I
H
u
b
e
r
t
R
e
BOŞLUK bakışımın biçimini alıyor
e
v
e
s
H
u
b
e
BOŞLUK bakışımın biçimini alıyor
Çeviri Kurtuluş Dinçer
TÜBİTAK P OP ÜL ER BİLİM KİTAPLARI
Bu kitabın adı Paul Eluard’ın
Ne plus partager (1926) adlı şiirindeki “L’espace a la forme de mes regards” (“Boşluk Bakışlanmın Biçimini Taşıyor”) dizesinin serbest bir yorumudur.
Geรงen Zaman
Gölün suyu dingin. Hava hafif sisli. Yaprakların taze yeşili dağların soluk mavisi üzeri ne düşüyor. Kıyılarda sırayla çanlar öğleyi vuruyor. Bir tekne geçiyor. Gülüşmeler duyuluyor. İnsanlar eğleniyor. Yaşamlarından bir andır bu, dünyanın tarihinden bir an. -lâ f 1f ■» Serin rüzgâr yüze vuruyor. Yapraklar üzerinde ayak sesleri. Büyük beyaz bulutlardan sızan tatlı ışık. Ormanın koca ağaç gövdeleri altına serilmiş menekşe ve lâleden halılar. Hepsi çok güzel... Bu uyumlu anı yakalamak. Zamanın akışı içine dalmak. Geçip giden varoluşun atışını algılamak. Yaşam anların art arda gelişidir. ırMevsimlerin ve mevsim sevinçlerinin dönüşü. Mor menekşe derlemek, bülbülün ötü şünü dinlemek. Toy kırlangıçların uçuş derslerine tanıklık etmek. Biraz da hüzünle, sa ğanların bizi terk edişini, mor çiğdemlerin nemli topraktan bitişini gözlemek.
Köklerini bulmak için doğaya kulak vermek, gerçekliğe demirlemek.
*îr Güneş ışınları ormana eğik geliyor. Ağaçların koyu renkli gövdelerini yaldızlıyor, kara toprak üzerine beyaz ışık sızıntıları bırakıyor. Hava serin, zaman zaman da neredeyse so ğuk. Serin havanın burun deliklerimden girişini zevkle duyumsuyorum.
n Tr-j*
» i 411
Ormanın girişinde, akasyaların sonsuzcasına loplu yapraklarının açık yeşiline beyaz akasya çiçeği demetleri karışıyor. Dallarda taçyapraklan gökyüzünün canlı mavisine bir derinlik veriyor. Yavaş yavaş,şurda burda yere düşüyor, yoldakitekerlek izlerini kar gibi örtüyorlar. Çiçeklerden çıkan kokuseli yalnız yürüyüşçünün yolunu dolduruyor.
^
'
"İT"
4
I
Deniz üstünde günbatımını seyretmek için tepeye çıkarken, makilerin ağır kokularını solurken, aç kuşların bağırtılarını dinlerken, sevdiklerimin imgeleri, "yaşamım" denen bu engin olayda bana eşlik eden imgeler geliyor belleğime.
■n Doğanın bu gösterilerinin önüne, savaş ve felaket imgeleri çıkıyor kimi zaman. Güzel günlerin çok kırılgan olduğunu kendi kendine yinelemek gerek. Bu onlan bizim için da ha da değerli kılıyor. San düğünçiçekleri üzerinde "gündüz tavuskelebekleri" uçuşup duruyor. Çitin yakı nında bir "mührüsüleyman" açmış. Korunun bitiminde dişbudaklar tohumlarını geliştiri yor. Uzakta bir guguk kuşu ötüyor.
Sol başparmağım sağ bileğimin üzerinde, yüreğimin atışını duyumsuyorum. Uzun bir an, doğumumdan beri bana eşlik eden, varoluşumun yapısında bulunan bu sadık ve ka çınılmaz ritmi dinliyorum.
Bu ritmi bana aktarmış olan ana-babamm ve büyük ana-babalanmın hiç kopmayan zincirlenişi boyunca, başparmağımın altındaki bu vuruş beni doğrudan doğruya yeryüzü ya şamının uzak geçmişine bağlıyor, yüz milyonlarca yıldır süren bir öykünün içine sokuyor. Ben Dünya’nm öyküsünün bu kesin anında yer alıyorum. Bu yürek atışının bana sağla dığı bilinç meşalesini elli altmış yıl boyunca taşıyorum. Bir sürü başka insanın yüreği at maya başlarken, benden önceki birçok başkası gibi benim yüreğimin atışı da duracak. Dünya üzerindeki yaşamın eşsiz serüveninin döngüsü bu.
Yaz sonunda bir kuru gölcük. Güneş ufka doğru iniyor, ağaçlann gölgeleri sararmış yapraklarla örtülü çatlak toprak üzerinde uzanıyor. Bir kızılgerdan, kuru bir dala tünemiş, bana bakıyor. Sonra gür bir yalancıçınarm içine dalıyor. Ardından, hafifçe sızlanışlı şakımalannı dinliyorum. Dilenir ki bu armoni dolu anlar sonsuza dek sürsün. Gün gelip artık var olmayacaklanm düşünmek bile istemeyiz. Ancak fiziksel bozulma ve çok yakın bir dostun yakın za mandaki ölümü bana bu anların kırılganlığını, gelip geçiciliğini hatırlatır.
Sekoyalar ve Lübnansedirleri dikip sularken, büyümelerini seyrederken, bir bakıma ge riye doğru saydım. Onları ancak belli bir boya kadar görebileceğim. Ama birkaç yüzyıl sonra ne kadar olacaklarını başka bahçelerden biliyorum. Benim için bu imgeler artık var olmayacağım bir dönemi somutlaştırıyor.
San topraktan yeşil mısır filizleri çıkıyor. İki kelebek filizler arasında uçuşuyor. Düşü nüyorum: "Dünya’da kelebekler var. Onlarla aynı mekânı paylaşıyoruz." Altmış kadar yıl önce ben bu gezegene ulaştığımda, o çoktan kirlenmişti. O zaman dan beri çok olaylar oldu: Dünya savaşı, Hiroşima bombası, aşırı sanayileşme, Çernobil, ozon tabakasının incelmesi, sera etkisi. Biz durumu daha da kötüleştirdik ve gele ceği ciddi ciddi tehlikeye soktuk. Yaşama alanımızı paylaşan birçok hayvan türü yok oldu gitti.
* Köylü ürününün verimini artırmak için böcek zehiri kullanıyor. İnsan gücünün büyük lüğü karşısında kelebeklerin kırılganlığını düşünmek gerek. Mısır bol veriyor, kelebek nü fusu ise hızla azalıyor. Onlann geçici güzelliğinden daha ne kadar yararlanırız ki?
Bulutlar biribirini itiyor, aralanndan uzun ışık parçalan geçiriyorlar. Kuşlar yapraklann loşluğu içinde ötüyor, ağaçlar benimle birlikte kendilerini geceye bırakıyorlar.
