BÖLÜM - 1 “Lethe Nehri… Suyundan içenlere her şeyi unutturur. Tüm geçmişini, geleceğini, acılarını, mutluluklarını bile… Ve sen tıpkı ona benziyorsun.”
1. Kristy McNair, nezaket gösterisi olarak sunulan tebessümler dışında, yıllardır en ufak bir gülümsemenin uğramadığı yüzüne sahte bir neşe yerleştirdi. İçten gelen bir gülüşün nasıl bir şey olduğunu hatırlaması gerekiyordu. Kimse bu kadar somurtkan bir kadını yanında istemezdi. Ancak ne yaparsa yapsın mutlu bir şekilde gülümseyemedi. Ne de olsa neşenin ve mutluluğun yürekten geldiği günleri geride bırakmıştı. Büyümüştü… Belki yaşı yirmi beşti ama kendini bir asır kadar yaşlı hissediyordu. Gerindi ve serin havayı içine çekti. İskoçya’daki kaleleri aratmayan büyüklükte bir malikâne uzanıyordu önünde. Mevsimin bu zamanlarında, bu görkemli yapının pencerelerini gümbürdeten rüzgârların konuk olduğunu anlamak güç değildi. Şatoyu andıran büyük malikâne etrafı seyredecek yükseklikte bir bayırın tepesine dikilmişti. Kuzey tarafı denize inerken, doğusunda etekleri boyunca yürümeye imkân veren hafif tepeler uzanıyordu. Sert rüzgâra, serin havaya, elleri birer buz kütlesine çevirecek kadar donduran kışa rağmen, insana kasvet vermeyen beyaz mermerden ön cephesiyle büyüleyici görünüyordu. Buraya Whiteford Hill denmesi boş yere değildi. Uçuşan saçlarını bonesine tıkan genç kadın başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Malikânenin göğe batmış gibi duran sivri kulelerinin yanlarında uçarı, kara bulutlar koştururcasına akıyordu. Hava iç karartıcıydı ama Kristy kendi içinin daha karanlık olduğundan emindi. Genç kadın manzarayı seyretmeyi bıraktı. İngiltere’ye bir şeyleri izlemeye gelmemişti. Tek dileği, para kazanmak ve mümkünse sıcak bir yerde yaşamaktı. Dönmemeye yemin ettiği bu Krallık topraklarına sözünü çiğneyerek geri gelmesi, içindeki acıyı katlasa da direndi. Zenginlik içinde yüzen kibirli soyluların yaşadığı bir dünyada sefalet içinde sürünmeyi reddetmişti. Kimsesiz değildi, belki kan bağıyla bağlandığı bir ailesi yoktu ama geldiği yerde çok sevdiği dostları vardı. Buna rağmen sadece mutfak işlerini yaptığı İskoçya’nın kuzeyindeki Cawdor Kalesi’nde kendini yalnız hissetmişti. Etrafında onunla ilgilenen pek çok erkek de olmuştu. Upuzun, kıvrılan bir su gibi akan kızıl saçları, yeşil gözleri, ince bedeniyle oldukça güzel bir kadındı ve güzelliği daima övgü alıyordu. Kadınlar tarafından bile. Biraz da bundan dolayı kaçmıştı. Kalenin iki hanımı olan Leydi Charlotte ve dostu Lorna’nın, onun yüzünden rahatsızlık hissetmelerini ve kocalarıyla tartışmalarını istemiyordu. Evlilik niyetiyle yapılan tekliflere de kapalıydı. Evlenmeye niyeti yoktu, çünkü yıllardan beri zaten evliydi. Kocasını sadece iki kere görmüş ve evliliği hiçbir şekilde tamamlanmamış olsa da, başka bir evliliği katiyen düşünmemişti. O adama dair bir umudu olduğundan değil, bir daha kimseye evlenecek kadar güvenemeyeceği için. Bu yüzden kaledeki askerlerin içinde kendini tedirgin hissediyordu. Etrafı kalabalıktı ama ruhu yalnızdı. Sadece kendisi için değil, sevdiği o insanlar için de orayı terk etmişti.
