SUNU
Merhaba, Halkta peşrev olmaz diyen şairin bilgeliği ve devletlerin okuması yazması yoktur diyen ozanın “Ölü mü denir şimdi onlara/ Kalpleri durmuş çoktan” dizeleriyle... Kafiyesi dağlar olan her aşkın ve savaşın yerini kalbimizde doğru işaretleyerek, tarihin, coğrafyaların ve halkların söylenceleri ve mücadeleleriyle... Ateşten olma ve tarihten doğma halkların kütüğüne dağlardan ve ateşten başka geçmişin, geleceğin yok yazan büyük ustaların kadimliğiyle... Haklı savaşların yerini ait olduğu haritalarda doğru işaretlemeyi unutmayan ulusların, ölmezse ateş ölmez, ölmezse dağlar ölmez diye haykıran haklı mücadelesiyle... Dağların arkasından konuşmanın ve tuza-ekmeğe muhtaç bilge halkların inkarın soy kütüğüne yazılı katliam tarihiyle “Armenak”ca MERHABA! İki aylık bir aradan sonra güncel gelişmelerin ışığında hazırladığımız ve güncel olduğu kadar teorik-politik yazılarla da güçlendirdiğimiz 55. sayımızla tüm okurlarımıza yeniden MERHABA!
İÇİNDEKİLER
01 04 07 13 16 19 24 27 30 34
EMPERYALİZME UŞAKLIKTA “YAPTIKLARI YAPACAKLARININ TEMİNATIDIR” DGH’DEN GELİŞMELERİ VE SONUÇLARIYLA BİRLİKTE 2011 GENEL SEÇİMLERİ TAKKE DÜŞTÜ KEL GÖRÜNDÜ EKONOMİ-POLİTİK/ SÖMÜRÜ
SARAYLILARIN ADALETİ VE ADALET SARAYLARI İNSANIN İNSANLA DOĞAL (OLAMAYAN) İLİŞKİSİ DEVRİMİN MEŞAKKATLİ YOLUNDA ÖZGÜRLÜĞE KOŞANLAR: 17’LER ADGH/ NÜKLEER ENERJİ VE VAR OLMANN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ YASAKLAR İNKAR ETMEK İÇİNDİR(!)
36 45 50 54 62 64 67 73 76
DEVRİMİN KIYISINDAN GEÇE(MEYE)N BİR FİLM VE DEVRİMDEN SONRAKİ HALLERİMİZ 15-16 HAZİRAN İŞÇİ DİRENİŞİ VE BARİKATIN ARKASINDAKİLER ÇEVİRİ/ 1965-1966 ENDONEZYA KIYIMLARI VE MEDYANIN MANİPÜLASYONU AHMET KERİM GÜLTEKİN / DİN-BÜYÜ İLİŞKİSİ İÇERİSİNDE; (...) ‘ERKEN BİLİM’-IIHAPİSHANEDEN/ İNSAN VE YAŞAM
ÖYKÜ/ PUSU KİTAPLIK/ TOLSTOY’UN BELİRLENMİŞ TARİH ANLAYIŞINDAN DOSTOYEVSKİ’NİN İNSAN DOĞASINA SİNEMA/ AYAKKABININ İÇİNE KAÇMIŞ YAŞ: LARS VON TRİER
ŞİİRLİK/ EDİP CANSEVER: ÖLÜ MÜ DENİR
özgürdüşün
KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LTD. ŞTİ. Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Hıdır GÜRZ Yayın Türü: Yaygın-Süreli Yönetim Yeri: Şehit Muhtar Mahallesi Süslü Saksı sokak No: 11/4 Beyoğlu-İSTANBUL Tel: (0212) 243 91 92 Dizgi: Kardelen Yayımcılık
ozgurdusunkolektifi@hotmail.com
Baskı: Ezgi Matbaacılık Adres; Çobançeşme mah. Sanayi cad. Altay sk. No: 10 A Blok Yenibosna Bahçelievler- İstanbul Tel :0212 654 94 18
Hesap Numarası: Serpil KARAKAYA: İş Bankası İstanbul Parmakkapı Şubesi 1042 0677147
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
EMPERYALİZME UŞAKLIKTA “YAPTIKLARI YAPACAKLARININ TEMİNATIDIR” Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde aylardır süren halk isyanlarının ivmesi düşse de, emperyalistlerin bölge halklarına yönelik göstermelik müdahaleleri hızlanmaktadır. Son olarak Fransa'nın Deauville kentinde gerçekleştirilen sekiz ülkenin katıldığı G-8 zirvesinin temel gündemi Tunus'la başlayıp, Mısır'la daha da büyüyen Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki halk isyanlarıydı. Bir kez daha bu sorunu masaya yatırdıklarını iddia eden emperyalistler iki gün boyunca söz konusu coğrafyaya dönük “önlemler” üzerinde tartıştılar. Obama’nın zirveden sonra “Tarihi bir fırsatla karşı karşıyayız. Onlarca yıldır bölgeyi olduğu gibi kabul etmiştik. Şimdiyse burada olması gerektiği gibi bir dünya yaratma fırsatımız var” açıklaması, emperyalist politikaların bölgede nasıl bir siyaset izleyeceğinin de açık itirafı niteliğindeydi. Skandalların, yolsuzlukların, haksızlıkların yapıldığı ülkeler sıralamasında ilk ona giren ülkem-
izin en büyük skandalı bu yıl Yüksek Öğretime Geçiş Sınavı’nda (YGS) ortaya çıkan “şifre” oldu. Yaklaşık 1,5 milyon öğrencinin girdiği sınavda, soru şıklarının küçükten büyüğe sıralanarak düzenlenmiş olması, şifreyi bilenler ya da anlayanlar için soruların çok kısa bir sürede çözülmesini kolaylaştırıyordu. Yaşanan bu haksızlığa rağmen, Başbakan ve kuyrukçuları ne kadar şaşırtıcıdır ki(!) ÖSYM Başkanı’nın yaptığı açıklamayla tatmin olabildiler(!) Sınav maratonlarıyla yaşamlarının karartılması ve geleceksizleştirilmeleri yetmiyormuş gibi bir de böyle hak gaspına maruz kalan öğrencilerin protestolarına Başbakan “muhalif partiler tarafından kışkırtılan bir grup öğrenci” diye karşılık verdi. Bu dönem içerisinde sadece YGS’ye katılan değil, Uluslararası Yükseköğretim Kongresi’ni protesto etmek isteyen öğrenciler de kolluk kuvvetlerinin biber gazı ve şiddetinden fazlasıyla nasibini aldı. YÖK’ün başını çektiği ve 2729 Mayıs tarihleri arasında yapılan Yükseköğretim
01
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
02
Kongresi ile birçok ülkeden gelen sermayedarların ve ülkemizin aydın kadrosunun(!) da katıldığı bu kongrede eğitimin ve özelde üniversitelerin ticarethanelere dönüştürülmesi üzerine seminerler düzenlendi. Hakim sınıfların ve piyasanın en büyük yatırım alanı haline gelen üniversiteler üzerinden daha fazla kar elde etme kongresine dönüşen Yükseköğretim Kongresi’ni protesto eden öğrenciler, gaz ve coplarla karşılandı ve çıkan olaylar sonucunda 13 öğrenci gözaltına alındı. Ülkemiz son iki aydır, her dört yılda bir (ki bu daha önce beş yılda birdi) “yüce meclis”e girebilme “onuruna” sahip olmak için meydanları dolduran, şekilden şekle giren ve adeta birer yalan makinesi gibi vaatlerde bulunan milletvekili adayları ile karnaval havasına sahne oldu. Siyasetlerini birbirleri üzerinden yapan parti başkanları bu seçimlerde de “stand-up” programlarına iyi malzeme sağladırlar. Bu malzemelerin en çok konuşulanı, “mix”leri dahi yapılan ve bir ikona dönüşen Bahçeli’nin “püskevitleri” oldu. Tabi her şey Bahçeli’nin “püskevitleri” kadar traji-komik değildi. Erdoğan’ın Artvin Hopa’daki mitingi öncesinde yaşanan olayların sonucunda aşırı gazdan etkilenerek yaşamını kaybeden emekli öğretmen Metin Lokumcu’yu “Bir tanesi de kalp krizi geçirerek, kimliğini bilmiyorum, üzerinde durma gereğini duymuyorum kalp krizi sonucu ölmüş” şeklinde diline dolaması tam da kendisine yakışan bir tavır oldu. Hopa’da yaşanan olayların protesto edildiği Ankara eyleminde panzerin üzerine çıkan Dilşat Aktaş için “Bu sabah bakıyorum bir televizyon kanalında Ankara'da bir polis panzerine tırmanan bir tane kız mıdır, kadın mıdır bilemem” diyerek toplumun “namus dili”ne oynayan Erdoğan, gerçek niyetini açık bir şekilde ortaya koydu. Dilşat Aktaş Hopa olayının yaşandığı gün gözaltına alındı ve “iş göremez” hale getirilene kadar kolluk kuvvetleri tarafından darp edildi. Metin Lokumcu hakkında söyledikleri yetmiyormuş gibi bir de bu gafı işleyen Başbakan’ın ülkemizde kullanılan gazların etkisinden haberi yok anlaşılan. O zaman biz kendisine biraz bilgi verelim: Kimya Mühendisleri Odası (KMO) İstanbul Şubesi, 29 Nisan 2010 tarihinde, polisin kullandığı biber gazıyla ilgili bir açıklama yapmıştı. Biber gazının içindeki etken “Oleoresin Capsicum” maddesinin sağlıkla ilgili geri dönülmez tehlikeler taşıdığının belirtildiği açıklamada, kolluk güçlerinin bilinçli bir şekilde insanlar üzerinde neden bol keseden bu gazları kullandığının ipuçlarını görmek mümkün: “Yüksek dozlarda maruz kalındığında kalple ilgili ritim bozukluğuna neden oluyor. Kalp rahatsızlığı olanlar için ölüm riski var. Solunum sisteminde
tahrişe yol açıyor. Astımı olanlarda ölüm tehlikesi var. Sinir sitemini olumsuz etkiliyor. Yutulması durumunda mide bulantısı, kusma ve ishale neden olabiliyor. Alkol ve uyuşturucu kullananlarda ölüm tehlikesi var. Hamileler üzerinde olumsuz etkisi daha fazla.”¹ Kuşkusuz ülkemize damgasını vuran gelişmeler bunlarla sınırlı değil. Şaşırtıcı bir hızla sürekli değişen gündemlerden sanırız son iki aydır seçim gündemi ilk sıradaki yerini korudu. Seçim meydanlarında halka bol keseden “demokrasi ve özgürlük” dağıtan hakim sınıfların sözcüleri diğer taraftan da halkın örgütlü güçlerine yönelik gerçekleştirdikleri saldırılarla beyaz saray tandanslı “demokrasi” politikalarına biat ettiklerini yüksek bir performansla kanıtladılar. Özellikle de Kürt ulusal hareketini hizaya çekebilmek için çeşitli manevralar yapan devlet, ilk önce BDP’nin desteklediği bağımsız milletvekili adaylarını Yüksek Seçim Kurulu kararı ile veto etti, ancak Kürt ulusunun sokak çatışmaları şeklinde gösterdiği haklı tepki sonrasında köşeye sıkışarak geri adım atmak zorunda kaldı. Tabii tüm bunlar yaşanırken de sınırda Kürt ulusal hareketine yönelik imha operasyonlarına hız verdi. Şırnak Uludere’de 10 PKK gerillasının katledilmesine karşı Kürt halkının evlatlarına sahip çıkarak operasyon bölgesine gitmek ve cenazelerine sahip çıkmak şeklinde gösterdiği muazzam irade, imha saldırılarına halk cephesinden gereken cevabı vermiş oldu. Özellikle sınır operasyonlarıyla katledilen gerillaların cesetlerine işkence eden devletin Kürt ulusuna yönelik gösterdiği “tarihi” tahammülsüzlük ve inkar siyaseti, işkence edilmiş gerilla cesetleriyle bir kez daha hafızalarımıza kazınmış oldu. Tüm bu gelişmelere Kürt ulusunun sokak barikatlarına yığılarak gösterdiği tepkiler ise sadece son bir ayda binin üzerinde gözaltı ve tutuklamayla sonuçlandı. Bu sıcak gelişmelerle Kuzey Kürdistan coğrafyasında seçim turlarında açığa çıkan aymazlık gösterileri, düzen partilerinin cambazlığına şapka çıkarttırdı. Devlet bir taraftan BDP’yi yıpratma hamleleri yapmakta, diğer taraftan da yüksek teknikleri kullanarak imha operasyonları düzenlemektedir. Seçimler sonrasına ise Kürt ulusal hareketinin esasta 15 Haziran’ı işaret ederek belirlediği politikalarda “Devlet sorunu uzlaşma ve parlamento ile çözmezse, dördüncü aşama olarak nitelendirilen devrimci halk savaşını ve fiili olarak demokratik özerkliği inşa edeceğiz” demesi, sonbaharda Kürt Ulusal Konferansı’nı gerçekleştireceğini ilan etmesi ve son seçim sonuçları ile birilikte BDP’nin 36 milletvekili ile meclise girmesi Kürt ulusal mücadelesi cephesinden yaşanan sıcak gelişmeler arasında yerini aldı.
önümüzdeki yıllarda da emperyalist politikaların AKP eliyle devam edeceğinin de sinyallerini vermiştir. Adı ister AKP, ister CHP, ister MHP olsun... Adları farklı olsa da, tıpkı AKP’nin seçim şarkısında olduğu gibi “aynı yoldan geçmişiz biz, aynı sudan içmişiz biz” sözünü doğrulayan düzen partilerinin zikriyatlarında çok az farklılıklar olsa da, fikriyatta da aynı oldukları çok açıktır. Düzen partilerinden medet ummak büyük bir yanılgı olduğu gibi, bizlere düşen görev onların gerçek mahiyetini teşhir etmek ve örgütlü mücadeleyi yükseltmektir. DİPNOTLAR:
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
Kendi milletinin yaşamına oldukça fazla düşkün olan bir iktidar, kuşkusuz adalete de bir o kadar düşkündür(!) Ve kuşkusuz adaleti sağlamanın yolu da onun saraylarını açmaktır(!) Aylardır Çağlayan’da inşaatı süren ve hemen hemen tamamlanmak üzere olan Avrupa’nın en büyük adalet sarayı aslında “adalete duyulan ihtiyacın ne kadar büyük olduğu”nu göstermekte ki bu bile yetmediği için Kartal’da, Çağlayan’dakinden daha büyük bir adalet sarayının inşasına başlandı. Adaletin bu kadar önemsendiği bir ülkede, herkesin hafızalarına kazınan 12 Eylül darbecilerinin “sorgulanmasının” 31 yıllık bir gecikmeden sonra gerçekleşmesi bizler için şaşırtıcı olmasa gerek. 12 Eylül Askeri Faşist Darbesi sonrasında işkenceler, idamlar, gözaltında kayıplar, faili meçhul cinayetler, baskı ve yasaklarla yaşamın felç olduğu bir dönemde devletin kendisini temsil eden yargı organlarını, yine devletin kendisinin bugün yargılaması adalet(sizliğ)in nerden kaynaklandığını göstermektedir.
1.http://skyturkvngenc.wordpress.com/2011/06/0 2/%E2%80%98biber-gazi-oldurur%E2%80%99demistik-size%E2%80%A6/
Seçim öncesi işlenen gafların en büyüğü de CHP cephesinden yükseldi. Kamer Genç’in bir röportajında “Biz Dersimliler Türkoğlu Türk’üz” dediği bu somut gaf, kendi halkının soyundan, kişiliğinden emin olmadan dile getirilmiş sözler olmadığı gbi CHP adına şaşırılacak bir durum da değil. Fakat CHP’nin Dersim milletvekillerinin gafları bundan ibaret değildir. Dersim’den son seçimlerde kazanan CHP milletvekili Hüseyin Aygün, seçim öncesinde NTV’de yayınlanan bir programda “Seyit Rıza’nın Dersim’i temsil etmediğini, Dersim’li çocukların Türkçe’yi öğrenmek için daha 1930’larda okulların önünde sıraya girdiğini, Dersim’den 1.200 kişinin Şeyh Sait isyanına karşı Türk Devleti’nin yanında yer aldığını” dile getirmişti. Evet, yine kendi halkının, yüzyıllardır, sömürüye, kıyımlara, yıkımlara, asimilasyon politikalarına maruz kaldığını bilerek çarpıtan ve bulunduğu siyasi partinin en temel düşüncesini belki de en açık biçimde ortaya koyan Hüseyin Aygün’ün söylemleri de takdire şayandır (!). Aylardır süren seçim serüveni de bizler açısından şaşırtıcı olmayan bir tabloyla sonuçlanmıştır. Emperyalizmin Ortadoğu politikaları ekseninde kilit öneme sahip olan ülkemizde sonucu baştan belli “seçilmişlerin seçim oyunu”, emperyalizmin uşaklarının belirlenmesi temelinde ilerlemiştir. Bu uşaklıkta 2001 krizi ertesinde işbaşına getirilen ve emperyalizmin baş uşağı rolünü layıkıyla yerine getiren AKP, tek başına hükümet olmuştur. Seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından, büyük bir güvenle parti binası önünde kendisini bekleyen kalabalıkla “sevincini” paylaşan Erdoğan’ın dile getirdiği “Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır” sözü
03
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
DGH’den
DEMOKRAT‹K GENÇL‹K HAREKET‹
www.demokratikgenclikhareketi.org Haziran 2011
Reformizme ve Tasfiyeciliğe Karşı Göğüs Ger! İdeolojik Netliğini, Tarlalarda Nasırlaşan Ellerinle ve Emekçileşen Bilincinle Koru! Sömürüye ve Zulme Karşı Mücadelede, DGH’de Örgütlen!
Sınıf mücadelesinin her koşul ve şart altında, olanca yakıcılığı ile süreklilik gösterdiği realitesi, bizlere bazı gerçekleri yeniden hatırlatma, Demokratik Gençlik Hareketi (DGH) faaliyetçileri ve taraftarları başta olmak üzere yaz sürecinde gerçekliğimizin elverdiği bütün alanlarda görevlerimizi bir kez daha ilan etme sorumluluğunu vermektedir. Üniversite ve liselerde bir eğitim-öğretim yılı daha geride bırakılırken, yeni gündemler ve gelişmeler yaşanmakta, meydanlar ve sokaklar ısınmaktadır. 27-28-29 Mayıs tarihlerinde gerçekleştirilen Yüksek Öğrenim Kongresi’ni protesto eden üniversite öğrencilerine yönelik gerçekleşen polis terörü, geçtiğimiz günlerde Hopa’da AKP’yi protesto edenlere yönelik devletin şiddete dayalı yüzünü bir kez daha açıkça ifşa etmesi ve bir öğretmenin kolluk güçlerinin attığı gaz bombalarından etkilenerek öldürülmesi, bu olaya ilişkin ülkenin birçok yerinde örgütlenen protestolara karşı polisin azgın saldırısı ve tüm tablonun sonucunda yaşanan onlarca gözaltı ve tutuklama…
04
12 Haziran 2011 genel seçimleri ile birlikte halk kitlelerinin kendi kaderini belirlediği safsataları eşliğinde oy sandıklarında yeni dönem cellâtlarını “seçtiği” bir seçim sürecini daha geride bıraktık. Sandıktan ehven ya da şer çıkması gibi bir
olasılığın dahi bizler açısından tartışma konusu yapılmadığını belirtelim. Hâkim sınıfların emperyalistlerle kulislerini gizleyen perde bizim açımızdan çoktan yırtılmıştır. Seçim sürecinde hâkim sınıflar cephesinde kopan fırtına, bir bardak suda koparılmış fırtınadan öte bir anlam taşımazken, seçim sürecinin o tumturaklı görünüşü yavanlaşmış, ikiyüzlü ve hiçbir değeri olmayan seçim oyunu da bilindik bir tabloyla sonuçlanmıştır. Hâkim sınıfların bütün bir toplumu, burnundan çeke çeke sürükleyebilmek için başvurduğu gizemli enstrümanı “demokrasi” safsatası bizim gibi ülkelerde geniş yığınların sorun çıkarmadan, huzur içinde sömürülmelerinin garantörüdür. Hiç kuşkusuz bir seyirlik seçim süreci daha böylece kapanmışken tüm düzen partilerinin imdadına yetişen yine bu sihirli “demokrasi” sözcüğü olmuş, ezilenlerin söylemi onlara karşı bu düzen partilerince kullanılmıştır. Kâh CHP kâh AKP kâh MHP… Yoksul-
Ülkemizde mevcut üretim ilişkileri ekseninde yıllardır çeşitli sorunlar yaşanmakta, ancak bu sorunlar bilhassa da seçim dönemlerinde hâkim sınıflar eliyle çarpıtılarak halka “kalkınma” olarak yutturulmaktadır. Bahsini ettiğimiz bu sorunlar dünden bugüne esas olarak tarım ve köylülük etrafında gelişirken, işçiler memurlar ve diğer sektörlerde çalışan milyonlar bu sorunları derinden yaşamaktadır. Artan işsizlik oranı, kısıtlı çalışma alanları, sosyal güvencesiz iş koşulları, düşük maaş gibi onlarca koşul emekçilerin geleceğini karartmaktadır.
Emperyalist politikalarla sanayiden, tarıma ve kamu sektörüne kadar ülkemiz hâkim sınıfları cephesinden uygulamaya konan tüm hak gasplarına ve sömürüye karşı ayağa kalkan işçilerin, köylülerin, emekçilerin, ezilen ulus ve inançların hak talepleri mücadelesinin doğru devrimci bir perspektifle örgütlenmesi, demokratik halk devrimine yönlendirilmesi, tarihin demokratik haklar mücadelemize yüklediği esas görevdir.
Yaz Dönemi ve Görevlerimiz
Tüm bu gelişmeler yaşanırken Kürt ulusuna yönelik saldırılar da hız kesmeden devam etmektedir.
İşçileri, emekçileri, köylüleri, öğrencileri ve kadınları kuşatan bu koşullara karşı demokratik hak ve taleplerin kazanılması, korunması ve ilerletilmesi yolunda örgütlü bir çaba sarf eden DGH, yaşanan sorunlara karşı kendi gerçekliği içerisinde yüzünü üretim alanlarına dönmektedir.
Birden fazla ulusun ve çeşitli azınlık milliyetlerin yaşadığı coğrafyamızda dünden bugüne çeşitli çatışmalara tanıklı ettiğimiz yalın bir gerçektir. Kürt ulusunun yaşamını on yıllardır, imha, inkâr, asimilasyon politikaları ile cehenneme çeviren mevcut sosyoekonomik yapı ve onun yaslandığı sınıflar gerçeği, şiddetin dozajını gün geçtikçe arttırmakta, düzenlenen sınır ötesi-berisi operasyonlarla yiğit Kürt evlatlarının imhası hedeflenmektedir.
Gençlik üretim araçlarıyla özgün ilişkileri bir ve aynı olmayan yani bir sınıf yapısı arz etmeyen, belli bir uzmanlık alanında, üst yapıları ilişkileri içinde, yaş grubu gibi bir takım konularda ortak özellik gösterip, birliktelik oluşturan ve toplum içinde özgün bir yer işgal eden bir özellik taşımaktadır. Gençliğin homojen bir yapısı yoktur ve bir sınıf özelliği taşımaz. Ancak bizim gibi ülkelerde gençlik aileye bağımlılıktan kurtulamamıştır.
Bir taraftan “biz kardeşiz” denilmekte diğer taraftan Kürt ulusunun mücadelesi, sokak ortasında infazlarla, gözaltılarla, tutuklamalarla bitirilmek istenmektedir.
Genel anlamda üretimle olan bağı zayıftır ve üretim karşısında konumlanışı netleşmemiştir. Yaşam deneyimi sınırlı olan ve daha iyi bir yaşam özlemiyle geleceğe dair umutlar taşıyan gençliğin bu özellikleri dikkate alındığında proleter bir disiplin ve ahlakla donanarak, düzenin yoz–gerici kültürü karşısında, “Yeni İnsan” kültürünü ve mücadelesini, üretimin devingen, yaratıcı gücüyle yaşatmak, gençliğin örgütlü kuvvetlerinin üzerinde tarihsel bir sorumluluktur.
Yüzyılların eşitsizlikleri üzerine kurulan, TürkKürt, Alevi-Sünni, laik-anti laik kutuplaşması, hakim olan inanç ve ulusa mensup kesimler arasında yaratılan gerilim ve çatışmalarla daha fazla körüklenmektedir.
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
luk, demokrasi, eşitlik, mazlumların hakları vb. bahsederek halk kitlelerini kendi iktidarlarının kaldıracı haline getirmişlerdir.
05
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
Bilindiği gibi özellikle öğrenci gençlik açısından yaz döneminin kapanması ile birlikte, bir okul dönemi boyunca üniversite ve liselerde yaşanan sorunlar ve devrimci durum yerini yaz “sıcaklığına” bırakmaktadır. Her yaz döneminde bilhassa da tatil havasına bürünen öğrenci gençlik cephesinde, birçok devrimci-demokrat gençlik örgütlenmesini de içerisine alan bir tatil havası esmekte, özellikle de taşra üniversitelerinde neredeyse mücadele de öğrencilerle birlikte tatile çıkmaktadır. Sınıf mücadelesinin her koşul ve şart altında, olanca yakıcılığı ile süreklilik gösterdiği realitesi, bizlere bazı gerçekleri yeniden hatırlatma, Demokratik Gençlik Hareketi (DGH) faaliyetçileri ve taraftarları başta olmak üzere yaz sürecinde gerçekliğimizin elverdiği bütün alanlarda görevlerimizi bir kez daha ilan etme sorumluluğunu vermektedir. Yaz döneminin rahatlığını iliklerine kadar yaşayarak tatil kampları organize edenlerin ve tatil kamplarında “Denizleşenlerin” (!) hangi aklı harikayla bu dönemi kapattıklarını tartışmak bir kenara bizler açısından bu süreç üretim alanlarında olabilmenin koşullarını yaratmak olarak kurgulanmakta, köy çalışmaları organize edilmekte ve yaz dönemi ellerimizin nasırlaştığı bir emek süreciyle karşılanmaktadır. Söylemde emekten ve ezilen milyonlar gerçeğinden bahsederken, pratikte bu söylemin altının boşaltılması, düzenin sınırları içerisinde küçük burjuva devrimciliği icra edenlerin, reformistlerin ve düzen içi solculuk oynayanların işidir. Sınıf mücadelesinin karşıt sınıflarının amansız kapışması temelinde ilerleyen tarihsel yürüyüşünün nirengi noktasını oluşturan ezilen milyonlar gerçeği, onlar adına mücadele ettiğini telakki edenlerin salt teoride kalan söylemleriyle gerçekleşmeyecektir. Teori, devrimci pratikle buluşmadıkça söylenen sözün ve kendiliğinden gelişen pratiğin beyhude bir çaba olmaktan öteye gitmeyeceği aşikardır. Dolayısıyla da bilimsel sosyalist teori, bilmenin ve yapmanın materyalist birliği, her koşulda pratiğin ve bilginin kapsamını daha yüksek bir düzeye çıkarmayı amaçlar. Bu düzey, bilinçleri bilimsel sosyalizmin 150 yıllık sarsılmaz tarihiyle aydınlatır,
06
İşte DGH, yaz dönemini bu bilinçle görevlerine sarılarak ve geçtiğimiz yaz süreçlerinde elde ettiği deneyim-tecrübelerle faaliyetlerini hep bir adım daha ileriye taşımanın sorumluluğuyla hareket edecektir. Atölyelerde, hizmet sektöründe ve köy çalışmalarında; kol emeği gerektiren işlere girerek haftalar boyunca emekçi halklarımızla aynı kaderi paylaşmak, aynı çalışma ve yaşam koşulları içerisinde soluk alıp vermek, emekçinin dünyasını, içeriden okuya-
bilmek; için tüm örgütlü güçlerini seferber edecektir. Yaşamın çelişki ve çatışmalarla ilerleyen hareketine bu sorumluluk bilinciyle müdahale etmek, doğru tarzda köylerde tarlalarda alın teri dökmek ve kitle çalışmasıyla yoğrulmak, programatik savunularımızı devrimci pratikle buluşturmak bugün dün olduğundan daha acildir. Çelişkilerin derinleştiği, işsizliğin yoksulluğun arttığı, baskı ve zulmün kendisini bu kadar yakıcı bir şekilde hissettirdiği bu dönemde rüzgârı tersine, halktan yana çevirmenin ellerimizde olduğunu aklımızdan bir an bile çıkarmadan hareket etmek ve yaz sürecinde fabrikalarda ve tarlalarda özcesi üretim alanlarında olmak temel görevimizdir. Yaz dönemi, DGH açısından asla bir rehavet ve rahatlama dönemi olmamıştır/olmayacaktır. Bilakis, örgütlü güçleri düşünüldüğüne gövdesinin önemli bir bölümü öğrenci gençlikten oluşan DGH, yaz döneminde gerçekliği oranında tüm gücünü üretim alanlarına seferber ederek, hummalı bir maddi üretimin özcesi üretim alanlarının içerisinde var olmaktadır. İşte “devrim ve mücadele”yi tespih gibi ağızlarında geveleyip duranlardan ayrıldığımız temel noktalardan birisi burasıdır. Küçük burjuva düşün dünyasının bilimsel bir sonuç olarak kendi yaşamlarında da küçük burjuva sınırları aşamaması kabul edilebilir bir durumdur. Ancak DGH, bilimsel sosyalist teorinin hiçbir tereddüde yer bırakmayacak billurlukta şekil verdiği programıyla bu küçük burjuva düşün dünyasından teorik ve pratik olarak ayrılmaktadır. Örgütlü faaliyetçileriyle, taraftarları ve çevre ilişkileri ile yaz dönemini bu bilinçle karşılayacak olan DGH, bütün toplumu bir zar gibi saran, göğsünü sıkıştıran ve soluğunu kesen korkunç yılgınlığa ve tasfiye rüzgârına karşı, emeğin yaratıcı devingen gücüyle çelikleşecek, devrimci faaliyetini yerleşke duvarlarına hapsetmeyen bilincini halkın alın terinin aktığı alanda keskinleştirecektir. Düzenin gerici-yoz kültürü karşısında “Yeni İnsan”ı yaratma iradesi ise ancak böylesi bir bilinçle mümkün olabilir. Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin ve nicelerinin, okullarda, fabrikalarda ve tarlalarda yarattığı devrimci mirasın devamcılarıyız. Dolayısıyla tüm DGH faaliyetçileri ve taraftarları yaz dönemi bizleri bekleyen görevlere bu doğrultuda hazırlanmalı, bilincini bilemelidir. Her türden tasfiyeci, reformist, liberal akımın beylik sözlerle dolu, ılımlaştırılmış “devrimcilik” figürü, ancak ve ancak gerçek devrimci faaliyetle hak ettiği cevabı alabilir.
