Özgür Düşün - Sayı 54

Page 1


SUNU

Merhaba, Bahar her zaman yeni doğumların ve yeni umutların müjdecisi olmuştur. İnsanlık tarihi her baharda yeni umutlara tanıklık ettiği kadar, genç bedenlerin ve mücadeleyi bayraklaştırarak aramızdan ayrılan, bilime ve kavgaya aşık büyük önderlerin o muazzam direnişlerine de tanıklık etmiştir. Her 1 Mayıs’ta emekten ve güzelden yana tavır koyanların, yine aynı tavırla Mayıs’ı kızıllaştırdığı o kadim günleri de belleğinden hiçbir zaman silmemiştir. Yeni yıkımlara ve acılara sürüklenen dünyamızda Mayıs’ın kızıllığıyla bezediğimiz bu yeni sayımızda, işte bu bellekle ve tanıklıkla konuk oluyoruz sizlere. Ortadoğu’dan, Kuzey Afrika’dan, hapishanelerden bir avuç umut yüklü ışıkla geliyoruz hem de... Otoritenin bize buyurduğu “itaat” çemberlerini yıkarak, Yılmaz çocukların sanata aşık kadimliğiyle bezenerek ve halkın belleği hiçbir zulmü ve katliamı unutmamıştır diyerek doluyoruz yüreklerinize. Tepetaklak edilen iktisadın, dünyaya tersten bakan gözlerini doğrultarak bilime, kameralarımızın kadrajını Godardca çevirerek sokağa, nefret ettiğimiz tüm kutsal üçlemeleri parçalayarak geliyoruz... Baharın coşkusu ve kızıllığıyla MERHABA!

İÇİNDEKİLER

01

ÖZGÜR DÜŞÜN KOLEKTİFİ’NDEN

36

ŞU HAYATTA 3 ŞEYDEN NEFRET EDERİM: PARA, BANKA, KREDİ

03

BAŞYAZI: SÖMÜRÜ HER YERDE, MÜCEDELE DE HER YERDE OLMALIDIR!

46

NEDEN OTORİTEYE İTAAT EDİYORUZ?

05

DGH’DEN

49

AHMET KERİM GÜLTEKİN / DİN-BÜYÜ İLİŞKİSİ İÇERİSİNDE; (...) ‘ERKEN BİLİM’

08

ORTADOĞU VE KUZEY AFRİKA ÜLKELERİNDEKİ GELİŞMELERE KISA BİR DEĞİNİ

57

ADGH / YILMAZ GÜNEY VE DEVRİMCİ KÜLTÜR SANAT ANLAYIŞI

12

SEÇİM SÜRECİNDE MARKSİST TUTUM

63

KİTAPLIK / SUÇ VE CEZA

19

KAYPAKKAYAYI İKONLAŞTIRAMAZSINIZ

68

ÖYKÜ / BİTMEYEN ÇIĞLIK -3-

23

EKONOMİ POLİTİK: BURJUVA İKTİSADIN TAKLALARI

70

SİNEMA / BÜYÜK PROLETER KÜLTÜR DEVRİMİNİN FRANSIZ SİNEMASI’NA YANSIYAN İSMİ: JEAN-LUC GODARD

26

PROF. JOSE MARIA SISON / KÜRESEL EKONOMİK KRİZE KARŞI HALKLAR NE YAPABİLİRLER...

özgürdüşün

KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LTD. ŞTİ. Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Hıdır GÜRZ Yayın Türü: Yaygın-Süreli Yönetim Yeri: Şehit Muhtar Mahallesi Süslü Saksı sokak No: 11/4 Beyoğlu-İSTANBUL Tel: (0212) 243 91 92 Dizgi: Kardelen Yayımcılık

ozgurdusunkolektifi@hotmail.com

Baskı: Ezgi Matbaacılık Adres; Çobançeşme mah. Sanayi cad. Altay sk. No: 10 A Blok Yenibosna Bahçelievler- İstanbul Tel :0212 654 94 18

Hesap Numarası: Serpil KARAKAYA: İş Bankası İstanbul Parmakkapı Şubesi 1042 0677147


Dünya ağrıyor Dünya bir ağrı Allah tarafından yaratılmışsa Yanlış yaratılmış Biz dünyayı yeniden yaratacağız.1 Tarihin kısa hikâyesini betimleyen bu düş ve özlem, insanlığın tarihsel yürüyüşünün itkisi olmuştur. İnsanlık, kan ve barut ortasında düşlerini bileyip, aklın ve bilincin keskinliğinde nesnel gerçeğe dönüştürmüştür. Barbarlığın kadraja sığmayan vahşetinin gölgesinde sözü eyleme dökmüştür. Kuşkusuz, düştü, sendeledi, yendi… Devrimci inat ve ısrarını, sınıf mücadelesinin tüm çetin koşullarında bile elden bırakmadı. Dağ başlarında, fabrikalarda, tarlalarda, okullarda ve zindanlarda… Biliyordu ki yengi, yenilginin küllenen ateşinde harlanacak; düşler sosyal pratiğe verilecek devrimci yanıtla somut gerçekliğe dönüşecekti. Ve tarihin kaçınılmaz hükmü yenilginin karabasanında çoğalarak, bulutsuz bir gökyüzü için hançerini zulmün karanlığına saplayacaktı. Ezilen yığınların tarihsel çığlığı, hep özgürlük ateşinin cezp edici görkeminde sese dönüştü. Özgür bir dünya yaratma düşü ezilenlerin öfke ve kararlılığını kuşanarak onların bağışlamaz çığlığında eyleme geçti. Buna karşılık ezenler ise, saltanatlarının bekası için, bu düşü kırma ve yok etme amacıyla “zor”un bütün renklerini tedavüle soktu/sokuyor. Son dönemlerde insanlık, hak ve hürriyetlerin yok sayıldığı, her türlü cebir ve saldırının altında ezildiği bir süreçten geçiyor. Bir taraftan demokratik haklar ve özgürlükler alanında yaşanan hak gaspları olanca hızıyla devam ederken, diğer taraftan Libya’da olduğu gibi emperyalistlerin fiili saldırılarıyla insanlık, acı ve gözyaşıyla yüz yüze bırakılıyor. Böylesi dönemler devrimci taleplerin daha sıcak biçimde ifade ortamı bulabildiği, iktidarın ise gerçek yüzünü açık bir biçimde sergilediği dönemlerdir. Devletin zora dayalı karakteri ve onun niteliği bu gerçeği oldukça açık bir biçimde göstermektedir. Sorunlar yumağının içinde debelenen iktidar, çareyi geleneksel yönetme tarzına uygun bir biçimde pervasız bir şiddet politikasına sarılmakta buluyor. Kolluk güçlerince sokaklarda tüm topluma gözdağı verme seferleri düzenleniyor. Emperyalizme biat

eden ve onun direktifleri doğrultusunda hareket eden devlet, ülkemizde emeği ile geçinenlere, köylülere, kadınlara ve gençlere hayatı “dar” edeceğini ispatlıyor. Yeni bir yüzyılın bu ilk çeyreğinde topluma daha fazla yoksulluk, daha fazla şiddet ve daha fazla “kemer sıkma” vaadinde bulunuyor. Hakim sınıfların tüm saldırılarına rengini veren emperyalizme iktisadi ve siyasi bağımlılık, yaşanan ekonomik krizin de yön verdiği ekonomik, demokratik, siyasi, bütün haklı ve meşru hak arama mücadeleleri, iktidarın karşı-devrimci terörü ve tehdidi altındadır. Dolayısıyla da genel karakteri bu olan sistemin, çeşitli toplumsal kesimlerin ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel, demokratik hak talepleri mücadelesini karşılama ve “hiza”ya sokma noktasında sopasını çalıştırmaktan başka çaresi yoktur. Siyasi iktidarın ve yeniden yapılandırılan devletin, önümüzdeki dönemlerde izleyeceği yeni saldırı konsepti, tüm ezilenlere verdiği bir gözdağıdır. Saldırı herkese ve kesimedir. Bütün toplumsal kesimler saldırıların menzilindedir. Toplumun önemli bir kesimine işaret eden gençlik ise, yabancılaşma, yozlaşma, bencillik ve hiçleşmenin kutsandığı, “değersizleşmenin” erdem sayıldığı ve toplumsal sorunlara ilgisiz kalındığı bir mecraya sürüklenerek, hakim sınıfların ideolojik kuşatma ve siyasal zoru altına alınmaktadır. Yaşadığı sorun ve çelişkilere karşı ayağa kalkan ve kendisine biçilen role karşı direnişi büyüten gençlik devletin zor politikaları ile zapt-u rapt altın alınmaya çalışılmaktadır. Toplumsal bütünün bir parçası olarak siyasal saflaşmada safını ezilenlerin yanında tutan, sahip olduğu dinamizm ve yeniye açık olma gibi özellikleri ile toplumsal muhalefetin oluşumu ve gelişimi konusunda önemli roller üstlenen gençlik; bu tarihsel kesitte üzerine düşen görev ve sorumluluklara sahip çıktığı anda, gerici iktidarın yoğun ilgisine muhatap kalmakta, her türlü hak arama mücadelesi “zor” ile bastırılmaya çalışılmaktadır. Sadece son üç-dört ay içerisindeki gelişmelere dahi baktığımızda, başta işçi ve emekçilerin işsizlik ve geleceksizliğe karşı yürüttüğü mücadeleler olmak üzere, kadınların, gençlerin ve her kesimden ezilen halk yığınlarının yarattığı devinimin, polis copu, gözaltı ve tutuklama terörüyle karşılandığını görürüz. Bil-

ÖZGÜR DÜŞÜN

yle Zindan Karanlığını Özgür Dünya Düşü telim! Aydınlatanlar ile Dayanışmayı Büyü

Nisan-Mayıs 2011-54

1


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

2

hassa öğrenci gençlik alanında akademik-ekonomik temelde taleplerin yüksek sesle dillendirilmesi ile başlayan her kıpırdanışta; öğrencilerin, akademik mücadeleyi demokratik haklar mücadelesi ile birleştirmede adım attıklarını ve bunun da etkisinin hissedilir derecede genişleyerek ivmelendiğine tanıklık ederiz. İvmelenen bu mücadelelerle birlikte; koşullara uygun olarak güdülenen kamuoyunun gözleri önünde; şiddete dayalı yüzünü göstermekten kaçınmayan devlet, toplumun tüm kesimlerine yaptığı gibi öğrencilerin hak arama mücadelelerine saldırır. Toplumsal mücadelenin bir parçası olan öğrenci gençlik; kendi alanlarında açığa çıkan çelişkilere müdahale ettiği ve elde ettiği birikimi genel mücadelenin bir parçası haline getirdiği oranda hedef haline gelir. Üniversitelerinde ve liselerinde kantin fiyatlarına karşı çıktığı, “eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim” hakkı için mücadele ettiği, 6 Kasım, 16 Mart, 1 Mayıs, 8 Mart gibi en demokratik hakkı olan eylemlere katıldığı, geleceksizliğe karşı çıkan işçilerin mücadelesine destek verdiği için gözaltına alınır; düzmece belgelerle tutuklanır. En temel hak ve hürriyetlerinin kuşatılmışlığına karşı çıkarak demokratik haklar mücadelesine katılmak “suç” olarak gösterilir. Siyasi iktidarın, siyasi ve ekonomik çıkarları doğrultusunda yeniden biçimlendirme ve restore etme uğraşında olduğu üniversitelerde karşılaşabileceği güçlü karşı koyuşları nötralize edebilmek için dozajı arttırılmış saldırılara girişilir. YÖK kılıcının tepesinde sallandığı, akademik çalışma, demokratik söz, yetki ve karar hakkının rafa kaldırıldığı üniversitelerde, tüm bunlara karşı çıkan öğrencilere soruşturmalar açılır, okuldan atma “cezaları” verilir. Hatta Ankara’da, Adana’da, Mersin’de, Hatay’da, İskenderun’da, Amed’de olduğu gibi “terör örgütü operasyonu” adı altında yalan ve çarpıtma iddialarla tutuklanır. Çünkü onlara göre demokratik haklar mücadelesi “suç”tur! İki sınıfın amansız kapışması ve çarpışmasında bizler açısından en zor koşullara direnebilmenin, düştüğünde kalkabilmenin, her türden bedeli ödemekte tereddüt etmemenin var olduğu aşikardır. Devrimcilik bir yaşam biçimiyse ve bizler alternatif bir dünyayı ve yaşamı öngörüyorsak, yaşadığımız sorunların, sistemin bizi çevreleyen koşullarından bağımsız olmadığını biliyoruz demektir. Bu çember ise ancak ve ancak mücadele edilerek kırılabilir. Tüm bu saldırılara karşı, özgür, eşit ve bağımsız bir toplum yaratma isteğimiz uğruna zulme ve zorbalığa karşı tereddütsüzce kendimizi sunduğumuz Özgür Dünya ve Yeni İnsan ideali, baskı ve zulüm koşulları altında fabrikalarda, tarlalarda ve okullarda mücadele yükseltilerek gerçekleşebilir. Özgür Düşün olarak bu mücadelede, devlet ta-

rafından “suçlu” ilan edilerek, demokratik haklar mücadelesinde tutsak düşen okurlarımız başta olmak üzere devrimci tutsakların yanında olduğumuzu ve gençliğe yönelen tutuklama terörüne karşı kolektif iradeyi ve mücadeleyi her alanda yükselteceğimizi bir kez daha vurguluyoruz. Çünkü bizler biliyoruz ki devrimcilik, kendi yakın ve uzak çevresini, ayağa kalkan bilincin üretkenliği ile ısıtır. Kendi haklarına sahip çıkarak mücadelenin engin denizine atılmak, iktidarın amansızlığına karşı açık bir meydan okuma tavrıyla, onu tamamen tarihin çöplüğüne gönderme yetisini kuşanma durumudur. Devrime inananlar bu realiteyi kavrayanlardır ve insanlık, kendilerini yönetenlerin gücünü, ezilenlerin güçsüzlüklerinden aldığını, onların tokluğunun ezilenlerin açlıklarına dayandığını, diktatörlüklerin ezilenler sayesinde ayakta kaldığını öğrendikçe, geleceği yaratma iradesini de eline alacaktır. Yaşamı parça parça hücreleştiren, devrimci iradeyi geniş emekçi yığınlardan izole etmeyi hedefleyen iktidarın saldırılarına karşı tüm okurlarımızı devrimci tutsaklarla dayanışmayı büyütmeye çağırıyoruz. Tüm devrimci tutsaklara ve aşağıda adreslerini belirttiğimiz, son iki yıl içerisinde tutuklanarak zulüm zindanlarına kapatılan okurlarımıza mektup yazarak paylaşımlarımızı, dayanışmayı ve umudu büyütelim!

Dipnot: 1- Can Yücel

İLHAN TURAN D Tipi Hapishanesi DİYARBAKIR MAHRUMİ HAYDAROĞLU D Tipi Hapishanesi DİYARBAKIR

GÖKMEN ERGENÇ Antep H Tipi Hapishanesi GAZİANTEP GÖNÜL DİNÇ Adana Karataş Kapalı Kadın Hapishanesi ADANA

ALİ HAYDAR YILDIZ Sincan 1 No’lu F Tipi Hapishanesi C1-69 ANKARA

GÜLAY SÖZSAHİBİ Adana Karataş Kapalı Kadın Hapishanesi ADANA

İSMAİL ATAN Antep H Tipi Hapishanesi GAZİANTEP

EMRAH KALKAN Antep H Tipi Hapishanesi GAZİANTEP

İSA UĞUR ERDOĞAN Antep H Tipi Hapishanesi GAZİANTEP


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

Sömürü Her Yerde, ır d lı a lm O e d er Y er H e d e el d ca ü M Ortadoğu’da, son iki aydır sürekli nereye saldıracağım diye eli kulağında bekleyen emperyalistler Libya’yı işgal ettiler. Önceleri emperyalist saldırganlığın adı Fransa iken daha sonra bu durumu NATO devraldı. Bu doğrultuda, Libya’nın işgali konusunda alınan kararlarda NATO bütün operasyonları üstlendi. Hava saldırılarıyla başlayan işgal hareketi, ilerleyen günlerde daha da yoğunlaştı. ABD, İngiltere ve Fransa’nın ‘seyreltilmiş uranyum’ başlıklı bombalar kullandıkları, Savaşı Durdurun Koalisyonu’nun, Libya işgaline dair yayınladığı ilk raporda belirtilmiştir. Bu raporun açıklanmasının ardından ABD’li General Bill Gortney ise, Libya’da uranyum başlıklı silah kullandıklarının farkında olmadıklarını iddia etti. ‘Seyreltilmiş Uranyum (DU)’ savaş başlıklarının, kullanıldığı yerlerde uzun süre kanser riskini ciddi oranda arttırdığı, böbrek ve iç organları iflas ettirdiği bilinmesine rağmen ABD Generali Bill Gortney, bu silahı kullandıklarının farkında değil(miş)! Emperyalistlerin, Ortadoğu politikasında bir maşa gibi kullandıkları Türkiye’de de Ortadoğu halklarına dönük saldırılar değişik yankılar buldu. Ülkemiz hakim sınıfları, Libya’ya yapılan ilk saldırılarda NATO’nun Ortadoğu’daki saldırılarını kınadıklarını dile getirseler de daha sonra çark etmişler ve sadece halkın tarafında olduklarını bildirmişlerdir. Ortadoğu halkından yana tavır sergilediğini öne sürenler bir defa daha çark ederek Libya’ya 5 savaş gemisi ve bir denizaltı göndermiş ve böylelikle ikiyüzlülüklerini bir kez daha gözler önüne sermişlerdir. Ortadoğu’da her geçen gün daha da yayılan isyan

dalgasını durdurmak için yapılan saldırılarda yüzlerce kişi yaşamını yitirdi. Tunus ve Mısır’la başlayan isyan dalgası, Libya ve şimdi de Suriye’ye sıçramış durumda. Bu ülkelerde yükselen her sloganın ortak yanı ise ‘özgürlük, insan hakları, ekonomik eşitsizliklere ve kökleşmiş diktatörlerine’ karşı yükselen bir ses olmasıdır. Emperyalistler ve uşakları; ezilen halklarının isyanlarını bastırmak ve düzenlerini yeniden şekillendirmek için azgınca saldırmaktadırlar. Ve bu azgın saldırılar altında ezilen dünya halkları, bir kez daha sınıf mücadelesinin zorunluluklarıyla ve tarihsel tecrübeleriyle yüzleşmektedirler. Ortadoğu üzerinde yürütülen emperyalist politikaların her geçen gün hız kazandığı bu günlerde dünyanın doğusunda ise tam bir afet yaşandı. Japonya’da 8,9 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Binlerce insanın yaşamını yitirdiği depremin sadece doğal bir afet olmadığı sonrasında yaşanan gelişmelerle görüldü. ‘Doğal afet’in insan eliyle ‘insan afet’ine nasıl dönüştüğünün açık kanıtıdır 11 Mart 2011’de Japonya’da gerçekleşen deprem. Deprem sonrasında, soğutma sisteminde hasar meydana gelen Fukuşima Nükleer Santrali, her geçen gün üst boyutlara varan bir tehdit unsuru haline gelmiştir. Santral, deprem sonrası oluşan hasardan kaynaklı Radyoaktif buharı dışarıya salmıştır. Bu durum bize etkisi yıllarca devam eden Çernobil’i hatırlatsa da tam da bu olayların gerçekleştiği bir dönemde AKP tarafından Akkuyu’da nükleer santral yapılması kararı alındı. Japonya teknolojik olarak daha ileride olmasına rağmen kendi ülkesinde gerçekleşen Rad-

3


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

4

yoaktif salınımı durduramazken, Başbakan Tayyip Erdoğan büyük bir aymazlıkla “Japonya’da gerçekleşen durum halkımızı korkutmasın; çünkü biz her türlü önlemi alacağız” diyebilmektedir. Japonya’daki Radyoaktif salınımın sonucu olarak yaşanan radyasyonlu suyun akışının durdurulduğu bildirilse de, Çernobil’deki gibi yıllar sonra, insanlığın bu felaketin de yıkıcı etkileriyle karşı karşıya kalacağı bilinmelidir. Emperyalistler tarafından gerçekleştirilen hiçbir hareketin halkın çıkarına olmadığını her geçen gün yaşanan pratikten anlıyoruz. Ortadoğu’da olduğu gibi ülkemizde de halkın çıkarına olmayan her geçen gün yenisinin türediği kanunlar, yasalar halkı geleceksizleştirmeye hizmet etmektedir. 4-C’ler, Torba Yasalar ve bunun gibi bir çok yasa taslağına karşı açılan davalar birer birer reddediliyor. İktidarı, sistemi, hukuku, adaletiyle dört koldan kıstırılmaya çalışılan ve güvencisizliğe itilen işçi ve emekçiler de bu politikalara grevleriyle cevap vermektedir. Metal işçileri, ONTEX işçileri, Süsler Doruk işçileri bu cevabın son örnekleridir. Ülkemizde emperyalist politikalarla güvencesizleştirilmeye ve geleceksizleştirilmeye çalışılan kesim sadece emekçiler değil elbette. Her yıl, hatta her dönem, başa geçen her bakanla değiştirilen sınav sistemi, bitmek bilmeyen kopyalar, usulsüzlükler ve yarış atına dönüştürülen gençlik… 27 Mart 2011’de yapılan ve 1 milyon 692 bin 345 öğrencinin girdiği Yükseköğretime Geçiş Sınavı’nda (YGS) rakamsal cevapları olan sorularda şifreleme yöntemiyle kopya uygulandığı iddia edildi. Şifreyi bilen birisi için 40 soruluk matematik sınavını doğru çözmek sadece 10

dakika alırken, ortaya çıkan skandal, sınavın iptalini de gündeme getirdi. KPSS’deki kopya iddiasından sonra YGS’de de böyle bir durumun gerçekleşmesi kopya skandallarının son olmayacağını gözler önüne seriyor. Çünkü cemaatin tüm devlet mekanizmalarında parça parça kadrolaştığı gerçeği birçok alanda olduğu gibi sınav “skandal”larında da karşımıza çıkmaya devam edecektir. Ve AKP’si, CHP’si, MHP’si, HAS’ı ve “GAZ”ıyla yaklaşan 12 Haziran seçimleri… Hem öğrenci hem de emekçi kesimlerin her geçen gün kapıldığı girdabın başrol oyuncuları için 12 Haziran seçimlerinde 218 milyon 200 bin 741 lira seçim yardımı yapılacak. AKP, seçim nedeniyle 124 milyon 363 bin 143 lira Hazine yardımı alacak. CHP de, seçim nedeniyle bütçeden 55 milyon 738 bin 922 lira yardım alacak. MHP’nin bu yılki Hazine yardımı ise 57 milyon 148 bin 12 lira olacak. Adları farklı olsa da beslendiği kaynakların aynı olduğu partilere “iktidar savaşları” için ayrılan tutarın dudak uçuklatacak cinsten oluşu; halkla sömürücü sınıflar arasındaki çelişkileri göstermesi bakımından dikkate değerdir. İşsizliğin, güvencesizliğin ve geleceksizliğin gerici yasalarla daha da sağlamlaştırılmaya çalışıldığı; demokratik haklar için mücadelenin suç, ezilenlerin devrimci-komünist önderlerinin ise suçlu ilan edildiği; emperyalist saldırganlığın yaygınlaştığı bir dönemde özelde halk gençliğini, genel de ise bütün ezilen kesimleri mücadele bayrağını yükseltmeye ve 1 Mayıs’ta alanlarda olmaya çağırıyoruz.


DGH’den

DEMOKRAT‹K GENÇL‹K HAREKET‹

www.demokratikgenclikhareketi.org Nisan 2011

Kampanya Faaliyetlerinden Elde Ettiğimiz Birikimi, 1 Mayıs Alanlarına Taşıyarak Yeni Demokrasi Bayrağını Yükseltelim!

ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

Bu doğrultuda tüm üye ve taraftarlarımızla bilimsel sosyalizmin muazzam birikiminden süzülen programımızı en geniş kitlelere taşıyacak, üniversitelerde, liselerde, öğrenci-gençliğin ekonomik ve sosyal en somut, en acil hak taleplerini öğrencilikten gelen haklarımız temelinde örgütleyeceğiz. Eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim talebimizin bayraklaştığı “Demokratik Halk Üniversiteleri” ve “Demokratik Halk Liseleri” mücadelesini yaygınlaştıracak, derinleştirecek ve orta-uzun vadede öğrenci yığınlarının elinde bir silaha dönüştüreceğiz.

Emperyalizmin ve uşaklarının ülkemiz halkları üzerindeki baskısının her geçen günde arttığı şu günlerde, Demokratik Gençlik Hareketi (DGH), gerçekleştirdiği kampanyası ile önemli bir deneyim ve birikimi arkasında bırakarak ilerliyor. 20 Şubat- 1 Nisan 2011 tarihleri arasında örgütlediğimiz kampanyamız başarıyla sonlanmış olmakla birilikte, önümüzde duran 1 Mayıs sürecine, bu kampanyanın DGH nezdinde açığa çıkardığı olumlu tecrübeler ışığında giriyoruz. Kampanyamız boyunca halk gençliğinin üniversiteler ve liselerdeki somut hak talepleri üzerinden ördüğümüz mücadele devam ederken, DGH bu süreçte halk gençliğinin mücadelesiyle bütünleşme ve bu mücadelenin politik merkezi haline gelme uğraşında önemi pratikler ortaya koymuştur. Koşulların el verdiği ölçülerde, ülkenin dört bir yanında başta üniversiteler ve liselerde olmak üzere, şehir merkezlerinde, mahallelerde DGH, kampanyasını halk gençliğine ulaştırmak için yoğun ve özverili bir çaba göstermiştir.

Kampanya faaliyetlerini büyük bir özveri, güçlü bir disiplin altında ele alan DGH, esas olarak olumlu bir dönemi geride bırakırken, kampanyayla ve ortaya konan gelişimle bütünleşme konusunda atıl kalan yereller ve faaliyetler de söz konusudur. Yakın zamanda kampanyasının sonuçlarını kamuoyuyla, üye ve taraftarıyla paylaşacak olan DGH, yeni demokrasi mücadelesine yönelen yeni saldırılar altında 1 Mayıs’ı karşılamaya hazırlanmaktadır. DGH, kampanya şiarının hâlihazırda geçerli olduğunu ve hele ki önümüzdeki yakın gelecekte çok daha yakıcı bir şekilde geçerliliğini koruyacağı bilinciyle, kampanya faaliyetlerini aynı tempoda sürdürerek 1 Mayıs alanlarına taşıyacaktır.

Emperyalist haydutların ve uşaklarının saldırıları giderek tırmanmaktadır Emperyalistlerin kendi aralarındaki çıkar dalaşlarında kan gölüne çevirdiği Ortadoğu coğrafyasında sular bir türlü durulmazken, NATO’nun ve

5


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

6

son dönemde de TC’nin dahil olmasıyla birlikte artan saldırılar, yakın gelecekte dünyanın her bir karışında yaşanacak saldırıların da resmidir. Askeri operasyonlarına devam eden emperyalist kuvvetler, diğer taraftan da bizim gibi ülkelerde kukla hükümetleri aracılığı ile ekonomik saldırılarına hız kesmeden devam ediyor. Tarım sektörüne yabancı şirketlerin müdahalesiyle yoksul köylülüğümüz her geçen gün üretimsizliğe sürüklenmekte, yıllardır tasfiye edilmeye çalışılan tarımımız bitirilmeye çalışılmaktadır. Yoksul köylülüğümüzü tefeci ve tüccarların eline terk eden devlet, köylülerimizin kitleler halinde büyük şehirlere göçüne sebep olmakta ve şehirlerde sayıları milyonları bulan açlar ordusunu büyütmektedir. Neredeyse her gün bir atölyenin veyahut fabrikanın kapandığı ülkemizde taşeronlaştırma hızla artarken, iş güvencesiz ve sigortasız çalışma koşulları bir “seçenek” gibi işçilere dayatılmakta, kölelik koşullarında yaşamak “lüks” olarak sunulmaktadır. Bir taraftan emekçilere bu ekonomik saldırılar altında yaşamak öğütlenirken, diğer taraftan da ezilen ulus, azınlık ve inanç gruplarına yönelik saldırıların ardı arkası kesilmiyor. Kürt ulusunun haklı mücadelesi imha ve tasfiye saldırıları ile yok edilmek istenirken, Alevilerin talepleri, AKP hükümetinin son oyunu “Alevi çalıştayı” sonuç bildirgesinde olduğu gibi yok sayılıyor. Ezilenlerin tarihini yeniden yazmaya soyunan AKP ve bilcümle sahte demokrasi savunucuları “açılım” ve “çalıştay” safsataları ile envai çeşit demokrasi yalanını piyasaya sürmekte beis görmezken, emekçilerin mücadeleleri de “kimlik siyasetlerinin” bir parçası haline getirilerek ezilenlerin mücadelesi bölünmeye çalışılıyor. Yapımlarına son dönemlerde büyük bir gözü dönmüşlükle hız verilen baraj yapımları ve Hidroelektrik Santralleri (HES) ile doğal güzelliklerimiz emperyalistlerin kar hırsına kurban ediliyor. Öte yandan, başta emekçi kadınlar olmak üzere göğün yarısı olan kadınlarımız, ekonomik, sosyal ve siyasal saldırıların, yoksullaşmanın yükünü bugün, dünden daha fazla çekiyorlar. Mevcut kriz, kadınlara yönelik şiddeti de tetiklerken, gazete manşetlerini hemen her gün eşi, babası, kardeşi vb. tarafından öldürülen kadın haberleri süslüyor. Tüm bunlara karşın, halkın sokaklara, meydanlara yansıyan haklı tepkisi, zorbalık politikalarıyla bastırılmaya ve sindirilmeye çalışılıyor. Emeğinin hakkını arayan işçi, ağa zulmüne başkaldıran köylü, polis copundan jandarma dipçiğine dek baskı ve zor’la karşılaşırken; öğrenciler, kadınlar ve diğer ezilen kesimler de “terör operasyonları”yla baskı altına alınıyor ve her geçen günde ülkemiz ha-

pishaneleri, sömürü düzenine karşı duran emekçilerle, devrimcilerle dolmaya devam ediyor. Halk gençliği de bu mevcut yıkım tablosundan fazlasıyla nasibini almaktadır! Üniversitelerde ve liselerde büyük bir hızla artan hak gaspları, ulaşım, yemekhane ve barınma sorunları, söz, yetki, karar hakkına yönelik gerçekleşen saldırılar, anadil eğitim hakkı üzerindeki baskılar, üniversite yerleşkelerinde sınırsız yetkilerle donatılarak gençliğin örgütlü kuvvetlerine karşı işe koşulan ÖGB-polis birimleri, faşist saldırılar ve buna benzer birçok saldırı paketi halk gençliğinin insanca bir yaşam mücadelesinin önüne çıkartılmaktadır. IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist finans kuruluşlarının birbiri ardına açılan ekonomik paketleri ile başta ülkemiz işçi sınıfı ve yoksul köylülük olmak üzere, tüm toplumsal kesimler açısından hayatı cehenneme çeviren uygulamalar giderek tırmanırken, halk gençliği de yukarıda izah ettiğimiz çerçevede yeni saldırıların menziline oturtulmaktadır. Güvenceli çalışma rafa kaldırılırken, bugün üniversite ve lise mezunu milyonlarca genç işsizliğin kucağına atılmaktadır. Örgütlenme hakkı açıkça çiğnenirken, işçilerin ve emekçilerin gelişen mücadelesiyle aynı mecraya akan her hareket devletlu tarafından polis zoru ve şiddeti ile bastırılmaktadır. Eğitim alma hakkından yoksun bırakılan halk gençliği, işsizliğin cenderesinde, gittikçe büyüyen açlar ordusunun yeni neferleri olmaktadır. Yaşamın tüm alanlarında bir bütün olarak geleceksizlik dayatılırken, kölelik koşullarında yaşamak “kader” gibi gösterilmektedir. Üniversitelerin tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan YÖK, tüm mekanizmalarıyla biat ettiği patronlar ve ağalar sultasının direktifleri doğrultusunda, üniversite kapısından içeri girebilen “şanslı” öğrencilere “paran kadar okursun” demekte, paralı eğitim uygulamalarıyla üniversiteleri ticarethaneye dönüştürmektedir. Öğrencilerin müşteri, öğretim elemanlarının patron ve üniversitelerin ticarethane kılındığı bir yapıda, Bologna sürecinin tüm kararları kapitalist ülkelerdeki eğitim modellerine uygun bir şekilde elden geçirilerek üniversiteler piyasalaştırılmaktadır. Üniversiteler ve liselerde siyasi iktidar planlarını adım adım devreye sokmakta, vakıf üniversitelerinin ön plana çıkartılması, harç paralarının arttırılması, yemekhanelerin ve kantinlerin özelleştirilmesi, yurtların giderek yaşanamaz mekanlar haline dönüştürülmesi, teknokent projeleri gibi uygulamalar büyük bir hızla gerçekleştirilmektedir. Mevcut saldırılarla giderek üniversite kapıları yoksul emekçi çocuklarına kapanmakta, her yıl daha fazla öğrenci harç parası, yemek, barınma vb. ihtiyaçlarını karşılaya-


Yeni İnsan ve Özgür Bir Dünya için 1 Mayıs’ta DGH saflarında yerimizi alalım! Bahsini ettiğimiz sorunların giderek derinleştiği ve saldırıların şiddetini arttırdığı bir dönemde 1 Mayıs’ı karşılıyoruz. Bir taraftan da işçilerin, emekçilerin öz örgütü sıfatındaki sarı sendikaların, sınıfa ve onun tarihsel çıkarlarına yabancılaşmış sınıf işbirlikçisi tavırları, emekçilerin her türlü gerçek eylemini düzen içi kanallarda eritmekte, işçi sınıfını kendi mücadele tarihinden hızla uzaklaştırmaktadır. İşçilerin her türlü hak arama eyleminin gücünden en az kapitalist patronlar kadar korkan “sendika patronları”, emekçilerin haklı taleplerini, devletle oturdukları masalarda satılığa çıkarmakta, adeta işçi sınıfı içerisinde burjuvazinin temsilciliğini yapmaktadırlar. Bugün yaşanan saldırıların tüm etkilerini kendi bağrında fazlasıyla hisseden ve yaşayan, sistemle olan çelişkisi giderek keskinleşen bizler tüm bu ne-

denlerden dolayı, sokakta yükselen sınıf mücadelesinin coşkulu sesine katılmak zorundayız. Mücadele tarihinin engin tarihsel birikimi ve deneyimi bunu kaçınılmaz kılmaktadır. Çünkü bu büyük yıkım tablosunda bizi bekleyen insanca bir gelecek yoktur! Kendi sorun ve talepleri üzerinden toplumsal alana akan ve devrimci bir kimlikle buluşan bir gençlik mücadelesiyle ancak geleceğimizi kazanabiliriz. Bu düzlemde berraklaşan bir bilinçle, bizleri saran kuşatmayı kırmak hedefiyle, halk gençliği yüzünü yükselen yeni demokrasi mücadelesine dönmeli ve kendi geleceği için ayağa kalkmalıdır. Çünkü mevcut sorunlar ancak ve ancak yeni demokrasi mücadelesi ile çözülebilir. İşçi, köylü, öğrenci gençlik olarak, yeni demokrasi mücadelesini daha güçlü bir noktaya çekmek ve geleceğimizi kazanmak, en temel görevimizdir. Bu doğrultuda tüm üye ve taraftarlarımızla bilimsel sosyalizmin muazzam birikiminden süzülen programımızı en geniş kitlelere taşıyacak, üniversitelerde, liselerde, öğrenci-gençliğin ekonomik ve sosyal en somut, en acil hak taleplerini öğrencilikten gelen haklarımız temelinde örgütleyeceğiz. Eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim talebimizin bayraklaştığı “Demokratik Halk Üniversiteleri” ve “Demokratik Halk Liseleri” mücadelesini yaygınlaştıracak, derinleştirecek ve orta-uzun vadede öğrenci yığınlarının elinde bir silaha dönüştüreceğiz. Çalışan gençliğin emek mücadelesi içerinde yer alacak, semtlerde ve mahallerde yozlaşmaya, çeteleşmeye ve halk gençliğinin bilincini dumura uğratan burjuva-feodal kültürün tüm etkilerine karşı amansız bir mücadele vereceğiz. Gençliğin acil ekonomik hak taleplerinin örgütçüsü olacağız. Emekçilerin gerçekten demokratik bir düzen için verdikleri mücadeleler içerisinde yer alacağız ve örgütçüsü olacağız! Her yereldeki 1 Mayıs alanlarında, dün olduğundan daha güçlü, nitelikli, coşkulu ve disiplinli bir toplamı var edecek ve bütün baskılar, tutuklamalar karşısında halk gençliğinin dinamik, atılgan gücünü ortaya koymak için seferber olacağız! Kampanya çalışmalarımız boyunca elde ettiğimiz birikimi 1 Mayıs alanlarına taşıyacağız! Buradan hareketle DGH tüm halk gençliğini, halkı sopası altında inleten zorbalık düzenine karşı ayağa kalkmaya ve kendisini kuşatan ablukayı dağıtmak için direnişi büyütmeye davet eder! “Yeni İnsan ve Özgür Dünya Bir Dünya” için yeni demokrasi mücadelesi saflarında yerimizi alalım, DGH coşkusu ve disiplini ile 1 Mayıs’ta alanlarda olalım!

Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

madığı için üniversiteleri terk etmektedir. Öyle ki harç parasını ödeyemediği için, tatil dönemlerinde güvencesiz işlerde çalışmaya mecbur bırakılan üniversite öğrencileri, paralı eğitim uygulamalarının bedelini canlarıyla ödemektedir. Emperyalist politikaların yarattığı istihdam sorunu öğrenci gençliğin gelecek hayallerini karartmakta, “diplomalı işsizler” ordusunun hacmini her yıl yeni neferlerle genişletmektedir. Özellikle son dönemlerdeki gelişmelerle birlikte tekrardan gündeme gelen ve YÖK’ün bir projesi olan Öğrenci Temsil Konsey’leri öğrenci gençliğin “tek kabul gören” örgütlenmesi olarak sunulurken; gençliğin kendi öz örgütlülükleri olan dernek, topluluk, kulüp vb. çalışmaları yoğun baskı altında tutulmakta, yok edilmeye çalışılmaktadır. Resmi ideolojinin yeniden ve yeniden üretildiği, aynı zamanda üst düzey devlet bürokrasisinin insan ihtiyacının karşılanarak piyasaya endeksli beyinlerin yetiştirildiği üniversiteler, birer ticarethane olarak bir avuç patronun, insaf ve ihtiyacına terk edilmektedir. Gelecek ile ilgili tüm beklenti ve idealleri, krizin hengameli süreci içerisinde karartılan, işsizliğin kıskacında boğdurulan, her türlü sosyal ve ekonomik güvenceden yoksun, adeta “angarya” koşullarında çok düşük ücretle istihdam edilerek sömürülen; her türlü sosyal aktivite ve kendini ifade olanaklarından mahrum bırakılan gençliğin içinde bulunduğu koşullar, devreye sokulan “yeni tedbirler”le daha da derinleşmektedir. İşsizlik, yoksulluk; işçi-köylü gençlik için olağan dışı olmaktan çıkıp adeta gündelik yaşamın bir parçası haline gelmekte, sefalet her geçen gün biraz daha fazla büyümektedir.

7


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

8

O rt ad oğ u ve K u ze y A fr ik a Ü lk el er in de k i G el iş m el er e K ıs a B ir D eğ in i

Arap ülkelerini ve bu ülke meydanlarını kelimenin anlamıyla düello alanına dönüştüren halk isyanlarının işaret fişeği Tunus’ta yakıldı. Tunus’ta devrilmesine şahit olunan Ben Ali’nin akıbetini, Mısır’da Hüsnü Mübarek yaşadı. Arap halklarının üzerindeki ölü toprağını silkelediği isyanlarla birlikte, Libya’da muhaliflerin Bingazi’ye doğru ilerlemesi, Kaddafi’nin muhaliflere ve sivillerin üzerine ateş açması ve önemli oranda kayıpların yaşanması üzerine batılı emperyalistler düğmeye bastılar. İnsan hakları ihlali olduğu gerekçesi ve sivil insanların katledilmesini önleme bahanesiyle BM

Güvenlik Konseyi kararıyla NATO müttefiklerinin hava operasyonu ve füze saldırılarının hedefi haline gelen Libya’daki ve belli oranda çatışmaların yaşandığı Suriye, Yemen ve Bahreyn’deki halk isyanlarıyla, ezilen kitlelerin taleplerini yükselttikleri önemli bir deneyim açığa çıkmıştır. Uzun yıllar sömürge altında yaşayan Arap kitleleri, önce Osmanlı daha sonra ise İngiliz ve Fransız sömürgesi olarak oldular. İsrail’in de Arap topraklarının bir bölümünü işgaliyle gerek emperyalizm gerekse de siyonizm ve sömürgeciliğe karşı bir bilinç adeta alttan fokurdamaya başlayan su misali za-


peryalistler son ana kadar, hatta reform önerileri ile birlikte Mübarek’in kalmasını istiyorlardı. Yine Fransa Bin Ali’nin kalması yönünde fikrini deklare etmiş hatta müdahale tehdidi dahi savurmuştu. Toplumsal muhalefetin dönülmez bir noktaya ulaşması, iyiden iyiye teşhir olmuş, diktatörlerle birlikte Batılı emperyalistleri de düşündürmeye başlamış, bu teşhirin kendilerine tamamen sirayet etmesini istemeyen batılı güçler, kontrolü ellerinde tutmak için, Ben Ali ve Mübarek’in siyaset sahnesinden çekilişlerini demokrasi yalanları eşliğinde taktik bir manevrayla selamlamışlardır. Niyetleri ise yumuşak geçişler ile bölge ülkelerinde yeni kukla rejimler oluşturmaktır. Hatta Mübarek’in daha fazla kalama-

Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

manla, günümüz isyanlarına dönüştü diyebiliriz. Diğer yandan ise emperyalist destekli diktatörlüklerle yıllar yılı baskı ve yoksulluk altında, ağır yaşam koşullarına maruz kalan Arap halk kitleleri, krizin yarattığı yoksullaşma ve sömürüye de, güçlü kitlesel bir isyan korosuyla “hayır” dediler. Ancak ne var ki son dönemde açığa çıkan böylesi karşı koyuşların, kukla ve dikta rejimlerini, sınıfsal temelleri ile birlikte süpüren devrimci halk iktidarlarının kurulmasına dönük olduğunu söylemek abartılı bir iddia olur. Çünkü bu isyanlar, ideolojik-siyasal önderliklerden yoksun olarak gerçekleşmişlerdir ve gerçekten bir halk iktidarı hedefine kilitlenmiş değillerdir.

Halk İsyanlarının niteliği hakkında Kuzey Afrika ülkelerinde baş gösteren isyanların dünya halklarının hanesine yazılacak önemde katkıları ve öğretici dersleri söz konusudur. İlk olarak “sömürüye karşı isyan meşrudur” fikriyatının geçerliliği gün gibi ortada durmaktadır. Bu kalkışmalar, evrensel anlamı bakımından, ezilen halk kitlelerinin, ayağa kalktıklarında ve örgütlendiklerinde hiçbir kuvvet tarafından yenilemeyecekleri bilgisini öğrenmeleri bakımından oldukça önemli tecrübeler açığa çıkarmıştır. Kuzey Afrika ülkelerinin ve yönetimlerinin emperyalist ve Siyonist güçlerle bağımlılığı göz önüne alındığında, derinleşen kriz ve emperyalist sömürünün bu coğrafyada yarattığı öfkenin, anti-emperyalist mücadeleye dönüştürülmesi bakımından önemli bir toplumsal dinamiği gün yüzüne çıkardığını söyleyebiliriz. Yönetenlerin acze düştüğü, yönetilenlerin ise sisteme karşı duydukları memnuniyetsizlikle sisteme karşı yükselttikleri itirazlar, olası bir devrimin objektif koşullarının olgunlaştığı müjdesini vermektedir. Bölge halkları açısından uzun tarihsel bir dönemi kapsayan emperyalist destekli dikta rejimler karşısında ayağa kalkan ezilen kesimler, onlarca yıllık kulluk sultası karşısındaki “çaresizliklerini” parçalamış ve direnen, dik duran kitle psikolojisini tesis etmiş, ‘onur, ekmek, özgürlük’ şiarları ile ayaklanarak toplumsal belleğini tazelemiştir. Sömürücü ve dikta rejimler hangi maskeyle yeniden iktidara gelirse gelsinler, hiçbiri açısından baskı ve sömürürünün eskisi kadar kolay gerçekleştirilemeyeceği bilinci gelişmiştir.

