ÖLÜM ÇEMBERİ
Ölüm Çemberi Özgün Adı | Love Story, With Murders Harry Bingham Yayın Yönetmeni | Tuğçe Nida Sevin Yayıma Hazırlayan | Su Akaydın Redaksiyon | Onur Kınacı Birler Kapak Uygulama ve Sayfa Düzeni | Aslıhan Kopuz 1. Baskı, Ocak 2018, İstanbul ISBN: 978-605-9585-91-0 Türkçe Çeviri © Merve Özcan, 2016 © Yabancı Yayınları, 2018 © Harry Bingham, 2013 Sertifika No: 11407 Bu eser Anatolialit Telif Hakları Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır. Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz.
YabancıTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur. Caferağa Mah. Neşe Sok. 1907 Apt. No: 31 Moda, Kadıköy - İstanbul Tel: (0216) 348 36 97 - Faks: (0216) 449 98 34 www.yabanciyayinlari.com – www.ilknokta.com Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97 Sertifika No: 29652
HARRY BINGHAM
ÖLÜM ÇEMBERİ Çeviren
Merve Özcan
Her zamanki gibi N’ye
(bilmiyorum nedir bu sende olan, bu kapayan ve açan; yalnız anlıyor içimdeki bir şey gözlerinin sesini güllerden derin olan) kimsenin yok, yağmurun bile, böyle küçük elleri E.E. Cummings “Hiç Gitmediğim Bir Yerde” adlı şiirinden (1931) – Cevat Çapan çevirisi
.
1
C ard iff Hapishanesi, Eylü l 20 1 0. “Hoş geldin.” Penry ellerini iki yana doğru genişçe açmak istedi ama yirmi santimden daha fazla gidemedi. Sanki kelepçelerin hayaleti hâlâ bileğindeydi. “Güzel yer,” dedim ona. Metal bacaklı masalar. Yukarıda floresan aydınlatma. Güneş ışığı yok. Duvarda resmi duyurular. Her şeyi izleyen gardiyanlar. Yedi yüz seksen beş tane mahkûmun doksan dört tanesi ömür boyu hapse çarptırılmıştı. Güzel. “Şey, bana kalsa badana yapıp etrafı biraz yenileyecektim ama…” Omuz silkti. “Nasıldır bilirsin.” “Başa çıkabilecek misin?” Asıl mesele zamandı, badana değil. Mahkeme dört yıllık bir hüküm vermişti ve her dakikasını hak etmişti. Penry’nin parmaklıkların ardına konmasında benim de yardımım olmuştu. Brian Penry, dolandırıcılıkta ve üstüne bir iki tane daha kötü şeyde parmağı olan rüşvetçi, eski bir polisti ve ondan hoşlanmamam gerekirdi ama hoşlanıyordum. “Dört yıl, ikisini yattım. Evet, başa çıkabilirim.” Yüzünden birkaç ifade geçti, sonra genel olarak boş bir ifadede karar kıldı. “Buradaki ilk haftamda benimle aynı kanatta kalan adam kendini 9
öldürdü. Bir cam parçasıyla.” İki bileğinin iç tarafına uzun çizgiler çekti. “Kapıdan dışarı kan aktığında fark ettiler. Kahrolasıca…” Sözünü bitirmek yerine başını salladı ama ne demek istediğini anladım. “Herif sadece on sekiz ay yatacaktı ve depresif falan da görünmüyordu yani.” Hikâyeyi hatırlıyordum ama şöyle böyle, hani hikâyenin can alıcı bir noktası olur ya öyle. Hatırımda kalan şey tutuklanmaydı. Genç bir babaydı. Bir mühendislik firmasında çalışıyordu. İyi bir delikanlıydı, sorun çıkarmayan türden. Güney İspanya’dan gelen çelik boru sevkiyatıyla kokain sokmaya çalıştığı için yakalanmıştı. İşten kovulmuştu, karısı onu terk ederek çocukları almıştı ve hapse girmişti. Kısacası hayatı bitmişti. “Her şey yoluna girecek Brian,” dedim. “Evet. Evet, şurayı biraz derleyip topladıktan sonra, değil mi?” Bir yarım saat daha konuştuk ama yüzyıl sürmüş gibi geldi. Binadan çıkarken neredeyse kaçtığımı fark ettim.