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
GELİŞMELERİ VE SONUÇLARIYLA BİRLİKTE 2011 GENEL SEÇİMLERİ
Genişletilmiş Ortadoğu Projesi ile birlikte defalarca kere dile getirdiğimiz ve bizler açısından doğruluğu gün gibi ortada olan TC’nin restorasyon sürecinin bir diğer etabını daha geride bıraktık. Resmi olarak 60 gün süren ama tüm düzen partilerinin aylar öncesinden maratona koyulduğu sözde “seçim”, özde “demokrasi” yanılsaması sona erdi. 12 Haziran “seçimlerinin” ardından, Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki muhtemel gelişmelere ışık tutacak siyasal atmosferi gözlemlemek, bilimsel sosyalistler açısından kaçınılmaz bir görevdir. Zira restorasyon sürecinin çok yönlü ilerleme dinamikleri, birçok boyutu ile kendisini gündemleştirmektedir. Yeni anayasa tartışmaları, “siyasi istikrar” talebi ve “çoğulcu demokrasi” safsatalarıyla bu kavgada yerini almak isteyen ilerici çevrelerin siyasal uğraşıları, içerisinde bulunduğumuz toplumun
radikal dönüşümü açısından yerine getirmemiz gereken görevleri daha da billurlaştırmaktadır. Yeni “yasama” serüveni içerisinde konuşlanacak “yönetim” organı için bir çırpıda matematiksel sonucunu ortaya dökmek tabi ki mümkün değildir. Ama peşinen dile getirebiliriz ki “yeni” iktidar döneminin gerek seçimler öncesi ve seçimler esnasında sergilemiş oldukları pratik-politik tutum, hâkim sınıfların yönelimini gizlemekten öteye ifşa etmektedir. Seçim sonuçları üzerine tartışma yürütmüş olduğumuz bu yazı egemen sınıfların performans çıtasıyla ilgilenmeyecektir. Yöntemimizin temel noktası, hâkim sınıf kliklerinin durumları ve aralarındaki çelişkiler, ilerici-demokratik güçlerin seçim pratiği ve genel olarak devrimci cephenin seçimler karşısındaki tutumlarının Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimi açısından getirileri irdelenmeye çalışılacaktır.
07
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
Temel değerlendirmelerimize geçmeden evvel kısaca sayısal sonuçları değerlendirecek olursak: ABD emperyalizmi ve yerli uşakları 2000`lerin başından bu yana yakalamış oldukları istikrarı bu dönem de tek parti hükümetiyle devam ettirmiştir. AKP, 2011 seçimlerinde oy oranını arttırarak ve CHP`nin etkili olduğu belirli yerleri de “sarsarak” seçim surecini kazanımla tamamlamıştır. AKP böylelikle efendilerinin kendisinden daha uzun yıllar boyunca vazgeçmeyeceğini de göstermiştir. Nitekim R.Tayyip Erdoğan seçim sonuçlarının netleşmesinden hemen sonra uzun vadeli dönüşüme dikkat çek erek “yeni anayasa” tartışmalarını gündeme taşımış ve demokrasi, özgürlükler vurgusunu on plana çıkarmıştır. CHP ise hedef olarak önüne koyduğu %30 sınırını yakalayamasa da oy oranını 2007 seçimlerine göre arttırmıştır. Bu durum CHP`nin, ABD ve uşakları tarafından önümüzdeki sürece hazırlanmakta olduğuna da işaret etmektedir. Kemal Kılıçdaroğlu
sonuçların netleşmesinin hemen ardından “Tüm dünyaya sesleniyorum, artik daha güçlü bir CHP var, önümüzdeki yıllarda daha güçlü geleceğiz” diyerek bu gerçeğe işaret etmiştir. MHP ise AKP`nin kaset savaşlarına ve uğraşlarına rağmen barajı geçerek meclisteki yerini korumuştur. Diğer düzen partileri ise “istikrar gayreti” altında ezilmiş ve varlık gösterememişlerdir. BDP`nin milletvekili sayısını 36`ya çıkarması kendileri açısından önemli bir başarıdır. Sonuç olarak, meclis bileşeni ve gündemdeki yakıcı tartışmalar değişmemiştir. Emperyalistlerin ve uşaklarının “istikrar” yönelimi altında şekillenecek olan yeni anayasa tartışması ve bu paralelde gündeme taşınacak olan “Kürt sorununun çözümü”, “demokratikleşme tartışmaları” yakın geleceğin önemli başlıkları olarak karşımızda durmaktadır. Sömürü düzeni seçimlerden istediğini almıştır ve şimdi kendisine daha büyük bir güvenle bir dizi saldırıyı hayata geçirmeye hazırlanmaktadır.
İlericilerin “AKP Karşıtlığı” Çıkmazı Genel olarak egemen sınıfların durumlarına değindikten sonra, ilerici ve demokrat çevrelerin siyasal eylem hattını analiz edebiliriz. Burada yöntem olarak izlememiz gereken hat, genel olarak seçim çalışmalarının politik hükmü ve dost çevreler tarafından beyan edilen politik kazanımın, Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimi açısından “getirileri”nin irdelenmesi olarak esas amacımızı oluşturacaktır. İlerici-demokratik bloğun birkaç aylık çalışmaları değerlendirildiği takdirde, yönelimindeki en büyük zayıflığın, okun sivri ucunu sisteme yöneltmek yerine AKP’yi hedeflemek olduğu görülecektir.Açıkçası, sistemin bütünlüklü teşhiri yerine sistemin dönem temsilcisinin teşhiri, ilerici-demokratik bloğun çalışmalarının merkezini oluşturmaktadır. Takdir edilir ki halk kitlelerine giderken, onları sömürücü üretim ilişkileri zincirlerinden boşandırabilecek zihinsel fetih ön koşuldur.
08
Buradaki zihinsel fetihten şu anlaşılmalıdır: Hâkim sınıfların ideolojik hegemonyası altında kalan ezilen halk kitleleri, ezilmişliğin sonucu olarak hâkim sınıf sözcülerinden memnuniyetsizliğini dile getirse dahi, gerici fikirlerin boyunduruğu altında sömürücü üretim ilişkilerinin devamlılığı için yaşam uğraşı vermeye devam ederler.
Buradaki zihinsel fetihten şu anlaşılmalıdır: Hâkim sınıfların ideolojik hegemonyası altında kalan ezilen halk kitleleri, ezilmişliğin sonucu olarak hâkim sınıf sözcülerinden memnuniyetsizliğini dile getirse dahi, gerici fikirlerin boyunduruğu altında sömürücü üretim ilişkilerinin devamlılığı için yaşam uğraşı vermeye devam ederler. İlerici-demokratik çevrelerin, ezilen halk kitleleri üzerinde bir karabulut gibi dolaşan hâkim düşünce tarzının değişmesi için, sadece tek yanlı bir teşhir gerçekleştirmesi, ezilenlerin düşün dünyalarında kop-
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
uşlara neden olmanın ötesinde, onların, daha fazla vaatte bulunan başka bir düzen partisine yedeklenmesine zemin sunmaktadırlar.
AKP karşıtlığı üzerinden yükselmiştir. Hatta bu yönelim dâhilinde fiili olarak diğer hâkim sınıf temsilcileriyle rölatif uzlaşıya varıldığı görülmüştür.
Örnek verecek olursak; Hopa’da katledilen Metin Lokumcu üzerinden sadece AKP’ye yüklenmek ama faşist Kemalist diktatörlüğün, baştan aşağıya halk kitlelerini ezmek üzere kurulmuş bir sistem olduğunu ve bunun sonucu olarak Metin Lokumcuların katledildiğini ön plana çıkarmamak, ister niyetli isterse niyetsiz “herkesin CHP’sinin” ekmeğine yağ sürmek olur. Zira seçime 3 gün kala, Kılıçdaroğlu’nun Hopa’da yaptığı şovda bu gözlemlenilmektedir. “Birileri geldiğinde ortalık savaş alanına dönüyor ama biz geldiğimizde millet bayram ediyor” açıklamalarını ifşa eden realite, tam da AKP karşıtlığı zemininden güç almaktadır.
Kuzey Kürdistan’da AKP’nin mitinglerine yönelik anti-propaganda, engelleme ve bilgilendirme çalışmaları düzenlenmiş ve halk kitleleri AKP’ye karşı uyarılmaya çalışılmıştır. KCK’nın açıklamaları da bu yönlü olmuştur. Ama diğer yandan CHP mitingleri Dersim mitingi dışında! Burada, CHP’nin varlığından dolayı, bağımsız adayın kaybetme olasılığının yüksek olmasıyla ilintilidir-, ajitasyon ve propaganda serbestliği ölçeğinde düzenlenmiştir.
Bilinir ki, sistemin dönem temsilcisi üzerinden yansıyan sömürü ve baskı sonucunda hayal kırıklığına uğrayan geniş halk kitlelerini devrimci fikirler ile buluşturmak için, dönem temsiliyetini teşhir etmek önemlidir. Ancak bu teşhir gerici sistemin bütünlüklü teşhirine hizmet ettiği takdirde hâkim sınıfların ideolojik hegomanyası yıkılarak, zihinsel devrim gerçekleştirilebilir. Ne yazık ki, yukarıdaki aktarımlarımızdan ilericidemokratik çevrelerin sınıfta kaldığı söylenebilir. Dönem dönem yapılan açıklamalarda, sistemin bütünlüklü teşhiri gözlemlense dahi, esas yönelim
Kuzey Kürdistan’daki birçok mitingde, CHP’nin klasik kafatasçı söylemleri kullanmaması ve bölgesel özerklik projelerine karşıdan cephe almaması, ilericidemokratik çevreler tarafından “umut verici” olarak değerlendirilmiştir. Selahattin Demirtaş’ın Radikal Gazetesi’yle yaptığı mülakatta “AKP ve MHP ile koalisyon oluşturmayız ama CHP ile bir koalisyon hükümeti düşünülebilir” açıklaması, AKP karşıtlığının fiili bir uzantısı olarak gözlemlenilmelidir.
Yeni Anayasa ve Üçüncü Alancı Teoriler AKP karşıtlığı sınırlarını aşmayan ilericidemokratik cephenin çalışmalarının sınıfsal kaynağı, hiç şüphesiz ki reformist-legalist stratejinin doğal bir tezahürüdür. Kendisini düzen sınırları içerisine hapseden, mev-
09
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
cut gericilikle yine mevcut gericiliğin sahasında tutuştukları mücadeleden ötedir. Bir önceki sayımızda, seçimlere ilişkin yazımızda, parlamentoyu stratejik olarak ele alan yapıların bu durumdan kaçamayacaklarını dile getirmiştik. Gereksiz tekrardan kaçınarak başka bir hususa değinmek istiyoruz: Yeni anayasa tartışmaları! Herkesin malumundadır ki, esas olarak Kürt ulusal hareketinin genelde ise tüm reformist çevrenin yegâne kaygısı, seçimler sonrası oluşturulacak olan parlamentoda yeni anayasa tartışmalarına dâhil olunması ve yeni anayasa ile “hukuki güvencenin” sağlanılmasıydı. BDP milletvekilleri, bu meramlarını uzun süre öncesinden dile getiriyordu. Yine “müzakereler” süreci olarak adlandırılan Öcalan-Devlet görüşmeleri sonrasında da, Öcalan’ın “demokratik cumhuriyet için fırsatlar” doğduğunu ve “umutlu” olduğu yönündeki açıklamaları, kamuoyu hafızasında hala canlı durmaktadır. Bu bağlamda, “geçiş süreci” olarak adlandırılan, sözüm ona “vesayet sisteminin” ortadan kaldırıldığı bir anayasada, ezilen Kürt ulusunun ve emekçi kitlelerin haklarının garanti altına alınabilmesi için, 2011 seçimleri büyük bir önem taşımaktaydı. Bu düzlemde, seçim çalışmaları esnasında, demokratik özerklikten, sosyal adalet devletine kadar dillendirilen tüm talepler, stratejik olarak ele alınan parlamentoya atfedilen önemle ilintilidir. İlerici-demokratik cephe, bazı haklı taleplerine rağmen – ki bu taleplerin bir kısmı Yeni Demokratik Cumhuriyet Anayasası’nda da görülmektedir- bu taleplerin, gerici sınıfların hükmüne rağmen gerçekleştirilebileceği düşünü görmektedirler. Hâkim sınıflar, ezilen halk kitleleri karşısında, bazı durumlarda geri adım atabilir, reformlar yolu ile halk kitlelerinin hayatlarında görece rahatlık sağlayabilir. Ama bu gerçeklik bir başka realite olan sömürü ve baskı sisteminin ortadan kalktığı anlamına gelmez. Aksine halk kitleleri, yeni reform aygıtları ile gerici üretim ilişkilerinin tekrar üretimine sunulurlar. Söz konusu olan reform mücadelesi, ancak ve ancak, gelecek toplum perspektifine hizmet edecek şekilde ele alındığı takdirde, halk kitlelerinin ileri taşındığı görülebilir. Aksi anlayışlar, yeni anayasa tartışmaları altında, kısmı reform mücadelesi ile birlikte, halk kitlelerine şu mesajı veririler: “Gerici sistem bakidir, yıkılamaz! O halde kısmi değişiklikler esastır.”
10
Demokratik Devrim mücadelesi yürütenlerin bu ‘değişime’ itirazları var! Yeni anayasa olarak halk kitlelerinin önüne koyulacak olan ve reformist cenahın şehvetle katılmaya
çalıştığı ve uğraşını verdiği bu hengâmeden, sınıfsız topluma gidilemez! Bundan dolayıdır ki, gıdasını bilimsel sosyalizmden alan KAYPAKKAYA geleneği, BOYKOT çalışması yürütmüştür! Yeni anayasaya iştahları kabaran çevrelerin, halkın kendi anayasasını yapmak yerine, sömürücü sınıflar ile uzlaşı yolları aramanın derdine düştüklerini yukarıda özetledik. Buradaki ideolojik akımın politik terminolojideki karşılığı, üçüncü alancılıktır. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da, 12 Eylül sonrasında, sivil toplumculuk adıyla büyüyen bu akımın en önemli aktüel temsilcilerinden biri Abdullah Öcalan’dır. Öcalan, hem kapitalizmin bir barbarlık olduğunu hem de reel sosyalizmin vülger olduğunu ve geçerliliğinin mümkün olamayacağını bundan dolayı, ikisinin arasında bir sistemin insanlığın kurtuluşunun yegâne yolu olduğunu salık verir. Bundan dolayıdır ki, yeni anayasa tartışmaları seçim çalışmalarının da merkezine oturmuştur. Anayasa tartışmalarının köşe taşlarını oluşturan barış söylemleri, ezilen Kürt ulusunun garantörü olarak da dillendirilmektedir. “Anayasal güvence şart” diyen Sırrı Sakık, ilerici-demokratik cephenin niyet çizelgesini göstermektedir. Bir başka uçta ise, “Öcalan barışta, AKP savaşta ısrar ediyor. Oylarımızı savaştan yana değil, barıştan yana kullanalım” diyen Levent Tüzel, hem savaş gerçekliğini emperyalizm ve onun yerli uşaklarının dışında ele alıyor hem de AKP dışında diğer düzen partileriyle barışı gerçekleştirebileceğini düşünüyor. Evet, sanki Kürt ulusal sorunu AKP ile başlamış, sınıftan bağımsız bir iki bürokratın tasavvuru olarak ortaya çıkmış ve bu bürokratik ‘vesayet’ ortadan kalkarsa barış olabilir gibi yalanlar, ezilen halk kitlelerine çözüm olarak sunuluyor. Keşke sorunların çözümü üçüncü alancıların söylediği gibi kolay olsaydı. Ama tarih, emperyalizm çağında, ulusal sorunun radikal çözümünün ancak ve ancak emperyalistler ve onun yerli uşaklarıyla ezeli bir mücadele sonucunda barışa evrileceğini, her fırsatta yüzümüze vuruyor. Yine aynı tarih, kökleri özel mülkiyette olan kapitalist-emperyalist üretim ilişkilerinin ancak ve ancak keskin sınıf savaşımı olmaksızın çözümlenmeyeceğini üzerinde yaşadığımız sömürü ve baskı sisteminde bizlere kanıtlıyor. Bu tablo üzerinden yükselmeyenlerin son durağının, haklı talepleri olsa dahi, sisteme yedeklenmek olduğunu söylemek zorundayız. Bir alt başlık altında olmasa dahi, bir paragraf altında “sosyalist” adaylara dair birkaç belirlemede bulunmak istiyoruz. Marksizm’den etkilenmiş bir akım olarak değer-
Hâlbuki ESP parlamentoda salt çoğunluğu sağlasa dahi, gerici sınıfların bürokratik aygıtlarını, askeri ve polis gücünü parçalayıp dağıtmadan, ezilenlerin iktidarının sağlanması mümkün değildir. Her aklıselim Marksist, bir devrimin en temel meselesinin eski devlet aygıtının sökülmesinin ilk ve ön koşul olduğunu bilir. Bu Marksist realiteye rağ-
men –ki onlarca defa kanıtlanmıştır- mevcut üretim ilişkilerinin 12 Haziran ile çöplüğe atılacağını iddia etmek, reformistlerle âşık atmaktan başka bir şey değildir. Dostlarımıza bu tür hatalara düşmemelerini ve devrime sarılarak yürümelerini salık veririz.
Sonuç Yerine Her dört senede bir halkın hangi klik tarafından baskı ve sömürüye tabi tutulacağına karar verildiği seçimler süreci, yenilenmenin yeniden üretime tabi olacak perspektifle, “örnek model” Türkiye’si için aldığı start yeni bir etaba evrildi. Emperyalistler açısından, Ortadoğu’da başat rol oynayacak komprador sınıfların bazı aşamalardan geçmesi ve halk kitlelerinin güvenlerini tesis etmesi kaçınılmazdı. “Sol” versiyonlar “halk” kazanacak sloganlarıyla nispi başarı yakalamışken, AKP cenahı, “ustalık” döneminin vermiş olduğu “itibar”la, geçtiğimiz dönemin öne çıkanlarından oldu. Diğer düzen partilerinin esamesinin dahi okunmadığı bu koşullarda, “politik istikrar” temennisinin bir sonucu
Bilimsel sosyalist önermeleriyle, emperyalist-kapitalist dünya sistemini analiz ederek, komprador patronağa sınıflarına biçtikleri “yeni” yönelimi gözlemleyerek, devrimci dinamiklere karşı büyütülmek istenilen reformist-tasfiyeci planları hesaplayarak, devrime tutunarak, proletaryanın nihai davasına hizmet edebilmek için taktik olarak BOYKOT siyaseti hayata geçirilmiştir.
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
lendirdiğimiz ve sosyalizmin gücü olarak gördüğümüz Hocacı gelenek, “sosyalizmin zaferi” için, bazı alanlarda adaylar göstermişti. Amacı sosyalizm propagandası olan adayların, seçimler süreci boyunca, AKP karşıtlığına yedeklenmesi ve sıradan bir reformist propagandanın ötesine geçememesi, bizler açısından üzüntü verici bir durumdur. Kartal Meydanı’nda düzenlenilen ESP mitinginde, “Yolu yok bu düzen değişecek! 12 Haziran’da düzen partilerini çöpe gönderecek olanlara selam olsun” diyen ESP adayları, halk kitlelerine niyetten bağımsız olarak, düzen partilerinin ancak seçim yoluyla tarihin çöplüğüne gideceğini söylemektedirler.
11
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
olduğu söylenebilir. Tam takır kurulu bir program olmasa dahi, emperyalist-kapitalist dünya gericiliğinin arzuları bu yönlüydü. Kısmen başarılı da olundu. Tüm bu gelişmelere paralel olarak BDP’nin ehveni şer tartışmalarına rağmen, özelde Kuzey Kürdistan’da önemli bir potansiyeli harekete geçirdiği söylenmelidir. Bu dinamiği iki yönlü irdelemek gerekir: Birincisi; öne çıkan talepler reformist, üçüncü alancı teorilere hizmet sunmasına rağmen, taleplerin gerçekleşmesi ve halk kitlelerinin içerisinde bulundukları sömürü ve baskı koşullarından rahatsızlığını bu yönlü çözmeye çalışması iyi görülmelidir. Bu noktada bilimsel sosyalist analiz kaçınılmazdır. Halk kitlelerine önderlik eden ile halk kitlelerinin dinamiği aynı değildir. Halk kitleleri mevcut sistemden olanca rahatsız olmakta ve bir “alternatif” olarak gördüğüne yatırım yapmaktadır. Ezilen sınıf ve ulusların taleplerini tetikleyen devrimci koşullardır. İkincisi; devrimci koşulların tetiklediği talepleri, sınıfın önderliği olmamasından dolayı, kendi potasında eriten ilerici-demokratik cephenin önderliği reformisttir. Özelde ezilen Kürt ulusu genelde ise ezilen sınıfların, doğru önderlikten mahrum oluşu, taleplerinin reformist-legalist sahada harap olmasına sebebiyet vermektedir. Bilimsel sosyalistlerin yapması gereken, harekete önderlik eden ile onun devrimci dinamizmini bir birine karıştırmadan, Demokratik Halk Devrimi’ni muzaffer kılabilmek için üzerinden yükseleceği kitle temelini iyi görmektir. Seçimler sürecinin bir diğer boyutu ise, devrimci BOYKOT taktiğinin durduğu yerdir. Bazı devrimci çevreler, BOYKOT tavrına bürünse dahi pratik manada boykottan öteye bir yönelim sergilemişlerdir: Ya çalışmalar kendiliğindenciliğe bırakılmış ve kendi gündemlerine kapanılmıştır (Halk Cephesi’nde olduğu gibi) ya da boykot adı altında, boykot cephesinin elini güçlendirecek yere, minimalize eden bir siyaset izlenmiştir (Kızıl Bayrak çevresi gibi). Buradaki sözde boykot, adayları gösterimi için verilmesi gereken paranın lüzumsuz olduğu kanısı sonrasında çıkmıştır. Kızıl Bayrak’ın oy pusulalarına sosyalizm yazılması “aktifliği” ise bir başka kafa karışıklığıdır. Zira zaten sandığa gitmemek, “senin sistemini istemiyorum ben demokratik-sosyalist bir iktidar için mücadele ediyorum” demektir.
12
Hiç şüphesiz ki devrimci BOYKOT taktiği ile önemli tartışmalara vesile olan yeni demokrasi güçlerinin çalışmaları azımsanmayacak önemdedir. Bilimsel sosyalist önermeleriyle, emperyalist-kapitalist dünya sistemini analiz ederek, komprador patron-
ağa sınıflarına biçtikleri “yeni” yönelimi gözlemleyerek, devrimci dinamiklere karşı büyütülmek istenilen reformist-tasfiyeci planları hesaplayarak, devrime tutunarak, proletaryanın nihai davasına hizmet edebilmek için taktik olarak BOYKOT siyaseti hayata geçirilmiştir. Tamamıyla düzeni ve düzen partilerini hedef olan, dost güçlerin yakışık olmayan tavırlarına rağmen, onların çalışmalarına asla ket vurmayan Demokratik Halk İktidarı stratejimize uygun olarak, taktik politikamız hayata geçirilmiştir. Kimi çevrelerin, “taktik için taktik” belirsiz beyanlarının baskılanmasında kalmayarak, BOYKOT siyasetimizin yerel halkalarında farklı özgünlüklere bürünmüştür. Bazı eksikliklerimize rağmen, özelde Dersim üzerinden devrimci-komünistlere yönelik geliştirilen saldırılar deşifre edilmiş ve bunun sonucunda okun sivri ucu CHP’ye çevrilmiş ama bir an olsun dahi sistem teşhirinden bağımsız olarak yapılmamıştır. Yeni demokrasi güçleri, devrimci BOYKOT taktiğini her bir halkada kendi özgünlüğü içerisinde ele almış ama tüm bunları genel stratejisinden kopmayarak gerçekleştirmiştir. Hiçbir zaman dostlarımızla olan ilişkiler pragmatist talepler ölçütünde ele alınmamış, kapalı kapılar ardında pazarlıklar yapılmamış, dürüst ve açıkça kendi pratik-politik çalışmalarımız hayata geçirilmiştir. Dostlarımızın yanlış siyasal yönelimlerini yine dostluk sınırları içerisinde eleştirmiş ama bunun ötesine geçilmemiştir. Devrim mücadelesinin doğal seyri de budur. Siyasal ajitasyon ve propaganda da serbestlik! Evet, bir siyasal süreci de geride bıraktık. Bu sürece her sınıf kendi sınıf çıkarları üzeriden hazırlandı, siyasal müdahalede bulundu. Bizler açısından önemsiz olmayan ama stratejik önemde de olmayan “seçim” safsatası yeni bir döneme kapı araladı. Emperyalizme biatte sınır tanımayan hâkim sınıfların ezilen halk kitlelerine yönelik girişeceği sınıf tahakkümünün aktüel durumunu gözlemleyen ve buna göre gardını alan bir devrimciler örgütünün kitleselleşerek halk kitleleri içerisinde nüfuz etmesi başlıca görevimizdir. Bunun gerçekleşebilmesi için, bilimsel sosyalizmin önderliğinde harekete geçen, parça parça iktidarlaşan Demokratik Halk Devrimi’ne sarılmak esastır. Bulunduğu her halkada, özü aynı ama niteliği özgün örgütlülükler yaratarak, radikal kopuşlar sergilemeye her an hazırlanan ve her an hazır olan devrimci ısrara zorunluyuz. Zorunluyuz çünkü tarih biliminin işaret fişeği olan sınıf mücadelesinin zorudur bu!
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
Takke Düştü
Kel Göründü Yıl 1974… On binlerce şaşkın, yorgun, stresli, karamsar, umutlu, yılgın, kararlı, iddialı, hırslı, öfkeli genç; lise, üniversite, ilkokul kapılarının önünde “geleceğini kazanma” yarışının ilk örneğini hayata geçirmek üzere tarihe tanıklık etti… 1974! Bugün ve bundan tam 31 sene evvel de sömüren, ezen, yarıştıran, kısa yoldan köşeyi dönmenin yollarına baktıran, bana dokunmayan yılan bin yaşasın dedirten, gençlere ancak birbirine çelme taka taka gelecek hazırlayabileceklerini öğreten, düşenin dostu olmaz diye salık veren, her genci adeta yarış atına çeviren bu şahane sistemin ilk eşsiz uygulaması için tarihe not düşülmüş oldu… Gençleri bilimsel, anlamaya ve öğrenmeye dönük bir eğitim süreci yerine, rekabete dayalı bir eğitim sisteminin ürünü olan üniversiteye giriş sınavına mahkum etmenin tarihi 1974’te hayata geçirilmiş oldu. Bu yarışa katılan öğrenci sayısı her yıl katla-
narak arttı. Katlanarak artan aynı zamanda ailecek sınava hazırlanma, ailecek bu yarışa katılma, sınav sabahı ailecek sınava girilecek okulun bahçesinde okunmuş pirinç ve şeker yeme törenini gerçekleştirme ve sınavdan çıkan çocuğun “çok iyi geçti” cümlesini duymanın hayalini kurmak biçimlerinde ilerledi. O günden bugüne adı ÜSS-ÖSS-ÖYS-YGS (illaki seçmeli) değişse de, biçimde farklılıklar olsa da öğrencilerin hayatlarına bir karabasan gibi çöreklenen sınav sisteminden kurtulamadık. Hatta 1974’ten sonra 1980 Askeri Faşist Darbesi’yle ÖSYM, YÖK çatısı altında çalışmalarına daha kararlı, merkezi, politik-siyasi hedeflere uygun bir minvalde devam etti. Üniversiteler de dahil tüm “eğitim yuvalarımız” “vatanın bölünmez bütünlüğü ve birliği” için aynı zamanda piyasanın çarklarının işlemesine uygun kalifiye elamanlar yetiştirecekti. Her şey neticede milletimiz içindi. Türkiye içindi! Türk milleti içindi!