Emperyalist güçlerin olası gelişmelere yönelik tavrı Ne Ben Ali ne de Hüsnü Mübarek’in tahtlarının sarsılması, emperyalistlerin pek de isteyerek selamladıkları gelişmeler değildi. ABD’li ve Avrupalı em-

yacağını anlayan ABD, Mübarek’in gidişini CIA üzerinden deklare etmekte bile beis görmedi. Libya rejiminin neredeyse yarım asrı bulan miadı, ABD ile Avrupalı emperyalistler başta olmak üzere ‘demokrasicilik’ ve ‘sivil insanları koruma’ bahanesiyle sonlandırılmak istenmektedir. Her sıkıştıklarında, insan hakları ve özgürlük nidalarıyla ezilen-sömürge ülkeleri işgal ve talan eden emperyalistler, meşruluğu sorgulanmak zorunda olan uluslar arası suç örgütü NATO tarafından, emperyalist tekellerin çıkarları doğrultusunda, sözde hangi

9


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

10

rejimlerin insan haklarına daha uygun olduğu manipülasyonunu yaratarak özellikle son on yıl içerisinde Irak, Afganistan ve daha birçok yerde katliam gerçekleştirmiş ve insanlık suçu işlemişlerdir. Libya’ya da benzer söylemler eşliğinde hava güçleri ve füzelerle müdahale eden emperyalistler, deyim yerindeyse bölgeyi cadı kazanına çeviren baş döndürücü gelişmeler karşısında cadı avına çıkmayı uygun gördüler. İlk zamanlar emperyalistler tarafından Libya’da Kaddafi’nin halka karşı suç işlediği belirtilmiş, iktidarı terk etmesi istenmişti. Kaddafi yaptığı açıklamalarda ise emperyalistlerle ilişkili olduğunu sürekli dile getirerek emperyalist ülkeleri teşhir eden açıklamalarda bulunmuştu. Ancak Kaddafi’nin iktidarı terk etmeyeceği anlaşıldığı anda ise emperyalistler uluslararası savaş örgütleri BM ve NATO aracılığı ile düğmeye basarak silahlarını, besleyip büyüttükleri Kaddafi’ye doğrulttular. Libya’ya BM kararı ve NATO müdahalesiyle gerçekleştirilen saldırıların öncelikli amaçlarından bir tanesi, bölgede her an gelişebilecek toplumsal muhalefetin mecrasına yön vermek, “özgürlük” ve “demokrasi” maskesi altında bölge halklarına kan kusturarak kendileri açısından stratejik öneme sahip bu coğrafyayı emperyalist projeleri için “güvenli” hale getirmektir. Çünkü halk isyanlarının Tunus, Mısır ve Libya serisi üzerinden baş döndürücü bir hızla dikta yönetimleri hedef alması ve sultaların devrilmesine yol açan gelişmeler, Batılı emperyalistleri kaygılandırmıştır. Olası gelişmelere en merkezi biçimde müdahil olmaya çalışan ABD ve Fransa’nın başını çektiği emperyalistler, halk yığınlarının ayaklanma provalarını ve ortaya çıkan toplumsal dinamiklerin taşıdığı antiemperyalist karakteri şimdiden ön görerek, sermaye birikiminin olmazsa olmaz dayanaklarından olan zor ve savaş aygıtlarını devreye sokmuşlardır. Bu yolla kitleleri korku sarmalına alan emperyalist kuvvetler, “direndiğiniz takdirde, tanklarımızı ve toplarımızı karşınızda bulursunuz” mesajını vermektedir. Bu operasyonun gerçekleşmesinin asıl sebebini, Libya’daki petrol yatakları olarak ima eden çeşitli politik ön görüler –doğru olmakla birlikte- maalesef önemli bir mesajı, yani emperyalistlerin toplumsal muhalefetlerin gelişme olasılığına karşı ezilen halk kitlelerine gözdağı verdiğini ıskalamaktadırlar. Enerji kaynaklarını birinci elden denetim altına almak emperyalistlerin işine gelse de petrolü kendi pazarına entegre etmekte sıkıntı çekmeyen tekeller ve batılı ülkeler açısından, enerji kaynaklarının denetimi daha tali bir sebep gibi gözükmektedir. Ayrıca emperyalistlerin bu gibi operasyonlarda sahip oldukları yeni silahları da deneme avantajını da

değerlendirdiklerini belirtmek yerinde olur.

İsrail ve İran açısından gelişmelerin niteliği Arap halklarının isyanı, emperyalistlerin bu ülkelerde kurduğu sömürge ilişkisi, Siyonist İsrail’in Filistin topraklarını işgali ve işlediği cinayetler açısından bölge halklarında yarattığı kin ve nefret, gelişmelerin seyri bakımından İsrail’i kaygılandırmaktadır. Özellikle Mısır’da koltuğunu kaybeden Hüsnü Mübarek’in İsrail ile askeri ve siyasal ilişkilerinin, tam da İsrail’in istediği rotada olması avantajlı bir durumu anlatıyordu. Ancak domino taşları gibi birbiri ardına yıkılan emperyalist patentli dikta rejimler, İsrail’in bölgedeki durumunun hiç de kolay olmayacağını göstermektedir. Diğer yandan ise bölge halklarının emperyalist ve Siyonist gericilere karşı yürüttüğü muhalefetin şahlanması, İran’ın işine gelirken diğer taraftan ise İsrail’e yönelik tehditlerin ve saldırıların kaynağının batılı emperyalistlerce İran merkezli hedef alınması, sürekli bir tehdidin Demokletes’in kılıcı misali İran’ın başı üstünde dolaştığını göstermektedir. Büyük Ortadoğu Projesi’nin devam ettirilmesi bakımından İran, kontrollü bir şekilde bölgedeki batı karşıtı muhalefetin büyümesini sürdürmeye çalışacaktır.

Türkiye açısından gelişmelerin niteliği Halk isyanlarının başlangıcından bu yana bölgede her türlü müdahaleye karşı olduğunu ve bunun ülkelerin iç meselelerine karışmak anlamına geldiğini beyan eden Tayyip Erdoğan’ın, fazla yorum yapmadan ABD’nin açıklamalarından sonra tavır alması, Türkiye’nin de ABD ve diğer emperyalistlerin emirlerine amade hareket edeceğinin bir kez daha tescillenmesi oldu. Nitekim ılımlı İslam kimliği ile emperyalistlere koşut açıktan fikir beyan etme aceleciliğine düşmeyeceği aşikârdı. BM toplantıları alındığı sıralarda NATO’nun Libya’da işi olmadığını dile getiren AKP hükümeti ve devlet bürokratları, Libya Konferansı’nda emperyalist güçlerce Libya’ya ilişkin müdahalenin karalaştırıldığı toplantıda bulunmadıkarını belirterek, meselenin dışında kalmamak için Londra Büyükelçiliği’nde düzenlenen basın açıklamasında, konferansta kurulması kararlaştırılan temas grubuna katılacaklarını açıkladılar. TBMM’de Libya’ya müdahale için tezkere tartışmaları yapıldığı sıralarda, NATO kuvvetlerine dahil olması için 5 savaş gemisi ve bir denizaltını Libya’ya gönderen T.C devleti, mecliste yapılan tezkere görüşmelerinin hiçbir kıymet-i harbiyesi olmadığını, kararın önceden emperyalist kuvvetler tarafından çoktan alındığını bir kez daha tescillemiş oldu. Emperyalistlerin Libya’ya müdahale kararını açık-


Kuzey Afrika halk isyanlarında gençliğin rolü Kuzey Afrika ülkelerinde isyanın ilk sacayağı olan Tunus’ta emperyalist bağımlılığın sonucu gelişen ilk tepki, 17 Aralık 2010 günü Muhammed Bouazizi isimli, bilgi işlemci işsiz bir gencin, meyve tezgâhının kaldırılmasını protesto etmek için bedenini ateşe vermesiyle başladı. Mısır’da ise olacakları önceden tahmin eden Mübarek her ne kadar ekonomik tedbir içerikli reformların ekonomiyi temel alması gerektiği yönünde açıklamalar yaptıysa da, rejimden sıkılan halk kitleleri Mübarek’in bu yalanına inanmıyordu. Tüm bu gelişmelerin ardı sıra Mısır’da da beş genç kendisini yakmaya kalkıştı ve Mısır’da artık fitili ateşlenen bu yangınla geniş halk yığınları, kitlesel bir şekilde Tahrir Meydanı’nı doldurarak Mübarek’i ve yerine bırakmak istediği oğlunu tarihin çöplüğüne yollamayı başardılar. Ancak başta da belirttiğimiz gibi bu kesinlikle bir halk iktidarının tesisi yönünde gerçekleşmeden, anayasanın değiştirilmesi ve yerine kendi istedikleri yeni “kukla” isimin getirilmesi şeklinde oldu. Mısır’da isyan günü olarak nitelendirilen 25 Ocak’ta yaşanan olaylar öncesi, doksan bin gencin Twitter ve Facebook üzerinden eylemliliklere katılacaklarını bildirmeleri üzerine bu sitelere erişim yasağı getirildi. Ama yine de Mısır halkının kararlılığını ve Tunus’ta Bin Ali’nin gidişini perçinleyen bu zaferlerde, tüm halk kesimleri ile birlikte, öne atılan kesim militan genç kitleler olmuştur. Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da yaşanan son gelişmeler bir kez daha göstermiştir ki, yoksulluk ve işsizliğin girdabında “çaresizliğe” sürüklenen ezilen yığınlar, bir tek kıvılcımla dahi patlamaya hazır volkan gibi kaynamaktadır. Halka yüzyıllarca tepeden bakan dikta rejimleri, “boyun eğme” kültürüne alıştırdıkları kitlelerin öfkesinden kurtulamayacaklardır. Reform talebi, yolsuzlukların ortadan kaldırılması, gelir dağılımı arasındaki makasın kapatılması, “eşitlik ve özgürlük”, despot yönetimlerin yıkılması vb. taleplerle Ortadoğu ve Kuzey Afrika sokaklarını dol-

duran binlerce insanın, her ne kadar kendi iktidarlarını tesis etme yönlü olmasa da istedileri tek bir şey var: İnsanca bir yaşam... Dolayısıyla da emperyalizmin boyunduruğu atında ezilen kitlelerin, tarihin tek yapıcıları olduğu gerçeği gün gibi ortada durmaktadır. Tarihin belirlenmişliği safsatasına karşı, tek tarih yapıcı olduklarını her defasında kanıtlayan halk kitleleri, kendi tarihlerini de yazmaktadırlar. Dünyanın önemli oranda emperyalist kuşatma ve sömürüye tabii tutulduğu bir süreçte, halk isyanları maratonunun ilk koşucularından olan Tunuslu ve Mısırlı gençler gibi, ülkemizde de yeni dönem isyanlarının neferleri olacak halk gençliği, komünist önder İbrahim Kaypakkaya ve devrimci gençlik önderleri Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve Mazlum Do-

ğanların yaktıkları isyan ateşini kendilerine rehber edinmeli, mücadele tarihinden öğrenmelidir. Kendiliğindenci, ekonomist anlayışlarla önemli oranda ayrışarak, yeni dönem isyanlarına hazırlık yapan, genç devrimciler örgütü yaratmanın koşullarını hazırlamalıdır. Unutulmamalıdır ki stratejik olarak emperyaslitler açısından büyük önem arz eden ve dolayısıyla da baskının da aynı derecede yaşandığı ülkemiz, bağrında taşıdığı çelişkiler düşünüldüğünde büyük çatışmalara ve alt üst oluşlara gebedir.

Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

lamasından sonra çark ederek Libya müdahalesinde İzmir’in komuta üssü olarak kullanılacağını açıkladılar. Başta mesafeli bir siyasal tutum alan T.C devleti ve AKP hükümeti emperyalistlerin netleşmesi ile birlikte, dünya halklarının baş düşmanı emperyalist güçlerin jandarmalığını üstlenmekte, Ortadoğu’da model devlet kimliğinin avantajlarını ‘yumuşak geçiş’ projeleri kapsamında değerlendirmek istemekte ve efendilerinden icazet beklemektedir. Mevcut olayların seyri T.C devletinin BM ve NATO içerisinde daha fazla rol alacağını göstermektedir.

11


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

G e n e l S e ç im le r S ü r e c in d e

M a r k s is t T u t u m

12

Toplumun tüm katmanları tarafından yakın olarak izlenen politik süreçler, hiç şüphesiz ki devrimci duyarlılığın ve sorumluluğun dışında kalamaz. Yaşanmakta olan tüm gelişmelere karşı, genel ilkeler çerçevesinde taktikler belirlemek, radikal toplumsal dönüşüm mücadelesi yürüten parti, örgüt ve hareketlerin vazgeçilmez görevidir. Bilimsel sosyalimin muzzam birikimini kendisine rehber edinen bizler de bu tablodan bağımsız değil bilakis içerisindeyiz. O yüzden “granit teorik temel”1 ön koşulu çerçevesinde, genel siyasal çizginin, özgün pratikteki siyasetinin -taktiksel olan siyasetin-, 12 Haziran “seçimlerinde” nasıl bir seçim siyaseti güdeceğine ilişkin genel görüşlerimizi ifadelendireceğiz. Yalnız ezberi bozma babında, yazımızı salt “reel” olmakla sınırlamadan anın tüm yanlarını ortaya dökerek, kristalize olmuş bir soyutlamayı ve bilimsel okumayı kendimize şart koşuyoruz. Süreci açıklamakta sadece hâ-

kim sınıfların akseden görüngülerinden ziyade, meselenin sınıfsal arka planını açıklamaya ve tarihi yaratan kitlelerin itici güçlerinin, hangi çizgi dâhilinde ayağa kalkması gerektiğini ortaya koymaya çalışacağız. Bu da niyetten bağımsız olarak, dönemsel yaklaşımın genel yaklaşım ile olan ilintisini yani genel yaklaşımın bir kere daha ve de kaçınılmaz olarak, kendisini ideolojik düzlemde beyan edişini ortaya koyacaktır. Görüşlerimiz, salt taktiksel-biçimsel olarak algılanmamalı, taktiğin bir stratejiye, biçimin bir öze dayandığı görülmelidir.

Kısaca ‘seçim’ olgusu Antik Yunan toplumundan günümüze kadar uzanan seçim sistemi, her toplumsal formasyonun niteliğine uygun olarak şekilleniş göstermiştir. Özelde ise, kişi “hak” ve “hürriyetlerinin” yaygınlaştığı sistem olarak değerlendirilen kapitalist toplumda seçimler, daha


yordu. Bu hengâme içerisinde, kendinden önce sadece üç-beş elitistin seçimine endeksli yaşayan toplum, biçimsel anlamda bir “ilerleme” göstermekteydi. Artık seçim, kişi “hakları” ile toplumsal bir hal almıştı; ezilen sınıfların özgürlük duygularının istismar edilerek, sistemin yeniden üretimine dayalı “seçimler!” Yaptığımız alıntıdan sonra ifade etmeye çalıştığımız olgu, özetin özeti olarak, burjuvazinin kendi çıkarlarını, hangi araçlarla halkın çıkarlarıymış gibi gösterdiği tespitidir. Bir tarih boyu büyük bir boyunduruk altında eza çeken halk kitlelerinin devrimci arzularını, cebir yolu ile düzenli olarak bastırmadan fakat zoru da asla göz ardı etmeden sömürü sultasının altında “olağan” bir “kaçınılmazlık” yaratmak, üretim ilişkilerinin vardığı bir sonuçtu. Sömürücü sınıflar, içerisinden geçtikleri momente uygun olarak, halk yığınlarını sömürü ve baskı altında tutacakları yeni bir model yaratmakla yüz yüzeydi. Bu model “ben onları sömürüyorum ama onların da hangi sömürücünün başta olacağını seçmeye hakkı var” gibi burjuva tereddütleriyle değil, yeni üretim ilişkilerinin sancısı sonucunda ortaya çıkıyordu. “Erk” organı olarak, halk tarafından “seçilen” temsilcilerin oluşturduğu parlamento, ezilen halk kitlelerinin problemlerinin çözüldüğü bir mecra değil; ama var olan yeni mülkiyet ilişkilerinin antagonist çelişkilerinin hasır altı edildiği “kutsal” bir görevi üstleniyordu. Parlamento, hâkim sınıf ya da sınıfların klikleri arasında halka, kimin sömürücü olarak önderlik edeceğinin belirlendiği, sisteme var olan güvenin tekrardan sağlanıldığı ve çeşitli periyotlarla yapılarak “demokratik” atıflı burjuva (bizimki gibi ülkelerde burjuva feodal) diktatörlüğünün devamlılığını sürdürdüğü gerici bir aygıttır. Lenin’in de söylediği gibi “parlamento, propaganda anlamıyla tarihsel olarak, zamanını doldurmuştur.”3 Parlamenter safsatanın genel özgün ifadesi bu iken, her bir halkada aldığı biçim farklılık göstermektedir. Parlamenter Monarşi, Parlamenter Demokrasi gibi kavramlarla betimlenen, ama yine uygulandığı ülkenin sosyo-ekonomik yapısı gereği rolü aynı kalan olgular, hareketi değişen bir seyir izlemektedir. Örnek verecek olursak İngiltere’de kraliyete dayalı parlamento ile Nepal’de 2006 öncesi uygulanan krala dayalı parlamentonun misyonu aynı değildir. Her ne kadar aynı isimlendirmelere rıza gösterilse de, İngiltere’de parlamento halkın daha fazla gözünü boyamak için ön planda tutulurken, Nepal’de buna fazla ihtiyaç duyulmazdı. Yine, Fransa ve Türkiye’de parlamenter demokrasinin hâkim olduğu söylenilir. Özü aynı olmakla birlikte, bu iki parlamento arasında, uygulanışta çeşitli farklılıklar gözlemlenir. Ekonomik şekillenişi gereği burjuvazinin zayıf olduğu ve yarıfeodalizm ile çıkarlarının pekiştiği, emperyalizme olan

Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

“modern” bir hal almıştır. Statik, durağan, kendini tekrar eden değil, her hâkim sınıfın ya da sınıfların ihtiyacı oranında “gelişme” kaydeden bir seyir izlemiştir. Buradaki diyalektik bağ iyi irdelenmelidir. Feodal toplumda, bir avuç seçkinin (elitist) tekelinde olan seçim, artık “toplumsal” bir görüngüdedir. Burjuvazinin tarih sahnesine çıkışıyla birlikte seçim, yeni mülkiyet ilişkilerinin bir garantörü (tek garantörü değil, bir garantörü) olarak kullanılacaktır. Gelişme gösteren olgu, değişmekte olan yeni sömürücü sınıfın ideolojik aygıtına dönüşerek, toplumsal bir düzene iltihak edecektir. Ortalama olarak her burjuva yazarın dile getirdiği bu tarihsel pasaj, Marks tarafından sadece yorumlanan değil, bir bilim dâhilinde, analitik olarak sonuca ulaşan bir bakış açısına sahiptir. Marks, daha gençlik eserlerinde, -eski toplumun geri yanlarını kısmen üzerinde hissettiği olgunlaşma döneminde- bu realiteye tan yeri kadar arı ve duru bir belirlemede bulunmaktadır. Burjuva toplumunun karakterini incelemek için tarih bilimine başvurarak, toplumların gelişim düzeyini üretim ilişkilerinin gelişim düzeyi ile ilişkilendirecektir. “…Aristokrasinin egemen olduğu zamanlar, namus, onur, bağlılık vb kavramları egemendi ve burjuvazinin egemen olduğu zamanlar özgürlük, eşitlik vb kavramları egemendi… Özellikle, 18. yüzyıldan beri tarihçilerde ortak olan bu tarih anlayışı, zorunlu olarak egemen olan düşüncelerin gitgide daha soyut olacağı, yani bu fikirlerin gittikçe evrensellik biçimine dönüşeceği gerçeğine çarpacaktır. Gerçekten, kendisinden önce egemen olan sınıfın yerini alan her yeni sınıf, kendi amaçlarına ulaşmak için de olsa, kendi çıkarını, toplumun bütün üyelerinin çıkarı olarak göstermek zorundadır”2 (vurgular bize ait). Öncelini reddetmek, yeni bir toplumsal formasyonun ilk kıstasıydı. Lakin üretim ilişkilerinin yeni aşaması, yani kapitalist toplum, kendi kurtuluşunu sadece eskiye olan düşmanlığı ile zafere ulaştıramazdı. Feodal sistem altında, burjuva üretimin belirli sınırlılıklar içerisinde tutulması, serbest rekabetin aristokrasinin gümrüğüne takılması, daha büyük ve kolektif olan üretim ilişkilerinin “özgürce” büyümesinin önünde engele dönüşüyordu. Bu noktada, genel olarak ezilen halk yığınları üzerinde oluşan, din, namus, bağlılık kavramları, yeni sınıfın ideolojik dokunuşundan geçerek “özgürlük”, “eşitlik”, “kardeşlik” zincirlerine mahkûm edilmekteydi. Kişi “haklarının” ön planda tutulduğu yeni düzen, yıllar yılı kralın otoritesi altında birleşen derebeyleri tarafından ezilen sınıfların üzerinde, burjuvazinin çıkarları ile eşleştiği burjuva etik algılayışı hâkim hale getiriliyordu. Feodal sınıfa karşı burjuvazinin yürütmüş olduğu “özgürlük” “eşitlik” mücadelesi, artık tüm toplumun “özgürlük” mücadelesine dönüşü-

13


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

bağımlılık ilişkilerinin belirleyici olduğu bu tür ülkelerde, parlamento maskeli faşist bir devlet iktidarının oluşması kaçınılmaz olmaktadır. Halk yığınları üzerindeki etkisini, parlamenter peçeyle kapayamayan faşist iktidar, şiddeti vazgeçilmez bir araç olarak toplumsal bütünlük içerisinde ele alır. Bugün açısından, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da varlığını sürdüren sistem, bu gerçeklik üzerine inşa edilmiştir. İngiltere’de ise iktidar, şiddetin rolünü asla yadsımadan, dönem dönem uygulayarak fakat diğer araçları daha fazla “tercih” ederek, toplumsal bir ‘trans’ olma durumu sağlar. Emperyalist-kapitalist ülkelerde parlamento aygıtı, diğer araçlardan daha ön plana çıksa dahi, bu durum ordunun, polisin, hapishanelerin, burjuva hukukunun kullanılmadığı anlamına gelmemektedir. Emperyalist burjuvazi uluslar arası alanda, bu aygıtları ön plana sürmeyi bir an olsun dahi elden bırakmadığı gibi (bugün Libya’nın emperyalistler tarafından fiili işgalinde olduğu gibi), kendi sınırları içerisindeki muhalefet çanları çaldığında da, benzer uygulamaları gündeme getirmektedir. Halk yığınlarının bilincinde seçim olgusuyla; birden fazla alternatifin olduğu, bu alternatiflerden birinin seçilerek iktidara hükmettiği ve tüm bunların hepsinin halk tarafından seçilen “vekiller” ile yapıldığı mistifikasyonu yaratılmak istenir. Ama gerçek tablo gözükenin tam aksidir. Ezen sınıfların hâkim olduğu bir toplumda, genel olarak “seçim” curcunası, aynı safta kamplaşmış gerici partiler arasında, ezilenlerin sağlı “sollu” bir tercihe zorlanıldığı mizansendir. Her ne kadar bu mizansene, sistemin içeriden restore edilebileceğine inanan revizyonist-reformist partiler katılsa da, bu partiler, mevcut gericiliği devam ettirebilirlik siyasetinin dışında hareket edememektedirler. Zira sömürücü sınıfların hâkim olduğu bir toplumda egemen olan parlamento değil, bir avuç gericidir. Es kaza, hükümete gelen reformistler, sistem açısından tehlike arz ettiği andan itibaren, “ulusun çıkarları” gereği, alaşağı edilir. Hafızalarımızı diri tutma babında, Şili’deki, Salvador Allende örneğini hatırlatmak isteriz. Görüldüğü gibi ezilen sınıflar, “seçme” “hürriyetini” kullanarak, kendi geleceklerini değiştirme durumunda değildir-olamazlar. Onlara sunulan “seçim” aldatmacası, yukarıda da vurguladığımız gibi, sadece hangi kliğin, sömürü ve baskı düzenine, emperyalist uşaklarının emrettiği ölçüde, bir dönem boyunca önderlik edeceğidir.

Strateji ve taktik tartışmalarında parlamento ve boykot

14

Bilinir ki amaç ve ilkelerine aykırı olmayan tüm mücadele yolları devrimciler tarafından kullanılabilir. Genel siyasal çizgiye tabi olan bin bir taktiksel siyaset

burada anlam kazanır. Koşul gerçekliği göz ardı edilmeden, asgari yönelimimiz olan Yeni Demokratik Cumhuriyet’in inşasına hizmet edecek tüm ara siyasetler, ince bir ustalıkla kullanılmalıdır. Fakat kullanacağımız araç ve mücadele yöntemlerinin ne olduğu, problemsiz bir şekilde iyi kavranmak zorundadır. Yazımızın bu bölümünde, devrimci harekette var olan bazı yanlış tanımlamaları gidermek istiyoruz. Eğer bir ön koşul olarak tanımlar yerine oturmaz ise, bizim A dediğimizi, başkaları B anlayabilir. O yüzden, teorik bir projektör tutarak, tartışmamızı daha da aydınlatma ihtiyacı duyuyoruz. Boykot kavram olarak, bir şeye katılmama olarak ifadelendirilir. Türkçe karşılığı isyan olarak da geçer. Ama Marksist literatürde boykot, esasta “seçim” dönemlerinde, hâkim sınıfların “seçimlerine” karşı tavır almayı ve analitik olarak devrimci çözümü gerçekleştirmeyi hedefler. Boykot sorunsalı basit bir oy verip oy vermeme olarak nitelendirilmemelidir. Bilinmelidir ki, düzen partileri arasında yapılan bir seçim, ezilen sınıfların gerici düzen ile barışık bir halde ondan beklentilerinin olması durumudur. O yüzden, kitleleri sandığa gitmemeye çağırmanın ötesinde, sistemin her türlü teşhirinin yapılması ve devrimci çizgi etrafında örgütlü güce dönüşülmesi gerektiği gibi bir dizi görev önümüzde durmaktadır. İşte tam da bu noktada “aktif-pasif” boykot altında yürütülen tartışma bir kafa karışıklığına işaret etmektedir. Devrimci hareketin geçmişi içerisinde boykot tavrının defalarca tekrarlanmış olduğu bilinmektedir. Geçmiş boykot pratiklerinin bazılarının kampanyalar dâhilinde örgütlenmesi ve radikal kopuş mücadelesine kanalize edilmesi sağlanılmışken, kimi pratiklerde ise kendiliğindenci bir seyir izlenilerek, ezilen halk yığınları sistemin “solu” ve sağı arasında “seçime” itilmiştir. Burada sorgulanması gereken, devrimcileri destekleyen kitlelerin “seçime” katılma pratiği değildir. Bizzat ilişkide olduğu kitleyi hala gerici sosyal demokrasinin, burjuva-feodal sistemin devamlılığını sağlayan bir siyasal yapılanma olduğu boyutuyla aydınlatmayan, devrimci gelenek sorgulanmalıdır. Eğer boykot pratiği, radikal kopuş merkezli alınmazsa ve bu duruşa uygun bir siyasal hat faaliyete geçirilmezse, kitlelerin kendiliğinden devrimcileşeceği ve sisteme sırtını dönecekleri ham hayalini düşleriz. Tekrar vurgulamak gerekirse, Boykot siyasetini aktif ya da pasif olarak tartışmak, onun Marksist düzlemdeki yerinin önemini bilmemekle ilintilidir. Marksist kavrayışa hâkim olup olamama sorunudur. Devrimci cephede var olan bir başka yanlış anlayış ise, parlamentonun bir araç olarak kullanılma yetisi ve hangi durumlarda başvurulacak bir mücadele yöntemi olduğudur. Devrimci bakış açısı, kati-


sosyalizm önderliğinde birleşmiş profesyonel devrimciler örgütü ve bu gerçeklik etrafında kenetlenmiş yeni demokrasi güçlerinin nicel-nitel seviyesi önemli bir ön koşuldur. “Her koşul altında ve her an siyasal mücadeleye girişmekte ustalaşmış güçlü bir örgüt olmadan, sağlam ilkelerle aydınlanmış ve azimle yürütülen, taktik diye adlandırılmaya layık o sistemli eylem planından söz edilemez.”5 Taktiksel olarak Lenin tarafından kullanılan parlamentonun koşullarına dair ek bir parantez açmak faydalı olacaktır. Lenin, bundan yüz yıl önce, burjuvazinin zayıf ve dağınık olduğu ve proletaryanın ise köylüler ile birlik yakaladığı bir devrimci durum ortamında, tüm bahsi geçen mücadele yöntemlerini başarıya kanalize etmiştir. Daha o tarihlerde, burjuvazinin daha örgütlü olduğu Avrupa’ya ilişkin “Avrupa parlamentolarında gerçekten devrimci bir parlamento fraksiyonu yaratmak çok zordur”6 belirlemesinde bulunarak, koşulların mutlak suretle iyi irdelenmesini salık vermiştir. Emperyalist-kapitalist dünya sisteminin gelinen aşamada olanca tecrübe yaşadığı, devrimin ana akım olma durumundan çıktığı, sosyalist ya da yeni demokratik bir cumhuriyetin bulunmadığı günümüz koşullarında, parlamentoda devrimci bir fraksiyon yaratma olgusu iyi düşünülmelidir. Bu durum ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, devrimci cephede netliğe kavuşturulması gereken bir olgudur.

Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

yen parlamentarizm ile parlamentodan bir kürsü olarak yararlanma taktiğini birbirine karıştırmaz. Birinci durumda, parlamentonun nihai hedefe varana kadar kullanılması söz konusudur. Sınıf savaşımının barışçıl yoldan gerçekleşebileceği fikrinden beslenir. İkinci durumda ise, parlamentoyu hakların ve özgürlüklerin geliştirilebileceği bir araç olarak görmez, her ne kadar kısmi haklar kazanımı sağlanılsa da buradan külli anlamda özgürlükler dünyasının kapısının aralanmayacağını bilir. Parlamentoyu “hak”ları geliştirme mekânı olarak görmez, tersine bu alanı sistemin bütünlüklü olarak teşhirinin gerçekleştirildiği bir savaş kürsüsüne dönüştürür. Lenin’in de söylediği gibi, şimdiye kadar parlamentodan en iyi yararlananlar, onu devrimci tarzda ele alan Bolşevikler olmuştur. Koşulları gereği Lenin, gerici Çarlık rejimine karşı burjuva parlamentoyu tercih etmiş, gerici Kerensky hükümetine karşı Menşevikleri desteklemiş ve en son tahlilde, Menşevikleri de devirmiştir. Tüm bunları yaparken esas olarak izlediği yöntem, parlamentoyu yüceltmek olmamıştır. Çünkü bilinçli ya da bilinçsiz olarak parlamentoya önem atfetmek; bu gerici aygıtı halk kitlelerine umut olarak sunmak anlamına gelir. Lenin, kitlelere giderek, daha özgür koşulların yaratılması için Çarlığın devrilmesine katılmış, Kerensky’nin halk içerisindeki teşhiri için Menşevikleri desteklemiştir. Yine Menşeviklerin burjuva çıkmazlarına işaret ederek, parlamento kürsüsünden yararlanmış ve tüm iktidarın Sovyetler’e geçebilmesi için gerekli koşulları hazırlamıştır. Lenin’in izlediği yöntem, sürekli olarak Bolşevik safları devrime hazırlamak, düşmanları teker teker elemek ve yalnızlaştırmak, kitleler şahsında tamamen teşhir olan düzene artık son büyük darbeyi vurmak olmuştur. Bolşeviklerin parlamentodaki tek görevleri, devrimin parlamento üzerindeki zaferini sağlamak ve ezilen kitlelere yegâne alternatifin devrim olduğunu göstermek olmuştur. “Başka türlü bir davranış, devrimi engellemek olur; çünkü işçi sınıfının çoğunluğunun görüşünde bir değişiklik olmazsa, devrim olanaksızdır; bu değişmeyi ise, yığınların siyasal deneyimi sağlar, sadece propaganda değil.”4 Devrimci bakış açısı, parlamentoyu bir kürsü olarak kullanmak için ilk ön koşulun, güçlü bir proletarya partisine sahip olmak olduğunu bilmektir. Eğer ezilen sınıfların içerisinde, nicel ve nitel bir birlikteliği yakalamış devrimciler örgütüne sahip değilsek, yığınların siyasal deneyimini sağlayamayız. Her ne kadar sistem teşhiri yapsak dahi, kitlelerin arkamızdan gelmesini ve devrimci çizgi etrafında kenetlenmesini başaramayız. Hâkim sınıflar ile meclis içerisinde köşe kapmacanın ötesine geçemeyiz. Müzmin “devrimci” muhalefet odaklarına dönüşürüz. O halde, bilimsel

Emperyalizmin gölgesinde 12 Haziran seçimleri Genel olarak parlamentonun tarihteki rolüne ve seçimlerin hangi minvalde yeniden üretimin önemli aygıtı olduğuna değindikten sonra, 12 Haziran özgülünde gerçekleşecek seçimlerin hangi dönemin ihtiyacını karşıladığına vurgu yapmak gerekir. Bilinmelidir ki, yarı-sömürge yarı-feodal bir yapıya sahip olan Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyası, emperyalizmden bağımsız değil, bilakis onun kumanda ettiği siyaset doğrultusunda hareket etmektedir. O halde, 12 Haziran seçimlerinin arka planını anlamak için, genel olarak dünyada durumun ne olduğuna değinmek gerekir. Dünyadaki siyasal durum algılanmaksızın, ülkemizdeki siyasal durum tespit edilemez. Yazımızın sınırlılıklarını aşmamak ve genel bir tekrara girmemek için, özetle bazı başlıkların altını çizerek, dünyadaki siyasal durumun şah damarı olan Ortadoğu ve Türkiye-Kuzey Kürdistan’a yansımalarına değinmek istiyoruz. Geçmiş sayılarımızda da aktardığımız gibi, güneşi sönmeyen imparatorluk olarak nitelendirilen İngiltere’nin tahtını elinden almış ABD emperyalizminin, GOP (Genişletilmiş Ortadoğu Projesi) ile birlikte, emperyal tahakkümünü garanti

15


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

16

altına almak istediği, yediden yetmişe herkes tarafından bilinmektedir. Dünya gericiliğinin bu minvalde yürütmüş olduğu mücadele, Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılması olarak uzun bir dönemdir ve vahşice uygulanan politika da ayyuka çıkmış durumdadır. Irak’a yapılan sömürge saldırısı ve yerel işbirlikçilerin ellerinin güçlendirilmesi, İran’a karşı gerçekleştirilen uluslar arası diplomasi, yeni Füze Kalkanı Projesi ile kontrol markaj hamleleri, Öcalan’ın uluslar arası bir komplo ile TC’nin eline teslim edilmesi, Kürt ulusal devrimci dinamiğinin tasfiyesine yönelik nihai hedeflerin varlığı ve son olarak Ortadoğu ezilen halklarının, gerici despot rejimlere karşı devrimci başkaldırısının devrimci önderlikten maruz olmasından dolayı, emperyalist-kapitalist dünya gericiliğinin reorganize sürecine yedeklenmesi,

GOP’nin en ön plana çıkan özellikleri arasındadır. Bir paragraf ile özetlemeye çalıştığımız, Ortadoğu’nun, başta ABD olmak üzere, tüm emperyalistlerin stratejik olarak önem atfettikleri bir coğrafya olduğudur. Bu coğrafyada hüküm süren rejimlerin ezici çoğunluğu, şu ya da bu gerici kampın himayesinde olup, işbirlikçi bir siyaset izlemektedir. Tüm bunlardan dolayı, kendi ülkelerinin siyasal rotasının tayini, ancak ve ancak

emperyalist siyaset tarafından belirlenebilir. Başta ülkemiz uşak hâkim sınıfları olmak üzere, bölgedeki diğer uşak ve işbirlikçilerin dillendirdiği “stratejik dostluk” ibaresi, vitrinden öte bir şey değildir. Uşakefendi ilişkisini belirleyen “dostluk” beyanı değil, biat siyasetidir. O yüzden, başta Türkiye-Kuzey Kürdistan olmak üzere, diğer komprador rejimlerin tüm hareket alanları, efendileri tarafından çizilmektedir. Yarı-sömürgeler, tam sömürge olmama durumlarından ötürü, bazı dönemlerde kısmi “itiraz” beyanlarını dile getirse dahi, bu “itirazlar” efendilerinin tasarrufunda olan bir durumdur. Bilinmelidir ki, bir uşak dahi bulunduğu duruma bazı durumlarda itiraz eder, ama ekonomik ve siyasal bağımsızlığının olmamasından dolayı, bu “itiraz”, sitem olarak kalır. Görüldüğü gibi, bağımsızlığını eline almamış bir ülke gerçekliğinde, o ülkenin merkezi siyasetinin belirlenmesi, yeniden yapılandırmanın önemli bir parçası ve de halk kitlelerinin güvenoyunun yeniden alınması, emperyalizmden bağımsız değil, bilakis emperyalist dünya gericiliğinin yönelimi merkezlidir. Şüphesiz ki Türkiye-Kuzey Kürdistan, bu tablonun başrol oyuncuları arasındadır. Zaman zaman dillendirildiği gibi “örnek modeldir”! Egemenler, kendilerine örnek model olarak seçtikleri ülkeyi nasıl yoğuracaklarını iyi bilirler. Unutulmamalıdır ki, siyaset olarak ortaya koyulan vitrin, stratejik anlamda, egemenlerin önem atfettiği bir değerdir. Dünya gericiliği kendisi açısından “değerli” olmayan bir olguya, “örnek model” kılıfı çizmez. Bu anlamda ülkemiz hâkim sınıflarının, emperyalist-kapitalist dünya gericiliği ile ilişkileri, diğer yarı-sömürge ülkelerin içerisinde, matruşka rolü görmektedir. İçini ne kadar açarsan aç, emperyalist-kapitalist dünya gericiliği çıkar. Bugün açısından yaşadığımız coğrafyanın siyasi ilişkileri yukarıda özetlediğimiz gibidir. Bulunduğu coğrafya açısından önemli bir konumda yer alan Türkiye-Kuzey Kürdistan, ABD’nin gerici emellerinin yayılmacılığını sağlamak üzere, bir üst rolü görmektedir. Bu üst, yine bahsettiğimiz emeller dâhilinde, uzun zamandır bir reorganize süreci yaşamaktadır. Yeniden yapılandırmanın mahiyetini ve gelişim düzeyini geçmiş yazılarımızda anlattığımız için gereksiz bir tekrara girmek istemiyoruz. Fakat son tahlilde, “seçim” “hüsnü-niyetinin”, bu yapılandırmanın neresinde durduğu ve devrimcilerin takınması gereken tavrın muhtevası ve yöneliminin ne olduğu biraz da bununla ilintilidir. O yüzden genel tekrardan öteye, reorganize sürecinin “seçim” ayağının iyi irdelenmesini görev biliyoruz. “Örnek model” olma yolunda bir gericiliğin, rolünü iyi oynaması, ancak kendi içerisinde bir siyasal istikrarın yakalanmasıyla mümkün olabilir. Halk kit-


Devrimci alternatif için Demokratik Halk Devrimi’ni güçlendirelim! Yazımızın giriş bölümünde, genel teorik belirlemelerde bulunduk. Seçim sisteminden, parlamentoya ve boykot anlayışına kadar Marksist literatürdeki

karşılıklarının ne olduğunu gözlemledik. Gelişme bölümünde ise, emperyalist hegemonyanın coğrafyamız özgülündeki somut yönelimini ve emellerini ifşa etmeye çalıştık. Sonuca doğru giderken, 12 Haziran “seçim”lerinde izleyeceğimiz siyasetin niteliği ve görevlerinin ne olduğunu anlatmaya çalışacağız. Bilimsel sosyalistler, her türlü gelişmeyi tarihsel döngüleri içerisinde yargılarlar. “Kurtuluş zihinsel değil tarihsel bir iştir.”7 “Bu tarih anlayışı, demek ki gerçek üretim sürecinin, yaşamın dolaysız maddi üretiminden başlayarak açıklamasına ve bu üretim tarzına bağlı ve onun tarafından yaratılmış karşılıklı ilişki biçimlerinin, yani değişik aşamalardaki sivil toplumun (ya da toplumsal ilişkilerin) bütün tarihin temeli olarak kavranmasına ve onun “Devlet” halindeki eylemi içinde gösterilmesine, bütün değişik teorik ürünlerin ve bilinç, din, felsefe, etik vb. biçimlerin açıklanmasına ve bunların kökenlerinin, gelişmelerinin bu temelde ele alınmasına dayanır.”8 Marks ve Engels’in de yorumladığı gibi, gelişmeleri, zihinsel bir mesele olarak değerlendirmek yerine, hâkim sınıfların ideolojik, politik, askeri ve kültürel saldırılarının kökenlerini, üretim ilişkilerinin karşılıklı mücadeleleri içerisinde değerlendirmek gerekir. Ancak bu analiz izlenildiği takdirde, doğru ya da doğruya yakın bir siyaset belirlenebilir. Gelişme bölümünde de gözlemleneceği gibi, geniş halk kitlelerinden ehveni-şer şeklinde, “seçim”de bulunmalarını istemektedirler. Bu “seçim” yarışında, tasfiyecilikten dem vuran Kürt ulusunun özneleri de yer almaktadır. Bizler açısından, hâkim sınıflarının meclisinin bu kadar teşhir olduğu, halkın seçtiği “vekillerin” “vekillikten” atıldığı, klik çatışmasının alabildiğince boy gösterdiği, gerici yüzünün tüm yanlarıyla ortaya çıktığı bir sürecin kendisi yaşanmaktadır. Bu süreç içerisinde, ezilen halklarımızın devrimci istemlerine gem vurulduğu, ulusal ya da sosyal kurtuluş mücadelesi yürüten parti, örgüt ve hareketlerin hem fikri hem fiili tasfiyesinin öngörüldüğü bir “seçim” yarışında, belirleyici 3 temel öğe söz konusudur. Birinci öğe; Ergenekon operasyonları, çete dalaşları, açığa çıkan toplu mezarlar, darbe planları, yargısız infazlar, emekçilere yönelik fiili saldırılar, hak gaspları, artan işsizlik, tarımda uygulanan dışa bağımlılık siyaseti, kadına karşı şiddetin yasal güvencelerle desteklenmesi, öğrencilere yönelik “terör” operasyonları ve hâkim sınıfların kendi aralarındaki pazar dalaşı, mevcut parlamenter “demokrasi”yi oldukça teşhir edecek pozisyondadır. Egemenlerin “seçimi” bu durumu kurtarma üzerine kuruludur. İkinci öğe; dünyada seyreden reformist-revizyonist tasfiyecilik Türkiye-Kuzey Kürdistan’dan bağımsız değildir. Tasfiyecilik saldırıları, Kürt Ulusal hare-

Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

leleri şahsında umut olma yetisini kaybetmiş, kliklerin açıktan birbirine girdiği, çetelerin kol gezdiği, her türlü sömürü ve baskının reva görüldüğü, ezilen uluslara, azınlıklara ve diğer inançlara karşı gerici saldırıların yoğunlaştığı bir atmosferde, hâkim sınıfların siyasal istikrar yakalayabileceği düşünülemez. Yakalansa dahi, kısa süreli olur. O yüzden, bu durumu kendi lehine çeviren “demokratik”, “adil” ve “güçlü” bir devlet projesi, ezilenlerin yüreğine su serpecek, doğal olarak müreffeh bir toplum arzulamalarını sağlayacaktır. Fakat tüm bu janjanlı ikonaların, ezilenlere yutturulabilmesinin gerçekleştirilmesi, kendi sınırları içerisinde bulunan ulusal ya da sosyal devrimci, demokratik, ilerici ve komünist dinamiğin tasfiyesi ile mümkün olabilir. O yüzden süreç iki türlü işlemelidir. Birincisi, klasik faşist politik yönelimin yerine, “yeni” tipte bir faşist politik saldırıyı hayata geçirmek. Bu “yeni” döneme ayak uydurmayanların kulaklarını çekmek ve düzelmedikleri takdirde müdahale ederek (Deniz Baykal’ın kaset olayında olduğu gibi) yeni kanallar açmak ve böylece, halkın gözünde teşhir olmuşların yeniden güvenini tesis etmektir. Kısacası, işin ideolojik yönüdür. Gerici burjuva-feodal fikir silsilesinin halkın içerisinde mantar misali açma arzusudur. İkinci yanı ise, politik manevralarla, halk güçlerinin haklı ve meşru taleplerinin “mutabakatlar” ile “demokratik” olarak sistemin içerisinde çözüleceğini dillendirmektir. Buna paralel olan uygulamalar da, gerilla güçlerinin etkisiz hale getirilmesi, sınır karakollarının güçlendirilmesi, profesyonel ordunun adım adım inşası ve koruculuk sisteminin güçlendirilmesi ile devam etmektedir. Görüleceği gibi teorik ve pratik boyutuyla yürütülen tasfiyecilik, genişlemesine ve derinlemesine bir projenin ilk adımlarıdır. Emperyalizmin gölgesinde vücut bulan TürkiyeKuzey Kürdistan’daki güncel gelişmelerin parlamento seçimleri ile birlikte özü değişmemiş, aksine ivmelenmiştir. O yüzden, hâkim sınıflar tarafından seçimlerde izlenecek olan siyaset, mevcut tasfiyecilik saldırılarını değiştirmeyecek, bilakis hızlandıracaktır. Ezilen halk yığınlarının önüne “seçim” olarak koyulan, hangi kliğin bu projeye önderlik edeceği meselesidir. Gelinen aşamada, ABD emperyalizminin AKP’yi hala gözden çıkarmadığı ortadadır. Ama görece hâkim sınıf klikleri arasında “birlik” sağlama ve GOP’a engel teşkil edebilecek tüm sorunlara karşı siyasi istikrarı yakalama talep edilmektedir.