İngiltere’ye sıradan bir hayat yaşamak, kimsenin dikkatini çekmemek ve gerçekten kendi parasını kazanıp, kendine özgür bir hayat kurma hayaliyle gelmişti. İskoçya’yı sevse bile, sevgi gururlu bir hayat için yeterli değildi. Cawdor Kalesi’nin Lordu Ewan McAlister’ın bir akrabası olan Leydi Hubert’ın referans mektubuyla Abbington Malikânesi’ne gelmiş ancak malikânenin içler acısı durumu yüzünden umduğu gibi orada çalışamamıştı. Diğer iki toy kızla beraber, görmüş geçirmiş bir hizmetkâr olan Madam Doppler’ın insafına kalmıştı. Madam Doppler, Leydi Abbington’ın iflasına şahit olmuş eski çalışanlardan biriydi. O dul düşesin, kocası ölünce tam bir cadaloza dönüştüğünü ve tüm mülkünü elden çıkardığını anlatmıştı. Bakımsızlıktan yıkılacak olan malikânesine değil yeni hizmetçiler almak, mevcut çalışanları bile işten çıkardığını da bir laneti fısıldar gibi söylemişti. Kristy bu şartlar altında tüm umudunu yitirmek üzereydi ancak Tanrı’ya şükürler olsun ki Madam Doppler kendi yazgısını yaşamak yerine, kimsesiz üç genç kadına sahip çıkmıştı. Fransız nezaketi diye düşünmüştü Kristy. Madam onları bir yerlere yerleştirmeden rahat bir nefes almayacağına yemin etmişti. Genç kadın yeniden umutlanmıştı bu vaatlerle. Ancak Tooley Caddesi’nin üstündeki ucuz bir otelde iki gece geçirip, herhangi bir iyi haber almayınca kalan son umutları da sökülen bir örgü gibi yavaşça çözülmeye başlamıştı. Üçüncü günün sonunda Madam Doppler’dan iyi bir haber çıkmıştı. Kristy’den daha genç ve şüphesiz daha güzel olan iki kızı Londra’daki bir kumarhaneye krupiyer olarak göndermişti. Kristy o kızlardan daha genç olmadığına o zaman sevinmişti. Doğrusu leş gibi kokan sarhoş İngiliz erkeklerinin içinde çalışmayı hiç istemezdi. Ve kendisi de buraya gönderilmişti… Bir soylunun hizmetine… Şimdi kafasını kaldırıp baktığı malikâne, kumarhane fikrinden oldukça iyi görünüyordu. Sahibinin bir kont, dolayısıyla bir erkek olması içine bir nebze huzursuzluk verse de, mutfaktan çıkmayacağını düşünerek kendisini rahatlatmaya çalıştı. Kristy McNair olarak İngiliz bir soylunun emri altında çalışmak sandığından zor olsa da bunu yapmaya mecburdu. Hem İngilizlerle bir sorunu yoktu. Biri dışında… Kocası. Neyse ki o adam şimdi cehennem kadar uzaktaydı! “Oradan değil, hanımefendi. Buradan gireceksiniz.” Genç kadın duyduğu bu ses üzerine istemsizce sıçradı. Eliyle sağ tarafı gösteren ve görünüşünden uşak olduğu anlaşılan adamın, oralarda bir yerlerde olup onu izlediğini yeni fark etmişti. Birdenbire ortaya çıktığı için hissettiği korkunun yerini bir an sonra alaycı bir neşe aldı. Şu adam ona hanımefendi mi demişti? Genç kadın elinde olmaksızın gülümsedi. Soylu İngilizlerin hizmetkârları bile efendiydi.
Kısa boylu, hafif toplu adamın başındaki birkaç saç teli, ondan önce yolu gösterir gibi öne savruldu. Kristy, bir yel kadar hızlı hareket eden adamın ne zaman döndüğünü fark edememişti. Onu takip etti. Whiteford Hill adına yarışır bir renkte, bembeyazdı. Sanki cennetten bir köşeyi alıp buraya yerleştirmişler gibiydi. Bir süredir vâkıf olduğu İngiliz yaşantısına dair gördüğü en güzel şey, şüphesiz bu görkemli yapıydı. Ancak malikânenin içini görme şerefine erişememişti. Uşak onu alıp, mutfak, kiler, depo ve hizmetçilerin yaşadığı bölüm olan yere getirmişti. “Şimdi Bayan…” diyen uşak, genç kadının soyadını öğrenmek ister gibi durdu. Adamın gözleri, yüzünde uzun bir süre gezinince Kristy gözlerini kaçırmak zorunda kaldı. Adamın bu tuhaf bakışlarının gölgesinde “Kristy McNair,” dedi. “Kristy!” diye tekrarladı yaşlı adam. Gözleri hâlâ genç kadının üstünde dolanıyor, sanki orada yıllardır aradığı bir şeyi bulmak üzereymiş gibi bakıyordu. Bir müddet sonra kendine gelebilen adam çenesini dikleştirdi ve “Referans mektubunuzu görebilir miyim, Bayan McNair?” dedi. “Elbette,” diyerek elindeki küçük çıkını açtı. Buruşmuş kâğıdı utanarak çıkardı ve soğuktan uyuşmuş avuçlarında düzeltmeye çalıştı. “İşte.” Uşak mektuba şöyle bir göz gezdirdi. “Leydi Hubert’ın oldukça güvendiği biriymişsiniz.” “Evet, efendim,” diye yanıt veren Kristy, işi kaparsa Leydi Hubert’ı ziyaret edip, ona teşekkür etmeye kendi kendine söz verdi. O ince ruhlu yaşlı kadın, Ewan’ın ricasını geri çevirmeyip, hiç tanımadığı Kristy hakkında bir sürü övgü yazmıştı. Uşak “O halde…” diyerek dudağını kıvırdı ancak bu bir tebessüm bile değildi. “Bundan sonra Bayan Murray’nin gözetiminde olacaksınız. Kendisi size ne yapılması gerektiğini söyleyecektir.” “Aslında hayatım, ne yapılmaması gerektiğini söylesem daha yerinde olacaktır,” diyen bir ses ikisinin arkasından usulca fısıldadı. Kristy şaşkınca döndü ve ellerini önlüğüne silen kadına baktı. Kadın temiz, şişkin, oldukça rahat bir yatağa benziyordu. Yüzü öylesine tombuldu ki, kuş tüyünden bir yastıkla kıyasıya rekabet edebilirdi. Kireç kadar beyaz yüzünde dudakları ve yanakları pespembe bir renge bürünmüştü. Tüm insanlığı gömecek kadar sağlıklı görünüyordu. Güleç yüzü ve ilk bakışta insanda iyimser hisler bırakan aksanıyla “Bay Pilmore, Bayan McNair bana emanet. İçiniz ferah olsun,” diye devam etti.