13
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
Gençlerini yoksulluğa, yarışa, rekabete yönlendiren iktidar sahipleri kendi varlıklarının devamı için yarattıkları düzende gençlerimize adeta lütufta bulunuyordu. Üniversiteye girme hakkı veriyordu! Dünyada ÖSS-YGS gibi sınav sistemi uygulayan sayılı ülkelerden biri Türkiye-Kuzey Kürdistan. Gençler, yaşlarının en verimli, en sosyal, kendilerini en fazla geliştirebilecekleri yaşlarda yığınla parayı ve zamanı üniversiteye giriş sınavına hazırlık için dershaneye, strese, sinire hatta bazen kalıcı psikolojik problemler yaratacak olan bir sınava feda ediyor. Dünyadan, çevreden, yaşamdan kopan asosyal, hayatı sınav olan, sorunlu, sağlıksız, hırsla dolu gençler haline geliyor. Ne için? Gelecek kurabilmenin ilk ve en önemli adımlarından biri olan bu sınavı kazanarak ülkemizin nadide üniversitelerinden birine tabir yerindeyse kapak atabilmek için! Üstelik iyi bir gelecek üniversiteyi okumakla da olmuyor. Önünüzde birkaç kapak atma sınavı daha var! Ömrümüz kapak atma
hamleleriyle geçiyor… Sınava hazırlanan (hazırlananlar kadar olmasa da bu hazırlık sürecinde olmayanlar da dahil) her gencin test kitaplarının başında olmadığında vicdan-akıl-duygu üçgeninde çelişkilerle boğuştuğunu bilmek için alim olmaya gerek yok. Kendi hayatlarımızdan, kardeşlerimizden, arkadaşlarımızdan tanığız bu yıkım yarışına. Öğrencinin-gencin hayattaki tercihlerinden çok bir üniversitede 4 yıllık bir bölüme girme derdi can alıcıdır. Birçok öğrencinin üniversitede okuduğu bölümü neden yazdığını, o bölüme neden gittiğini bilmediğini ya da gerçekten yeteneğini, isteğini, ilgisini esas alarak gitmediğini iyi biliyoruz. Bütün öğretmenlerin, ailelerin, büyüklerin dillerine pelesenk ettikleri, ağızlarını her açtıklarında “Şu sınavı bir kazan, gerisi kolay” dediklerini de gayet iyi biliyoruz. Sözde adil, eşit koşullarda yapılan bu sınavlar ne gariptir ki eşit koşullarda okumayan, öğrenemeyen yığınlarca gencin yaşadığı adaletsizliğin yegane örneğidir. Sınav öncesi hakim sistemin adeta sözcüsü olan psikologların, uzmanların televizyonlardan bangır bangır sunduğu rahatlama önerilerini önümüze sunanlar, sınav anında bacak boyunda bir masada, iki büklüm sınava girmenin de sınava giren gencin psikolojisini nasıl etkilediğini neden anlatmaz Tayyip ve benzerlerine? Sınava gireceklere başarmanın yarısının sınav sabahı iyi bir kahvaltıyla mümkün olduğunu hatırlatmaları, telkinde bulunmalarına ise tahammül etmek için insanüstü bir sabra sahip olmak gerekir. Sınava girmeden önceki gün, değerli devlet büyüklerimizin tüm öğrencilere başarılar dileyen demeçlerine ne demeli? Yaklaşık bir milyon yedi yüz bin öğrencinin girdiği ve sadece en fazla dörtte birinin yerleştirildiği bu sınavda sanki bütün öğrenciler başarılı olsa yerleştirilecek üniversiteleri varmış gibi büyük bir aymazlıkla iyi dileklerini uçuştururlar medyada. Devlet büyüklerimizin istediği gibi sınavda başarılı olamayan gençler ise “ailesinin yüzünü kara çıkartmaktan”, “bir dahaki seneye artık” demekten, “bende bir sorun var, ben yapamıyorum” diyerek kendine güvenememekten, “bari askere gideyim de o da aradan çıksın” diyip önüne konulan bu zorunlu vatan borcunu yerine getirme şerefine nail olarak bu ülkenin karamsar geleceğinin bir parçası haline gelir. Önemli bir kısmı da işsizler ordusunun neferleri olarak ekmek kavgasında yerlerini alır.
14
Bunca zorlu bir hayatın ve olumsuz sonuçlanması durumunda hayatın kabusa dönüşmesine vesile olan zorlu bir sınava hazırlık sürecinin hengamesi içerisinde sınavın adaletsizliğine ek olarak karşınıza şifrelenmiş sorular geldiğini duyduğunuzda ne yaparsınız? Öyle zengin babalarınız, yatlarınız, katlarınız
Daha şifrenin, olayın ne olduğunu anlamadan, olayla ilgili ayrıntılı bir inceleme yapılmadan, Başbakanı’ndan Cumhurbaşkanı’na; Mili Eğitim Bakanı’ndan hükümet sözcüsüne anında “ikna olanlar”ın her daim vurguladıkları hukuk devletinin olayı inceleyen savcısının bir kez daha işini boşa düşürdüklerine tanık olursunuz. İkna olması gerekenin kendilerinin değil, sınava giren bir milyon yedi yüz bin öğrenci olduğunun da farkında olmaları gerekmez mi? Cemaatlere şifrelenen, özelleştirilen, dershanelere teslim edilen gençliğin geleceği KPSS rezaletinden sonra YGS şifreleriyle karartılır. Sınav anında alınan sözde önlemler kopya ya da şifre olayını örtbas etmeye yetmez elbette. “Güven duygusunda tereddüt dahi etmediğimiz” değerli kurumumuz ÖSYM için aksilikler, talihsizlikler, istisnai durumlar üst üste gelir. Sınav kağıtlarındaki deformasyondan kaynaklı sınav kağıtları yanlış okunanlar da vardır. Duyarlı, düşünceli ÖSYM merkezimiz hemen özür diler. Hayatlarında geçirebilecekleri 3 saatlik yarışta iyi olabilmek için onca emek, masraf ve zahmet bir deformasyon yüzünden boşa çıkabilir. Elinize ulaşan başarısız sonucun nedenini sormaz, araştırmazsanız bel bağladığınız üniversiteye giriş sınav sonucunuz hayatınızı karartabilir. Sınav bu, her şeye hazırlıklı olmalısınız! Bir de hayatınızı alt üst edecek bir sınavla ilgili şifre, hırsızlık olayının hesabını sorduğunuzda, ikna olmadığınızda, isyan ettiğinizde, hak aradığınızda hakkınızda söyleneceklere de hazır olmalısınız. Gençsiniz, düşünemezsiniz, birileri sizi maşa olarak kullanır, doğruyu devlet büyüklerimiz, başbakanımız bilmektedir: “ÖSYM olayında inandım ve inandığım gibi de çıktı. Biz bir tane yavrumuzun hakkının zayi olmasına müsaade etmeyiz dedim. Sonuçta yargı lehte karar verdi. Burada da yine medya var. Medyada da bunu kimlerin sürüklediğini biliyorsunuz. İşi gücü budur. Yazılı medya yaptı. Ondan sonra dalga dalga illegal örgütlere kadar uzandı. Yürüyenlerin kaç kişi olduğunu biliyorsunuz. Öğrenci bunu ne bilir? Başına bir şey gelmiş önüne sürüyorlar” diyerek elbette cemaatinin şifrelerinin çözülmesine müsaade etmez. Delikanlı Başbakan’ın söyledikleri onun sınıf karakterine yakışır bir niteliktedir ve söyledikleri yukarıdakilerle kalmaz: “İstesek biz de onbin kişi toplarız oraya!” Varın gerisini siz düşünün… Hakim sistem ve onun temsilcisi Tayyip, kendisine protesto gösterisinde bulunanları terörist diye dam-
galamakta bir sakınca görmeden milletinin hassasiyetine çağrı yaparken, mesele sınavdaki şifre olayı olunca tatmin olabilmekte ve milletinin hassasiyetini görmezden gelmektedir. “Benim milletim”, “demokratikleşme” diye nutuğa başlayan, farklı fikirlere tahammülsüzlüğünü her fırsatta gördüğümüz egemen düzen ve onun sözcüsü AKP, şifre skandalında araştırmaya ihtiyaç duymadan tatmin olur. 9 ay boyunca KPSS sınavı ile ilgili karar veremeyen savcılığın YGS sınavındaki skandala ilişkin karar hızı ise takdire şayandır(!) Çalışınca olmaz, yandaş olmak, Gülen Hoca’nın müritleri olmak gerekir. Adı AKP, CHP, MHP… Adı ne olursa olsun esas çözülmesi gereken sorun, kimin yandaşına şifre sızdırdığını tespit değil, mevcut eğitim sistemi ve düzenin devam için şifre olayını da iktidar kavgasına alet edenlerden hesap sormak, isyan etmektir. Bugün için iktidar olan hakim sistemin temsilcisi AKP, ya cemaat evi ya dershane ya paralı kursu alternatif olarak sunmakta. Peki ya YGS’yi kaldıracağız diyen CHP? Atatürkçü olunca sorun çözülecekmiş gibi her iki lafından birinde “laik ve Atatürkçü bir Türkiye” vurgusu yapan CHP, YGS’yi kaldırıp bunca genci nerde ve nasıl istihdam etmeyi düşünüyor acaba?
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
da yoksa, yurtdışında okuma, yurtdışına beyin göçü gerçekleştirme olanağınız da yoksa ne yaparsınız? (Tesadüfe bakın ki beyin göçü(!) gerçekleştirenlerin çoğu da oldukça hatırı sayılır bir mülke sahip olanların çocuklarıdır.)
İnsanların hayatları sınavlarla kuşatılmış durumdadır. Her sınav adeta bir prangadır. Her sınav ayrı bir yarış, her sınav özel mülkiyet dünyasının mülk yarışının bir parçası. “…Biz herkesin partisiyiz. Bugün herkesi idare eden bir Ak Parti var…” diyen hükümet sözcüsünün sözüne eklenecek pek bir şey yok. Doğru söze ne hacet! Kadrolaşmayla, takkelerle, Gülen dershaneleriyle, soygunlarla, sermayesine sermaye katarak, şifrelerle, yalanlarla, şovlarla ezilenleri düşünmeyen, onları ekmek kavgasına hapsetmiş, idare edilen bir ülke var. İdarecilerinin yalanla, soygunla, emperyalist efendilerine uşaklıkta sınır tanımadığı bir ülkede herkesi idare eden gerici-burjuva-feodal bir düzen ve bu düzeni idare eden uşaklar var. Onların istediği gözleri kör, kulakları sağır, dilsiz bir halk ve gençlik… On yıllardır hayalleri, umutları, gelecekleri çalınan gençlere susun diyorlar. Ezberletilmiş tarih dersleriyle vatanına, milletine, devletine itaat eden, hak aramayan bir gençlik istiyorlar. Ya emeğimize yarattığımız bugünümüze, yaratacağımız yarınlarımıza hep birlikte sahip çıkacağız ya da emperyalizme göbekten bağlı hakim sınıflara, onların temsilcilerine, şifrelerine, TV’lerde özel yetiştirilmiş uzmanlar eliyle bize dayatılan bu yarışa inanarak onların sınavlarına, şifrelerine, saltanatlarına boyun eğeceğiz. Gençliğin geleceği kazanma mücadelesinin haklılığı, bu karanlığı; emperyalizmin ve uşaklarının şifrelerini parçalayacak aydınlıktadır!
15
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
EKONOMİ POLİTİK
SÖMÜRÜ “İşgücünün uzatılmasıyla üretilen artı-değere, ben mutlak artı-değer diyorum. Buna karşılık, gerekli emekzamanının kısaltılması, ve bunun sonucu, işgününün iki kısmının uzunluklarındaki değişiklikten doğan artı-değere, nispi artı-değer diyorum.” Karl Marx, Kapital, C 1, s.306
16
Politik öznelerin siyasal faaliyetlerinde kullandığı materyallerde ya da faaliyet esnasında kullanılan ajitasyonda çokça kullanılan kavramların başında “sömürü” gelir. Ekonomi politik alanında da sömürü ilişkisi ve buradan türetilen “sömürülme haddi” yaygın bir kullanımdır. Bu yazımızda bu ilişkiyi açıklamaya çalışacağız. Ancak bu ilişkiyi açıklamak için de daha öncekilere benzer biçimde başka kavramlara da ihtiyaç duyacağız ki bütün bunlar birbiriyle yakından ilintilidir ve ancak bu bütünlük içerisinde sistematik bir bütün oluşturabiliriz. Sömürü haddi (ya da derecesi) genel olarak üretim süreci içerisinde düşünülebileceğinden, üretimin bileşenleri hakkındaki kavramsal çerçevemizi akılda tutarak düşünmeliyiz. Dolayısıyla; sermaye, sermayenin organik bileşimi, üretici güçler, üretim araçları, değişmeyen ve değişken sermaye, artı değer gibi kavramsal bir bütün içerisinde anlamlandırılabilecek “sömürü” ilişkisi daha anlaşılır olacaktır. Biz bu kavramları daha önce incelediğimiz için bu yazıda kısa hatırlatmalarla yetinerek sömürü derecesinin ne olduğu ve nasıl arttırıldığı üzerinde duracağız.
S=s+d
Sermayenin bu iki biçiminin neden değişmeyen ve değişen şeklinde ifade edildiğine daha önce değindiğimiz için burada tekrarlamıyoruz. S = s + d eşitliği başlangıçtaki durumdur. Üretim sona erdiğinde değeri (s + d ) + a olan bir meta elde edilir. Burada (a) artı-değer miktarını göstermektedir ve bir miktar büyüklüğünü ifade eder. Artı değerin oransal ifadesi ise a / d şeklinde gösterilir. Bu aynı zamanda emek-gücünün sermaye tarafından ya da emekçinin kapitalist tarafından sömürülme derecesini gösterir. Kapitalist sermayenin emek gücüne karşılık ayırdığı payı 50 birim ve üretim sonucunda elde ettiği artı-değeri 100 birim olarak düşünürsek, artıdeğer oranı (100/50).100 = % 200 olarak hesaplanır. Bu, işçinin sömürülme derecesini gösterir. Sayısal bir örnek üzerinden artı-değer oranını göstermeye çalışıp, kar oranı ile artı-değer oranı arasındaki farkı göstermeye çalışalım. Zira bu ikisi arasında büyük bir fark vardır. 1000 TL’lik bir sermaye ile üretime başlanan bir durumda bunun değişmeyen ve değişen sermaye arasındaki dağılımının sırasıyla 900 TL ve 100 TL olduğunu varsayalım. (2)
S = s + d → 1000= 900 + 100 Üretim gerçekleşip sona erdiğinde 200 TL’lik artı bir değer yaratılmış olduğunu varsayalım. Yani;
Sömürü Derecesini Artırmak Artı-değer oranını bu şekilde özetledikten sonra bu oranın artırılmasına yönelik iki yöntemi açıklamaya çalışalım. Bu iki yöntem şunlardır: İşgününün uzatılması (mutlak artı-değer) Emek verimliliğinin artırılması (nispi artı-değer) İşgününü iki parçaya ayırdığımızda bu gerekli emek zamanı ve artık emek zamanı şeklinde olur. Gerekli emek zamanı işçinin emek gücünün yeniden üretilmesi için gerekli olan emek zamanıdır. Diğer bir deyişle “işçinin günlük ortalama yaşamı için gerekli şeylerin üretimi 6 saat alıyorsa, günlük emekgücünü üretmesi ya da onun satışı sonucu elde ettiği değeri yeniden-üretmesi için ortalama günde 6 saat çalışması gerekir.”(3) Ancak üretim bu 6 saatin sonrasında da devam eder. Eğer devam etmeseydi üretim kapitalist için anlamsız olurdu.
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
Marx, Kapital’de sömürü oranını ya da emek gücünün sömürülme derecesini incelerken bazı formüller ortaya koyar. Sermayeden hareket eden Marx, sermayenin (S) iki kısımdan oluştuğunu söyler. Üretim araçlarına yatırılan para miktarını (s) değişmeyen sermayeye dönüşen kısım, emek-gücü için harcanan para miktarını (d) ise değişen sermayeye dönüşen kısım olarak tanımlar.(1) Yani,
Marx’ın Kapital’de artık emek zamanını göstermek için verdiği örneğe bakarak işgücünü inceleyelim. “Diyelim ki, A——B doğrusu, 6 saatlik gerekli emekzamanının uzunluğunu temsil etsin. Eğer iş, A——B doğrusunun ötesinde 1, 3 ya da 6 saat uzarsa, üç ayrı doğru daha vardır: İşgünü I: A——B-C İşgünü II: A——B—-C İşgünü III: A——B——C
Ve, 7, 9 ve 12 saatlik üç ayrı işgününü temsil eder.”(4) Burada A ile C arası işgününü gösterirken, A-B gerekli emek zamanı ve B-C artı-emeğin uzunluğunu gösterir. B-C’nin büyümesi artı-emek zamanının uzamasıdır ki B-C’nin A-C’ye oranı aynı zamanda artıdeğer oranını verir. Sömürü derecesini bu şekilde artırmak, işgününün artırılmasıyla mutlak artı-değerin artırılmasına örnektir. Bunu grafikle gösterirsek,
S’= s + d + a → 1200 = 900 + 100 + 200 Dolayısıyla kar oranı (a/S), (200/1000).100 = %20 iken, artı değer oranı (a/d), (200/100).100 = %200’dür. %20 ile %200 arasında büyük bir fark vardır ve bu kapitalistlerin açıkladıkları kar oranlarının üzerinde bir sömürü oranıyla üretim yaptıklarının bir göstergesidir. Bu farazi örnekte %20’lik bir kar elde edebilmek için %200’lük bir sömürü derecesine başvurulmuştur.
iş g. (10 s)
gerekli emek zaman
artı emek zaman
6 saat
4 saat
Artı-değer or: (4/6).100 = %66 iş g. (12 s)
6 saat
6 saat
Artı-değer or: (6/6).100 = %100
17
ÖZGÜR DÜŞÜN
Nisan-Mayıs 2011-54
Bir konfeksiyon atölyesindeki çalışma saatlerinin 10 saatten 12 saate çıkarılması şeklindeki bir sömürüyü artırma biçimi olarak düşünebiliriz bunu. Konfeksiyon patronunun işsizlik oranlarındaki artışa ve güvencesiz çalışma koşullarına dayanarak keyfi olarak böyle bir artırmaya gitmesi muhtemeldir. İşçiler arasındaki örgütsüzlük ve sınıf mücadelesinin görece zayıflığı koşullarında bu tarz bir sömürü daha da olasıdır. Ancak bu, sömürü derecesinin artırılmasının tek biçimi değildir.
olur. İlk örneğimizde işgünü uzatılarak sömürü artırılırken, bu ikinci örneğimizde verimlilik artırılarak sömürü artırılmaktadır. Bir diğer deyişle nispi artı-değer ile…
Sömürü derecesini artıracak ikinci bir yöntemi, yani nispi artı-değer ile sömürüyü artırmayı yine konfeksiyon örneğinde incelemeye devam edelim. 15 dakikalık çay molasında iki işçi aralarında konuşmaktadır:
Artı-değer or: (4/6).100 = %66
1. işçi: Duydun mu? Konfeksiyonun bütün makinaları yenileriyle değişecekmiş. 2. işçi: Duydum. Ama bundan bize ne? 1. işçi: Yeni makinalarla çalışmak daha güzel olur. 2. işçi: Bizim patron sence bizi düşündüğünden mi yeni makina aldı? 1. işçi: Diğerleri yeterince eskimişti, ondandır herhalde. 2. işçi: Yeni makinalarla aynı sürede daha fazla gömlek üretiriz belki, ne dersin? 1. işçi: Bu da doğru. Bu yeni makinalarda daha iyi özellikler de varmış zaten. 2. işçi: Son teknoloji yani… 1. işçi: Son teknoloji! 2. işçi: Patron yeni makina aldığı için daha uzun süre haftalıklara da zam yapmaz üstelik. 1. işçi: Ben sordum. “Çok borçlandım” dedi zaten. 2. işçi: Yani bu yeni makinalar sadece üretimi artıracak. 1. işçi: Artacak…
18
İşçiler aralarında bu konuşmayı yaparken, patron yeni siparişleri almaktadır. Zira artık aynı sürede daha fazla ürün çıktısı alınacak, diğer bir deyişle üretimde verimlilik artışı sağlanacaktır. Yeni teknolojik makinaların kullanılmasıyla üretimde sağlanan verimlilik işçinin emek-gücünün değerinin ödenmesi için gerekli emek-zamanın azalmasına sebep olmaktadır. İşgünü aynı kalsa bile bu sömürülme derecesinin artmasına sebep
Bunu da grafikle gösterelim:
gerekli emek zaman
artı emek zaman
6 saat
4 saat
iş g. (10 s)
iş g. (12 s)
4 saat
6 saat
Artı-değer or: (4/6).100 = %150
İşgünü aynı kalmakla birlikte (10 saat) verimliliği artıracak bir yöntemle (makinaların yenilenmesi) üretim artırılmış ve sömürü oranı % 66’dan % 150’ye çıkarılmıştır. Çünkü bu verimlilik artışı gerekli emek zamanı azaltmış ve artı emek zamanını artırmıştır. Sömürülme derecesini artırmaya yönelik bu iki yöntemin incelenmesi burada genel hatlarıyla ele alınmıştır. Üstelik konuyu basitleştirmek açısından emek yoğunluğunun artırılması gibi unsurlar dahil edilmemiştir. Ancak bilmek gerekir ki kapitalizmin çeşitli tarihsel aşamalarında ve ülkelere göre değişen koşullarında bu eğilimler paradoksal sonuçlara da yol açmaktadır. Çalışma saatlerindeki değişimler, işsizlik, verimlilik, düşen kar eğilimleri ve sermayenin bileşimindeki değişimler kapitalist üretimi içerisinden nihai olarak çıkamayacağı sorunlarla baş başa bırakmaktadır. DİPNOTLAR 1-Karl Marx, Kapital C.1, Sol Yayınları, Ankara, 2000, s. 211. 2-Değişen sermaye, kısaca emek gücünün satın alınması için ayrılan sermayedir. Sermayenin bu kısmı üretim esnasında kendinden daha büyük bir değer yaratır ve artı-değerin kaynağıdır. Değişmeyen sermaye ise artı bir değer yaratmayıp, yalnızca üretim esnasında değerinin metaya aktarır. 3-Marx, Kapital, s. 228. 4-A.g.e., s. 228.
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
Saraylıların Adaleti ve
ADALET SARAYLARI Tarih boyunca egemenler; egemenliklerini ihtişamlı, devasa ve gücü simgeleyen sembollerle ifade ederek mutlak hakimiyet ve kudretlerini, toplumsal belleğin bir parçası haline getirmişlerdir. Bu semboller devletin gücünü ifade etmenin yanı sıra sosyo-psikolojik olarak da; halk yığınlarına devlet karşısında zayıf ve bağımlı olduklarını anlatmak, büyüklükleri ve ihtişamları ise bu anlama sürecini pekiştirmek içindir. Öyle ki dünden bugüne krallıklar, imparatorluklar ve buna müteakiben ortaya çıkan bütün sınıflı devletler; devasa saraylar, camiler, kiliseler, medreseler, hanlar… yaptırmıştır. Egemenlik simgeleri dünden bugüne değişim gösterse de anlayış değişmemiştir; devlet güçlüdür ve bu gücün farkında olması gerekenler halk yığınlarıdır(!) Bundandır ki egemenler en iyi mimar, usta ve zanaatkarlarını bu
şanlı(!) görev için seferber etmişlerdir. İstanbul Çağlayan ve Kartal’da da son yıllarda bir seferberlik hali, hummalı bir çalışma var. Binlerce işçi, iş makinesi, mimar mühendis ve bilumum teknik eleman gece-gündüz çalışıyor. Çağlayan ve Kartal’da görenleri hayrete düşüren; devasa binalar yükseliyor. Akla zarar bu devasa yapıların, peşkeşçi müteahhitlerin yaptığı siteler ya da mantar gibi türeyen alışveriş merkezlerinden olduğunu sanıyorsanız bu kez yanıldınız. Bu yükselen binalar (aslında onlar bina değil saray) bir kamu hizmet binası. Başka bir deyişle “Adalet Sarayı” bu imparatorluk temsili yapılar. Çağlayan’da inşaatı tamamlanmak üzere olan ve Avrupa’nın en büyük adliyesi olacak olan bu yapı, hükümeti kesmemiş olacak ki, Kartal’da da dünyanın en büyük adliyesini yapmaya karar kılmış. Öyle ya bu
19
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
20
kadar ileri bir demokrasi ve hukukun olduğu bir ülkede buna uygun ihtişamlı adalet saraylarının olması icap ediyor(!) Dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek 2003 yılında bu binalar için yapılan temel atma töreninde; “Adam ister suçlu olsun isterse suçsuz, daha kapıdan girerken önünü ilikleyip saygıyla girmeli adliye binasına” demişti. Bu binaların henüz temeli atılırken en yetkili ağzından devlet kendini ele vermişti, değişmeyen “devlet baba” anlayışı bir kez daha kitlelerin gözüne sokuluyor, biat etmeleri isteniyordu. İnsana, insan hakları, demokrasi ve adalete değil, işte bu yapıların ihtişamında dile gelen devlet ve onun saraylara sığmayan, kendinden menkul adaletine saygı duymamız isteniyor. Çünkü bu devasa yapıların ihtişamı yüce devletimizi(!)
haberimiz yokmuş!
simgeliyor ve daha kapıdan girerken önümüzü iliklememiz gerekiyor(!) Milyarlarca dolar harcanarak inşa edilen bu binalar, ne kadar adil ve demokratik bir ülke olduğumuzu cümle aleme ilan edecekmiş. Kophenag kriterleri, AB uyum yasaları, AİHM ve bir cümle dış mihrak da bunu anlayacakmış. Öyle ya Adalet Sarayı inşa etmek için bu kadar yatırım yapan bir devlet adil olmayacakmış da kim olacakmış(!) Açılışlarının seçim öncesine denk gelmesi ise tamamen tesadüfmüş. Üstelik müteahhit firmalar da kayırılmamış, ihaleler kapalı zarf usulü ile verilmemiş. Sonuç olarak saraylara layık adaletimiz olmuş ama
dünyanın en büyük adalet saraylarını inşa etmekle övünülüyor, kitlelerin gözüne ne kadar adil bir ülkede yaşadığımız algısı sokulmaya çalışılıyor. Yani diyorlar ki bir dilim ekmeği size artık küçük tabakta değil büyük tabakta vereceğiz. Tabağın büyük ya da küçük olması ne işe yarar ki, ekmeği daha fazla yalnızlaştırmaktan başka. “Devlet karşısında artık daha zayıfsın ve devletin istediği kadar suçlu, istediği kadar masumsun” demenin başka bir biçimi oluyor bu fetişizm. Tarih akıp gitse de tarih boyunca saraylar ve saraylılar hep kendi kudretlerine emsal teşkil edecek simgelere sarılmaya devam ediyor. Devlete
Dünden bugüne sayısız örneğine rastlayacağımız devlet fetişizminin bir biçimi olarak devletin kitlelere anlatmaya çalıştığı şey; öz olarak değişim göstermediği gibi daha da fütursuzlaşmaktadır. Adalet Sarayı yaparak adil olduğunu iddia eden devletin adaletten anladığı cebimizden aşırılan milyarlarca dolardan yere göğe sığmayan taş binalar yapıp, bizlere kendi tebaası ve mutlakıyetini dayatmaktır. Üstelik kapısından girerken bile önümüzü iliklememiz gereken “boynumuzun kıldan ince olduğu” bir adalet bahsettiğimiz. Adaletin ve eşitliğin askeri faşist diktatörlük ve komprador kapitalist bürokrasi cenderesinde servis edildiği ülkemiz gerçekliğinde; Avrupa’nın ve
Dünden Bugüne “Saraylıların Hukuku” Tarih boyunca ezenler ve erki elinde bulunduranlar güçlerini simgeleyen yapılar inşa etmenin yanı sıra, gerek yönetim biçimi gerekse iktidar gücünün kullanımı konusunda halk kitlelerine karşı hep acımasız oldular. Halka karşı zulmetmek, onları hizaya getirmek güçlü iktidar delaleti olarak kabul edildi. Toprak ve o toprak üzerinde yaşayanlar tüm mülkü ile saraylıların malı olarak kabul edildi. Hukuk sistemi, vergi sistemi, askeri yapı hep bu temel belirleyene göre biçimlendirildi. Saraylıların hukuku, sarayın beklentilerini karşılamak zorunda olanları hizaya sokmak adına her türlü zoru ve zulmü halka reva gördü. Elbette tarih boyunca bu zulme karşı gerek düşünsel, gerek toplumsal kalkışmalar kesintisiz olarak devam etti. Kaçınılmaz olarak saraylılar en büyük zulmü onlara reva gördü. Şeyh Bedreddin’i Serez’in demirciler çarşısında yapraksız bir söğüt ağacına asarak katlettiler, şeyhin bedeni günlerce orada asılı kaldı. Düşünceleri halk içinde dilden dile yayılan, halkta büyük bir sempati uyandıran bu halk önderinin fikirlerine saraylılar neden tahammül edemediler, neden katlini vacip kıldılar dersiniz? Bedreddin’in fikirleri ve bu fikirlerin halk kitleleri içinde yayılarak güçlenmesi Osmanlı’yı rahatsız etti. Şeyh Bedreddin; asırlardır devam eden monarşik tahakkümü, hukuku, dini, töreyi sorgulayan ve gerek coğrafyamız halkları gerekse de dünya halkları açısından devrimci niteliği yüksek, toplumsallaşmış bir isyan hareketinin önderidir. Şeyh Bedreddin ve yarattığı toplumsal hareketin esas niteliği resmi tarih yazımında spekülatif biçimde sürekli çarpıtılmıştır. Şeyh Bedreddin’i sadece din ve törenin yorumlanması konusunda aykırı görüşleri savunan bir İslam düşünürü olarak göstermeye çalışmışlardır. Bu durum Bedreddin’i katleden zihniyet tarafından da farklı biçimlerde lanse edilerek, ezilen halkların zihninin bulandırılması amaçlanmıştır. Bütün bu çarpıtmalar bir tarafa; Bedreddin’in düşüncelerinin toplumsallaşmasını ve “yedi düvele kök söktüren” bir devlete baş kaldırmasını sağlayan en önemli unsur düşüncelerini dayandırdığı sosyo-ekonomik gerçekliktir. Bu toplumsal gerçeklik saraylıların gerçek niteliğini ortaya koyarken, aynı zamanda ortak ve özgür bir yaşamın filizlerini içerisinde barındırmaktaydı. Şöyle demişti Bedreddin: “Hükümet, zulüm ve zorbalık mahsulüdür. Onun tecavüzlerini hoş görmek, halkın zararına olan emirlerine itaat etmek caiz değildir. Heyet-i idare, zaman-ı saadette olduğu
gibi halk tarafından oluşturulmalıdır.” “Yarin yanağından gayrısı ortaktır” diyordu Bedreddin… Özellikle şeri ve örfi hukuk kurallarını sorgulayan ve bu kuralların halkı ezmek için kullanıldığını ifade eden Bedreddin, egemenlerin dini kisve ile egemenliklerini tahsis etmelerine karşıydı ve şöyle diyordu: “Saray, saltanat, muharebe, asker hep zulümdür. Tekkeler, dervişler, ulema… Onlar da zulüm ve zorbalık eserleridir.” Mevcut toplumsal algı ve din kurallarının birer yanılsamadan ibaret olduğuna dikkat çeken Bedreddin’in üst düzey bir nedensellikle sorgulamacı olarak toplumsal yaşamı ele alması ve bütün idealist-teolojik algıyı tersyüz etmesi saraylılar açısından kabul edilemezdi. Yine Bedreddin şöyle
diyordu: “İnsanlar eylemleriyle, düşünce ve fikirleriyle güzeli ve iyiyi bulabildikleri oranda Hakka kavuşmuşlardır. Cennet işte budur. Kötü ve çirkin işlerle uğraşan insanlar Haktan uzaklaşmışlardır; Cehennem işte budur. Cennetle Cehennemi başka bir yerlerde aramak saçmadır.”