17


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

18

ketinin özneleri başta olmak üzere, devrimci, sosyalist ve komünist harekete doğru yaygınlaştırılarak ilerletilecektir. “Seçim”ler, bu tasfiyeciliğin şahlandırılacağı, “barış” ve “demokratikleşme” safsataları altında, üçüncü alancı teorilerin kol gezdiği bir platforma dönüştürülecektir. Üçünce öğe; sistemin yeniden üretiminin ideolojik dolaşımının sağlanabilmesi için, düzen partileri arasında “seçime” tabi tutularak, halk kitlelerinin devrimci muhtevayı barındıran talepleri sağlı “sollu” olarak sistem içerisinde eritilecektir. Süreç açısından belirleyici olan bu gelişmelere baktığımız zaman, ezilen sınıfların nihai davası için, bugün izleyeceğimiz taktiksel siyasetimiz BOYKOT olmalıdır. Ancak, boykot siyaseti ile yukarıda özetlemeye çalıştığımız gerici saldırılar göğüslenebilir ve halklarımızın yeni iktidar mücadelesi ilerletilebilinir. Bunun dışında izlenecek siyaset ister sağdan, ister ise “soldan” gelsin, dünya gericiliğine yedeklenmek olur. Boykot siyasetini benimsedikten sonra yine boykot süresi boyunca izlememiz gereken görevlerimizin ne olacağı ve bu görevlerin nasıl ele alınacağı soruları cevaplanmak zorundadır. Görevlerimiz boyutuyla, ilk olarak şunu söylemek gerekir ki Demokratik Halk Devrimi’nin bir bileşeni olan kuvvetler, devrimci düzlemde, okun sivri ucunu reformist, sağ tasfiyeci akıma karşı yöneltmekle mükelleftir. Hem teorik alanda mücadele bir an dahi olsun ertelenmemeli hem de savunulan teorik temeller üzerinden radikal toplumsal dönüşümün güçlü dinamikleri oluşturulmalıdır. Boykot tavrımızın en belirleyici özelliği, gerek devrimci saflara sirayet etmiş gerekse halk yığınları içerisinde sınıf üstücülük oyunlarıyla dolaşan “kardeşlik” tafralarına karşı politik refleks gösteren nitelikte olmasıdır. Yine boykot taktiği esnasında yürüteceğimiz ana siyaset, Özgür Dünya ve Yeni İnsan perspektifli, Demokratik Halk Cumhuriyeti asgari programının kitlelere götürülmesi olmalıdır. Yukarıda saydığımız görevlerin yerine getirilmesi için yöntem sorununun çözülmesi gerekir. Yeni Demokrasi mücadelesinin önemli bir bileşeni olan halk gençliğinin, yine Demokratik Halk Devrimi’nin bileşenleri ile birlikte hayata geçirmesi gereken bir takım temel görevleri bulunmaktadır. Bilinmelidir ki, bu görevler belirli bir stratejiye hizmet edecek “seçimler” sürecine ilişkin temel planlamanın can suyudur. Yine her özgülde, bu planlamayı destekleyecek, güçlendirecek, bölge karakteristiğini merkezi planlamaya tabi tutacak ara planlamalar yapılmalıdır. Bu doğrultuda; Boykot siyasetini benimseyen tüm devrimci, demokratik, ilerici güçlerle birleşilmelidir. Boykot tavrını anlatan materyaller hazırlanarak,

yeni demokrasi güçlerinin olduğu tüm alanlarda çalışmalar örgütlenmelidir. Yerel seçim pratiğini göz ardı etmeden, semtlerde, mahallelerde, okullarda, işyerlerinde, köylük alanlarda gerici sınıfların “seçim” aldatmacasına karşı, Demokratik Halk Cumhuriyeti programı etrafında, Halk Meclisleri oluşturulmalıdır. Seçimlere katılan devrimci-demokratik yapılanmalar ideolojik düzlemde eleştirilmeli, ama çalışmaları katiyen hedef alınmamalıdır. Dostlara karşı yürütülecek mücadele doğru-yanlış mücadelesidir. Dost güçlerin yanlışlarına karşı sürdürülen mücadele, dostlarımıza karşı mücadeleye dönüşmemelidir. Sonuç olarak; bilimsel sosyalistler, her durumda, burjuva-feodal iktidarı teşhir ederken, yapılacak seçimlerin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini, bu anlamda oy kullanıp-kullanmamanın hiçbir değer taşımadığını kitlelere anlatmakla yükümlüdür. Boykot olarak ortaya koyduğumuz taktiksel tavrımız, Yeni Demokratik Cumhuriyet’e işaret edip, onun etrafında örgüte dönüşmediği takdirde, bu karşı duruş basit bir oy vermemenin ötesine geçemeyecektir. Boykot taktiği esnasında Lenin’in itinayla vurguladığı “seçimler sırasında oportünizme ve tasfiyeciliğe karşı mücadele etmemek davayı çökertmektir” bilimsel önermesi bir an dahi göz ardı edilmemelidir. Hâkim sınıfların kendi sistemlerini hem örgütsel hem de fikri olarak yeniden ürettikleri böylesi süreçlerde, ezilen halk kitleri saflarında vuku bulan anlayışlarla mücadele yürütmek, devrim mücadelesinin başlıca görevleri arasındadır. Her bir ilerici, demokrat, devrimci ve komünistin gözlemleyeceği gibi, 12 Haziran genel “seçim” öngünleri, her anlamda siyasal sorumlulukların daha da artacağı bir dönemdir. Bu döneme, gerek sınıf mücadelesinde gerekse sınıf mücadelesinin önemli bir sahası olan demokratik haklar mücadelesinde gerektiği gibi cevap olmak istiyorsak, “Devrimci sloganların yerine kısmi istemleri asla ön plana çıkarmamak”9 koşuluyla, bilimsel sosyalist çizgi kumandasında, Demokratik Halk Devrimi asgari perspektifiyle, koşulların ortaya çıkarmış olduğu planlama merkezli hareket etmekle ve gerici kuşatmayı dağıtmakla mükellefiz.

Dipnotlar: 1- V.İ. Lenin, Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı, syf. 14 2- Karl Marx&Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, syf. 76-77 3- V.İ. Lenin, Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı, syf. 54 4- Age, syf. 88 5- V.İ Lenin, Ne Yapmalı, syf. 64 6- V.İ Lenin, Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı, syf. 62 7- Karl Marx&Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, syf. 48 8- Age, syf. 67-68 9- İbrahim Kaypakkaya, Toplu Yazılar, syf. 349


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

Kaypakkaya’yı

İk o n la ş t ır a m a z s ın ız !

Geçtiğimiz yıl, Kaypakkaya’nın ölümsüzlük yıl dönümünde dergimizde, Kaypakkaya şahsında halkın mücadele tarihinin “suçlu” ilan edilmeye çalışıldığına değinmiştik. Grup Munzur’a, Temel Demirer’e, Pınar Sağ’a, Mehmet Özcan’a ve DHF faaliyetçilerine “Kaypakka’yı övdükleri” gerekçesiyle açılan davaları konu etmiştik. Hakim sınıflar, geride kalan 1 yıllık zaman diliminde de Kaypakkaya’yı suçlu ilan etmeye devam etti. Birçok kesim Dersim’de, Çukurova’da, Bursa’da benzer davaların muhatabı oldu. Kaypakkaya’nın aradan geçen yaklaşık 40 yıllık zaman dilimine rağmen, hakim sınıflar tarafından hala “suçlu” ilan edilmesi, O’nun bilimsel sosyalist dünya görüşünün ve ülkemiz devrim mücadelesi için tayin edici öneminin tekrar tekrar kanıtlanmasından öte bir şey değildir. Peki o bilimsel sosyalist dünya görüşünü nasıl kazandı ve yaşam pratiğine nasıl uy-

guladı? Bu sorunun cevabı bugün bizim nasıl bir ‘devrimci’ olunmalı ya da olunabilir sorumuzun da aslında cevabıdır. Kaypakkaya nasıl bir insandı? Her şeyden önce bütün devrimciler gibi itirazı olan ve bilime aşık bir kişiydi. Kitaplara meraklı, o günlerde çıkan farklı görüşten bir çok dergiyi takip eden, sürekli tartışan, kendini yenileyen bir devrimci. O günün koşullarında birçok devrimci böyledir büyük ihtimal. Kaypakkaya sürekli ve farklı okuyarak derinleşmiş ve geniş bir bakış açısına sahip olmuştur. Ve bu bilgisini yaşamın bilgisiyle birleştirince ortaya kuramsal görüşleri çıkmıştır. Tabi Kaypakkaya kuramsal açıdan da yalnız değildir. Peki, onu farklı kılan nedir? Kuşkusuz onu farklı kılan temel özelliği ideolojisidir. Bilimsel sosyalist yöntemi kavraması ve onun en canlı yaşayan yanı olan ‘somut koşulların somut tahlili’ ilkesini uygulayabilmesidir. Tabii ki onun gelişmişlik düzeyiyle paraleldir bu durum. Yet-

19


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

20

kin bir kafa ancak olayları derinlemesine inceleyebilir ve ne yaptığını bilerek eyleme geçer. Bir de bilimsel sosyalist yöntemi kavramışsa -ki gelişmiş bir kafa kavrayabilir- işte o zaman Kaypakkaya ve Kaypakkayalar ortaya çıkar. Ve onlardır hayatı yeniden yeniden üretenler ve daha iyi bir yaşamı üretmeye çalışanlar. Bedel -ne olursa olsun- ödemeyi göze alırlar. Kaypakkaya’laşmak zamanıdır şimdi! Dolayısıyla bizlere daha fazla okumak, araştırmak ve yoğunlaşmak düşüyor. Kaypakkaya’yı, Kaypakkaya yapan görüşleri ve onun mücadele hattını kavradığımız vakit, O’nun ısrarla neden “suçlu” ilan edildiğini daha iyi anlayacağız. Şüphesiz bir başına okumak yeterli değildir. Okumak, anlamak, kavramak ve nihayetinde bilimsel sosyalizmin öğretilerini pratik politika

sahasında hakkıyla temsil etmek gerekmektedir. Kaypakkaya bugün hala suçlu ilan ediliyorsa, bunun en temel belirleyeni Kaypakkaya’nın ülke devrimi için ön gördüğü mücadele hattının hala geçerliliğini korumasıdır. Kaypakkaya geleneğinin hala devrim iddiasını sürdürmesidir. Ülkemizin tarihi gerçeklerinin Kaypakkaya’nın ön gördüğü şekilde bütün toplumsal gelişmelerde kendisini dışa vurmasıdır. Bu tayin edici nedenlerden ötürü hakim sınıflar, Kaypakkaya’yı “suçlu”, “terörist” ilan ederek; burjuva-liberal akımların temsilcileri “fikirlerine katılmasam da, büyük oranda yanlış olsalar da, Kemalizm konusunda cesur bir çıkış yaptı” diyerek; küçük burjuva akımlar ise “şablonculuktan kurtulamamış, yiğit bir devrimci” olarak Kaypakkaya’yı anlatmaktadırlar. “Yiğitlik”, “cesurluk”, “gözü karalık”, bağlamından koparılarak anlatıldığı zaman müthiş bir bilinç bulandırma operasyonunun parçası olurlar. Kaypakkaya’yı “yiğit”, “cesur”, “gözü kara” yapan onun ideolojik ve politik mücadele bütünlüğüydü. Yoksa bu kesimlerin sıklıkla ifade ettiği gibi “henüz 23 yaşında bir genç” olması ya da “dönemin siyasal atmosferinden etkilenmesi” değil. Bu örneklerden de görüldüğü gibi eğer bizler, bu ülkenin ezilenleri; sınıf mücadelesinin zorunluluklarını, ülkemiz topraklarında aldığı biçimi ve bu kapsamda Kaypakkaya’nın görüşlerini kavrayamazsak niyetlerimize rağmen sömürü düzeninin kaldıracı olmaktan kurtulamayız. Çünkü siyaset, politika niyetlerle yapılmaz. Bir sınıfın diğer bir sınıfı zorla alt edeceği bir mücadelede, yalnızca “iyi” ve “saf” niyetlerle yola çıkanlar muzaffer olamazlar. Örneğin; burjuva-liberaller, Kaypakkaya’yı neden dillerine doladılar? Belki kimilerimiz Radikal Gazetesi’nde, Taraf Gazetesi’nde, Cumhuriyet Gazetesi’nde Oral Çalışlar’ın, Avni Özgürel’in ve benzerlerinin yazılarını okuyunca hafif bir tebessüm ediyor. Kaypakkaya’ya ilişkin “övgüler” görmek hoşuna gidiyor. Fakat burjuva-liberal zevat sinsi bir şekilde, yukarıda da izah ettiğimiz gibi, Kaypakkaya’yı tahrif etme çabasındadır. Hakim sınıf kliklerinin kendi içlerindeki iktidar dalaşında, son dönemde Kemalizm meselesinde, Kaypakkaya’yı kendi emellerine alet etmeye çalıştıkları görülmektedir. Dolayısıyla burjuvaliberallerin bu yaklaşımları etraflıca kavranmalıdır. Yoksa Oral Çalışlar’ın makalelerinde “arkadaşı İbrahim’i” anmasının nedenleri kavranamaz. Ve sınıf karşıtlıkları rahatlıkla birbirine karıştırılarak Kaypakkaya pekâlâ Oral Çalışlar’ın “iyi niyetli, genç ve heyecanlı bir arkadaşı” olarak ilan edilebilir. Hiç bir çekince duymadan ifade edilmelidir ki, Kaypakkaya’yı anlatmak Çalışlar ve benzerlerinin harcı değildir! Sınıf mücadelesi onlarca yıldır, dünyanın bütün


“Kaypakkaya’yı anmak” ama nasıl? Birbirinden farklı kesimler Kaypakkaya’yı çeşitli gerekçelerle “anmaktadır”. 2011 Mayıs ayında da çeşitli kesimler Kaypakkaya’ya atıfta bulunacaktır. Fakat ezilenler açısından her dönem, dikkat edilmesi gereken nokta, Kaypakkaya’nın fikirlerinin ve işaret ettiği mücadele hattının devrimci özünün tahrif edilmesinin önüne geçmektir. Unutulmamalıdır ki, ideolojik mücadele bu gibi alanlarda da kendisini yakıcı bir şekilde hissettirmektedir. İdeolojik mücadelede, sınıf düşmanlarımızı alt etmek, bilimsel sosyalizme düşman akımları bertaraf edebilmek için nitel seviyeyi sürekli olarak yükseltmek ve buna bağlı olarak “sınıf mücadelesinin engin denizine atılmak” olmazsa olmazdır. Bunun içinse Kaypakkaya’yı okumak, dahası Marks’ı, Engels’i, Lenin’i, Stalin’i, Mao’yu okumak; ülkemizin tarihsel süreçlerine vakıf olmak; ekonomi, felsefe gibi alanlarda derinleşmek gerekmektedir. Kaypakkaya’nın bilimsel sosyalizm, ekonomi, felsefe, edebiyat, sanat alanlarına verdiği önemi hem kendi yazılarından hem de mücadele arkadaşlarından öğrenmekteyiz. Bu nedenledir ki Kaypakkaya’nın görüşleri ve mücadele hattı, hâkim sınıfların bütün saldırılarına ve ödenen çok ağır bedellere rağmen ayaktadır. Ve hala aydınlık yarınlar için en kuvvetli adaydır. Sömürü düzeninin tasfiye saldırlarının yoğunlaştığı, devrimci mücadelenin “zararsız” hale getirilmeye çalışıldığı böylesi bir süreçte Kapakkaya’yı her yönüyle örnek almak ve yaşamlarımızda var etmek gerekmektedir. Yoksa güncel olarak yürütülen kampanyalarda ifade edilen “Kaypakkaya’yı anmak onurdur” şiarı bile yetersiz kalacaktır. Evet, hakim sınıflar, devrimci hareketi düzen içine hapsettiği, etkisizleştirdiği oranda, “Kaypakkaya’yı anabilirsiniz” de diyebilir. Bunlar uzak ihtimaller değildir. Ki, Deniz Gezmiş’in “Che beresi” iliştirilmiş Kılıçdaroğlu ile yan yana kullanılması, Deniz Baykal CHP Genel Başkanlığı’ndan istifa ettiği dönemde “Türkiye bir Deniz’ini kaybetti, ikincisini asla!” söylemlerinin dile getirilmesi; Tayyip Erdoğan’ın; Erdal Eren, Ahmet Kaya, Yılmaz Güney, Nazım Hikmet gibi demokratik, devrimci değerlerimizin içini boşaltmaya çalışması gibi pek çok gelişme yeni ve oldukça çarpıcı örneklerdir. CHP’nin “68 ruhuyla halkın iktidarını kurmaya yönelmesinin”, AKP’nin “mazlumların haklarından, eşitlikten, özgürlüklerden bahsetmesinin”, Deniz Gezmiş’in, Che’nin “ikonlaştırılmaya” çalışılmasının başka bir izahı olabilir mi? Hakim sınıflar bir taraftan azgın bir kara çalma politikası yürütmekte, ezilenlerin hak mücadeleleri içerisindeki en küçük şeyi dahi “suçlu” ilan etmekte; diğer taraftan ise ezilenlerin

Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

coğrafyalarında benzer süreçlere tanık olmuştur. Sömürücüler; ezilenlerin devrimci-komünist önderlerini, hareketlerini, değersizleştirmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Bugün olanlar da farklı değildir. Bakınız Lenin bu duruma Devlet ve Devrim adlı eserinde nasıl değinmiştir: “Tarihte devrimci düşünürlerin öğretileri ile, kurtuluşları için savaşım veren ezilen sınıflar önderlerinin öğretileri başına birçok kez gelen şey bugün de Marx öğretisinin başına geliyor. Egemen sınıflar, sağlıklarında büyük devrimcileri ardı arkası gelmez kıyıcılıklarla ödüllendirirler; öğretilerini, en vahşi düşmanlık, en koyu kin, en taşkın yalan ve kara çalma kampanyalarıyla karşılarlar. Ölümlerinden sonra, büyük devrimcileri zararsız ikonlar durumuna getirmeye, söz uygun düşerse, azizleştirmeye, ezilen sınıfları “teselli etmek” ve onları aldatmak için adlarını bir ayla (hâle) ile süslemeye çalışırlar. Böylelikle, devrimci öğretileri içeriğinden yoksunlaştırılır, değerden düşürülür ve devrimci keskinliği giderilir. Burjuvazi ve işçi hareketi oportünistleri, bugün işte Marksizmi “evcilleştirme” biçimi üzerinde birleşiyorlar. Öğretinin devrimci yanı ve devrimci ruhu unutuluyor, siliniyor değiştiriliyor. Burjuvazi için kabul edilebilir ya da öyle görünen şeyler, ön plana çıkarılıyor ve övülüyor. Bugün bütün sosyal-şovenler, —gülmeyin!— “Marksist”tirler. Ve daha düne dek Marksizmin kökünü kazıma işinde uzmanlaşmış burjuva Alman bilginleri, şimdi bir soygun savaşının yürütülmesi için son derece iyi örgütlenmiş o işçi sendikalarını eğitecek bir “ulusal-Alman” Marx’tan gitgide daha sık sözediyorlar!”1 Lenin’in yaklaşık 100 yıl önce yazdığı şeyler bugün de harfiyen gerçekliğini korumaktadır. Lenin’in büyük bir ustalıkla tespit ettiği çerçeveden, ülkemiz hakim sınıflarının, onların hizmetindeki kesimlerin ve küçük burjuva, reformist-revizyonist akımların yaklaşımlarını irdelediğimizde vardığımız nokta kesişmektedir. Hakim sınıflar; Kaypakkaya’yı fikirlerinden ve mücadele hattından kaynaklı “en tehlikeli” ilan etmiş, O’nu en vahşi işkencelerden geçirerek katletmiştir. Kaypakkaya’nın ideolojik-politik hattına azgınca saldırmış ve yok etmeye çalışmıştır. Ama bu saldırılar her defasında beyhude bir çaba olmanın ötesine geçmemiştir. Keza reformist-revizyonist akımlar da Kürt meselesi, Kemalizm, devrimin yolu gibi bir çok konuda Kaypakkaya’yı değersizleştirmeye çalışmışlardır. Gelinen aşamada ise hakim sınıflar bir taraftan Kaypakkaya’yı “suçlu” ilan etmekte; öte taraftan liberaller, reformistler ve revizyonistler vasıtasıyla da Kaypakkaya’yı “evcilleştirme”, “ikonlaştırma”, “zararsızlaştırma” yönelimini devreye sokmaktadır.

21


Nisan-Mayıs 2011-54

22

mücadele tarihlerinin yarattığı değerleri “zararsız” hale getirmeye çalışmaktadırlar. Bu noktada dikkat çekilmesi gereken önemli bir husus da, bu kapsamlı saldırılar karşısında devrimden duyulan umudun giderek zayıflamasıdır. Ezilenlerin büyük oranda örgütsüzleşmesi, güvensizleşmesi, düzen içi arayışlara yönelmesi; devrimci-demokratik saflarda ise nitel geriliğin, karamsarlığın, kararsızlığın, plansızlığın, programsızlığın, iddiasızlığın vb. sıklıkla görülmeye başlanmasıdır. Bu durum hakim sınıfların kapsamlı saldırılarının ezilenler ve onların örgütlü kuvvetleri üzerindeki dolaysız sonuçlarıdır. Örneğin; birçok devrimci, çeşitli nedenlerle faaliyet yürüttüğü kurumdan ayrılmaktadır. Bunda şaşkınlık yaratacak bir şey yoktur. Fakat sorun olan taraf şu ki, sadece içerisinde faaliyet yürütülen kurum

değil, devrimcilik iddiası da bırakılmaktadır. Ve bir anda gerici düzenin parçası olunarak “mutlu-mesut” yaşanıp gidilmektedir. İşte bu yaklaşım sahipleri devrimci mücadeleyi “tercih” olarak kavrayan geriliğin resmidir. Bu resimde açığa çıkan gerilik şüphesiz tek başına bireylere fatura edilemez. Devrimci örgüt gerçekliğinin bu resmin oluşmasındaki payı belirleyicidir. Dahası devrimci örgütlerin ve bireylerin yaşamakta olduğu bu tür savrulmaların; geniş kesimlerin, düzenin yedeği haline gelmesindeki payı büyüktür. Bu konularda da Kaypakkaya’dan öğreneceğimiz çok şey bulunmaktadır. Örneğin; Kaypakkaya’yı ağır işkenceler altında baş eğmez kılan neydi? 70’lerin dünya ve ülke gerçeği içerisinde coşkuyla mücadeleye atılmasını sağlayan neydi? “Kısacık ömrüne” büyük bir birikimi sığdırması neyin ürünüydü? Kaypakkaya bir “kahraman” değildi. Bir “kurtarıcı”, “romantik” asla... Kaypakkaya bir komünistti! Kaypakkaya, Bilimsel Sosyalizmi özenle, itinayla inceleyerek kavramış ve hayata geçirmiş bir komünist önderdi. Bundan dolayı devrimi bir “tercih” olarak algılamamıştı. Devrim; Kaypakkaya için bir zorunluluktu. Sınıf mücadelesinin 1848 barikatlarından, Paris Komünü’nden, Ekim Devrimi’nden, Çin Devrimi’nden süzülen bu tarihi ders, bilimsel sosyalistler tarafından bayraklaştırılalı uzun zaman olmuştu. İşte Kaypakkaya bu dersi kavramış ve Türk Solu, Proleter Devrimci Aydınlık içerisindeki çizgi mücadelelerinde yıllarca temsil etmiş ve nihayetinde yanlışları düzeltemediği aşamada ayrılarak, proletaryanın kızıl bayrağını bozan bütün lekeleri ciddi ve titiz bir çabayla silip atarak “herkesin gözü önünde yükseklere bir bayrak çekmiştir.” Sınıf mücadelesinde gerilemeler, tarihsel yenilgiler, hatalar, eksikler her dönem yaşanmıştır. Yarın da yaşanacaktır. Fakat bilinçle, ısrarla ve cüretle arkasında durulması gereken, devrimci mücadeleden başka bir şey değildir. Fabrikada, köyde, mahallede, okulda, evde… “Sorunlar” karşısında umutsuzlaşanların, karamsarlaşanların, geriye düşenlerin, sınıf mücadelesi içerisinde haylice “pişmeye” ihtiyacı vardır. Bizler, yaratıcı, coşkun bir ruh haliyle sınıf mücadelesi içerisindeki “bilinçli ve dinamik” rolümüzü bugün, her zamankinden daha fazla yerine getirmeliyiz. Proletaryanın yükseklere çekilen kızıl bayrağını, sıkıca kavrayarak daha yükseklere taşıyanlar olmalıyız. Kaypakkaya’yı anmak, yaşatmak ve O’nun güzergahında ilerlemek ancak böylelikle mümkün olacaktır.

Dipnot: 1- Lenin, Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Sekizinci Baskı, syf. 13-14


Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

EKONOMİ POLİTİK

BURJUVA İKTİSADIN

TAKLALARI

“Sermaye ölü emektir ve ancak vampir gibi canlı emeği emmekle yaşayabilir ve ne kadar çok emek emerse, o kadar çok yaşar.” Karl Marx Sermaye kavramı günlük yaşamda çokça kullanılan, ancak kullanımı içerisinde mevcut gerçekliğinden uzaklaşarak insanlardan ve toplumsal ilişkiden koparılarak şeyleştirilen bir kavramdır. Bunun böyle oluşunu, mevcut toplumsal ilişkilerin içeriğinin tartışılmasını engelleyen ve onu meşrulaştırıp yeniden üreten ideolojik bir hegemonyanın varlığıyla açıklayabiliriz. Kuşkusuz bu ideolojik hegemonya, mevcut toplumsal ilişkilerden çıkarı olan sınıflarca kurulmaktadır. Kavramlara yüklenen anlamların hakim düşünüş tarzının bir sonucu olduğunu ve bu hakim düşünüş tarzının hakim sınıflardan bağımsız olmadığını Marx ve Engels “Alman İdeolojisi”nde (1845) şöyle açıklar: “Hakim sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, hakim olan düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda hakim olan zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretimin araç-

larını da elinde bulundurur, böylece, genel anlamda, üretim araçlarına sahip olmayanların düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.”1 Toplumsal ve ekonomik yapının sürekliliği ve kendini yeniden üretmesi karmaşık süreçler ve ilişkiler sonucu mümkün olmaktadır. Ancak bir genelleme yapmak gerekirse, devletin bu toplumsal ilişkileri sürekli kılmada iki etkin yöntem kullandığını söyleyebiliriz. Bunlar Louis Althusser’in deyimiyle devletin ideolojik aygıtları (DİA) ve devletin baskı aygıtlarıdır ve aralarında belirgin bir fark vardır: Devletin baskı aygıtları “zor kullanarak” işlerken, DİA’lar ideoloji kullanarak işlerler.2 Ancak bu şematik ayrım bu kadar net bir kesinlik içermez. Yani baskı aygıtları ideolojik yanlar taşıyabileceği gibi, ideolojik aygıtlar da baskı unsuru içerebilir. Dolayısıyla iç içe geçmişlikten bahsedebiliriz. Sermaye kavramı da yukarıda bahsettiğimiz türden bir ideolojik kuşatma ile içeriklendirildiğinden, kelimenin yaygın kullanımı mevcut sosyal ilişkileri gizleyen ideolojik bir örtü işlevi görecek şekilde kullanılmaktadır. Bu ideolojik üretimin önemli bir parçasını da üniversitelerde okutulan iktisat ders kitapları oluşturmaktadır. Bu yazımızda, temel bazı

23


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

24

kavramlar üzerindeki ideolojik hegemonyanın üretilmesi sürecinde üniversite ders kitaplarının oynadığı rolü göstermesi bakımından bazı örnekler göstereceğiz. Bu kitaplarda “sermaye” yaygın bir şekilde üretim araçlarından biri gibi gösterilir ve bu haliyle sermaye bir şey haline gelir. Ancak bu kullanım şekli sermayenin bir toplumsal ilişki olduğu gerçeğini yadsır. Şimdi birkaç örnekle bu kullanımı göstermeye çalışalım. *** “İktisatçılar kaynaklar kavramı ile üretim faktörleri ve girdiler kavramlarını eşanlamlı kullanırlar ve kaynakları doğal kaynaklar, emek, sermaye ve müteşebbis biçiminde dört grupta ele alırlar.”3 Hangi

“iktisatçılar” sorusu anlamlı olacaktır. Keza bu eşanlamlı kullanımı yapan burjuva iktisatçılardır ve ancak bu iktisatçılar müteşebbisi (girişimci) “kaynak” olarak gösterebilirler. Prof. Dr. Erdal Ünsal daha da ileri gitmektedir. Ünsal’a göre, “Kaynakların sonuncusu olan müteşebbis-girişimci”, (evet yanlış okumuyoruz girişimcinin kaynak olduğunu öğreniyoruz) “diğer üç kaynağı

bir araya getirerek belirli bir malı belirli bir üretim teknolojisi üzerinden ve üretim süreciyle ilgili risk ve belirsizliklere katlanan özel veya tüzel kişi”dir.4 Devam edelim. Erol Manisalı insafa gelip girişimciyi (siz kapitalist anlayın) kaynak saymamaktadır. Ama o da sermayeyi “kaynak” yapmaktadır. “Dar ve klasik tanımı ile üretim faktörleri üçe ayrılır: Emek, sermaye ve toprak (doğa).”5 Bununla kalsa iyi. Manisalı, sermayeyi “üretimi gerçekleştiren temel öğelerden birisi” olarak tanımlamaktadır.6 Burada, sermaye açıkça üretimi “gerçekleştiren” öğe olarak tanımlanmıştır. Yine yaygın şekilde okutulan bir başka ders kitabında, “mal ve hizmetlerin üretilmesini sağlayan ve üretim faktörleri denen belli kaynaklar ya da girdiler vardır. Bunlar, toprak, emek ve sermaye olmak üzere üç kategoriye ayrılabilir” denmektedir.7 Sermayeyle beraber girişimi de “kaynak” say(n)an bir diğer profesör de Zeynel Dinler’dir.8 Üstelik Dinler’e göre üretimi emekçiler değil, girişimciler yapmaktadır. Okuyalım: “Girişimciler, üretim faktörlerini (emek, toprak, sermaye) bir araya getirerek, toplumun gereksinme duyduğu mal ve hizmetleri üretirler.”9 Burada da açıkça üretimi girişimcilerin yaptığını “öğreniyoruz”. Örnekler kafi. Görüldüğü gibi burjuva iktisadı, bir “okus pokus”la gerçekliği tersyüz edebilmekte, sermayeyi bir araca, girişimci kapitalistimizi de ihtiyaç duyduğumuz mal ve hizmetlerin üreticisi haline getirebilmektedir. Tüm bu anlatıda üretimin bizzat işçi tarafından yapıldığı sanki unutulmakta, emeğin en temel kategori olduğu laf arasında geçiştirilmekte ve girişimci kapitalistimizin üretimi nasıl da gerçekleştirdiği anlatılmaktadır. Üstelik tüm diğer kategoriler gibi, girişimci de bir “kaynak” gibi gösterilmektedir. Bu karmaşıklaştırma ve gerçekliği anlaşılmaz kılmaktaki çaba kapitalist üretim ilişkilerini meşrulaştırma yönündeki istemle ilgilidir. Çünkü burjuva iktisatçısı sermayeyi herhangi bir iş üretim aracı olarak tanımlarken, amacı sermayenin gerçekliğindeki sömürü ilişkilerini maskeleyip, bunu tarih boyunca kaçınılmaz bir toplum durumu gibi göstermektir.10 *** Peki, aslında olan nedir? Bu kuşkusuz daha önce açıkladığımız bazı kavramlar ve ilişkilerle ilintilidir. Onlarla uyum halinde bir açıklama ile “sermaye” düşünülmelidir. Meta, kullanım değeri ve değer, soyut-somut emek ve genel olarak emek kavramlarının içeriklendirilmesi ile sermayenin içeriklendirilmesi bir bütünlük oluşturmaktadır. Bu manada artı değer oluşturulma sürecinde emeğin rolü ve kapitalist için önemini tekrar hatırlayalım. Pazarda emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan emekçinin emek-


Bu söylediklerimizden çıkarmamız gereken sonuç, burjuva iktisadının “üretim faktörleri” gibi bir üst başlık altında “emek, sermaye, toprak (doğa) ve hatta girişimci” ile açıkladıkları ve toplumsal ilişkilerin vurgulanmadığı süreç, Marksistler açısından emek sürecinin incelenmesi biçiminde ele alınır. Üretime katılan emekçi ile üretim araçlarının oluşturduğu “üretim güçleri”nin hangi üretim ilişkileri içerisinden geçerek bir üretim biçimi oluşturduğunu inceler. Bu üretim ilişkileri, üretim araçları üzerindeki mülkiyet ilişkisini, sınıfların ve toplumsal tabakaların üretimdeki yeri ve birbirleriyle olan ilişkilerini ve sonuçta, üretim sonucunda oluşan değerin dağılım ve tüketimini inceler. Böylesi bir inceleme neticesindedir ki burjuva iktisatçıların sömürü ilişkilerini içeren mevcut üretim biçimini meşrulaştırmak için attıkları taklalara gerek kalmadan “sermaye” ve diğer kavramlar toplumsal ilişkinin belirli tarihsel koşullardaki biçimi haline getirilip bu biçimin kendisi radikal bir eleştiri konusu yapılabilir. Sermayeyi toplumsal bir ilişkiden soyutlayıp bir şeye indirgeyen burjuva iktisadının aksine, söyleyebiliriz ki üretim araçları, özel mülkiyet altında oldukları ve emek sömürüsünün bir aracı olarak kullanıldıkları belli bir tarihsel aşamaya varana kadar sermaye haline gelmez. Ancak bu özel mülkiyet ve sömürü koşullarında sermaye haline gelmiştir ve bu haliyle bir “şey”i değil, bir toplumsal ilişki açıklar.13

Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

gücü kapitalist için bir meta konumundadır. Kapitalist, emekçinin emek-gücünü satın alarak onu kullanma hakkını satın almış olur. Kapitalistin emekgücüne olan ihtiyacı ise onda var olan bir özellikten ileri gelir. Bu, emek-gücünün değeri ile bu emek-gücünün emek süreci içerisinde yarattığı değerin arasında fark olmasındandır.11 Bir başka deyişle, emekgücüne ödenen değerin iş gününün belli bir saatinde üretilmesi, geri kalan sürede ise artı bir değerin üretilmesi ve kapitalistin buna el koymasıdır. Ancak bu el koyma doğal bir süreçmiş gibi işlediğinden sömürü gizlenmiş olur. İşçinin ne kadar sürede aldığı ücret kadar değer ürettiği ve hangi andan sonra kapitalist hesabına çalışmaya başladığı sömürülme haddi ile ilgilidir. Bu, 10 saatlik bir işgününün 6 saatlik artı değer yaratması biçiminde de olabilir, 12 saatlik bir işgününün 5 saatlik artı değer yaratması biçiminde de. Çalışma saatleri farklılaşabildiği gibi, sömürü oranı da farklılaşabilmektedir. Dolayısıyla genel olarak söyleyebiliriz ki sermaye sahibi için önemli olan yalnızca üretimin gerçekleşmesi değil, aynı zamanda artı-değerin de üretilmesidir. Bunu şöyle de söyleyebiliriz. Emek-gücü için kapitalistin ödediği değerin oluşmasından sonra üretim devam ettirilmezse yalnızca değer yaratılmış olur, bu noktadan sonra üretim devam ederse artı-değer yaratma sürecine geçilmiş olur.12 Sermayeyi anlamlandırmamız için daha önce açıkladığımız bir ilişkiyi hatırlayalım. Metaların basit dolaşımı ve paranın sermaye olarak dolaşımı. Bu iki dolaşım biçimi önemli bir nitel fark içerir. Metaların Basit Dolaşımı = Meta-Para-Meta (MP-M) Paranın Sermaye Olarak Dolaşımı = Para-MetaPara’ (P-M-P’) Bunlardan ilki satın almak için satmak iken, ikincisi satmak için satın almaktır. Ancak bu satmak için satın alma sürecini basit bir ticari ilişkinin değer yaratması biçiminde anlamamak gerekir. Çünkü daha önce de söylediğimiz gibi, ticari ilişkiler yeni bir değer yaratmaz, ancak var olan değer el değiştirebilir. Oysa değer yaratma süreci üretimin içerisinde emek-gücünün satın alınması ve sömürülmesi ile ilintilidir. Yeni bir değer ancak bu sömürü sonucunda sermayedarın eline geçmiş olur. Dolayısıyla yukarıdaki PM-P’ dolaşımında kapitalistin gözünde bir meta olan emek-gücünün satın alınması ve üretim içerisinde kendisine ödenen değerden daha büyük bir değer yaratması bu döngüyü bir kereliğine değil sürekli olarak gerçekleştirmeye sevk eder. Sermayenin doymak bilmez büyüme isteği bu sömürüye ihtiyaç duymasından ve bunu ancak emek-gücü satın alması ile gerçekleştirebilmesinden ileri gelir.

Dipnotlar: 1- Karl Marx, Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, Ankara, s. 75 2- Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, İthaki Yayınları, İstanbul, 2010, 4. Baskı, s. 170. 3- Erdal M. Ünsal, İktisada Giriş, İmaj Yayınları, Ankara, 2010, 2. Baskı, s. 8. 4- A.g.e, s. 10. 5- Erol Manisalı, İktisada Giriş, Der Yayınları, İstanbul, 2010, s. 43. 6- A.g.e, s. 46. 7- Stephan Ison, Stuart Wall, İktisat, Bilim Teknik Yayınevi, İstanbul, s. 87. 8- Zeynel Dinler, İktisada Giriş, Ekin Basım Yayın, Bursa, 2010, 16. Baskı, s. 16. 9- A.g.e, s.21. 10- Marksist İktisat El Kitabı, Çev: Nail Satlıgan, Yordam Kitap, İstanbul, 2010, 2. Baskı, s. 34. 11- Karl Marx, Kapital, C. 1, Sol Yayınları, Ankara, 2004, 7. Baskı, s.195. 12- A.g.e, s. 196. 13- Marksist İktisat El Kitabı, s. 34.

25


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

ı rş a K ze ri K ik om on k E e v l sa n a n Fi

r? Halklar Ne Yapabilirler, Ne Yapmalıla r Katkı -

Bi - Küresel Finansal Kriz Forumuna

Prof. Jose Maria Sison Halkların Uluslararası Mücadele Birliği (ILPS) Enternasyonal Koordinasyon Komitesi Başkanı 30 Ocak 2009, De Balie, Amsterdam.

26

İçinde bulunduğumuz bu süreçte, işçi sınıfının ve diğer ezilen halk sınıflarının küresel finansal ve ekonomik krize dair ne yapacaklarını tartışmaları ve eylem hattını netleştirmeleri gerekmektedir. Halk sınıfları doğal olarak, tekelci burjuvazinin sömürüsünün artmasından kaygılanıyorlar. Bu ister üretim sürecindeki artık değer sömürüsünün derinleşmesi olsun, ister aşırı sermaye birikiminin yol açtığı kargaşa olsun, ister finans kapitalin istismarı… İşte bu bağlamda, işçilerin ve emekçilerin son otuz yıldır “neoliberal küreselleşme” kisvesi altında nasıl bir küresel baskı ve sömürüye maruz kaldıklarını ve şu anki krizin nasıl oluştuğunu kapsamlı ve

derinlikli bir biçimde analiz edebilmemi kolaylaştıracak birtakım veriler sıralamayı amaçlıyorum. Bunu ortaya koyduktan sonra, halkların krize çözüm olarak neler yapabilecekleri sorununu tartışmak daha kolay olacaktır. Yani eylemler düzenleyip taleplerde bulunabilmek için siyasi bilinçlerini nasıl güçlendirebilir, nasıl örgütlenebilir, nasıl harekete geçebilirler?