Geçen kış kırda bir fırtına oldu. Fırtına dinince ormana büyük bir hoşluk geldi. Fırtı nanın kopardığı koca bir yuvarlak toprak tabakası yerden dik açıyla yükseliyor. Yanlan topraktan kök uçlan çıkıyor; biraz korkunç gri renkleri aklıma "Dünya’nm göbeği" imge sini getiriyor. Yasak bir dünyaya gizli bakış. Çınar altında ölüler ülkesi. Odysseus’un an nesine kavuştuğu çukur. Şimdi açık yarayı buğdaygiller örtüyor, bu devlerin yaşadığı yere kök salıyor. Felaket ler "geliyorum" der. Sonra da "geldiler" deyip başka konuya geçeriz.
Bir Vietnam köyünde, küçük kızlar ülke giysileriyle şarkı söyleyip dans ediyorlar. Lüle lüle parlak siyah saçlan ahenkle sallanıyor. Döşeme tempolu küçük adımlarla tınlıyor. Gü lüşmeler oluyor, coşku büyüyor. 8
Bu çocukların hepsi savaşta ailelerini kaybetti. Onları kızıl Kmerlerin yaktığı köylerin duman tüten yıkıntıları içinden çıkardılar. Bombardıman geceleri onlan ölümle yüz yüze getirdi. Yaşama şansları çok azdı. Birkaç yıl ve büyük bir gönül yüceliği, manzarayı tamamen değiştirdi. Çocukça sesleri nin verdiği mesaj açık. Yaşam dipdiri ve zaman kimi kez ondan yana.
Haziranda kuru bir dal yavru kuşlara tünek olmuş; ana sutavuğu onlara bahçeden çi lek getiriyor. Gelecek yıl dal gölün dibinde çürüyecek.
A Güneş çoktan battı, gece oluyor. Hava yumuşak. Kıyıdan boğuk sesler işitiliyor. Bir park ta birkaç kız ve oğlan çocuğu ağzı denize dönük bir top bataryasının çevresine toplanmış. Uzun borular üzerine tünemişler, bembeyaz giysileri koyu renkli madene sürtünüp yıpranı yor. Fısıltılar ve ses yükselmeleri bir yeniyetmelik havasını, kızışma ve baştan çıkarma hali ni akla getiriyor.
••m -
Kafamda bir flash-back. Savaş. Askerler toplan dolduruyor. Top mermileri gecenin için de gümbürdüyor. Işık parıltıları çoğalıyor, gürültü kulakları sağır ediyor. Açıkta gemiler alev alev yanıyor. Denizciler kendilerini buz gibi suya atıyorlar. Toplar öyle sıcak ki, ye niden doldurmak için beklemek gerekiyor. Bu akşam, dilsiz toplar bu uzun güneşli günün ılıklığını koruyor. Karanlık iyice kaplı yor geceyi. Kumsalın ötesinde mırıldanan denizden başka bir şey işitilmiyor artık. Bir de zaman zaman, maden boruların üzerine oturmuş yeniyetmelerin neşeli gülüşleri. Zaman geçti. Toplar rol değiştirdi. Şimdi genç insanların tatlı heyecanlarına kucak açıyorlar.
Fırtına zamanı dalgaların kayalık üzerinde kulakları sağır eden bu patlaması, milyon larca yıldır yankılanıyor; bugün de ben tanıklık ediyorum ona. Uzun bir süre daha yankı lanmaya devam edecek ama ben artık var olmadığım için işitmeyeceğim. Gelip geçici bir kişide bilincin ortaya çıkışının gizemi. Bu başarının kuşaklar boyu sü rüp gidişi. Peki ne kadar zaman için?
ıı
Yalın varoluşumuz karşısında şaşkınlığa düşmek. Doğum-öncesi ve ölüm-sonrası gi zemleriyle ilgili şaşırtıcı ölçüde basit gerçek. Yaşamımızın bir zaman aralığında bulunduğunu, takvim yılı olarak hesaplandığını, bir yüzyıla ya da biribirini izleyen iki yüzyıla sığdığını düşünmek bize doğal geliyor. Ne ki takvim uylaşıma dayalıdır. Biz zamanın ne olduğunu bildiğimizi sanıyoruz, insan beyninin dışında zaman var mı? Biz yokken de akıp gidiyor mu? Dört mevsimin öylesine tanıdık olan sıralanışının birkaç yinelenmesinin ötesinde, bir sürü dostumuzun sırnna erdiği o hiç bilinmeyen, hiç bilinemeyen alan uzanır.
Mezarl覺kta
Ölülerin yattığı bahçeyi ziyaret etmeyi severim. Geçip giden yaşam karşısında, hücrele rimize işlenmiş, onları yaşlanmaya götüren, böylece Dünya üzerindeki varoluşumuzun sü resini belirleyen zaman karşısında, kalıcılığın bekçisidir o.
. Mezarlık düşünmeye davet eden ağır bir yerdir. Taşlar üzerinde adları görünenler biz daha yokken yaşıyorlardı. Bugünün canlıları yarın burada olacak. Yüzleri değiştirmeye bir yüzyıl yetiyor. Mezarlığın artık kimsenin gömülmediği eski kısmında taşlar çıplak. Kimi ağır ağır yere doğru eğiliyor. Kimiyse çoktan yerle bir olmuş. Sarımtırak liken tabakaları altında taşların yazılan neredeyse silinmiş. Yer yer çok eski olmayan tarihler okunuyor. Bu yollan arşın lamak bile, gerçek yokoluşumuzun aşamalarını görmeye yetiyor.
insanlar ölüyor, ama yaşam hiçbir şey olmamış gibi bir biçimde devam ediyor. Ölümü bir bitiş olarak değil, olimpiyat ateşini sönmeden başkasına aktaran Yunanlı koşucu öme17
ği, bir bayrak yanşı aşaması olarak görmek gerek. Yaşamımız kısa, ama türümüz uzun sü reli. Hepimiz zincir baklalarının sorumluluğunu taşıyoruz.
Anneme mırıldanarak "Göreceksin... iyileşeceksin" derken yalan söylediğimi hissedi yordum. Ona tam tersini söylemem gerekiyordu: "Öleceksin; onu konuşalım!" Ölümle ilişkimiz temelde ikilidir. Onu olabildiğince uzun süre geciktirmek, ama bir yandan da yaşamın normal bir parçası olarak kabul etmek. Yaşam güçlerinin kazanmaya çalışması gerekir, ama yenilmeleri de gerekir. Varlığını sürdürmek için çanla başla savaş mak ve ölümü bilinmeyene doğru doğal bir geçit olarak karşılamak. Belki hiçlik. Belki de ğil. Nihayet bilme noktasında olmanın getirdiği merak son anlarımıza güç verebilir mi?