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
ve bu simgelere yönelenler saraylıların ceberut saldırganlığından her daim paylarına düşeni alıyor. Bedreddinler, Börklüceler, Thomas Münzerler, Seyit Rızalar ve niceleri…
21
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
22
Bedreddin, saraylıların iktidar simgelerine dokunuyor ve sarsıyordu, onun bu “aykırı” fikirleri bir müddet önemsenmese de bağrında isyanları ve toplumsal kalkışmaları büyüttükçe saraylılar da gemi azıya aldılar. Fikirleri günden güne yayılan Bedreddin, Çelebi Mehmet Paşa’nın saraydan çıkardığı bir ferman ile yakalandı. Mevlana Haydar denilen kadı, sarayın icazeti ile göstermelik olarak Bedreddin’i yargıladı. Bedreddin’in katli karar altına alınmıştı fakat asıl öldürmeye çalıştıkları Bedreddin’in düşünceleri idi. Halk arasında yayılan bu fikirlerin karalanması gerekiyordu; bir çırpıda Bedreddin’i haçlı ajanı olarak ilan ettiler. Bu vesile ile katlinin halk tarafından kabullenilmesini ve kitlelerin Bedreddin’in fikirlerinden uzaklaşmasını sağlamaya çalıştılar. Bedreddin darağacına çıkarıldığında şöyle diyordu: “Madem ki bu kere mağlubuz, netsek, neylesek zahid / Gayrı uzatmam sözü, madem ki fetva bize aid!/ Verin ki basak bağrına mührümüzü...” İşte bu fikirleri halkın belleğinden silmek için “Malı haram, kanı helal” denerek Bedreddin’i astılar. Fakat Bedreddin’in fikirleri hala diriydi ve Börklüceler, Torlak Kemaller onun düşünceleri ile daha büyük isyanların ateşini harlıyordu. Dünden bugüne devam eden bir direnme ve baş eğmeme geleneğini halklara emanet ederek son nefesini verecekti Bedreddin. Börklüce Mustafa, Bedreddin’in fikirlerinden ilk etkilenenlerdendi. Bu fikirleri Anadolu’da yayılmasına büyük katkı sağlayan Börklüce ortakçılık düşüncesini savunan dervişlerinden bir ordu kurarak, Os-
manlı’ya karşı baş kaldırdı. Bu başkaldırıya asla tahammül göstermeyen saraylılar Çelebi Mehmet Paşa’nın emri ile Rumeli ordusunu Börklüce’nin üzerine yolladılar. Börklüce ve dervişleri kararlıydı, direneceklerdi ve direndiler. Osmanlı ordusuna geçit vermeyen Börklüce ve dervişlerine daha büyük bir güçle saldırma kararı alan Osmanlı fetva çıkardı: Kadın, çocuk, genç yaşlı demeden hepsinin kellesini istedi. Börklüce’yi önce esir ettiler ve sahte keşişlerin karşısına çıkardılar. Ağır işkencelerden geçirilen Börklüce’nin on bin dervişinden, sekiz binini Börklüce’nin gözleri önünde başını kestiler. Rivayet edilir ki kafası kesilen her dervişi Börklüce’nin karşısına çıkarıldığında sadece “iriş dede sultan iriş” (dayan dede sultan dayan) der ve başka söz etmez. Osmanlı, başını öne eğmesini ve af dilemesini beklerken, Börklüce fikirlerinden asla ödün vermez ve Hristiyanlık’ı yaymaya çalıştığı yalanı halk içerisinde yayılmaya çalışılarak çarmıha gerilir ve katledilir. Börklüce’nin cansız bedeni bir devenin sırtında günlerce dolaştırıldıktan sonra başı kesilerek Şeyh Bedreddin’e yollanır. Börklüce Mustafa kendini şöyle anlatır: “… Bana Dede Sultan derler; derviş olmadan, kemal yoluna girmeden önce adım Börklüce Mustafa idi. Bu gördüklerin, benim yoldaşlarımdan sağ kalanlardır. Biz Karaburun taraflarındaki memleketi kendimize mülk edindik. Mülk sahibi olmakta hepimiz ortak idik. Kadınlarımız dışında her şeyimiz de anca beraber kanca beraber idik. Bizde tımar sahibi yoktu, sahibi arz yoktu, vüzera yoktu, ümera yoktu. Hepimiz malı ortak, mülkü ortak, keyfi ortak, tasası ortak, kararları ortak bir kardaşlar cemaati idik. Bizim gibi olanlar, yahut olmak isteyip de buna gücü yetmeyenler, Huda’nın eseri ya da insan emeğinin eseri malı mülkü kendi uhdelerinde yığın etmiş ve bu yığını kendine hasretmiş mahlukatı sevmez, onları gerçek insan neslinden saymaz. Öyleleri de insan neslinden hiç kimseyi sevmez. Hele bizim gibilerin güçlenmesinden ödleri patlar, bizi yok etmek isterler; çünkü bilirler ki biz yeterince güçlenince onları zemin-i arz’dan yok ederiz ve elbette bir gün hepsini yok edeceğiz. İşte anın’çün üstümüze ordu göndermişlerdir.” İşte Börklüce’yi ve onunla beraber zulme karşı baş kaldıranların ve bu uğurda başlarını ortaya koyanların yüzyıllar öncesinden söyledikleri. Saraylıların kaçınılmaz öfkesinin hiçbir had ve hukuk tanımadan halkı ezmeye çalışmasına neden olan ve bin bir iftira ile kendi fikirlerini kabullendirmeye iten ve aslında ödlerini patlatan şey; halkın kendi gücünün farkına varması ve iktidara karşı baş kaldırmasıdır. Zulmün ve baskının olduğu her coğrafyada olduğu gibi zulme karşı başkaldırı da halkların kurtuluş
Elbette ki tarih ırmağının akışı içerisinde ve coğrafyamızda Bedreddinler, Börklüceler ilk değillerdi ve son olmayacaklardı. Bu tarihe asıl rengini veren sınıf savaşımlarının bir sonucu olarak kaçınılmaz ve mutlak biçimde ortaya çıkmak zorunda olan bir diyalektiğe işaret ediyordu. Fakat her dönem egemenler bu başkaldırıları ezerken azgın ve fütursuz oldular. Saraylara sığdıramadıkları adaletlerini yalanlarının ve zulümlerini sümen altı etmek için kullandılar. Seyit Rıza’nın idam fermanını Ankara’dan yazdılar. Bir an önce asılsın diye buyurdular. Hatta özel yetkili mebuslarını Harput’a yolladılar. Zaman kaybedilmeden Cumhuriyet’in adaleti ve mutlak kudreti tecelli etmeliydi. Seyit Rıza ve arkadaşlarının idam kararı mahkemelerin tatil olduğu Pazar günü hakimler tarafından acil olarak alındı ve bu karar ertesi gün uygulandı. Üstelik Seyit Rıza’nın yaşı idam cezasının uygulanabilmesi için yalancı şahitler tutularak küçültüldü. İdam sehpasına çıkan Seyit Rıza şöyle dedi: “Ben sizin yalan ve hilelerinizle baş edemedim bu bana dert oldu ama bende sizin önünüzde eğilmedim bu da size dert olsun.” Seyit Rıza’yı asmak için yaşını küçültenler, 12 Eylül AFC’si ile Erdal Eren’i asmak için ise yaşını büyüttüler. Hukuk da adalet de ellerinde bir oyuncaktı ve egemenliklerinin bekası için istedikleri gibi oynuyorlardı. 19-22 Aralık 2000’de hapishanelerdeki devrimci tutsakları katletmek için düzenlenen “Hayata Dönüş(!) operasyonunun gerekçesini anlatmak için kameraların karşısına geçen dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk; yüzündeki tiksinti verici tebessümle şöyle diyordu: “Devlet oraya hayat kurtarmaya gitmiştir.” Diğer örneklerde de olduğu gibi saraylılar bir taraftan halka karşı zulmederken bir yandan da manipülatif açıklamalarla kitleleri kandırmaya ve saltanatlarının
sürekliliğini sağlamaya çalıştılar hep. İşte Çağlayan ve Kartal’da yükselen bu devasa yapıların bizlere sunacağı adalet ve adalet sağlayıcıların, adaletten ne anladıkları konusunda fikir sahibi olmamızı sağlayacak naçizane örnekler. Şüphe yok ki Hikmet Sami Türk’ün yüzüne takılan o tiksinti verici tebessüm; Bedreddin’den, Börklüce’ye, Münzer’den bugünlere saraylıların yüzlerinden hiç eksik olmadı ve saraylara layık olan adaletlerinin gerçek tezahürü buydu. Tarihi; zulüm, baskı, imha ve inkar olanlar ve eşitsizliklerin devamı için çırpınanlar sizce bu koca binalarda ne yapacaklar? Bu sorunun cevabı açık; zulüm ve saltanatları devam ettikçe halkı ezmek için çok daha fazla adalete(!) ihtiyaçları olacak. Hatırlayalım: KCK operasyonu adı altında binlerce sayfalık iddianame hazırlandı yüzlerce kişi tutuklandı, muhalif olan kişiler düzmece iddialarla hapishanelere gönderildi, kurumlar basıldı. Kargaları güldürecek cinsten hazırlanan iddianame ve polis fezlekeleri ile demokratik haklar mücadelesi suç sayılmaya çalışılarak, demokratik haklar mücadelesi verenler tutuklandı. Elbette bu örneklere yüzlercesini eklemek mümkün. Onlar hazırlık içerisindeler; haklarımızı, emeğimizi ve geleceğimizi kendi bekaları uğruna çalmak istiyorlar. Bunun için Avrupa’nın, dünyanın en büyük adalet sarayı cilası ile adaletsizliğe ve hukuksuzluğa teknik imkan ve donanım hazırlıyorlar. Hazırlamaya da devam edecekler, ta ki saraylarını ve saltanatlarını tarihimizin bilge kını içerisinde duran keskin kılıcımızla başlarına yıkıncaya dek!
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
umudu olmaktaydı. F. Engels, Alman köylü isyanları ve Thomas Münzer’in devrimci düşüncelerini konu ettiği makalesinde şöyle diyordu: “O dönemde Thomas Münzer her şeyden önce bir din bilimciydi. Ama zaman zaman tanrıtanımazcılığa yaklaşan bir panteizm öğretiyordu. Bizim dışımızda bir Kutsal-Ruh yoktur, diyordu: Kutsal Ruh özellikle akıldır. İman da, aklın insan içinde ortaya çıkmasından başka birşey değildir ve bu yüzden Hıristiyan olmayanlar da iman sahibi olabilir. İşte bu iman, ete kemiğe bürünmüş bu akıldır insanı kutsallaştıran. İman sahibi olanların yapmaları gereken cenneti, yani ‘Tanrı krallığını’ yeryüzünde kurmaktır.” İşte Bededdin’den yaklaşık yüz yıl sonra Bedreddin’e bu kadar yakın fikirlere sahip olan Münzer de Alman saraylılarının öfkesinden nasibini aldı, asılarak katledildi. Ve lanetli olarak ilan edildi, onun düşüncelerini savunanların da onun lanetinden kurtulamayacağı buyruldu.
23
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
İNSANIN İNSANLA DOĞAL (OLAMAYAN) İLİŞKİSİ
İnsanla insanın dolaysız, doğal ve zorunlu ilişkisi erkekle kadının ilişkisidir. Karl Marx
24
Kendisini, özel mülkiyet ve kar üzerinden var eden bir toplumda yaşıyoruz. Egemenlerin üstünlüklerinin ve kendi altındaki sınıf üzerindeki egemenliklerinin arttığı sınıflı toplumda, pazar ekonomisi üzerinden şekillenen toplumsal yapı bireylerin karakterini de etkilemektedir. Kendisini pazar ekonomisi üzerinden var eden toplumun bireylerinin düşünceleri ve değerleri iktidar tarafından kontrol altına alınmıştır ve istenildiği gibi de yönetilmektedir. Toplumun karakteri, içinde barındırdığı bireylerin de karakterini belirler tespitinden sonra şöyle bir sonuca varabiliriz: Değişim değerinin kullanım değeriyle yer değiştirmesi olgusu üzerinden kendini var eden bir toplumda bireyler arası ilişkiler de metanın kullanım değeri ve değişim değeri ilişkisi üzerinde şekillenir. Kişiler de birbirleri için birer meta haline gelirler. Kısacası, özel mülkiyete dayalı bu topluma ait bireyler ve bu bireylerin birbirleriyle ilişkileri “mülk” olgusu çerçevesinde şekillenir. Böyle bir toplumda “mal-mülke sahip olmak, kazanmak için çalışmak” bireylerin
Özel mülkiyetin egemen olduğu bir toplumda, bireyin “sahip olma” eğilimi Marx’a göre şöyledir: “(…) maddi mülkiyetin egemenliği öylesine büyüktür ki özel mülkiyet olarak sahip olunamayacak her şeyi yok etmek istemektedir. Yeteneği, vb. zorla soyutlamak istemektedir. Çünkü biricik hayat, var oluş amacı doğrudan doğruya sahip olmaktır.”¹ İnsanların sahip olma arzusu aslında tam da tüketici bir toplumun vazgeçilmez karakteridir. Daha önce de belirttiğimiz gibi pazar ekonomisine dayalı bu toplumun temel davranış biçimi tüketimdir. Çünkü emeğine yabancılaşan üretici sınıfların birikmiş emekleriyle oluşan özel mülkiyetin devamı için sürekli üretim ve üretilenin ilerlemesi ve gelişmesi için de sürekli tüketim şarttır. Bireyin sürekli olarak tüketme ihtiyacını canlı tutmak için, bireyde tüketime yönlendirecek olan bazı eğilimlere farklı anlamlar yüklenerek bu eğilimler devamlı olarak beslenir. Bu eğilimin başlıcası “sahip olma” eğilimidir. Çünkü sahip olma eğilimi bireyde mülkiyete bağımlılığı perçinler ve tüketimin artması için bir kanal oluşturur. Özel mülkiyete “sahip olma” temelli bu ilişki, bireyin bireyle ve bireyin toplumla ilişkisini belirleme yolunda ilerler. Özünü, özel mülkiyetin temel yapısından alan “sahip olmak” eğilimi bireyin bir şeyi kendisinin kılması anlamına gelmektedir. Bu eğilim, bireyin bir nesne üzerindeki mutlak denetimini ve kontrolünü içerir. Fakat bu durum sadece “denetim ve kontrol” olarak kalmaz; “sahip olma” eğilimi bazen öyle bir noktaya varır ki kişi, sahip olduğu nesneye sahip olduğu için, nesneye fazlasından değer biçer ve kendisini sahip olduğu şeyle özdeşleştirir. “O” şeye sahip olduğu için “kendisi” olduğunu kanıksar. Kısacası şu cümleyle tanımlanabilir “O benim olduğu için ben benim.” Ve “o” şey “kendisi” olur. Bu durumda hem nesne (sahip olunan) hem de özne (sahip olan), “şey” (nesne) haline dönüşür. Aynı zamanda şunu da eklemek gerekir ki kişinin mutlak hakimiyeti ve denetimi gibi bir durum söz konusu olamaz; çünkü sahip olunan şey değişir, dönüşür veya el değiştirir ya da biçim değiştirir.
“Sahip olma” eğilimi kişiyi sadece nesne haline dönüştürmekle kalmaz, aynı zamanda kendine ait olmayana yani bir başkasının mülkiyetine de sahip olma arzusunu doğurur. Buna en basit şekliyle kıskançlık diyebiliriz. Birey, kendi karını ya da mülkiyetini korumakla kalmayıp başkalarına ait mülkiyetlere de sahip olma ve mülkiyetini artırma ihtiyacı hisseder. Yine Marx 1844 El Yazmaları’nda bu durumu şöyle anlatmaktadır: “Her özel mülkiyet parçasının düşünceleri –her parçanın içinde yatan- ortak bir düzeye indirgeme isteği ve kıskançlık şekline girerek hiç değilse bütün daha zengin özel mülkiyete karşı çıkar, öyle ki bu istek ve kıskançlık sonunda rekabetin özünü meydana getirir².” Özel mülkiyetin egemenliğinde bireyler, birbirleri için sadece nesne olarak vardırlar; çünkü mülkiyetini artırma isteği bireylerin nesneler üzerindeki kayıtsız ve sonsuz denetim isteğiyle daha ileriye taşınarak bireyin bir nesne gibi diğer birey üzerindeki hakimiyetini beraberinde getirir. Başkalarının mülküne sahip olma işi ya yine mülkle yapılır ya da farklı yollara başvurularak yapılır (şiddet, zorbalık vb.). Sonuç olarak özünde canlı ve dinamik bir ilişkiyi barındıran bireyin bir başka bireyle ilişkisi cansız bir hale bürünür, yani meta alışverişine dönüşür. Bu durum tıpkı bir difüzyon olayına döner: Sermaye yoğun olduğu noktadan az yoğun olduğu ortama doğru akmaya başlar; difüzyon esnasında hiçbir çaba harcanmazken, sermayenin aktarımı konusunda bireyde günden güne biriken kar hırsı mevcuttur ve sermayenin etkisi zamanla bütün alana yayılır. İnsanın insanla olan ilişkisinde en can alıcı nokta olan ya da özellikle can alıcı noktaya getirilen kadın-erkek ilişkisinin de özel mülkün egemen olduğu bir toplumda cansız olması ve öznelerin birer nesneye dönüşmesi olağan bir durumdur. Daha önce de belirttiğimiz gibi metanın değişim değerinin kullanım değeriyle yer değiştirmesi gibi insanın insanla ilişkisi de bu temelde ilerler. Bireylerin artık birbirleri için metaya dönüştüğü böyle bir toplumda kadının erkek için ve erkeğin de kadın için metaya dönüşmesi kaçınılmazdır. Fakat bu durum kadın özgülünde daha ileri bir boyuta varmaktadır. Tarihsel sürecinde kadın toplumsal iş bölümünün gerçekleşmesinin ertesinde köleci toplumun da ilerlemesiyle ikinci plana düşmüştür. Bu düşüş devam eden yıllarda daha fazla derinleşmiş ve devletin oluşumuyla beraber hat safhaya varmıştır. Bu noktada kadın, devletin resmi kurumu gibi işleyen aile kurumunda tarihsel süreçteki yerini almıştır. Devletin başkahramanı erkek, ailenin ise kadın olmuştur.
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
en değerli ve korunması gereken haklarıdır. Ve bireyler de toplumun belirlemiş olduğu sosyal karakterlerinin gereği olarak mülk-edinme, sahip olduğu mülkü koruma ve sürekli olarak kar sağlama arzularına sahiptir. Bu arzular, içinde bulunulan toplumun kurallarıyla daha da perçinlenir. En büyük ve kutsal amacı “kar” ve “sahip olmak” olan bireylerin, birbirleri arasındaki ilişkilerin karakterini ve daha sonra bu ilişkiyi kadın-erkek ilişkisi özgülünde inceleyelim.
25
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
Burjuva dünyasında evlilik ve aile devletin temeli ve özel mülkiyetin çekirdeğidir. John Stuart Mill, “Evlilik yasanın tanıdığı tek gerçek köleliktir”, der. Ve kuşkusuz evlilik bundan da öte bir şeydir. Evlilik kurumunda “kadın” şüphesiz erkeğin kendi özel mülküne geçirdiği nesnedir ve erkeğin neslini sürdürecek olan mirasının kaynağıdır. Bu düzlemde kadın, sermayedarı tarafından korunmaya, kollanmaya muhtaçtır; özel gereksinimleri vardır ve bu gereksinimleri de sahibi, erkeği tarafından sağlanır. Evrimsel psikologların (Belsky, Steinberg, Draper, vb.) bir kısmı kadının doğasında kendini koruyup kollayacak erkeği evlenmek için seçtiği gibi bir kanı mevcut. Yani kadın, mülkü en çok olan ve ona rahat bir yaşam sunarak, genetik mi-
raslarının devamcısı olan çocuklarına lüks bir yaşam sunacak erkeği tercih eder denilmektedir. Evet, özel mülkün hakim olduğu ve yarattığı devletin en küçük, temel yapı taşı olan evlilik daha çok bu temeller üzerine kurulmakta olsa da bu ilişki doğal olmayan ve dayatılan bir durumdur. Erkeğin kadına sahip olma, onun üzerinde denetim ve kontrol oluşturması ihtiyacına karşılık kadında da bir otoriteye, en saf deyimiyle bir erkeğe ait olma gereksinimi yaratılır. Yaratılan bu iki eğilim birbirini tamamlar, kadın ve erkek açısından hayati bir gereksinimmiş gibi yansıtılır. Kendisinin korunup kollanması gereken bir varlık olduğunun, doğanın kanunuymuş gibi yansıtılması kadının ‘birine ait olma’ eğilimine karşı kayıtsız kalmasına yol açar. Toplumun değer yargıları ve buna istinaden bireylerin karakterleri, eğilimleri bu doğal olmayan çerçevede yapılandırılır. Oysa kadınerkek ilişkisinin doğal olmayan bu yaklaşımına karşılık olarak şöyle bir alıntıyla cevap verebiliriz: “Topluluk şehvetinin ganimeti ve hizmetçisi olarak kadına yaklaşımda, insanın kendi varoluşundaki sonsuz alçalma dile gelir, çünkü bu yaklaşımın gizi belirsiz olmayan, kesin, düpedüz ve apaçık bir şekilde erkekle kadının ilişkisini ve dolaysız ve doğal çoğalma ilişkisinin ele alınış tarzını göstermektedir. İnsanla insanın doğal, dolaysız ve zorunlu ilişkisi, erkekle kadının ilişkisidir. İki cinsin bu doğal ilişkisinde insanın doğayla ilişkisi doğrudan doğruya insanın insanla ilişkisidir ve gene aynı şekilde insanla ilişkisi doğrudan doğruya doğayla ilişkisidir.”³ Erkekle kadının ilişkisi, insanla insanın en doğal ilişkisidir. Genelde insanın insanla ilişkisi, özelde ise kadının erkekle ilişkisinin niteliği ve yapısı, ilişkinin ne kadar doğal olduğuyla ilgilidir. Doğal olmayan durumun kaynağı ise sınıflı toplumun kendisidir; özel mülk dünyasının yönettiği ve bireyi bu dünyanın kölesi haline getiren egemen sınıfların bireyleri metalaştırdığı sömürü düzenidir.
DİPNOTLAR 1-Karl Marx, 1844 El Yazmalar, İstanbul: Birikim Yayınları, 2008, sf. 108 2- Karl Marx, 1844 El Yazmalar, İstanbul: Birikim Yayınları, 2008, sf. 109 3- Karl Marx, 1844 El Yazmalar, İstanbul: Birikim Yayınları, 2008, sf. 110 KAYNAKÇA David M. Buss, Evolutionary Psychology. Austin: Pearson, 2008
26
August Bebel, Kadın ve Sosyalizm, Ankara: İnter Yayınları, Nisan 1996
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
17’ler DEVRİMİN MEŞAKKATLİ YOLUNDA
ÖZGÜRLÜĞE KOŞANLAR
Ezilenlerin, dünya gericiliğine karşı sürdürdüğü mücadeleler; katliamlar, kırımlar ve azgın saldırılar altında ilerlemektedir. Bu yalın gerçek, sınıflar mücadelesinin kaçınılmaz sonucu olarak toplumların tarihine damgasını vurmuştur. Ezenle ezilen çelişkisi var olduğu müddetçe de sınıflar mücadelesi zorlu, kanlı zamanlara tanık olmaya devam edecektir. Ezilenleri bu kapsamlı saldırılar altında diri tutacak, sınıf bilincini keskinleştirerek devrimci yolunda sebat etmesini sağlayacak en temel etmenlerden bir tanesi de tarih bilincidir. Tarihini bilenler dostunu, düşmanını hiç bir kafa karışıklığına mahal bırakmadan ayırt ederler. Em-
peryalistlerin ve uşaklarının tasfiye saldırıları, dönüşümleri, yeniden yapılandırmaları altında, devrimci mücadele tarihimiz son derece hayati bir öneme sahiptir. Bu tarih, gerici saldırıları dağıtacak büyük bir “mirastır”. Bu tarih bizlere ezilenlerin bütün gerici saldırılara rağmen bitip tükenmez bir kaynağa sahip olduğunu göstermektedir. Bu kaynak her gün fabrikada, okulda, tarlada, evde, sokakta maruz kaldığımız eşitsizliklerin bağrından fışkırmaktadır. Bu nedenledir ki her seferinde umutsuzluğu, karamsarlığı, yılgınlığı, kaçkınlığı, kararsızlığı kurşuna dizerek cüretle, bilinçle akmaya devam etmektedir.
27
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
İşte 17’ler böylesi bir mücadelenin önderleri olarak, 17 Haziran 2005 tarihinde, faşizmin, uluslararası ölçekte planladığı ve hayata geçirdiği büyük bir askeri saldırı sonucunda Dersim-Mercanlar’da ölümsüzleşerek devrimci mücadele tarihimizdeki yerlerini aldılar. Cafer Cangöz, Aydın Hanbayat, Berna Ünsal, Cemal Çakmak, Okan Ünsal, Kenan Çakıcı, Ökkeş Karaoğlu, Alaattin Ataş, Taylan Yıldız, Dursun Turgut, Ali Rıza Sabur, Gülnaz Yıldız, Çağdaş Can, Ahmet Perktaş, Ersin Kantar, İbrahim Akdeniz, Binali Güler... 17’ler; ezilenlerin karşı karşıya kaldığı azgın saldırılara karşı devrim davasını “Feda olsun canımız” diyerek tereddütsüzce sürdürdüler. Tıpkı dünya devrimi için canını vermekten çekinmeyen milyonlar gibi... 17’leri uğruna can bedeli tutuştukları mücadeleleriyle anlatmak onları, ikonlaştırmayan, kahramanlaştırmayan, ancak hakkını teslim eden bir ifadeyle mümkün olabilir. Onların mücadelesine, gerçekliklerinin her bir halkasına bilimsel bir bakış açısıyla yaklaşmak, onları anmanın ve anlamanın biricik metodudur. Bu temel kavranmadan, 17’lerin cüretinin, kararlılığının ve keskin sınıf bilincinin nedenleri bilince çıkarılamaz.
Marksizm-Leninizm-Maoizm Kavrayışı Ve 17’ler 17’ler, İbrahim Kaypakkaya güzergahının ideolojik ve örgütsel devamcıları olup dönem özgünlüğü haricinde geçmiş tarihsel süreçlerden koparılamayacağı gibi, geçmişin Kaypakkaya çizgisinin statik bir devamı olarak da anlaşılmamalıdır. Bilindiği gibi sınıf mücadelesini mecrasına akıtan komünizm gerçekliği ve ona yön veren ideolojik-siyasal arka plan, düşünce tarzı ve eylem pratiği, keyfi bir tercih değil, aksine düşünsel seviyenin bire bir yansımasıdır.