10
2
C ard iff. Ekim sonu , 20 1 0. Cuma öğleden sonraydı. Galler’de aylardan ekimdi ama inanmazdınız. Batıdan acele acele gelen yüksek bulutlar ve bol güneş ışığı vardı. Yazın son demleri ve dökülen bir sürü yaprak falan. Polis memuru Adrian Condon’la bir devriye arabasındaydım. Evden eve giderek beş saat heba ettiğimiz Rumney’den dönüyorduk. Kadın bir görgü tanığıyla, iki adamın yaralandığı (teki çatlak kafatası yüzünden hastanedeydi) bir sokak kavgası hakkında bilgi verebilecek birini arıyorduk. İşe yarayacak bir şey bulamamıştık, zaten böyle bir beklentimiz de yoktu. Patronlarımız da bulacağımızı düşünmemişti. Bürokrasiyi tatmin etmek için yapılan rutin şeylerdendi. Eliniz mecbur olduğu için yapıyordunuz. Mesai sonu ruhu bizi ele geçirdiği için alışveriş hakkında konuşup hafta sonunu düşünüyorduk. Fakat Condon’ın telsizi cızırdadı. Cyncoed’ta bir vaka vardı. Bir ev tasfiyesi esnasında yasadışı çöp bulunmuştu. Condon bana baktı. Kulak ardı edebilir ya da iyi, küçük askerler olabilirdik. Umurumda olmadığı için omuz silktim. Zaten Cyncoed’taki yasadışı çöpler için polis olmuştum ben. Condon da omuz silkti. Ben telsize uzanırken arabayı çevirmeye başladı. 11
Hareket memuru bize Rhyd-y-penau yolunda, baraj gölünün yukarısında bir adres verdi. Genelde bize sorun çıkaran bir yer değildi. Kırpılmış çalıların, bakımlı bahçelerin ve tül perdelerin; Bungalovların ve Çin köpeklerinin olduğu bir yerdi. On dakika içinde oraya varmıştık. Mavi renkli, büyük ve kapıları rüzgâr esintisiyle savrulan bir minibüs, hedefimizi işaret ediyordu. Condon araba yolundaki boşluğa girip arabayı çıplak bir kiraz ağacının altına park etti. Dışarı çıktık. Condon üniforma giyiyordu ama ben giymiyordum. O bir erkekti ve ben değilim. Teknik olarak kıdemli yetkili ben olmama rağmen temizlik ekibindeki adamlar ona saygı gösterip eldivenlerini çıkararak erkeksi tutuşlarla el sıkıştılar. Umurumda değildi. Geride durup bulutların sürüklenmesini izledim. Yasadışı çöp. Görev ne kadar zor olabilirdi ki? Konuşmaları bölük pörçük işitiyordum. Bungalov en yakın akrabası Avustralya’da olan yaşlı bir kadına aitti. Bıdı bıdı. Mavi minibüsün içi yaşlı kadın mobilyalarıyla doluydu. Kıvrımlı maun masa ayakları, yeşil kadife döşeme. Soluk altın renginde püsküllü bej yastıklar. Esintiyle çarpmaya devam eden kapı yüzünden başka bir şey göremedim. Condon ve temizlik görevlileri garaja doğru ilerlediğinde onları takip ettim. Garaj kapısı açılmıştı ve önünde yarısı dolu bir çöp konteynırı vardı. Yıpranmış bahçe ıvır zıvırı, kurumuş boya kutuları, uçları dökülmüş süpürgeler, üzeri örümcek ağı kaplı katlanabilen bir şezlong. Garajın içiyse kısmen temizlenmiş ve yarısı boşaltılmıştı. Tik ağacı bahçe eşyaları kötü havalarda ve kışın içeride tutulması gerekecek kadar kaliteliydi. Havalar ısındığında da dışarı çıkartılırlardı. Ve bir derin dondurucu. Büyük. En azından iki küvet genişliğindeydi. Tül perdeleriyle ve Çin köpekleriyle Llanishen baraj gölünün yukarısında yaşayan sevimli, yaşlı teyzelerin sonbaharda yaptığı elma kompostolarıyla ve yerel kasaptan indirimde aldıkları kuzu parçalarıyla doldurdukları türdendi. Tabii ki yakla12