Doğa Üzerine
Ağustos ayının ılık gecesi. Derin bir karanlık. Kalın dalların koyu renkli gövdeleri ara sından Samanyolu beyaz kıvrımlarını gösteriyor. Yoğun bir sessizlik. insanlarla yıldızlar arasında bambaşka bir dünyadaymış gibi gizli bir ilişki kurulur. Düşselliğin sınırında duru bir gerçeklik. Ulaşılamayan, uzak, ama güvenilebilecek bir dün ya. Gündüzün gök mavisinin ardında, yoğun bulutlann ardında hep o dünya vardır. Ak şam olunca yeniden kavuşmalar kesindir. Kaygılar kıskacını o kavuşmalar gevşetir. Düşsel boyudan bir yana, yıldızlar gerçekten vardır. Üstelik onların gizemi hakkında sahip olduklarımızı artık yalnızca düşe borçlu değiliz. Teleskoplar sayesinde yıldızlar da bilgi nesnesi oldu. Onlann evrendeki yerlerini keşfediyor ve anlıyoruz; kendi varoluşumu zun tarihindeki başrollerini de.
Rönesans’la ve teleskopların gelişmesiyle birlikte, gökyüzü birdenbire dev boyutlar ka zandı. Yer artık çevresinde yıldızların döndüğü devinimsiz bir kütle değildir. Ay ve geze genler gibi o da bir gök cismidir. Bütün bu yıldızlar da bir an için dünyanın yeni merke zi haline gelen Güneş’in çevresinde dönerler. 23
Ama bu uzun sürmedi. Çabucak anlaşıldı ki Güneş Aysız güzel gecelerde gökte parlayan lara benzer bir yıldızdır. Doğrusu, Samanyolumuzun kenar mahallelerinde bir yerde kaybol muş, tamamen sıradan bir yıldız. Öteki yıldızlar bizim Güneşimiz kadar parlamıyorsa, bu yalnızca çok çok daha uzakta olmalanndandır. (Anaksagoras bunu ta o zaman görmüştü). Işık bize Güneş’ten sekiz dakikada gelir, ama öteki yıldızlann ışığının gelişi çok yıllar alır.» XVIII. ve XIX. yüzyıllarda evren bizim bugün galaksi dediğimiz Samanyolu’yla bir sayı lıyordu. Sonra, yüzyılımızın başında, yeni bir bilgi: Galaksimiz tek değil! Durmadan yenileri keşfediliyor, bizimkinin az çok benzerleri. Şimdiye dek milyarlarca ışık yılı uzaklığa dağılmış yüz milyarlarca galaksi ortaya çıkanldı. Sayılan belki de sonsuz.
t
j
Penceremden, yavaş yavaş geceden çıkan karanlık denizi görüyorum. Bakışım harele nen dalgaları izliyor. Sabah güneşi kıyı boyunca beyaz kumlan, ardından ufuktaki burnu ve hâlâ gecenin içinde olan bulutlann pembe sınırlarını aydınlatıyor. 24
Yer kendi çevresinde dönüyor ve küremizin bu bölgesi bir kez daha aydınlığa giriyor. Gecenin karanlığında hasım ve düşmanca olan koca okyanus, yeniden yumuşak yüzünü takınıyor. Yabancı yıldızların yörüngesindeki başka gezegenleri düşünüyorum, şu anda geceden gündüze geçmekte olan ve sakinlerinin bakışlarını kaygılardan kurtaran. Kıyı boyunca sayısız yerleşim uzanıyor. Birkaç milyon yıl önce Yer’in bu hareketi ışığı buraya, yaban kıra getirmişti. Daha sonra insanoğlu çoğaldı ve evler ortaya çıktı. Bugünse ben, Sicilya’nın bu köşesinden bu dünyaya ne olduğuna bakıyorum.
Güneş akkor halinde bir gaz kütlesidir. Yarıçapı Yer’in Ay’a uzaklığından iki kat daha büyüktür. Merkezdeki sıcaklığı on altı milyon derecedir. Dört milyar beş yüz milyon yıl dır hidrojeni helyuma dönüştüren nükleer tepkimelerin merkezidir. Soyutlamanın sınırında sonsuz gizlerle dolu olan bu yıldız, Baudelaire’in deyişiyle, "ken di donan kanında boğulduğu" zaman bize heyecan veren yıldızdır. Kızıl top üstünde zekâ ile duyarlık bir araya gelir. Bilimsel bilgiler gerçek dünyanın algılanışını zenginleştirir.
/ 25
^ I
■
Çağdaş gökbilimin mesajı. Eskiler gibi biz de göğe bağlı olduğumuzun bilincindeyiz. Ama daha önce hiç kimsenin hayal etmediği genişlikte bir çerçeve içinde. Yaşamımız dev bir boyut içinde yer alıyor. Gezegenler, yıldızlar, galaksiler onun büyüleyici parçalan. Va roluşumuzun kozmik tmlamalan var.
Orman eşzamanlı görüntüler halinde ağaçlann yaşamını anlatıyor. Taze sürgünler, ye tişkin bitkiler, yaşlanan kütükler. Toprak kuru dallarla kaplı. Dallann döküntülerinden yeni tohumların filizlendiği humus oluşuyor. Orman bize yaşama kendi dinamik açısından bakmayı öğretiyor. Yaşamın dünyanın sü resi içinde bütünleştirilmiş bir algısını edinmeyi...
Mayıs sabahı. Bir kurbağa bir nilüfer yaprağının üstünde durmuş, güneşte ısınıyor. El ma çiçekleri koca koca açmış, koku saçıyorlar; çeşit çeşit böcek, yabananlan, balanlan çi 26
çeklerin çevresinde dolaşıp duruyor. Bir kelebek, tam bir ustalıkla yönettiği uzun bir hor tumu taçyapraklarma daldırıyor. Becerikliliği, kendine güveni beni etkiliyor. Ne yapacağını çok iyi biliyor. Gerçekten işi nin ehli. Düşünüyorum: Kelebeğin işini kelebek bilir. Onun yaşamı kendi önüne açıkça çizilmiş. Varoluşunun biçimini düşünmesi gereken insanın kaygısını o bilmiyor.
İnsanoğlu, hayvan gibi, doğasının kendisine dayattığı temel gereksinimleri karşılamak zorunda. Bu gereksinimler onun dünyaya bakışma biçim veriyor. Savan aslanı için sevim li ceylan ilk olarak kendisini kıvrandıran açlığı dindirmenin bir aracıdır. Batılı oduncu için orman her şeyden önce bir işletmedir. Varlıkları varoluşlarının ortasında bir araya getirme, yeryüzündeki yolculuğumuzun bu zor parkurunda yol arkadaşlarımızı buluşturma arzusu ile istenci, bu faydacı bakışın öte sine geçer. Bu gür ve dingin dalların altına girip koca ağaçların yoğun varlığı içinde yürür ken, ben yokken de onların orada olduğunu düşünüyorum; ben artık olmayacağım zaman onların hâlâ var olacağını... 27
Dünyaya nasıl bir bakış eşlik eder ki, kamı tok aslanın savan otlan arasındaki sakin adımlarına?