28
Tam da meseleleri bu bilimsel metod ekseninde ele alan 17’lerin siyaset sahnesindeki özgün ifadesi, MLM biliminin üçüncü nitel aşamasına yani Maoizm kavrayışındaki zayıflığa işaret etmesiydi. Maoizm’den kırılmalara bağlı yanlış çizgi ve pratiklerde ifadesini bulan hatalara önemle değinilmiş, başta Kaypakkaya yoldaşın da altını önemle çizdiği Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin (BPKD) nitel önemde sonuçlara haiz olduğu belirlemesi ve Maoizm ile ilerleyen bu yeni aşamanın, Halk Savaşı stratejisi ile komünizme kadar ilerleme direktifi bir kere daha 17’ler tarafından önemle teyit edilmiştir. Bu stratejinin başarıyla yürütülmesi gerçeğine
büyük önem atfeden 17’ler gerçeği, parti anlayışı, iki çizgi mücadelesi, ideolojik-teorik ve siyasal mücadele arasındaki ilişki ve yöntem, komünistlerin birliği, eylem birliktelikleri, dost ve düşman siyasetinde ayrım çizgisi, aydın ve sanatçılara yaklaşım, kitleselleşme, adalet anlayışı vb. birçok meseleye ilişkin kavrayışta analiz-sentez sonucu ileri bir seviye yakalamış ve Maoizm savunulmadan komünizme varılamaz metaforu maddi temellerine daha emin bir biçimde oturtulmuştur.
İdeoloji-Siyaset Bağlamında Çizgi, Yöntem Hataları, Tarih Bilinci ve 17’ler Sınıf mücadelesindeki her bir gelişme doğa ve toplumda cereyan eden, sürekli değişen, dönüşen ve hareket halinde olan, maddenin varlığı ve sonsuz sıçramalı tarihsel ileri atılımla ifadesini bulan, çelişki yasasından bağımsız değildir. O halde sıçramalı olarak sürekli ileriye doğru akan tarihin yönünün sınıfsız bir topluma evrilmesini istiyorsak, tüm bu yasalara uygun diyalektik materyalist biricik yöntemi, gerçekteki özü anlayarak ve ancak bu zorunluluğun kavranması halinde başka bir topluma, özgür insana ulaşabileceğimizi bilmek durumundayız. İşte tüm bu değişim ve devirme idealinin somutlaşacağı denek taşı, teorik ve pratik süreç, bilgi ve birikimin alacağı nitelik ile amaca götürecek araç ilişkisidir. Bu anlamda 17’lerin komünist-devrimci niteliğini ve dönem açısından ihtiva ettikleri özgün kimliklerinin bir boyutunu da, sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına cevap olacak siyaset ve bunların maddi güce dönüştürülebileceği araç ve planlamaları ivedililikle ele almaları oluşturmaktadır. Kuşkusuz ki her mücadele biçimi ona yön verecek ve ifadesini güçlendirecek bir fikriyata ihtiyaç duyar. Ayrıca her doğru fikriyatta kendisini temsil edecek etkin biçimlerle anlam bulabilir. 17’lerin özellikle amaç-araç ilişkisi üzerine özetlediği tecrübe, ideoloji-siyaset ve örgüt ilişkilenişindeki yetkinlikleri ve çabaları son derece önemlidir. Ancak 30 yılı aşkın Maoist saflarda, sınıf mücadelesinin seyrine olumlu veya olumsuzluklarıyla sirayet etmiş çeşitli eğilim ve anlayışların tarihsel bir perspektifle mercek altına alındığı ve hatalardan arınma yönelimi ile devrimcileşmenin ve tarihi yaratacak, yıkıcı eleştirel yenilenmenin adeta kültür devrimi anlayışıyla muhasebe edildiği ve buradan çıkılan seviyeyle ideoloji-siyaset, örgüt ve kültür alanlarında önemli nitel bir seviyenin yakalandığı
Ayrıca 17’ler çıkışı, devrimci hareketin sorunlarına kendi merkezinden değil dışından bakan idealist düşünce tarzına karşı da açılan önemli bir bayraktır. Hatalarının sınıfsal kökenlerini irdeleyen, yanlışlarını hiç bir çekinceye mahal vermeden geniş kesimlerle paylaşan ve bizzat bu süreç içerisinde yeniyi inşa etmeye çalışan bir çıkıştır 17’ler. 17’lerin bu tarihsel yönelimi aynı zamanda reformizme, revizyonizme, sivil toplumculuğa ve her türden tasfiyeci akıma karşı yükseltilen mücadele bayrağıdır. Özellikle 2000’lerle birlikte hakim sınıflar tarafından daha kapsamlı bir şekilde hayata geçirilen tasfiyeci saldırıların, devrimci hareketi çeşitli düzeylerde etkilediği koşullarda 17’ler -ve tabi ki parçası oldukları yeni demokrasi güçleri- bu gerici çemberi kırmaya yöneldiler. 17’lerin Dersim-Mercanlar’da yarattığı tarih, 1848 barikatlarından, Paris Komünü’nden, Büyük Ekim Devrimi’nden, Çin Devrimi’nden, ülkemiz ezilenlerinin yüzlerce yıllık devrimci mücadele tarihinden süzülen devrimci-komünist kavrayışın adıdır. Düzen içerisinde “demokrasi” hayalleri kuranların, reformlarla sömürü düzenini yamamaya çalışanların, ezilenlerin devrimci enerjilerini düzene akıtanların ve nihayetinde devriminde ZOR’un rolünü sıfırlayan sınıf işbirlikçilerinin gerici emellerine vurulmuş büyük bir neşterdir 17’ler.
azami ve asgari eylem birliktelikleri, daha ileri birlikler için ise, politik dostluğa uygun devrimci yöntemlerin emrettiği ilkeler ışığında, amansız bir ideolojik mücadele şart ve kaçınılmazdır. Fakat devrimci hareketin bu konularda önemli eksiklerinin ve kavrayışsızlıklarının olduğu belirtilmelidir. Günümüzde de gerek devrimcilerin gerekse de komünistlerin birliğine yaklaşımı konusunda aynı hatalar tekrarlanmaktadır. Bu durum da hiç kuşkusuz ideolojik farklılıkların yansımasıdır. Hiç de sıradan ve önemsiz değildir. İdeolojik mücadelenin nasıl yürütülmesi gerektiğini bilmeyenler, dostlarını birleştiremeyenler halkı da birleştiremez. Halka ve devrime karşı sorumlu olmak devrimimizi geliştirecek, güçlendirecek hamleleri vakit kaybetmeksizin hayata geçirmek demektir.
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
görülmektedir.
Birlik politikasının başarıyla temsil edilmediği durumlarda gerici-faşist saldırılara karşı güçlü mücadele mevzileri örgütlemenin zemini zayıflamakta ve devrimci dayanışma pratiği söylemden öteye geçmemektedir. Bu pratik beraberinde devrimci-demokratik güçlerin birbirlerine yabancılaşmasını getirmektedir. İşte bu olumsuzluklara müdahale etme yönelimiyle özetlenen bu seviye 17’lerin dönem siyasetlerinde açığa çıkardıkları sentezlerin yoğun ve anlamlı bir ifadesidir.
Devrimci Yaşam Tarzı ve 17’ler Komünistlerin ve Devrimci Hareketin Birliği, İdeolojik Mücadelede İkirciksiz Tavır, DostDüşman Siyaseti ve 17’ler 17’lerin üzerinde ısrarla durdukları stratejik halkalardan birisi de komünistlerin ve devrimcilerin birliğidir. Hakim sınıfların kapsamlı saldırılarını boşa çıkarma yolunda devrimci demokratik güçlerin ve komünistlerin birliğini sağlamak önemli bir yerde durmaktadır.. Elbette ki bu birlikler ilkeli, düzeyli ve tutarlı sürdürülen bir sürecin sonucu olarak şekillenmek durumundadırlar. 17’ler, devrimcilerin ve komünistlerin birlik konusundaki yanlışlarına işaret ederek ideolojik mücadelenin ancak birlik merkezli ilerlenecek bir hatta anlamlı olabileceğine vurgu yapmıştır. Birlik, 17’ler açısından ilerleyen sınıf mücadelesinin keyfi bir tercihi değildir. Aksine Marksist bilgi teorisinin işaret ettiği birlik, her bir aşama ve coğrafyada tüm komünist ve devrimci hareket tarafından kabul edilmesi gereken ertelenemez bir sorumluluktur. Bu birliğin mayası ise mutabık olunan politik görüşlerde
17’ler çeşitli başlıklar altında incelediğimiz keskin sınıf bilinçlerinin mantıki sonucu olarak devrimci yaşam tarzını her daim üstte tuttular. Her birinin yaşamı, tıpkı devrim yolunda düşen milyonlar gibi, müthiş bir samimiyetin, dürüstlüğün, açıklığın, netliğin, coşkunun... ifadesidir. 17’ler kendilerini sarmalayan koşullara teslim olmamanın, bilakis bu koşulları değiştirmek için devrimci mücadelede sebat etmenin adı oldular aynı zamanda. Küçük kaygılara, bir ayağı devrimci faaliyette bir ayağı düzen içerisinde olan tutumlara, devrimden kırılmalara yaşamlarıyla ve Mercanlar’a düştükleri notla cevap verdiler. Hesapsız, çekincesiz... 17’leri ve elbette ki devrim yolunda düşen bütün değerlerimizi anmak onları yaratan koşulları kavramakla ve bizlere bıraktıkları kavga bayrağını aynı ihtilalci ruhla yükseklere taşımakla mümkün olacaktır. 6. ölümsüzlük yıl dönümünde 17’leri saygıyla anarken halk gençliğini sömürü düzeninin yaşamlarımıza örmeye çalıştığı çemberi kırmaya ve devrim için canla başla seferber olmaya çağırıyoruz.
29
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
nükleer enerji ve VAR OLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ
AVRUPA DEMOKRATİK GENÇLİK HAREKETİ / 18. Dönem Komisyonu “Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm. Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, ya dünyamıza inecek ölüm” Nazım Hikmet
30
İnsan insan olmaya, doğaya karşı verdiği mücadeleyle başlar. Binlerce yıllık bu serüven, yerleşik hayata geçen toplumlarda sistematik bir hal alırken dünya üzerindeki yeni toprakların keşfiyle doruğuna ulaşır. Öyle ki, ilk insan ve hayvan soykırımları ve doğal kaynakların insan hırsının ve açgözlülüğünün bitmek tükenmek bilmeyen hırsına kurban gitmesinin sebebi olarak bu “Yeni Dünya”lar gösterilir. Sanayi devrimi ve ardından gelen emperyalist paylaşım savaşları ise, bugün yüz yüze kaldığımız doğal afetlerin ve çevre felaketlerinin pekiştirilmesinin öncülleridir. Toprağın metalaşması ve sermayenin hizmetine açılması, kapitalist gelişme için kaçınılmaz bir ihtiyaçtı. Ancak böylece sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi sağlanabilirdi. Bunun doğaya ve insana vereceği zararlar, artı-değer hırsını bir nebze olsun azaltmıyordu. Nasıl olsa keşfedilecek çok yer, sömürülecek milyonlar vardı… 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında, yağmur gibi yağdırılan bom-
çığırtkanlığını yapması (Afganistan’ın işgal siyasetine Yeşiller önemli bir destek sunmuştur.), Yeşiller’in Almanya’nın gözde partisi olma yolunda hızla ilerlemek istediğinin açık emarelerindendir. Yeşiller, kuruluşundan bu yana politikalarında önemli değişikliklere gitti. İlk dönemlerde özellikle savaş karşıtlığı, çevre dostu imajıyla öne çıkan Yeşiller, 90’ların sonunda SPD ile hükümeti paylaşırken Kosova Savaşı’na “evet” demeleriyle beraber kendi savunularıyla çelişir hale geldiler. Gerçi bunu Joschka Fischer’ın “Bir daha Auschwitz (En büyük Nazi toplama kampı) olmasın” söylemiyle, Kosovo’da bir soykırımı engellemek istedikleri yalanıyla maskelemişlerdi. Yine bu dönemde (2002) atom enerjisinden vazgeçmek amacı olan bir anlaşmaya varılmıştı ve kanun çıkarılmıştı. Bu kanuna göre; 2023’e kadar Almanya’daki tüm atom santralleri
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
baların sonucu verimsizleşen topraklar, kitle imha silahlarının toplum sağlığına açtığı çoğu iyileştirilemez yaralar, bunların hepsi gözler önündedir. Yalnız bunları neden-sonuç ilişkisinin dışında ele almak, ancak oku hedefinden şaşırtmaya yarar. Sistemin kar amaçlı üretiminin meydana getirdiği daha büyük, daha çok ve daha hızlı olma durumu, ihtiyaç fazlası malların üretiminin gelişmesine ve bunun da önüne geçilemez çöp dağları yaratmasına neden olmaktadır. Topluma dayatılan yapay ihtiyaçlar silsilesi günbegün insanlığı sadece tüketmeye yarayan bir makineye dönüştürmekte, hissizleştirerek metaya bağımlı kılmakta ve tatminsiz birer vahşiye çevirmektedir. Böyle bir toplumsal yapının, sosyal ve kültürel yozlaşmaya maruz kalmaması imkânsızdır. Artık insan ve doğaya dair ne varsa, alınıp satılması normalleştirilmiş, önü kesilemez bir toplumsal psikolojiye dönüştürülmüştür. Özel mülkiyete ve kara dayalı bu sistemde, üretimle insan ihtiyacı arasındaki bağın koparılmasının sonucu oluşan bu ekonomik ve sosyal dejenerasyona paralel olarak bozulan ekolojik dengeler, günümüzde birçok doğa ve çevre felaketinin sonucu olarak bozulmakta ve bazı bilim adamlarının tahminlerine göre bu tahribatın 2050 yılında geriye dönülemeyecek bir hale geleceği söylenmektedir. Tarih boyunca yaşanan çevre felaketlerinin şimdiye kadar bir yerle veya bir bölgeyle sınırlı kalması, bir zamanlar dünyanın başka bir noktasında olanı çok etkilemezken, bugün aldığı küresel boyut, insanlara kaçacak delik bırakmamıştır. Bu yüzden olmuş ve olabilecek her türlü doğal ve çevresel felaketten, her canlının nasibini alması artık şaşırtıcı değildir. Bunun farkında olan insanoğlu, bugün yaşam tarzına ve beslenmesine, bilinci ölçüsünde şekil vermekte, politik yönelimini ise var olabilme kaygısını ön plana koyarak belirlemektedir. Fukuşima felaketinden sonra Merkel-Westerwelle hükümetinin nükleer santraller konusundaki tutumunun, Yeşiller Partisi’nin ekmeğine yağ sürmesine ve sonuç olarak Yeşiller’in Almanya’nın Baden-Württemberg ve Rheinland-Pfalz eyalet seçimlerinde ve Hessen yerel seçimlerinde kazanmasına yol açması da bundan ileri gelmektedir. Tabii Yeşiller’in başarısı sadece bununla sınırlı tutulamaz. Kapitalist yapılanmanın yeniden şekillenmesinin gereklerini yerine getirebilmesi, bu başarısının temel sebeplerindendir. Schröder-Fischer hükümetinin sosyal haklar erozyonunda ve düşük ücret sektörünün yaygınlaşmasında oynadıkları rol, yenilenebilir enerji üretimini enerji tekellerinin gerçekleştirmesini savunması, doğal kaynaklara serbest ulaşımın güvenceye alınabilmesi için emperyalist müdahale savaşlarının
kapatılacaktır. Fakat bu gerçekleştirilmedi. Sadece iki küçük atom santralinin kapatılmasıyla yetinildi. Zaten ardından başa gelen Merkel hükümeti, santrallerin çalışma süresini uzatan bir karar aldı. Fakat Fukuşima felaketinden sonra oy kaybından korkan CDU, bazı eski santralleri kapatma kararı aldı. İlk olarak 2022/2023 yılına kadar tüm santrallerin kapatılması planlandı. Buna karşılık, Yeşiller’in yeni konsepti, 2017 yılına kadar bütün santrallerin kapatılması yönünde oldu. Aynı zamanda büyük enerji şirketlerinin atom atıklarını yok etme işleminin masraflarının karşılanması ve sigortalarının da buna göre gerçekçi bir şekle sokulması taleplerini içeren bir politika izlenmeye başlandı. Merkel hükümetinin aldığı son karar itibariyle, atom santrallerinin 2022 yılına kadar kapatılması ke-
31
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
sinleştirilmiştir. Ama bu kararın hayata geçirilmesi, toplumsal muhalefetin zaman içerisinde alacağı şekle bağlı olarak değişebilir. Yeşil seçmenin profiline bakıldığında da, Yeşiller Partisi’nin hangi amaçlara hizmet ettiği ve kimlere yaradığı da gözler önüne serilecektir. DIW’e (Alman İktisat Araştırmaları Enstitüsü) göre yeşil seçmen, yüksek öğrenimini tamamlamış, büyük kent sakini, devlet memuru, iklim değişimini dert edinmiş (çoğunluğu kadın), gelir düzeyi yüksek beyaz orta sınıf mensubu insanlardan oluşmaktadır. Yeşiller’e oy vermeyenler de emekliler, işsizler, işçiler, sosyal transferlerle geçinmek zorunda olanlar, yoksullar, dar gelirliler ve öğrenim dereceleri düşük olanlardan oluşmaktadır. Geçtiğimiz günlerde Almanya’nın birçok kentinde, on binlerce insan atom enerjisine karşı sokaklara dökülmüştür. Bunun sonucu Merkel hükümeti atom enerjisi noktasında geri adım atmak zorunda kalmıştır ve en son açıklamalara göre bunun 6 Haziran’daki Bakanlar Konseyi’nde verilecek kararla sonuçlanması beklenmektedir. Birleşmiş Milletler’in ise, çevre sorununa yaklaşı-
mının, çevrenin korunması için ayırdığı yıllık bütçeyle (100 milyon dolar) silahlanmaya ayırdığı günlük bütçe (2 milyar dolar) karşılaştırıldığında ne derece samimi olduğu anlaşılacaktır. Hatta bugünlerde, ABD’nin Avrupa’ya nükleer silahlar yerleştirmek istemesi de gündemdedir. Pentagon’un planlarına göre; Almanya’da Büchel Hava Üssü’nde bulunan 20 civarındaki “B614” modelindeki atom bombası 2017 yılına kadar modernize edilecektir. Yeni bombalar ise Alman koalisyon hükümetinde şimdiden tartışılmaya başlanmıştır (FDP’li Dışişleri Bakanı Guido Westerwell’e karşıyken, CDU’lu Savunma Bakanı Thomas de Maiziere silahlanmadan yanadır). Dünya’daki çevre politikalarına daha geniş çaplı yaklaştığımızda karşımıza Dünya Bankası’nın geri bırakılmış ülkeler üzerindeki ekonomik yaptırımları ve bunun yol açtığı yoksulluk ve sefaletin beraberinde gelişen çevre kirliliğinin, birbirilerini nasıl besleyerek büyüdüğüne tanık olabiliriz. Buna en iyi örnek; barajlardır. Baraj inşalarının en fazla 50-70 yıl içerisinde kullanılmaz hale geldikten sonra meydana çıkaracağı kalıntılarının uzun vadedeki olumsuz etkilerinin maliyetini arttırmasının ülke ekonomisine vereceği zararların üstüne, birçok tarihi eserin ve arkeolojik kazı alanının gözden kaybolması ve milyonlarla ifade edilen insan sayısının göçe zorlanması da eklendiğinde, meselenin sadece doğayla sınırlı olmadığını, sosyal ve kültürel sorunları da beraberinde getirdiğini görmekteyiz. Tüm bu gerçekler ışığında, Yeşiller’in mevcut seçim başarısını, çevreyle ilgili bir duyarlılıkla ifade etmek yersiz olmasa da, Fukuşima’nın Avrupa kıyılarını döven radyo aktif etkisi, gerek canlı yaşamının karşı karşıya kaldığı felaketin boyutu, gerekse de korku psikolojisinin bu kıtada yaşayan insanların sahip olduğu imtiyazların yitirilmesi anlamına gelmesi, çevresel duyarlılıkta sakat ve eklektik bir ekolojik bilincin gelişmesine sebep olmaktadır.
32
Öncelikle bilimsel sosyalist bakış açısının bütünlüklü projeleri ve özgül politik meseleler arasında sayılabilecek çevre sorunu, kadın sorunu ve ulusal sorun vb. konular arasında sayılabilecek ve eski toplumun aşılması eşiğinde hayati önem taşıyan ve bir dizi özgün perspektifler ve örgütlenme modelleriyle mücadele edilmesi zaruri olan bir meseledir.
Dünyadaki gelir dağılımının adaletsizce yapılmasına neden olan emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin bu önemli belirleyeni, merkezde yani Avrupa’da her ne sebeple olursa olsun, “Ne yardan ne serden geçerim” misali üretim ilişkilerinin azami kara dayalı tarzı hedef alınmadan, yaşanılabilinir bir dünya seviyesine çıkılamaz. Bu yüzden, bu coğrafyadaki çevre sorununa dayalı radikal bir bilincin örgütlenmesi, kapitalist sermayenin sosyal sorumluluk departmanları veya burjuva ufkunu aşamayan hobi derekesinde vicdanlara meyleden bir günah çıkartma örgütlenmesi ile başarılamaz. Ne var ki birçok sosyal ve siyasal kuruluş, başta Almanya’da olmak üzere, Fukuşima felaketinden bu yana gitgide artan kitle eylemliliklerine katılmakta ve
O halde şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, dünya üzerinde yaşayan canlı soyunun ve insanlığın topyekün kurtuluşu, tüm dünya mağdurlarının ve başka bir dünyanın gerekliliğine omuz verenlerin önünde kaçınılmaz bir görevdir. Dünyamızın geleceği ve daha önemlisi havanın, suyun ve toprağın dahi metalaşan ve kirletilen bir nesneye dönüşmesine ve doğayı yok oluşa sürükleyen barbar sermaye düzenine, daha etkin bir çevre bilinci ile karşı çıkmak ve sömürücü düzenin aldatma siyasetine kanmadan, geleceğin özgür yarınlarını inşa edecek bir çevre bilinci ve siyasetini, yarınlara güvenle bakan toplumsal bir yürüyüşün ön adımlarına dönüştürmek durumundayız. Böylesi bütünlüklü bir toplumsal yürüyüşün öznesi olmanın gerekleri ve zorlukları üzerine zihnimizi epeyce meşgul edip, genel bir bakış açısı ve perspektifle bizleri sonuca götürecek bir başlangıç için olumlu bir zemin yakalamamız elzemdir. Öncelikle bilimsel sosyalist bakış açısının bütünlüklü projeleri ve özgül politik meseleler arasında sayılabilecek çevre sorunu, kadın sorunu ve ulusal sorun vb. konular arasında sayılabilecek ve eski toplumun aşılması eşiğinde hayati önem taşıyan ve bir dizi özgün perspektifler ve örgütlenme modelleriyle mücadele edilmesi zaruri olan bir meseledir. Ancak burada komünist-devrimcilerin sınırlılıkları dolayısıyla, yeni bir çalışma tarzı ile çözüm doğrultusunda heyecanlı bir atmosfer oluşturamadıklarını açıklıkla beyan edebiliriz. Yukarıda bahsettiğimiz politik sınırlılığın, dünyanın Marksist temelde dönüşümünü arzulayanlar için sıkıntıya dönüşen iki yanlış eğilimi, devrimci saflarda da açığa vurulmalıdır. Bunlardan ilki, insan merkezli politika anlamında, doğa ve insan diyalektiğinde, çevre ve doğa ilişkisinin önemine politik bir derinlik kazandırmayan ve bu anlamıyla insan fetişizmine denk düşendir. İkinci eğilim ise, sistemin bütünlüklü teşhiri meselesinde, sınıf indirgemeci ve bazı meselelerin çözümünü devrimci mücadelenin güçlenmesi veya daha sonraki toplumsal formasyonlara havale eden toptan bakış açısıdır. Kadın, çevre veya ulusal sorun örneğinde olduğu gibi, sözün etki gücünü sınırlandıran, ajitasyonunun içeriğini zayıflatan ve bu alan örgütlenmelerini
kendi öz sorunu olarak görmekten uzaklaşan; cins, milliyet veya kimlikçi siyasetlerin gelişimi karşısında zeminini yitiren ve baskılanan, reflekslerini güçlendiremeyen bir siyasal atmosferin etkisi içerisinde bulunmaktayız. Değindiğimiz başlıca iki eğilimin saflardaki etkisini neden-sonuç ilişkisi içerisinde bir bilince dönüştürüp, yok olmaya doğru sürüklenen dünyamızda tek başına kurtuluşun olmadığını bilerek tüm ezilenlerin tek bir bütünlüklü projeye ihtiyacı olduğu gerçeğini daha yetkin bir politik ve siyasal hat ile somutlaştırmak durumundayız.
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
atom santrallerinin kapatılması lehinde gösterilere devam etmektedirler. Nitekim bu gösterilere önemli oranda damgasını vuran kuruluşlar ve siyasal örgütlenmeler, çevre sorunu ile günümüz üretim ilişkileri arasındaki çelişkilerin teşhirini pek az yapmakta veya hiç yapmamakta, çevre sorununun asıl kaynağı olan sistemin yapısal karakteri korunmakta ve yaşanılabilir bir dünya çözümü yerine, burjuva perspektifle sorunu erteleyen bir işlev sürdürmektedirler.
