.
Şifacı Özgün Adı | The Healer Virginia Boecker Yayın Yönetmeni | Tuğçe Nida Sevin Yayına Hazırlayan | Su Akaydın Kapak Uygulama ve Sayfa Düzeni | Aslıhan Kopuz 1. Baskı, Ekim 2017, İstanbul ISBN: 978-605-9585-76-7 Türkçe Çeviri © Burcu Karatepe, 2017 © Yabancı Yayınları, 2017 © Virginia Boecker, 2015 Sertifika No: 11407 Bu eserin yayın hakları Aslı Karasuil Telif Hakları Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır. Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz.
YabancıTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur. Caferağa Mah. Neşe Sok. 1907 Apt. No: 31 Moda, Kadıköy - İstanbul Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 www.yabanciyayinlari.com – www.ilknokta.com Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97 Sertifika No: 29652
Çeviren
Burcu Karatepe
.
1
HER ZAMAN OLDUĞU GIBI HER ŞEY ANSIZIN GERÇEKLEŞTI.
Aslında hiç yoktan ortaya çıktığı söylenemezdi. Her seferinde aynı yerde oluyordu: Tyburn’deki meydanın hemen ortasındaki odun yığınında. Sadece ve sadece tek bir amaç için kurulmuş platformun etrafına yığılmış odun yığınıydı bu. Ortada bir direk. Aksi takdirde yanacakları için, halatlar yerine zincirlerle bağlanmış bedenler. Yaklaştırılan bir meşaleden gelen ve kalasların üzerindeki, daha hızlı ve daha beter yaksın diye arasına tezek karıştırılmış olan kuru samana sıçrayan küçücük bir kıvılcım; meydanın diğer tarafından bile hissedilebilen, gürüldeyen bir ateş. Fakat ben meydanın diğer tarafında değildim. Şehrin diğer tarafında ya da birkaç metre ya da on metre uzaklıkta da değildim. 5
Tam oradaydım. Telaşla platforma doğru koşuyor, onlara ulaşmaya çalışıyordum. Anneme, kız kardeşime. Yüzlerini aradığımı hatırlıyordum: Onları göremiyordum, en azından ilk bakışta. Saçları, zaten çok kısa zaman sonra ölecekleri için, bir celladın bıçağıyla özensizce kafa derilerine kadar kesilmişti. Beni yakaladılar. Siyahlar ve kırmızılar içinde, kollarına o lanet kırmızı güllerin, yani kralın hanesinin çiçeğinin işlendiği iki muhafız. Tam onu gördüğüm sırada beni çektiler. Jane. O da beni görmüştü, gözleri aynı benimkiler gibi korkuyla bakıyordu. Benim adımı seslendi ama seslenişi bir çığlıkla, bir yumrukla, bir feryatla ve bir ağlamayla bölündü; bir kısmı ona bir kısmı bana aitti ve bir kısmı da hem korku hem beğeni hem de acımayla bizi izleyen kalabalıktan geliyordu. Yerdeki pisliğin içine yüzüstü düştüm ve ağzım, sıcaklıktan dolayı ılık, ateşten dolayı kavrulmuş, yanmış insan kokan tozla ve külle doldu. Bir anlığına kusacak gibi oldum. Tam sırtüstü yuvarlandığım sırada onun yüzünü, daha doğrusu onların yüzlerini gördüm. Önce kırmızı, ardından sarı, en sonunda beyaz ve siyahlardı. Yaşamdan ölüme, öncesinden sonrasına ve o andan yok oluşa uzanan yolun simyasıydı gördüğüm. Nefes nefese, dudaklarımda onun ismiyle ayağa fırladım. Kız kardeşim, Jane. Benden iki yaş küçük, geveze ve baş belası ama komik, vahşi ve beni kimsenin güldüremediği gibi güldüren kız kardeşim. Benim en iyi arkadaşım. Bir zamanlar öyleydi. 6
Bugün, o öleli tam bir yıl olmuştu. 2 Kasım, Ruhlar Günü, tüm ölüleri andığımız gün. Kederimde boğulamıyor olmamdaki ironi beni mahvediyordu. Kalbim göğsümde hâlâ çarpıyordu ve neredeyse sesini duyabiliyordum. Hızla nefes almaya çalışıyordum ama ciğerlerime hiç hava girmiyor gibiydi. Ellerim titriyordu ve içimde sürekli bir kaçma isteği, bundan mümkün olduğunca uzaklaşma isteği duyuyordum ama gidebileceğim hiçbir yer yoktu. Hissettiğim bu dehşet beynimin içindeydi ve bundan kaçmam mümkün değildi. Yataktan kalktım ve pencereyi açtım. Gece havası serindi ve ayın, gökyüzünde iyice yükselmesinden ancak hâlâ tam merkezde olmamasından anladığım kadarıyla saat sabahın üçü olmalıydı. Sabahın üçünün ne şekilde önemli olduğunu bilmiyordum ancak sürekli bu saatte uyanıyordum. Her zaman uyanıyordum. Başımı pencereden çıkardım. Tam da onun söylediği şekilde nefes almaya başladım. Dörde kadar sayıp nefes al. Dörde kadar sayıp nefes ver. Kış için derin bir uykuya dalmaya hazırlanan şifalı bitkilerle dolu bahçeye baktım. Geriye yalnızca birkaç bitki kalmıştı: kişniş, biberiye, hanımeli. Düşen sıcaklığa, hiç sonu gelmeyen yağmura, öğleden sonra çöken ve sabah dokuzdan önce gitmeyen karanlığa rağmen büyümeye devam ediyorlardı. Kız kardeşim kıştan nefret ederdi. Annem gibi o da açık tenliydi ama yazları tercih ettiğini çünkü kış aylarının onu hayalet gibi solgun gösterdiğini söylerdi. Bir ölü gibi… 7