Bir şeyler söylemek, bu şeylerin söylenebilir olduğunu göstermek demektir aynı za manda.
Atomlar kalıcıdır. Yok edilemezler. Oysa canlı organizmalar sürekli olarak tehdit altın dadır. Yaşamımızı sürdürmek için savaşmak zorundayız. Ama uzun vadede ölüme, mah kûmuz. Hayatta kalma umudumuz bütünüyle dölümüzde kendini sürdürür. Soyun de vam etmesi için, döllerimizin döl verecek çağa ulaşması için, onlan korumamız, özenle kucaklamamız, o güç yaşama mesleğini onlara öğretmemiz gerekir.
"Doğa" dediğimiz şu gizemli varlıkla yüzleşmemiz gerek. Çünkü onun parçasını oluşturuyoruz ve onunla içten bağlıyız. Varoluşumuzun ardındaki gizli eldir o. Her yer de ona dokunuruz ya da daha doğrusu o her yerde bize dokunur, ama biz onu pek iyi bilmeyiz. Ona akılla ve duyularla yaklaşmz. Dış iletişim ve iç düşünceyle. Bilimin doğa hakkın da bize söylediği ve sanatın duyumsattığı.
Doğayı olduğu gibi algılamanın güçlüğü bizim ondan çıkıyor olmamızdan ileri gelir. Biz onun parçasıyız; onun bizde uyandırdığı izlenimler ve tepkimeler de öyle. Doğa bizim aracılığımızla kendine kendisinin bir imgesini gönderir.
Milyarlarca yıldır süren bir tarihin içinde yer alıyoruz. Bize şimdi çok tanıdık gelen bu olgu daha birkaç yüzyıl önce insanoğlunca bilinmiyordu. 29
Bir kazı makinesi kırda bir havuz isteyen kentli için çukur kazıyor. Oluşan toprak yı ğınları içinde yontulmuş çakmaktaşlan görülüyor. Birden, insanoğlunun yüz binlerce yıl dır gezegenimizde yaşadığı olgusuyla karşı karşıya kalıyoruz. Kendi yaşamlanmn da için de bulunduğu uzun destanın varlığından hiç kuşku duymayan insanların. Tıpkı art arda sayısız kuşağın tarihini giderek daha iyi ortaya çıkardığımız gibi, gezege nin biribirini izleyen çok sayıda jeolojik dönüşümlerini de keşfediyoruz. Sonra, galaksimi zin varoluşunun ilk adımlarını, kozmosumuzun on beş milyar yıldır geçirdiği evrimin dö nüm noktalanm öğreniyoruz. Bilimsel bilgiler, şimdimizi dev uzaylara ve sürelere dayandmyor. Bizi evrenin bütününe bağlıyor.
f'
.gfj
Sık sık sorulan bir soru: "Evren bilinci ortaya çıkarmak için mi programlanmıştı?" Bu gün keşfettiğimiz başlangıç özellikleriyle donanmış olan evrenimizde bilincin ortaya çık masının kaçınılmazlığını sorgulamak daha iyi olurdu.
/
Güzel doğada mı? Güzellik dünya ile onu algılayan insanoğlunun buluşmasından doğar. "Çılgın bir ot gördüm Adını öğrendiğimde Onu daha güzel buldum." Görülünce güzelleşti, adlandırılınca daha da güzelleşti. "Monet fle-de-France’m nilüferlerini resmettiğinden beri, hepsi daha güzelleşti, daha irileşti." (Gaston Bachelard) Güzellik insanın bakışından kaynaklanır. Ne ki insanın bakışı da doğadan kaynaklanır.
Güzel ya da çirkin, her yüzün ardında, birisi vardır.
Gördüğüm kişi onda ne gördüğümü bilmez. Ben de beni gören kişinin bende ne gördüğünü bilmem. Dostlanmla birlikteyken, bana en az tanıdık gelen yüz kendi yüzümdür.
r Birisinden, emeklemek için kollannı ve bacaklannı hangi sırayla hareket ettirdiğini, ha reketsiz durarak betimlemesini isteyin. Çoğu durumda, yanıt hatalıdır. Oysa her insan bu nu hatasız yapar. Kaslar "bilir”, düşünce ise el yordamıyla arar. Bizde iki bilgi düzeyi bir aradadır: Sindirimin kimyasını bilen bedenimizin doğuştan, karmaşık bilgisi ile kan dolaşımını keşfetmek için yüzyıllarca uğraşmış olan düşüncemi zin el yordamıyla edindiği ama giderek ilerleyen bilgisi. Bu İkincisi ilkinin kusurunu gide rir. Baş ağnsını dindirmek için hap alınz. Fizik, kimya ve biyoloji atomlanmızm, moleküllerimizin ve hücrelerimizin kendiliğin den "bildiklerini" "yeniden keşfetmeye" çalışır. Acaba bizim bilmediğimiz daha neleri biliyorlardır?
Matematik doğanın dilidir. Atomlar ile moleküller bizim tözümüzdür. Onların biribiriyle ilişkilerini keşfetmek kendi geçmişimizi ve kendi şimdimizi incelemektir. Bu da bi zim var olmamızı sağlayan bu engin düzenleme hareketini biraz daha iyi anlamaktır.
Eskiden, insanı tanımlamak için "gülen hayvan" deniyordu. Oysa şöyle demek gerekir di: bağlanmaya (se relier) çalışan hayvan. Religion (din) sözcüğü Latince "religere"den ge lir. Antropologlar bize şunu öğretiyorlar: Elle tutulur olmayan tanrısal gerçeklikle ilişki kurup bu ilişkilere düzen getiren, böylece kendine, tüm gizemleri arasında ve tüm gizem lerine karşın, dünyaya bağlanma olanağı veren, apayrı bir insan topluluğu, en ilkelinden bir kabile değildir.
/
M
Coğrafi bakımdan, kozmik maddenin hemen hemen tamamında, hiç yok demeyelim
de, çok ilkel bir düzenleme düzeyi vardır. Ne ki bu kaoslu okyanusta, kimi ayrıcalıklı yer-
lerde, uygun fizik koşulların kayırdığı adacıklarda, madde düzenleyici eğilimlerini "bıra kabilmiş", gizini kendinde taşıdığı harikalar yaratmıştır.
Bilimler, ancak XX. yüzyıldan itibaren, bilgilerin birikmesi sayesinde ve bunlann engin bir kendine dönüşüyle, birleşmelerini tamamlayabilmiştir. Farklı disiplinlerin edinimleri ni yan yana koyarak engin bir bilgi freskosu yapılabilir. Bilim adamlan da çabalamalan sı rasında biraz unutmuş oldukları şeyi yeniden keşfederler. Yani ortak nesnelerinin bilimi yapan insanın yaşadığı evren olduğunu.