Ancak böyle davranarak yüzyılın felaketi olarak adlandırılan Fukuşima vb. doğa afetlerinin ve tahminen önümüzdeki on yıllar içerisinde, bin yılların felaketi ile ifadelendirilecek başka yıkımların önüne geçebilir, tüm yönleri ile alternatif olabileceğimiz başka bir dünyanın meşakkatli ve bir o kadar da anlamlı güzel yarınlarına can suyu taşımış oluruz. Yarının özgür insanlarını oluşturmak, yarına ışık tutacak bilimsel temellerin materyalist bir bakış açısıyla bugünden tesis edilmesiyle olanaklı olacaktır. Doğa ve insan arasındaki yabancılaşmanın sonuçlarına işaret eden, bu önemli tahribatın baş müsebbibi emperyalist-kapitalist dünya sistemini teşhir eden ve her bir sorun özgülünde bin bir farklı politik disiplin ve örgütlenme aracını komünist çizgide birleştiren ve dünyamızı zebaniler cehennemine çevirecek, çığırından çıkmış bir dünyanın sözde sahiplerine, başka bir dünyanın yükselen bayrağıyla meydan okuyoruz. Kaynaklar: - “Almanya’nın Yeni Muhafazakarları: Yeşiller”; 30 Mart 2011; kozmopolit blog; http://kozmopolit-blog.blogspot.com/2011/03/almanyann-yeni-muhafazakarlaryesiller.html - Çığırından Çıkmış Bir Dünya: Sosyal Sefaletin, Ekolojik Felaketin, Etik Yozlaşmanın Kökeni; Fikret Başkaya; Özgür Üniversite Kitaplığı - “Onbinler atom enerjisine karşı sokaklarda”; Yeni Özgür Politika; Perwer Yaş; 30 Mayıs 2011 -http://www.gruenebundestag.de/cms/atomausstieg/dok /375/375532.fahrplan_atomausstieg.html - http://www.focus.de/politik/weitere-meldungen/atomausstieg-gruene-linke-und-fdp kritisieren-csukonzept_aid_629954.html - http://www.faz.net/artikel/C32436/einigung-im-kanzleramt-atomausstieg-bis-2022-30391923.html - http://www.ksta.de/html/artikel/1306748806159. shtml
33
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
34
YASAKLAR İNKAR ETMEK İÇİNDİR(!) İnkar; yaptığını, söylediğini, tanık olduğunu saklama, gizleme, yadsıma olarak tanımlanan ve son kertede kabul etmeme, tanımama olarak da “eş”leyebileceğiniz bir sözcüktür. İki hece beş harften oluşan, boyunu aşan bir anlam ve tarihe gömülü olmakla birlikte bu ülke halkları için günlük yaşamın biteviye hali içinde pek uzakta duran, bir kelime olmayıp, aksine üstünde oldukça yük bulunan bir sözcükçüktür. Yiğidin kalesi olduğu söylense de biz biliriz ki aslında riyakârın sırça sarayıdır. Ülkemizdeki inkârın soy(suz) kütüğüne bakacak olursak ucunun ta yerle gök arasında akıbeti meçhul, faili malum olanlara, Ermenilere kadar dayandığını görürüz. Daha sonra onları Kürtler izlemiştir. Öğrendik ki Kürtler, dağ başlarında yaşayan Türklermiş fakat ne hikmetse biz onları hep “toplu” şekilde, yerin altından, mezarlardan çıkardık. İnkârı seleflerinden teslim alan halefleri de aynı inkâr siyasetini sürgit devam ettirdi. Çok gerilere gitmenin lüzumu yok. 80’lerde 90’larda insanları faili meçhul cinayetleriyle, köy boşaltmalarıyla, işkence tezgâhlarıyla öldüren, tahrip gücünü arttıran devlet, iş eylemi üstlenmeye gelince hep yan çizdi. Kimse onlara, devletin, sivil kontra-faşist çeteler eliyle halkı öldürdüğünü söyletemedi, söylemezlerdi de. Nihayetinde bu vatan için kurşun atan da yiyen de “şeref”liydi. Öyle ya, bu şeref, her yerde nazire yaparcasına söylenecek şey de değildi. Özgür Gündem gazetecilerinin birer birer öldürüldüğü günlerde Demirel “Bunlar gazeteci kılığında militan, birbirlerini vuruyorlar. Devlet cinayet işlemez” dediğinde gönlümüze boca ettiği bir kova suyun ferahlığıyla içimiz ne kadar rahatla-
mıştı(!) Rahatladık rahatlamasına ya, fakat Demirel bu şekilde aymazlık yarışında rakiplerine bir kez daha tur bindirmişti. Zaten ne de çok aldanmıştık/aldatılmıştık. Okul kitaplarımız en çok aldandığımız şeyler olmuştu, resmi üniformalı “resmi tarihçiler” anlatmıştı bize tarihin o eğrisiz büğrüsüz düz çizgisini. Sonradan anladık ki tarih hiç o kadar da düz bir çizgi değildi bayağı bir eğrisi-büğrüsü, girdisi-çıktısı vardı hâlbuki. Aynı, kocaman bir yükün altında kalan hamalın duruşu gibi ya da aşılmaz denilen çöllerin “aşkın vasıtası” develerin sırtları gibi bir inişli bir çıkışlı. Ama artık büyüdük, gerçek tüm çıplaklığıyla karşımızda ve biz onun foyasını yerlere döktük. “Bizi yeni aldanmalardan mahrum bırakan şarlatanlar(!) Artık bizi aldatamazsınız. Foyanız meydana çıktı. Sizin gibileri artık tanıyoruz.”(Y. Ceylan R2, 03.04.2011) Dedik ya, tarihi inkârla örülü bir “ceddin” torunlarıyız ve artık “sözlerinden” tanıyoruz biz o foyası dökülmüş riyakârları. Ve gün geldi, artık foyasını döktük yalanın, inkârcı yüzünün. Artık ifşa etmenin zamanıdır. Kirletilmiş beyinlere verdiğimiz ikrarın sözünü tutmaya, beyin yıkamaya geldik! Kirletilmiş beyinleri birer birer temizlemeye... İnsana, insanca yaşama, demokrasiye olan ahde vefamızı göstermeye... Şöyle bir yoklasak bu toprakların ilk bilim yuvası(!) neresidir diye karşımıza Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinin ertesi gününe denk düşen, II. Abdülhamit’in 1 Eylül 1900’de verdiği fermanla adı değişip Darülfünûn-ı Şahane olan ve nihayetinde 1 Ağustos 1933’de İstanbul Üniversitesi adını alan
kafa kafaya vererek bu soruya cevap bulabiliriz. Olay şu ki, İstanbul Üniversitesi’nde yaklaşık 6 yıldır “Fakülteler Arası Geçiş Yasağı” uygulanmaktadır. Bu yasağa istinaden X fakültesinde okuyan bir öğrencinin Y fakültesine girmesi yasaktır. Bu uygulamanın arka planında nelerin yattığı her birimizin malumudur, açmaya hacet yok. Geçtiğimiz aylarda bir arkadaşımız üniversitede uygulanan bu uygulamanın nedenini öğrenmek için Rektörlük’e bir dilekçe vermiştir. Dilekçenin sonucunda alınan cevap ise şaşırtıcıdır: “Okulumuzda Fakülteler Arası Geçiş Yasağı uygulanmamaktadır.” O zaman bunca senedir öğrenciler neden bir fakülteden diğerine geçemedi diye bir soruya Rektörlük aymazlık sınırını zorlayan bir cevap vermiştir. Ortada keyfi ve hukuk dışı bir uygu-
öğrencilerinin derslerinde daha başarılı olmalarını sağlamak ve onların sosyalleşmekten çok yek başına hareket eden kültürsüz varlıklar olmaları için Öğrenci Kültür Merkezi’ni kapatan, yine öğrencilerinin okul içinde çok fazla dolaşmadan okuldaneve/yurda gidip gelmelerini sağlamak amacıyla “Fakülteler Arası Geçiş Yasağı”nı uygulayan bir üniversitedir(!) İşte böylesine öğrenci tandanslı bir üniversite düşünün ki, tüm bu uygulamalarının mükâfatı, olarak dünyanın ilk en iyi 500 üniversitesi arasındadır. Bu başarıya ancak şapka çıkartılır! Fakat bizim anlamadığımız bir durum var ki, bir üniversite neden yaptığı şeyleri inkâr eder? Eğer bir de bunu yapan anlattığımız gibi demokrasiden nasibini almış İstanbul Üniversitesi gibi bir üniversiteyse(!) Bize garip geldi belki siz de bize cevap olacak sözcükler vardır, belki halkımızın bu konuda görüşleri vardır. Bize düşen bunu sizle paylaşmak size düşen de bunu en geniş kitleye yaymaktır. Belki bu şekilde
lama olduğu açıktır. Peki, şahane üniversitemiz bu çamuru nasıl silmeyi düşünmektedir? O falanca 500 üniversitenin içinde ne şekilde yer aldığını nasıl açıklayacaktır? Şimdi sorulması gereken ikinci soruyu da bulduk. Bunu nasıl mı yapacak? İşte o konuda seleflerinin mirasını devam ettireceklerdir: “İnkârdan dönenin kaşığı kırılsın(!)” Son söz olarak İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’ne cevabı Çerkezlerin o meşum sözüyle verelim: Bilmediğini söyleme, söylediğini inkâr etme! * Bu yasakla ilgili dilekçe veren ve bu yasağa karşı İstanbul Üniversitesi’nde çalışma yürüten arkadaşlarımıza 10 Haziran 2011 tarihinde savunmalarının verilmesi istemiyle soruşturma açılmıştır. Bu soruşturmanın sebebi olarak “Üniversitemizde Fakülteler Arası Geçiş Yasağı Yok(muş)!” Demokratik Gençlik Hareketi imzalı afişi asmış olmaları gösterilmiştir. Bu da bir demokrasi örneğidir(!).
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
memleketimizin “şahane” üniversitesi çıkar. “Geçen yüzyıllar boyunca İstanbul Üniversitesi, çağının ilerisinde pek çok değişim yaşamıştır; değişmeyen tek olgu ise, bilimsel alandaki öncülüğüdür.” (http://www.istanbul.edu.tr/tanitim.php) Özellikle, bilimsel olana “öncülüğü”, “demokratik-özerk” yapısı ve öğrenciye sağladığı “özgürlükler” çerçevesinde birçok üniversitemizden ayrılmaktadır. Ayrıca sağladığı barınma, kültürel olanaklar ve sağlık konusunda da eşsiz bir yere sahiptir, muadillerinin yanında(!) Bilimsel kaygıyla çalışma yapan öğretim üyelerini uzaklaştıran, öğrenciye tam söz hakkı tanıyarak ardından hepsine sözlerinin nişanesi olarak soruşturmalar açan, en büyük sağlık araştırma hastanelerinde öğrencilerine en iyi hizmeti paralı veren,
35
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
Bir film eleştirisinden daha öteye:
Devrimin kıyısından geçe(meye)n bir film ve
ki Hallerimiz! “Kendi içlerinde devrimi gerçekleştiremeden devrimden söz edenler, ağızlarında bir leş geveliyor” Raoul VANEİGEM
Son dönemde sinemalarda gösterimi yapılan, üzerinde geniş tartışmaların döndüğü ve “ülkemizde sosyalist devrim olursa nasıl sonuç doğurur”a cevap aranan bir film olan Devrimden Sonra filmi, bu yazı içerisinde kapsamlı bir eleştiriye tabii tutulacaktır. Söylenmesi gerekir ki bu denli “politik bir filmin” kökeninde hangi siyasal ideolojinin yattığı, bu ideolojinin göstergelerindeki olumluluklarla olumsuzlukların filmde hangi imgelerle seyirciye aktarıldığı, üzerinde durulması gereken konulardır. O halde biz de ilk önce politik sinemanın ne olduğu ve onun propaganda gücünden başlayarak filmin yapım ve yönetim kısmının hangi siyasi çizgiyle dirsek temasında olduğunu ve bu zevatın filme nasıl tesir ettiğini inceleyeceğiz. İlk olarak politik sinemanın çerçevesini çizmekle yazımıza başlayalım.
Politik Sinema
36
Sinema, “herhangi bir hareketi düzenli aralıklarla parçalara bölerek bunların resimlerini belirleme ve sonra bunları gösterici yardımıyla karanlık bir yerde, bir perde üzerinde yansıtarak hareketi yeniden oluşturma işidir.”1 Sinemanın bu yansıtılmaya dayalı düzeni önceleri sinemanın bir deney gibi algılanır olmasına sebep olsa da 20. yüzyılla birlikte diğer sanat dalları içerisinde en hızlı gelişme gösteren ve “seyirciye seyircinin kendi somut gerçekliğini aktaran, sinema olmuştur.”2 Böylece
endekslenmiş kuvvetli imgelemlerin kışkırtılması yoluyla insanlar üzerinde propaganda aracı olarak kullanılmaktadır. Hollywood üzerinden düşünecek olursak 300 Sparta’lı filminde Persler vahşi, cahil, kan dökücü ve medeniyetten uzak kişiler vb. olarak nitelendirilmekte ve beyaz perdeye de böyle yansıtılmaktadır. Oysaki somut gerçek İran-ABD arasında yaşanan nükleer program üzerinde anlaşamazlıkların yaşandığı ve ikili ilişkilerin gerginleştiği bir dönemde; tarihin, çıkarlara feda edildiği bir filmin ortaya çıkmasından başka bir şey değildir. Bu anlamıyla da bu film her ne kadar ticari bir amaç gütse de (ABD’de yaklaşık olarak 13.000 kere gösterimi yapılmıştır) aynı zamanda siyasi bir hedefe yaslanmaktadır, bu haliyle de politik bir yanı da vardır. Mike Wayne’ın dediği üzerinden bir genelleme yapacak olursak “Tüm filmler politiktir, ancak her film aynı tarzda politik değildir.”5 O halde politik olanla, politize edilen film arasındaki fark nedir diye düşünecek olursak Wayne6’a göre “Genelde devrimci praksis gibi, kuram ile uygulamayı birleştirmeye çalış(masındadır.)”7 “Dar anlamda politikadan çok daha fazlasıyla ilgili olan politik bir sinemadır. Toplumsal ve kültürel özgürleşmenin sinemasıdır.”8
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
sinemanın bu cazip hali onun laboratuarlarda ve evlerde bulunan üç beş kişilik “seyirci kitlesinin” genişlemesine; tüm dünyanın tüketimine sunulmasına, buna koşut olarak da onun ticaretle ve ideolojilerle olan birleşimine zemin hazırlamıştır. Kuşkusuz bu ideolojik-politik birleşimin getirisi olarak politik sinema ortaya çıkmıştır. Politik sinema, ana eksenine bütün siyasi kavramları oturtabilmesinin yanında; devlet, birey/toplum(topluluk)-devlet karşıtlığı, din, militarizm ve savaş, ulusalcılık/vatanseverlik, devlet içi mücadeleler, tedhiş, totalitarizm, bağımsızlık mücadelesi, hapishane-suç-hukuk vb. konuları yoğun olarak işlemektedir. Eğer kafamızda somutlanması adına bir tanıma ihtiyaç duyacak olursak, politik sinema; “Ana tema olarak politik kavramların seçildiği, toplumsal, ideolojik ve ekonomik verilerden yararlanılan, somut ve güncel olayların ya olduğu gibi ya da yeniden kurgulanıp ekrana aktarılmasıyla ortaya çıkan bir türdür.”3 Bu tür, egemen-ticari (birinci sinema) sinemanın salt eğlenmeci işlevinden kopuk olarak bilinç götürme aygıtı olarak kullanılmaktadır. Bu doğrultuda politik sinema, karşılıklı etkileşime açık bir türdür. Seyirciye, “büyülü fener” ışığında gösterilen politik durum doğalında onda bir bilinç kıpırdanması yaratmaktadır –ki bu etkiyi yaratmak politik sinemanın başat hedefidir- ve doğalında bu kıpırdanma karşılığında bir dönütünü de yaratacaktır. Politik sinemanın yüklendiği bu görev, politikanın topluma, sinemanın sanata ve nihayetinde insana olan aidiyetinden gelmektedir. Kaynağını toplumsal yaşamdan alan bir alanın, doğalında insandan ve onun fikirlerinden etkilenen doğası, aynı zamanda onu oluşturanın da toplumdan geliyor olması, hangi sanat dalı olursa olsun insanla karşılıklı etkileşimine sonuna kadar açık olmasının teknik göstergesidir. Her ne kadar sanatın sanat için yapıldığı dillendirilse de bilinen bir gerçektir ki sanat kaynağını toplumdan alır ve yüzünü ona döner. Politik sinemanın ilericiliği işte “sanat sanat içindir” söylemini reddetmemesinde kendini bulmaktadır. İnce’nin çalışmasında bahsettiği şekliyle –sanatsallık bağlamından kopuk olarakbelli bir hedef gözetilerek çekilmiş Hollywood filmleri dahi politik olandan kopamamaktadır. Bu tarz filmler gerçek olanın aksine kurgu olduğu yönünde izahatta bulunsa da aslında bilinir ki burada gerçeklik baş aşağı edilmekte ve belli bir ideolojik görüşü dikte etmektedir, bu anlamıyla da içinde politik nüveler barındırmaktadır. “… Kimi zaman nükseden toplumsal olaylar, savaşlar, daha önemlisi bütün bunlara yön veren ideolojik aygıtların sinemayı salt kendi amaçları uğruna bir silah gibi kullanmaktan geri kalmadıklarına şahit oluyoruz.”4 Sinema, görsel gücünün etkisiyle, insanların zihinlerinde oluşmuş belli bir koşullanmaya
Buraya kadar anlattığımızdan da anlaşılacağı üzere sanata ya da ona içkin bir öğe olan sinemaya politika katmak zaten onda var olanı kuvvetlendirmek demektir ki politik sinemanın hedefi de bunu yapmaktan başka bir şey değildir. Sinemada var olduğunu kabul ettiğimiz siyasal-politik öğeler ve kitleler üzerindeki etkileri, sinemanın bir kışkırtma ve propaganda aracı olarak kullanılmasını sağlamıştır. Hitler’in propaganda bakanı Göbbels’in film seçimlerinde halkı galeyana getirecek filmler kullanması ve bu konuda başarılı olması kuşkusuz filmlerin siyasi etkilerinden kaynaklıdır. Sinemada bulunan politik öğenin nerede nasıl kullanılacağı onu kullananın ideolojik biçimlenmesine göre değişmektedir. Bu durumda “Devrimden Sonra” gibi devrimin bir filmi çekilecek olursa bu film devrim iddiası taşıdığını söyleyen düşüncenin filmi olacaktır. O filmi incelemek demek filmi yaratan siyasal çevrenin yaslandığı ideolojik zemini incelemek demektir ki bizim şimdi yapacağımız şey tam da budur.
“Devrimden Sonra” ve İdeolojik Kökeni Devrimden Sonra 8 ayrı hikâyenin anlatıldığı ve özünde “Ya Türkiye’de devrim olursa ne olur?”a (dikkat edelim nasıl olura değil) cevap aramaya çalışan politik bir filmdir. Film, Nazım Hikmet Kültür Merkezi bünyesinde çalışmalarını yürüten Devrimden Sonra Film Kolektifi’nin yapımcılığıyla yine bu kolektifin üyesi olan, aynı zamanda filmin senaristi Mustafa Kenan Aybastı’nın yönetmenliğinde çekilmiştir. Filmin politik bir film olması şüphesiz onun
37
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
38
politik altyapısının ve ideolojik dokusunun incelenmesini zorunlu kılmaktadır. O halde ilk olarak aranması gereken cevap Aybastı ve bağlı olduğu kolektifin hangi siyasi çizgi ile fikirsel koalisyon içerisinde bulunduğudur. Söz konusu sinema kolektifinin bağlı olduğu Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin Türkiye Komünist Partisi (TKP) ile “dost kuruluş” olduğu ve her iki kurumun da aralarında organik olmasa da inorganik bir bağ olduğu herkesçe bilinen bir “sırdır”. Ayrıca unutmadan söylemek gerekir ki Mustafa Kenan Aybastı, 12 Haziran seçimlerinde Eskişehir’den TKP milletvekili olarak aday gösterilmiştir. Yönetmen kendisiyle yapılan röportajda da filmi yapmadan önce TKP’nin 2002 seçimleri öncesi hazırlamış olduğu “Nasıl bir Türkiye İstiyoruz?”9 broşürünün kendisi açısından “zihin açıcı” olduğunu söylemektedir.10 Bu durumda bu filmin TKP tandanslı bir film olduğunu söylemek kaba indirgemeci bir durum olmayacaktır diye düşünüyoruz. Doğalında kişilerden değil fikirlerden hareket eden bir görüşün, kişileri değil onların beslendiği ideolojileri-kurumları dikkate alması da doğaldır. Anlaşılacağı üzere bizim burada yapacağımız kişiye yöneltilmiş bir film eleştirisinden çok, devrimin kıyısından bile geçmeyen bir filmin, yaslandığı “devrim düşüncesi”ne yönelik eleştiri götürmektir. Aybastı, kendisiyle yapılan bir röportajda filme ilişkin eleştirilere “Bunlar benim “devrimden sonra neler yaşanır ki acaba” diyerek düşlediğim şeyler”11demiştir. Peki, acaba TKP’nin devrime ilişkin “düşleri” nelerdir? Kuşkusuz bunu anlamak için önce “90. Yılını” kutlayan TKP’yi oluşturan süreci incelemek gerekmektedir. 1961 Anayasası’nın getirdiği “demokratik ortamdan” faydalanarak, aralarında Kemal Türkler’in de bulunduğu 12 sendikacı İstanbul Valiliğinin izniyle Türkiye İşçi Partisi (TİP)’ni kurmuştur. TİP, valilik izniyle kurulmasına rağmen faaliyet yürüttüğü süre boyunca baskılara maruz kalsa da 1965 seçimlerinde aralarında Mehmet Ali Aybar ve Behice Boran’ın da bulunduğu 15 milletvekilini meclise göndermeyi başarmıştır. 1971 darbesine kadar parti içinde sosyalizm anlayışından, SSCB’nin Çekoslovakya işgaline kadar birçok konuda tartışmalar sürmüştür ve ayrışmalar yaşanmıştır. 1971 darbesi gelip kapıyı “yumruk”ladığında ise artık TİP kapatılmıştır. Daha sonraki dönemde parti Boran tarafından canlandırılmaya çalışılsa da başarısız olunmuştur. Parti 2. kongresinde ise Metin Çulhaoğlu ve Yalçın Küçük, partiden ihraç edilmiştir. Partiden ihraç edilen bu kadro Sosyalist İktidar dergisini çıkarmaya başlamıştır. Derginin hayatı Eylül 1979’de başlamış ve 12 Eylül 1980 faşist darbesinde son bulmuştur. 1982 yılında dergi
içinde bir ayrışma yaşanmış ve Yalçın Küçük ile Metin Çulhaoğlu ayrışmışlardır. Çulhaoğlu’nun hapishaneden (1983-1986) çıkmasından sonra 1986 yılında Gelenek dergisi çıkartılmaya başlamıştır. Gelenek Dergisi, 1990’ların başına kadar yürütülen sol dergi çevrelerinin birlik tartışmalarından ayrılmış ve 1992’de Sosyalist Türkiye Partisi’ni kurmuştur. STP 1993 yılında, programında “Türk ve Kürt halklarının gönüllü birlikteliğini hedefler” dediği için, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıştır. STP’nin kapatılmasının ardından Sosyalist İktidar Partisi kurulmuştur. Partinin 2001 yılında yapılan olağanüstü kongresinde ise parti ismi değişmiş ve 1920’de Mustafa Suphi ve arkadaşları tarafından kurulan TKP’nin adını alarak bugünkü Türkiye Komünist Partisi ortaya çıkmıştır.
Devrim “partinin” eseridir ya da “gökten devrim düştü”(!) TKP nazarında ülkemiz orta gelişkinlikte “kapitalist” bir ülkedir. Dostlarımız bu kapitalistleşme sürecini ise kabaca şu şekilde ifade etmektedir: Kapitalistleşme 19. yüzyılda başlamasına rağmen Osmanlı’nın emperyalistler ile mevkii dalaşına girmesi ve onların Ortadoğu üzerindeki egemenlik stratejileri ile tersine dönmüş ve Osmanlı sömürge bir ülke konumuna sokulmaya çalışılmıştır. Bu plan ise Kurtuluş Savaşı ile geri püskürtülmüştür. Burjuva devriminin harekete geçirdiği toplumsal-siyasal güçler ve SSCB’nin de desteği ile bu savaş başarıya ulaşmıştır. Fakat “ulusal kurtuluşun” ertesinde erkini kuvvetlendirmek isteyen yerli burjuvazi Osmanlı’nın bıraktığı yerden –yani kapitalist sisteme entegre olma çabasındandevamla ancak emperyalist dünya düzenine bağımlı hale gelerek ve SSCB’ye karşı ileri karakol işlevi üstlenerek emperyalist-kapitalist düzene kabul edilmiştir. İşte TKP’ye göre özetle Türkiye’de kapitalizmin gelişimi bu şekilde olmuştur. Doğalında bunu diyen bir partinin “öngördüğü” bir durum olarak amaç sosyalist devrim ve sosyalizmin kuruluşudur. Peki, ama bu öngörü kimle ve nasıl gerçekleştirilecek? TKP, kapitalizmin gelişimi, burjuva devriminin ve ulusal kurtuluşun gerçekleştirilmesi hususunda bizi ikna edememiştir. Hele böylesi alt yapı ve üst yapı unsurlarından bağımsız, tarihi gerçeklerden kopuk bir açıklama ile bu ikna durumu büsbütün zor hale gelmektedir. Biz yine de dostlarımızın hatırına iyimser davranıp bu ülke “kapitalisttir” diyelim(!) Bu durumda sosyalist devrimin sonucu olan “proletarya diktatörlüğü” kurulması söz konusu ki, bu konu hakkında programda, dar manada da olsa, bir malumat bulunmamaktadır. Yoksa Sabih Kanadoğlu’nun dediği gibi TKP bugün Euro-komünizm’in kıskacında mıdır? “TKP’nin program, tüzük ve ey-
Filmde herkesin dikkatini çeken bir durumdur ki, sosyalist devrim yapılıp sosyalist hükümet kurulmasına rağmen işçi sınıfı devrimden bihaber durumdadır ve devrim partinin kadroları tarafından işçilere anlatılmaktadır. Özellikle, filmin atölye-fabrika sahnelerinde, işçiler arasında yaşanan diyaloglar ise tamamıyla durumun vahametini ortaya koymaktadır. Halka rağmen halk için yapılmış yani kitlelerden kopuk üstten inme bir devrim havası hâkimdir. Tabiri caizse gökten devrim düşmüştür, ama halkın haberi yoktur. Buradan hareketle TKP programına dönecek olursak, “Sosyalist iktidar, işçi sınıfı ve onun siyasal etki alanında bulunan toplumsal güçlerin kitlesel mücadelelerinin eseri olacaktır.”15 denmektedir. Buna ek olarak da programda sosyalizmi getirecek olanın ise siyasal devrim olacağı söylenmekte, bu siyasal devrimin öncü gücü ise işçi sınıfıdır denmektedir. Tüm bunlar söylenmesine rağmen, programda, devrimin izleyeceği güzergâh konusunu belirtir bir işaret yoktur. Bunun nedeni açıktır çünkü daha önce de bahsini ettiğimiz gibi bu parti proletarya diktatörlüğünü kurmayı kendine amaç edinmemiştir.
yok etmek için tüm enerjisini kullanmışsa bu daha iyi bir şeydir, bu düşmanla aramıza hat çektiğimizin de ötesinde düşmanın gücümüzü önemsediği anlamına gelir.” Anlaşıldığı üzere düşmanla söz konusu parti arasında Mao’nun sözünü ettiği hat silikleşmiş, hatta yok olmuştur. Burjuva zihinlere ürküntü salmaktan ziyade onları kendi savunucuları haline getirenler kendi komünistliklerini sorgulamalıdırlar. Che’nin de dediği gibi “Devrim için savaşmayana komünist denmez.”
Devrimin zor işi olduğunu bir an bile aklına getirmeyen; “Devrim, bir yemekli toplantı değildir. Devrim bir isyandır, bir sınıfın başka bir sınıfı devirdiği bir şiddet eğilimidir” diyen Mao Zedung’dan, 1848 barikatarından, Paris Komünü’nden, Ekim Devrimi’nden öğrenmeyi bilmeyen dostlarımız filmi de bu şekilde örmüştür.
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
lemlerinde, sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğinin veya herhangi bir diktatörlüğün savunulmadığı ve amaçlanmadığının anlaşıldığını kaydeden Kanadoğlu, (…)”12 “komünist partisinin güçlü olduğu bir ülkede…”13 devrimin nasıl “yapılamayacağını” bize göstermiş olmaktadır. Kanadoğlu, önce ismindeki komünist nitelemesinden ötürü dava açtığı ve sonra çark edip bunun Avrupa’da yaygın hale gelen (İtalya Komünist Partisi’nin bayrağından orak çekici çıkarması somut durumu gibi) komünist partilerin revizyonizme-reformizme kaymasının adı olan Euro-komünizm ile SSCB’nin yıkılmasıyla oluşan “demokratik” ortamdan TKP’nin de etkilendiğini “son yıllardaki bu önemli ideolojik ve siyasal değişliklerin (yani sapmaların y.n.) etkisinin TKP’nin tüzüğünde, programında ve eylemlerinde açıkça görüldüğüne dikkati çekti.”14 Kanadoğlu’nun bu tutumu ve onu olumlayan söz konusu partinin programı aklımıza Mao’nun şu sözünü getirmiştir: “Eğer düşman bize savaş açmışsa bu iyi bir şeydir, çünkü bu düşmanla aramıza bir hat çektiğimizin göstergesidir. Eğer düşman savaşmaktan öte bizi
39
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
40
Bu yola dayanan devrimci güçleri oluşturma gibi dertleri yoktur. Siyasal iktidar kurulma meselesi öyle “ben söyledim oldu” kabilinden bir açıklama ile geçiştirilecek bir şey değildir. Bugün burjuva-feodal siyasi iktidar yıkılmadan işçilerin iktidarı kurulamaz. Onların da bu erki altın tepside sunmayacağı aşikârken bu durumda kaynağını burjuva demokrasisinden alan görüşlerle meclis içinde yapılacak arayışlar boşa harcanmış çabadan öteye gitmeyecektir. Devrimin zor işi olduğunu bir an bile aklına getirmeyen; “Devrim, bir yemekli toplantı değildir. Devrim bir isyandır, bir sınıfın başka bir sınıfı devirdiği bir şiddet eğilimidir” diyen Mao Zedung’dan, 1848 barikatarından, Paris Komünü’nden, Ekim Devrimi’nden öğrenmeyi bilmeyen dostlarımız filmi de bu şekilde örmüştür. Aybastı’ya ilham veren fikir silsilesi kaynağını buradan almaktadır. İşçi sınıfının can bedeli bir mücadele vermediği yerde özne olmasını beklememek gerekir ki filmde de hep “nesne” konumunda kalmışlardır. İşte TKP’nin devrime ilişkin “düşleri” böyledir. İşçi sınıfı olmadan kendi parti kadrolarının “öncü güç” konumunda olduğu gayri-işçi devrimci mücadeledir. Film işte böylesi bir ideolojik kökenden
Ulusal mesele tümüyle ekonomik temelden yükselmez, evet kökeninde pazar sorunu mevcuttur fakat görülmeli ki iki ulus burjuvazisi (egemen ulus burjuvazisi ve ezilen ulus burjuvazisi) arasındaki mücadele artık egemen Türk burjuvazisinin tümüyle Kürt ulusuna ayırt etmeksizin saldırdığı bir duruma varmıştır.
beslenmektedir. Bu durumda neden filmde işçilerin devrimden bihaber olduğu tarafımızca daha da netleşmektedir. Verili somut koşullarda TKP’nin işçilerin, köylülerin, emekçilerin “diktasında” yönetilen bir ülke kuramayacağı açıkken nasıl bir eklektik hat izlemeyi düşledikleri filmde defalarca gösterilmektedir.