Krize dair birtakım gerçekler ABD’yi ve dünyayı kasıp kavurmakta olan krizin tek yanlı, dar görüşlü ve basiretsizce analizlerine karşı çıkmalıyız. Bu tür analizler zaten sanayi ve finans kodamanları, onların siyasi temsilcileri, aka-


malvarlığını özelleştirir, yatırım ve ticaret üzerindeki regülasyonları kaldırır, emekçilere zulmedilmesine veya doğanın tahribata uğramasına karşı olan yasal yaptırımları ortadan kaldırır, finansal sistemin kötüye kullanılmasını meşru kılar. 4) Neo-liberalizm ayrıca sermayenin ABD’de ve küresel kapitalizmin diğer merkezlerinde yoğunlaşmasını ve bununla birlikte merkezileşmesini hızlandırır (özellikle de finans kapitalin). ABD’de ve diğer emperyalist ülkelerde, tekelci burjuvazi uzun süredir emekçilere karşı sınıf savaşını kendince son derece başarılı bir biçimde sürdürüyor. Yani, sendikaları devlet terörü ile sindiriyor, kazanılmış hakları bir bir gasp ediyor, işçi ücretlerini düşürüyor. Ayrıca, toplumsal harcamaları kısıyor ve buradan artan vergileri, şişirilmiş askeri teçhizat üretimi sözleşmelerine, stratejik stoklar için gerekli yakıt ve erzak harcamalarına, doğrudan ya da dolaylı sübvansiyonlara veya denizaşırı yatırımların sigorta harcamalarına kaydırıyor. Devlet, bir yandan tekelci burjuvazinin mülkiyet hakkını korurken, bir yandan da sömürüye dayalı üretim ilişkilerinin devamlılığını sağlayacak olan yasaları ve baskı araçlarını oluşturup muhafaza ediyor. Tekelci kapitalizm her ne kadar kendisini “serbest piyasa kapitalizmi” olarak lanse etmeye çalışsa da, sömürüyü ve baskıyı devamlı kılabilmek için her daim devlet aygıtına başvurmak durumunda kalmıştır. Özel tekelci kapitalizmin ikiz kardeşi olan tekelci devlet kapitalizminin de yegane tezahürünün işletmelerin devlet kontrolünde olduğu toplum olduğunu düşünmek yanlış olacaktır. Devletleştirme, ağır bunalım dönemlerinde kapitalizmin daha sık başvurduğu bir yöntem olarak karşımıza çıkar. ABD tekelci burjuvazisi sermaye birikimini gerçekleştirirken artık değer sömürüsü, vergi kesintileri ve halkın vergilerinin ilhakı, mevduat hesaplarının ve emekli sandığının talanı, yatırımlara oranla kredilerin ve para stokunun şişirilmesi, borsadaki iniş çıkışların spekülasyonunu yapan türevler oluşturmak, bono ve döviz pazarları yaratmak, ve ucuz metalardan ve geri bıraktırılmış ülkelerin borçlarından muazzam kârlar elde etmekle yetinmiyor. 1995-2000 yılları arasında milyonlarca emekçi ve orta sınıf aileyi “ileri teknoloji balonuna” yatırım yapmaları gerektiği yönünde aldatarak birikimlerinden eden emperyalist Amerikan devleti, 2002 sonrasında da milyonlarca insanı, başlangıçtaki düşük faizleri ile cezp edici olan “emlak balonuna” doğru yönlendirmeye başladı. Böylelikle, suni bir biçimde yükselmekte olan emlak fiyatları eşi benzeri görülmemiş bir tüketime meydan verecek, bir yandan da tüketici kredileri artacaktı (konut ve araba kredileri ile kredi kartlarının yanı sıra). Bu “emlak balonu”, Bush dö-

Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

demisyenleri ve yazarları tarafından çoktan yapıldı. Böylesi yetersiz analizleri savunmadaki niyetleri de belli; krizin gerçek kaynağını ve gelişimini örtbas etmek, tekelci kapitalizmin “serbest ticaret kapitalizmi” olduğu yalanını sürdürmek, açgözlülüğe dayalı bu sistemin yarattığı kargaşadan istifade etmek ve elbette halkların kafasını karıştırmak. Emperyalizmin ve tekelci kapitalizmin belli bir dönemki baskın çizgisi ister “neoliberal” olsun, ister “Keynesyen”, emekçiyi sömürmek ve onu emeğinin ürününe yabancılaştırmak, artı değer sömürüsünü azamiye çıkarmak, sermayenin organik bileşenlerini arttırmak, üretici sermayenin ve finans kapitalin tekelci burjuvazinin-özellikle de finansal oligarşinin- ellerinde git gide daha da yoğunlaşarak birikmesini sağlamak tekelci kapitalizmin doğasında olan şeylerdir. Ki, ücretlerin azaltılması fiili talebi düşürür ve bunun sonucunda aşırı üretim krizi meydana gelir. Rekabeti ve üretimi arttırma amacıyla sermayenin organik bileşenlerinin arttırılması da kâr oranlarının düşmesine sebep verir. An için, sürekli tekrar eden ani yükseliş, düşüş ve durgunluk döngüleri, ağır bir borç finansmanlığı siyaseti ile geçici olarak aşılmış gibi görünmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki, ABD’de 1970’lerden beri gerilemekte olan sınaî üretim, ekonominin git gide daha da finansallaştırılması ile başa baş gitmiştir. Ve aşırı sermaye birikimi (özellikle de sabit sermaye yatırımlarının değerinin şişirilmesi, türevlerin1 fazla gösterilmesi ve dizginlenmemiş kredi genişlemesi suretiyle tekelci kontrole ve spekülasyona hizmet edecek hayali sermaye yaratılması aracılığıyla), son tahlilde, muazzam finansal ve ekonomik krizlere dönüşmek durumundadır. Buna örnek olarak 1929’da başlayan ‘Büyük Bunalım’ veya şu an başlamış olan-ve bu ismi hak edecek gibi gözüken-‘Daha da Büyük Bunalım’ gösterilebilir. Neoliberal, ya da bir diğer deyişle “serbest piyasa sistemi” siyasası uyarınca gelişen söylem, geçmişteki “Keynesyen” söylemden belirgin bir biçimde farklılaşmaktadır: 1) Neoliberal söylem, tekelci burjuvazinin açgözlülüğünü ve şahsi çıkarlarını ekonominin itici gücü olarak kabul etmektedir. 2) Ekonomik bunalımın sebeplerinin aşırı üretim krizi, sermayenin aşırı birikimi, askeri harcamaların talep enflasyonuna yol açması (silahlanma yarışı, ABD askerlerinin başka ülkelere konumlandırılması, Kore ve Çinhindi’deki savaşlar vs.) değil de, işçi ücretlerinin artması ve Amerikan hükümetinin 1945-75 arası dönemde gerçekleştirdiği toplumsal yatırımlar olduğunu iddia etmektedir. 3) Neoliberal sistem, tekelci burjuvazinin sermayesini arttırmak ve bu sınıfa daha kârlı fırsatlar sunabilmek amacıyla yeni-sömürgelerdeki ekonominin tamamını ve gelişmiş ülkelerdeki kamusal

27


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

28

neminin, tabiri caizse “askeri Keynesyenizmi”ni tamamlayıcı bir rol oynamıştı. Ki, bu dönemde izlenen ekonomik çizgi askeri-endüstriyel yapıyı kuvvetlendirmiş, ancak ABD ekonomisinin diğer alanlarında üretim, istihdam veya talep yönünde herhangi bir gelişmeye yol açmamıştı. Yeni balon, Amerikan işçi sınıfının soyulması ve borçların, özellikle de ödenmemiş Mortgage’ların bir tür rehin sistemine bağlanması açısından son derece başarılıydı. Bunun yanı sıra, teminatlı borç yükümlülükleri, varlığa dayalı menkuller, kredi temerrüt takasları ve yapılandırılmış yatırım araçları gibi anlaşılması güç türevlerin oluşturulması da böyle sağlanmıştı. Öyle görünüyor ki, emperyalizm büyük bankaları, yatırım hanelerini, Mortgage şirketlerini, sigorta şirketlerini ve otomotiv sektörünün “Üç Büyükleri” gibi kimi önemli teşebbüsleri hazine yardımı ile kurtarırken kendi “serbest piyasa” ve “devletin ekonomiye karışmaması” dogmalarını hiçe saymak durumunda kalıyor. Ama düzenin bu dogmaları zaten tamamen yalana dayanmaktadır. Emperyalist bir devletin özel şirketleri kurtarmak için devlet hazinesini kullandığı zaman ansızın “sosyalist” oluverdiği düşüncesi tamamen yanlış ve asılsızdır. Tekelci devlet kapitalizminin sosyalizm olmadığı kesin bir biçimde anlaşılmalıdır. Büyük Bunalım ve şu an içinde bulunduğumuz süreç gibi ciddi kriz dönemlerinde, tekelci burjuvazi büyük tekelleri kurtarmak ve batmış olan ufak firmaları da bunların bünyesine katmak için tekelci devlet kapitalizmine başvurur. Daha 2007 senesinde Bush, Federal Rezerv Komisyonu başkanı Bernanke ve Hazine Departmanı’ndan Paulson, Wall Street’teki arkadaşları ile bir araya gelerek bankaları halkın vergileri ile kurtarma planını düşünmüşlerdi. Bu planın maksadı büyük bankaların malvarlıklarını şişirmek ve değerini yitirmiş malvarlıklarını ortadan kaldırmaktı. Elbette bankaların dondurdukları kredileri “çözecekleri” ve üretici firmalara işletme sermayesi aktarmaya yeniden başlayacakları umuduyla yapılmıştı bütün bunlar. Ama aşırı üretim krizinin yol açtığı bunalım koşullarında, bu firmalar üretimi sürdürme amacıyla daha fazla kredi alırlar mıydı ki? Mevzubahis kodamanların bu tezgâhı, tamamen işçi düşmanı, halk düşmanı, ve sosyalizm düşmanı idi. Kitlesel işten atılmalarla, hacizlerle, ve emeklilik hakkıyla birlikte başka toplumsal haklarından mahrum bırakılmakla karşı karşıya kalan işçi sınıfı, emperyalizmin ve tekelci burjuvazinin zerre umurunda değildi. Emperyalist düzen yalnızca finans ve sanayi devlerini kurtarmakla ilgileniyorlardı. Obama’nın 850 milyar dolar değerindeki “teşvik paketi”, giderek artmakta olan işsizler ordusunun yalnızca ufak bir kısmına geçici istihdam sağlayabilir. Ki, 2007’den bu

yana finans devlerinin kurtarılması için harcanan trilyonlarca dolar ile karşılaştırıldığında bu paketin egemenlerce sunulmuş cüzi bir zekâttan başka bir şey olmadığı gerçeği daha da açık bir biçimde anlaşılabilir. Ayrıca otomotiv sektörünün “Büyük Üçlerine” sunulan paketin de apaçık bir işçi düşmanı nitelik barındırdığı da eklenmelidir. Zira bu paketin önkoşulu işçi ücretlerinin düşürülmesi ve hakların sınırlandırılmasıydı. ABD’deki geçmiş hükümetin ve şimdiki hükümetin yetkilileri şu konuda hemfikir: Bu kriz bir iki senede sona erecek bir şey değil. Belki de 10 yıl hatta daha fazla süreceği söyleniyor. ABD hükümetinin batmış olduğu borcun miktarına, özel şirketlerin durumuna ve sıradan bir Amerikan ailesinin yaşam standardındaki değişime bakmak krizin ciddiyetinin anlaşılması açısından yararlı olacaktır. Bu borçlar, borçlanan tarafından ödenebilecek boyutun çok üzerinde. Borçların ödenmesi ve/veya silinmesi de ekonominin bunalımını daha da yoğunlaştıracaktır. ABD’nin borcunun böylesine şişmesinin sebebi ticari açıklar ve çarpık bütçe planlamaları. Ticari açıkların sebebi tüketim malları üretiminin geri bıraktırılmış ülkelere kaydırılması ve 1970’lerden bu yana ihracat amacıyla gerçekleştirilen üretimin gerilemesidir (özellikle büyük sanayi malları ve tarımsal ürün fazlasının). Söz konusu çarpık bütçenin açıklarının sebebi tekellere yapılan vergi kesintileri ve aşırı derecedeki askeri harcamalardır. Hazine parası ve halkın vergileri ile finansal ve finansal olmayan devlerin kurtarılması da krizi yalnızca daha da derinleştirdi. Özel teşebbüslere bakacak olursak, finans kapital devlerinin başı hatalı mortgage ve diğer borçlarının yanı sıra hiçbir kıymeti olmayan ve yalnızca kağıt üzerinde var olan malvarlıkları ile dertte. Finansal olmayan (yani sınaî) devler de hisselerinin gitgide değersizleşmesi, talebin ciddi biçimde düşmesi ve mali teşvikin yetersiz olması sonucunda sınaî üretimin ve hizmet sektörünün- yani reel ekonominin tamamının- durağanlaşması sorunu ile karşı karşıyalar. Milyonlarca Amerikalı ise işsiz kalmanın ve evini kaybediyor olmanın yanı sıra birikimlerinin tamamını yitirmiş durumda. Mevcut küresel finansal ve ekonomik kriz çeşitli sebeplerden ötürü ABD’den dünyanın geri kalanına yayılmıştır. Unutulmamalıdır ki ABD küresel kapitalizmin merkezidir. Emperyalist müttefiklerine ve yarı-sömürgelere “neoliberal küreselleşme” doktrinini dayatmıştır. Ticari antlaşmalarıyla ve G-8, OECD, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslar arası kuruluşların üzerindeki himayesiyle dünyanın geri kalanını kendisine tabi kılmıştır. Ve finans kapital ile reel kapitalin en çok yoğunlaşmış


tısında küresel finansal ve ekonomik krizi nasıl çözeceğini bilmediğini gözler önüne serdi. Bush yine “serbest piyasa ekonomisini” kurtarma teranesini tekrar etti. Ama zirvenin sonunda alınan karar, katılımcı ülkelerin krizle baş edebilmek için kendilerince hangi yolu uygun görüyorlarsa onu izlemeleri yönündeydi. İtibarını çoktan yitirmiş ve zaten son derece sınırlı kaynaklara sahip olan IMF, bir odak noktası olmayı başaramadı. Keza, Dünya Bankası da aynı durumdaydı. Çünkü hiçbir ülke kendisine sermaye yardımında bulunacak durumda değildi. Dünya Ticaret Örgütü de Doha görüşmeleri ile belirlenen çizginin ağır sorunları ile uğraşmaktan kimseye yardım edecek durumda değildi. Bütün bu uluslar arası örgütlerin eli kolu kriz tarafından bağlanmış vaziyette. Fransa, Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya gibi evvelde ABD’nin nasihatlerine kulak veren ülkeler zirvede Bush’a nasihat vermeye başladılar. Dünyadaki en büyük küresel ortaklar olduğu iddia edilen Çin ile ABD arasındaki ekonomik ilişkiler oldukça istikrarsız bir hal almış durumda.

Halklar, küresel finansal ve ekonomik krize karşı kendi yaralarını sarıp emperyalizm güdümündeki küresel kapitalist düzenden reformlar koparabilirler, ya da düzenin kökten bir eleştirisini yapıp sosyalizme evrilecek olan devrimci dönüşüm sürecini başlatabilirler.

Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

olduğu yer yine ABD’dir. Başka bir ülkedeki herhangi bir şirketin dış yatırım hususunda ilk tercihidir. Pek çokları tarafından küresel ekonomik büyümenin motoru ve dünyanın en büyük tüketim merkezi olarak nitelendirilmiştir. Ulusal para birimi, fiilen dünyanın rezerv para birimidir. Aynı zamanda, sürekli olarak milyonlarca dolar bastığı ve yabancı bünyelere hisse ve bono sattığı düşünülürse dünyanın en büyük tefecisi olduğu da söylenebilir. Dünyadaki diğer emperyalist ülkelerin, “yükselen pazar” ülkelerinin, petrol ve hammadde üreten ülkelerin ihracatının büyük bir kısmı ABD’ye gider. Çin ve Hindistan gibi “yükselen pazarların” da tamamı şu anda, ABD ihracat almayı kestiği için ciddi bir bunalıma girmiş durumda. Hammadde ve ilkel montaj ürünleri dışında hiçbir şey ihraç etmeyen 3. Dünya ülkeleri ise ihracat gerçekleştiremedikleri için likidite krizinden en ciddi biçimde etkilenenler. Kibrine ve “müttefiklerinin” izleyecekleri hattı belirleme eğilimine rağmen, ABD son G-20 toplan-

29


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

Çin’in doğu kıyısında bulunan, çoğu yabancı yatırımcılara ait ve ABD pazarına tüketim malları üreten atölyeler ya kapanıyor ya da on binlerce işçiyi işten çıkarıyor. Çin’in döviz hisseleri sermayenin kaçması tehdidi altında. Çin’in elindeki ABD hazine bonoları ve şirket hisseleri, ABD’nin borçlarını kapatamaması ve kredi sistemini canlandırmak amacıyla izlediği sıfır-faiz politikasını sürdürmesi halinde son derece hızlı bir biçimde değerlerini tamamen yitirebilirler. Ancak unutulmamalıdır ki, küresel finansal ve ekonomik krizin asıl yükünü taşımak zorunda kalanlar geniş halk kitleleri, özellikle de işçiler ve köylülerdir. Emekçiler işsiz kalıyor, işsizler ordusuna katılmak zorunda bırakılmayanlarınsa ücretleri, bununla birlikte de yaşam standartları düşüyor. Egemenler de bir yandan sömürüyü ve baskıyı arttırarak bastırıyorlar. Krizin sonucu olarak halk kitlelerini bir hoşnutsuzluk ve öfke dalgası sarmış durumda. Emperyalist ülkelerde, “yükselen pazar” ülkelerinde, eskiden revizyonizmin egemenliği altında bulunmuş ülkelerde ve elbette ki 3. Dünya ülkelerinde halkların emperyalizme karşı direnişi güç kazanıyor. Ama herhangi bir ülkede, halkın emperyalizme ve karşıdevrime karşı olan mücadelesinin başarılı olması, reformların ve toplumsal bir devrimin gerçekleştirilebilmesi için örgütlü halka ve kendiliğinden ayaklanan halk kesimlerine yol gösterecek olan bir örgüte gerek vardır, o da işçi sınıfının devrimci partisidir. Emperyalistler ve onların karşıdevrimci müttefikleri on yıllardır işçi sınıfı partilerini, ilerici sendikaları ve diğer kitle örgütlerini yok etmek ya da etkisizleştirmek için saldırıyorlar. Ama mevcut finansal ve ekonomik krizin ağırlığı, sınıfa ve ulusal bağımsızlık, yeni demokrasi ve sosyalizm yolunda ilerleyen tüm ilerici halk kesimlerine yeni fırsatlar sunuyor.

Halklar ne yapabilir, ne yapmalıdır?

30

Halklar, küresel finansal ve ekonomik krize karşı kendi yaralarını sarıp emperyalizm güdümündeki küresel kapitalist düzenden reformlar koparabilirler, ya da düzenin kökten bir eleştirisini yapıp sosyalizme evrilecek olan devrimci dönüşüm sürecini başlatabilirler. Düzen-içi reformlardan söz ederken “serbest piyasa ekonomisi” yalanını dillerinden düşürmeyenlerin peşinden giderek böyle bir düzeni “sahicisini” talep etmelerinden bahsetmiyorum. Bu şiar on yıllardır emperyalist ülkelerde ve 3. Dünya ülkelerinde emekçi halkın temel haklarının gaspını meşrulaştırma amacıyla egemenlerin dillerine pelesenk olmuştur. Ayrıca an itibariyle burjuvazinin önemli ekonomik ve siyasi otoritelerinin, fiili talebin mali yaptırımlarla denetlenmesini savunan Keynesyen ekonomik doktrine yeniden meylettikleri

gözden kaçmamalıdır. Her ne kadar halk hareketlerinin uzun vadeli hedefi tekelci kapitalist düzeni alaşağı edip sosyalizmi inşa etmekse de, Marksist politik ekonominin kuramsal çerçevesi dahilinde talep edilen reformlar, emekçilerin istihdam, yüksek ücret ve temel toplumsal hizmetler gibi acil sorunlarına geçici çözümler olabilirler. Komünist Manifesto’dan alıntılayacak olursak, sosyalizm için olan halk hareketi emperyalist bir ülkede de olsa, emperyalizm güdümündeki geri bıraktırılmış ülkelerden birinde de olsa demokrasi mücadelesi zafere ulaşmalıdır. Kısa vadede reformların talep edilebilmesi, uzun vadede ise toplumsal devrimin gerçekleştirilebilmesi için halk kitlelerinin bilinç seviyesi, örgütlülük düzeyi yükseltilmeli, hareketliliği arttırılmalıdır. Sanayileşmiş kapitalist ülkelerde sosyalizm için gerekli iktisadi altyapı mevcuttur. Ancak tekelci burjuvazinin siyasi ve iktisadi gücünü kendi iradesiyle halka devrettiği tarihte görülmemiş bir şeydir. Şayet burjuvazinin siyasi partileri istikrarı sağlama ve halkı aldatma görevlerini yerine getiremezlerse, burjuvazi elinde bulundurduğu devlet gücünü ülkeyi faşizme götürmek için dahi kullanabilir. Bu yüzden potansiyel ya da somut bir faşizm tehdidine ve emperyalist savaşlar aracılığıyla halkın tekelci burjuvazi tarafından yönetilmesine karşı demokrasi savaşımı muzaffer olmak zorundadır. Büyük Bunalım’ı, faşizmin yükselişini ve bunları takip eden II. Dünya Savaşı’nı düşünürsek bahsedilmiş olan bu meseleler kafamızda somutluk kazanabilir. Feodalizmin kalıntılarının bulunduğu daha az gelişmiş ülkelerde ise demokrasi savaşımının kazanılması için sadece halkın kolektif haklarının ve bireyin-özellikle de siyasi ve toplumsal- haklarının savunulması yeterli değildir. Aynı zamanda ulusal sınai kalkınma savunulmalı, köylülüğün toprak reformu talebi kuvvetli bir biçimde dillendirilmeli ve işçi sınıfının önderliğindeki köylülüğün, uzun vadedeki sosyalist devrimin zorunlu bir aşaması olan yeni demokratik devrim mücadelesini vermesi gerekmektedir.

1. Bilgilendirme ve eğitim kampanyaları Kısa veya uzun vadede ne tür bir toplumsal dönüşüm talep edilirse edilsin, halklar karşılarındaki sorunun ne olduğunu ve bilinçli, örgütlü ve militan bir mücadele vermeleri halinde bu sorunla mücadele etmenin nasıl mümkün olduğunu anlamalıdırlar. İşçi sınıfı partisi ve ezilen diğer halk sınıflarının kitle örgütleri, bunu göz önünde bulundurarak bilgilendirme ve eğitim kampanyaları başlatmalıdır. Mevcut finansal ve ekonomik küresel kriz, onu


yollarla “serbest piyasayı” ve “liberalizmi” yaymak suretiyle pekiştirebileceğine inanan yeni muhafazakârlar ve “ultra-emperyalizmin” barışçıl bir sanayileşme yolu olduğunu iddia eden yeni Kautsky’ciler için bir utanç günüdür. Kriz, geçtiğimiz yıllar boyunca tekelci burjuvazinin egemen medya, eğitim sistemi, siyasi partiler, düşünce kuruluşları ve “nezaket gereği” burjuva devletine ve tekelci kapitalizme boyun eğen o pek bağımsız sivil toplum kuruluşları aracılığıyla yürüttüğü “serbest piyasacılık” propagandasının tamamını kısa sürede etkisiz kılmıştır. Emperyalizmin yürütmekte olduğu ideolojik, politik, ekonomik ve askeri savaşıma karşı işçi sınıfı partisinin, kitle örgütlerinin ve

lerin ciddi biçimde keskinleşmesi ile vücut bulan küresel siyasi krize olan etkileri ve ekonomik kriz ile siyasi kriz arasında olan bağlar da açığa çıkarmalıdır. İşçi sınıfı partileri ve kitle örgütleri, krizi sahiden de bütünlüklü ve derinlikli biçimde kavramayı başarmış olan politik ekonomi ve uluslar arası siyaset uzmanlarının tahlillerini de göz önünde bulundurmalıdırlar. Ki, günümüzde aydınlar arasında da kapitalizmin Marksist bir eleştirisine, tekelci kapitalizmin ve devlet-devrim ilişkilerinin de Leninist bir eleştirisine gerek olduğu yönünde sesler yükseliyor. Ve gün, Milton Friedman’ın ve Chicago Okulu’nun öğretilerinin takipçilerinin bütün itibarlarını yitirdikleri gündür. Gün, ABD’nin egemenliğini askeri

geniş halk yığınlarının vereceği mücadelenin önemli bir ayağı da bilgilendirme ve eğitim kampanyalarıdır. Halkın krizden nasıl etkilendiğini, acil sorunlarının ve başlıca taleplerinin neler olduğunu, ve krize karşı mücadele ederek halk hareketine güç kazandırmak amacıyla neler yapabileceklerini anlayabilmek için saha çalışmaları gerçekleştirilmelidir. Bu çalışmanın sahası bir işyeri veya bir mahalle de olabilir, ulusal ölçekte de gerçekleşebilir. Toplumsal araştırmanın amacı, işçi sınıfı partisinin ve kitle örgütlerinin, halkın bilinçlenebilmesi, örgütlenebilmesi ve harekete geçebilmesi için nelerin gerektiğini birebir halktan öğrenmeleridir. Bilgilendirme ve eğitim kampanyaları çeşitli bi-

Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

tekelci kapitalizmin verdiği dar bakış açısıyla analiz etmek isteyenler tarafından bütünlüklü ve doğru bir biçimde kavranamaz. Bunu yapmaya çalışanlar kuyudaki kurbağaya benzerler. Kapitalizmin ekonomi politiğine ve tekelci kapitalizme eleştirel bakarak Marksizm-Leninizm’in geleneğini sürdürenlerinse bu açıdan bir avantajı vardır. Çünkü onlar ABD önderliğindeki küresel kapitalist düzenin emek düşmanı ve insanlık dışı olduğunu görebiliyor ve sosyalizm için mücadele ediyorlar. Küresel finansal ve ekonomik krizin kökenleri ve gelişimi siyasi programların kaleme alınabilmesi ve eylemlerin başlatılabilmesi için araştırılmalı ve analiz edilmelidir. Ayrıca, ekonomik krizin, mevcut çelişki-

31


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

32

Sanayileşmiş kapitalist ülkelerde tekelci burjuvazi yegâne egemen sınıftır ve devleti kendi amaçları için kullanır. ABD’de bu sınıfın siyasi temsili iki anaakım parti olan Cumhuriyetçi ve Demokrat Partiler iken, Avrupa ve Japonya gibi ülkelerde temsilcilerin sayısı daha fazladır. Her ne kadar düzen partilerinin görünürde farklılıkları olsa da, tümü tekelci kapitalist düzenin çerçevesi dâhilinde hareket eder. Ancak

mak için ellerinden geleni yaparlar. Ama yeni demokratik veya sosyalist bir devlet kurma amacıyla burjuvaziyi alaşağı edip emekçilerin iktidarını kurma amacını güden bir partinin düzene bir tehdit haline gelmesi halinde, egemenler bunu bastırmak için en baskıcı yöntemlere başvurmaktan geri de durmazlar. Her halükarda, ister burjuva düzeninin sınırları dâhilinde reformlar talep etmek için olsun, ister bu düzeni yıkıp yerine sosyalizmi inşa etmek için, halka önderlik edecek bir işçi sınıfı partisi zaruridir. Sınıf partisi olmadan ne düzenden reform talep etmek mümkündür, ne de düzeni yıkmak. Örgütlü ve örgütsüz kitleyi yönetecek olan sınıf partisinin yokluğu halinde büyük burjuvazi, burjuva klik mücadelelerinde ve proletaryaya karşı düzenini muhafaza etmekteki ana araçlarından olan kendi siyasi partileri aracılığıyla toplumu dilediğince yönetmeyi sürdürür. Toplumsal dönüşümün mümkün olduğu gerçeğini yayma görevine adanmış ve emekçi kitlelere yön

yarı-feodal, yarı-sömürge ülkelerde egemen sınıfı komprador burjuvazi ile toprak ağalarının ittifakı oluşturur. Bu egemenler de çeşitli siyasi partilerin, ülkede demokrasi olduğu izlenimini yaratmak amacıyla, varlıklarını sürdürmelerine müsaade ederler. Bu partiler de patron-ağa düzeninin sınırları dâhilinde hareket etmek zorundadırlar. Kimi durumlarda egemenler, salt reformlar talep etmekle yetinen ve düzene meydan okumayan bir işçi sınıfı partisinin varlığını sürdürmesine göz yumabilirler. Ve herhangi bir işçi sınıfı partisinin, burjuva düzeninin sınırları dâhilinde kalmasını sağla-

verme kabiliyetine sahip güvenilir bir işçi sınıfı partisi olmalıdır. Küresel krizin yarattığı sorunları halkın lehine, halkın katılımıyla çözmede böyle bir parti son derece mühim bir araçtır. İşçi sınıfı partisi olmazsa, burjuva partileri, çoğunluğu örgütsüz (veya sadece kitle örgütlerinde örgütlü) ve kendiliğinden hareket etmeye meyilli işçi sınıfını kendi etkilerine alırlar. Mevcut krize karşı örgütsel kampanyalar yürütülürken, burjuvazinin revizyonist, sosyal demokrat, ya da reformist partilerinden keskin bir biçimde farklılaşacak sahici bir komünist işçi sınıfı partisinin inşası için uğraşılmalıdır. Böylesi bir partinin inşası elbette

çimlerde başlatılabilir ve sürdürülebilir. Siyasi faaliyetçiler ve uzmanların birbirlerinden bir şeyler öğrenebilecekleri konferanslar, forumlar ve seminerler düzenlenebilir, toplumsal dönüşüm talebinin haykırılacağı kitlesel gösteriler, protesto eylemleri gerçekleştirilebilir. İşçi sınıfı partisi ve kitle örgütleri, bilgilendirme ve eğitim kampanyası kapsamında elektronik medyadan da istifade ederlerse kendilerine ucuz ve hızlı bir iletişim kanalı açmış olurlar.

2. Örgütlenme kampanyaları


3. Kitlesel hareketlilik Bilgilendirme, eğitim, ve örgütlenme kampanyalarının yanı sıra, geniş halk kitlelerinin, her zamankinden acımasız bir hal almış olan tekelci kapitalizm düzenini teşhir etmek ve en temel reformdan en radikal toplumsal dönüşüme kadar çeşitli ekonomik ve siyasi değişiklikler talep etmek için harekete geçirilmesi gerekmektedir. Demokrasi savaşımı mevcut objektif ve sübjektif şartları göz önünde bulundurarak verilmelidir. Mümkün olduğu durumda ve mümkün olduğu ölçüde yasal yollara başvurulmalıdır. Medeni, siyasi, toplumsal, ekonomik ve kültürel yönleriyle insan hakları bir bütün olarak savunulmalı ve emekçilerin çıkarları doğrultusunda bu haklar mümkün olduğunca geliş-

tirilmelidir. Ama ekonomik kriz siyasi krize yol açacağından ve siyasi kriz şartlarında burjuva düzeni barışçıl eylemleri dahi “ayaklanma girişimi” ya da “terörizm” olarak lanse ederek bastırmaya teşebbüs ettiklerinden emekçiler akıllıca hareket etmelidirler. Egemenlerin devlet terörüne başvurdukları ya da emperyalizmin askeri olarak müdahale ettiği ülkelerde halkın, silahlı mücadele de olmak üzere, her türlü direniş biçimi meşrudur. An itibariyle yasal kitle hareketleri ve silahlı devrimci hareketler halkların en yoğun sömürüye maruz kaldığı Asya, Afrika ve Latin Amerika’da çeşitli ülkelerde zaferler kazanıyorlar. Küresel finansal ve ekonomik krizin ağırlığı, sömürünün ve baskının artması, devlet terörü ve emperyalist saldırılar halkları silahlı devrim mücadelesi vermeye sevk ediyor. Eylemleri en etkili biçimde gerçekleştirebilmek ve talepleri en gür sesle haykırabilmek için, toplumsal dönüşümü amaçlayan kitle hareketleri fabrikalarda, tarlalarda, okullarda ve hatta ibadethanelerde, yani toplumun çeşitli tabanlarında var olmak zorundadırlar. Adanmış faaliyetçilerden oluşan ve halkın içine kök salmış bir işçi sınıfı partisi, halkı bilinçlendirebiliyor, örgütleyebiliyor ve harekete geçirebiliyorsa tam anlamıyla yenilmezdir. Karşıdevrimcilerin en aşağılık ve güçlü yalan ve propaganda kampanyalarının dahi halkı halk hareketinden soğutamadığı çeşitli tarihi örnekler bu iddiayı kanıtlar niteliktedir. Ayrıca böyle bir devrimci kitle hareketi, tam anlamıyla gücünü halktan aldığı için asker ve polis baskısı tarafından da yenilgiye uğratılamaz. Devrimci kitle hareketinin kitle tabanı, özellikle de emekçiler arasında, kuvvetliyse bu hareketin çeşitli düzeylerde-hatta ulusal ölçekte bile- önderlik ve örgütsel etkinlik araçları inşa etmesi mümkündür. Böyle bir hareket, mahallelerde, şehir merkezlerinde, şehirlerde ve ülkenin kimi bölgelerinde ciddi sayıda insanı harekete geçirmeyi başarabilir. Önderlik ve kitle tabanı siyasi hatta uygun biçimde karşılıklı bir etkileşime girerek harekete yön verebilirler. Anti-emperyalist ve demokratik kitle hareketlerinin pek çok ülkede sağlam biçimde kök salmış oldukları söylenebilir. Ki, bu hareketler de dünyanın diğer bölgelerindeki kardeş hareketleri ile bağlar kurmuşlardır. Seminerler, forumlar, konferanslar, daimi bir bölgesel merkez komitenin oluşturulması ve karşılıklı fikir alışverişi gibi yöntemlerle dünyanın belli bir bölgesindeki çeşitli kitle hareketlerinin koordinasyonu sağlanabilir. Dünyanın belli bir bölgesindeki ülkeler-üstü bir örgütlülüğün yaratılması her zaman küresel çaptaki bir uluslar arası örgütlenmeden önce gelmek zorunda değildir. Çeşitli ülkelerdeki halk hareketleri bir araya

Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

son derece zor olacaktır. Çünkü burjuvazi, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm için mücadele eden devrimcileri “terörist” olarak lanse etmek için yıllardır elinden geleni yapmıştır. Ancak mevcut kriz böylesi bir girişim için elverişli koşullar sunmuştur. Sendikalar ve diğer toplumsal kitle örgütleri, ezilen emekçi kitlelerin çıkarlarını savunacak ve ilerletecek araçlar haline gelecek biçimde yeniden inşa edilmelidir. Sanayileşmiş kapitalist ülkelerde bu kitle örgütlerinin en önemlileri işçilerin, göçmen işçilerin, göçmenlerin, çeşitli etnik grupların, gençliğin, kadınların, profesyonellerin (doktor, mühendis vs.) ve kültür/sanat emekçilerinin kitle örgütleridir. Yarı-feodal, yarı-sömürge ülkelerde ise işçilerin, köylülerin, gençliğin, kadınların, aydınların ve azınlıkların kitle örgütleri önemlidir. Bahsi geçen bu kesimlerin tamamı bir biçimde krizden etkilenmiştir. Sınıfsal ve sektörel kitle örgütleri, ortak çıkarları gerçekleştirmek ve siyasi birlik oluşturabilmek için sektörler-arası ve çok sınıflı2 ittifaklar oluşturmalıdırlar. İşçi sınıfı partisi de onlara genel eylem hattına dair rehberlik etmeli, siyasi ve örgütsel girişimlerini teşvik etmeli ve böylelikle desteklerini kazanmalıdır. Farklı ideolojik, siyasi ve dini yönleri olan çeşitli kitle örgütlerinin ortak bir amaç için uzlaşı ve koordinasyon temeli üzerine ittifaklar inşa etmeleri mümkündür. Kitle oluşumlarının çeşitli düzeylerde oluşturulmaları mümkündür. Bu tür bir örgüt, en ufak düzeyde de örgütlenebilir, ulusal düzeyde de. Ulusal ölçekte örgütlenmiş bu tür kuruluşlar bir araya gelerek uluslar arası bir örgüt haline de gelebilirler Halkların Uluslar arası Mücadele Birliği (ILPS) ulusal örgütlerinin ve bölgesel komitelerinin oluşturulması için yoğun bir çaba sarf etmektedir. Bunun uluslar arası bir ittifak olduğu söylenebilir, ama anti-emperyalist ve yeni demokratik hatta ortaklaştığı başka gruplarla da daha geniş ittifaklar oluşturmaya hazırdır.

33


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

gelerek bir ‘enternasyonal’ oluşturabilirler. ILPS önce küresel bir örgüt olarak kurulmuş, daha sonra bünyesinde yer alan kurumlara ulusal ölçekte örgütlenmelerini önermişti. Bunu da bölgesel komiteler ve örgütlülükler takip etmişti. An itibariyle, halk hareketlerinin çeşitli uluslar arası oluşumlara sahip oldukları söylenebilir. Bunlar uzlaşıya dayalı resmi veya gayri resmi ittifaklar olabilirler. Emperyalist saldırganlığa karşı ortak açıklamalarda bulunup, dayanışma eylemleri düzenleyebilirler. Bu örgütlenmelerin emperyalizmin ve karşıdevrimcilerin hain saldırılarına karşı özgürlüğü, demokrasiyi, kalkınmayı, toplumsal adaleti, çevreyi ve barışı savunmak için yaptıkları işbirliğinin ve sahip oldukları koordinasyonun git gide artmakta olduğuna tanıklık ediyoruz son dönemlerde.

Beklentiler

34

Mevcut finansal ve ekonomik kriz ABD’de ve dünyanın geri kalanında henüz sona ermiş değil. Emlak, banka kredisi, türev ve borsa balonlarının patlamasının etkileri sürüyor ve trilyonlarca dolarlık hızlı aktif satışlarla borçların kapatılması teşebbüsünün sonucunda trilyonlarca dolarlık değer adeta buharlaşarak havaya karışıyor. Türev balonu kapitalizm tarihinin en büyük balonu kabul ediliyor ve 500 trilyon ila bir katrilyon civarı olduğu söyleniyor. Büyük şirketlerin tekel bonoları balonunun önümüzdeki süreçte patlayacağı ve bunun etkilerinin çok ağır olacağı söyleniyor. Aynı zamanda, kısa sürede yüksek bir enflasyona uğramış olan ABD hazine bonoları balonunun

da yakın tarihte patlayacağı söyleniyor. Reel ekonomi de iflaslar, ciddi üretim kesintileri, işsizlik ve fiili talebin azalması gibi sorunlarla uzun süre cebelleşecek gibi görünüyor. Hükümetlerin ve özel şirketlerin on yıllar boyunca gerçekleştirmiş oldukları borç finansmanlığı birikintisine dayalı düzen çöküşünü sürdürüyor ve beraberinde pek çok ekonomiyi de götürüyor. ABD’nin ve diğer devletlerin Keynesyen teşvik paketleri, neoliberalizm dogmasında ve büyük finansal ve üretici firmaların ilk kurtarılması gerekenler olduğu yönündeki ısrardan ötürü etkisiz ve ufak kalmaya mahkûm edilmiş durumda. Franklin Roosevelt döneminin ‘New Deal’ (Yeni Düzen) adlı mali pompalama planının ne Büyük Bunalım’ı sonlandırmayı ne de ABD ekonomisine istikrar kazandırmayı başarabilmiş olduğunu anımsa-

yalım. Bu yaptırımlar bunalım koşullarını biraz hafifletmiş, daha sonra da etkileri vergi gelirlerinin düşük olduğu bir dönemde devlet harcamalarının asgariye çekilmesi gerektiğini savunan “serbest piyasa” savunucuları tarafından etkisizleştirilmiştir. ABD ekonomisinin belini yeniden doğrultan esas faktör II. Dünya Savaşı’nın yol açtığı askeri üretimdi. Obama’nın getirdiği Volcker, Rubin ve Sommers gibi ekonomi danışmanlarından, hazinenin sorumluluğunu verdiği Geithner’den, ABD Hisse Alım Satın Departmanı’nın başına getirilen Schapiro’dan, Meta Ticaret Komisyonu’na atadığı Gensler’den ve bunların benzerlerinden sakınmak için çok sebep var. Bunlar gem vurulmamış “serbest piyasa” kapi-


Küresel krizin ağırlığı ve yol açtığı sorunların ciddiyeti, emperyalizmi askeri saldırganlığını arttırmaya ve savaşa daha hızlı hazırlanmaya itiyor. SSCB’nin çözülüşünden ve Japonya’yı vuran ekonomik durgunluktan sonra ABD’nin başlattığı ve yön verdiği emperyalist savaşların sayısı ve yoğunluğu artmıştır. Yüzyılın başındaki ekonomik yavaşlamayla birlikte ABD eskisinden de saldırgan bir tutum izlemiş, bunu da “terörle mücadele” sloganı ile maskeleyerek meşrulaştırmaya çalışmıştır. Böylelikle bir yandan askeri üretim sanayisini, bir yandan da küresel egemenliğini güçlendirmiştir. ABD’nin NATO müttefikleri, özellikle de Almanya ve Fransa, ABD’nin Irak’ta ve Ortadoğu’nun geri kalanında ve eski Doğu Bloğu ülkelerinde giriştiği askeri harekâtları desteklemede daima çekingen kalmışlardır. Rusya ise ABD ve NATO hareketlenmelerine karşı daima tetikte bulunmuş, bunların artan gücünü yakından gözlemlemiştir. Bir yandan da Çin ve kimi Orta Asya ülkeleri ile ittifaklar oluşturmuş, Kolektif Hisse Antlaşmaları Örgütü (CSTO) ve Şangay İşbirliği Örgütü (SCO) gibi oluşumlar kurmuştur. Ne küresel finansal ve ekonomik krizin ne kadar süreceğini kestirebilmek mümkündür ne de emperyalist güçlerin hangi icraatlarının bunu çözeceğini ya da şiddetini arttıracağını kestirebilmek mümkündür. Ama işçi sınıfının ve halk kitlelerinin tekelci kapitalizmin ve karşıdevrimin saldırılarına karşı örgütlenmek, güç kazanmak, bütün ülkelerde toplumsal talepler için eylemler düzenlemek ve pek çok ülkede de silahlı devrim mücadelesi vermeleri için vakitleri ve fırsatları var. Her durumda, esas Büyük Bunalım henüz yaşanmış değil. Dünyanın çeşitli ülkelerindeki toplumsal ve siyasi kargaşa da yoğunlaşacak ve yayılacak. Ufukta emperyalizmin askeri harekâtları görünüyor bir yandan. Buna karşı en etkili silah bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm için mücadele eden devrimci kitle hareketinin güçlenmesi ve yaygınlık kazanmasıdır.

Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

talizminden yanalar. Özellikle Sommers ve Geithner 1999’da Clinton başkanken uygulamaya konan ‘Meta Ürünlerinin Modernizasyonu’ ile ‘Finansal Hizmetlerin Modernizasyonu’3 yasalarının meclisten geçmesinde büyük rol oynamışlardı. Geithner, tıpkı eski patronları Bernanke ve Paulson gibi tam anlamıyla bir Wall Street kafasına sahip. Obama’nın ekonomiyi Yeni Düzenimsi/Keynesyen yaptırımlarla düzelteceği iddiası başarılı olma şansını bu neoliberal dogmadaki ısrar yüzünden tamamen yitirecek gibi duruyor. Obama hükümetinin siyaset belirleyicileri “serbest piyasa” kapitalizminde ısrar edeceklerini, finansal ve sınaî devleri koruyacak yüksek bir ‘serbestlik’ seviyesini muhafaza etmek için ellerinden geleni yapacaklarını ve ABD sanayisinin gerileyişini durdurmak için uğraşacaklarını çoktan belli ettiler. Bunları yapmak için Keynesyen ‘mali pompalama’ (bayındırlık işleri, toplumsal hizmetlerin arttırılması ve yeşil enerji politikası gibi) yöntemi, askeri üretim ve önceden başka ülkelere kaydırılmış olan, tüketim malı üreten kimi fabrikaların yeniden aktif hale getirilmesi gibi çeşitli yollara başvuracaklar. Mevcut krizin, ABD’nin 1 numaralı askeri ve ekonomik güç olduğu dünyaya bir son verebilecek, bir diğer deyişle ABD’yi tahtından edebilecek ciddiyette olduğunu anlamak lazım. Ancak ABD’nin gücünün birdenbire kaybolacağını düşünmek de hata olacaktır. Diğer emperyalist güçler de “neoliberal küreselleşme” kervanına katılmış olmanın bedellerini ödüyorlar ve yaralarını sarmaları epey zaman alacak gibi duruyor. Washington’daki Cumhuriyetçiler ve Demokratlar, şayet değerini hızla yitiren malvarlıklarını Avrupa’ya, Japonya’ya ve başka yerlere pazarlamasalardı krizin kendilerini daha kötü etkileyeceği yönünde kendi aralarında şakalaşırken aslında çok önemli bir noktaya parmak basmış oluyorlar. Neticede ABD kendi düşüşünü yavaşlatacak bir siyasi ve ekonomik çizgi belirleyebilecek ve emperyalist müttefikleri ile yarı-sömürgelerine isteklerini dayatabilecek gücü henüz yitirmiş değil. Ama ABD’nin şu an böyle bir politika gütmesi diğer ülkelere çok zarar verecektir ve bu ülkeleri kendi yollarını çizmeye itebilir. Böylelikle dünyanın çok kutuplu bir hale gelmesi süreci hızlanmış olacak. Yani aslında emperyalist güçlerin siyasi egemenlik ve ekonomik bölgelerin himayesi (ucuz hammadde ve emek kaynakları, pazarlar ve yatırım alanları) bakımından dünyanın yeniden bölüşümü için birbirlerine karşı vermekte oldukları mücadele yoğunlaşacak. Kriz, “yükselen pazar” ülkelerinde ve hammadde ihraç eden 3. Dünya ülkelerinde toplumsal ve siyasi kargaşaya da yol açıyor bir yandan.

Dipnotlar: 1- Fiyatları başka finansal değerlerden “türediğinden” bu şekilde isimlendirilmiş finansal enstrümanlar. 2- Burada “çok sınıflıdan” kasıt çeşitli halk sınıflarıdır. 3- Bu yasa tek bir kurumun hem yatırım bankası, hem ticari banka hem de sigorta şirketini bünyesinde barındırmasını yasallaştırarak devasa finansal tekellerin oluşturulmasını yasal hale getirmiştir. Bu Büyük Bunalım’dan beri ABD’de yasaklıydı.