/
.||
"Varolmak". Görünüşte yalın bir sözcük. Gerçekte ise öyle derin bir gizemi var ki. Chamonix vadisinin üstünde durup önümde Mont Blanc’ı gördüğüm zaman, Mont Blanc "var dır". Yaklaşırsam kayalık yarlardan başka bir şey görmem. Mikroskopla bakarsam, onun "varlığı" mineral oluşumlarının dokusunda kaybolur. 35
Gökyüzünde
bir ördek topluluğu uçuyor, gergin boyunlarım yukan doğru uzatmışlar.
Sayıyorum. Beş tane. Beş rakamı önümde varolmaya başlıyor. Sayıların, onlan düşünen zihnin dışında bir varoluş biçimi var mı?
Edinilen bilgilerden en iyi şekilde yararlanmak için, onlardan tüm zenginliklerini dev şirmek için onlara çabucak alışmamak, şaşma süresini biraz uzatmak gerekir. Bugün bitki ve hayvan yaşamıyla ilgili olguların olağanüstü incelmişlik derecesinin bi lincine varmış bulunuyoruz. İncelik ve zekâ orada her dönemeçte kendim açığa vurur. Doğada olup bitenleri anlama umudunu tamamen yitirme pahasına bile olsa, çok kap sayıcı açıklamalardan uzak durmak gerekir. Onlann egemenliği çok daha zengin bir ger çekliği maskeleyebilir. Daha derin katmanlara inebilmek için sorgulayıcı kuşku içinde kal mayı kabul etmeli. Biyolojik evrimin açıklaması olarak Yeni-Darwinci kuram -rastlantısal değişinimler ve doğal seçilim- için şöyle söylenebilir: " ‘Şu’ var, sadece ‘şu' var". "Eksik" olan şey çağdaş
bilim için en önemli boşluklardan birini oluşturur. Bu eksiği büyü ya da mucize dolu açık lamalarla gidermeye çalışmamalıdır. Gerçeklik kuşkusuz sonsuzcasma daha ilginçtir.
Altmış beş milyon yıl önce, bir göktaşı Dünya’ya çarptı. Canlı türlerinin üçte biri yok oldu ki bunların tümü büyük kelerlerdi. Memeliler felakete karşı koyup hızlı bir gelişme aşamasına girdiler. Dünya üzerinde köpekler, kediler, filler, maymunlar... ortaya çıktı ve onları insanlar izledi. Birçok paleontolog burada bir neden-etki ilişkisi görür. Onlara gö re eski türlerin yok oluşu hızlı ve çokbiçimli evrime serbest alan bıraktı. Kozmosun tarihi kendini düzenleyen maddenin tarihidir. On beş milyar yıl önce, baş langıçtaki kaostan çağdaş dünyanın eşsiz karmaşıklığı doğdu: yaşam ve bilinç. Elinden her iş gelen doğa, bu noktaya ulaşmak için her çareye başvurur. Hem fizik yasalarının zorun luluğunu hem de gezegen çarpışmalarının olumsallığını kullanır. Göktaşı sadece silahın "sürgüsünü çekmiştir".
38
Islak tarlalarda yabantereleri bitiyor. Gökyüzünde çok yükseklerde değişik bir şahin görkemle süzülüyor.
Yer kendi çevresinde dönüyor ve bununla gece ve gündüze neden oluyor. Bu dev ve acımasız mekanizmanın etkileri çok çeşitli düzeylerdeki sayısız olayda kendini hissettiri yor. Güneş ufukta kayboluyor ve parça parça zayıf ışıklan yavaş yavaş sönüyor. Kırlangıç lar yuvaya dönüyor, yarasalar harekete geçiyor. Gündüzsefalan kapanıyor, gecesefalan pastel taçyapraklannı açıyor. Belli bir düzeydeki olgulardan -burada gök cisimlerinin dönüşü- içinde başka düzey lerde çok sayıda olgunun yer aldığı çerçeveler çıkıyor. Ay’ın hareketi dönemli olarak de niz kıyılannı boşaltıp yeniden dolduruyor. Birçok bitki ve hayvan, hoş bir şekilde deniz tarafından "hak iddia edildiği" söylenen bu bölgede, gelgitlerin ritmiyle yaşıyor. Böylece gerçeklik oluşuyor.
Yaşlı bir köylü ürününü biçmiş, güz sisinde sırtında dirgeniyle evine dönüyor. Kuzey deki bölgelerden soğuk hava dalgalan iniyor. Bunlar su buhannı yoğunlaştınyor ve kırlar gri renkli yoğun bir sisle örtülüyor. Kış bitince, erkek ve dişi tohumlan fizik olarak yan yana getirme zorunluluğu, düğün törenlerinin, aşk acılannın, yürek sızılannm sonsuz çokluğuna yol açar. Genç Dünya’nm bir başka gezegenle çarpışması onun Güneş çevresindeki yörüngesel ekseninde bir eğilmeye neden olmuş olabilir. Dört milyar yıl önce meydana gelen büyük felaket niteliğindeki bu olayı kimse görmemiştir. Ama etkileri hâlâ sürüyor. Mevsimler çevrimini ona borçluyuz. Doğanın temel gerçeklikler üzerine nakış işleme sanatıdır o.
İnsanoğlu uzun zaman doğanın tek zeki varlığı olarak görüldü. Hayvanlar, kaba dona nımlı aptal varlıklar, ilkel böceklerin gelişmiş halleriydi. Bu bağlamda, Yahudi-Hıristiyan geleneği için, ölümsüz ruhun insanlara özgü olması doğaldı. Şu son otuz-kırk yılda, bizim çok sonra bilincine vardığımız bu incelikli ve derin inanç değişikliklerinden biri sayesinde, bakışımız kökten bir biçimde değişti. Hayvan41
lann becerilerinin bilimsel olarak araştınlması bize gösterdi ki onlann da doğayı olağa nüstü bir incelikle kullanma yetenekleri var. Böylece teknolojik düzeyimizin onlannkinden ne kadar geride olduğunu keşfettik.
/ Pusulayı yaklaşık bin yıl önce Çinliler icat etti. Posta güvercinleri, kaplumbağalar, bakteriler onu yüzlerce milyon yıldan beri kullanıyor. Radarın ilkesi son dünya sa vaşı sırasında doğmuştur. Gökteki düşman uçaklarının varlığını ortaya çıkarmak için geliştirilmiştir. Yarasalar birkaç milyon yıl önce tamamen radara benzeyen bir "so nar" geliştirmişlerdir. Yarasaların hedeflediği böcekler de onlann gönderdiği dalga ları bozmayı bilir ki, bu 1992’deki Körfez Savaşı sırasında keşfedilip kullanılan bir tekniktir. Doğa zekâ panltılan saçar. Ne zaman yeni bir teknik icat etsek, doğanın uzun za mandır onun efendisi olduğunu ve onu bizden çok daha iyi kotardığını keşfederiz. Ya rarlanmak üzere doğanın teknik gizlerini aydınlatmaya yönelik bir girişime "biyonik" denir. Doğa her patikada bizden biraz daha uzaklaşır. Bizim en küçük bir fikrimiz ol43
madiği, geleceğin araştırmacılarının aydınlatmaya çalışacağı daha ne gizler barındır maktadır, kim bilir?