Kürt ulusuna özgürlük “devrimden sonra” gelecek mi? Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci hareketinin çözümlemesi için önünde duran en önemli hususlardan biri de Kürt ulusunun imha ve inkâra tabi kılınan varlığıdır. Bugün egemenlerin iktidarının kaynağı olan, çeşitli uluslardan insanların halk devriminde birliğini engelleyen düşmanlık siyaseti, alaşağı edilmedikçe işçi-köylü iktidarı tesis edilemez. Bu durumda her bir devrimci örgüte ve her bir devrimciye asgari düzeyde de olsa görevler düşmektedir. Ulusal sorun konusunda devrimcilere bilimsel sosyalist güzergâhta çözüm yolu sunan komünist önder İbrahim Kaypakkaya, ulusunu ayırt etmeksizin her bilinçli Türkiye proletaryasının takınması gereken tavırları belirtmiştir. Bunlardan biri şöyledir: “(…)milliyeti ne olursa olsun bilinçli Türkiye
proletaryası, Kürt milli hareketinin Türk hâkim sınıflarının zulmüne, zorbalığına ve imtiyazlarına yönelen, her türlü milli baskının kalkmasını ve milletlerin eşitliğini hedef alan genel demokratik muhtevasını kesinlikle ve kayıtsız şartsız destekleyecektir. Diğer ezilen milliyetlerin aynı yöndeki hareketlerini kesinlikle ve kayıtsız şartsız destekleyecektir.”16 Kaypakkaya’nın Lenin’den yaptığı alıntılarla devam edelim: “Her türlü feodal boyunduruğu kırmak, uluslardan biri ya da dillerden biri için her türlü imtiyaza karşı çıkmak, demokratik bir güç olarak pro-
“(…)Proletarya, burjuva milliyetçiliğinin gelişmesine destek olamaz; tersine o, ulusal farklılıkların silinmesine ve uluslar arası engellerin yıkılmasına, milliyetler arasındaki bağları sağlamlaştıran her şeye, ulusların birbirleriyle kaynaşmasına yardım eden her şeye destek olur. Başka türlü davranmak, gerici milliyetçi küçük-burjuvazinin yanında yer almak olur.”18 Kaypakkaya ve onun Lenin’den yaptığı alıntılardan anladığımız kadarıyla, bilinçli proletaryanın denenmiş kendi kızıl bayrağını dalgalandıran komünist partinin her bir proleterinin, ezilen ulusun, gerek siyasi gerekse kültürel haklarını sonuna kadar savunması gerekmektedir. Buna rağmen ezilen ulus milliyetçiliğinin güçlendirilmesine katkı sunmamaları noktasında her bir faaliyetçi örgütlenmelidir. Bu durumda her bir komünistin yapması ve yapmaması gereken şeyler belirginleşmiş olmaktadır. Peki, ulusal sorun karşısında TKP ne düşünmektedir? Devrimden Sonra filminde her bir devrimcinin dikkatini çekmiştir ki devrim yapılmasına ve sosyalizm inşa edilmesine rağmen Kürtler “kadraj dışında” kalmıştır. Koca bir ulusun özgürlüğünün devrime tahvil edildiğini düşünecek olursak devrimden sonrasını betimleyecek her bir anlatımda Kürtler olmazsa olmaz konumdadır. Yaklaşık 80 dakikalık film boyunca sadece bir televizyon anonsuyla anadil hakkının tanındığını belirterek ulusal soruna şöyle bir teğet geçilmektedir. Eminiz ki arkadaşlar devrim konusundaki aklı harikalarıyla bu konuya da bir çözüm üretmişlerdir. Ayrıca “muhafazakâr ev sahibi” vurgusunun bile bundan çok yer kaplaması dostlarımızın hangi konudan daha muzdarip olduğunu göstermektedir. Bugün alanlarda gördüğümüz gibi yine öfke sistematik bir biçimde AKP ve onun tabanına doğru yönelmektedir. Ve yine bu şekilde öfkede bütünlüklü hedef sapması kararlı bir kural halini almıştır. AKP konusunda kararlı olan dostlarımızın Kemalizm’i duvarlardan söküp atamaması, aynı iradeyi ve kudreti gösterememesi, üzerinde önemle durulması gereken bir durumdur. Bu duruma ise yazımızın ilerleyen bölümünde ayrıca yer vereceğiz. “TKP Kürt sorununun nedenleri hakkında ne düşünüyor?”19 Birinci neden olarak Kürt ulusunun yıllar boyunca yoksulluk içinde yaşamaları görülmektedir. Bunun nedeninin ise Kürtlerin ucuz iş gücü olarak patronlar ve sermaye sahipleri tarafından kullanılmasıdır. Öncelikle dostlarımızın bir ulusal meseleyi ilk elden ekonomizmle bağdaştırmış olması takdire şayan bir durumdur. Sınıfsal meseleyi ve
milli meseleyi birbirinden ayrıştırmak gerekir. İkisinin taleplerinin kesişen noktaları olsa da birbirinden farklılık arz eder. Bugün Kürtler’in somut talepleri içinde ücretlerin yükseltilmesi gibi bir talep yoktur ve onlar için şu an bu talep bir öneme sahip değildir. O halde TKP’ye göre bu ekonomist mantıktan hareketle Kürtler’e iş verildiğinde, gerilikler giderildiğinde ulusal sorun çözülecektir. Ulusal meseleyi bu derekeye indirgemek kendini sosyalist addedenler hatta isminin önüne komünist sıfatı getirenler adına tam manasıyla talihsizliktir. Ulusal mesele tümüyle ekonomik temelden yükselmez, evet kökeninde pazar sorunu mevcuttur fakat görülmeli ki iki ulus burjuvazisi (egemen ulus burjuvazisi ve ezilen ulus burjuvazisi) arasındaki mücadele artık egemen Türk burjuvazisinin tümüyle Kürt ulusuna ayırt etmeksizin saldırdığı bir duruma varmıştır. Bu ülkede artık bu insanların derdi toprak altında yatan “faili malumların”, Diyarbakır Hapishanesi’nde yaşatılanların, köylerinden sürülenlerin hesabını sormaktır. Kendi topraklarında özgür ve bağımsız bir ulus olarak kendi dillerinde/kültürlerinde yaşamaktır. Dostlarımızın dedikleri gibi bugün itibariyle ulusal sorunu itekleyen, ekonomik sorunlar değildir. Çünkü temeli pazar sorunu olan ulusal sorun siyasal bir boyut kazanmıştır. Dostlarımız bu belirlemeyle, küçük burjuva entellerin ve siyasetçilerin Kürt gençlerinin ulusal harekete katılmasını işsizliğe bağlaması gibi absürt bir gerekçeye de çanak tutmaktadırlar, ortak olmaktadırlar.
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
letaryanın mutlak görevidir, milli kavgalarla karartılan ve geciktirilen proleter sınıfın mücadelesinin mutlak çıkarınadır.”17
Birinci nedene görece ehven olmalarına rağmen ikinci ve üçüncü nedenler de yetersizdir. Özellikle üçüncü nedende Kürt emekçilerinin birikmiş talepleri içerisinde kendi toprakları üzerinde uygulanmış olan ilhakın kaldırılması dillendirilmemiştir. Türk egemenlerinin yarattığı ayrılma-parçalanma psikolojisi TKP’de de kuvvetle kendini hissettirmektedir. Demokratik özerklik konusunda “Bugün Türklerin ve Kürtlerin birliğinin çokça konuşulduğu bir dönemde özerklik bu birlik ve kardeşliğe hizmet eden değil tam tersine bölünme psikolojisini körükleyen bir zemin sunacaktır. Özerklik projesi, aslında psikolojik bölünmeyi coğrafi ve idari bölünmeye taşıyabilecek bir potansiyel taşımaktadır.”20 demektedirler. Unutulmamalıdır ki “özgür bir ayrılık olmadan özgür bir birliktelik kurulamaz.” Lenin, “Kendi kendini yöneten ve özerk bölgelerin sınırlarının, iktisadi ve toplumsal koşullar ve nüfusun ulusal bileşimi temelinde, o bölgede yaşayan insanlar tarafından belirlendiği, geniş bölgesel özerklik ve tam demokratik kendi kendini yönetim(…) Ne kadar küçük olursa olsun bütünüyle bir türden bir nüfusa sahip, o milliyetin ülkenin ve hatta dünyanın dört
41
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
bir yanına dağılmış insanlarının bir araya gelebilecekleri ve her türlü ilişkiye ve özgür derneğe girebilecekleri özerk bölgeler yaratmak, ulusal baskının ortadan kaldırılması açısından son derece önemlidir.”21 der. Lenin’in sözleri bu konudaki komünist tavrın ne olması gerektiğini göstermektedir. Fakat şunu belirtmek gerekir ki her ulusal sorunun olduğu yerde bölgesel-yerel özerklikle sorun aşılacak değildir, önemli olan o ulusun kendi kaderini tayin hakkını ne yönde kullanacağı ile ilgilidir. Kimi yerde bu bir çözüm olabileceği gibi kimi yerde halk buna itibar dahi etmeyip diğer ulus ile yaşamaya devam edecektir. Bu durumda temel belirleyen halkın talepleridir, bu talepler ekseninde hareket edilmeden söylenecek sözler berhava söylenmiş sözlerdir. Bugün dostlarımızın yaptıkları bundan öte değildir. “Kürt sorununda bugün acil olarak ne yapılmalı?”22 sorusuna ise dostlarımız şu şekilde cevap vermektedir: “Çatışmalı ortam ne Kürtler açısından ne de Türkler açısından pozitif bir değer taşımamaktadır. Dolayısıyla silahların susması gerekmektedir.” Buna ek olarak da silahların susmasının da yeterli şart olmadığını çünkü iki tarafın da ateşkese riayet etmediğini söylemektedir. Ateşkesin dahi çözüm olamadığı durumda çözüm odağı olarak sosyalistler ve devrimciler yani gizil anlamda kendilerini göstermektedirler. Gelinen noktada TKP, proletaryanın sınanmış bilimsel bayrağını taşımakta basiretsizlik gösterirken Kürt ulusuna silahları bırakıp kendileri gibi olmalarını salık vermesi ulusal mücadeleye sekte vurmaktan, tasfiyecilikten başka bir işe yaramayacaktır. Unutmamak gerekir ki sadece mücadele edenler yenilirler, mücadele etmeyenlerin yenilme gibi bir lüksleri yoktur. Onlar yenilgiyi en başından yaşamışlardır!
Ya Kemalizm Ya Sosyalizm!
42
Filmin en tartışmalı konularından biri ISAF kuvvetlerinin eline ulaşan mektuptan sonra Türk komutanın “işte beklediğim buydu” diyerek Türk bayrağına doğru bakmasıdır. Bu sekans, filmi devrimciler adına oldukça trajikomik bir hale sokmuştur. “Neymiş efendim, silahlı kuvvetler NATO ve diğer askeri ortaklıklardan çekilecekmiş! Acaba bir işçi devrimi sonrasında işçilerin kendi ordusunu yaratacağı ve devrim öncesindeki ordunun tüm kurumlarıyla ve yapılarıyla birlikte yok edileceği niye söylenemedi? Bu husus niye atlandı? Ha tabii, yiğidi öldürüp hakkını yememek lazım. Yurtiçinde kızıl kollukları olan, nöbetçi öğrenci tadında birkaç ‘askerimsi’ arkadaşla, yeni oluşturulacak orduya ucundan kıyısından değinmişler. Ama bu arkadaşlar da birkaç kişiden oluştuğu için, devrim öncesinin silahlı kuvvetlerinin ilga edildiği kanısına ulaşamadım.”23 Filmde açıkça biz de ilga hususunda ikna olmamış durum-
dayız, doğrusu ortada ikna olmaya cevaz verecek bir durum söz konusu değildir. Durum gayet açıktır, birliğe NATO’dan vb.den çekildik ülkene geri dön deniliyor. Hâlbuki olması gereken komutana birliğiyle birlikte teslim olması gerektiğinin söylenmesidir. Bu durum filmin içerisinde ısrarla atlanmış ve son bir çabayla Kemalizm’in bekçi güçlerinden solcu/sosyalist çıkarma hevesi hâkim duruma gelmiştir. Her ne kadar TKP, “TSK bugün açık bir şekilde ve kurumsal olarak kapitalist emperyalist düzenin bir parçasıdır. (…) OYAK ve benzeri kurumlar sayesinde serbest ticaretin bir parçasıdır. Bu bağlamda üst düzey TSK yöneticileri bir çeşit patron konumundadır”24 dese de onlardan sosyalist çıkarma umudunu yitirmemektedir. Dostlarımız, 1970 darbesiyle ilerici denilen ordunun yaptığı darbenin; Mahirleri, Denizleri ve İbrahimleri katletmesini birkaç kendini bilmezin yaptığı “zorbalık” olarak nitelemediğini düşünüyoruz ama neden kayda almadıklarına da bir cevap bulmakta zorluk çekiyoruz. Bütün bu kıyımları yapan askerden gücünü alan yönetimler değil miydi? Bunu yapan Kemalist ideolojinin beslediği burjuva feodal beyler değil miydi? Tabii sizin “(Türkiye Komünist Partisi), Kemalizm dendiğinde aklına faşist generaller, paşalar, darbelerden başka bir şey gelmeyen “tuhaf sol”dan farklı durmakta(...)” olduğunuzu biliyoruz. Dostlarımız şunu da bilmeli ki bu “tuhaf sol” Kemalizm ile komünistlerin arasına kalın bir hat çizmesine rağmen TKP açısından böyle bir çizgi yoktur. Kemalizm’in çıkış noktası ve değişmez referansı olarak kabul ettikleri 1923 ve ona yükledikleri “meşruiyetinin sorgulanmaması, özgün laiklik yorumu, özgün ulusal egemenlik yorumu ve üniter devlet ilkesi” gibi özelliklerle ona ilericilik payesi biçmektedirler. Burjuva aktörler bu ilkeler çerçevesinde Kemalizm’den kopuşlar gerçekleştirmekte ve buna göre konumlanmaktadır ve bu doğrultuda kendisine göre biçimlendirmektedir denmekte. Yani özcesi TKP, Kemalizm’i faşizmle bir hale getirenin ve onu kullananın burjuvazi olduğunu söylemektedir. Bu doğrultuda Kemalizm özünde iyidir, tarihsel bir ilerlemedir denmektedir. TKP, geçtiğimiz 29 Ekim’de yapmış olduğu “Yaşasın Cumhuriyet” başlıklı açıklamasında, özce fikirlerini ortaya koymuştur. Özünde faşizmin olduğu Kemalist diktatörlüğün kendini ilanı olan 29 Ekim’i selamlamak ve ona methiyeler düzmek bir komünistin en son yapacağı şeydir. Ancak TKP ismindeki komünist sıfatı onu komünist kılmadığı için şaşırmıyoruz. Türkiye’de bir cumhuriyetin hiçbir zaman kurulmadığını bilmeyen dostlarımız onun sonunun başlangıcı olarak 12 Eylül Askeri Faşist Darbesini öne sürmekte, son kertede ona son verenin ise AKP olduğunu söylemektedir. Bu doğrultuda da devrimcilere çağrı yaparak
yelim, Kemalizm’in en meşhur propaganda araçlarından biri olan ve bunun üzerinden milliyetçiliğini yeniden ürettiği Ermeni Sorunu hakkında TKP ne düşünmektedir? “(…)Savaşla birlikte özellikle Rus cephesinde yaşanan sıkışma nedeniyle, 1915 yılında Ermenilere yönelik “tehcir” politikasını gündeme sokmuşlardır. Tehcir politikası sonucunda Ermeniler büyük bir katliama ve zorunlu göçe maruz bırakılmıştır. (…) Ancak sistemli ve esasında İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden tanımlanan haliyle bir soykırımdan söz edilemez. (…) Faturası Osmanlı’nın devamı olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne değil emperyalist ülkelere kesilmelidir.”28 Bu yaklaşım dahi Kemalizm ile aralarına ne kadar mesafe koyulduğunun göstergesidir. Bugün “halk iktidarını” tesis etmeye aday; sizin de “hemen her temel konuda ayrı düşüyoruz. Ancak (…) içinde ya da ona oy verenler arasında benzer kaygılar taşıdığımız, ortak hedeflere
gelleyen bu cumhuriyetçiler değil miydi? Dersim’de insanları katleden bu cumhuriyet değil miydi? Ermenileri katleden İttihat ve Terakki’den sonra, sistemli bir şekilde onlara baskı uygulayan ve katletmeye devam eden bu cumhuriyet değil miydi? Biz böylesi bir cumhuriyetin “kazanımlarına” sahip çıkmak gibi bir derde sahip değiliz, ancak sizin bu savunularınıza kesinlikle şaşırmıyor, ideolojik dokunuzla tam bir tutarlık içinde olduğunuzu belirtmek istiyoruz. Bilinmeli ki, “devrim, mevcut iktidarı ele geçirmeye dönük bir hamle değildir; Marx’ın deyimiyle devrim, ‘bürokratik-askeri aygıtı bir elden diğerine geçirmek değil, paramparça etmek’tir.”27
sahip olduğumuz kişiler olduğu da bir gerçek”29 dediğiniz CHP’ye bu soruyu sorsak bundan çok uzağa düşen bir cevap alacağımızı düşünmüyoruz. Görüldüğü gibi Kemalizm’le kopuş gerçekleştirememiş bir siyasi çizgi ile karşı karşıyayız. Bu durumda filmin içerisinde duvarlarda hala neden Kemalizm’in suretinin yer aldığı, tek bir ulusu simgeleyen bayrağın dalgalandığı ve sosyalist bir komutanın yer aldığı tarafımızca daha açık hale gelmiştir diye düşünüyoruz. Dostlarımıza şu kaçınılmaz soruyu kendilerine sormalarını öneriyoruz Ya Kemalizm ya Sosyalizm! İkisi bir ve aynı şey değildir. TKP, bunu bu şekilde algılamaktan ve nümayiş (gösteri) etmekten vazgeçmelidir.
Ermeni meselesinden bahsetmişken geçiştirme-
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
“(…) ‘cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkma’ iradesinin gerçek sahibi olarak ortaya çıkan komünistlerin, aynı zamanda sermaye egemenliğinin yıkılması için mücadeleye çağrı yapması da çok şey açıklıyor. Cumhuriyet fikri bundan sonra ancak sosyalizmde hayat bulabilir”25 diyorlar. “Komünizm, Türk Dünyası’nın en büyük düşmanıdır. Her görüldüğü yerde ezilmelidir” diyen “Başkomutan”26ınız Mustafa Kemal’in sözünü ne de çabuk unuttunuz. Emperyalistlere en başından beri uşaklık eden ve onlarla birlikte “cumhuriyet”in fikir babası” bu kişi değil midir? Bu kişi değil midir, bugün ismini kullandığınız TKP’nin kurucusu olan Mustafa Suphi ve yoldaşlarını öldürme emrini veren? Yine hatırlatmakta çekinmeyeceğiz; bu topraklarda on yıllardır devrimci-komünistleri ve önderlerini katledenler bu cumhuriyetin “sahipleri” patron-ağalar değil miydi? Kürtleri öldüren, onların ülke kurma hakkını, anadillerini konuşmalarını en-
43
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
44
Sonsöz Yerine
DİPNOTLAR:
Analizimiz boyunca film hakkında sinemasal anlamda pek az şey söylediğimiz gerçek, bir de üstüne hiç olumlayan bir şey söylememiz, bütünüyle sanki böyle bir film çekilsin de biz de TKP’yi eleştirelim gibi bir derdimiz varmış gibi yanlış anlayışlara zemin sunabilmektedir. Hemen söyleyelim ki bizim böyle bir derdimiz yoktur ve asla da olamaz, bunun bir kenara not edilmesi gerekir. Fakat böylesi bir filmi çeken bir toplamın gelecek eleştiriler konusunda hazırlıklı olduğunu düşünüyoruz. Gündelik siyasipolitik tutumunda dahi çokça eleştiri alan bu siyasi çizginin kendi devrim “düşünü” anlattığı bu filmin eleştiri alması çok doğaldır. Bundan daha doğal bir durum varsa o da bunu devrimcilerin yapmasıdır. Bu minvalde filmi en çok eleştirenler devrimciler oldu yönlü bir tepkinin de yersiz olduğunu düşünüyoruz. Peki, film açısından olumladığımız hiç mi bir şey yok? Film açısından olumlayacağımız tek şey filmde bir araya gelen birçok sinema emekçisinin emeği ile filmin yapılmış olmasıdır.
1-Wikipedia (Özgür Anslikopedi) http://tr.wikipedia.org/wiki/Sinema
Yazımız boyunca film konusunda çok mu “yıkıcı” olduk? Bizce yıkıcı olmayan eleştiri boşuna söylenmiş söz gibi havaya karışmakla aynı yazgıya sahiptir. Bu anlamıyla da söyleyeceğimiz sözlerin hem filmin yönetmeni ve bileşeni olduğu kolektif hem de TKP nezdinde bir anlamı olduğunu düşünüyoruz. Eğer, arkasındaki düşünceyi değil de salt filmi eleştirme gibi bir derdimiz olsaydı; 8 ayrı hikâyenin birbiriyle bağının zayıf olduğu, her birinin skeç tadında olduğu, filmin mekân çekimleri de dâhil özellikle sokak çekimleri yönünden zayıf olduğu, fatura ödemek isteyen kadının anlatıldığı bölümün sanat sineması tekniğine daha yakın olduğu ve izlenirlik açısından hem filmin genel temposuna uymadığı ve izleyici açısından pek kabul görmediği vb. teknik meseleleri sıralayıp değerlendirmemize son verirdik. Bizce bunlar yönetmenin kendini sinema tekniği açısından geliştirdiği ölçüde aşabileceği şeylerdir. Fakat film içerisinde yapılan ideolojik duruşun vermiş olduğu “bozukluğun” telafisi bu kadar teknik bir iyileştirmeyle gerçekleşemez. Bu durumda ideolojik mücadelenin ne kadar önemli olduğu bir kez daha ön plana çıkmakta, yaptığımız eleştirilerin amacı, belli bir zemine oturmaktadır. Bunun devrimci-demokratlar arasında bir sorumluluk olduğunu düşünüyoruz ve umuyoruz ki dostlarımız tarafından da aynı şekilde algılanacaktır. Ola ki bir daha “devrim” yapmaya niyetlenirlerse “sonra”sının neye tekabül ettiği şimdiden gözlerinin önündedir. Unutanlar için Mao’nun sözünü bir kez daha yineleyelim “Devrim, bir yemekli toplantı değildir. Devrim bir isyandır, bir sınıfın başka bir sınıfı devirdiği bir şiddet eğilimidir.”
11- “Devrimcilerin Düşlerini Anlattım”, BirGün gazetesi,http://www.birgun.net/cultures_index.php?news_code =1304841562&year=2011&month=05&day=08
2- Gül İnce, Örnek Çözümlemelerle Türkiye ve İtalya’da Politik Sinema, Yüksek Lisans Tezi, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo ve Televizyon Bölümü, İzmir, 2009, sf.13 3- Gül İnce, a.g.e. sf.13 4- Er Ryan’ı Kurtarmak ya da En Az Üç Çocuk Yapmak http://www.sanatlog.com/sanat/er-ryani-kurtarmakya-da-en-az-uc-cocuk-yapmak/ 5- Mike Wayne, Politik Film, çev. Ertan Yılmaz, Yordam Kitap, İstanbul, 2011, sf.9 6- Mike Wayne, politik sinemayı, üçüncü sinema olarak nitelemektedir. 7- Mike Wayne, a.g.e. sf.15 8- Mike Wayne, a.g.e. sf.10 9- Nasıl Bir Türkiye İstiyoruz? www.tkp.org.tr/dosyalar/tkp/nasil-bir-turkiye-istiyoruz.pdf 10- Devrimden Sonra : ‘Başka Bir Türkiye’yi Tartıştıran Film, BirGün gazetesi, http://www.birgun.net/report_index.php?news_code=1300 026820&year=2011&month=03&day=13
12- Hemşehrimiz Kanadoğlu’na Göre TKP Tehlikeli Değil http://www.kidonya.com/hemsehrimiz-kanadogluna-gore-tkp-tehlikeli-degil/ 13- TKP propaganda sloganı 14- Yargıtay’da TKP’ye Koşullu Vize, Hürriyet gazetesi, http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2003/01/20/237442.asp 15- Türkiye Komünist Partisi Programı sf.18 16- İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Altınçağ Yayıncılık, İstanbul, 1999, sf. 191 17- İbrahim Kaypakkaya, a.g.e. sf. 192 18- İbrahim Kaypakkaya, a.g.e. sf. 192 19- 100 soruda TKP, TKP Genel Merkez, İstanbul, 2011 sf.46 20- 100 soruda TKP, sf.49 21- SBKP Marksçılık ve Lenincilik Enstitüsü, Lenincilik ve Ulusal Sorun, Konuk Yayınları, İstanbul, 1979, sf. 155 22- 100 soruda TKP, sf.51 23- Hangi Devrimden Sonra, RED dergisi, http://www.red.web.tr/site/haber_detay.asp?haberID=832 24- 100 soruda TKP sf.31 25- TKP’den 29 Ekim Açıklaması http://haber.sol.org.tr/soldakiler/tkpden-29-ekim-aciklamasi-haberi-35099 26- TKP: ‘30 Ağustos’u selamlıyoruz’, http://www.haberveriyorum.net/haber/tkp-30-agustosu-selamliyoruz 27- Foti Benlisoy, Sosyalizmin İki Ruhu ve “Devrimden Sonra” Altyazı dergisi, Haziran,2011 28- 100 soruda TKP sf. 18 29- TKP’lilerden Mektup Var, http://www.tkp.org.tr/tkplilerden-mektup-var-1249
ve Barikatın Arkasındakiler
ÖZGÜR DÜŞÜN
15-16 Haziran İşçi Direnişi
Haziran-Temmuz 2011-55
“Ne mutlu o yoksullara ki, öteki dünya onlarındır, er ya da geç bu dünya da onların olacaktır” Engels
Büyük 15-16 Haziran işçi direnişinin 41. yıl dönümü vesilesi ile kaleme aldığımız bu yazımızda gerek sendikal mücadelede DİSK’in o dönem ve sonrasındaki pozisyonunu özetle değerlendirecek gerekse de budirenişin işçi sınıfı açısından önemini anlatmaya çalışacağız. Kendisinden önceki dönemlerin birikimleri ve deneyimleri üzerinde gelişerek ortaya çıkan bütün büyük olaylar gibi 15-16 Haziran’ı yaratan tarihsel koşulların irdelenmesi bugünü anlamada önemli veriler sunacaktır. Bu yalın gerçek aynı zamanda direnişin ortaya çıktığı o tarihsel kesitteki devrimci durumun niteliğinin ve tarihsel sürecinin de kavranılması anlamına gelecektir. Çünkü “Bir tarihsel olaylar zincirindeki halkaların ardışık düzeni, biçimleri, bir araya gelmeleri ve onları birbirinden ayıran şeyler, bir demircinin elinden çıkan zincirdeki kadar basit ve ilkel değildir”1 tespiti tam da konumuz özgülünde anlam kazanmaktadır.
15-16 Haziran’ı Yaratan Siyasal Ortam 27 Mayıs 1960 darbesi ile başlayan kısa dönem demokratik hak ve özgürlüklerin kırıntı düzeyinde de olsa tanındığı, sınıf çelişkilerinin artması ile birlikte sınıfsal saflaşmanın da daha belirgin hale gelmeye başladığı bir sürece tekabül eder. “Türkiye’de burjuva demokrasisinin sınırlı da olsa, bazı kırıntılarının tadıldığı üç kısa dönem olmuştur. Birincisi Kurtuluş Savaşı’nın hemen ertesinde, TKP’nin henüz serbest olduğu kısacık dönem. İkincisi; İkinci Dünya
Savaşı’nın sonunda, TSKEP ve benzeri partilerin, sendikal örgütlenmenin serbest bırakıldığı kısacık dönem, üçüncüsü de; 27 Mayıs Darbesi’nden sonra gelen kısacık dönem.”2 27 Mayıs’ın yarattığı siyasal ortamda iki ayrı kulvarda TİP ve Yön Hareketi gibi siyasal akımlar ortaya çıkmış, ancak on yıl gibi kısa bir sürede bu akımlar bölünüp parçalanarak yok olmakla yüz yüze gelmiştir. Ancak diğer taraftan bu iki akımın içerisinden bugüne kadar süregelen devrimci oluşumlar ortaya çıkmıştır. Dönemin en etkili siyasal oluşumu olan reformist TİP’in devrimci mücadeleyi düzenin sınırları içerisinde tutmaya yönelik politikaları, gençlik kitlesi içerisinde önemli bir ağırlığı olan bu partinin gençlik kitleleri tarafından tecrit edilmesine neden oldu. Öyle ki tüm bu hareketleri aşarak yolunda ilerleyen ve 71 çıkışı ile taçlanan devrimci ve komünist örgütlenmeler reformist gelenek ve tabuları da yıkarak dünyadaki 68 dalgasına ülke topraklarından yanıt veriyordu. 19651971 döneminde yükselen işçi ve köylü hareketlerinden etkilenen gençlik hareketinin konumu bu dönemin dinamik karakterine rengini veren önemli bir etkendi. TİP’in özellikle üniversite gençliği içerisinde örgütlenmesinin kilit aracı olan Fikir Kulüpleri Federasyonu (daha sonra 1969’da DEV-Genç olarak değişecektir) ve buralardaki genç devrimci önderler de 1965 sonrası dönemde ülkenin siyasal haritasında etkin olacaklar ve devrimci, komünist fikirlerle donanan örgütlenmelerini oluşturacaklardı. İşçi ve köylü hareketleri cephesinden ise bilhassa
45
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
46
1967 yılında düzene tehlike oluşturacak çıkışlar yaşanmış, 1970 yılına gelindiğinde ise grevlerin artması, grevci işçilerin sayısında neredeyse patlama yaşanması (1963-1966’da 26.161 işçi, 1967-1970’de 48.544 işçi), toprak işgalleri ve işçi-köylü eylemlerinin daha da radikalleşmesi hakim sınıfları harekete geçirmeye yetecek nitelikteydi. Özel mülk dünyasının sınıfsal bilinci, hem de tarihsel mirası, işçi sınıfı cephesinden gelişen ve şimdilik bir tehlike düzeyinde olan bu gelişmeleri büyümeden etkisizleştirmek, kendi kontrolü altındaki bir örgütlenmeye ve harekete çekmek istiyordu. “Demokratik” bir şekilde yapılması gereken bu hamle için 15-16 Haziran Direnişi’ni de yaratacak olan yasa biçilmiş kaftandı. Doğrudan kendi varlığına yönelen bu yasa karşısında tarihe tersten bakarak ve sınıf mücadelesinin kurallarını unutarak yaklaşan DİSK, Ankara yollarını arşınlarken ve medet umarken, işçi sınıfının yarattığı her tehlikeyi anında bertaraf etmeyi kendisine ilke edinmiş sınıfa el açtığının farkında bile değildi. Bunun farkına ancak 14 Haziran’da varan DİSK, 17 Haziran’da, hazırlanan yasaya karşı bir miting gerçekleştireceğini ve işçilere sendikalarından gelecek haberleri beklemeden harekete geçmemelerini duyurdu. Ancak 17 Haziran’ı bekleyemeyecek kadar istim alan işçiler, dönemin fabrikalarda örgütlü genç devrimci kadrolarıyla birlikte 15 Haziran’da İstanbul ve İzmit’te hayatı durdular. DİSK’in
Faşizmin ayak sesleri ne zaman ki daha şiddetli hissedilse güçlü ya da güçsüz o zaman solda da yalpalanma başlar. Geniş, kitlesel bir cephe oluşturmak kaygısıyla rotasından çıkan sol, iyice sağa kaymaya başlar.
böyle bir kararı olmamasına rağmen devrimcilerle birlikte 15 Haziran’da 75 bin işçi, 16 Haziran’da ise 150 bin işçi yalnızca iş bırakmakla kalmadı ve protesto yürüyüşleri düzenleyerek üretimden gelen gücünü hakim sınıflara bir kez daha gösterdi. İşçilerin karşısına, silahları, tankları ve zırhlı birlikleri ile çıkan hakim sınıflar, 16 Haziran’da Kartal, Levent ve Topkapı tarafındaki işçilere ateş açtı. Olayların duyulması ile daha da şiddetlenen çatışmalarda polisin açtığı ateş sonucu 3 işçi yaşamını yitirdi ve 200 işçi yaralandı, yüzlercesi tutuklandı. Hakim sınıflar kadar DİSK’i de korkutan, işçilerin bu büyük direnişi DİSK’in çağrıyla işçilerin fabrikalarına, atölyelerine dönmesi ile yatışsa da Türk Demir Döküm, Sungurlar, Derby, Elektrometal, Rabak, Auer, Çelik Endüstri, Otosan, Arçelik, Vita gibi büyük fabrikalarda işçiler kararlılıkla direnişe devam ettiler. İşçi sınıfının bu büyük direnişinde işçilerle birlikte ön saflarda mücadele eden İbrahim Kaypakkaya, 15-16 Haziran’a dair “devrimin şiddete dayanacağını, bunun zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu gösterdiği” tespitini yaparken aynı zamanda, bu direnişin “bütün pasifist, parlamenterist görüşlere ağır bir darbe indirdiği”nin altını çizer.3 15-16 Haziran olayları, devlet tarafından ise “DİSK’in mevcut düzeni yıkmak ve Proleter Devrimi gerçekleştirmek için” giriştiği bir eylem, bir “ihtilal provası” olarak kayıtlara geçmiştir. Birçok devrimci kurum cephesinden ise “kendiliğinden gelişen bir protesto girişimi olarak görülmesine karşın; bu olayı devlete korkulu anlar yaşatan işçi sınıfının devrimci bir direnişi olarak nitelemek daha doğrudur. 15-16 Haziran İşçi Direnişi işçilerin sınıf bilinçli proleterlerle ve devrimci genç kadrolarla başlattığı organize ve siyasi bir harekettir. 12 Eylül Askeri Faşist Darbesi’nden sonra açılan DİSK Davası’nın İddianamesi’nde 15-16 Haziran direnişi devletin dava tutanaklarına “15-16 Haziran 1970 tarihinde Kocaeli ve İstanbul’da yaratılan ve sıkıyönetim ilanına sebep olan, üç kişinin ölümü, yüzlerce kişinin yaralanması, birçok işyerinin ve resmi binaların tahribiyle neticelenen ve yandaşlarınca “Türkiye’yi sarsan sıcak iki gün” şeklinde vasıflandırılan büyük çaptaki şiddet olaylarının DİSK’in mevcut düzeni yıkmak ve Proleter Devrimi gerçekleştirmek için işçi sınıfının eğitip, bilinçlendirmek, kendi tabirleriyle işçi sınıfının mücadele azmini bileyerek, dayanışma ve bütünlüğünü dinamik bir halde ayakta tutabilmek için giriştikleri kitlesel eylemler cümlesinden olduğu…”4 şeklinde kayda geçmişti.