Adam işinin ehli bir uşak olarak başını kararlıca salladı. Kadınları yalnız bırakmadan önce adeta gizemli bir sesle, “Öncelikle majesteleri onay verecektir. Her şeye hazırlıklı olmalısınız, hanımefendi,” diyerek Kristy’yi uyardı. Kristy çekinerek başını salladı ve yarım bir gülüş attı ama karşılık göremedi. “Ah tatlım, sen Bay Pilmore’a aldırma. Dünyanın kurallar üzerine döndüğü fikrine gönülden bağlıdır. Tabii sen, neredeyse zavallı adama tüm kurallarını unutturacaktın.” “Ben mi?” diye şaşkınca soran Kristy yeşil gözlerini sonuna kadar açtı. “Elbette, sen,” dedi Bayan Murray. “Ne kadar güzel bir yüze sahip olduğunun farkında değilsin sanırım.” Kristy güzelliğine pek çok övgü almıştı ancak İskoçya’da. Doğrusu İngilizlerin İskoç kadınlarını güzel bulacağını hiç düşünmemişti. “Teşekkür ederim, efendim,” dedi nezaketle. “Ben sadece… Sadece benim işte…” “Sen çok güzel bir kadınsın, tatlım. Tanrı’ya şükür ki kocam öldü de, güzelliğini dert edinmek zorunda kalmayacağım.” “Ah, Bayan Murray, gerçekten abartıyorsunuz. Ben oldukça sıradan biriyim. Bu sözler benim için bir kandırmaca gibi.” “Ben asla yalan söylemem, Kristy. Güzelliğin pek çok erkeğe dünyasını unutturabilir. Hatta buraya kadar yalnız başına gelmen bile bir mucize.” Genç kadın utancını açık etmemek için başını eğdi. Kısık sesiyle “Bu konuyu kapatabilir miyiz, Bayan Murray?” diye sordu. Kadın şen bir kahkaha attı ve Kristy’nin koluna dolandı. “Şimdi seni mutfağımla tanıştırmak istiyorum. Eminim o da sana bayılacaktır,” dedi bir an sonra neşeyle. Kristy bu defa tebessüm edebildi. “Bay Pilmore, majestelerinin son kararı vereceğini söylemişti. Ya işe alınmazsam?” “Ah, sen o kilise çanını boş ver, tatlım. Bay Pilmore, majestelerine bir kulübe köpeği kadar sadıktır. Sözleri seni korkutmasın. Sadece ona doğru geleni yapıyor. Daha önce de dediğim gibi, kuralları için boynunu verebilir.” Genç kadın anlayışla gülümsedi. “Kurallar tüm hizmetçiler için geçerlidir, efendim. Ben de onlardan biriyim.” “Bana ‘efendim’ ya da ‘Bayan Murray’ gibi sevimsiz hitaplarla seslenmeni yasaklıyorum. İşte ilk kural bu. Bana Greta demelisin. “Siz nasıl isterseniz, efen… Yani Bayan Greta.