Galiba doğanın duygu ve acıma üzerinde etkisi ağır basıyor. Napoleon "büyük savaşçı" olarak Avrupa’yı boydan boya geçerken kendini avlanan kırlangıçların zafer kazanmış so yuna yerleştirir. Doğanın "güzel kayıtsızlığı".
Hayvan davranışlarını inceleyen bilim adamları yabananlannın yuvalarını yağmalamak için bir kemirgen olan porsukla işbirliği yapan işaretçi kuşun öyküsünü anlatır. Guguk kuşu yumurtalarını başka kuşların yuvalarına yumurtlar; yavrular çıkınca da onlan yetiş tirme işini aldattığı ana-babaya bırakır. Etkili ve acımasız olan doğa-hammm büyük bir beyni, ancak çok küçük bir kalbi vardır.
44
Nükleer silahlann birikmesi bugün türümüzün ortadan kalkmasını olanaklı kılıyor. İn sanlık kendini yok edebilir. Bu ürkütücü durumun bilincine varılmasının insan bilinci üzerinde yararlı bir etkisi vardır. En gözüpek teknisyen bile düşünmeye zorlanır. Bilim alanına etik zorla girer.
45
Duyuların Arayışı
Gerçekliğin tutarlı olduğu düşüncesini kendiliğinden kabul ederiz. Sonra da bu tutar lılığın kanıtlarını aranz. Bilimin başansı buna tanıklık eder. Ancak yalnızca belli bir dere ceye kadar. Hiçbir şey bilimin başarısının en son noktada olduğunu kanıtlamaz. Alışılmış ölçütlerimize göre de kanıtlamaz. Ne olursa olsun herhangi bir ölçüte göre de kanıtlamaz. Araştırmacının işi tutarlılık alanını olabildiğince uzağa yaymaktır. Bunu da sınırsız bir şe kilde yapabileceğine inanmak. Ama bir inanma ediminin söz konusu olduğunu gözden yi tirmeden.
Mantığın varlığı mantıksal bir zorlama değildir ve kendi başına mantıksal bir yanı yoktur.
% Gerçekliğin reçetesini ele geçirdiğimizi düşündüğümüz zaman onu elimizden kaçınnz.
%
Sorun Tanrının var olup olmadığını bilmek değildir. Daha çok Onun kim olduğunu ve neyle oynadığını bilmektir. Kozmosun evrimi, yaşamın ortaya çıkışı ve bizim kendi varlı ğımız hangi oyuna karşılık geliyor. Bir polisiye romanın bölümlerini baştan sona okuyan okur çözümü tahmin etmeye ça lışır. Usta yazar, okurun sezgilerini sürekli boşa çıkararak, ona görünüşte çıkış yolu olma yan bir durum betimlemeyi başaran yazardır. Örneğin Agatha Christie’nin On Küçük Zenri’sini düşünüyorum. Oysa, en derin karışıklıkta, hatta her türlü çözümün mantıkça olanaksız göründüğü an da bile, okur son bölümde her şeyin aydınlanacağını bilir. Hemen son sayfalara atlayabi leceği düşüncesi okurun yoksunluk duygusunu dayanılır kılar.
Çok ustaca sürdürülen bir polisiye romanın son bölümünde, yazarın bahisten çekilece ğini ve tüm kitap boyunca biriken bulmacaların çözümü olmadığını kabul edeceğini ha yal etmişimdir kimi zaman. Okur kusura bakmasın, anlaşılacak hiçbir şey yok... 51
Burada elbette kendi varoluşumuzla benzeşim kurulmaktadır. İnsanoğlu, her kuşakta, gerçekliğin bir yerlerde bir anlamı olduğu kanısına derinden bağlanmıştır. Her çağda el deki bilgilerle bu anlamı dile getirmeye çalışmıştır. Bu dile getirişler felsefi ya dinsel sis temler biçimini almıştır. Ya son bölümde, saymaca romanımızdaki gibi, çözüm olmadığını keşfedersek? İlkin bu varsayımın göz önünde bulundurulması gerektiğini kabul etmeliyiz. Hiçbir şey onu dışta bırakmamıza izin vermez. Sonra da bu düşünceyle yüzleşmeliyiz. Kimileri için kesinlikle kabul edilemez bir varsayımdır bu. Kimileri içinse, tersine, kışkırtma derecesin de, hatırı sayılır bir çekiciliği vardır. Bu yüzleşme gerçekleşti mi, bu tepkiler tanınıp kabul gördü mü, daha bir dinginlikle oraya geri dönebiliriz. Belki de gerçekliğin, her şeye kar şın, bir anlamı vardır...
Dostlanm arasında, hayal gücü son derece geniş, yaratıcı, insanlığın büyük mitlerinin ritmiyle titreşen bir ressam var. Simyanın imgeleri sürekli onda barınır, ona esin verir. Sa natı ile yaşamı biribirine karışır. 52
Bir gün bana astroloji hakkmdaki görüşümü sordu, yanıt vermekte tereddüt ettim. Gö rüşümü açıkça dile getirmem uygun olur muydu? Benim kapalı konuşmam onun üzerin de kısırlaştıncı bir etki bırakmaz mıydı? Yaygın deyişle, "dünyasını yıkmış" olmaz mıy dım? Sonunda soruyu geçiştirdim. Önemli olan zihniyetlerdeki, düşünce yapılanndaki farklılığın bilincinde olmaktır. Her kes kendi gerçekliğine anlam veren şeyi kendisi için, kendi olanaklanyla arar. Şöyle dene bilir, Nietzsche gibi: Önemli olan doğrunun ne olduğu değil, yaşamaya, özellikle de yarat maya yarayanın ne olduğudur. Büyük mitsel imgeler yaratıcılığın derin kaynaklandır. Ben "imansızlara" yapıldığı gibi astrologlann "defterini dürmeyi" reddettim.
Bilimsel açıdan eski kuşaklara göre çok daha fazla yanıtımız var. Ne ki temel sorular ba kımından onlarla aynı karanlık sularda yüzüyoruz. Önemli olan kâşif insanın kendini sürdürebilmesi, hiçbir şeyin kitaplıklarda-mezarlıklarda gömülüp unutulmaması. Lucretius, Montaigne, Pascal, Rousseau, Voltaire, Nietzsc53
he, Goethe, doğa üzerine, insanın varoluşu üzerine düşündüler. Aynca, elbette, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan, düşüncelerini de kendileriyle birlikte götürecek olan top lumlar. Eskiçağ düşünürlerinin sezgileri ile bugünkü bilgilerin karşı karşıya konmasından, yeni sezgiler yaratan farklı aydınlanmalar doğabilir.
i
* Her felsefe içinden çıktığı duygusal dünyanın ayrılmaz parçasıdır. İlginçliği, bir insan
deneyimine, bir iç dünyanın dış dünyayla buluşmasına tanıklık etmesinden ileri gelir.