şık bir ya da iki aydır elektrikler kesik olduğu için, paketlenmiş kuzu etiyle elma kompostoları eski tazeliklerini koruyamamıştı. Leş gibi kokan tekerlekli bir çöp kutusu dondurucudan çıkarılan poşetlerin ilk katmanını taşıyordu. Gri ve yeşil renkli bozulmuş etlerle dolu plastik poşetler yere bırakılmıştı ve her poşetin içinden pis su damlıyordu. Fakat göze takılan bu değildi. Göze asıl takılan şey betonun üzerindeki kuzu etlerinin ve domuz göbeğinin önünde yatıyordu. Bir metreden daha uzun plastik bir torba. Bozulan biraz daha et. Aynı sarımsı gri renk. Aynı pis su, aynı koku. Ne var ki bu et insan bacağına feci benziyordu. Tabii bir de topuklu ayakkabı giyiyordu. Condon bacağı benden bir saniye önce görmüştü ve iyi bir aynasız gibi dışarıya kusması gerektiğinin farkındaydı. Suç mahallini temiz tutmalıydınız. Ben ceset gördüğümde kusmam. Condon çiçek tarhını süslerken ben de torbaya yaklaşarak kalın polietilenin üzerinden ete dokundum. Bayat ve soğuk biftek gibiydi. Ölü kızın yanına diz çöküp ona arkadaşlık ettim ve huzurun torbadan çıkıp içime girmesine izin verdim. Condon ve temizlik görevlilerinin gölgeleri garajın girişinde dolaşıp duruyordu. Kızın bacağına dokunurken ofisi aradım. Görev başında olduğunu bildiğim tek komiser Rhiannon Watkins’ti. Ona durumu özetledim. Büyük ihtimalle Condon da hareket memuruyla iki söz edecekti ama bu noktadan sonra dava Cinayet Masası’na aitti. Ufacık, tatlı mı tatlı bir cinayet. İçimden derin bir rahatlama hissi geçti. Memnuniyet hissi. Bu hafta sonu için plan yapmamıştım. Ve bunun yapacağım her plandan daha iyi olacağına şüphe yoktu. Bacağı son kez şefkatle sıktıktan sonra dondurucunun içini görebilmek için ayağa kalktım. Benzer şeyler bekliyordum. Kollar, baş, diğer bacak. Kesilmiş ve korunmuş beden parçaları. Fakat herhangi bir şey yoktu. Akışkan elma püresi. Kullanılmaz durumda poşet poşet fasulye. Üzerlerindeki el yazısıyla yazılmış etiketleri karanlık ve nemden okunmaz hale gelmiş saklama 13
kapları. Vücut parçaları gibi görünen bir şey yoktu. Bu kokuşmuş yapbozun diğer parçaları yoktu. Garajın girişindeki temizlik ekibi akşam için yeni planlar yapmaları gerektiğini fark ettiler. İfadelerini almamız gerekecekti. Eğer iş o noktaya varırsa minibüslerini de almamız gerekecekti. Artık suç mahallinin bir parçasıydı ve içi kanıtla doluydu. Cathays Parkı’nda söz kulaktan kulağa dolaşacak, vardiyalar yeniden ayarlanacak ve insanlar arabalarına atladığı gibi buraya gelecekti. Işıklar yanıp sönecek ve sirenler çığlık atacaktı. Hepsinden hoşlanıyordum ama henüz buna hazır sayılmazdım. Condon hâlâ girişte meşgulken garaj kapısından geçerek eve girdim. Ev işgal altına alınmadan önce şöyle bir göz atmak istemiştim. Saatler geri alınmadığı için epey ışık vardı. Ev boş sayılırdı. Tüylü, sarı ve kahverengi bir halı vardı ve eskiden mobilyaların üzerinde durduğu yerlerde izler kalmıştı. Oturma odasındaki şöminenin üzerindeki fotoğraflar henüz kaldırılmamıştı. Büyük ihtimalle kalabalık bir aile olmadığı için pek fotoğraf yoktu. Muhtemelen dul hanımla vefat etmiş kocasına ait bir düğün fotoğrafı gördüm. Adam asker üniforması giyiyordu ve fotoğraf İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma gibiydi. Evlendiğinde yaşı genç olsa bile bu fotoğraftan kadının