35


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

- Şu hayatta 3 şeyden nefret

para banka Kr

ederim -

d

“Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”

Kızılderili Atasözü

36

Nefret, bir kişiye ya da bir “şey”e yönelmiş duygu, onu yok etmeye varan yadsıma, sevmeme, istememe, ortadan kaldırmayı isteme olarak tanımlanabilir. Nefret hayatın içerisinde birikerek ve zamana direnerek karşımıza çıkan, bizi tepkiye sürükleyen içten gelen bir gerilimdir. Aristo, nefretin, bir nesneyi yıkmanın amansız arzusu olduğunu söylemektedir. Kuşkusuz bu arzu kendiliğinden oluşan bir dürtü olmayıp tarihsel bir birikimin ezilen emekçiler nezdinde bilinçli tezahürüdür. Emperyalizmin daha fazla zenginleşmek için sömürü cenderesine aldığı biz insanların ona olan amansız nefreti, onu yıkmaya olan arzumuzun da can suyunu oluşturmaktadır. Bu nefret, ancak ve ancak kaynağını yakıp kuruttuğu zaman ortadan kalkacaktır. İşte o zaman, insanlık için “yeni” bir başlangıç, “altın çağın” şafağını muştulayacaktır. Bu yazıda günlük hayatımız içerisinde, her ne kadar uzak durmaya çalışsak da, hayat sahamızı ihlal eden/taciz eden, üç nefret edilesi kavramdan/olgudan

söz edeceğiz: Para, Banka ve Kredi. Her birimiz bu üç olguyla günlük hayatımız içerisinde isteyerek ya da istemeyerek yakın ilişki içerisinde olsak da bu yakınlık dahi bize olguların içini, karanlıkta kalan tarafını gösterememektedir. Bizce bu karanlık yüzün ifşa edilmesi zaruri bir görevdir. Artık, “koynumuzdaki yılanı”, “kapımızdaki düşmanı” tanıma zamanıdır. Yazımız boyunca paranın ve bankanın gelişimi, genel özellikleri, işlevleri gibi konulara değineceğiz. Bunun yanında gündemde daha fazla yer kaplayan kredilere özel önem vereceğiz. Özellikle burjuva iktisadının geldiği en uç nokta olan neoliberalizm evresinde küçülen devletin giderek insanlığın yazgısını piyasanın seleksiyonuna bırakmasının sonucu ve yoksulluk sorununa çözümün yine bu piyasayı yöneten aktörler tarafından üretildiği bir biçim olarak “”mikro kredi” üzerinde duracağız. Mikro kredi uygulamasını ise Grameen Bank uygulaması üzerinden anlatacağız. Ayrıca bu örnek, neoliberalizmin can


Para… Para; “Değişik biçimler altında kendini gösteren ve değerli madenler esasına dayanan genel eşdeğer”1dir. Yine başka bir tanıma göre para; “Üretim ve mübadeleye konu olan çeşitli mal ve hizmetlerin hesaplanmasında müşterek ölçü birimidir.”2 Bu iki tanımdan yola çıkarak bizim ifadelendireceğimiz şekliyle para, “malların birbiriyle değiştirilmesini sağlayan ve meta üretiminin ve değişiminin tarihsel gelişme sürecinde ortaya çıkmış ve belli bir değeri kendi bünyesinde taşıyan ekonomik enstrümandır.” Kuşkusuz bu tanımla, kapitalist sermayenin bir aracı olmasını, insan emeğinin temel kıstası haline getirilmesini, insanın üretim amacının ve hatta arzusunun temeline koyulan zenginlik ölçüsü birimi olması gibi “özelliklerini” tanım dışında bırakıyoruz. Her birimizin günlük yaşamı içinde deneyimlediği durumlar olarak bir kez daha bunları dillendirip malumu ilan etmiş olmayacağız. Burada da paraya komplimanlar düzmeyeceğimiz gibi gıdasını öfkemizden alan kalemimizle üzerine bir çırpıda çizik atmayacağız. Salt tanımlamalar üzerinden genel bir betimleme yapmakla yetineceğiz. Yazının genelinde de buna denk düşen bir durum olacak. Özellikle tanımlamalardan/bilgiden öte mübalağalı bir “kalem kavgasına” dayanan tarz izlenmeyecektir. Yazımıza paranın hikâyesiyle başlayalım. Bir malın değeri onun için harcanan emek zamanla ortaya çıkmaktadır; fakat o malın değeri değişim sürecinde değişerek başka bir malla olan mukayesesi üzerinden belirlenmektedir. Doğalında üretilen her birim, malın değeri, değişim değeri üzerinden tekrar belirlenmektedir (Bu da kullanım değeri ve değişim değeri arasındaki ayrıma tekabül etmektedir). Bir köylünün, bir balta sahibi olmak için ürettiği tahılın bir kısmını vermesi de o takas sırasında baltanın ne kadar bir tahıla tekabül ettiğini, değişim değerini gösterir. Aynı zamanda bu değişim biçimi, basit (rastlantısal) değer biçimini ifade etmektedir. Fakat bu durum bugün, ilkel dönemde olduğu gibi kimsenin bir baltasının olması için tahıl ekimi yapmasını ya da 20 kg tahıla sahip olmasını gerektirmez. Ticaretin gelişmesi ve gelişen mübadele koşullarında basit (rastlantısal) biçim yerini para-biçimine bırakmıştır. Marx’ın da dediği gibi “basit meta-biçimi, para-biçiminin çekirdeğini oluşturur.”3

Kısaca basit meta-biçimini açıklayacak olursak, bir metanın değerinin başka bir meta ile karşılaştırılmasıdır. Marx’ın formülize ettiği biçimiyle “x kadar A metası = y kadar B metası” ya da tam tersi biçimde y kadar A’dan, x kadar B’den. “20 yarda4 keten bezi = 1 ceket ya da 20 yarda keten bezi, 1 ceket değerindedir.”5 Toplumsal iş bölümünün ve emeğin üretkenliğinin/veriminin artmasıyla kabileler arasında iş bölümü ortaya çıkmış ve artık mübadelenin kendisi ve ona konu olan malların artmasıyla da değişim artık salt iki meta arasında değil bir dizi meta arasında gerçekleşmiştir. Balta örneğinden hareketle, 1 balta = 20 kg tahıl ya da 0,15 gr altın ya da 3 metre bez vb. çeşitli metalar arasında değiştirilebilir konuma gelmiştir. Sir. Samuel Baker’in aktardığına göre Uganda’nın Nyoro pazarındaki satıcılar; “Süt satar, tuz alırım. Tuz alır, mızrak veririm. Kırmızı boncuklar alır, ucuz kahve veririm”6 diyerek teşhir yapmaktadır. Toplumsal iş bölümünün giderek yaygınlaşmasıyla ticaret daha zorlu bir hal almaya başlamıştır ve önceden bir baltaya sahip olmak isteyen tahıl üreticisi çok rahat bir şekilde bundan vazgeçip farklı bir mala yönelebilmiştir. Bu şekliyle de eğer tahıl üreticisi balta yerine ayakkabı tercih ediyorsa, balta sahibinin baltasını ilk önce ayakkabıcıya vermesi durumunda tahıl alma olanağına erişebilmiştir. Bu durumda da iki meta arasında var olan dolaysız dolaşım giderek ortadan kalkmıştır. Daha sonraki bir aşama olarak farklı bölgelerde, oranın ihtiyacıyla da orantılı olarak, en fazla mübadele edilen mallar genel eş değerler olmaya başlamıştır. Bunlar tahıl, hayvan, tuz ve soy metaller vb. ürünler olabilmektedir. Fakat üretici güçlerin gelişmesiyle ve pazarın genişlemesiyle birlikte bu farklı biçimlerdeki eş değerler yerini gümüş ve altına bırakmaya başlamıştır. Bu durumda artık tahıl almak isteyen balta sahibi, bir ayakkabı yerine altın ya da gümüş karşılığı baltasını herhangi birine satma durumunda rahatlıkla tahıl alabilecek duruma erişmiştir. “Altın, şimdi, tüm öteki metaların karşısına zaten daha önce onların karşısında basit bir meta olarak yer aldığı için, para olarak çıkar.”7 Artık bir metanın altın ile olan basit ifadesi, o metanın fiyat biçimini ifade eder. “20 yarda keten bezi = 2 ons altın, ya da, eğer 2 onsluk altın sikke olarak 2 Sterlin ise, 20 yarda keten bezi = 2 Sterlindir.”8 Paranın ortaya çıkması tabi ki bizim anlattığımız kadar kısa bir sürede gerçekleşmedi, bu uzun bir evrimin ürünüdür. Eğer her buluş bir ihtiyacın ürünü ise paranın ortaya çıkması da genel bir eş değerin kendi yokluğunu kuvvetle hissettirmesiyle gerçekleşmiştir. Bu da birdenbire değil ağır ağır gerçekleşmiştir. Bir metalin para yerine kullanılması Doğu Afrika’da yaşayan toplulukların demiri mübadelede çokça kullanmalarıyla ortaya çıkmaktadır. Afrika yerlilerinin verdiği

Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

simidi olması, yakın bir dönemi anlatması, kredi ve yoksulluk kavramının kafamızda daha da somutlaşması yönünden önemli bir örnek olacaktır. Grameen Bank’ın kurulduğu ülke olan Bangladeş’in sosyoekonomik yapı itibariyle ülkemizden pek farklı bir kategoride olmaması da daha kolay idrak etmemize olanak tanıyacaktır.

37


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

38

demir çapalar, bölgede bulunan demirci ustaları tarafından tekrardan eritilip farklı formlarda kullanılmaya başlanmıştır. Bu şekilde de işlenmemiş saf metaller giderek genel eş değer biçimini almaya başlamıştır. Bu metallerin tartımı zahmetli bir iş olduğundan ve üzerlerinde ağırlıklarını ve değerlerini belirtir bir emare olmadığından bu işi devlet üzerine almış ve metal külçelerin üzerine damga vurmaya başlamıştır. “Resmen tartılmış bu tür külçeler M.Ö. 3 bin yılında Mezopotamya ve Mısır’da, 2 bin yılında Avrupa’da, Girit’te, Peleponez’de görülüyor. Çok daha sonraları yani M.Ö. 700 yılında, metal külçeye uzak mesafelere taşınabilecek bir şekil verme fikri doğuyor. Yunan sitelerinin ticaretini başkent Sart’ın büyük antrepolarına çekmek isteyen Lidya kralı her biri sadece bir-

nını hesaplamak gayet güçtür) o metanın değeri değişim süreci içerisinde paraya (burada unutulmaması gereken bir durum paranın kendisi de bir meta, bir değerdir) eşitlenerek ifade edilir. Bu durumda metaların değeri, parayla belirlenir duruma gelir. Fakat buradan hareketle, metaları bir ölçü ile ölçülebilir hale getiren paranın kendisi demek doğru değildir. Marx bu konuda şöyle demektedir: “Tam tersine, tüm metalar değer olarak insan emeğini gerçekleştirdikleri ve bu nedenle de aynı ölçü ile ölçülebilir oldukları içindir ki, bunların değeri bir ve aynı özel meta ile ölçülebilir ve bu meta da, değerlerinin ortak ölçüsüne, yani paraya dönüştürülebilir. Para bir değer ölçüsü olarak, metalarda içkin değerin ölçüsüne, emek zamanına bir zorunluluk sonucu verilmiş dışsal bir biçimdir.”11 Zaten bir metanın

kaç gram ağırlığında altın paralar bastırmıştır.”9 Bugün bizim kullandığımız manada dolaşımı kolay olan paraların ilk yapımı işte böylesi bir ihtiyaca dayanıyor. Kuşkusuz Lidyalılar’ın bu parayı bulması birçok mal arasında mübadeleyi daha kolaya indirgemiştir. Bu şekilde de ticaret içinden daha kolay çıkılası bir hal almıştır. Buradan devamla paranın işlevlerine değinerek devam edelim. “Gelişmiş meta üretiminde para; 1) değerin ölçüsü 2) dolaşım aracı 3) birikim aracı 4) ödeme aracı ve 5) dünya parası olarak hizmet görür.”10 Şimdi sırasıyla bu saydığımız işlevleri açımlayalım. Değer ölçüsü, metanın değeri, onun için harcanan emek zamanla ölçülemeyeceğinden (bunun nedeni meta üreticilerinin birbirinden ayrı bağımsız/yalıtık birimlere sahip olduğundan ayrı ayrı meta üreticilerinin emek zama-

fiyatının belirlenmesi üreticinin kendi kafasında ona para cinsinden bir değer biçmesiyle gerçekleşir. Üretici bunu belirlerken de o meta için harcanan/harcadığı gerekli emek zaman üzerinden bir “değer”lendirmede bulunur. Bu değerlendirme sırasında üretici, metanın parayla ifade edilen değerini yani onun fiyatını belirler. Bu, doğalında fiyatın karşısında bulunan değerin (paranın) altın ya da gümüş cinsinden değerinin de ölçülmüş olmasını gerektirir. Kullandığımız metal paraların ağırlıklarının farklı olması ya da kıymetli maden içermesi bunun kanıtıdır. Aynı zamanda bu paraların ağırlık ya da kıymetli maden oranı, onların değeriyle doğru orantılıdır. Örneğin 5, 10, 25, 50 kuruş ve 1 Lira arasında değişen hacim ve ağırlık farklılıkları onların değerleriyle orantılarına açık örnektir. Özetle, alt birimleriyle birlikte para, fiyat ölçütü olarak işlev görür.


sürecinde dört oyuncu mevcuttur. Bunlar sırasıyla; Merkez Bankası, bankalar, mevduat sahipleri (bankalarda para tutan kişiler) ve bankalardan kredi kullananlardır. Bunlar içerisinde en önemlisi şüphesiz, Merkez Bankası’dır. Merkez Bankası, piyasada bulunan para arzını, piyasaya dolaylı yoldan para sürerek gerçekleştirmektedir. Bunu da menkul kıymetler (tahvil, bono vs.), bankalara açılan krediler, madeni para vb. enstrümanlarla yapmaktadır. Merkez Bankası’nın en önemli görevi piyasada bulunan paranın miktarını iyi belirlemektir. Kapitalist sistemde her yaratılan para borç olduğu için, doğalında borcu kapatmak için yeniden para yaratmak gerekiyor, bunun sonucu da enflasyon demek oluyor. Bunu yazımızın ilerleyen bölümlerinde detaylandıracağız. Şimdi para yaratma sürecine bir örnekle başlayalım. Devlet piyasada bir miktar paraya ihtiyacı olduğuna karar verdiği anda Merkez Bankası’na devlet tahvili satar. Devlet tahvili, hazine müsteşarlığı tarafından basılan ve belli bir süre içerisinde alınan parayı faiziyle birlikte ödemeyi kabul eden borçlanma senedidir. Eğer kafamızda devlet neden tahvil basar diye bir soru geçtiyse hemen giderelim. Şundan dolayıdır ki, devletin gelirleri (topladığı vergiler) her zaman giderlerinden azdır ve bu vergiler tam manasıyla toplanmaz/toplanamaz ve birçok devlet denk bütçe (gelir-gider denkliği) uygulamasını hayata geçirmediğinden devlet bu tarz taahhütlü kâğıtlar basarak borç yoluyla bekasını sürdürür. İş bu ya, bu soru aklımızı “Merkez Bankası da devletin bir organıysa neden aralarında böyle bir ilişki var?” diye bir soruya yöneltebilir. Bunu kabaca açıklayacak olursak, hükümetlerin kendi siyasi ve sosyal politikaları için Merkez Bankası’nı dilediklerinde para bastırmaya yönlendirmemek için alınmış bir karardır diyebiliriz. Ayrıca AB de kriter olarak bunu ülkelere dayatmaktadır. Örneğimize kaldığımız yerden devam edelim, Merkez Bankası, Hazine’nin kendisine gönderdiği tahvile karşılık parayı bir veya birden fazla bankaya yatırır. Farz-ı misal, Merkez Bankası’nın 10 milyar TL’yi A Bankası’na yatırdığını düşünelim. Bu adımdan sonra, A Bankası, bu hesabına geçen paranın % 10’unu zorunlu rezerv olarak tutmak zorundadır (bu oran dönem itibariyle değiştirilmektedir, TC’nin 2011 oranı %15’tir), bu oran yasal bir zorunluluktur. Bu uygulama banka hesabına geçen her mevduat için geçerlidir. Bunun tutulma nedeni de bankaya para yatıran her müşterinin parasını, her an için geri çekme dürtüsüdür. Evet, A Bankası, 10 milyar TL’nin 1 milyarını kendi hesabında tutmakta geri kalan 9 milyar TL’yi ise kredi olarak vermektedir. Bunun üzerine bunu alan W kişisi bunu kendi bankasına yatırmakta ve aynı işlem B Bankası’nda da işlemektedir. 8.1 milyar kredi olarak verilmekte 0,9 milyar TL zorunlu rezerv olarak tutulmakta. Para bu şekliyle X, Y,

Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

Dolaşım aracı: Paranın elden ele geçmesi ile gerçekleşen meta değişimine, meta dolaşımı adı verilir. Meta dolaşımı sırasında paranın da dolaşması, ikisi arasında kopmaz bir bağın olduğunu gösterir. Yani meta alıcının eline geçtiği an para da satıcının eline geçmiş olur. Paranın dolaşım işlevi, onun metaların dolaşımını gerçekleştiren bir araç olmasından kaynaklıdır. İşte tam bu yüzden para bir dolaşım aracıdır. Birikim aracı: Para zenginliğin temel kıstaslarından biridir ve dolaşıma sokulmadığı takdirde kişinin bireysel hazinesi işlevini görür; bunun yanında elde tutulan bu hazine her an istenilen metaya dönüştürülme olanağına sahiptir. Bu birikimin amacı, üretim aracı satın almak olabileceği gibi tasarruf yapmak da olabilir. Bir de bunun yanında ittihat amaçlı da bu birikim yapılmaktadır. Bireyler gelecekte oluşabilecek, beklenmeyen durumlara karşı kendi tedbirlerini almak yoluyla bu paraları depolarlar. Ödeme aracı; meta üreticilerinin kendi aralarında yaptıkları ticaret sırasında –kredili olmak koşuluyla daha sonraki bir dönemde- ödeme yapmak amacıyla parayı kullanmalarıdır. Dünya parası: Marx’ın Kapital’inde James Steuart’ın ağzından aktardığı biçimiyle, Steuart, altın ve gümüş yerel paraların aksine dünya ticaretinde geçer akçe sayıldığından ve diğer yerel paralardan ayrıldıklarından onlara dünya parası demektedir. Bu dünya paraları, ülkelerin kendi aralarında ticaret yapabilmelerini kolaylaştırıcı ve zorunlu bir unsur olarak kabul edilmektedir. Bu durumda ülkelerin iç dolaşımındaki paralarının yanında bir de dış dolaşım için para tutmaları olarak algılanabilir. Günümüzde altın yerine dünya parası olarak kullanılan ABD Doları ve ülkelerin merkez kasalarında Dolar rezervi bulundurması buna iyi bir örnektir. “Dünya parası, evrensel ödeme aracı, evrensel satın alma aracı ve her türlü servetin evrensel olarak kabul edilen somutlaşmış şekli gibi hizmet eder. (…) Altın ile gümüş, çeşitli uluslar arasındaki ürün değişiminde alışılagelen dengenin birdenbire bozulduğu dönemlerde, başlıca ve zorunlu uluslar arası satın alma aracı olarak hizmet ederler.”12 Buraya kadar getirdiğimiz tartışmalarda, paranın genel eş değer biçimini alışını ve nasıl ortaya çıktığını anlatmaya çalıştık. Buradan devamla paranın yaratılma ve para arzı sürecine değineceğiz. Eski dönemlerde para, altının bir oran ile karşılığı olmasına rağmen artık günümüz iktisadi yaşamında enflasyona endekslenmiş biçimdedir. Bunu en rahat biçimiyle ABD Doları’nda görebiliriz. 1933’te ABD’de altın standardının ortadan kaldırılmasından sonra Dolar üzerinde yazan “altına çevrilebilir” ifadesi yerini “kanuni para” ifadesine bırakmıştır. Bu da onu enflasyon karşısında değerli, asıl manada değersiz bir kâğıt parçası yapmaktadır. Peki, para nasıl yaratılır? Para arzının yaratılma

39


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

40

Z… kişileri üzerinden C, D, E… bankalarına geçmekte ve böylece para tamı tamamına 9 katına kadar çıkmaktadır. Bu aynı zamanda paranın piyasada nasıl şişirildiğini göstermesi açısından manidardır. Merkez Bankası’nın A Bankasında 10 milyar TL’si olduğunu ilk durumda görmüştük ve diğer bankalara para transferi gerçekleştikçe A Bankası’ndaki 10 milyar TL azalıyormuş gibi durmaktadır. Bu tamamıyla yanlış idraktir; hâlbuki para giderek şişmektedir. Merkez Bankası’nın, A Bankası’nda 10 milyar TL; W kişisinin B Bankası’nda 8.1 milyar TL; X kişisinin, C Bankası’nda 7.3 milyar TL mevduatı olduğunu kabul edersek, görüldüğü üzere para sadece üç banka dolaşarak miktarını 25.4 milyar TL’ye çıkarmıştır. Görüldüğü üzere bankanın kasasına giren para, piyasaya yayılsın diye değil; tamamıyla banka paradan para kazansın diye uydurulmuş bir sistemdir. Bu sistem, kısmi rezerv bankacılığının bir ürünü olan, ardışık mevduat yaratılması sürecidir. Yani kredileri büyük oranda mevduat sahiplerine yaslanan ve bu kredi sistemi içerisinde onları tabiri caizse ateşin ortasında bırakan bir bankacılığın para sürme sistemidir. Bu anlattığımız biçimiyle para arzı süreci yaratılmakta ve dolaşımdaki paranın artmış olmasıyla birlikte aslında her birimizin sırtındaki borç yükü de artmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, basılan her para devletin Merkez Bankası’na olan borcunu yani bize kesilen faturanın miktarını belirlemektedir. Para basımıyla birlikte Merkez Bankası’na borçlanmanın yanında bir de basılan paranın enflasyon etkisi vardır ki bu da sırtımızdaki gizli borç ol-

maktadır. Yaratılan her birim para mevcut piyasada bulunan paranın değerinden çalmaktadır ve kendine de bu şekilde değer yaratmaktadır; bu da paranın mal karşısında değerinin düşmesi demektir. Yani demek istediğimiz şudur: “Metaların dolaşımı için, her altının karşılığı bir dolar olmak üzere, 5 milyarlık altın para gerekli olsun. Devlet, 5 milyar kâğıt dolar çıkardı. Bu, her bir doların bir doların bir altın parayı temsil ettiğini gösterir. Ticari değişim hacminin aynı kaldığını kabul edelim, ama devlet, 5 milyarlık kâğıt dolar daha çıkarmış olsun. Şimdi, 1 altın para, 2 kâğıt doları temsil eder ve bu 2 dolarla, önceden ancak 1 dolarla alınabilen meta satın alınabilir. (…) Bu sürecin adına, enflasyon denir.”13 Ezcümle, yaratılan her para bize daha fazla sömürü ve yoksulluk olarak geri dönüyor. Dünyanın en zengin kesiminin %1’inin, dünya zenginliklerinin neredeyse %40’ına sahip olduğu, açlıktan her üç saniyede bir çocuğu kaybettiğimiz; dünyanın başlıca birkaç zenginin mal varlığının Kara Kıta’nın yazgısına dur diyebileceği bir dünyada kimse bize para bir “zenginlik” ve “mutluluk” aracıdır diyemez. Marx’ın, Maria Augier’den aktardığı biçimiyle para “dünyaya, bir yanağında doğuştan kan lekesi ile geliyor.”14 İşte tam da bu yüzden Schopenhauer’in dediği gibi “Dünyanın en yoksul insanı, paradan başka hiç bir şeyi olmayandır.” Banka… Banka, “kredi verenlerle kredi alanlar arasında ara-


madenlere devlet tarafından el konulmuştur. Örneğin, Çin’de Buda’lara ait tapınaklara 843 yılında, Çin’i birleştiren Sui Hanedanı’nın halefi Tang Hanedanı tarafından içlerinde bulunan bütün kıymetli madenleriyle birlikte el konulmuş, hatta kıymetli madenlerden yapılmış heykeller dahi parçalanmış ve eritilmiştir. Ticaretin en geniş anlamda ülkeler/bölgeler/şehirlerarasında yapılır duruma gelmesi birbirinden farklı olan birçok paranın bir anda piyasa içerisinde dönmesine neden olmuştur. Bunun oluşmasıyla birlikte mesleği kâğıt veya maden paraları birbiriyle değiştirmek olan kimseler yani “sarraflar” ortaya çıkmaya başlamıştır. Kendilerine altın bırakan kişilere yüksek teminatlar veren sarraflar, bankacılığın ilk öncüleri olmuşlardır. Bunun yanında sarraflara, ihtiyaç duyulmasının en önemli nedenlerinden biri o dönem deniz korsanlarının gemilere saldırmasıydı. Böylesi bir durumla karşı karşıya olan altın sahiplerinin güvenilir bir kişiye altınını bırakması zaruri bir hal almıştır. Heyhat altın sahipleri her ne kadar sarraflara güvense de onların korsanlarla iş birliği yapıp gemileri soydurduğu ise yaygın bir söylentidir. Daha sonraları sarraflar, ellerinde bulunan paraları yüksek faizle borç vermeye başlamışlar ve buna ek olarak altın satım işine de girişmişlerdir. Varlık alanlarını daha da kuvvetlendiren ve genişleten sarraflar, vadesiz mevduat ve transfer işlemleri yanında müşterilerine avanslar vermeye başlamış; bu gelişmeler ile birlikte sarraf dükkânları bankalar halini almaya başlamıştır. Bu arada banka kelimesi de sarrafların üzerinde para saydıkları, bütün işlemleri gerçekleştirdikleri masanın adından yani İtalyanca “banco” kelimesinden gelmektedir. Tarihte ilk kurulan banka Venedik Rialto Bankası’dır (1578). Atıl sermayenin yatağı olan bankalar, kapitalizm geliştikçe daha da yaygınlaşan bir hal aldı ve kapitalistler arası “paylaşım aracı” olarak kendini yeniden üretti. Kendi sermayesini kullanmayan/kullanamayan kapitalistler bu bankalar aracılığıyla sermaye gereksinimi olan diğer kapitaliste faiz bedeli parasını borç vermekte bir beis görmedi. Sonucunun ne olduğu ise açıktır; ekonominin üzerinde sınırsız bir iktidar yürüten bankalar, piyasanın iplerini eline geçirdi. Serbest rekabetçi kapitalizmin yerini emperyalistkapitalist sisteme devretmesiyle birlikte sanayi sektörünün yanında bankalar da artık tekelci burjuvazinin elinde toplanmaya başlamıştır. Bu toplanma tam da Lenin’in işaret ettiği gibi kapitalizmin transformasyonunu göstermektedir. “Bankalar gelişip küçük bir sayıdaki kurumlar içinde yoğunlaştıkça basit aracılar olmaktan çıkıp kapitalistlerin ve küçük patronların hemen hemen tüm para-sermayesini ve belli bir ülkenin ya da birkaç ülkenin üretim araçları ve hammadde kaynaklarının çoğunu istediği gibi kullanan sınırsız

Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

cılık rolü oynayacak, nakdi sermaye sağlayan girişim”15dir. Bankaların başat hedefi, atıl durumda bulunan parayı bir araya toplayarak, bunları, kapitalistin emrine sunmaktır. Bunun yanında bankalar, sanayi işletmelerinde iştirak olarak, sanayi işletmesi kurarak veyahut ticaret yaparak bizzat kapitalizmin içinde yerlerini alırlar. Günümüze kadar kurulmuş birçok banka ilk sermaye olarak kendi kurucusunun parası/serveti üzerinden yükselmektedir. Asıl değinilmesi gereken olgu bu sermayenin nasıl genişlediğidir. Bu bizi doğalında “bankalar nasıl para kazanır” sorusuna götürmektedir. En özlü ifadesiyle bankaların kazançları, borç (kredi) verdiği girişimciden aldığı faiz ile mevduat sahiplerine ödediği faiz arasındaki farka eşittir. Burada hepimizin dikkatini çeken bir gerçek var ki, o da bankaların kapitalist girişimciden aldığı faizin, yine bu girişimcilerin üretim sürecinde artı-değer üzerinden oluşan paradan doğmasıdır. Yani doğrudan bir mantık kuracak olursak, banka kazancını oluşturan artı-değerin kaynağı işçi ve köylü emeğinden başkası değildir. Şimdi bankaların tarihin süzgecinden nasıl damıtılıp geldiğini inceleyelim. Ekonomide genel eşdeğer özelliğini ele alan soy metaller (altın, demir, gümüş… vs.), doğada nadir bulunduğundan, bu metaller ticaretin olmazsa olmazı olmuştur ve onlara karşı ilgi giderek artmaya başlamıştır. Aynı zamanda bu metallerin dolaşımının sınırlı olması ve bunların kişilerin servet dediğimiz ihtiyat fonunu oluşturması bu metallere olan ilgiyi had safhaya yükseltmiştir. Bu durumda bu metallerin sınırlı olması ve servet niteliği taşıması yüzünden çalınma rizikoları çok yüksektir. Buradan hareketle de bu metallerin devrin en güvenilir organları olan “tapınaklara” bırakılması uygulaması başlamış, bu adeta bir adet halini almıştır. “Değerli diye kabul edilen bütün nesneler gibi, değerli madenler de, başlangıçta, sihir ve ayinle karışık bir işlevi yerine getirmiyorlar mıydı? Bundan dolayı bu hazineleri tapınaklarda saklamak çok normaldir.”16 Tapınaklarda saklanan bu paraların dışında tanrılara sunulan armağanlarla birlikte tapınaklar birikim yuvası haline gelmiştir. Bu birikim rahipler tarafından ihtiyacı olanlara bazı teminatlar karşılığında verilmiş, bir süre sonra da faiziyle birlikte geri alınmıştır. Rahipler bu borç vermenin yanında bir de kambiyo işlemi yapmışlardır (Kambiyo iki ayrı ülke parasının birbiriyle değiştirilmesidir). Bir paranın diğerine çevrilmesi işlemi rahipler eliyle tapınaklarda yapılmaktadır. Çünkü her site devletinin kendine özgü parası mevcuttur ve bu siteler arası ticaretin kurulabilmesi için bu değişimin olması şarttır. Bu şekliyle tapınaklar tam bir ilkel bankacılık görevi görmüşlerdir. Tapınakların ilkel bankacılık misyonu uzunca bir dönem devam etmiş, kimi yerlerde tapınaklarda bulunan kıymetli

41


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

42

güç sahibi tekeller durumuna gelir. Birçok basit aracının bu bir avuç tekelci durumuna dönüşmesi, kapitalizmin kapitalist-emperyalizme dönüşmesinin temel süreçlerinden birini gösterir.”17 Bankaların başında bulunan kişiler ayrıca sanayi kapitalistlerinin elinde bulunan tekellerden hisse senetleri alarak onların ortakları haline geldiler. Diğer taraftan sanayi kapitalistleri de bankalardan hisse senedi aldılar. Bu birleşimin açık bir sonucu olarak, banka sermayesi ile sanayi sermayesi iç içe girdi. Lenin’in ifade ettiği biçimiyle bu kaynaşma “mali sermaye” kavramının özünü oluşturur. Görülüyor ki, bankalar kapitalistlerin kasası görevi gören, onların mali işlemlerini denetleyen, sanayi ve ticaret işlemleri için bir takas odası niteliğinde olan, sermaye olarak kullanılabilen bütün artı-değeri bir araya getiren, bunları sermaye olarak sanayi ve ticaretin emrine süren organlardır. Buraya kadar anlattıklarımızdan sonra “Bir banka size ne kadar yakın olabilir?”18 kabilinden bir soruya yanıtı Bolu’da yaşayan ve bankadan aldığı borcu ödeyemeyip intihar eden R.Ç.’nin arkasından bıraktığı nottan okuyalım: “Krizden önce bankalardan kredi aldım. Fakat krizden sonra borçlarım ikiye katlandı. Bankalar bana hiç kolaylık sağlamadı. Tüm mallarımı yok pahasına sattım. Fakat yine de borçlarımı ödeyemedim. İntiharımdan bankalar sorumludur. Devletimiz sağ olsun.”19 Sanırız bu notu okuduktan sonra her birimiz bankaları daha “yakınımızda” hissetmişizdir; eğer hissetmeyenimiz varsa onlar da bankanın nefesini ense kökünde duyumsayacak kadar yakından hissetmiştir! Fakat unutulmamalı ki “Başkalarını korkutanın, kendisi de hep bir korku içinde yaşar” (Claudius). Ve Kredi… “İlkel toplum, mübadele ilişkilerinin ve iş bölümünün genelleşmesine yol açacak kadar parçalanınca, değerlerin emek sürecinden tasarruf esasına dayanan eşdeğerliliği kavramı, aynı bir topluluğun üyeleri arasındaki yardımlaşma kavramından ağır basar. Kullanım değerleri üretimi, değiştirme değerleri üretimine oranla gerilemeye başlayınca bedava yardımın yerini çıkar karşılığı kredi verme alır.”20 Hâlbuki işbirliğine dayanan (ilkel) toplumda kredinin esamesi okunmaz; çünkü böylesi bir toplumda üretim kolektif emek üzerine kurulmuştur. Nasıl ki üretici güçler arasındaki ilkel emek birliği parçalanıp insanın insan üzerindeki emek sömürüsü bunun yerini aldı, işte o zaman kolektif düşünce yerini mülkiyetçi/rantçı/pragmatist düşünceye terk etti. Bu da kendi içinde insanlar arasında iktisadi ilişkinin eşitsizliğe dayalı sömürü ilişkisine dönmesini getirdi. Kredinin alt planının incelenmesi durumunda, ekonomik olarak gelişenle gelişmeyen arasındaki farktan/eşitsiz gelişmeden ortaya çıktığı an-

laşılabilir bir gerçektir. Gelişmiş olan, gelişmemiş olana faiz karşılığında parasının kullanım hakkını devreder, bunun karşılında gelişmemiş olan bunun için faiz öder. Ticaret nasıl ki üretimin geliştiği topluluk ile gelişmeyen topluluk arasında oluşmaya başlamışsa işte kredi de böylesi bir zorlayıcı nedenden doğmuştur. Kredi, Latince “credere” sözcüğünden türetilmiştir. Türkçe’ye Fransızca “crédit” sözcüğünden devşirilerek “kredi” olarak girmiştir. Credere, borcunu ödeyeceğine inanılan kişiye verilen parayı ifade etmektedir. Öyleyse kredi alan kişiler toplum içinde “itibar sahibi” olan kişilerdir demek hatalı olmayacaktır. Kredi kapitalist toplumun üretiminin temelini oluşturmaktadır. Dolayısıyla kredi, belirli bir süre için ödenemeyecek olan borçların finansmanı özelliğiyle aynı zamanda sistemin sürekliliğini sağlayan bir finansman tekniği olarak düşünülebilir. Kapitalist toplumda, kredinin kaynağını, halktan alınan vergiler; bankalara yatırılan küçük mevduatlar; Merkez Bankası’nın bankalara para transferi (bunu para kısmında aktarmıştık); bankalara yönlendirilen elektrik, doğalgaz, su faturaları, harç parası gibi ödemeler, (işçi-emekli) maaş ödemeleri vb. irili ufaklı birçok işletmenin mevduat hesapları ve nihayetinde bankalardan kredi kullananların ödemelerinden sağlanan dönütler oluşturmaktadır. “Günümüzde banka kredileri, bankacılık tekniği ve hukuki nitelemeler dikkate alındığında çeşitli kategorilere ayrılmaktadır. Buna göre krediler; ekonomik kullanım amacına göre tüketime dönük- üretime dönük krediler, vadelerine göre kısa, orta ve uzun vadeli krediler, kullanıldıkları sektörler açısından ticari krediler, tarım kredileri, endüstriyel krediler vb., teminat durumlarına göre açık ve teminatlı krediler, hukuki niteliği açısından da nakdi krediler ve gayri nakdi krediler olarak sınıflandırılmaktadırlar.”21 Şimdi bu alıntı içerisinde geçen başlıca kredi çeşitlerini açıklayalım: Üretim kredileri, tüketim mallarından ziyade üretim malları yatırımına verilen kredidir. Fabrikalar, makineler ve çeşitli donatımların yatırımını içermektedir. Tüketim kredileri, taksitle alım işlerinde geçerlidir. Örneğin bir kişi ev aldığı zaman bunun bedeli banka tarafından karşılanır ve banka buna karşılık ağır faizle borç alınan bedeli şişirir. Kısa vadeli kredi, mali zorluk çeken firmalara verilir. Orta vadeli kredi, sanayi teçhizatlarının yenilenmesi için verilir. Uzun vadeli krediler, bunlar yedi yıldan uzun olan kredileri kapsamakta, özel bankalar ve devlet tarafından verilmekte ve yatırımların finansmanında kullanılmaktadır. Ticari, tarım ve endüstriyel krediler ise kullanılacak sektörün ihtiyacına göre verilen kredilerdir. Açık kredi, borç alacak kimsenin kişisel imzasına güvenle açılan kredilerdir. Bu kredilerde teminat isteme gibi bir durum yoktur. Teminatlı kredi, karşılığında bir menkul kıymet veya taşınmazın temi-


şöyledir: Olası müşteriler belirlenerek beşer kişilik gruplara ayrılır. Kişiler aldıkları krediyi zamanında ödememesi durumunda diğer üyeler de kredi alamayacağı için grup üyelerinin baskısı kredinin teminatı olmaktadır. “Beş üyeden meydana gelen gruplar oluşturulmuş ve kredilerin bu gruplar temelinde dağıtılması planlanmıştır. Grup üyelerinin her biri Grameen konusunda öğrendikleriyle ilgili sınava alınmakta ve başarısız olurlarsa yalnızca kendileri değil gruptaki diğer üyeler de kredi alamamaktadırlar. Başlangıçta sadece grubun iki üyesine kredi verilmekte, bunların altı hafta boyunca geri ödemelerini düzgün bir biçimde yapmaları durumunda, iki üye daha kredi alabilmektedir. Grubun başkanı beş kişinin içinde krediyi en son alan kişidir.”22 Yunus, krediyi bir gruba vermeyi ayrıca yoksul insanın tek başınayken kendini tehlikeye daha açık hissettiğini; fakat grup düşüncesinin insana daha çok güven sağladığını söyleyerek açıklamaktadır. Aynı zamanda grup düşüncesinin insanları daha bir disipline ettiğini söylemektedir. Herhangi bir ödememe durumu yaşandığında ise banka diğer üyelere ödeme yapmama ve bir daha kredilerden faydalanamama konusunda baskı yapmaktadır. Bu da grup içinde sıkı denetimi koşullamakta ve böylece sistem sorunsuz işlemektedir. Yunus, bu sistemle yine kişisel ekonomik “kalkınma”yı hedeflediğini söylemekte ve bu söylemle de neoliberalizmin bireyselci bakış açısına göz kırpmaktadır. Bunu net bir şekilde Yunus’un ağzından duymak istiyorsak bu satırları özenle okumamızda fayda var: “Ben bugünkü tanıdığımız haliyle ‘devletin’

Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

nat gösterilmesi yoluyla alınan kredidir. Nakdi kredi, belirli bir süre karşılığında faiziyle birlikte geri alınmak üzere nakit olarak verilen kredilerdir. Bu krediye karşılık bankalar ipotek, çek veya kefalet gibi teminatlar isteyebilirler. Son olarak gayri nakdi krediler ise, bankanın kredi verdiği kişiye nakit ödemenin aksine onun borcunu yükümlenmesiyle gerçekleşen kredidir. Banka bu tarz kredilerde yükümlendiği borcun riski yüzünden komisyon almaktadır. Açıkladığımız kredi çeşitlerinde bankaların kredi verme koşulları az çok ifade edildi. Buna mukabil de bankalardan kredi alma koşullarının az çok kafamızda netleştiğini düşünüyor ve bir daha bunu açıklamayı gerekli bulmuyoruz. Bu anlattığımız kredi biçimleri ile hâlihazırda bankaların çokça yaptığı işlemler, özelliklerini sürdürmekte; günlük görevlerini idame ettirmekte, orta ve küçük esnafın ocağında “incir ağacını” yeşertmeye devam etmektedirler. Bu kredi türlerinin yanında, dünyayı kasıp kavuran, onu türlü ruh karışıklılarıyla histeri krizine sürükleyen neoliberal hegemonyanın yoksul ocaklara göz dikmesinin bir aracı olan “mikro kredi” uygulamasını incelemekte fayda var. Bir gün Bangladeşli bir ekonomi profesörü sokakta dolaşırken bambu ağacından tabure yaparak geçimini sağlayan bir kadınla karşılaşır ve kadınla sohbet etmeye başlar. Kadın adama, parasının olmamasından kaynaklı malzemeyi borçlanarak pahalıya aldığını anlatır. Kadın işlediği tabureyi sattıktan ve borcunu ödedikten sonra kendisine kalan paranın sadece 2 cent dolayında olduğunu bunun da sadece yiyeceği bir akşam yemeğinin karşılanmasına yetecek kadar olduğunu profesöre anlatır. Profesör, bu işin borçlanılmadan ne kadar bir sermayeyle yapacağını sorduğunda onun için gayet küçük bir meblağ olan 22 cent (1 cent, 1 ABD dolarının yüzde birlik kısmını ifade eder) cevabını alır. Bunun üzerine profesör o kadın gibi 42 kişiye toplamda 27 dolar gibi bir kredi sağlar. Birçok kişi o paraların geri dönmeyeceğini düşünse de verilen borçlar tam zamanında geri döner ve Prof. Muhammed Yunus, Grameen Bank’ı kurar ve bu yolla da büyük bir sermayenin sahibi olur. Yunus’un Grameen Bank’ı bugün için 81 ülkede faaliyet göstermektedir. 2006’da Yunus ve bankasına sosyal, ekonomik bir gelişme yaratmadaki çabalarından ötürü Nobel Barış Ödülü verilmiştir. 1976 yılında Çittagong Üniversitesi Kırsal Ekonomi Programı başkanı görevindeyken kırsal kesimde yaşayan insanlara kredi sağlama projesi ile başlayan ve mikro kredinin temelini atan Grameen Bank projesinin temel işleyişi

43


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

44

yasaların uygulanması ve adalet, ulusal güvenlik, dış politika dışında çoğu şeyden elini çekip “Grameen’leşmiş”; yani sosyal bilinç güdümündeki bir özel sektörün bu işlevleri devralması gerektiğine inanıyorum. Küresel serbest Pazar ekonomisine ve kapitalist araçlar kullanarak buna katılmaya inanıyorum. Serbest pazarın gücüne ve bu pazarda sermayenin gücüne inanıyorum. Yoksulluk yoksullar tarafından değil, toplumsal yapılar ve toplumun izlediği politikalar tarafından yaratılır. Bizim Bangladeş’te yaptığımız gibi yapıyı değiştirirseniz, yoksulların da yaşamlarını değiştirdiklerini görürsünüz.”23 Bu haliyle yoksullukla mücadeleyi krediyle aşma derekesine indirgeyen Yunus’un neoliberaller nazarında nereye koyulduğunu sizin takdirinize bırakıyoruz. Neoliberalizm savunucuları zaten emperyalist-kapitalist sistem içerisinde yeterince ezdikleri insanları bu gibi dâhiyane fikirlerle yeniden ezmenin

oranıyla kendi cephesinde başarıyla temsil eden Türkiye Grameen Mikro-kredi Programı’dır. Bu sistem, Dünya Bankası’ndan alınan 500 milyon dolar ve Başbakanlık’tan sağlanan 130 milyon dolar ile hayata geçirilmiştir. Bu çok açık bir biçimde göstermektedir ki bu proje devlet destekli yürütülen bir projedir (İstenildiği takdirde programın resmi sitesi olan www.tgmp.net adresinden program ile ilgili bilgi alınabilir). Şunu eklemeden geçmeyelim, bu program öncelikli olarak “fakirin fakiri kadınlara finansal hizmetler sunarak fakirliğin azaltılması” ve “Klasik Bankalar kredilendirmede erkekler üzerinde yoğunlaşırken Mikro finans kuruluşları ise kadınlara en yüksek önceliği verir” ifadeleriyle kadınları ön plana çıkarmaktadır. Aslına bakıldığında bu sistem ilk erkekler üzerinden denense de kredi geri ödemelerinde erkeklerin sınıfta kalması ibreyi kadınlara yöneltmiştir. Bangladeş’te kadınlar, aile onu-

peşindeler. “Kredinin bir insanlık hakkı olduğu inancına dayanarak oluşturulmuş olup, hiçbir şeye sahip olmayan fakir insanların kredi alırken en yüksek önceliğe sahip” olduğunu söyleyip faiz oranı olarak ticari bankaların altında kalmayan bu proje, ülkemizde de sürdürülmektedir. Bu sistemin ülkemizde, AKP Diyarbakır Milletvekili Prof. Dr. Aziz Akgül eliyle 2003 yılında kurulan, 67 şubesiyle bugüne kadar 84.313.376,00 TL kredi dağıtan ve geri dönüşü %100

runun geleneksel bekçileri olarak görülmektedir ve bu onlar için kökleşmiş bir düşüncedir. Bu haliyle kadınlara yüklenen bu “ahlaksal” görev, aynı zamanda kredinin teminatını oluşturmaktadır. Görüldüğü üzere Yunus’un ve sisteminin kadınlara yaklaşımı onları yoksulluktan “kurtarmak” değil; sosyal kontrol mekanizmalarıyla sistemlerinin işlerliğini sağlamaktır. Fakat bu sistem üzerine yapılan araştırmalarda kadınların ev içinde yapılacak işler dışındaki girişimlerde kredi


kullandığını belirterek aklımıza soktular. Geri ödemesi çok cazip olan bu krediyle ben ve eşim evi almaya karar verdik. 7 milyon Japon Yen’i çekip ayda 780 lira geri ödemeyle 10 yıllığına anlaştık. İlk iki ay hiç bir sorun yoktu, yaklaşık 800 lira gibi bir rakamı geri ödüyorduk. Üçüncü ayda artışlar başladı ve 800 liralık taksit, bir kaç ay sonra 1200 liraya yükseldi. Hızla artan Yen, kâbusumuz oldu çıktı. Ev aldık diye mutlu olmuşken, şimdi de neden aldık diye kahroluyoruz. Eşim ve benim toplam gelirimiz zaten 2 bin lirayı ancak buluyor. Evimin ekmeğini, çocuğumun geleceğini bankalara vermek, artık canımızı çok yakar oldu.”23 İşte para, işte banka, işte kredi!

Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

almada aracı olarak kullanıldığı tespit edilmiştir. Böylesine başarıya ve yaygınlığa erişmiş bir kredi sistemine karşı emperyalistlerin duyarsız kalması beklenemezdi ve öyle de oldu. Dünya Bankası ve diğer uluslar arası örgütler Bangladeş’te başarıya ulaşan bu mikro kredi uygulamasını uygulamaya başlamıştır. Hatta Hillary Clinton ve İspanya Kraliçesi Sophia bu modeli öğrenmek için Bangladeş’e gitmiştir. Bu ziyaret Bangladeş halkı tarafından ulusal bir zafer olarak kabul edilmiş ve sistemin orada yerleşmesini daha da kuvvetlendirmiştir. Bu ziyaretten daha önce ABD’nin önceliğini yaptığı Mikro Kredi Zirvesi 1997 yılında Washington’da toplanmıştır. 137 ülkeden yaklaşık 300 kişinin katıldığı zirvenin eş başkanlığını ise Hillary Clinton yapmıştır. 2005 yılı da Birleşmiş Milletler tarafından dünyada Mikro Kredi Yılı olarak kabul edilmiştir. 1970’den bu yana egemen olan serbest piyasa politikaları ve emek gücünün zayıflatılmasına yönelik stratejinin bileşiminden meydana gelen neoliberalizm, dünyada yoksulluğun katmerleşmesinde daha da özel bir çaba göstermiştir. Küresel güçlerin hâkim olduğu bir dünyada serbest ticaret anlaşmaları, sermaye hareketliliği önündeki engellerin kaldırılması, sosyal hakların geri alınması ve sendika karşıtı yasalar; işçi ve köylü kitlelerinin yoksullaşmasını daha kaçınılmaz bir hale sokmuştur. Hâlihazırda bu kadar yoksulluğun olduğu bir dünyada en iyi çözüm, yoksullara bankalar yoluyla verilen kredilerle tekrardan ekonomik sistemle bağlarını kurmak ve kendi sistemlerinin sorunsuz çalıştığını ibret-i âleme göstermektir. Fakat bunun dahi egemenlerin sömürü zincirinin bir parçası olduğunu görmek gayet basittir. Bugün dünyada ve ülkemizde yaşananlar kredi sistemi özellinde bankacılık sistemini ifşa etmektedir. Bankaların her gün yüzlerce kişiye tüketici kredisi vermesi, bunun yanında onlarcasının bunu geri ödeyememesinden ötürü evine, barkına el konması; Mortgage da denilen ipotekli konut kredisini kullanan insanların geri ödeyememesiyle başlayan ve yakın bir dönemde dünyayı kasıp kavuran küresel kriz; Japonya’da yaşanan krizle ortaya çıkan aşırı enflasyonla Japon Yen’inin son dönemlerdeki en yüksek değerine çıkması sonucu ülkemizde Japon Yen ile kredi alanların evlerini yitirmesi ve bunlara ekleyeceğimiz niceleri… Şimdi tüm bu anlattıklarımızın somutlanması adına bir Japon Yen’i mağduru olan Hakan Özcan’a kulak verelim: “Eşim ile beraber 2008 yılında ev alır mıyız alamaz mıyız diye hesap içindeydik. Bulduğumuz evlerin fiyatlarını TL kredileri ile karşılaştırdığımızda ödeyemeyeceğimiz kadar yüksek ödemeler karşımıza çıktığı için vazgeçiyorduk. Son olarak bulduğumuz ev için bize Japon Yen’i önerdiler. Son 15 yılda Japon Yeni’nde ciddi bir artışın olmadığı, hatta çoğu bankacının da şahsen bu krediyi

Dipnotlar: 1. Maurice Bouvier - Ajam Jesus Ibarrola - Nıcolas Pasquarelli, Marksist Ekonomi Sözlüğü, Sosyal Yayınları, İstanbul-1977, sf. 416 2. İsmihan Demir, Türkiye’de Para Politikası Uygulamaları ve Enflasyon Hedeflemesi, Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi-Finansal Piyasalar ve Yatırım Yönetimi Bilim Dalı, İstanbul-2007, sf.4 3. Karl Marx, Kapital-1. Cilt, 9.B, Sol Yayınları, Ankara2009, sf. 81 4. Yarda: 91,4 santimetrelik İngiliz uzunluk ölçüsü birimi 5. Karl Marx, a.g.e. sf. 60 6. Sir Samuel Baker’den aktaran Ernest Mandel, Marksist Ekonomi El Kitabı, 3.B, İstanbul-2008, sf.69 7. Karl Marx, a.g.e. sf.80 8. Karl Marx, a.g.e. sf.81 9. Ernest Mandel, a.g.e. sf.73 10. SSCB Ekonomi Enstitüsü Bilimler Akademisi, Politik Ekonomi 1.Cilt, 2.B, İnter Yayınları, Ankara, 1996, sf.106 11. Karl Marx, a.g.e. sf. 103 12. Karl Marx, a.g.e. sf.147-148 13. Nikitin, Ekonomi Politik, 9.B, Sol Yayınları, Ankara2005, sf.61-62 14. Karl Marx, a.g.e. sf. 724 15. Maurice Bouvier - Ajam Jesus Ibarrola - Nıcolas Pasquarelli, a.g.e. sf.51 16. Ernest Mandel, a.g.e. sf.199 17. V.İ. Lenin, Kapitalizmin Son Aşaması: Emperyalizm, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ankara-1998, sf.16-17 18. Anadolu Bank ticari sloganıdır. 19. Bianet (Bağımsız İletişim Ağı), http://bianet.org/bianet/toplum/3993-intiharimdan-bankalar-sorumludur 20. Orhan Hançerlioğlu, Ekonomi Sözlüğü, 10.B, Remzi Kitabevi, İstanbul-2006, Sf.247-248 21. Onur Yalçın, Banka Kredi Sözleşmelerinde Yer Alan Genel Kayıtların Hukuksal Geçerliliği, Yüksek Lisans Tezi, Galatasaray Üniversitesi-Özel Hukuk Anabilim Dalı, İstanbul-2005, sf.11 22. Emel Polat, Neoliberalizmin Kalkınma Söylemi ve Yoksullukla Mücadele Yöntemi Olarak Mikro Kredi: Örnek Ülke Deneyimleri ve Türkiye, Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi-Ekonomik Kalkınma ve Büyüme Bilim Dalı, Ankara-2010, sf.58 23. Muhammed Yunus’tan aktaran Emel Polat, a.g.e. sf.61-62 24. Haber7.com, http://www.haber7.com/haber/20101222/Japon-yeni-magdurlari-yapilandirma-istiyor.php

45


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

? z u r o iy d E t a a İt e y e it r o t O n e Ned

46

Hızlı ve köklü değişimlere sahne olan tarihsel süreçte insan, tarihin akışı içinde kendini geliştirmekte ve tarihsel bir değişime uğramaktadır. Toplumsal bir varlık olan insan kendi tarihini yarattığı oranda kendini yaratmıştır. Ve tarih bilinçli insan faaliyetinin kendisidir. Bilincinden bağımsız ele alamayacağımız insanın, maddi koşulların belirli süreçlerde değişen karakteri insan bilincinde yansımasını bulur. Savaşlara, yıkımlara, soykırımlara kısaca sürekli değişen maddi yaşama tanık olan insanın bilincinde oluşan algıların incelenip anlaşılması kolay olmasa da bu yazımızda insan bilincinin geçirdiği tarihsel süreçte yapılanan bir algısına değineceğiz: Otoriteye itaat. İnsan itaat etmeye eğilimli midir? İtaat insan karakterinin “doğuştan gelen” bir özelliği midir? Yaşam koşulları mı insan bilincinde otoriteye itaat algısını oluşturmuştur? Bu tür sorulara cevap bulmaktan ziyade ‘otoriteye itaat’in şaşırtıcı boyutlara vardığı bilimsel bir deneyi inceleyeceğiz.

Otoriteye “itaat” deneyi “Otoriteye itaat” deneyini gerçekleştiren Yale Üniversitesi’nin psikologu Stanley Milgram, savaş koşullarında bulunan insanların Nazi kamplarında otoriteye itaatle gerçekleştirdiği kırımı, günlük yaşantıda da otorite ile karşılaştığında aynı davranışlarını sergileyebileceğini görebilmek için deneyi uygulamıştır¹. Gönüllü katılımcıların olduğu bu deneyde, katılımcılara deneyin “ceza yönteminin öğrenme üzerindeki etkisini” araştıran bir çalışma olduğu söylenmiştir. Gazeteye verilen bir ilan ile bireyler deneye katılmışlardır ve katılımcılara cüzi miktarda para verilmiştir. Ve katılan her bireye, deneyden çekilme hakkının olduğu da belirtilmiştir; fakat deneyin asıl amacı deneyden sonra katılımcılara açıklanmıştır. Deneyde iki rol bulunmaktadır: Bireylerden biri öğretmen ve diğeri de öğrenci rolünde olacaktır ve bu roller kurayla belirlenecektir. Deneye katılanlardan biri her zaman deney çalışmasının bir elemanıdır ve kura için çekilecek kağıtların her ikisinde de ‘öğretmen’ yazmaktadır. Yani


Milgram, Nazi kamplarında insanların ‘erk’ baskısı altında yaptıklarından yola çıkarak günlük hayatımızda otorite figürlerinin bireylere neler yaptırabileceğini göstermeye çalışmıştır. Katılımcıların %65’i deneyi sonuna kadar sürdürmüş, hatta belirli bir voltaj oranından sonra öğrencinin ölüm tehlikesi olduğunu bildikleri halde deneye devam etmişlerdir. Aslında ‘otorite figürlerine itaat’in bireylere neler yaptırabileceğini sadece bir deneyde değil günlük hayatta da çok rahat gözlemleyebiliriz. Çünkü toplumumuzda bireyler arası ilişkilerde, medya ya da başka kanallar yoluyla İtaat/Biat kültürünün yaratıldığını görüyoruz. Özellikle medyada, son zamanlarda haddi hesabı olmayan ve her gün geçtikçe yenisinin türediği ‘talk show’lar, ‘izdivaç’ ve ‘yarışma’ programlarının sunucuları, Milgram deneyini her gün canlandırıyorlar. Yüzler ya da formatlar farklı olsa da amaçlar hep aynıdır: ‘ne kadar itaatkar olursan o kadar kazançlı olursun’. Program katılımcıları, irade ve yetkilerini tamamen program sunucularına teslim etmişlerdir ve biat ettikleri oranda da kendilerini güvende ve rahat hissetmektedirler. Bu noktada bireylerin vicdanları da devreye girmektedir. Küçük itaatsiz bir davranış ya da karşı çıkış anında bireyler, hem katılımcılar hem de sunucu tarafından ya aşağılanırlar ya da dışlanırlar. Bu yüzden içinde bulundukları formatın gönüllü emektarları gibi davranır, sunucularına biat etmeye devam ederler. Bu durum bize bireylerin, hoşnut etmeye gönüllü oldukları ve hoşnutsuzluğuna maruz kalmaktan korktukları bireylere itaat etmeye daha fazla eğilimli olduklarını gösterir. Ve çoğu zaman bu yüzden bireylerde itaatsizliğe karşı bir korku gelişir.

Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

katılımcının öğretmen olması kaçınılmazdır. Öğretmen (katılımcı) ve öğrenci (deney grubunun elamanı) ayrı odalara yerleştirilirler, birbirlerini görmezler; fakat birbirlerinin sesini duyarlar. Deney esnasında öğretmenin (katılımcının) yanında otorite figürü olarak duran deney gözlemcisi vardır. Deney gözlemcisi, öğrencinin vereceği yanlış cevapta alacağı şokun etkisini anlayabilmesi için öğretmene (deneğe) deney öncesinde 45 voltluk elektro şok uygular. Katılımcı, üç aşamaya bölünmüş elektro şok sisteminin karşısına oturtulur ve deney gözlemcisi düzeneği nasıl kullanacağını anlatır. Öğretmene, öğrenciye öğretmesi için sözcük çiftlerinden oluşan bir liste verilir ve öğretmen bu sözcük çiftlerini öğrenciye bir kere okuyarak işe başlar. Daha sonra öğretmen, sözcük çiftlerinin ilk sözcüklerini okur ve okuduğu her sözcükten sonra sözcük çiftlerini bulması için öğrenciye dört seçenek sunar. Öğrenci, doğru olduğunu düşündüğü her seçenek için bir cevap düğmesine basar. Cevap doğru ise öğretmen bir sonraki soruya geçer; cevap yanlış ise öğrenci her yanlış cevap için artan elektrik şokuna maruz kalır. Denek (öğretmen), her yanlış cevap için öğrencinin elektrik şokuna maruz kaldığını bilse de; gerçekte şok uygulanmamaktadır. Öğrenci (deney grubunun elemanı), soruları cevapladığı odaya geçtiğinde, elektroşok makinesine bağlı bir ses kayıt cihazını devreye sokar. Cihaz, her şok seviyesine göre kaydedilmiş çığlık ya da yakarma sesleri içerir. Voltajın belirli bir seviyeye gelmesinden sonra öğrenci bulunduğu yerde duvarı yumruklamaya, ya da kalp rahatsızlığı gibi ciddi hastalığının olduğunu söylemeye başlar. İşte bu noktada bazı denekler durumu sorgulamaya başlasa da deney gözlemcisinden sözlü uyarılar alırlar. Bu uyarılar, ‘Lütfen devam edin’, ‘Deney için devam etmeniz gerekiyor’, ‘Devam etmeniz kesinlikle çok önemli’, ‘Başka seçeneğiniz yok, devam etmek zorundasınız’ gibi dört cümleden oluşur. Denek bu dört uyarıdan sonra hala devam edemeyeceğini bildiriyorsa deney durdurulur. Deneye devam edildiği aşamada ise en yüksek şok miktarı olan 450 volt üç defa uygulandıktan sonra deney sonuçlandırılır. Ve şaşırtıcı sonuç: İlk deneyde katılımcıların %65’i durumdan rahatsız olsalar da en yüksek şok miktarı olan 450 voltu uygulamışlardır. İlk deney ABD’de uygulanmıştır fakat daha sonra İngiltere, Avustralya, Avusturya, İspanya gibi ülkelerde de uygulanmış ve yakın sonuçlar elde edilmiştir. Yaklaşık 50 yıl sonra deney, Jerry Burger tarafından tekrarlandı. Deney düzeneğinde belirli farklılıklar mevcuttu fakat deneyler tam anlamıyla farklı değildi. Her iki deneyde de 150 volt denekler için bir kırılma noktası olsa da çoğu katılımcı deneyi sonuna kadar sürdürmüştür.

Toplum “itaatsizlik”ten neden korkar? İtaat etmek bize, anne babalarımız, patronlar; biraz eskiye gidersek derebeyleri, krallar, kısaca otorite figürleri tarafından bir erdem olarak öğretildi. Otoriteye itaatsizlik ise ahlak dışı bir davranış ve günah olarak lanse edildi. Örneğin, çoğu kültürde aile içinde anne-babaya itaat etmek zaruridir ve etmeyen birey saygısız olarak damgalanır. İş koşullarında, patronuna itaat etmeyenin yaşam garantisi yoktur. Geçmiş tarihe baktığımızda halk, derebeyine ya da krala kayıtsız şartsız boyun eğmelidir çünkü onlar tanrının yeryüzündeki gölgeleridir ve boyun eğmezlerse cezalandırılırlar. İşte bu anlattıklarımız itaatsizlikten neden bu denli korkulduğunun gerekçeleridir. Çünkü itaat etmezseniz eğer, ya toplum tarafından dışlanırım ya da güvenli bir yaşam sürdüremem gibi düşücelerin baskısı altına alınırsınız. Yaratılan ‘gönüllü itaat kültürü’nün yanı sıra, itaatin sistematik olarak dayatıldığı devlet kurumlarından

47


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

da bahsetmek yerinde olacaktır. Bu kurumlardan en önemlisi ‘hapishanelerdir’. Düzenin köhnemiş sistemine “itaat” etmeyerek sınıfsız bir dünyanın mücadelesini veren devrimcilerin sistemin yapısına uymayan düşüncelerinin ‘hastalıklı’ olarak atfedilmesi sonucu F tiplerinde ‘rehabilitasyon’a tabi tutulmaları, devletin itaatsizliğe karşı kurumsallaştırılmış ‘ceza’ organı olan hapishanelerin ne amaçla kullanıldığını göstermektedir. F tiplerindeki ‘rehabilitasyonun’ temel amacı bireyin devlete ve düzene koşulsuz itaatini sağlamaktan başka bir şey değildir. Devlet, esareti altına alamadığı düşüncelerin sahiplerine her türden şiddet ve işkenceyi uygulayarak kendisine kayıtsız şartsız itaati sağlamaya çalışmaktadır. İşte devlet sisteminin ve toplumsal yapının temel davranışı olarak bireylerde içselleştirilemeye çalışılan ‘itaat kültürü’, bireyin itaatsiz bir davranış sonucu dışlanması ya da bu davranışın tehlikeli görülerek cezalandırılmasını içermektedir. Tam bu noktada bireyin itaatsizlikten neden bu kadar korktuğunu anlamış oluyoruz.

Peki, itaatsizlik gerçekte bu kadar kötü bir şey mi?

48

Evet itaatsizlikten korkuyor ve kaçınıyoruz. Oysa mitolojide ve hatta tek tanrılı dinlerde bile insanlığın tarihi itaatsizlikle başlamıştır. Dine göre tarih, “Adem ile Havva”nın cennetteki düzene itaatsizliği ile başlamıştır, ‘yasak elma’dan almak onların cennetle bağını koparmıştır. İtaatsizlik ile başlayan tarihleri onları doğa ile savaşıma sokmuş ve insan olmayı öğrenmeye başlamışlardır. “Adem ile Havva” mitindeki itaatsizlik aslında insanlık tarihinin değişim ve gelişimi için itici güçlerden yalnızca bir tanesidir. Bu değişim ve gelişim, insanların kendi inanç ve düşünceleri için var olan otoriteye karşı çıkma cesaretlerinin bir sonucudur.

Değişimi yok sayan, yeni düşüncelerin önünde engel teşkil eden geleneksel düşüncelerin sürdürücüleri olan otoriteye itaatsizlik toplumsal değişimlerin gerçekleşmesini, yeni düşünce sistemlerinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Şimdiye kadar dile getirdiklerimizden, tek başına itaatsizliğin bir erdem ya da itaatkarlığın ise yanlış bir tutum olduğu çıkarsamasına varılmamalıdır. Böyle bir çıkarsama bir şeye itaat ettiğimiz noktada karşıtına itaatsiz davrandığımız durumunu yadsır. Yani bir bireyin otoriteye itaatsizliği, onun otorite dışındaki kendi düşünce ve inançlarına itaatinin bir sonucudur, fakat bu noktada da bireyin itaat ettiği kendi düşüncesinin değişmeyeceği sonucuna varılmamalıdır. Aynı zamanda yanlış anlaşılmaması gereken bir diğer durum da yine tek başına itaatsizliğin, değişimin ya da gelişimin itici gücü olduğu algısıdır. Otoriteye itaatsizlik tek başına değişimi ya da gelişimi yaratamaz. Bireyin sahip olduğu zihinsel gelişmişlik düzeyi otoriteye itaatsizliğin gerçekleşmesinde öneme sahip elemanlardandır. Buna aynı zamanda cüret de diyebiliriz. Değişimi isteyenlerin cüret etme kapasitesi otoriteye karşı çıkışı yaratır. Son olarak, tarih belirli dönemlerde otoritenin ortadan kaldırılması ya da çeşitli otoritelerin yaratılmasına sahne olmuştur. Devlet, aile ve toplumsal düzen içinde var olan otoriteye karşı mücadele etmek insanın bağımsız kişilik geliştirmesi için en önemli zemindir². Değişimden yana olan, kendini bilime ve özgürlüğe adayanların, onları susturmaya ve engellemeye çalışan otoritelere karşı sahip oldukları ideolojiye sarılarak cüretle mücadeleleri arzulanan değişimin gerçekleşmesini kaçınılmaz kılacaktır. Dipnotlar: 1-http://www.savaskarsitlari.org/arsiv.asp?ArsivTipID= 1&ArsivAnaID=49541 2- Erich Fromm, İtaatsizlik Üzerine Denemeler, İstanbul: Gümüş Basımevi, 1987


Din - Büyü İlişkisi İçerisinde; e Uygarlığın Başlangıcından Günümüz şayan Toplumsal Dokunun Çatlaklarında Ya

ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

‘Erken Bilim’ -I-

Ahmet Kerim Gültekin1

İnsanoğlunun toplumsal varlığının en önemli yaratımlarından olan tinsel âlem ya da bir başka tabirle, kültür kuramının manevi boyutunu oluşturan öğelerin önemli bir bölümü, çeşitli insan ve toplum bilimlerinde çalışan araştırmacıların çoğunluğunca, doğaüstü varlıklar ve güçlere ilişkin zihinsel tutumlar ve davranış örüntüleri2 olarak tanımlanmışlardır. İnsan ve toplum bilimleri literatürü içerisinde, en genel kavramlar uyarınca, ‘Büyü’ ve ‘Din’ olarak tanımlanagelen söz konusu düşünceler ve örgütlü davranışlar, çoğunlukla, insan toplumlarının geçim biçimlerinde ve yaşam biçimlerinde yaşanan değişimlere paralel olarak evrimleştikleri öngörülen düşün biçimlerinin, araştırma nesneleri haline getirildikleri çeşitli tartışmalarda, uygarlık öncesi ve sonrasına işaret eden, doğaüstüne dair kategorileştirilmiş insan edimlerini ve tasarımlarını kapsayan nitelikler taşımaktadırlar. Tartışmamız bu kategorilerin işaret ettikleri düşünsel tutumların ve insan edimlerinin, tarihsel gelişim seyirleri içerisinde, karşılıklı ilişkilerine ve etkileşimlerine ilgi yöneltecektir.

Paleolitik dönem doğaüstüne dair inançlar ve örgütlü toplumsal uygulamalar üzerine kısaca... Orta Yontma Taş Çağı’nda yaşamış olan eski insan türlerinden Neandertaller ve onlardan günümüze kalan bulgular; kendilerinden önceki insan türlerinde rastlanmayacak ölçülerde, yaratmış oldukları kültürün tinsel boyutuna dair hatta daha da özele indirgersek tasarımladıkları doğaüstü evrene dair, aydınlatıcı bilgiler sunmaktadırlar. Bu bulgulardan hareketle, Neandertaller’i ilk ölü gömme adetinin başlatıcıları olarak kabul etmek abartılı olmayacaktır. Neandertal insanları, ölülerini yaşadıkları yerlerin hemen yakınlarına gömüyorlar ve ölünün yanına farklı hayvan kemikleri, keçi ve geyik boynuzları, mamut kürek kemikleri ve çeşitli çiçekler koyuyorlardı. Mezar özenle (bilinçli bir şekilde) hazırlanıyor, taşlar yerleştiriliyor hatta kimi yerlerde, kırmızı toprak ile doldurularak, ölü buraya ‘cenin’ pozisyonunda yatırılıyordu. Kimi zaman da ölüler, hayvan dişleri, kemikler ve fildişinden yapılmış çeşitli süs eşyaları ile gömülüyorlardı. Araştırmacıla-

49


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

50

rın, ekseriyetle, buradan çıkardıkları sonuçlar; bu dönemde ‘ölüm’ olgusunun belirli bir varoluş gerilimine yol açtığı ve Neandertallerin de buna karşılık yarattıkları tasarımlar ile çeşitli cevaplar ürettikleri yönündedir. Kırmızı toprağın ‘kan’ı yani ‘yaşam’ı, cenin pozisyonunun ise ‘yeniden doğum’u simgelediği yönündeki görüşler ağırlıktadır.3 Bazı Batı ve Kuzey Avrupa Neandertal yerleşkelerinde yapılan kazılarda ortaya çıkan sonuçlar, Neandertallerdeki doğaüstüne dair tasarımlara ve örgütlü toplumsal davranışlara çok daha net ışık tutuyor görünmektedirler; “ …İsviçre’de bir mağarada Neandertal mezarı, üstü tümüyle ayı kafataslarıyla kaplı olarak bulundu. Öte yandan, Fransa’da Regourdou adlı mağarada 20 kadar mağara ayısı kafatası bir mezarda ölünün üstüne yığılmış şekilde ortaya çıkarıldı. Mezar, 1 ton

daha fazla yaşadıkları anlaşılan, çeşitli tıbbi müdahalelerden geçtikleri görülen ve kanibalist (yamyamlık) bir kültür taşıdıkları yönünde ipuçları veren örnekleri irdeleyerek tüm bu örneklerin, yavaş yavaş ayrışan ve karmaşıklaşan örgütlü toplumsal yaşamın çıktıları olarak değerlendirmektedir. Kanibalist özellikler gösteren Neandertallerdeki durumun ise, bazı homoerektuslardan farklı olarak, kültürel bir çıktı olarak kavranması gerektiğini savunmaktadır.5 Nitekim bu topluluklarda gerek ölüm sonrasına dair birtakım kurguların ürünleri oldukları anlaşılan ölü gömme pratikleri gerekse bazı yerleşkelerde, daha sonraki homosapienslerde de görülecek olan, ayı kültünü andırır pratikler; Neandertallerin doğaüstüne dair çeşitli tasarımlar ve bu tasarımların öngördüğü örgütlü davranışlara (ritüeller) sahip ol-

ağırlığında bir yassı taşla kapatılmıştı. Neandertallerin aile mezarlıkları da vardı. Nitekim Fransa’da Le Moustier’de bir mezardan üç çocuk ve iki erişkine ait iskelet kalıntıları çıkarıldı. Aynı mağaranın zemininde ayrıca çok sayıda küçük çukurlar bulundu. Bunlara yiyecekler ve aletler konmuştu… ”4 Özbek devamla Irak, Fransa ve Yugoslavya’da elde edilen bulguları; ortalama yaşam süresinden

duklarını ve böylelikle, doğal bütünlükten yavaş yavaş, ihtiyaçlarının koşulladığı edimleri dolayımı ile kopan ve en nihayetinde de geri dönülmez bir biçimde doğayı kontrol altına alan bir türün erken dönem temsilcilerinden biri olarak ‘kültür’ün yaratıcısı ve devamcısı olduklarını kanıtlamaktadır. Neandertal kültürün bulguları, doğaüstüne dair düşüncelerin ve örgütlü davranışların ilk kayıt ta-


hakkında öne sürdükleri ile Berktay’ın görüşleri, konuyu aydınlatması bakımından önemlidir; “Tekniğin hemen tamamen yiyecek toplayıcılık ve en basit avcılık usulleri ile sınırlı olduğu şartlarda, her ilkel sürü ancak çok dar bir gıda rejimi gerçekleştirebiliyordu. Küçük gezgin sürüler yaşayabilmek için bütün çabalarını tek bir hayvan veya bitki türünün avlanması ve toplanmasında yoğunlaştırıyor, bu konuda uzmanlaşıyor, giderek ele geçirilmesinde uzmanlaştıkları ve gıda rejimlerini dayandırdıkları bu hayvan veya bitki türünün üreme alanları üzerinde toplanıyorlardı. Keza bu ilkel sürüler, üzerinde uzmanlaştıkları hayvan ve bitki türünün çoğalması için bir “çoğalma töreni” yapıyorlardı. Çoğalma töreni eğer üzerinde uzmanlaşılan tür bir bitki ise, bu bitkinin büyüyüşünün; hayvan ise, bu hayvanın ayırt edici huylarının, hareketlerinin, seslerinin ve (bazı hallerde) onu yakalama ve öldürme eyleminin dramatik temsilini içeriyordu. ...Bu tip törenlerin başlangıçtaki hedefi, doğrudan doğruya o hayvan veya bitki türünün davranışlarının iyice öğrenilmesini sağlamak ve onu yakalamada ustalaşmaktı. Başka bir deyişle, her ilkel sürü, belli bir türün üreme alanlarında toplanmış ve sadece o türün ele geçirilmesinin gerçek tekniğinde değil, aynı zamanda tekniği takviye eden mimetik provalarda da uzmanlaşmış bulunuyordu.”8 Özbudun’un Leroi-Gourhan’dan aktardığı üzere, erkek figürlerinin genellikle ‘av’ ile ilgili sahnelerde betimlenmiş olmaları durumu Berktay’ın, avın yakalanma ve öldürülme eylemlerinin aktarımında, erkeklerin temsillerde üstlenmiş olabilecekleri toplumsal role de işaret eder görünmektedir. Bu durum, aynı zamanda, toplumsal rol ve statüler üzerine de tartışılabilecek bir veri sunmaktadır. Ek olarak, av eyleminin kutsanmasında söz konusu figürlerin üstlenmiş olabilecekleri doğaüstü bir işlev de kuvvetle muhtemeldir. Bu durumda, bir çeşit ‘benzeşi büyüsü’nün9 varlığı ya da en azından majik birtakım pratiklerin varlığı, üzerinde düşünülmeye değer önermelerdir. ‘Paleolitik Venüsler’ de bu dönemin en ilgi çekici kültürel çıktılarıdır. Pireneler’den Don Havzası’na uzanan 2000 km’lik bir bölgede, MÖ 25.000 – 23.000 yılları arasına tarihlenen ve birçoğu yerleşkeler civarında bulunmuş altmışın üzerinde kadın figürü, ana-tanrıça kültünden ocak kültünün temsilcilerine ve ana yanlı soy kuramlarına kadar bir çok önermenin temel malzemesini oluşturmuştur. Bu dönemde ‘kadın’ imgesinin ‘kutsal olan’la ilişkilendirilmesinin sebeplerine dair bir deneme de Özbudun’da vardır; “ …doğurganlık süresince erkeğin rolünün bi-

Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

rihini Orta Paleolitik’e not düşse de bu, araştırmacıların üzerinde hemfikir oldukları bir başlangıç noktasına işaret etmekten uzak bir tarihsel kesittir. Zira söz konusu zaman dilimi, ortak bir ön kabul ile tinsel tasarımların varlığı sorunsalında bir ‘milat’ değil, sadece arkeolojik verilerin ışığında gidilebilecek en uzak noktayı temsil etmektedir. Bundan gerisi, şüphesiz, bilimsel kanıtlara muhtaç spekülatif bir alandır. Bu spekülasyonlardan birisine ‘uç’ diyebileceğimiz bir örnek Campbell’den gelir. Campbell, doğaüstüne ilişkin olarak tanımlanabilecek tutum ve davranışları, bir takım avadanlıkların gelişimine ve ilerleyen süreç içerisinde farklılaşan doğaüstü imgelerine bağlı olarak beş farklı evrede kategorize eder ve ilk kategoriyi MÖ 600 bine tarihler. Bu dönemde yaşamış Plesianthropus avcılar tarafından, yakaladıkları av hayvanlarının kuyruk ve kafalarının koparılarak çeşitli büyüsel içerikli uygulamalara dahil edilip edilmediklerini tartışır.6 Campbell’in ilk evresinin, insanlığın doğadan kopuşu ve sosyo-kültürel evrimi düşünüldüğünde oldukça erken bir tarihe işaret etmekte olduğu görülür. Ancak şurası açıktır ki insan doğadan uzaklaştıkça ve kendine içkin evreni yarattıkça, bu evrenin asli bileşenlerinden olan doğaüstü de insanın ‘kendini duyuşu’ anlamında gelişip çeşitlenmektedir. Neolitik dönem öncesi uzun yüz bin yıllarda insan topluluklarının temel geçim biçimlerinin avcılık ve toplayıcılık olduğu bilinmektedir. Bu bakımdan, dönemin hâkim doğaüstü imgeleri de ‘av hayvanları’ndan oluşmaktadır. Zira Paleolitikten günümüze, söz konusu tasarımların varlığını kanıtlayan ya da en azından olanlar üzerine, eldeki diğer veriler ışığında, konuşulmasını ve tartışılmasını olanaklı kılan en önemli kanıtlardan birisi de bu dönemden kalan duvar resimleridir. Paleolitik duvar resimleri üzerine çalışmış olan Leori-Gourhan, resimleri üç konuda sınıflamış (hayvanlar, insanlar ve imler) ve oranlarını şöyle vermiştir; at - %24, imler – %15, bizon - %15, ren geyiği – %6.5, boğa - %5, geyik - %4.5, erkek - %4, ayı %3, balık - %3, kadın - %2.5, felin - %2, kuş - %1, mamut - %1, gergedan - %1 ve deve, sığır, kurt, sırtlan, yılan vb. hayvanlar ise %1’den daha az veya kuşkuludur.7 Şüphesiz, bu alıntıdaki verilerin Paleolitik dönemin, insanının tasarımsal evrenini ne ölçüde karşıladığı tartışmaya açıktır. Ancak, bu geniş kapsamlı çalışmada ortaya çıkan sonuçların tümünün insan toplumsallığının yaşamsal düzeyde bağımlı olduğu çevresel faktörleri yansıtması da dikkat çekicidir. Bu noktadan hareketle, avcı-toplayıcıların düşün biçimlerini yaratan dönemsel geçim biçimi

51


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

52

linmediği bir tarihsel durakta kan, süt ve bebek üretebilen kadın bedeninin erkeklerin imgelemlerinde uyandırdığı ürküyle karışık hayranlığın bir ifadesi de olabilecekleridir.”10 Günümüz itibari ile geriye dönük tarihsel bilgi birikimi ve bilimsel kanıtların ışığında,Paleolitik dönem doğaüstü tutum ve davranışlara ilişkin söyleyebileceklerimizin özetidir; avcı-toplayıcıların doğaüstü evrenlerinin taşıdıkları muhtevanın ‘bereket’, ‘çoğaltma’ ya da toplumsal varlığı ilgilendiren bir başka yaşamsal ‘kök mesele’de şekillenmiş oldukları ve esasen birtakım pratikler aracılığı ile ilişkiye geçilen güçler karşısında ‘edilgen’ değil; tersine ‘aktif’ ve ‘zorlayıcı’ bir karakter taşımış olduklarıdır.

Neolitik’e geçiş ve doğaüstü Paleolitik’i takip eden Neolitik dönem, doğada sıradan bileşenleri ile kıyaslandığında işlevleri, katkıları ile birlikte süre giden döngü içerisinde diğer türlerden çok da farkı olmayan bir türün milyon yılları bulan biyolojik ve kültürel evriminin bir getirisi olarak eskiyle kıyaslandığında büyük bir hızla doğal çevreden ayrıştığı ve bu çevreyi kendi kuramsal amaçları doğrultusunda değiştirme sürecine girdiği bir dönem olarak bilinmektedir. Bu dönem, başlangıcından günümüze kadar olan süreçte yaşanan gelişmeler göz önüne alındığında, insan türünün kültürel boyutundaki muazzam gelişmelerin temel başlangıç noktası olması itibariyle, birçok insan ve toplum bilimci tarafından uygarlığa geçiş süreci olarak da tanımlanmıştır. İnsanoğlu, doğaya tabi olmaktan çıkmış, ‘doğal’ olanı ‘kültürel’ olana evrilterek varlığını güvence altına almış ve giderek artan bir hızla çevresini kendisine tabi kılmaya başlamıştır. Şüphesiz, doğaüstüne dair düşünceler ve pratikler de bu hızlı kültürel değişimden etkilenmişler ve yeni maddimanevi kültürel belirleyenler uyarınca farklı biçimlere evrilmişlerdir. Yazının icadına kadar olan sürecin, sosyo-kültürel tezahürlerinin, esasen arkeolojik bulguların ışığında tasarımlanıyor olması, kuramsal düzeyde, Neolitik dönemi de Paleolitik’te olduğu kadar tartışmaya açık bir pozisyonda bırakmakla birlikte; gerek arkeolojinin ya da bu disiplin ile eşgüdüm halinde insanlığın geçmişine dair söz söyleyen diğer disiplinlerin, ilgili bulguları esas olarak yazı sonrası uygarlıkların sosyo-kültürel mirası üzerinden açıklıyor, anlamlandırıyor oluşları gerekse yazının icadı ile birlikte somut kanıtlara kavuşan ‘toplumsal hafıza’nın hatırladığı ya da bir başka ifade ile idealize ettiği (efsaneleştirdiği, mitleştirdiği) geçmişin, Neolitik kültüre tekabül ediyor oluşu, yukarıda bahsettiğimiz spekülatif alana dair geliştirilen açıklamaları, Paleolitik süreç ile kıyaslanamayacak ölçüde, güvenilir kılmaktadır. Paleolitik dönem doğaüstüne ilişkin düşünce ve uygulamaların ölü gömme pratikleri11, hayvan betimlemeleri ve kadın figürleri gibi üç başat konunun üzerinden, Neolitik’te devam eden sürecin temel belirleyenleri olduğunu savunan Özbudun, Neolitik dönem inanç ve pratiklerini şöyle tanımlamaktadır; “... neolitik yerleşimlerinin ‘din’inin bir ata kültünün yanı sıra, doğanın öngörülmez koşullarını insan yararına çevirerek ürünü güvence altına almaya yönelik, bu amaçla doğal olayları denetlediği varsayılan güçleri kanlı-kansız sunularla, çalgılı, danslı ayinlerle etkilemeye çalışan, dişil unsurun ağır bastığı, dolayısıyla olasılıkla kadınların kült görevlerinde başat rolü oynadığı bir inanç ve tapınım sistemi olduğu söylenebilir.”12 Neolitik dönem süresince maddi kültür öğelerinde yaşanan gelişmelerin ortaya çıkardığı ilk sonuçlardan birisi, ticaret olgusu ile de doğrudan ilintili


ları kadardır. Ancak bu bilgi başlangıçta, tıpkı diğer canlılarda da olduğu gibi, bilinçsizdir. Biyolojik evrimin getirileri, bu bilinçsizliği, koşulladığı kültürel çıktılar dolayımı ile başlangıçta ağır; devam eden süreçte ise hızlanan bir tempo ile azaltmış ve doğa–insan etkileşiminde tek taraflı üstünlüğe evriltene dek ilerlemiştir. “İlkel (‘İlk’ olarak da okunabilir b.n.) insanın evrimiyle insanın kendinin bilincinde olması durumu ortaya çıkar. Bu bir duygu olarak, yalnızca eylemin dürtüsüyle değil, anımsanabilen, algılamanın nesnesi olabilen ve dışsallaştırılabilen bir duygu olarak doğar.”15 Henüz insan, doğada bir yabancıdır. Çevresel et-

“... İ.Ö. 2900 dolaylarında Güney Mezopotamya artık, tapınak çevresinde örgütlenmiş, bağımsız idari yapılara sahip, okur-yazar, ruhban-seküler yöneticilerin çiftçi ve zanaatçıları düzenli vergiye bağladığı bir site-devletler uygarlığıdır.”14

menlerin, uyaranların açığa çıkardığı bilgi/duygu bireyde tanımlı, fakat örgütsüzdür. Sürü hayatının, erken işbölümüne kaydığı süreçten itibaren ise ortak geçim faaliyetinin (avlanma-toplama) ve ortak geçim araçlarının belirlediği kolektif emek süreci içerisinde, doğada çevresel etmenlerin belirleyiciliğinde savrulan insan giderek artan bir hızla yaşamını örgütler. “Bireyde bir dizi değişik deneyime ortak bir tepki olarak doğan duygu, tavır haline gelir. Sonra da dışsal ve benzer olduğu için grubun ortak etkinliğini gerçekliğin dünyası içinde billurlaştırarak, grubun toplumsal kullanımına giren bir isim olur. Duygu, benzer bir davranış içerdiği veya benzer bir davranıştan temellendiği için, sözcük yardımıyla dış dünyanın değişik görüngülerine göre toplumsal davranışın düzenlenmesinin aracı haline gelir. Her biri

Doğada kaybolan insanın kendini duyuşu, ‘büyü’; uygarlıkta kaybolan insanın kendini duyuşu, ‘din’ İlkel sürüden Ön Asya’nın ilk devletlerine (ya da başka bir ifade ile uygarlığın başlangıcına) dek, doğanın sıradan bir parçası olan insanın kendini duyuşu; milyonlarca yıl boyunca tıpkı diğer canlıların, kendilerini çevreleyen gerçeklikler evrenine ilişkin bilgilerini edindikleri gibidir, yani doğadaki nedenselliklere ilişkin tecrübelerinden çıkarsadık-

Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

olan kentleşme olgusudur. Kabilenin sınırlı dünyasından, nüfusları binlerle ifadelendirilen neolitik yerleşmelere dek, kentleşmenin en önemli getirileri, çiftçi-zanaatçıların, dini–yönetici sınıfların ortaya çıkışına kadar uzanan bir dizi toplumsal yapı değişikliğini kapsamaktadır. Dolayısıyla, ‘değişen dünya’nın insanları, giderek karmaşıklaşan yaşamı, Paleolitik’e nazaran daha gelişkin tasarımlar ve pratiklerle örülü bir doğaüstü duyuşa evriltmişlerdir. Bu dolayımla insan, dikkatini kendine çevirmiş ve daha da önemlisi, geçim faaliyetlerinde doğayı manüple edebildiği gibi, kendi dünyevi ilişkilerini yansıttığı ve manüple ettiği bir kozmik tasarıma da yönelebilmiştir.13 Sonuç olarak;