K
*
Gerçekliği düşünme çabamızın, modem bilimin bütün edinimlerini bir araya getirme si gerekir, yoksa başarısız oluruz.
&
%
Rastlantı tek başına sadece dağınık yığınlar üretir. Saatçi sadece tekdüze saatler yapar.
Rastlantıyı ya da saatçiyi yardıma çağırmak, güven veren, sorumluluktan kurtaran kolay çözümlerdir.
*
I
Yetişkin olmak, fazla sıkıntı çekmeden, "Noel Babanın" var olmadığını kabul etmektir. Kuşku ve kesinsizlik içinde yaşamayı öğrenmektir.
İki bin yıl önce, Epikuros ölüm korkusunun bağımlılık ve boyun eğmeyi içerdiğini keş fetti. Ona göre, bundan kurtulmak için, "sonra" diye bir şey olmadığına inanmak yeter. Ne ki zekâ kaygıyı iyileştirmez. Sonranın dinsel kaygısından, Noel Babaya inanmayı bıraktı ğımız gibi kurtulamayız. Çağın sorunu insanın gereksinim duyduğu bu kutsallığı yeniden yaratmaktır, ama in sanda neden olduğu sömürüye karşı koyarak.
% 55
Bilim bize var olan her şeyin -taş, yıldız, kurbağa ya da insan- aynı maddeden, aynı te mel parçacıklardan yapıldığını öğretiyor. Tek fark parçacıkların biribirine göre düzenleni şinde. Tek fark karmaşıklık piramidine tırmanmak için gereken basamakların sayısında.
Bilimsel bilgiler bize insanın yeni bir imgesini veriyor. "Dünyanın merkezi" olma iddi alarından vazgeçmek zorunda kalan insan yeni bir yer ediniyor. Kendini doğanın düzen lenmiş varlıkları arasında çok yükseğe yerleştiriyor. Bütün kozmik olguları içinde barın dıran bu uzun hazırlığın kendisini götürdüğü yere. Bu yeri, kökeni ne olursa olsun bütün insan kardeşleriyle paylaşıyor. İnsan Haklarına saygı aynı zamanda evrenin tarihinde her bireyin öneminin bilincine varılması demektir.
Kütle ve hacim ölçeğinde insan hiçtir: Sınırsız uzayda bir toz tanesidir. Ancak çok da ha anlamlı olan düzenlenme ölçütüne göre çok yükseklere yerleşir. Bizim bilgimize göre
en yüksek basamakta, evrenin görülebildiği, kendi kökeni ve geleceği üzerine sorular so rabildiği bir yerde bulunur. Bizden önce kimse -en azından bizim gezegenimiz üzerindebu sorgulamaları yapamamıştır. Bulutsular ve atomlarla birlikte, var olan her şeyle birlikte maddenin düzenlenişinin bu engin deneyimine katılıyoruz. Evrene yabancı olmak şöyle dursun, milyarlarca ışık yıllık bir genişlikte sürüp giden bir serüvenin içinde bulunuyoruz. On beş milyar yıllık bir gelişme den sonra bizi yaratan bir kozmosun çocuklarıyız. Hindu geleneğinde olduğu gibi, taşlar ve yıldızlar bizim kardeşlerimiz. Böylece verimli yaşam alanımızın ortaya çıkmasına katkıda bu lunmuş olan bütün canlılara, bitkilere ve hayvanlara bağımlı olduğumuzu keşfediyoruz.
"İnsani olan hiçbir şeyin bana yabancı olmadığını düşünüyorum" diye yazıyordu Terentius, iki bin yıl önce. Buna şu eklenebilir: Fizikle, kimyayla, biyolojiyle ilgili hiçbir şey ba na yabancı değildir. Bilim "Tanrı var mı? Yaşamın bir anlamı var mı? Ölümden sonra yaşam var mı?" gibi sorulara yanıt veremese bile, bilimsel bilgiler kendimizi yıldızlara, bitkilere, hayvanlara 57
göre kozmosta bir yere yerleştirmemize izin veriyor. Bunlar bizim geçmişimizi yeniden an latıyor, kozmik köklerimizi yeniden buluyor, kendini düzenleyen maddenin, içinde bizim de yer aldığımız serüvenini betimliyor.
Kendine bir türlü yakasını sıyıramadığı problemler, yaratan "aşırı-düşünce"den sa kınmak gerek. Tanımlanamayan iki kavram olan "madde" ile "ruh" çevresinde madde ciler ile ruhçularm kavgası, örneğin. Ya da Voltaire’in tanrıbilimi. "Saatçi yoksa bir saat hayal edemem." Böyle bir us lamlama doğrulanışım günlük yaşamımızda bulur. Gerçekliğimizin ölçeğinde, bu us lamlamadan kaçılamaz. Voltaire bunun tüm evren ölçeğine genelleştirilebileceği var- • sayımını getirmiştir. Voltaire gibi, evrenin dışında bir varlığın var olduğu sonucuna varılabilir mi? Düşüncenin alçakgönüllülüğü. "Minimal düşünme" deyimini severim. Yorumların kendi kendine işleri karıştırmasına engel olmak için gözlemlerin "en yakınma" daya nılır. 59
Kozmosun evrimi boyunca karmaşıklığın artışı bana en önemli kozmolojik gözlem ola rak görünüyor. Benim bu olgu karşısındaki tepkim, daha çok sözcüğün en belirsiz anla mında "canlıcı" türden olur. Doğada gizemli bir biçimde düzenleme dürtüsünün bulun duğu düşüncesini gönülden kabul ederim. "Bir yerlerde" bunun bir tasanya karşılık gel diğini de. Kimin, neyin tasansı, kim için, niçin? Hiçbir şey bilmiyorum. Bu sözcükleri dile getirerek çok ileri gittiğimin bilinciyle, burada duracağım...
Yaşamın ve ölümün anlamı konusunda Tannnın "akıl almaz" sessizliği. "Kulaklannızı açın" diye yanıtlar inananlar. Ne ki kültürden kültüre yanıtlar değişir. Çok sayıda Cisim leşme mi, cennette yeniden dirilme mi? Belki de fark önemsiz.
