona, John’u nasıl baştan çıkardığımı ve birlikte banyodaki sevişmemizi anlattım ancak ona John’u uzun süredir pantolonu inik vaziyette görmediğimi söylemekten kaçınmıştım. Bu tür şeyleri sohbetlerimize asla konu etmezdim. Casey, Hollywood partilerinde boy gösteren ve ateşli yirmiliklerle düzenli bir seks hayatı olan mutlu bir bekârdı. Ve bilmesini istediğim son şey kocamın beni yatağa atmamasıydı. Ya da daha da kötüsü benim bunu bu kadar seyrek istiyor olmamdı. Bunları bir şekilde karşılıklı konuşmamak, gerekçe gösterip kendi rolümü inkâr 20
etmemi daha da kolaylaştırıyordu. Keşke hâlâ John’la çılgınlar gibi seks yapacak dürtülerim olsaydı ya da en azından ergenlik zamanlarımızdaki gibi birlikte kahkaha atabilseydik... Geçen yaz evliliklerinin ellinci yılını dolduran annem ve babamın hâlâ oldukları gibi. Charlotte alıştırma bardağını yere düşürünce etrafa gülücükler saçmaya başladı. Tabii ki hayatımı onsuz düşünemezdim. Ancak hayatım kesinlikle hayal ettiğim gibi değildi. Bu gece bana sorulduğunda neden Casey gibi televizyon işinde olmadığımı açıklayamayacaktım. Hiçbiri, o kadar uyarılmama rağmen Audrey’ye hamile kaldığımda üniversiteyi nasıl terk edebildiğimi duymak istemeyecekti. Doğum yapacağım gün ve mezuniyet günümüz çakışmıştı, bu yüzden de üniversiteyi bırakmak zorunda kalmıştım. Her zaman geri dönüp okulu tamamlamayı planladıysam da zamanlama hiçbir zaman uygun olmamıştı. Derken zaman geçtikçe ben de ilgimi ya da daha doğrusu isteğimi kaybettim. Ya da belki de her ikisinden de birazcık. Bu gece herkesin odak noktasının Casey olacağı ve bana hiçbir soru gelmeyeceği konusunda umutluydum. On saat sonra John’la birlikte, buluşmamızın gerçekleşeceği kata doğru yükselen asansörün içinde sessizce bekliyorduk. Elbisemden aşağıya doğru bakarken giydiğim korsenin bir işe yarayacağını umuyordum. Asansörün kapısı açılınca John elimi tuttu ve gülümseyerek birlikte salona girdik. Olmamız gereken kimliklere çabuk bürünebilmemiz ne kadar tuhaftı.
21
.