“İkinci kural; sadece Greta.” “Elbette.” Greta gülümsedikten sonra Kristy’yi mutfağa itti. Mutfak, bir zamanlar yaşadığı kulübesini en az beşe katlayacak kadar genişti. Cawdor’un soğuk duvarlarından sonra bu malikânenin sımsıcak içi genç kadının iliklerini ısıtan bir güneş gibi gelmişti. Burayı şimdiden sevmeye başlamıştı ve gitme fikri canını sıkıyordu. "Ya kont beni kabul etmezse?" “Ah, merak etme, hayatım,” dedi yaşlı kadın içten sesiyle. “Lordumuzun bu dünya üzerinde ilgileneceği en son şey hizmetçilerdir. İşlerden başını kaldırmaz ve bir de…” Sırıtıp, ayıplar bir sesle devam etti. “Kadınların üzerinden tabii. O biraz… Anlarsın ya, zevk düşkünü.” Kristy anlıyordu elbette. Sınırlı deneyimleri sayesinde erkekleri tanıdığını düşünüyordu. Çoğunun tek derdi kadınların elbiselerinin altındakilerdi. Soylu bir İngiliz’den, daha düşük bir performans beklemiyordu. “Senin evli olmadığını düşünüyorum ama belki de kocan ölmüştür?” Şüphesiz Kristy onun ölmüş olmasını her şeyden çok isterdi. Zihnine karanlık bir huzme gibi yayılan kötü anılarını hatırlamamak için hızlıca “Hiç evlenmedim,” diye yalan söyledi. “Ah, tatlım… Dilerim kalbine uyacak o adamı bir an evvel bulursun.” Keşke onu hiç bulmasaydım, diye düşündü genç kadın. Greta’ya “Umarım,” dedi duygusuz sesiyle. Kadının bu konuyu uzatmasından korkarak kendisi sordu bu defa. “Ya sen, Greta… Sen ne zamandan beri dulsun?” Kadın bir bataklıktaymış gibi zorlu bir nefes bıraktı. “Tanrı’ya çok şükür ki benim kocam yıllar önce öldü,” dedi. Kristy’nin şaşkınca açılan gözlerini görünce “Üzülme, canım. O herif tam bir pislikti ve hak ettiği gibi bir bok çukurunda öldü,” diye devam etti. “Ah, hayır! Greta bir ölüden böyle bahsetmemelisin.” “Sen de öyle bir adamla evli olsaydın, onun arkasından hüzünlü kelimeler kullanmazdın, inan bana.” Kristy devam etmek yerine sustu. Kendi kocası, dünya üzerindeki en aşağılık erkekti. O adam bir iblisti. Greta eğer onu tanımış olsaydı, muhtemelen kocasının bir altın kadar değerli olduğunu düşünürdü. Kristy için tam yedi yıl önce ölmüş olsa da, ne yazık ki hâlâ yaşamaya devam ediyordu. Ve daha kötüsü, şu an bu ülkede yaşıyordu.
Keşke bu gerçekten kaçabilseydi. Umarım seni asla görmem! diye geçirdi içinden. Sonra kötü kaderine alay edercesine gülümsedi. Onu nerede görebilirdi ki? O bir soyluydu, bir konttu ve hizmetçilerin yüzüne bile bakmayan bir insan müsveddesiydi. Her neyse… Genç kadın yazgısını hatırlamaktan kaçınıp, kendini işine vermek istiyordu. Burada, bu sıcak malikânede sadece karnı doysa bile ona yeterdi. O adamdan ve onun gölgesinden uzakta yaşamak tek dileğiydi. Ne kadar yaşayacaksa o kadar Lord Barlow’dan uzak kalmak istiyordu. Neyse ki o adamın yaşadığı yer uzaktaydı ve Kristy oraya bir daha gitmeyeceğini biliyordu. Genç kadın akşama kadar mutfakta oyalandı. İngiliz yemeklerine aşina olmadığı için Greta’dan gelen talimatları uyguladı ve öğrenebildiği kadar çok şey öğrenmeye çalıştı. Gün içinde, malikâneye malzeme taşıyan Jake, hizmetçi Rossie, Uşak Pilmore ve onun yardımcısı bir adamla tanışmıştı. Diğer hizmetçiler mutfağa uğramamışlardı. Rossie en fazla on sekizinde olan sarı saçlı bir kızdı. Greta’nın tek çocuğuydu ve annesinin aksine bir dal kadar inceydi. Kristy iyi arkadaş olacaklarını umut etse de, Rossie ona tepeden bakıp, dudaklarını sarkıtmıştı. Tanışma faslından öteye geçmeyen konuşmaları, Rossie’nin Kristy’yi çabucak unutmasıyla son bulmuştu. Heves ettiği başka şeyler vardı ve konuyu annesine açmakta gecikmedi. “Yakınlarda yeni bir balo olacağını duydum,” dedi eteklerini tutup kendi etrafında dönerken. Greta kızına bakıp, kocaman gülümsedi. Küçük gözleri yanaklarının içinde kaybolmuşçasına kısılmıştı. “Zavallı Ross! Boşuna sevinme, kızım. Asla bir baloya katılamayacaksın.” Rossie annesine bir yabancıymış gibi baktı. “Evet, biliyorum ve bunu bana sürekli hatırlatmandan nefret ediyorum.” Saçlarını savurduktan sonra oflayarak mutfaktan çıktı. “Ona bu kadar acımasız davranmamalısın,” diyen Kristy, üzgün gözlerle kızının gidişine bakan Greta’ya döndü. “Gerçeklere alışmalı, hayatım. O henüz çok genç ve aptalca hayallere sahip. Bir soylunun onunla işi olmaz. Tabii metresi yapmak istemiyorsa! Bu yüzden, hayallerinden ne kadar çabuk vazgeçerse o kadar iyi.” “Hayallerinden vazgeçmesi olabilecek en kötü şey, Greta. İnsanı hayatta tutan, hayalleridir.” “Bizim gibiler hayal bile kuramaz,” diyen kadın oldukça umutsuz baktı.