Çocukken İkinci Dünya Savaşını yaşadım. Yok etme kampları bana dünyada korkunun varlığını öğretti. Sonra Normandiya çıkarması oldu. Sonunda adalet egemen oldu ve kö tüler cezalandınldı. Çocuğun korkuyla temas kurduğu ilk düzeydir bu. Sinemada ya da televizyonda öykü iyi biter. İkinci düzeyde çocuk, gerçeklikte öykünün çok kötü de bitebildiğim keşfeder. Hutular ile Tutsiler kendi "çıkarmalarım" korkarım uzun süre bekleyecekler. -
Deniz uzun beyaz dalgalannı sivri kayalıklara doğru atıyor. Zeytin ağaçlarının yeşili bir bu lut kümesinin sessizce dolaştığı gökyüzünü sahnenin önünden ayırıyor. Gün muhteşem, dün ya güzel. Peki Cezayir... Peki Kosova... Her gün haberler geliyor, hepsi biribirinden korkunç. Katliamlar, açlık, kolera, acı sonsuz gibi. Önümdeki bu şen denizin birkaç bin kilometre ötesinde korku hayal gücünün sınırlarını aşıyor. Binlerce kurban. Bilmemek isterdik. Can çekişen çocukların şişmiş yüzleriyle, üst üste yığılmış kadavralann ölü imgeleriyle karşı karşıya kalmamak. Bunları artık düşünmemek: Neye yarar ki 62
bu? Gözlerini Akdeniz’in mavisine dikmek. Ama bu gerçekler o kadar kolay unutulmaz. Her yanımızı kuşatır, her yanımızdan taşarlar. Nasıl yapmalı? Bu imgeleri edilgin olarak kaydetmek yerine, onlara meydan okumalı. Hangi mesajlan
taşıyor bu imgeler? Bu mesajlan nasıl almalı? İlkin genel bir saptama. İnsan açısından, artık hiçbir şey kozmik karmaşıklık artışının "güzel tarihinde" yürümüyor. Doğa güçlerinin müdahalesiyle başlangıç koşullanndan çı kış, evrenin tarihinin hoş bir imgesini veriyor. Yıldızlarda atomlar oluşuyor, yaşam ortaya çıkıyor ve Dünya üzerinde gelişiyor. Bu bağlamda, insanın korkuya ve çılgınlığa kapılmamayı başaramaması, gerçekliğin ve evrimin anlamına ilişkin her türlü "iyimser" yoruma en büyük engel. J O Alınması daha da zor olan ikinci bir mesaj: Korku kesinlikle geri gelecektir. Şimdiye dek bizi yok etmediyse, şanslı olduğumuz içindir. Ona meydan okumaya hazırlanmak ge rek. Ona edilgin olarak katılmayı reddetmek. Hayır demeye çalışmak. Bitmez tükenmez intikam mantığından kurtulmak. Hutular Tutsileri katleder, çünkü Tutsiler Hutulan kat letmiştir. Sırplar Hırvatları ortadan kaldırır, çünkü... Her zaman iyi bir gerekçe vardır ve katliamlar bitmez tükenmezcesine biribirini izler. 63
İntikamın toptan reddi ondan kurtulmanın tek olanaklı biçimidir. Ödenecek bedel ya şamını yitirmektir. Kazanılacak ödül "yaşamı" kurtarmaktır.
Değiş tokuşa ve yardımlaşmaya vurgu. Doğa zaten harekete geçmiştir. Bize de onu iz lemek düşer. Dirimsel stratejilerden aldığımız mirası bilgece yönetmek, doğaya kendini aşmayı sürdürme şansını vermenin tek biçimidir.
Doğa bize tamamen ahlakdışı görünür. Kedi işini bitirmeden önce fareyle uzun uzun oynar. Romalılar vahşi hayvanların insanları parçalayışını görmek için sirke gidiyorlardı. "Doğal" olan ille de dilenir olan değildir. İnsanoğlu kendini "doğanın bilinci" göreviyle öne itilmiş bulur. Ona düşen, kabul edilebilir davranış normlarını ortaya koymaktır. Doğanın yetersizliklerine çare bulmak.
"Yaşamdan yana" olmak. Yaşayan her şey için evrensel acıma. Bu yeğlemeler ussallık ba kımından değil, değerler bakımındandır. Ussallık aşağıda yer alır. "Sağduyulu olan" ile "ussal olanı" biribirinden ayırmak gerekir, ilki sezgiyi ve duygusal olanı içerir. İkincisi ise yalnızca mantık sürecinin düzgün ilerleyişi anlamına gelir.
Darwinci bakışta zekâ "yaşam savaşında" temel bir kozdur. Peki biyolojik evrim çerçe vesinde bilinç hangi rolü oynar? Bilince zekânın eşlik etmesi zorunlu mudur? Gelecekte bilgisayarlar insanlar kadar zeki hale gelirse, kendi varlıklarının ve kendilerini çevreleyen dünyanın varlığının bilincinde olacaklar mı? Bilinç başka şeylerin yanı sıra ölümlü olduğumuzu keşfetmemize yarıyor. Bunu bilme mek daha iyi olmaz mıydı? Öleceklerini bilmeyen hayvanlar -en azından öyle sayıyoruzölüm kaygısını yaşamıyorlar. Onlan nasıl kıskanmayalım. Buna karşılık, bilinç varlıkların buluşmasını sağlıyor; ötekinin öteki olarak tanınması nı. Biribirine bağlanmış bilgisayarlar karşılıklı duygular besleyebilirler mi biribirine? iki böceğin çiftleşmesi iki insan arasındaki duygusal buluşmadan daha az görülür.
Acıma ötekinin acısının, kaygısının bilincinden doğar. Duygu gibi o da bilinç olmadan var olamaz. Dünya ve evrenle ilişki ise hiç olmaz. Bilgisayarlar varoluşlarının anlamını kavramaya çalışmazlar. Varoluşun geçiciliğinin bilinci şimdiki ana değer katar.
i
A
Geri kalanlara, bizden sonra yaşayacak olanlara bir çeşit manevi vasiyet bırakmamız ge rek. Birkaç yıl birlikte olduğumuz gerçekliğin ("Üç küçük tur ve sonra çekip giderler") an lamı konusunda algıladığımızı ve kavradığımızı sandığımız şeyi onlara iletmemiz gerek. Bu varlığı yönetme biçimimiz üzerine reçetelerimizi onlara aktarmamız gerek. Buna yaşa ma mesleği ya da yaşama sanatı denebilir. İçten içe şu kanıyı taşıyorum ki başka varlıklarla -yol arkadaşlarımızla- ilişki kişisel ya şamımızın ve kesin olarak tüm kozmik evrimin en gizemli ve en önemli öğesidir.
Önemli olan evrenle temasın zenginliğinde yer alır. İç dünya ile dış dünyanın biribirine kavuştuğu yerde. Haz ve seyir düzeyindedir.
Müzik dünyanın yüreğine girmemizi sağlar. Mozart’ı, Schubert’i, Wagner’i dinlerken, yaşam ile müziği yaratan evren için içimde karşı konmaz bir coşku ve minnet duygusu nun yükseldiğini hissediyorum.
Görülmeyen Nesne (Boşluğu Tutan Eller) Alberto Giacometti, 1934