şimdilerde seksenli yaşlarının sonunda ya da doksanlarının başında olduğunu gösteriyordu. Hoş bir gelindi, dudaklarında tebessüm vardı. Yeni kocasına mı yoksa kameraya mı baksa kararsız kalmıştı. Bunun yanında başka fotoğraflar da vardı. Aynı çift ama daha yaşlılardı. Bir bebekle. Küçük bir kız çocuğuyla. Sonra aynı kızın ergenliği, genç bir kadın olduğu ve sonra da gelin olduğu fotoğraflar. Artık Avustralya’da yaşayan en yakın akrabası bu kadın, diye düşündüm. Son fotoğrafta kocası kırklı yaşlarının sonunda belki de ellilerinin başındaydı, parmaklarının arasında bir sigara vardı. Atmışlarına vardığına dair bir kanıt yoktu. Ölü kız pembe süet bir ayakkabı giymişti; platform tabanlı, ince topuklu, oval burunlu ve bilekten kayışlı. Dünyanın en önemli moda otoritesi sayılmazdım ama ayakkabı bana ne kutu14
dan yeni çıkmış gibi ne de yıpranmış göründü. Yaklaşık olarak Christina Aguilera tarzıydı. Başparmağımla fotoğrafları aynı hizaya getirdim. Sabıkalı albümlerine pek benzemiyordu; ihtiyar, dul bir kadın, vefat etmiş bir koca, Avustralyalı bir evlat. Elimizde bunlar ve bir de, ayakkabı konusunda Christina Aguilera’yla aynı zevki paylaşan, sadece tek bacaktan ibaret bir cinayet kurbanı vardı. Aptal aptal sırıttım. Hafta sonunu daha iyi geçiremezdim.
15
3
Kıyamet tepeden yukarı çıktıktan sonra her yanı ele geçirdi. Kutlamanın kraliçesi ise Rhiannon Watkins’ti. Lanet Rhiannon Watkins. Rozet Watkins. Rhiannon Watkins, Cardiff’e atanmış en genç kadın komiserdi ve şu âna dek bu rütbede en uzun süre hizmet vermiş kişiydi. Yeteneği onu Başkomiser hatta Emniyet Müdürü bile yapabilirdi fakat kendinden nefret ettirme becerisi yüzünden bir milyondan fazla kişi onun cinayet zanlısı olabilirdi ve üstelik sağlam nedenleri de olurdu. Hatta bu grup Cinayet Masası’ndaki her bir iş arkadaşını da içerirdi. Her zamanki gibi Watkins en öndeki arabanın içindeydi. Her zamanki gibi dışarı ilk o çıktı. Ve yine her zamanki gibi arkasında siyah ceketli ordusu vardı. Suç mahallini bantla çevrelediler. Komşularla konuştular. Kanıt zincirimizi korumak için nakliye aracını polis alanına aldılar. Nakliyecileri sorgulamaya başladılar. Ayrı ayrı sorguladılar ki ifadeleri karşılaştırılabilsin. Bunların hepsi olurken telefon ve telsizler sürekli Cathays Park’la meşguldü. Telefonumla oynayıp dikkat çekmemeye çalışırken Watkins’in suç mahalli çocuklarını aheste davrandıkları için azarladığını duydum. Fırsatını bulduysa muhtemelen başka şeyler için de azarlıyordu. Edepsizlik. Detaylara dikkat etmeme. Bozuk pantolon ütüsü. Bir kez gülümsemiş olmak. Condon da bir şey yüzünden ağzının payını almıştı. Ne oldu16
ğunu bilmiyordum ama rengi atmış halde yanımdan geçti. Sonra sıra bana geldi. Kapkara bir takım elbise, beyaz gömlek giymiş ve sinirli lezbiyen tavrı takınmış Watkins beni yanına çağırdı. “Eve girmişsin. Niye?” Işıldayarak gülümsedim. Kaçık beynimin iyi olduğu bir şey vardı; bu tür akıl oyunları beni pek rahatsız etmiyordu, yani onları oynamaktan epey hoşlanıyordum. “Evin içinde başka kanıt var mı yok mu ve varsa gerektiği gibi güvenlik altına alınıp alınmadığını bilmiyorduk. Gidip bakma görevini üstüme aldım.” “Evin içi bir suç mahalli ve…” “Hiçbir şeye dokunmadım. Olay