“Bilemezsin,” dedi Kristy. Bir soylunun da bir hizmetçiye muhtaç olduğunu görmüştü. Bizzat kendi hayatında hem de. Elbette bu Rossie’nin hayal ettiği gibi romantik bir şekilde olmamıştı ama yine de unvan sahibi bir soyluyla evliliğe kadar gitmişti. Kim bilir, şans Rossie’nin yüzüne gülerse belki bir soyluyla mutlu bir evlilik bile yapabilirdi. Bu yüzden Greta’ya anlayışlı olmasına dair birkaç şey söyledi. Hayalleri yıkılan genç bir kızın yaşayacağı bedbahtlığı iyi biliyordu. Rossie onlardan biri olmayı hak etmiyordu. Günün geri kalanı, Greta’nın çenesi ve malikânenin düzenini öğrenmekle geçti. Neyse ki majesteleri dedikleri, malikânenin ve toprakların sahibi olan kont, Londra’daydı. Greta’nın dediğine göre, ortalıkta dolaşan hizmetçilerden daha fazla nefret ettiği bir şey yoktu. Bir tek işlerini toparlayan yanındaki gizemli adamına ve Uşak Pilmore’a tahammülü vardı. Kristy şimdiden ondan çekinmeye başlamıştı. Ancak Greta’dan öğrendiğine göre, kont ve sevgilisi dışında hizmet etmek zorunda kalacağı bir kalabalığın olmayışı büyük bir şanstı. Diğer malikânelerde bir sürü genç ve bekâr kızlar, erkekler yaşıyordu ve onlara gelen konuklar yüzünden işler hiç bitmiyordu. Yine de Kristy ilk hizmet yeri olan Leydi Abbington’ın malikânesinde yaşamayı tercih ederdi. Dul bir düşese hizmet etmek, şehvet düşkünü, kibirli bir kontun işlerini görmekten çok daha iyiydi elbette. Gün biterken Kristy rutine alışmış, işleri kavramıştı. Rossie ve iki hizmetçi kadın malikânenin temizliğiyle, uşak işlerin derlenip toparlanmasıyla, Greta ve köyden gelen iki kadın da mutfakla ilgileniyordu. Kalıcı bir hizmetçiye daha ihtiyaçları olduğundan, Kristy bu açığı kapatmak için gelmişti. İşler kolaydı. Tanrı’ya şükür ki Cawdor gibi her yanı yalın ve kadim taşlarla örülü buzdan bir kalede yaşamak yerine, sıcak bir malikânede yaşıyordu. Görünüşte her şey iyiydi ancak kontun yarın gelecek olması onu biraz kaygılandırıyordu. Ya onun kalmasına müsaade etmezse? Ya daha genç ve daha iyi görünümlü kızların çalışmasını isteyecek kadar kibirli biriyse? Greta içini ferah tutmasını söylemiş olsa da, Kristy aradığı huzura bir türlü varamıyordu. Mutfaktaki işler bitmiş, çalışanlara akşam yemeği verilmiş, malikâne temizlenmişti. Her şey kontun gelişine göre ayarlanmış, evi sabırsız bir telaş kaplamıştı. Rossie bile eski neşesine kavuşmuş, şarkılar söyleyerek ve çoğu zaman Uşak Pilmore’un ayıplayan bakışlarına maruz kalarak ortalıkta dolanmıştı. Gece olmuş ancak Kristy içini kemiren binlerce düşünceden hâlâ kurtulamamıştı. Hava almak için küçük bir gezinti yapmaya karar verdi. Herkes yatağına çekilince odasından çıktı. Eline aldığı feneri yakarak mutfak kapısından geçti ve servis koridorundan ilerleyerek malikânenin ön cephesine geldi. Buraya daha önce Rossie’ye yardım etmek ve evin işleyişini öğrenmek için gelmişti. Normalde bu kısımda hizmetçiler dolanmıyordu ama gecenin bu saatinde onu ikaz edecek biri olmadığı için rahattı.