Yine zorlukla nefes aldım. Hanımelinin sıcak ve tatlı kokusu, bir esintiyle içeri doldu. Bu bitki birçok açıdan işe yaramazdı; çok bir faydası yoktu ve ne güzel görünür ne de güzel kokardı. Bir şifa bahçesinde işi yoktu ama annem yine de ekmişti çünkü kışın her şey ölürken o canlanırdı. Pencereden uzaklaştım, ellerimi başımın arkasında kavuşturup odada volta attım. Sanki lanet bir sıtma geçiriyormuşum gibi titriyordum. Masama gittim ve kitap yığınlarının, parşömen rulolarının, her tarafa dağılmış kalemlerin ve mürekkep şişelerinin arasında onu bulana kadar el yordamıyla arandım: Günlüğüm. Bu günlüğü, bir şifacı ve annemin en yakın arkadaşı olan Loren, bir şekilde onları kaybetmenin üzüntüsünü atlatmam için vermişti. Musallat olmuş kâbuslardan, suçluluk duygusundan ve şoktan kurtulmam, her şeyi geride bırakmışken nasıl yoluma devam edeceğimi bulabilmem için vermişti. Eğer duygularımı bu sayfalara yazabilirsem, onların kontrolünü ele geçirebileceğimi söylemişti. O zaman kendi duygularımın kendi boyumdan büyükmüş gibi görünmeyeceklerini, onlar tarafından tuzağa düşürülmeyeceğimi, kendi ıstırabımın kurbanı olmayacağımı söylemişti. Fakat şimdiye kadar çok iyi gittiği söylenemezdi. Günlüğü önüme koydum. O sırada altından bir mektup kaydı ve yere düştü: kalp şeklinde kan kırmızısı bir balmumuyla mühürlenmiş, kar beyazı bir parşömen. Maskelemek için kullanılan tarçın kokusunun altından, aynı zamanda aşk büyüsünün de ana öğelerinden biri olan servi kokusunu az çok alabiliyordum. Büyünün ak8
tif hale gelmemesi için mührü kırmamaya özen göstererek mektubu aldım ve masanın üzerine koydum. Günlükte boş bir sayfa açtım; bunu yapmak kolaydı çünkü tüm sayfalar boştu. “Duygularımı yazmak…” Kalemi alıp mürekkebe batırdım ve elim sayfanın üzerinde öylece kaldı. “Hiçbir boka yaramayacak.” Kalemi masaya fırlattım ve üzerinden yuvarlanıp yere düşüşünü izledim. Denemiştim, gerçekten denemiştim ama bunu yapabilecekmişim gibi durmuyordu. Neden bu kadar korktuğumu bilmiyordum, onlar sadece kelimelerdi. Ölüm. Acı. İşkence. Yok olma. Yalnızlık. Fakat bunlar korktuğum kelimelerdi. Ayağa kalktım ve pencerenin yanına geri gittim. Nefes alıp verişlerim yavaşlamıştı ama kalbim göğüs kafesimde öyle hızlı atıyordu ki gömleğim titriyordu. O zaman üzerimde gündüz giydiğim kıyafetler olduğunu fark ettim, bir önceki gün giydiğim kıyafetler. Tanrım. Doğru düzgün giyinebilecek kadar bile toplayamıyordum kendimi. Gömleği, düğmelerini bile açmaya gerek duymadan başımdan çıkardım ve köşeye fırlattım. Gömlek daha yere inmeden annemin sesi aklımda çınladı. John, derdi. Bu gömlekler kendi kendilerine yıkanmayacaklar, değil mi? Ardından saçlarımı karıştırır, gidip gömleği alır ve bana verirdi. Tam o anda tekrar nefessiz kaldım. Dörde kadar sayıp nefes al. Dörde kadar sayıp nefesini tut. Dörde kadar sayıp nefes ver. Bunu nasıl atlatacağımı bilmiyordum. Hissettiklerimi yazmak yardımcı olmayacaktı. Mantıklı hiçbir yanı yoktu. 9
Kendime nasıl paramparça olduğumu anlatmama gerek yoktu; zaten nasıl bir şey olduğunu biliyordum. Şifacılar buna melankoli diyorlardı. Fifer ise atak diyordu. Her ne derlerse desinler, anlamı değişmiyordu. Lanet olası aklımı kaçırıyordum. Yatağıma geri döndüm ve örtüleri kaldırmadan üzerlerine kıvrıldım. Sadece ve sadece nefes alışımı düşünmeye çalıştım. Ne kadar sürdüğünü bilmiyordum ama daha sakin hissedene kadar öyle yattım. Üstüme bir şey giymedim. Bir önemi yoktu. Artık neyin önemi vardı bilmiyordum.
10
72