yeri incelemenin işini zorlaştırmak istemedim. Ayakkabıyı fark ettiniz sanırım?” Komiser Watkins bundan hoşlandı. Tıpkı bir tarla faresinin çıkıp acıkan var mı diye sormasından zevk alacak bir yılan gibiydi. Saldır, yut, sindir. Bana gülümsediği için ben de ona gülümsedim. Keyfimiz yerindeydi. “Ayakkabıyı mı?” Bunu ağır ağır, üstüne düşüne düşüne söylemişti. “Evet efendim. Bulduğumuz bacağın ayağında ayakkabı vardı.” “Şey evet, bacağa şöyle bir baktım ve Londra Polis Teşkilatı’nda geçirdiğim yirmi yılın verdiği tecrübe sayesinde fark edebildim, hatta torbaya rağmen, bu…” “Özür dilerim efendim. Net anlatamadım. Ayakkabı günümüz modasına ait değil.” Ona biraz önce internetten telefona indirdiğim resimleri gösterdim. “Çok vaktim yoktu ama ayakkabının zamanını yaklaşık olarak 2001 veya 2002 olarak belirledim. Bu da suçun en azından on yıllık olacağını gösteriyor. Eminim Cathays’teki adamlarınız bütün vücut parçalarının bulunmadığı davaları inceliyordur. İlgilerini son on yılın başlarına yöneltmelerini isteyebilirsiniz.” 17
Ona en hoş gülümsememi gösterdim. Evin ufak avlusunda dikiliyorduk ve kuzeybatı semalarındaki bulut topaklarının ardında güneş batmak üzereydi. Watkins kafamı koparmak istiyordu ama yapamazdı. Daha da kötüsü karşımda dikilmek ve verdiğim bilgiyi Cathays’e iletirken izlememe izin vermek zorundaydı. Arkamızda diğer arabaların sokağı karıştırmaya başladığını gördüm. Flaşla fotoğraf çekiyorlardı. Normalde bu gibi şeylere ilk olarak yazılı basın gelirdi ama bu hikâye çok geçmeden birkaç tane çekim ekibinin dikkatini çekebilecek kadar büyük olabilirdi. Watkins telefonu kapattı. Benim gördüğümü o da görmüştü. Aklından neler geçiyor bilmiyordum. Hiçbir kıdemli memur medya ilgisine karşı kayıtsız kalamazdı. Bazıları severdi ve bazıları nefret ederdi. Watkins’i, hangisine eğilimi olacağını bilecek kadar iyi tanımıyordum. Dikkati basında olsa da bana karşı felaket bir şekilde davranması gerektiğini unutmamıştı. Bana buz gibi bir sesle ayakkabıyla ilgili bilginin işe yaradığını ve böyle şeylere karşı dikkatim açık olduğu için Cathays’e geri dönüp oradaki araştırma ekibine katılabileceğimi söyledi. Bulduğumuz sonuçların kısa bir özetini ona sabah anlatabilirmişim. Gecenin yarısına kadar çalışacağım için başıma büyük bela açtığını sanıyordu. Bense mutluydum çünkü zaten böyle olmasını istiyordum. Heyecanla Condon’ı bulmak için ayrıldım; beni şehre bırakabilirdi. Onu dışarıdaki yolda buldum. Aracını ne zaman alabileceğini öğrenmek isteyen adamlardan biriyle konuşuyordu. Condon durumu eğitimini aldığımız şekilde idare ediyordu ama Buz Kraliçesi’yle olan atışmasından dolayı için için titrediğini görebiliyordum. “Hey Adrian.” Kolunun üstüne abartmadan vurdum, bu destek veren ama profesyonel olarak da kabul edilebilir bir hareketti. Temizlik görevlisine, “Aracınızı Komiser Watkins alabilirsiniz dediğinde alacaksınız. Ayrıca sürtüğün tekidir, yani bu biraz uzun sürebilir. Üzgünüm,” dedim. Adam açık sözlülüğüm yüzünden kahkaha patlatırken ko18