Elindeki fenerle, ürkek adımlar atarak ön kapıya kadar vardı. İçinden bir ses kütüphaneye gitmesini, birkaç kitap aşırmasını söylüyordu ama içindeki sese bu gece uymamaya karar verdi. Devasa iki kanadı olan kapının önüne geldiğinde kalbinde tuhaf bir heyecan vardı. Gizli ve yasaklı bir iş yapan herkesin yaşadığı türden olan bu heyecanı sevdiğini fark edip gülümsedi. Ancak bir saniye sonra iş üstünde basılmış bir hırsız gibi kalakaldı. Kapı ansızın açılmış ve karşısına çıkan gölge onu korkuyla sıçratmıştı. “Tanrı aşkına, Bayan McNair! Burada ne işiniz var?” diye sertçe sordu Uşak Pilmore. Kristy ona yakalanmış olmayı nispeten rahatlatıcı bulup, derin bir nefes bıraktı. “Sadece biraz hava almak istemiştim, efendim,” dedi çekingen sesiyle. Pilmore birkaç azar cümlesi için ağzını açtı ancak söyleyeceklerini unutmuş gibi kalakaldı. Bakışları, Kristy’nin parlak bir alev gibi yanan açık saçlarına ilişti. Onu ilk kez bu halde gören adam, dili tutulmuş gibi tek kelime edemedi. Elindeki fenerin ışığıyla tatlı titreşimlerin geçtiği o kızıl saçlara öylesine dalmıştı ki, genç kadın kafasına bir tür canavarın ilişmiş olduğunu düşündü. Kristy ellerini saçlarına geçirip “Bay Pilmore?” diye sordu. Adamın gözleri en sonunda kızın gözleriyle kesişti. “Saçlarınız…” dedi o soğuk haline uymayan alçak ve duygulu bir sesle. “Ne kadar da güzel.” Sanki bu cümleyi kuran, o adam değildi. Kristy tedirginlik içinde sarsakça sallandı. “Te…teşekkür ederim, efendim,” dedi. “Onları sıkıca bağladığım için tüm gün başım ağrıyor. Uyumadan önce saçlarımı çözmezsem, başımın gövdemden kopacağını sanıyorum.” “Anlıyorum,” dedi adam aptal bir şaşkınlık içinde. “Bu saçları gizlemek büyük bir günah olmalı,” diye başka bir yorum getirdi. Kristy kibarca gülümsedi. Büyük bir kontluğun göz alıcı malikânesinin önünde, gecenin bir yarısı yaşlı bir adamla sohbet etmek tuhaftı. Neyse ki bunu fark etmiş olarak hafifçe öksürdü. “Peki ya siz, efendim… Bu saatte dışarıda ne yapıyordunuz?” Adam gözlerini genç kadından çekip, elindeki mektuba baktı. “Can sıkıcı bir mektup daha geldi,” dedi. Bu defa sesine gergin bir tını yüklenmişti. Kristy gizemli mektuplardan haberdardı. Greta’nın anlattığına göre, neredeyse haftada bir kez bu mektuplardan geliyordu ve içinde her ne yazıyorsa majestelerini o kadar öfkelendiriyordu ki, gürlemesi tüm malikâneyi baştan ayağa titretiyordu. Her defasında, bu mektubu yazanları bulacağını söyleyen Uşak Pilmore’u azarladığından
da bahsetmişti yaşlı kadın. Kristy bunu hatırlayınca “Şu kimin yazdığı bilinmeyen mektuplardan mı?” diye sordu. Adam sertçe başını salladı. “Tanrı şahit ki, majesteleri bunları göndereni bulursa kendi elleriyle öldürecek.” Kristy merak etse de, içinde ne yazdığını sormadı. Pilmore da devam etmekte pek de gönüllü olmayınca meseleyi uzatmadı. “İzninizle, Bay Pilmore,” diyerek kapının açıklığından geçmek istedi. Uşak kibarca yol verdi. Genç kadın elindeki fenerle gözden kaybolmadan önce nazikçe uyardı. “Dikkat edin, Bayan McNair. Gecenin ne getireceği belli olmaz. Fazla uzaklaşmayın.” “Sadece beş dakika hava alacağım,” dedi Kristy adamın içini rahatlatmak ister gibi. Uşak gülümsedi. Kristy onu gülümserken ilk kez görüyordu. Aynı şekilde karşılık verdiğinde adamın elindeki mektup titredi. Zavallı adamın dikkatini dağıtmayı bırakmalıyım, diye düşündü hızlıca merdivenleri inerken. Greta’ya hak veriyordu. Babası yaşındaki bir ihtiyarın aklını başından almak, kötü kadınların uğraşıydı. Şubat ayı tıpkı İskoçya’daki gibi Walsham topraklarında da oldukça gaddardı. Yüksek dağların tepesindeki kar aşağılara inmemişti ama etkisi aynıydı. İskoçya’da şimdi her yer bembeyaz olmalıydı. Oralardaki insanlar bu soğuğa alışkındı. Ve elbette Kristy de… McAlister köyünde yıllarca tek başına yaşadığı kulübesini hatırladı. Orada pek çok soğuk gece geçirmişti. O anları hatırlamak daha da üşümesine neden olunca pelerinine sımsıkı sarındı. Geçen sene Lorna’nın ördüğü bu pelerin, sevdiği birkaç eşyasından biriydi. Pelerinin başlığını da kafasına geçirince biraz daha ısınmıştı. Kendiyle yalnız kalmayalı uzun zaman olmuştu. Madam Doppler ve kızları düşünüp, onların da iyi bir yerde olduğunu umarak derin bir nefes bıraktı. Farkında olmaksızın yürümeye devam ederken malikâneyi birkaç mil geride bırakmıştı. Beyaz, gri bulutlarla kaplı gökyüzü saçları ağarmış, huysuz bir ihtiyar gibi görünüyordu. Kuzey Denizi’nden gelen dalgaların sesi de korkunç bir uğultu olarak kulaklarına doluyor, sadece bedenini değil ruhunu da sarsıyordu. Gece o kadar karanlık değildi ama ürkütücü olduğunu kabul etmeliydi. Kelt efsanelerinden Bean Nighe’i hatırladı. Lorna’nın anlattığına göre, herkesin bildiği bu efsane Leydi Charlotte’u fena halde korkutmuştu. ‘Ne de olsa o bir İngiliz!’ demişti Lorna kadın için. Leydi Charlotte, kalenin lordu Ewan McAlister’ın İngiliz karısıydı ve Lorna da Ewan’ın kız kardeşiydi. Charlotte en başından beri ona çeşitli işkenceler yapan Ewan’a sonradan âşık olmuş, aşkına da karşılık bulmuştu. Şimdi mutlu bir evlilikleri vardı ve en son ikizleri olmuştu. Kristy onların mutluluğuna daima imrenmişti.