53


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

54

diğerini zenginleştirir; dil ile bilinçlilik sürekli değişen evrenle etkileşimlerinin sonucu olarak gelişirler.”16 Böylelikle maddesel varlığının bağlı olduğu koşullar içerisinde, doğal sürecin işleyiş özelliklerine müdahil olan insan; kendi varlığını (bilinçliliğini) borçlu olduğu kolektif emeği kutsar, daha doğrusu duyar/duyumsar ve yansıtır. Ancak bu, tam da toplumsal olduğu için, yani iş bölümü ile var olduğu ve bir nevi tabulaştırıldığı için, bir yanılsamadır. Yanılsamadır, çünkü adı geçen kolektif emek ya da bir başka tabirle geçim etkinliği17 insanın doğa ile olan etkileşiminin bir ürünüdür ve ‘bilinçliliğin’ esas belirleyenidir. Bu dolayımla, insanın kendisini ve evreni algılayışı yani ‘bilinçliliği’; doğa ve insan arasındaki eşitsiz ilişkilerin kırılmaları ile yüklüdür. Ve işte bu ‘kırılmalar’, ‘büyü’nün karşıladığı, uygarlık öncesi doğaüstü tasarımlar ve onlara ait davranış örüntülerinin tam da kendisidir. “ …Büyü her yerde, kendinin bilincine vardıktan sonra kendini duyuşlarını ruhlar (animizm), güçler, cin, peri, şeytan, hantu, mana ve hayalet şeklinde dış gerçekliğe yansıtarak kendini bulmaya çalışan, ilkel veya uzak atalarının özelliklerini gösteren insan topluluklarının etkinliği olarak anlaşılmıştır. Ve insan yalnızca duyguları değil, onların etkin örgütlenmelerini de yansıtır, böylece geçmişte bu tür duygulara eşlik etmiş devinimler yolu ile gerçekliği denetim altına almak olanaklı görünür. Yağmur yağdırma, hasat, besi hayvanlarının çoğalması vb. yağmurun sesini, hasattaki ekip biçmeyi

veya hayvanların yürüyüş ve görünüşlerini taklit etme yolu ile sağlanmaya çalışılır.”18 Kolektif emeğin bu örgütlü ve devingen işleyişi ve kendine dair olan bilinçliliği, idealist düşünürlerin savunduklarının aksine, insanların kendilerini kuşatan çevresel faktörlerin (güneş, yağmur, sel, fırtına, vahşi hayvanlar, haşereler ve toplumsal yaşamı belirleyen ve tehdit eden tüm diğer öğeler) kavranması, keşfedilmesi yolunda inşa edilmiş örgütlü toplumsal davranışlar ya da toplumsal düşünüşlerin ürünleri değil tam tersine kendi maddesel gerçekliğini idame ettirmeye yönelik kaygılarının ve girişimlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda, çevresel faktörleri ‘kolektifin varlığı’ ve devamlılığının garantilenmesi noktalarında ‘zorlayıcı’ bir tarzla; bu faktörler ve kolektif emek arasındaki neden-sonuç ilişkilerini çözümlemeye, denetlemeye ve hatta esas amaç için zorlamaya dönük pratiklerin tümü birden, ‘büyü’ olarak kategorize edilen doğaüstüne dair tutum ve örgütlü davranışları kapsamaktadırlar. Engels’in “düşsel gerçeklik” olarak adlandırdığı bu tasarımlar bütünü; ilk insan topluluklarından19 üretimin düşük seviyesinden ötürü doğaya bağımlılığını sürdüren insan topluluklarına (geçiş sürecindekiler) dek, doğa ile olan etkileşimlerinde, kendisini çevreleyen maddesel evrende yabancılaşan/nesneleşen insanın kendini duyuşunda yaşadığı yanılsamaya işaret eden bir kavramdır. Bu düşsel gerçeklik, zaman içerisinde, süregiden toplumsal yaşam içeri-


duyumsal ve duygusal bütünlüğüne, kendisini ve onu çevreleyen evreni yansıttığı ‘sanat’a evrilir. Ancak hiçbirisi doğaüstüne dair gelişmekte ve değişmekte olan tasarımlardan bağımsız değildir. Çünkü doğaüstü, tam da bilim ve sanatın ortaya çıkışını koşullayan, artan ekonomik üretimin içinde ve onları yöneten, yönlendiren bir pozisyondadır. İlkel sürüden ve onu takip eden neolitikten uygarlığa (devletleşmeye) geçişin beşiği olan Ön Asya’da, MÖ 10.000’lerden başlayarak, yavaş yavaş uygarlığın vücut bulabileceği toplumsal alt yapıyı ortaya çıkaracak olan özdeksel kültürel gelişmelerin filizlendiği görülür. Sulamaya dayalı, geniş arazileri kullanıma açan tarım, tarımda sabanın kullanımı, besin üretimindeki gelişmelere paralel

Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

sinde denetlenemeyen, karşı durulamayan ve karşısında çaresiz kalınan olayların insan varlığından ‘bağımsız’ ancak kendini duyuşunda imgeleştirebildiği ve kavramlara dökebildiği özellikler (öfke, acı, merhamet vb.) taşıyan bir evrene dönüşmüştür. Bu evren, nesnel olarak benzerliklere, farklılıklara ve zıtlıklara öznel olarak da insanın gereksinimlerine ve duygularına dayanmaktadır.20 Böylelikle insan, kendi duyuşunu ya da bir başka ifade ile bilinçliliğini dış gerçekliğe yansıtarak adım adım onun bilgisine daha fazla sahip olmuştur. Bu süreç, insanın çevreye müdahalesi ile başlamış; bu müdahalenin dış çevrede yarattığı etkiler ve sonuçlar ile devam etmiştir. Müdahil olduğu ve değiştirdiği dış gerçekle olan doğrudan etkileşiminin bir sonucu olarak da tekrar ilişkiye geçtiğinde, insan, buradan dış çevreye dair yeni bir bilgi ile ayrılmış ve dolayısı ile çevresi hakkındaki bilgisi zenginleşmiş olarak çıkmıştır. Bu dönemdeki büyüsel düşünce ve edimlerin hemen hepsi, öncelikle ‘kolektif’ bir düşünüş tarzının ürünleridirler. Ve amaç, insan varlığını içinde bulunduğu evrenle (doğa) birlikte anlamlandırma çabasıdır. Toplumun karşılaştığı her sıkıntı, bilinemezliklerle dolu evrenin bir başka bilmecesidir. Ve buna karşı geliştirilen her düşünce ve eylem (büyü), insanın kendini duyuşunda yaşanan krize bir anlam haritası sunmakla birlikte pratik olarak da bir cevap sunar. Ve bu dolayımla, büyü aynı zamanda ‘bilgi’ de üreten bir etkinliktir. “ …Büyü ekonomik üretimin yerini almaz: onun özel bir dalıdır ve bu yüzden de çarpık bir yansımasıdır. Fakat taşınabilir, kolaylıkla devrelidebilir, değiştirilebilir, bilinçli, kültürel bir yansımadır. Bu elverişlilikleri çarpıklığına ağır basar. Büyü ekonomik üretimle olan ilişkisi nedeniyle, mitolojisi ve ayini içinde ekip biçme veya avlanma için gereken doğru işlemleri içerdiği, ailenin ve kabilenin toplumsal ilişkilerini billurlaştırdığı için özlü bir takvimdir ve kabileye rehberlik yapar. Toplumsal olarak kuşaktan kuşağa geçebilir, başkalarına verilebilir ve paylaşılabilir, ekonomik üretimin değer biçilmez bir yandaşıdır. Büyü ekonomik üretimin, kabilenin doğaya ilişkin işleyişinin özel toplumsal bilinçliliğidir.”21 İlerleyen süreç içerisinde doğa karşısında tecrübeleri ve deneyimleri giderek artan ve ‘kültür’ dolayımı ile bunu her bir kuşakta yenileyen insan, doğadan ve onun belirleyici etkisinden uzaklaştıkça, büyü de yavaş yavaş toplumsal yaşamdan çekilir. Ya da daha açık bir ifade ile toplumsal üretim gelişip karmaşıklaştıkça büyü kaybolur. Bir yandan insanın dış gerçekliğe ve kendisine olan bilgisine, ‘bilim’e dönüşürken öte yandan insanın

55


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

56

olarak nüfusun artışı, nüfus artışı ile birlikte erken şehirlerin ortaya çıkışı ve buna bağlı olarak mesleki farklılaşma, uzmanlaşma, gelişen ticari ekonominin bir sonucu olarak yazının icadı ve ulaşım tekniklerindeki gelişmelerle birlikte ticaretin daha geniş alanlara kayması ve nihai olarak toplumsal tabakalaşma, uygarlığa geçişin karakteristik öğelerini oluşturmaktadırlar. Uygarlığa geçiş öncesi süreçte yerleşik tarımcıların, yarı yerleşiklerin ve göçer hayvancılıkla uğraşanların hem kendi içlerinde hem karşılıklı etkileşimlerinde yarattıkları sosyal ilişkiler, devletleşmenin temel belirleyeni olan ticari ekonominin nüveleri sayılmaktadır. Avcılık ve toplayıcılığın, yerleşik tarımın, göçer hayvancılığın ve bitki-hayvan uzmanlığı gibi yarı yerleşik bir yaşam biçiminin iç içe geçtiği bu geçiş döneminin sonlarına doğru, nüfusları binlerden on binlere artan şehirlerin ortaya çıkışı ve yakın çevresindeki ekonomiyi de kendisine bağlayan dinsel, siyasi ve ekonomik bir erkin doğuşu durumunu; doğa karşısında kolektif emeğin sağladığı ‘geçim’in, zaman içerisinde, ‘üretim’e dönüşerek ve daha da önemlisi ‘artı değer’i yaratarak; doğada kendini duyan insanın yanılgısını, artı değerin yarattığı toplumsal tabakalaşmanın yarattığı duyuma (yabancılaşmaya) taşıyan insan bilinçliliğinin bir devamı olarak değerlendirmek gerekmektedir. Böylesine büyük değişiklikleri kapsayan bin yıllar içerisinde, insanın var olduğu evrende kendini duyuşu olarak ‘büyü’ ‘din’e evrilirken; büyüyü ve onu yaratan toplumsal koşullar hemen tamamen ortadan kalkmamış, aksine büyünün temel öğeleri din içerisinde değişen içerik ve işlevleri ile vücut bulmuşlardır. Elbette ki gelişen özdeksel kültürün toplumsal yaşamda işlevsizleştirdiği birtakım unsurlar da yok değildir. Bunlar da çok büyük olasılıkla, ya yok olmuşlar ya da yeni örgütlü doğaüstü içerisinde çeşitli motiflere dönüşmüşlerdir. Aslında bugün ‘din’ olarak tanımladığımız doğaüstüne dair tasarımlar ve örgütlü davranışlar bileşkesi, ‘büyü’nün kapsadıklarından, tanımı içerisine girenlerden farklı değildir. Bugün yapılan, sadece kavramlar düzleminde, insan toplumsallığının tarihsel gelişimi içerisinde yaşanan temel bir ayrışma ve yeniden örgütlenmeye işaret etmekten ibarettir. Büyü, toplumun daha yüksek ve karmaşık örgütlendiği bir düzeye gelişmesinin bir sonucu olarak dine evril(til)miştir. Toplumda üretici–yönetici sınıfların gelişimi büyüyü din haline getirmiş (gelişen üretici ekonomiyi denetim altına almış) ve bunun karşılığında da dine, toplumsal yapıyı yansıtan bir biçim vermiştir.22 Devam Edecek...

DİPNOTLAR 1. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Etnoloji Anabilim Dalı. 2. Kudret Emiroğlu – Suavi Aydın, Antropoloji Sözlüğü, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 2003, s. 223. 3. Metin Özbek, Dünden Bugüne İnsan, Ankara: İmge Kitabevi Yayıncılık, 2000, s. 149 – 152 ve Tayfun Atay, 4. Din Haytan Çıkar, İstanbul; İletişim Yayınları, 2004, s. 19. Özbek, M., a.g.e., s.150 – 151. 5. Özbek, M., a.g.e., s. 152. 6. Joseph Campbell, The Masks of Gods: Primitive Mythology, New York: 1987’den Sibel Özbudun, Ayinden Törene – Siyasal İktidarın Kurulma ve Kurumsallaşma Sürecinde Törenlerin İşlevleri, İstanbul: Anahtar Kitaplar Yayınevi, 1997, s. 36 – 41. 7. André Leori-Gourhan, Les Réligions de , Paris: PUF, 1976’dan Özbudun, S., a. g. e., s.39 – 40. 8. Halil Berktay, Kabileden Feodalizme, İstanbul: Kaynak Yayınları, 1983, s. 67 – 68. 9. Az ileride ayrıntısı ile değinilecektir. 10. Sibel Özbudun, Ayinden Törene – Siyasal İktidarın Kurulma ve Kurumsallaşma Sürecinde Törenlerin İşlevleri, İstanbul: Anahtar Kitaplar Yayınevi, 1997, s. 41. 11. Paleolitik dönem duvar resimleri ile Neolitik dönem duvar resimlerinde ‘insan’ simgesinin ve diğer diğerlerinin dönüşümleri, insanın tarihsel serüveninde bir dönüm noktası olan Neolitikte yaşanan toplumsal evrime de ışık tutmaktadır. Doğaya olan bağımlılığın büyük oranda azalması beraberinde doğa merkezli inanışların ‘insan’a doğru kaydığını göstermektedir. Paleolitik hayvan betimlemeleri Neolitik’in ortalarından itibaren insan merkezli simgelere dönüşmektedir. Bu durum, hayvanları evcilleştiren ve tarıma geçen insanın, kendini duyuşunda, atalarına kıyasla doğa karşısında sahip olduğu ayrıcalıklı üstünlüklerin yansımaları olarak değerlendirilmektedir. 12. Sibel Özbudun, Ayinden Törene – Siyasal İktidarın Kurulma ve Kurumsallaşma Sürecinde Törenlerin İşlevleri, İstanbul: Anahtar Kitaplar Yayınevi, 1997, s. 49 – 50. 13. Özbudun, S., a. g. e., s. 46. 14. Özbudun, S., a. g. e., s. 63. 15. Christopher Caudwell, Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler, Çev. Müge Gürsoy Sökmen, Ali Bucak, İstanbul: Metis Yayınları, 2. b., 2002, s. 160. 16. Caudwell, C. a. g. e., s. 161. 17. ‘Üretim’ kavramı henüz geçerli değildir. 18. Christopher Caudwell, Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler, Çev. Müge Gürsoy Sökmen, Ali Bucak, İstanbul: Metis Yayınları, 2. b., 2002, s. 162. 19. Üretimin olmadığı ve geçim biçimin esas olarak avcılık ve toplayıcılığa dayandığı topluluklar. 20. Alaeddin Şenel, İlkel Toplumdan Uygar Topluma Geçiş Aşamasında Ekonomik Toplumsal Düşünsel Yapıların Etkileşimi, Ankara: Birey ve Toplum Yayınları, 2. b., Mart 1985, s. 111. 21. Christopher Caudwell, Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler, Çev. Müge Gürsoy Sökmen, Ali Bucak, İstanbul: Metis Yayınları, 2. b., 2002, s. 197. 22. Caudwell, C., a. g. e., s. 155 – 200.


Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

AVRUPA DEMOKRATİK GENÇLİK HAREKETİ / 18. Dönem Komisyonu

YILMAZ GÜNEY VE DEVRİMCİ KÜLTÜR SANAT ANLAYIŞI

“Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine kâbus gibi çöker”¹ Aramızdan ayrılışının 17. yılında, bir komünist düşün ve sanat adamının fiili ve fikri yaşamının tartışılması neden önemlidir? Kitlelerin gönlünde “Çirkin Kral” olarak taht kurmuş birinin, “Kültür-Sanat Anlayışını Tartışıyoruz” başlığıyla düzenlenen bir sempozyum, hangi mecrada, var olan sorunları iğdiş etmeyi hedeflemektedir? Büyük bir bütünlüğü arz eden toplumsal formasyonlarda cereyan eden herhangi bir branşı “bağımsız” ele alma yöntemi, tartışmanın hammaddesinin niteliğini ifşa edebilir mi? Tüm bu sorulara cevap verebilmek mümkün. Yalnız doğru cevap verebilmek için, Marks’tan bir söz aktararak devam etmekte yarar var: “Yıldızlara baktığımızda hepsinin aynı olduğunu düşünürüz. Ama astrolojik incelemenin sonucundan birbirlerinden farklı oldu-

ğunu görürüz.” Uzaklardan sönüp parlayan yıldızların gözle görünen izahı aynıdır. Ancak bilimsel bir araştırmanın sonucunda, aralarındaki niteliksel fark kavranır. Bizler bu yazımızda tarihin arasına ayraç koyarak, herkesin baktığı parıltıyı farklı okumanın yöntemi-anlamı üzerine bir tartışma yürütmeye çalışacağız. CHP gibi gerici faşist partilerin, Güney’in mezarına çelenk bırakarak “sahip” çıktıklarını iddia edenlerin, esas olarak neye sahip çıktıklarını anlatmaya çalışacağız. Bu, Yılmaz Güney şahsında yürüttüğümüz tartışma, kendisini bizzat parçası olarak gördüğü sınıf mücadelesinde edindiği bilimsel sosyalist yöntemindeki derinliği ve sanatla olan bağını “mikroskobik inceleme”ye tabi tutmadan, anlamsız ve bir o kadar da gereksiz kalır. O yüzden, O’nu ele alıştaki çabamız, hâkim sınıfların ve hâkim sınıfların dostlarımız üzerinde bıraktığı etki alanının üzerinden değil, bizzat hammaddenin özüne temas ederek başarıya ulaşılacaktır.

57


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

58

Doğru bir sonuç için doğru teori mecburidir Bilimsel sosyalizm bize, bir sorunu ele alırken soyut tanımlardan değil, nesnelerden olgulardan hareket etmemizi emreder. Yaşadığımız sınıflı toplumda, nasıl her düşünce bir sınıfın izini üzerinde taşımaktaysa, toplumsal düşünce ve onun kültürel-sanatsal aktivitesi de bu koşulsuz kurala tabidir. Yılmaz Güney bu süreci, siyasal yazılarında şöyle nitelendirir: “Toplumsal düşünce ve sanat, kültürel süreç içerisinde yerlerini alırlar. Kültür, insanın yaşamını sürdürmek için yürüttüğü üretim mücadelesi sürecinde, tarih boyu kazandığı ve geliştirdiği, yaşamın her alanını ve her boyutunu ilgilendiren bilgi ve tecrübelerin tümüdür. Ekonomik, toplumsal, siyasal, tıbbi, felsefi, sanatsal vb. alanları da kapsamına aldığı gibi, gelenek, görenek, alışkanlık vb. şeyleri de içerir. Küçük büyük bütün insan topluluklarına bu topyekûn bilgiler yumağı yön verir; insan ilişkilerini düzenler, kurallar getirir, yargılar, besler, büyütür ve süreç içerisinde gelişmesini sürdürür.” ² Görüldüğü gibi Güney’in toplumsal meseleleri ele alıştaki yöntemi, şeyleri birbirinden ayıran, kopuk, bağımsız gören değil, üretim ilişkilerinin ortaya çıkardığı sınıfların, sınıfların ortaya çıkardığı sosyal ilişkilerin, sosyal ilişkilerin ortaya çıkardığı fikirlerin iç içe-diyalektik olarak kavranılmasını salık vermektedir. Yılmaz Güney hayatının önemli bir kesitinde bu:metodolojiyi kendisine eylem kılavuzu olarak alacaktır. Fakat kendi iç dönüşümünde de Yılmaz Güney çeşitli kategoriler izlenerek tanımlanmalıdır. Bu kategorileri Yılmaz Güney’in fikirlerinin çocukluk dönemi, olgunlaşma dönemi ve olgunluk dönemi olarak ifadelendirmek yerinde olacaktır. Tartışmamızın ana odağı ‘olgunluk dönemi’ olacakken, ek bir açıklamayı yapmayı da görev biliyoruz. Yılmaz Güney’in güçlü fikir sistemi, bilimsel sosyalizmdeki kavrayış yeteneği ve tüm bunları sanat eserlerine yansıtmadaki ustalığı, O’nun her bir döneminde mevcut olup gelişimine ön ayak olan temel yönü oluşturmaktadır. Yılmaz Güney, eski toplumun bağrında duran yeninin nihai zaferi için teorik netliğin, bilimsel sosyalist kavrayışın ön koşul olduğunu bildiğinden, bunu siyasi yazılarında itinayla anlatma ihtiyacı duymuştur: “Sanatçının doğru bir dünya görüşü kazanması, sanatsal işlevini doğru bir temele oturtması için gereklidir. Ancak, bu temel üzerinden sanatın ustası olunmalıdır. Seçtiği sanat dalında, sanatın inceliklerini, pratik zorluklarını öğrenmeden, disiplinli ve ilkeli bir biçimde çalışmadan, fedakârlıklara katlanmadan, toplumun insanlarını tanımadan sanatçı olunmaz. Sanatçı yetenekleri, duyarlılığı, ustalığı, sabırlı bir çalışma içersinde kazanabilir şeylerdir. O,

kitlelerin içinde erimek, halkın organik parçası olmak zorundadır.”³ Güney’den aktarmış olduğumuz bu sözlere birkaç vurgu yapmak istiyoruz. Güney, sanatçının doğru bir dünya görüşüne sahip olması gerektiğini söylüyor. “Doğru dünya görüşü” ise; yaşadığımız toplumda birden fazla dünya görüşünün varlığına işaret eder. Tüm bu dünya görüşleri, “sınıfların gelişiminin belirli bir evresinden sonra” 4 meydana gelen ideolojik çerçeve ve sınıf çıkarlarını gözeterek yaşam hakkı bulur. Sınıfsız düşünce ya da düşüncesiz sınıf yoktur. O halde, yaşadığı toplumda, duygu ve düşüncelerin çeşitli araçlarla dışa vurumu olan sanat da yine toplumun içerisinde süregelen sınıfsal fikirlerden şu ya da bu sınıfınkini aksettirir. Burada devreye, “Kimin için sanat?” sorusu girer. Yılmaz Güney, bu soruya, hazırlığı içerisinde olduğu Kültür-Sanat dergisini anlatırken şöyle cevap verecektir: “Önümüzdeki devrim, proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilecek Demokratik Halk Devrimi’dir. Başta proletarya olmak üzere, DHD’ne katılabilecek bütün sınıf ve tabakaların aydınlarını, yazarlarını, sanatçılarını, ayrıca hangi sınıftan, hangi ulustan olursa olsun DHD’ne hizmet etmek isteyen, yazar ve aydınları, sanatçıları ilkeli bir biçimde dergi çevresinde toplamak, onlarla dayanışma kurmak, onların yalnızca sanatsal çabalarıyla değil, aynı zamanda toplumsal ilişkileriyle de DHD’ne hizmet etmelerini sağlamak, enerjilerini en yararlı biçimde, edebiyat, sinema, müzik, tiyatro vb. alanlarda (kolektif ve bireysel) değerlendirmek ve en geniş kitlelere ulaşmalarının yolunu açmak derginin başta gelen görevidir.”5 Halk sınıf ve tabakaları için kültür-sanat icra etme sorumluluğu, Yılmaz Güney’in “devrimci sanatçı” münakaşasının yapı taşlarını oluşturmaktadır. Sanatçı sorumluluğunun sanatçı hassasiyetiyle iç içe geçtiği bir bütünlükle, Şanlı Ekim Devrimi’nde ve öncesinde Plehanov, Mayakovsky, Lunacarsky, Maksim Gorki ile açığa çıkan yine sınıf mücadelesinin seyri içerisinde niteliksel gelişimler gösteren devrimci sanat anlayışının önemine değinecektir. Yılmaz Güney yine başka bir makalesinde; “Hedef olarak önümüze koymuş olduğumuz ideoloji, kültür, siyaset, felsefe birer üstyapı kurumu olarak ancak onun dayandığı maddi ve toplumsal temelle birlikte ele alınmalıdır. Altyapısı yıkılmadan hiçbir üstyapı kurumu yıkılmaz. Üstelik üstyapı kurumları maddi temelleri yıkılsa bile, çok uzun ömürlüdürler. Bu nedenle, bir sanat-kültür dergisi olarak, önümüze koyduğumuz mücadele hedef ve görevleriyle, Türkiye-Kuzey Kürdistan devriminin siyasi, toplumsal hedef ve görevleri ile doğrudan doğruya bağlantı içindedir.”6 O’nun için devrimci sanat, devrimci mücadelenin ayrılmaz bir parçası-


Yılmaz Güney, diyalektik ve estetik Yılmaz Güney’in devrimci sanat için doğru teorinin ne olduğuna, neye hizmet etmesi gerektiğine dair düşüncelerine değindikten sonra, şimdi de, kültürü ve kültürün bir dalı olan sanatı ele alıştaki ustalığı üzerinde duracağız. Bu konuyu ayrı bir başlık altında tartışmamız, bugün her zamankinden daha acil bir meseledir. Geçmiş sosyalizm deneyimlerinde ve de Türkiye-Kuzey Kürdistan devrim mücadelesinde, sanatın teorik sorunsalı ve estetiksel boyutunun büyük bir öneme haiz olduğunun hep göz ardı edilmesi, başat bir problem durumundadır. Devrimci sanat tarihi, ya alabildiğince “ideolojik” bir çerçevede ele

alınmış ya da özün yadsınarak biçimsel faktörün ön plana çıkarıldığı bir hal almıştır. Şüphesiz ki, küçümsenemeyecek olumluklarımız da mevcuttur. Ama bugün devrimci sanat cephesindeki hem sınıfsal müdahalemizin hem de etki alanımızın zayıflığına bakılacak olunursa, olanca tecrübeye rağmen istenilen seviyede olmadığımız açıktır. “Sanatın kendine ait bir dili vardır, sadece sanata ait olan bir dil” diyen Yılmaz Güney, bahsini ettiği dil üzerinde oldukça yoğunlaşır. Sanatı “yiğitliğini gösterecek yer bulamayan bir kahraman” 8 çerçevesinde ele almaz. Çünkü sanat kitlelerin hizmetine sunulduğu oranda ezilen sınıf ve tabakaların günlük

yaşantısında karşılaştığı, ama iç olgularını anlamakta güçlük çektiği gerici sınıfların ideolojisi ve ideolojik aygıtlarını, bu aygıtların bütün toplumu nasıl bir hale dönüştürdüğünü tüm çıplaklığı ile sergiler. Ama Yılmaz Güney bunları yaparken, salt propogandif yöntemi asla kabul etmez. Estetiğin gerçek ile olan bağlarını şöyle açıklar: “Sanatın yaptığını herhangi bir bilim dalı yerine getirseydi, sanata gerek kalmazdı. Demek istediğim şudur; sadece doğru fikirlerin kabaca aktarılması değil, yeni toplumsal süreç içerisinde insanın çalkantılarını, acılarını, çelişkilerini, sanatın hamuruyla yoğurarak anlatabilmek; yani sanatçı sezgi ve duyarlılığını, yeteneğine katabilmek.”9

Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

dır. Devrimci mücadeleden doğar, onu etkiler ve onun gelişim sürecinden etkilenir. Sanatsal çalışmaların doğru rotada hareket etmesi için, doğru dünya görüşünün mutlaklığını yani diyalektik materyalist (ya da materyalist diyalektik) yöntembilimini kendine rehber edinen Yılmaz Güney, “esas olarak sorunun can alıcı noktası kitleler için çalışma ve kitleler için nasıl çalışılacağı” 7 meselesini, kendi üslubuyla “Halkın sanatçısı, halkın savaşçısıdır” sözüyle özetleyecektir. Sanatçının duyarlılığı, ustalığı, hassasiyetini ve hepsinden de önce görev ve sorumluluklarını, bizzat parçası olduğu üretim ilişkilerinin seyri içerisinde belirleyecektir.

59


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

60

Sanatın estetiksel boyutu bir özü ifade etmektedir. Onun filmlerindeki estetik, tamamen diyalektik yöntemden devraldığı görevlerin sonucu ortaya çıkmaktadır. Özellikle olgunluk dönemindeki eserlerinde bu yöntemi ustalıkla kullanabilmektedir. Marksist felsefenin temel yasası olarak adlandırdığımız çelişki yasası, küçük bir diyalogundan en ufak repliğine kadar hâkim haldedir. Örnek verecek olursak, Arkadaş filminde, “elektriksiz köy kalmadı” pasajından hemen birkaç dakika sonra, Cemil’in abisini ziyaretlerinde, köyün kendi kaderine nasıl terk edildiği, köylülerin nasıl bir sefalet içerisinde yaşadığını göstermektedir. Kadraja yansıyan iki farklı görüntü vardır. Biri bolluk içerisinde, tüm yaşantısını asalakça

Doğru, hiçbir sınıfın tekelinde olmadığı gibi, yanlışı proleter devrimciler de savunmuştursavunabilir. Doğru-yanlış mücadelesi, sınıfsız toplumda dahi devam edecektir. Zira çelişki, hareketin varlık yasasıdır. Özel mülkiyete dayalı eşitsizlikleri-yanlışları var eden toplumsal formasyonlar ise kültür devrimleri eşliğinde devrimcileştirilerek dönüştürülecektir.

tüketime ayıran, eğlence tutkunu, küçük burjuva yaşam, diğeri ise fakirliğe itilmiş köylülüğün en insani ihtiyacı olan su hakkının dahi lüks olduğu bir geri bıraktırılmışlık durumu. Sınıflar arası açılan makasın ucunu, salt didaktizme düşmeden ustaca anlatabilmektedir. Çelişki yasasını, yani zıtların birliği ve mücadelesini üstün bir yetenekle ifşa edebilmektedir. Yılmaz Güney’in en çok tartışılan filmlerinden biri de, şüphesiz Yol filmidir. Bir Türkiye-Kuzey Kürdistan panaroması olan bu film, Şerif Gören’in yönetmenliğinde çekilmiştir. Dâhiyane derinliğe sahip olan senaryo, Yılmaz Güney’e aittir. 12 Eylül faşizminin bütün sansür ve engellenmelerine rağmen yurt dışına çıkarılarak, projeye emek harcayan birçok sanatçının umutsuzluğuna rağmen, yüzlerce metrelik film şeritleri, Yılmaz Güney’in titiz ve uzun süreli montaj yeteneğinden geçirilerek hayat hakkı bulmuştur. Bütün olanaksızlıkları alt ederek hedefine ulaşan Güney, toplumu derinden sarsan bu dev eserin canlanmasında motor rolü oynamıştır. Yol, artık, 5 arkadaşın hikâyesi olmaktan çıkmış, Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın aldığı ‘yol’u anlatmaya başlamıştır. Kâh törelerin dağ başında donmaya mahkûm ettiği Zine ile kâh oğlunu sağ salim beklerken silah seslerinin yarattığı tedirginliği gizlemek için yorganın altına saklanan çilekeş Kürt kadınıyla. Son büyük eseri olan Duvar filmi, kimilerine göre ‘Türkiye gerçekliğini’ anlatmıyordur. Duvar’a ev sahipliği yapan Fransa’nın basınında bu sıkça vurgulanır ve filmin ideolojik olduğu anlatılır. Yılmaz Güney, sanatsal anlatımın kendisine has dilinin yüzlerce aracı olduğunu bilir. Bu araçların ancak ve ancak içerisinden geçilen süreç dâhilinde değerlendirilmesi gerektiğini savunur. 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası’nın sıkıyönetim ilan ettiği koşullarda, izleyicinin dikkatini ters bir köşeden etkilemeye çalışır. İnsanların en hassas olduğu konu olan çocukların yaşamlarına dahi her türlü şiddeti reva gören egemenlerin, toplumun diğer sınıf ve tabakalarını nasıl ezebileceği mesajını verir. Devrimci estetiğin en çarpıcı özelliklerinden biri olan reel çalışmayı kullanarak, toplumda elektro şok etkisi uyandırır. Yılmaz Güney, Strasbourg’ta, Duvar filmi üzerine yaptığı bir panelde şöyle söyleyecektir: “Biz seyirciye şu soruyu sordurmak istiyorduk: Eğer biz bu filme iki saat tahammül edemiyorsak, bu hayatı yıllarca yaşayan insanlar, bu hayata nasıl tahammül ediyorlar?” 10 Güney, toplumun gözleri önüne çekilen Duvar’ı, bu soruyu sordurarak parçalamış ve en özlü ifadesiyle kanayan yaraya parmak basmayı başarmıştır. Yılmaz Güney’in devrimci sanat anlayışıyla üretkenliğinin en verimli olduğu eserlerde göze çarpan “ufak” bir “detay” vardır. Bu “detayın” “ufaklığı” sizi


Sonuç olarak Toplumsal gerçekçiliğin güçlü bir sanat eri olan Yılmaz Güney, estetik anlayışını bu metafor üzerinden şekillendirmiştir. Bu yöntem, kimileri tarafından “sosyalist gerçekçilik” olarak adlandırılmıştır. Gerçekçilik olgusuna sınıf indirgemeciliğinin yapıldığı, doğruların yalnızca tek bir sınıftan türeyebileceğini savunan kaba Marksist bakış açısı, uluslar arası devrimci camianın uzun yıllar boyunca üzerinden atamadığı-atmadığı bir handikaptır. Kendinden şey olarak doğada ve toplumda var olan gerçeği yansıtmak sınıfsal bir olguyken, onun kendiliğinden varlığını sınıfa mal etmek tekçiliktir, yanlış yaklaşımdır. Örnek verecek olursak, suyun iki hidrojen bir oksijen olduğu gerçekliği ne burjuvadır ne de proleterdir. Hatta her iki sınıf da, bu gerçeği kayıtsız şartsız savunduğu için ortaklaşır. Sorunun can alıcı noktası, var olan ve de ulaşılmak istenilen gerçekliğin nasıl bir yöntemle yapılacağı ve nereye hizmet edeceği meselesidir. Tersinden algılama, yani doğrunun bir sınıfa ait olduğu kavrayışı, bizden herkesin proleter olması gerektiği mutlak şartını yerine getirmemizi ister. Proleter değil ise, söylediklerinin kesin yanlış olduğunu söyler. Bilimsel sosyalizmi kendine rehber edinenler, diyalektik ve tarihsel materyalist yöntem doğrultusunda, katiyen nihai amacının dışına çıkmadan, günün görevleri doğrultusunda kullanırlar. Bizim niyetlerimizden bağımsız, bugünün toplumunda ve

ilerinin sosyalist ve demokratik halk diktatörlüğü dönemlerinde sınıflar vardır, olacaktır. Bunların önemli bir bölümü bizim müttefikimizdir. Sosyalizmin güçleridir. O halde, sınıfsız-sınırsız-sömürüsüz bir toplum için proletarya önderliğinde sosyalizmin güçleri diğer cephelerde olduğu gibi kültür-sanat alanında da zincirlerini parçalayabilmelidir. “Sosyalist gerçekçilik” yanılsamasına düşmeksizin, eski fikirlerin maddi kökenlerini yok ederek toplumu derinden devrimcileştiren açık tartışma ve üretme alanlarına ihtiyacımız vardır. Doğru, hiçbir sınıfın tekelinde olmadığı gibi, yanlışı proleter devrimciler de savunmuştur-savunabilir. Doğru-yanlış mücadelesi, sınıfsız toplumda dahi devam edecektir. Zira çelişki, hareketin varlık

Güney’in önemini, ölümünün ardından, etrafında bulunan sanatçıların, dinamo taşları gibi düşüşünden de görmekteyiz. O, salt sanatsal öğelerin icrasının hamalı değil, aynı zamanda sınıflı toplumda önderlik mekanizmasının ne derecede önemli olduğunun yegâne temsilcilerindendi.

Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

aldatmasın. İçerisinde, bir dünya görüşü gizlidir. Sanatın ancak küçük bir azınlık tarafından yapılabileceği, “üstün”, “yetenekli” zümreye ait olduğunu düşünenlere, güçlü bir cevaptır. Bugün, on milyonlarca dolar bütçeli, üstün teknolojiyle oluşturulan, günümüz oyuncularının da bu sebeple yer aldığı filmlerden uzak bu cevap, bir halkın, doğru önderlik dâhilinde sanatın öznesi olabileceğinin kanıtıdır. O, profesyonel sanatçıların dışında, hayatında film seti dahi görmemiş insanları filmlerinde bilhassa yaşatmıştır. Yaşatmıştır diyoruz çünkü Güney, burjuva alışkanlıklarının hüküm sürdüğü sinemada aktör oynatma terimini uygun görmemektedir. O’nun için oyuncular, set ekibi ve yönetmen, bir kolektifin parçalarıdırlar. Objektife bakan, çalışma arkadaşlarıyla bağrışan, onlarla dostane sohbetler eden, en ufak işe dahi küçümsemeden sarılan, kitlelerin içerisinde olan, onlardan öğrenerek yüzünü onlara dönen Yılmaz Güney, düşün dünyasında nasıl bir yaşam tasavvur ediyorsa, pratik anlamda da bunu yansıtmaya çalışmıştır. İşte tüm bunlardan ötürüdür ki, Güney’in kurgulamış olduğu mekanizma içerisine giren emekçi halk, kolektif bir çalışmanın sonucunda, kolaylıkla sanat icra edebilmiştir.

61


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

62

yasasıdır. Özel mülkiyete dayalı eşitsizlikleri-yanlışları var eden toplumsal formasyonlar ise kültür devrimleri eşliğinde devrimcileştirilerek dönüştürülecektir. Doğru yanlış mücadelesinde belirleyici etmen, sınıfların bu mücadele sonucunda edindiği kazanımları nasıl kullandığıdır. Bir küçük burjuva, sanatsal çalışmaları esnasında edindiği tecrübeyi, kendi kişisel egoları doğrultusunda ele alır. Ama bu onun hiçbir koşulda doğru söylemeyeceği ya da yapamayacağı anlamına gelmez, gelemez. Doğrunun kişisel tatminler için kullanılması farklı bir şey, ortaya çıkış süreci ve kimin tarafından ortaya çıkarıldığı farklı şeylerdir. Devrimci sanat anlayışını savunanlar ise, tarihsel olarak bir sonraki toplumsal aşama olan sınıfsız, sömürüsüz bir dünyaya geçişi sağlayacak olan sosyalist ya da demokratik halk iktidarlarının gelişimi yönüyle çalışma yürütürler. Bundan dolayıdır ki, tarih bilimine bağlı kalarak, sınıfların karşılıklı ilişkileri esnasında ortaya çıkan doğruları, “sosyalist gerçekçilik” imgelemesiyle ileri çekmek mümkün değildir. Bundan dolayı, bilimsel sosyalistler, bilimin tarihsel gelişimine hürmet ederek, ne felsefi ne de siyasi olarak “sosyalist gerçekçilik” nitelendirmesine gitmemelidirler. Bilimsel sosyalist dünya görüşü önderliğinde, doğruyanlış mücadelesini savunmalı, kültür alanında, gerici güçlerle arasına keskin ayrımlar koyabilmek için devrimci sanatçı, devrimci (ya da sosyalist) kültür terimlerini kullanmalıdırlar. Yılmaz Güney her ne kadar sosyalist gerçekçilik tartışmasına katılsa da sosyalist gerçekçiliğe yüklediği misyon, bizim yukarıda belirttiğimizden farklı değildir. Sadece kavram olarak, dönemim koşulları gereği, eksik bir tutum sergilemiş ama genel hatlarıyla sanatın dilinin yani yöntembiliminin ne olacağını, siyasi yazılarında açık bir dille anlatmıştır. O’na göre, toplumsal gerçekçilik, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan ezilen halk sınıf ve tabakalarının sınıfsal çıkarları gözetilerek, eski toplumun bağrında yeni toplumun kök salmasının koşullarını hazırlamak ve hızlandırmaktır. Toplumsal gerçekçilik, ezilenlerin çıkarını koşulları itibariyle görev sayan ama ezilenler de dahil olmak üzere, hiçbir sınıfın olmadığı bir dünyayı hedefleyen bir gerçekçiliktir. Giriş bölümünde, Marks’ın 18.Brumaire’inden bir aktarmada bulunmuştuk. “Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine kâbus gibi çöker” demiştik. Bir üst yapı kurumu olan kültür ve onun ayrılmaz parçası sanatın alt yapısı çökse dahi, uzun yıllar boyunca toplum üzerinde etkisi olacağını göz önünde bulundurursak, bu alanda yürüteceğimiz münakaşanın oldukça uzun erimli olacağı sonucuna varırız.

Hayatının önemli bir kesitini “ölmüş kuşakların”, “yaşayanların beyinleri” üzerindeki ‘ideolojik biçimlerinden biri olan sanatın11 nasıl ele alınması ve nasıl icra edilmesi üzerine fiili ve fikri mücadele yürütmüş olan Yılmaz Güney, sadece Türkiye-Kuzey Kürdistan açısından değil, uluslararası bir öneme haizdir. Güney’in önemini, ölümünün ardından, etrafında bulunan sanatçıların, dinamo taşları gibi düşüşünden de görmekteyiz. O, salt sanatsal öğelerin icrasının hamalı değil, aynı zamanda sınıflı toplumda önderlik mekanizmasının ne derecede önemli olduğunun yegâne temsilcilerindendi. Ne, “Siyaset Marksist’tir, sanat burjuva”12 gibi sınıf indirgemeciliğinde bulundu ne de sanatı toplum üstü olarak algılama yanlışına düştü. “Üretimde en büyük düzen ve planlı yönetim, sanat alanında ise tam bir anarşi”13 formülasyonuna denk düşen, amaçları ve hedeflerine sıkı sıkıya bağlı bir çalışma disiplini mekanizması, bunun yanı sıra sanatsal fikirlerin zincirlerinden boşandırıldığı, “yüz çiçeğin yan yana açtığı yüz düşünce akımının bir biriyle yarıştığı” bir dünya arzuladı ve bunun uğraşını verdi. Ölümüne an kala dahi, “Beni Komünarlar’ın toprağı ile örtün” diyerek, gelecek dünya mücadelesinden kopmadığını göstermiş oldu. Bugün, Yılmaz Güney’in bizlere devrettiği bayrağı, onurlu bir şekilde dalgalandırmak, onun teorik mecrada yakaladığı netliği, sanat alanına aktardığı bilimi, “mikroskobik” bir incelemeye tabi tutarak günün görev ve sorumluluklarını yerine getirmektir.

Dipnotlar: 1. Marx, Karl, Louis Bonaparte’in 18. Brumaire’i syf. 13, Sol Yayınları Ankara 2004 2. Yılmaz Güney; ‘Sanat ve Düşüncenin Yasak Karşısındaki Tutumu Ne Olmalıdır’ adlı makalesinden. 3. Güney Dergisi, Sayı 12, syf. 21 4. Marx, Karl, Ekonomi Politiğin Eleştirisinin Girişine Katkı, syf. 5. Güney, Yılmaz, Siyasi Yazılar Cilt 1, Makale: En tehlikeli oportünizmin kalesi: Aydınlık 6. Güney Yılmaz, Siyasi Yazılar Cilt 3, syf. 4 7. Zedung, Mao, Seçme Eserler Cilt 3, syf. 80, Kaynak Yayınları 8. Zedung Mao, Seçme Eserler Cilt 3, syf. 77, Kaynak Yayınları 9. Güney Dergisi, Sayı 12, syf. 21 10. Güney, Yılmaz, Siyasi Yazılar Cilt 3, syf. 148 11. Zedung Mao, Seçme Yazılar Cilt 3, syf. 102 12. Troçki 13. Kautsky; Sosyal Devrimden Sonraki Günler


Şubat-Mart 2011-53

ÖZGÜR DÜŞÜN

kitaplık

EVSKİ

DOSTOY I: Ç T A İY B E D E K Ü BÜY

Suç ve Ceza Dergimizin 52. sayısında Balzac’ın Goriot Baba romanını, 53. sayısında ise Tolstoy’un Savaş ve Barış’ını tanıtmaya çalışmıştık. Bu sayımızda da klasikleşmiş romanlardan olan Suç ve Ceza’yı tanıtmaya ve romana dair düşüncelerimizi belirtmeye çalışacağız. Son üç sayımızda klasik romanlar üzerinde duruyoruz. Bunun nedeni bu klasik eserlerin günümüz toplumsal yapısının temelini oluşturan modernizmin yükselmiş olduğu toplumsal koşulları çok iyi bir şekilde bize sunması ve edebiyat sanatı içerisinde de bu eserleri gerçekten değerli kılan kurgusu, karakterleri, dili ve taşıdığı derin felsefi içeriğidir. Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 1821-1881 yılları arasında yaşar. Yazar Petersburg Mühendislik Okulu’nu bitirir. Bir yıl kadar askeri mühendis olarak çalışır ve istifa eder. Edebiyata derin ilgisi olan Dostoyevski bundan sonra hayatının sonuna kadar edebiyatla uğraşır. İlk edebiyat çalışması 1844 yılında Balzac’ın Eugenie Grand et’sinin çevirisidir. 1845 yılında İnsancıklar romanını yayınlar. Yazar politik biridir. 1847 yılında ütopyacı sosyalistlerden olan Petraşevski’nin gurubuna katılır. 1849 günü Çar I. Nikolay’ın polisleri tarafından yakalanıp idama mahkum edilirler.