nuşmaya devam ettim. “Bacağı bulduğunuzda tam olarak nerede duruyordu? Derin dondurucuda olduğunu biliyorum ama tam olarak neresindeydi? Önde mi arkada mı? En derinlerde miydi yoksa en üstte mi?” Sorumu anlayan temizlik görevlisi (görünüşe göre bir adı varmış, Geoff) oldukça yardımseverdi. Bacak dondurucunun arka kısmına dayanmış duruyormuş, tam olarak dibinde değilmiş ama yakınmış. “Düzgün müydü?” diye sordum. “Yani hiçbir boşluk bırakmadan titizce paketlenmiş miydi? Veya telaşla içeri fırlatılmış gibi mi görünüyordu?” “Ah hayır, epey titizce gibiydi… Sanki…” Geoff’un rengi yeşile çalmaya başladı ama batan güneş ve sokak lambalarının ilk sodyum aydınlığı altında pek kesin konuşamazdım. Aslına bakarsanız Llanishen’de iki tane baraj gölü vardı. Ufak olan yukarıdaki baraj gölünün içinde hâlâ su vardı ama diğeri (baraj gölü dendiğinde insanların asıl bahsettiği) bu yılın başında kurutulmuştu. Suyu boşaltılmış, etrafı çitle çevrelenip sarı ve siyah renkli güvenlik ihtarları çakılmıştı. Bir şirket bu araziyi yeniden yapılandırarak pahalı evler inşa etmek için kullanmak istiyordu ki eskiden Llanishen’in ev sahipliği yaptığı çayır yılanlarını, karakurbağalarını, kör kertenkeleleri ve Waxcap mantarlarını asfaltla lüks evlerden daha çok sevmiyor olsam bunun benim için de sakıncası olmazdı. Gümüş rengi çakıl taşlarına benzeyen tenleriyle karanlıkta usulca sürünürlerdi. Geoff’a endişelenmemesini ve yardımcı olduğunu söyledim. Ne olur ne olmaz telefon numarasını aldıktan sonra da Condon’dan beni götürme sözü aldım ve ona bir dakika içinde döneceğimi söyledim. Eve doğru koştum. Elbette bu benim koşma tarzımdı ve çoğunlukla koşmayı içermezdi. Garaja girdim. Olay yeri inceleme fotoğrafçısı oradaydı, şu lastikli başlığı ve manşetleri olan polipropilen takımlardan giymişti, ışık düzeneklerini ayarlıyordu. 19
Bana hâlâ derin dondurucunun dibinde duran paketlerden bazılarının tarihlerini söylemesini istedim. Yardım etmesi gerektiğinden emin değildi çünkü başka bir seyirde ilerlemesi gerektiğini söyleyen bir el kitapçığını yemiş yutmuştu. Ona profesyonel şüphelerini Komiser Watkins’e iletmemi istiyor mu diye sorduğumda yardımcı olmaya karar verdi ve bir fener tutarak dondurucuya doğru eğildi. O bunu yaparken ben de yerde gelişigüzel duran paketleri inceledim. Her birinin üzerinde tarih yazmasa da bazılarında yazıyordu. İçi elma kompostosuyla dolu ince buzdolabı poşetleriyle dolu bir yığının üzerindeki tarihler 2005’ten başlıyordu. Bazı kasap paketlerinin üzerine 2006, 2007, 2008 ve 2009 olarak tarih atılmıştı. İçinde ne olduğunu anlamadığım bir paketin üzerinde 1984 yazıyordu ama öyle titrek bir el yazısıydı ki yaşlı kadının aklının başka bir yerlerde dolandığından şüphelenmeye başlamıştım. Memur dondurucudan uzaklaştı. Benim aksime yüzünde bir maske olsa da içerisi leş gibi kokuyor olmalıydı. “Hepsini göremiyorum ve fotoğraf çekmeyi bitirene dek hiçbir şeyi yerinden kıpırdatmayacağım. Görebildiğim kadarıyla en eskisi 1996, en yenisi ise 2002 yılına ait. Belki de 2003’tendir ama mürekkep solmuş…” Omuz silkti. “Ancak onları çıkarıp düzgünce bakabildiğimizde kesin konuşabiliriz.” Telefonumla ölü kızın ayakkabısının birkaç tane daha fotoğrafını çektim ve memur o aşamaya vardıklarında bana ayakkabının daha kaliteli fotoğraflarını göndermeye söz verdi. Ona başparmağımla tamam işareti yaptıktan sonra Condon’ın yanına döndüm. Yola koyulmaya hazırdım.
20