Bean Nighe, aptal bir efsaneden başka bir şey değil! diye düşündü. Efsaneye göre bu kadını görenler, o gün öleceklerini anlıyorlardı. Kristy, Bean Nighe’i görse bile korkmayacağını telkin etti kendine. Ölmek, bir şeyleri olan insanları korkuturdu. Kristy hiçbir şeye sahip değildi ve ölmekten korkmuyordu. Tam bu sırada geniş toprak yolun uzak ucundan bir şey hareket etmeye başladı. Gecenin karanlığı içinde kendisine doğru gelen bu şeyin bir atlı olduğunu gören genç kadın, saf bir korkuyla baş başa kaldı. Öyle ki hareket edemedi ve olduğu yerde kalakaldı. Gökyüzünün loş aydınlığı dalgaların kasvetli sesiyle birleşince, ona doğru gelen atlı tıpkı efsanevi bir savaşçı gibi görünüyordu. Üzerindeki uzun ceketi gecenin rüzgârına karışıyor, atı yerde değil adeta uçarak süzülüyordu. Genç kadın göğüs kafesini zorlayan kalp atışlarının altında bir ölü gibi donuk gözlerini ona dikmişti. Üzerine gelen ve gittikçe yaklaşan atlının simsiyah geceden daha siyah görüntüsü, mahşerin dört atlısından biriymiş gibi görünen devasa gövdesiyle genç kadına dünya üzerindeki en büyük korkuyu yaşattı. Belki de her şey gerçekti ama bu atlı, öte dünyadan bir varlık gibiydi. Kristy birden kendine geldi ve arkasını dönüp çılgınca koşmaya başladı. Kulaklarına dörtnala giden atın toprağa çarpan toynak sesleriyle, adamın kırbacının geceyi yaran şaklaması doluyordu. O an, ölümden korktuğunu anladı. Mutlak bir huzur olan ölümden korkmasına sebep olacak neye sahip olduğunu düşünemedi, sadece koşmaya devam etti. “Dur!” diye bağırdı atlı. Bu ses rüzgârdan bir tutam, geceden bir iz taşıyordu. Öylesine güçlüydü ki, Kristy’nin tüm uzuvları durmaya hazırlandı. Genç kadın adeta bedenine ihanet ediyordu. Ayaklarını zorladı ve çamurlu toprağın izin verdiği ölçüde koşmaya devam etti. “Sana dur, dedim!” Ses ensesine inip, saç diplerine, oradan da tüm bedenine yayıldı. Bir yılan gibi dolandı ona. Kristy kalbinin patlayacağını düşünse de durmadı. Ayaklarına takılan eteği, elinden kayıp giden feneriyle gecede savrulan bir tüy gibiydi. Nal sesleri gittikçe yaklaşırken, Kristy en adi şekilde öleceğini anladı. Ruhu bir savaşçı tarafından çalınacak, kalbi göğsünden koparılacaktı... Nefesleri sıklaştı, ayakları ağırlaştı ve saniyeler sonra üzerine atlayan o devasa gövdeyle yüzüstü çamura saplantı. Onu tek koluyla zapt eden ve toprağa kenetleyen bu devasa gövdenin hükmünde zorlukla nefes aldı. “Sana dur demiştim!” diye tısladı o ses. Sadece sesinden değil, onu tutan ellerinin iriliğinden de oldukça güçlü bir erkek olduğu anlaşılıyordu. Adamın sıcak nefesi genç kadının kulağına değdi, solukları
saçlarını havalandırdı. Elleriyle omuzlarını bastırdığı için Kristy hareket bile edemiyordu. Bir an sonra o eller, omuzlarından kollarına inip, genç kadının bedenini çevirdi. Sırtüstü yumuşak çamura yaslanan Kristy, aralık dudaklarının arasından büyükçe nefesler alıp verdi. Yaşıyor muydu, ölmüş müydü emin bile değildi… “Kimsin sen?” diye sordu gizemli savaşçı. Genç kadın o an gözlerini açtı. Üzerine eğilen adamı ilk kez gördü. Yüzleri o kadar yakındı ki… Buna rağmen çehresinin her detayını seçememişti. Saçlarını fark etmişti. Simsiyah, ensesine inen uzun saçları rüzgârlarla geriye doğru uçuyordu. Gözleri de en az saçları kadar karanlıktı ve öfkeyle bakıyordu. Gerisi bir hayal kadar gizemliydi. “O mektupları bırakan sensin, değil mi?” Kristy bu esrarengiz adama şaşkınca baktı. “Ne... ne?” diye inledi sesinin çıktığı ölçüde. “Bana o mektupları sen mi getiriyorsun? Bunu yapan sen misin, yoksa biri mi yaptırıyor? Eğer ölmek istemiyorsan derhal konuş!” “Ben… Ben…” Genç kadın ne diyeceğini bilemeden kalakaldı. Ilık nefesi yüzüne vuran, teninin dağ kokusu genzine