63


ÖZGÜR DÜŞÜN

Şubat-Mart 2011-53

64

Ancak bu ceza bağışlanır. Dostoyevski 4 yıl kürek ve 5 yıl sürgün cezasına çarptırılır. 1859 yılında cezası biter. Dostoyevski 1840’lı yıllarda ütopik sosyalizmin etkisinde kalmış bir yazardır. Kürek ve sürgün cezasını çekerken kitapların anlatmadığı gerçek halkla iç içedir: köylüler ve askerler. Onların dünyasına girmenin dönemin Rus yazarları ve aydınları için ne kadar zor olduğunu anlar. Halkla aydınlar ve yazarlar arasında derin uçurum vardır. Bu hayal kırıklığı daha doğrusu trajedi, 1850 yıllarında Avrupa’yı etkisine alan gericilik, yazarın devrime olan inancını sarsar. Bu durum Dostoyevski’nin Çernişevski ve dönemin önde gelen devrimci demokrat yazarlarına karşı cephe almasına neden olur. Yazar daha sonraları Rusya’da köylü ayaklanmaları başladığında, halkla aydınların ve soyluların yakınlaşmasını sağlamanın en önemli görev olduğunu savunur ve bu siyasal görüşü doğrultusunda yazılar yazar. Bu yazılarında dile getirdiği siyasal görüş onun Çernişevski, Saltikov- Şçedrin gibi Rus halk hareketinin önderleri sayılan kişilerle çatışmasına yol açar. Bu kişiler Dostoyevski’den farklı olarak halktaki devrimci bilincin gelişmesine bağlı olarak halkın ve aydınların çarlığa karşı devrimci bir savaşa girmeleri gerektiğini düşünmektedirler. İşte bu polemikler Suç ve Ceza romanında da kendine yer bulur. Yazarın önemli eserleri arasında; Budala, Kumarbaz, Karamazov Kardeşler, Delikanlı ve Ölü, Bir Evden Anılar sayılabilir. Suç ve Ceza romanı Dostoyevski’nin en tanınmış romanıdır. 1866 yılında yayımlanır. Romanın geçtiği tarihler, Rus halkının ağır bunalım geçirdiği dönemlerdir. Toplumsal değişimlerin başlaması yeni koşulların oluşmasını da beraberinde getirir. Bu koşullar yeni insan ilişkilerini ve insan kişiliğini var edecektir. Ancak bu gelişimin nasıl bir yolda ilerleyeceği net değildir. Romanın başkarakteri Raskolnikov da o çağın genç hukuk öğrencisidir. Yeni insan kişiliğinin olası gelişme yolları sorununda kendi yolunu bulmaya çalışan bir kişidir. Romandaki en temel mesele de Raskolnikov’un bu toplumsal kargaşa içinde kendini kurtuluşa götüreceğini düşündüğü yol ve yöntemdir. Genç hukuk Raskolnikov öğrencisi, yarı aydın sayılır. Ancak uzun süredir okuluna gitmemektedir. Bir nevi okulunu terk etmiştir. ‘S…’ sokağında, bir pansiyonda kalmaktadır. Küçücük bir odası vardır. Aslında oda bile denemez, o kadar küçük ve pistir ki… Bir sürü kira borcu vardır. Üstüne başına bakıldığında tamamen bir serseriye hatta dilenciye benzetmektedir. Yoksulluk, bıçağın kemiğe dayanması gibi, gelip dayanmıştır. Bir çıkış yolu aramaktadır. Temmuz ayının sıcak bir günü izbe odasından

çıkar ‘K’ Köprüsü’ne yönelir. Yazar kahramanını odasından çıkartarak romanına başlar ve hemen kahramanın ruhsal durumuna dair ilk bilgileri verir. Raskolnikov korkak ve çekingen biri değildir. Ancak uzun süredir tedirgin ve huzursuzdur. Kalabalıklardan kaçınır, kendi içine kapanmıştır. Kimseye aldırdığı yoktur. Çok yoksuldur ama buna bile aldırmaz. Yazar bize hemen bir ipucu verir. Bu ipucu kahramanın ruhsal durumunu biraz aydınlatır. Bir şey yapmak istemektedir. Sürekli üzerine düşündüğü bir şeydir. Raskolnikov kendi kendine “Ne denli zorlu bir işe girişmek istiyorum, ama ne denli boş şeylerden korkuyorum” diye düşünür. Ve yazar bununla Raskolnikov’un ağzından önemli bir meseleye de giriş yapar. Raskolnikov düşünmeye devam eder “Hmm… Evet… Hem her şey insanın kendi elinde, hem de insan korkaklığı yüzünden ne fırsatlar kaçırıyor… Bu artık yadsınamaz bir gerçek, bir belit. İlginç bir şey, acaba insanlar en çok neden korkarlar? Atacakları yeni bir adımdan, kendi söyleyecekleri bir sözden her halde…” Dostoyevski okuru onu sarıp sarmalayan bir merakla kuşatır. Raskolnikov neyi planlamaktadır? Yapmak istediği nedir ki bu kadar korkmaktadır? Bu merak öğesi okuru romanın derinliklerine davet eder. Ne olacak? Nasıl olacak? Nasıl bitecek? Soruları romanı çekici hale getirir. Raskolnikov bu ruh haliyle sokaklarda ağır ağır, dalından düşmüş bir yaprak gibi dolaşıp durmaktadır. Üstündeki paçavralar onun utanç kaynağıdır. Yalnız şapkası paçavralarına uymaz. Güzel bir Alman şapkasıdır. Raskolnikov bu gösterişli şapka yerine dikkat çekmeyen kıyafetine uygun bir şapka alması gerektiğine karar verir. Aslında yapacağı iş için adım adım kendini hazırlar. Dikkat çekmek istemez. Ayrıntılar ayrıntılar… Sokaklardaki o kayıtsız yürüyüşünün sonu Alyona İvanovna’nın dairesinde biter. Bu kocakarı tefecidir. Raskolnikov da kimi zaman bu kocakarıya rehin bırakır. Raskolnikov odaya girer, kadınla olağan şeylerden konuşur, bu arada odayı hafızasına kazır: Anahtarlar, konsol, sandık… Kocakarının bir de kız kardeşi vardır: Lizaveta. Odadan çıkarken hep kadının yalnız oturup oturmadığını ve kız kardeşinin nerede olduğunu sorar. İşte bu sahne bize kahramanın amacını sezdirir. Yazar ağır ağır merakımızı gidermeye başlar. Ama bu sadece başlangıçtır. Çünkü sonrasında karşımıza daha büyük bir merak öğesi çıkacaktır. Raskolnikov tefecinin yanından ayrılır. Kafası karmakarışıktır. Sürekli ruhunda büyük bir mücadele verir. Dinlenmek ister ama o an içerisinde bulunduğu dünyadan farklı bir yerdedir. Bu amaçla meyhaneye girer. Burada romanın önemli kahramanlarından biri olan Sonya’nın babasıyla, Mar-


Razumihin polis şefi Porfiri’nin evinde Zamyatov’la karşılaşmıştır. Ve o evde çok ilginç konuşmalar yaşanmıştır. Porfiri, kahramanımıza daha önce yazmış olduğu bir yazısını hatırlatır. Bu yazı bir gazete de yayınlanır. Porfiri yazıyı okumuş ve çok ilginç bulmuştur. Romanın bu sahnesinde geçen konuşmalarla Dostoyevski çok önemli bir konuyu tartıştırır: Suç ve suçun kaynağı. Razumihin’nin ağzından şu görüşleri dile getirir: “… Onlara göre her aksaklık, çevrenin bozukluğundan kaynaklanıyor, hepsi bu! ... Yani eğer toplumsal düzen yerine konulacak olursa, bir anda bütün suçlar yok oluverecek; çünkü ortada protesto edilecek bir şey kalmayacak. Ve herkes bir anda dürüst olacak… Doğa diye bir şey hiç hesaba katılmıyor, yok sanki böyle bir şey! Doğa kapı dışarı! Onlara göre, tarihsel olarak canlı bir biçimde gelişen ve önünde sonunda düzenli bir toplumsal yapıyı sağlayan insanlık yoktur; tam tersine, tarihsel gelişmeden ve canlı süreçlerden önce bütün insanlığı düzenleyen, bütün insanlığı bir anda dürüst, kusursuz bir hale getiren, matematik bir kafadan doğma toplumsal bir düzen vardır. … Böylece her şeyi aynı saçmalıkla açıklama olanağını elde ediyorlar! Yaşamın canlı akışından nefret etmeleri de bu yüzden. Canlı varlığa ne gerek var! Canlı varlık için yaşam gereklidir, canlı varlık makinelere boyun eğmez, canlı varlık kuşkucudur, canlı varlık gericidir! Berikinde ise bir ölü kokusu var, istersen kauçuktan da yapabilirsin böylesini; buna karşılık cansızdır, iradesizdir, köle ruhludur, başkaldırmaz!” Romanda yazarın Razumihin aracılığıyla dile getirdiği felsefi tartışma romanın en önemli konularından biridir. Hatta diyebiliriz ki romanın temel konusudur. Yazar devamla Raskolnikov’un fikirlerini sunar. Burada çok güçlü bir bağlantı kurmuştur. Porfiri, Raskolnikov’un yazısındaki görüşlerini tartışmak ister. Raskolnikov yazısını özetlemeye çalışır: “… En eskilerden başlayıp, Likurg, Solon, Muhammed, Napolyon ve sonrakilerle sürüp giden insanlığın tüm kurucularının, yasa koyucularının, başka hiçbir nedenle değilse bile, yalnız yeni yasalar koydukları, böylece de toplumun kutsal saydığı, babadan kalma eski yasaları çiğnediği için, ayrımsız hepsi birer suçluydular. Doğaldır ki, bunların hepsi amaçlarına yararı olacağına inandıkları anda kan dökmede (hatta bazen eski yasalara bağlılık duymaktan başka hiçbir suçu olmayan, tümüyle suçsuz insanların kanını dökmede) duraksamamışlardır. Hatta şu çok ilginçtir: Bu iyiliksever, bu kurucu, yasa koyucu insanların çoğu büyük birer kan dökücüdür…” Raskalnikov insanları ikiye ayırır yazısında: Sıradanlar ve dahiler. Raskolnikov sözlerine devam eder. Yazar artık onun neden suç işlediğini,

Şubat-Mart 2011-53

ÖZGÜR DÜŞÜN

meladov’la tanışır. Sonya’nın hikayesini dinler ondan. Bu korkunç bir hikayedir. Küçük yaşta bir kızın kardeşleri için üvey annesi tarafından zorlanarak kendi bedenini satmasının öyküsüdür. Aslında yazar bize Raskolnikov’u yapacağı şeye yönelten nesnel koşulları bir bir vermektedir. Ve kahramanı yapacağı şeye ağır ağır hazırlamaktadır. Peki, Raskolnikov’u yapacağı şeye yönelten sadece nesnel koşullar mıdır? Raskolnikov, düşüncelerinin ağırlığı altındadır. Çocukluğunu hatırlar. Yoksul insanların kanını emen bir gurup egemen aklına gelir. Tefeci kadını da onlara benzetir. O da bir bittir. İnsanların kanını emmektedir. Ezilmesi gereken bir bittir. O herkese zarar vermektedir. Binlerce rublesi vardır. Hiç kimseye bir faydası yoktur. Bu düşünce Raskolnikov’un beynini, ruhunu tüketmektedir. Ayrıca kahramanımız güzel bir yaşam istemektedir. Fakat mevcut koşulları onun güzel bir yaşam sürmesinin önünde engeldir. Hem kendisi insanlara faydalı olabilir. Amacına ulaşmak için önündeki engelleri kaldırması gerekir. Bunun için paraya ihtiyacı vardır. Ve tefeci kadın bittir, topluma zararlıdır ve kendisinin önünde engeldir ama aynı zamanda Raskolnikov’un kurtuluşudur. Uzun bir muhakemeden sonra Raskolnikov tefeci kadını ve istemediği halde onun zavallı ve iyi bir insan olan kız kardeşi Lizaveta’yı bir baltayla öldürür. Aldığı değerli eşyaları ve paraları yıkıntı bir yerdeki büyükçe taşın altına saklar. Roman bu olaydan sonra gittikçe derinleşir. Psikoloji ve felsefe romanın dokusuna daha da rengini verir. Ve şimdi ne olacaktır? Raskolnikov artık bir katildir. Rahat ve huzurlu bir dakikası bile yoktur. Bir yandan pişmanlık duyar bir yandan da haklılık. Bu ikilem onu yiyip bitirmektedir. Hastalanır. Yataklara düşer. Kimse ne olduğunu bilmemektedir. Ona eski okul arkadaşı Razumihin bakar. Bu kötü durumdayken polis karakoluna gitmek zorunda kalır. Orada polisler tefeci kadının öldürülmesine dair konuşmaktadırlar. Raskolnikov burada fenalaşır, kendinden geçer. Hiç şüphelenilmeyen biri iken, kuşku çeker. Bu sırada annesi ve kız kardeşi de yanına gelecektir. Çünkü kız kardeşi daha önce mektupta da yazıldığı gibi burada evlenecektir. Romanın can alıcı bölümleri önümüze serilir. Kahramanımız polis karakolunda başına gelenler yüzünden kendine kızmaktadır. Ama ellerinde kanıt olmadığı için de kendini güvende hisseder. İşler iyice karışmaya başlamıştır. Razumihin’in arkadaşı olan polislerden biri, Zamyatov, bir meyhanede kahramanımızı sıkıştırır. Raskolnikov saldırıyı savuştursa da artık kendisinden şüphelendiklerini anlar. Daha önce de Raskolnikov ve

65


ÖZGÜR DÜŞÜN

Şubat-Mart 2011-53

66

kahramanın ağzından şu sözlerle okuyucuya verir: “… Bunların (sıradan olmayanlar) ülkülerini gerçekleştirebilmeleri için, cesetlerin, kan göllerinin üzerinden atlamaları gerekse, bence kendilerine bu izni, vicdan rahatlığıyla verebilirler; tabii bu söz konusu ülkünün ne olduğuna, boyutlarının ne olduğuna bağlı olan bir şeydir, bu noktaya dikkatinizi çekerim. Yazımdaki suç işleme hakkımı ben bu bağlamda ele aldım.” Romanın bu pasajları bize romanın temel noktasını verir. Bu kısımlarda yazar çok önemli tartışmalara dair kendi düşüncelerini ve kahramanlar aracılığıyla özellikle Razumihin’in ağzından eleştirilerini yapar. ‘Bu tartışma nedir?’ sorusuna tekrar döneceğiz.

Raskolnikov her geçen gün daha da kötüleşir. Artık dayanacak gücü kalmamıştır. Ama kimse kesin olarak bir şey bilmemektedir. Tesadüfler peşini bırakmaz. Kız kardeşinin eskiden çalıştığı çiftliğin sa-

hibi ve kız kardeşine sarkıntılık eden Svidrigaylov gelip onu bulur. Svidrigaylov’un karısı ölmüştür. Ama herkes karısını onun zehirlediğini düşünmektedir. Bu karakterle Rus toplumunun farklı bir kesimiyle karşılaşırız. Svidrigaylov da değişimler geçiren Rusya’da kendine bir çıkış noktası arayanlardandır. Onun için, insanın gerçekliği şehvetle özdeşleştiği sürece sorun yoktur. İşte Sonya bu algıya sahip olan insanlara kendini satmak zorunda kalan küçük kız karakteri olarak karşımıza çıkar ve önemli bir karaktere dönüşür. Raskolnikov’un ağır ağır hayatında yer eder. Sonya da hayatta kaybedenler arasındadır. Toplumun yoksulluğu, yoksunluğu kenar mahallelerin bu genç ve iyi insanlarını Svidrigaylov gibi şehvet düşkünlerinin ihtiyacını karşılamaya mahkum eder. Sonya’nın kaderine boyun eğişi Raskolnikov’u kızdırmaktadır. Bu konu üzerine tartışırlar. Sonya’nın küçük kız kardeşleri vardır. Raskolnikov hayat şartları değişmezse kardeşlerinin de aynı sonu yaşayacağını söyler. Sonya “Tanrı… Tanrı böyle korkunç bir şeye izin vermez!” diyerek karşı çıkar. Raskolnikov ise “Belki de tanrı hiç yoktur” der. Buna benzer tartışmalar aralarında sürekli geçer. Yazar burada Raskolnikov’un inançsızlığını vurgulamaktadır. Ve bu tartışmalar inançsız kahramanımızı, pişmanlığı içerisinde sığınacağı Hristiyanlık’ın sevgi ve alçak gönüllülüğüne götürür. Burada da önemli bir sorun çıkıyor karşımıza: Neden Hristiyanlık’ın sevgi ve alçak gönüllülüğünde huzur buluyor? Ya da gerçekten öyle midir? Para karşılığı birçok erkekle birlikte olan Sonya’nın yanında bir de Dunya vardır: Raskolnikov’un kız kardeşi. Lüjin denen bir tüccarla onun servetini gözeterek evlenmeyi düşünen güzel ve akıllı Dunya. Yani o da yıllar boyunca bir adamla fuhuş yapmak için anlaşmak istemektedir. Bu bakımdan Sonya ile Dunya’nın yaptığı şey açısından bir fark yoktur. Romanda bu karşılaştırma önemlidir. Çünkü kahramanımız Sonya’yı sevmektedir; toplumun kötü olduğunu düşündüğü bir kadını, cinsel gücünü satan, aşağılanan bir kadını. Diğer tarafta ise kardeşi de aynı işi bir adamla yıllar boyu yapmayı düşünmektedir. Bu ise sevinçle karşılanan, namuslu olarak nitelenen bir durumdur. Oysa Dunya da özgür bir aşkla değil maddi bir çıkar karşılığı evlenecektir. Günümüzde de gerçekliğini koruyan bir olgudur bu durum. Ve gerçekten hangisi daha “namuslu ve doğrudur?” Ya da ikisi arasında öz olarak bir fark var mıdır? Ya da bu yaşam şekli doğru mudur? Yazar yaşamın can alıcı bu sorununu romanına ustalıkla yerleştirmiştir. Raskolnikov artık daha çok pişmanlık duymaya başlar. İçi içini yemeğe başlamıştır. Bir ağaç kurdu


yaşam koşulları ve maddi yaşam koşullarının etkisiyle oluşmuş olan bilincidir. Cinayet sonrası bilincinde değişmeler olur ama oluşan bu yeni bilinç o dönem Rus toplumunun bilincinden farklı olan bir bilinç değildir. Bu bilinç, dinin sevgisine ve alçakgönüllülüğüne kendisini bırakmasıdır. Romanda, Raskolnikov da bir cinayet işler Svidrigaylov da; ikisi de önlerindeki engelleri kaldırmak isterler. Gerçi yazar Raskolnikov özgülünde bunun öyle olmadığını onun sadece kendisinin de bir bit olup olmadığını yani diğer insanlardan farklı olup olmadığını öğrenmek için cinayet işlediği savını bize sunar. Yani tamamen psikolojik bir meseledir der. Ancak durum böyle değildir. Svidrigaylov şehvet duyguları için karısını engel olarak görür ve onu öldürür. Raskolnikov daha iyi bir yaşam istemektedir. Bunun için bir şeylerin değişmesi gerekmektedir. Ve kendince bir yol bulur: Tefeci kadını yani bir biti ortadan kaldırmak. Ama yanılmaktadır. Bu bireysel ve nihilistçe başkaldırı hazin bir şekilde sonuçlanır. Her iki karakter de kendileri için çıkış noktası olarak düşündükleri yöntemlerinin kurbanı olmuşlardır. Nedeni anlaşılmaz değildir. Dostoyevski’nin anlattığı zamanın Rusya’sı, yazının başında az da olsa değinmiştik, değişimlere gebe olan bir topluma sahiptir. Yaşam değişmektedir. Bir doğum sancısıdır ve neyin doğacağı net değildir. Bu karmaşa içinde herkes bir çıkış yolu aramaktadır. Bu maddi yaşam koşulları da Raskolnikov’u bu duruma getirir. Tabii o düşünsel olarak bunun doğru bir çıkış yolu olduğunu düşünmüştür. İzbe bir odada yaşayan bir üniversite öğrencisini… Aydın olma yolunda ilerleyen bir kişiyken… Aslında her ikisi de maddi yaşamlarından memnun değildirler ve değiştirmek istemişlerdir. Başarmışlardır da ama istedikleri şekilde değil. Svidrigaylov, Dunya’ya zorla sahip olmaya çalışmış başaramayınca da intihar etmiştir. Raskolnikov’a gelince onun sonunu kitabı okuyanlar öğrenecektir. Dostoyevski bu romanında ustalığını sergilemiştir. Roman iki haftalık bir süreyi kapsar. Kurgusuyla, anlatım tekniğiyle, diliyle ve konusuyla gerçekten okunmaya değer bir romandır. Suç ve Ceza modernleşmenin ön gününde çağdaş bir kahraman olan Raskolnikov’un macerasını anlatır. Raskolnikov tipik bir karakter olarak roman dünyasında yerini almıştır. Tıpkı Oblomov, Prens Andrey gibi Rus toplumunun ve evrensel olarak insanların ortak noktalarını kendinde yansıtmıştır. Dostoyevski’ye de haklı ününü kazandırmıştır. Yazar yaşadığı toplumu gerçekçi bir tarzda ele almıştır. Tüm okurlarımıza öneriyoruz. Okuduğunuzda pişman olmayacağınız bir eser.

Şubat-Mart 2011-53

ÖZGÜR DÜŞÜN

ağacı nasıl tüketip bitirirse bu çelişki de onu bitirir. Ve bir gün Sonya’ya gerçeği anlatır. Bu itiraf roman açısından çok önemlidir. Bu bölüm, romanın felsefi ve psikolojik boyutu için de önemlidir. Raskolnikov’un dönüşümünü görürüz. Sonya’ya anlattıkları: “… Maddi olanaklara ve iktidara kavuşmak ve böylece insanlığa yardım etmek için de öldürmedim. Bütün bunlar palavra. Ben öylece öldürdüm; kendim için, yalnız kendim için yaptım bunu! Anla beni; bütün o yollardan yeniden geçecek olsam, sanırım bu cinayeti tekrarlamazdım… Ben de herkes gibi bir bit miydim, yoksa bir insan mı? Önüme çıkan engeli aşabilir miydim, aşamaz mıydım? Eğilip iktidarı yerden almaya cesaret edebilecek miydim? Titreyen bir yaratık mıydım, yoksa hakları olan biri mi?” Dostoyevski kahramanının pişmanlığını bu şekilde dile getirir. Raskolnikov yaptığı şeyden pişmanlık duyar. Aynı koşullardan tekrar geçse de cinayet işlemeyeceğini söyler. Yazımızın ortasında romandan yaptığımız alıntıdaki tartışmaya dönebiliriz. Yani yazar burada insan psikolojisinin belirleyeceğini anlatır. İnsan doğası dediği şey budur. Aslında sadece çevre koşullarının insan yaşamını etkilemeyeceğini, insan doğasının da belirleyici bir yerde durduğunu belirtir. Yani Raskolnikov’un katil olması onun doğası gereği miydi? Psikolojik olarak suça, insan öldürmeye eğilimli biri miydi? Yazara göre öyledir. Bunu Raskolnikov’un “aynı koşullardan geçsem sanırım bu cinayeti tekrarlamazdım” demesinden anlarız. Aslında burada bile ona bu sözleri söyleten onun bu psikolojide olmasına neden olan çevre koşullarıdır da; sadece kendi içinde yaşadığı muhakeme değildir. Eğer onu suça iten şey psikolojisi olsaydı, Sonya’yı da aynı şekilde değerlendirmemiz gerekirdi. Sonya’nın da fuhuş yapmasını onun doğasından gelen bir şeymiş gibi kabul etmemiz gerekirdi. Yazar insan psikolojisini maddi yaşam koşullarından bağımsız şekilde ele almaktadır. Bu anlamıyla tek taraflı bakmakta ve insan doğasına çok büyük bir önem atfetmektedir. Tabii ki insan öznelliği, tercihleri olan bir canlıdır. Fakat yaşadığı ortamdan bağımsız bir psikolojisi olamaz. İnsan yaşadığı maddi yaşam koşullarından etkilenir ve tekrar o koşullara etkide bulunur. Dostoyevski maddi yaşam koşullarını göz önüne almıyor değil ama insan psikolojisine çok büyük bir önem atfediyor. Ve doğal olarak geldiğini söyleyerek Tolstoy’un karşıtı olan bir hataya düşüyor. Ayrıca Raskolnikov’un amacına ulaşmak için önündeki engelleri aşmak istemesi ve bunun için cinayet işlemesi aslında onun yaşam koşullarını değiştirmek için attığı bir adımdır. Onu cinayet işlemeye götüren ve bu cinayeti kendi açısından meşrulaştıran maddi

67


ÖZGÜR DÜŞÜN

Şubat-Mart 2011-53

BİTMEYEN ÇIĞLIK -3-

68

Behzat’a ve 29 yıl sonra onun kara gözlerini yeniden kuşananlara… “Kimsin?” “Behzat… Behzat Firik.” Yüz hatları gerilmeye başladı yaşlı adamın. Eskiden, çok eskiden kalmış güçlü bir hatıraydı bu isim. Yıllardır duymuyor, hatta hatırlamıyordu. Ama o, aynı güçle tutunmuştu beyninde. Bazı hatıralar, unutuldukları sanıldığında dahi, gitmezler bir yere. Pusudaki düşman ne denli tehlikeliyse, o denli tehlikelidir onlar da. İşaret beklerler, küçücük bir işaret. Ve işaretle birlikte, nerden geldiği belirsiz bir kurşun gibi gelir otururlar zihninizin başköşesine. Ondan gayrı gerçek yoktur artık. Behzat… Behzat Firik. Evet, tanıyordu. Hatırlıyordu. Ama hem geçen uzun zamandan, hem de bu anıyı zihninden atmak isteyişinden olsa gerek, somut bir suret belirmedi zihninde. “Seni tanımıyorum.” “Tanıyorsun Kulaksız Yüzbaşı! Kendini tanı-

madığın kadar tanıyorsun hem de.” “Tanımıyorum dedim sana! Çık git evimden! Ne hakla geldin buraya? !” Kulaksız! Behzat’la aynı anılar yumağının parçası… İyice korkmaya başladı yaşlı adam. Oysa ne zamandır “Kulaksız” değildi o. Bursa’daki huzurlu mahallesinin huysuz “Aytekin Amca”sıydı. “Kulaksız” olarak anıldığı yılları, komşularına, çocuklarına ve torunlarına bir kahramanlık destanı gibi anlatıyordu sadece. O dağlarda ne kadar teröristi öldürdüğünü de anlatıyordu elbet. Ama Behzat’ı anlatmıyordu. Hayır, pişmanlığından değil. Öyle küçücük bir çocuğun karşısında düştüğü acizlikten utandığından… Kendisine bile itirafa yanaşmasa dahi, o çocuğu, taburunun önünde kendisini rezil ettiği, itibarını iki paralık ettiği için yaktığını biliyordu. İşte bu yüzden ne anlatıyor; ne de hatırlamak istiyordu onu. “Gitmeyeceğim Kulaksız! Sen Behzat’ın evine sorgusuzca nasıl girdiysen, ardında kalanlara o evi, köyü, o dağları ve dünyayı nasıl dar ettiysen, işte öyle yapacağım ben de! Halen tanımadın mı beni? Behzat’ım ben! Behzat Firik ve diğerleri…


ÖZGÜR DÜŞÜN

Şubat-Mart 2011-53

Dersim dağlarında diri diri yaktıkların, evini basıp talan ettiklerin, onuruna tecavüz ettiklerin… Halen hatırlamadın mı beni Kulaksız?” Kulaksız Yüzbaşı korkuyordu. Hem de ömrünce hiç korkmadığı kadar korkuyordu. İşte, on yıllar önce barınaklarını bulmak için dağ dağ dolaştığı teröristlerden biri, elinde tabancasıyla dikilmişti karşısına. Üstelik kendisi yalnızdı bu kez. Ne taburu, ne silahı yanındaydı. Eşi bile evde değildi. Kendini çırılçıplak hissediyordu. Ne kadar çırpınsa boştu. Kudreti, itibarı, anlata anlata bitiremediği kahramanlığı yoktu artık. Günlük kıyafetlerinin ve etrafında nöbetçilerin beklemediği evinin içindeki Kulaksız Yüzbaşı, o uzak dağların heybetine bakıp, kendini onlarla kıyaslayan vatan bekçisinin çok uzağındaydı. Hatta denilebilir ki, Kulaksız Yüzbaşı değildi şimdi; Aytekin İçmez’di sadece. Bütün unvanlarından, itibarından, kudretinden, gururundan ve fedailerinden yoksundu. Korkuyordu Kulaksız. Ve korktukça, o uzak dağlarda korktuğunda ne yapıyorsa onu yapıyor, öfkeden deliye dönüyor, kudurmuşçasına bakıyordu karşısındakine. “Bana bak Kulaksız! Gözlerime bak! 29 yıl önce, 1981 yılının Eylül ayında, Dersim’in Ovacık’ından alıp, Hozat’ın dağlarına götürdünüz beni. Beni korumak isteyen abimi de peşimden sürüklediniz. Babamın, Firik Dede’nin feryadını duymadınız bile. Ve Hozat’ta, bir ağaca bağladınız beni ve abimi. Yoldaşlarımı ihbar etmemi istediniz. Kendiniz gibi sandınız beni de. Korkacağımı, onları satacağımı sandınız! Bana bak Kulaksız, gözlerime bak! 29 yıl önce bakmıştın onlara. Ve o kadar deliye dönmüştün ki, diri diri yakmıştın beni. İşte şimdi, öldürdüğün herkes

gibi, dört yana savrulan küllerimden yeniden doğdum ben de! Yeniden doğdum ve karşındayım şimdi. Ama bu kez, sonunu bekleyen sensin. Benim küllerim öfkeyi ekerken dört bir yana; senin küllerine dönüp bakmayacak kimse!” Kulaksız çaresizce dinliyordu. Bir yandan öfkeden kudurmasına rağmen, için için duyumsuyordu çaresizliğini. Hiç beklemediği bir zamanda, ansızın karşısına dikilmişti geçmişi. Hem de en kara, Behzat’ınkinden bile kara gözleriyle! “Benim konuşacak bir şeyim yok” diyen Behzat’ın sesi yankılandı kulaklarında. İrkildi, damarlarına dek titredi. Ne bir şey söylemeye ne bir şey düşünmeye mecali kalmıştı. Ansızın karşısına dikilen ve birkaç dakikada bütün kudretini yerle bir eden geçmişi, dehşete düşürmüştü onu. Çaresizlikle kıvrandı. Boğuk bir hırıltı çıktı dudaklarının arasından: “Ne istiyorsun benden?” “Çok şey istemiyorum Kulaksız. Yıktığın onca yuvaya, mahvettiğin onca hayata, katlettiğin onca insana ve diri diri yaktığın Behzat’a karşılık, canını almaya geldim. İşkence de etmeyeceğim sana. Siz ne kadar zorlasanız da, size benzemedik, benzemiyoruz biz. Partim adına, seni ölümle cezalandıracağım. Ve Partim de bunu, Behzat ve diğerleri adına yapıyor.” Çaresizlik içinde kıvranan Kulaksız, bir şeyler daha söyler oldu, söyleyemedi. Kurşun geldi, şahdamarında kaldı. Kulaksız, bütün kudreti, itibarıyla yerde yuvarlandı. * Öyküdeki olay anlatımı tümüyle hayal ürünüdür. Gerçek olaylarla hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.

- BİTTİ-

69


i

ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

kP

ü üy

B

70

er

et rol

ür

Y

o G uc

n

ni mi

i

vr De

ya

sı an

d r da

em

in ız S

s

n Fra

na ı s a

m n İs

L an

lt Kü

Je

Dünya sinemasını bir bütün olarak değerlendirdiğimizde biçim, içerik, üslup ve uygulanış bakımından birçok kuramsal akımla karşılaşmaktayız. Oluşturulan her akım bir öncekinin deneyiminden öğrenerek; ya onu yerle bir etmiş ya da pratiğini sahiplenerek ilerlemiştir. Fakat değerlendirme yazımızda sinema sanatına yapılan kuramsal katkıları birebir irdelemekten ziyade, ortaya çıkan ürünlerin kitleler üzerindeki etkilerini baz alarak hangi noktada durduğunu kısaca anlatmaya çalışacağız. Fransız sinemasının en önemli simalarından olan ve bugün hala ürünler vermeye devam eden usta yönetmen Jean-Luc Godard’ın dünya sinemasına katkılarını ve süreç içerisindeki değişimini Mao Zedung’un “…Sanat alanında farklı biçimler ve üsluplar özgürce gelişmeli, bilim alanında farklı akımlar özgürce yarışmalıdır. …sanat ve bilim alanlarında neyin doğru, neyin yanlış olduğu, kesitirip atılarak değil, sanat ve bilim çevrelerinde özgürce tartışılarak ve bu alanlarda pratik tartışmalar yapılarak çözülmelidir”1 sözünü bir kez daha hatırlayarak irdeleyeceğiz. Yeni Dalga ve Godard 1. ve 2. Emperyalist Paylaşım Savaşları, taraf olan ülkeleri ciddi bir yıkıma sürükledi. Haksız savaş gerçekliği özgülünde halklar açlık, sefalet ve kargaşa içerisinde yaşamlarını sürdürürken; sanatçılar da bu karanlık dönemde yeni arayışların içerisine girdi. Ya-

şanan bu karmaşa sinema sanatçılarını etkilemekte fazla gecikmedi ve toplumsal sorunlara daha duyarlı yeni bir üretim kuşağı ortaya çıktı. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı ardından Almanya’da ortaya çıkan “Alman Ekspresyonizmi”, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı ardından İtalya’da ortaya çıkan “Yeni Gerçekçilik” ve İngiltere’de işçi sınıfının problemlerini ele alıp sosyal içerikli üretimler sergileyen “Özgür Sinema” akımları bunun en berrak örneklerinden birkaçı olarak karşımızda durmaktadır. Yeni Dalga akımı ise 1950 Fransa’sının toplumsal ve sanatsal atmosferi içerisinde çeşitli etkiler altında kalmıştır. Bu etkileri 3 ana başlık altında toplayabiliriz. Bunlar; IDHEC, Fransız Sinematek’i ve Les Cahier du Cinéma’dır. IDHEC (Institut de Hautes Etudes Cinématographiques), Marcel L’Herbier tarafından kurulmuş bir sinema okuludur. Bu okul sayesinde yeniliklere açık, ne yaptığını bilen, cesur, genç sinemacılar yetiştirilmiştir ve Yeni Dalga’ya birçok yönetmen kazandırılmıştır. Günümüzde de hala dünyanın en iyi sinema okullarından biri olarak gösterilmektedir. Fransız Sinematek’i sayesinde ise genç sinemacılar görsel hafızalarını oldukça geliştirmiş; o dönemde izlenmesi zor olan birçok filmi, sinematek aracılığıyla izleyip yeni filmlerle tanışmışlardır. Bu sayede genç sinemacılar hem diğer ülkelerin filmlerini takip ederken hem


‘Yeni Dalga’dan kopuş ve BPKD’nin ilk ürünü ‘Çinli Kız’ 1900’lü yıllar dünya halkları için olumlu ve olumsuz olmak üzere birçok olaya tanıklık etmiştir. Emperyalist Amerika’nın Vietnam işgali ve peşi sıra gerçekleşen katliamlar, Siyahîlerin Amerika’da beyaz ırka başkaldırısı ve hareketin önderliğini üstlenen Martin Luter King’in öldürülmesi, Çekoslovakya olayı, Çin’de gerçekleşen Büyük Proleter Kültür Devrimi ve Paris 68 öğrenci hareketi bu sürecin önemli olaylarını oluşturur. Dönemine yabancılaşmayan her sanatçı, yaşadığı sürecin etkilerini doğru bir analizle ele alabildiği takdirde daha duyarlı bir üretim sürecini işletmeye başlar. Bu işletim sürecine dâhil olan ve Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin etkisiyle Yeni Dalga akımını bırakan Godard “Politik yönden doğru bir film yapmak istiyorsak, politik yönden doğru olduğunu düşündüğümüz kimselerle birleşmeliyiz. Yani ezilenlerle, baskı altında olup bu baskıya karşı savaş verenlerle. Ve onların hizmetine girmeliyiz”2 diyerek burjuvazi için film yapmayı reddetmiştir. “Vietnam yanar, ben bağırırım bar bar Mao, Mao! Güler Johnson, ben çalarım don Mao, Mao!

Napalm düşer, bende de mermiler düşer Mao, Mao! Kentler ölür, bendeniz rüya görür Mao, Mao! Fahişeler bağırır, ben kıkır kıkır Mao, Mao! Pilava bereket, ben oynarım, seyret Mao, Mao! Şu küçük kırmızı kitap var ya her şey döner onun etrafında. Emperyalizm dayatır kanununu her yere, devrim benzemez eğlenceli bir ziyafete bombalar kağıttan kaplandır. Asıl kahramanlar halk yığınlarıdır Amerikalılar öldürür, benim yüzümü kitap güldürür, Mao, Mao! Soytarılar olmuş hükümdar, bana düşmüş şarkılar, Mao, Mao! Bombalar patlarken, ben çalarım zil erken, Mao, Mao! Benim için tek rehber, Mao, Mao!...”3

Mao’nun “İnsanların başkaldırmaya hakları vardır”4 sözünü Godard sinemayla gerçekleştirmiş ve 1967’de Maoizm’in etkisiyle ilk politik filmi “Çinli

Nisan-Mayıs 2011-54

ÖZGÜR DÜŞÜN

de yeni oluşacak birçok fikrin zeminini hazırlamışlardır. Bu üç etmenden en önemlisi ise Les Cahier du Cinéma dergisidir. André Bazin, Jean–Luc Godard, François Truffaut, Claude Chabrol, Eric Rohmer, Jacques Rivette gibi pek çok genç yazar bu derginin içersinde çalışmış akımın fikirsel temelini bu dergide atmışlardır. Daha sonra bu genç yazarlar sinema eleştirmenliğinden yönetmeliğe doğru yol almış ve Yeni Dalga akımında önemli bir yer tutmuşlardır. Jean-Luc Godard bu toplumsal atmosfer içerisinde yetişmiş, akımın en önemli temsilcisi olmuştur. Yeni Dalga dönemi içerisinde ürettiği filmlerin en önemlisi 1960 yılında çektiği Serseri Aşıklar’dır (A Bout de Souffle). Sinemanın belli başlı kurallarına karşı çıkarak, filmin kurgusunun bütünselliğini yok eden, özellikle Hollywood filmlerindeki gibi öykü ve roman gibi belirli bir konuyu birbiri ile doğrudan ilişkili sekanslarla anlatmak yerine, algıyı rahatsız eden bir tarz kullanmıştır. Aynı zamanda, filminde kamera açıları alışılagelenin aksine fotoğrafik netlik de değildir. Kullanılan bu tekniklerin orijinalliği filmin başyapıt olmasını sağlamıştır. Godard, son filmi Sosyalizm’de de, aynı tarz kurgulama ve kamera açısını kullanmıştır. Aynı zamanda bu filmde, Vertov’un gerçekçi sinema kuramında yer alan mekânın doğal ışığı ve ortam sesi üzerinde oynama yapmamış, anlatmak istediği konuyu da fazlasıyla imgeler kullanarak, her açıdan kafa karıştırıcı bir film haline getirmiştir.

71


ÖZGÜR DÜŞÜN

Nisan-Mayıs 2011-54

Kız”a (La Chinoise) hayat vermiştir. Film, Çin Halk Devrimi hakkında fikir yürütme sürecine giren üniversite öğrencilerinin düşünce biçimlerini ve vardıkları sonucu kesip birleştirme yöntemini kullanarak anlatan bir yapıttır. Daha sonra dönemin Maoist öğrenci liderlerinden Jean-Pierre Gorin ile birlikte Dziga Vertov grubunu kurarak üretimlerine devam eden Godard, güncel siyasal görüşlerini temel alan bir dizi film çekmiştir. Bu filmler Şen Bilgi (Le Gai Savoir), 1968 ve Her şey Yolunda (Tout va bien), 1972 arasında yapılmış filmlerdir. Grup adını “dünyanın komünist bir bakışla deşifre edilişi”5 olarak tanımladığı manifestosu ile kurgu tekniklerinde çığır açan ünlü Sovyet yönetmen Dziga Vertov’dan almıştır.

için yazmayı çok önemli bir yerde tutan Godard; “Yazmak film yapmak demekti… Kendi kendine ne düşündüğümü sormak ve demek istediğimi söylemek için bir gerekçeydi sadece”7 diyerek tanımlar. “Yeteri kadar öğeyi bir araya getirebilmişsem, montaj sırasında gerçek bir yeniden yaratmaya ulaşabileceğime çok inanırım”8 der Godard. Onun için montaj görüntülerin belirli bir sıralamayla ardı ardına dizilmesi değildir. Elde edilen ham görüntünün yeniden doğumudur. “Filmin inanılabilirliğine zarar verebilecek dahi olsa bir çok planı kaldırıp atarım. Ama konu varsa inanılabilirlik daha az tehlikede demektir. Ya da filmlerde çok üzerine durduğum o ‘belgesel’ yan varsa.”9 Ve böylece Vertov’un yarattığı kurgu kuramı tekrardan hayat bulur, teknikte Brecht gibi yabancılaşmayı kırarak, inanılabilirlik üzerinden temellendirir filmlerini.

Sonsöz Godard’ın uzun sanat yaşamını ayrıntılarıyla ele almak için büyük bir ansiklopediyi doldurabilecek bir sinemasal birikime ve iyi bir analiz yeteneğine ihtiyaç var. Amerikan ana akım sinemasını yerle bir eden yapıtlarıyla kuşkusuz sinema tarihinin en ilginç figürlerinden biridir. Kameranın sokağa taşınması, deneysellik, tanınmamış oyuncularla çalışılması, sinemaya doğaçlamayı sokması ve sıçramalı kurgunun öncülüğünü üstlenmesi gibi daha sayamadığımız birçok noktada ciddi katkıları olmuştur ustanın. 1979 yılında tekrardan ticari sinemaya dönmek zorunda kalsa da yapıtları etkisini hiçbir şekilde yitirmemiş dünya sinemasına ‘godardiyen’ sıfatını armağan etmiştir.

Dipnotlar:

72

Yazı, montaj ve Godard Godard ve döneminin en önemli özelliği, yönetmenlerin birçoğunun sinema eleştirmenliğinden gelmiş olmalarıdır.. Usta yönetmenin ilk yazısı Rus sineması hakkında kaleme aldığı “Politik Bir Sinema İçin”6 başlıklı yazıdır. Üretilen filmlerin eksiklerini görebilmek, yenilikçi fikirleri kuramsallaştırabilmek, sinemayı bir sanat dalı olarak daha ileri taşıyabilmek

1- Zedung, Mao, Kültür Sanat ve Edebiyat Üzerine, syf.92, İstanbul: Berfin Yayınları, Şubat 1995 2- Jean-Luc Godard, Godard Godard’ı Anlatıyor, Söyleşiler, syf.164İstanbul: Metis Yayınları, Temmuz 2008 3- Çinli Kız (La Chinoise), 1967 filminde geçen bir şarkıdan alıntı 4- Jean-Luc Godard, Godard Godard’ı Anlatıyor, Söyleşiler, syf. 292, İstanbul: Metis Yayınları, Temmuz 2008 5- Sine-Göz, Dziga Vertov, İstanbul: Agora kitaplığı, Ağustos 2007, syf.48 6- Jean-Luc Godard, Godard Godard’ı Anlatıyor, Söyleşiler, syf. 9, İstanbul: Metis Yayınları, Temmuz 2008 (Yazının yayınlandığı gazete; La Gazette du cinéma) 7- A.g.e, syf.12 8- A.g.e, syf. 15 9- A.g.e, syf. 15


Umuda açmış genç tomurcukların yeniden doğumunu muştularken bahar, ölülerimizi kalplerimize gömerek aydınlatıyoruz umut yüzlü sabahları... Mart ve Mayıs aylarında yitirdiklerimizin anıları önünde saygıyla eğiliyoruz...



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.