dolan adamın güçlü bedeni altında kıvranırken ellerini kaldırıp, onun kollarına dokundu. “Bırak beni!” dedi o iri gövdeyi üstünden itmeye çalışırken. Aklı hâlâ parçaları birleştiremiyor, sadece kendini kurtarmaya çalışıyordu. İncecik elleriyle o kaslı kolları itmeyi başaramayınca “Ben sadece bir hizmetçiyim,” dedi üzerindeki gölgeye bakarak. Adam en sonunda ayağa kalktı. Kendisiyle beraber yakasından kabaca tuttuğu genç kadını da kaldırdı. Kristy omuzlarına bile erişemediği adamın, onu öldürmek istese bunu tek hamlede kolayca yapabilecek kadar kuvvetli göründüğünü fark etti. Onun ellerinin arasından çırpınıp kaçmaya çalışırken, o devasa gövdeyi de tümüyle gördü. Omuzları geniş, göğsü bir kaya parçası kadar sertti. Saçları geriye doğru uçuşmaya devam ederken, yüzü loş gecede hâlâ seçilemiyordu. Çehresinin sadece sağ kısmına vuran zayıf bir aydınlıkla onun simsiyah gözlerini fark etti. Kristy onun gözleriyle kesişince tuhaf bir heyecan dalgası altında sarsıldı. Kalbi tanıdık bir şeyler arıyor gibi o yüzde dolandı ama ne aradığını bilmiyordu. Adam genç kadının yakasını bırakmadan, onu bir çuval gibi peşinden sürüklemeye başladı. Az ileride düşmüş olan feneri almaya gittiğini gören Kristy, çaresizce onu takip etti.
“Seni bulduğumda kendi ellerimle öldüreceğime ant içmiştim!” dedi adam sertçe. Sesi öylesine kendinden emindi ki, Kristy bu geceyi sağ geçiremeyeceğini anladı. Uşak Pilmore ‘Gecenin ne getireceği belli olmaz,’ demişti. Gece Kristy’ye bir ölüm meleği göndermişti sanki. Tüm dünyayı tek eliyle yok edebilecek kadar güçlü bir ölüm meleği… Genç kadın adamdan delicesine korkarken, kaçmak için son bir hamle yaptı ama tek bulabildiği alaycı, küstah bir gülüş oldu. “Kim olduğunu şimdi öğreneceğim!” diyen genç adam, feneri tutup aralarındaki boşluğa getirdi. Yüzler, titrek alevle birlikte aydınlandı. Fenerin alevinden daha parlak olan Kristy’nin saçları rüzgârla beraber adamın üzerine doğru uzandı. Sanki ilahi bir ışık gibi onu kutsuyordu. Genç adam göğsünde dalgalanan saçlara bakmadan kadının yemyeşil, korkak, ürkek ve şaşkınca açılmış gözlerine baktı. “Kimsin sen? Topraklarımda ne işin var?” diye sordu kısık ve tehlikeli sesiyle. Başka erkekleri bir serseme çeviren kadının güzelliği onu bir nebze olsun sarsmışa benzemiyordu. “Kimsin sen?” diye bağırdı bir kez daha. “Ben bu malikânede çalışan bir hizmetçiyim,” diyen Kristy eliyle güneyde kalan Whiteford Hill’i gösterdi. Adam gülümsedi ancak keyifli değildi. Kadına inanmadığını gösteren küstah bir tebessümdü sadece. Feneri bu defa kendi yüzüne yakın tuttu. Onun sert hatlı çehresinden çekinmeyecek bir kadın olmadığını biliyordu. Ya da bu küçük aptalın kiminle konuştuğunu görmesini istiyordu. O zaman belki dili çözülür, ölmemek için yalvarırdı. “Şimdi,” dedi kaşlarını çatarak. “Hemen konuş!” Kristy sıçradı. Ağzı kendiliğinden aralandı ancak genç adamın hedeflediği korku yüzünden değil, şaşkınlıktan… Yakalarından böyle sıkıca tutulmamış olsa yere kapaklanırdı. Kalbi bir çan gibi titreşip dururken, sonunda adamın yüzünü tamamen gördü. Simsiyah saçlar, geceden karanlık siyah gözler, keskin hatlar, normal bir erkekten çok daha uzun bir boy, çok daha yapılı bir beden ve çok daha yakışıklı bir yüz… Bunların tümünü tanıyordu. Tıpkı gözlerindeki o lanet olası öfkeyi tanıdığı gibi. Son nefesini bırakıyormuş gibi derince soludu genç kadın. Bu adam, yedi yıl önce onu kovan, bir hastalığa bakar gibi ona tiksinerek bakan aşağılık kocasından başkası değildi.
Genç kadının kalbi bu gerçeğe dayanamadı. Göz kapakları gözlerinin üzerinde ağırlaşarak kapandı. Bayılmadan önce dilinden bir fısıltı olarak dökülen ancak işitilmeyen o tek kelime, “Bradley...” oldu.