DİSK’in İhanet Tarihi Kuşkusuz tarih tekil olaylardan değil, sınıflar
Faşizmin ayak sesleri ne zaman ki daha şiddetli hissedilse güçlü ya da güçsüz o zaman solda da yalpalanma başlar. Geniş, kitlesel bir cephe oluşturmak kaygısıyla rotasından çıkan sol, iyice sağa kaymaya başlar. Çünkü en geniş cephenin faşizme karşı daha güçlü karşı koyabileceği umulurken, tek doğru olan devrimci gerçekler unutulur. Ülkemiz tarihi açısından oldukça eski olan bu gelenek, özellikle 1970’li yılların ikinci yarısında iyice pekiştirilmiştir. Siyasal partiler, sendikalar, çıkar grupları ve mesleki kuruluşlar faşizme karşı mücadelede daha solda olmak yerine, geniş, kitlesel bir cephenin ortak paydalarını oluşturmak kaygısı ile hep sağda durmayı tercih etmişlerdir. Sosyal demokrasinin korkak, çekingen, ürkek, ikircikli politikalarının ortak paydasında buluşan bu yalpalama, ne yazık ki beklenen direnişi göstermede başarılı olamamış, tam tersine faşizmin daha da güçlenmesine yol açmış, faşizme karşı direnç noktalarını ya zayıflatarak ya da ortadan kaldırarak düzen içine hapsolmuştur. Faşizme karşı sosyal demokrasiye sığınmış, daha sağdaki bir cephede buluşarak mücadele etme geleneğinin en iyi örneklerinden birini de 1970’li yılların ikinci yarısındaki DİSK oluşturmaktadır. O nedenle DİSK’in kısa tarihini, faşizme karşı mücadele açısından değerlendirme, bugünkü mücadeleye ışık tutması bakımından yararlı olacaktır. 1950’li yılların sendikal hareketinde Demokrat Parti ve Cumhuriyet Halk Partisi arasında bölünmüş olan sendikacılardan CHP’ye yakın olan bir grup, 1963 yılında kendi partilerini kurmaya yönelmiş, Türkiye İşçi Partisi (TİP)’ni kurmuştur. Programı sosyalist tonlar açısından hayli zayıf olan zamanla sosyalist söylemlere sarılsa da reformist çizgide ilerleyen TİP, bu yapısına rağmen giderek güçlü bir rüzgar estirmeye başlamış, işçi hareketini de etkile-
miştir. Bu etkileşim sonucunda Türk-İş içinde belirginleşen sendikal politikadaki farklılaşma, 1967 yılında DİSK’in kurulması ile sonuçlanmıştır. DİSK Türk-İş’ten ayrılan ve özel sektörde örgütlenmiş olan Maden-İş, Lastik-İş ve Basın-İş’in Gıda-İş ve TürkMaden İş ile birleşmesiyle kurulur. Türk- İş’ten ayrılarak DİSK’i kuranlar, ayrılış ve DİSK’i kuruş gerekçelerini ise şöyle açılıyorlardı: “Türk-İş 1962’den bu yana her gün biraz daha gerilemiş ve para gücü arttıkça, işçi haklarını savunma yeterliğini yitirmiştir… Türk-İş bir işçi örgütü olmaktan çıkmıştır. İşçilerin kanuni haklarına karşı çıkanlar arasında Türk-İş de yer almıştır. İşçilerin menfaatleri için çırpınanlara karşı cephe birliği kuranlar arasında Türk-İş de yer almıştır. İşçilerin aileleriyle birlikte açlığa mahkum edilmelerini savunanların en önüne geçenler ne yazık ki Türk-İş yöneticileri olmuştur.” (DİSK, 1967). Faşizmin ayak seslerinin sosyalist söylem ve etki ile karşılaştırıldığında oldukça silik kaldığı 1960’lı yılların sonu ile 1970’li yılların ilk yarısında DİSK, sınıfsal temelde açık bir “sosyalist” söylem ile mücadelede yerini almış, bu yaklaşımı ile de işçi sınıfı içinde hatırı sayılır bir etkiye sahip olmuştur. 1950’li yıllar ile 1960’lı yılların ilk yarısında işçi sınıfının ulaştığı sendikal örgütlenme düzeyi ile yakaladığı olumlu atmosfer, işçi sınıfının egemen düşünceden bağımsızlaştığı, kendi çıkarları doğrultusunda gerçek manada bir sınıf kimliğine büründüğü dönemlerdir.
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
arasındaki bir mücadeleden doğar. 15-16 Haziran Direnişi’ni de geçmiş dönemlerin birikimlerinden ve sendikal mücadeleyi özcesi DİSK’ten bağımsız ele alamayız. 1970’li yıllara gelinmeden özellikle de 1946-1960 yılları arasında sendikalar ve sendikal basın –daha sonra DİSK’in kuruluşu ile daha da gelişmiştir- hiçbir şeyi olmayanları, bir nevi aşağı ve tehlikeli sınıf gibi telakki edilenleri, haklarını ararken işten atılanları, komünistlikle “suçlanıp” sicili tutulup izlenenleri, tarihin sahnesine bir özne olarak çıkarmada etkili olmuş, böylece hem çalışma yaşamının, hem de siyasal yaşamın önemli bir parçası olmuştur. Ancak çalışma ilişkilerinin sınırlarını belirleyen devlet, sendikal örgütlenmeye, sendikal örgütlerin faaliyetlerine hep temkinli yaklaşmış ve bu faaliyetlerin kendi denetiminde gelişmesi için özel çaba göstermiştir ve bunda oldukça da başarılı olmuştur.
DİSK’in işçi sınıfı içerisinde giderek artırdığı etkisi ve gücü, hakim sınıfları ve devleti tedirgin etmiş, işçilerin örgütlenme alanı olarak kendisine adres edindiği bu kurumun etkisiz kılınması yönünde devletin bilinçli yönelimleri açığa çıkmıştır. Bu yöndeki ilk ve en önemli girişim 1970 yılında, 15-16 Haziran Direnişi’nin de doğuşuna yol açan 1317 sayılı yasa aracılığı ile yapılmak istenen düzenleme olmuştur. Bu düzenlemeye göre ülke genelinde faaliyette bulunacak sendika ve federasyon kurulmasında iş kolunda çalışan sigortalı işçilerin içte birinin temsil edilmesi, konfederasyonun kurulmasında da sigortalı işçilerin üçte birinin bir araya gelmesi öngörülmüştü. Bu düzenlemelerin asıl amacının DİSK’in çatısı altında gelişip güçlenen işçi hareketliliğinin tehdit olmaya başlamasıyla DİSK’i kontrol altına almak, devlet güdümünde bir “sendika” yaratmak ve hatta gerekirse DİSK’i tasfiye etmek olduğu açıktı. İlginçtir ki işçileri karşısında sendikalarını büyük bir cüret ve militan ruhla sahip çıkmaya götüren gerici yasanın hazırlayıcılarından birisi de 1970’li yılların sonunda DİSK başkanlığına getirilecek olan o dönemin CHP milletvekili Abdullah Baştürk idi. Burada atlanmaması gereken en önemli nokta 15-16 Haziran’da işçilerin gösterdiği militan direnişin
47
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
hakim sınıfları olduğu kadar DİSK’i de korkuttuğudur ve sendikacıların da devletle aynı noktada buluşan fikri, düzeni tehdit eden işçilerin kontrol altına alınması gerektiği yönündedir. Olaylardan sonra binlerce işçi “kara liste”lere alınırken DİSK’in işçilere sahip çıkmaması, 15-16 Haziran İşçi Direnişi’ni açılan davalarda savunmayarak “kendiliğinden” gelişen bir direniş olarak yansıtmaları bunun en açık kanıtıdır. Bu nedenledir ki daha çiçeği burnunda DİSK açısından 1970 yılı bir geriye çekilmenin başladığı ve 12 Eylül’le birlikte ise hızla düştüğü bir dönüm noktasıdır aynı zamanda. Bu sendikacı kuşağın geriye çekilişinde şaşılacak bir yan da yoktur. Olaylardan sonra 15-20 gün Davutpaşa Kışlası’nda misafir edilen sendikacılar artık ne yapacaklarını öğrenmişlerdir. Zaten bu ekonomist ve sendikalist yönetici kuşak kendilerinden önceki dönemlere göre yeterince deneyime sahiptiler ve bu konuda da oldukça yetenekliydiler. O dönem DİSK’in TİP ile “gayri-resmi” organik bir bağının olduğu tüm kesimlerce bilinen bir gerçekti. Özellikle TİP işçiler üzerindeki etkisi ve öğrenci gençlik hareketlerinin de esasta TİP içerisinden filiz-
48
leniyor oluşu zorunlu olarak DİSK’in bu parti ile “iyi ilişkiler” geliştirmesini gerekli kılıyordu. 1968 hareketinin ve Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ülkedeki görünür etkilerinin yarattığı siyasal ortam, yediden yetmişe tüm kesimleri o siyasal atmosfer içerisine alıyordu. 1960’lı yılların ikinci yarısından sonra özellikle ülkede giderek yaygınlaşan işçi hareketliliği 68’in etkisi ile sosyalist fikirlerle buluşuyor ve daha da ivmeleniyordu. İşte böylesi bir siyasal ortamda DİSK ile TİP arasında daha da yakınlaşan ilişkiler 1970’ten sonra “artık ne yapacağını öğrenmiş bulunan”
sendikacıların bilinçli müdahalesiyle geriye doğru çekilmeye başlandı. Artık bu sendikacı kuşak için “gayri-meşru” bir çocuk olarak görülmeye başlanan TİP’ten hızla uzaklaşılması gerekmekteydi. DİSK’in 1975 yılındaki 5. kongresinde bu açıkça ilan edilmiş, “sosyal demokrat” damgalı faşist CHP’ye yönelinmiştir. Aslında DİSK açısından yeni olmayan bu yönelimin ilk nüveleri 4. kongrede açığa çıkarken, devlet nezdinde konumlarını tamamlamak için DİSK yöneticileri 12 Mart’ı da açıktan desteklemişlerdi. 1973 seçimlerinde CHP’yi destekleyen DİSK, 5. Kongresinde bakın bu desteği nasıl gerekçelendiriyordu: “CHP, parlamento içinde ve dışında demokrasinin, tüm özgürlüklerin ve işçi haklarının savunmasını yapmış, bunlara karşı tüm girişimlere karşı çıkmış ve mücadele etmiştir. (…) Çalışanları ezerek, sömürerek, yoksullaştırarak kalkınma ve sanayileşme anlayışını çağın gerisinde bulmuş, insanca ve demokratik bir çalışma hayatını gerçekleştirecek bir düzen anlayışına yönelmiştir.”5 İşçi sınıfının, köylülerin ve emeği ile geçinen her kesimden halk katmanının daha fazla sömürüsü
üzerinden yükselen faşist CHP’nin DİSK tarafından bu şekilde nitelendirilmesi kuşkusuz bununla da sınırlı değildi. Ok yaydan çıkmıştı ve artık durmak yoktu. Kapatılan TİP’in yeniden kurulacağını öğrenen DİSK yönetiminin “DİSK’in bu yeni kurulan ve bir başkasının da kurulacağı söylenen parti ile uzaktan veya yakından hiçbir ilişkisi yoktur. …DİSK Genel Yönetim Kurulu, genel doğrultudaki politikasını yeniden görüşmüş ve kararlaştırmıştır. Bu kararla DİSK’in politikası, 14 Ekim 1973 seçimlerinden önce yayınladığı çağrı bildirisi doğrultusunda daha belirgin
Özellikle 1970’li yılların ikinci yarısından sonra oldukça geri mevzilerde kalan, salt ücretleri biraz daha iyileştirmek için mücadele eden sendikalar ve esasta DİSK, kendince bu süreci “sosyal demokrat” bir hükümete tutunmaya çalışarak aşmaya çalışmıştır. Ancak ne var ki yeni sürecin ve ülkeyi 12 Eylül’e götüren emperyalist politikaların karşısında ne böylesi bir hükümetin ne de ona tutunmaya çalışan sendikaların bir geçerliliği vardı. Bu yeni süreçte emperyalist sermayenin önündeki engellerin ortadan kaldırılması bir gereklilikten öteye zorunluluktu. Geçici olarak değil, kalıcı bir değişimi hedefleyen bu süreçte işçi sınıfının ve örgütlerinin hem ekonomik hem de siyasal kazanımları kalıcı bir biçimde ezilmek zorundaydı. Çünkü yeni süreç bunu gerektiriyordu. 12 Eylül ile birlikte emperyalistler ve uşakları hedeflediklerini gerçekleştirerek bir dönemi kapatıp yeni bir döneme adım attılar. 12 Eylül’le birlikte kapatılan DİSK ve dönemin yöneticileri ikinci kez “yaramazlık” yapmamaları gerektiğini öğrenmişti. Oyunun kuralları bir kez daha yazılmış, roller serbest bırakılmayarak herkese ezberletilmişti. Yaklaşık 30 yıldır da bu oyun DİSK’teki sendika ağaları tarafından işçi sınıfına karşı ustaca oynanmakta, aktörler değişse de ezberlenen roller aynı kalmaktadır. Sonuç Yerine Sıkıştığı anda işçilerin ve emekçilerin geleceğini pazarlık konusu haline getiren sendikal bürokrasi, 15-16 Haziran ertesinde hangi sınırlarda kalması gerektiğini öğrendiğinde, tarihi gerçekleri de çarpıtmıştır. Kuşkusuz DİSK’in sendikal mücadeleye –ilk kuruluş dönemleri- önemli katkıları olmuştur. Ancak ülkenin siyasallaştığı ve de toplumun tüm katmanlarında hak arama bilincinin geliştiği öylesi bir atmosferde, söylem düzeyinde de olsa “sosyalizm”in argümanlarını kullanıyor olması, onu pratik sahada sosyalist bir kimliğe büründürmez. 15-16 Haziran Direnişi başlamadan Ankara yollarında “çözüm” arayışlarına giren DİSK, sağa büktüğü çizgisini, sınıf bilinçli proleterlere ve dev-
rimcilere doğru kırmadığı için, bugün açığa çıkan işçi direnişlerinde olduğu gibi, direnişi bitirebilmek için çıkış yolları aramıştı. Ta o zaman açılan suyolundan akmaya devam eden sendikal bürokrasi ve “sarı sendikacılık” bugün de işçilerin mücadelesini bastırabilmenin her türlü yöntemini hayata geçirmektedir. Her yıl yapılan 15-16 Haziran anmalarında “Yaşasın 15-16 Haziran Direnişi”nde ifadesini bulan şematik tablo gerek ülke devrimcileri gerekse de sendikal bürokrasiyi kutsayanlar açısından iyi değerlendirilmek zorundadır. Devrimciler açısından gerek direniş ve sonuçları gerekse de DİSK’in direniş ve sonrasındaki aldığı pozisyon iyi analiz edilememiştir. Dün ve bugün arasında köprü kurmak ancak doğru dersler çıkarmakla mümkündür. Emekçilerin gelişen mücadelelerinde bugün onun örgütlü ve bilinçli bir kesimi olarak içinde yer alamayanlar, tarihin yaratıcılarının karşısında seyirci kalmaktan öteye bir şey yapamazlar.
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
ve kesin hale gelmiştir”6 açıklaması dün ve bugünkü DİSK politikalarını anlamamız açısından önemli veriler sunmaktadır. Çünkü Kemal Türkler imzalı yapılan bu açıklama ile daha belirgin ve kesin hale gelen artık CHP dışındaki her kesime, kuruma ve devrimcilere kapalılıktır. DİSK’in o tarihten bugüne uzanan tüm kongreleri bu yöndeki adımların hızlandığı ve daha kesin politikalarla pratik alana uygulandığı özellikler taşır. Tıpkı bugün genel seçimlere DİSK başkanının CHP’den milletvekili adayı olarak girmesi ve DİSK’in CHP’yi desteklemesi gibi…
Doğru bir önderlik olmadan ve sendikal mücadele halkın örgütlü kuvvetleri eliyle devrimcileştirilmeden, emekçilerin geleceği sendikal bürokrasinin iktidarla oturduğu pazarlık masalarında karartılmaya devam edilecektir. Özellikle o büyük direniş ve sonrasında uygulanan 3 aylık sıkıyönetim dönemine ilişkin bahsini ettiğimiz örgütlenmenin önemini kavramak için son sözü İbrahim Kaypakkaya’ya bırakıyoruz: “Büyük İşçi Direnişine katılan, sıkıyönetim şartlarında mücadeleyi devam ettiren, kitleler arasında çalışma pratiği olan bir kısım kadrolar, büyük işçi hareketinden gereken dersi çıkarttılar. Geçmişte izlenen çizginin sağcı ve teslimiyetçi bir çizgi olduğunu, revizyonist bir çizgi olduğunu kavradılar. Fakat bu mücadeleyi uzaktan izleyen, kitleleri tanımayan bir kısım burjuva unsurlar, işçi hareketinden gereken dersi çıkartamadılar. Hatta yanlış dersler çıkarttılar. Kolay başarı umuduna kapıldılar.”7 Dipnotlar: 1- Lenin, 1918 2- İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Altınçağ Yayıncılık, İstanbul, 1999, s. 148 3- İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Altınçağ Yayıncılık, İstanbul, 1999, s. 229 4- http://www.devmadensen.org/yayin/haziran/haziran.pdf, DİSK Davası (s.640-653) 5- DİSK, DİSK V. Dönem Çalışma Raporu (19731975), İstanbul, s. 92-93 6- DİSK, DİSK V. Dönem Çalışma Raporu (19731975), İstanbul, s. 117-118 7- İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Altınçağ Yayıncılık, İstanbul, 1999, s. 230
49
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
Nathaniel Mehr*
1965–66 Endonezya Kıyımları
ve Medyanın Manipülasyonu Endonezya’da 1965–66 yıllarında gerçekleştirilen katliamın incelenmesi, devletlerin ve devlet dışı grupların bilgi kaynaklarını nasıl ideolojik ve pragmatik amaçlarla kullanarak gerçekleri çarpıttıklarını anlamak isteyenler açısından büyük önem taşımaktadır.
50
1 Ekim 1965 günü, stratejik yedek ordu kendi saflarındaki bir ayaklanmayı bastırdığında yedek ordunun lideri General Suharto, durumdan istifade ederek, 6 önde gelen generalin canına mal olan ayaklanmanın suçunu Endonezya Komünist Partisi’ne (EKP) atmıştı. O dönemde EKP resmi komünist devletlerin dışındaki en büyük komünist parti olarak Endonezya’nın kamu düzeninde çok önemli bir yer işgal eden ordunun egemenliğine bir tehdit oluşturmaktaydı. Endonezya Ordusu, EKP’nin önder kadrolarının ayaklanmaya destek verdiğini iddia eden kaynaklardan yola çıkarak, ve komünist partiyi sonsuza dek kesin bir biçimde ortadan kaldırmayı amaçlayarak, anti-komünist unsurları örgütlemiş ve galeyana getirmişti. Parti kadroları ile partinin geniş üye kitlesi arasında bir ayrımın yapılmadığı bu kıyımda, büyük çoğunluğu EKP’nin toprak reformuna
dair ilerici tutumunu destekleyen yoksul köylüler olmak üzere, 500.000 ile bir milyon arasında insan vahşice katledilmişti. EKP’yi siyasi arenadan silen bu katliam aynı zamanda Suharto’nun iktidarı almasına olanak tanımıştı. Suharto’nun 32 yıl sürecek olan diktatörlüğü, insan hakları ihlalleri ve yolsuzluk ile nam salacaktı. Medyanın manipülasyonu Suharto’ya iki biçimde yardımcı olmuştu. Öncelikle, EKP’ye karşı yöneltilen şiddetli propaganda seli halkın Parti’ye karşı tavır almasına, başta ülkenin dindar Müslüman gençleri olmak üzere pek çok gencin orduya bu kıyımda yardımcı olmasına yol açmıştı. Ayrıca İngiliz İstihbarat Örgütü de Endonezya Ordusu’na bu girişiminde büyük destek sağlamıştı. Kanlı eylemlerde kendilerine pek çok görev verilen sivillerin katılımı olmaksızın ordunun böylesi bir katliamı gerçekleştirmesi muhtemelen mümkün olmazdı. İkinci olarak, da batılı basın Soğuk Savaş yıllarının alışıldık menfaatçiliği ile dünyanın geri kalanına bu katliamı, doğasını ve boyutunu çarpıtarak aktarmıştı. Ülkeyi 1967’den sonra ABD sermayesine açan Suharto, Batı’nın bir müttefiki olarak
“Dahili ve Harici” Psikolojik Savaş Propagandayı gerçekleştirmede başı zaten Endonezya Ordusu çekmekteydi. Bağımsız gazeteler kapatılmıştı ve orduya bağlı gazeteler de EKP’nin fiziksel olarak yok edilmesi için çağrıda bulunuyorlardı. Parti üyeleri hainlik ve eşkıyalıkla itham ediliyorlardı. Ülkenin Müslüman halkını galeyana getirmek için din kullanılıyor, militan ateistlerin ülkeyi ele geçirerek dindar halka zulmedeceği iddiaları ile halkın dini duyguları sömürülüyordu. Bu kanlı kampanya kapsamında, sadece ayaklanmanın liderlerinin yargılanmasına veya EKP’nin kötülenmesine çağrıda bulunmakla yetinilmiyordu hiçbir zaman. Ordunun gazeteleri halkın dini göreve çağrıldığına vurgu yaparak insanları EKP üyelerine karşı orantısız şiddet kullanmaya kışkırtıyorlardı. 8 Ekim tarihli Angkatan Bersendjata gazetesi şöyle bir bildiri ile halkı silah kullanmaya çağırıyordu: “Kuran kılıcı karşılayamaz… Kılıca kılıç ile cevap verilmelidir. Kuran’da size karşı çıkanlara sizin de karşı çıkmanız gerektiği yazılmıştır.” Birkaç gün sonra da aynı gazete “Allah bizimledir çünkü biz onun bize gösterdiği doğru yolda yürüyoruz” diyecekti. Ajitasyona yönelik bir dil kullanan Api Pancasila gazetesi darbeden birkaç gün sonra çıkmıştı ve kıyımdan da hemen sonra ortadan kalkmıştı. Ansızın meydana çıkmış ve sonradan da bir o kadar ansızın kesilmiş olması bu gazetenin çıkarılmasında CIA’nin parmağına işaret etmektedir. EKP’ye karşı gerçekleştirdiği kampanyada ordunun en baş araçlarından biri de yalandı. Ordu gazeteleri, başarısız olan ayaklanmada generallerin komünistlerce vahşice öldürülmelerine dair kirli yalanlar yayımlıyorlardı. Dediklerine göre generaller öldürülmeden önce EKP’nin kadın kolu Gerwani mensubu birkaç kadın, parti kadrolarının ve ayaklanmada yer alan askeri komutanların karşısında çırılçıplak soyunarak ahlaksız bir dans gerçekleştirmiş daha sonra da generallerin cinsel organlarını kesmişlerdi. Söylenene göre daha sonra generallerin gözleri oyulmuş ve öldürülmüşlerdi. Generaller öldürüldükten sonra Gerwani mensubu kadınlar ile parti kadroları hep birlikte cinsel ilişkiye girmişlerdi ve parti lideri Aidit en ‘ahlaksız’ olanlarına madalya vermişti. Generalleri öldürme kısmı hariç bu hikâye tamamen uydurmaydı ama ordu bilinçli bir şekilde bunun yayılmasını sağlamıştı. Cinsel organların kesilerek insanlara işkence edilmesi zaten her toplumda dehşet ile karşılanacak eylemlerdir; ama kadınların çıplak bir
şekilde dans etmeleri ve daha sonra parti kadroları ile gerçekleştirildiği iddia edilen “grup seks” ayini, son derece muhafazakâr olan Endonezya halkını rencide etmek, ve komünistlerin geleneksel değerlere tam tamına zıt bir dünya kurmayı amaçladıkları düşüncesini yaymak amacıyla uydurulmuş yalanlardı. Müslüman milislerin katliamlarda fanatik bir şevk ile yer almış olmaları bu yalanların başarısını kanıtlar niteliktedir. Bu milisler kamalar ve kalın sopalarla kent kent geziyor, kurbanlarını genellikle onlara işkence ve tecavüz ettikten sonra acımasızca katlediyorlardı.
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
görüldüğü ölçüde bu korkunç katliam, Noam Chomsky’nin deyişiyle “yapıcı bir kıyım” olarak algılanıyordu. İşte bu yüzdendir ki 20. yüzyılın en geniş çaplı kitlesel kıyımlarından biri olan Endonezya katliamı akademik çevrelerin dışında pek de bilinmez.
EKP’nin tamamen yok edilmesini sağlamak için İngilizler de bu konuda ortakları olan Amerikalılar kadar hevesliydiler. Amerikalılar yıllar boyunca, hani olur ya böyle bir durum söz konusu olur diye, Endonezya ordusuna parasal ve eğitsel destek sağlamışlardı. 1965’te katliam başladığında orduya
telsiz ve iletişim teçhizatı gönderdikleri gibi cinayetlere sivillerin katılımını örgütleyen ordu-sivil cephesine de büyük miktarda para yollamışlardı. İngilizler de Endonezya Ordusu’nun medya alanındaki çarpıtmalarını, ilk bakışta güvenilir ve bağımsız gibi görünen kaynaklarla teyit ediyorlardı. Amaç gerçekleri çarpıtmaktı. Bilinçli bir biçimde yalanların yaygınlaştırılmasını sağlayan bu siyaseti, İngiliz Dışişlerindeki yetkililer pek üstü örtülü, pek muğlak bir sözcükle niteliyorlardı: “psikolojik savaş”. Bu “psikolojik savaşı” yürütme sorumluluğu da o dönem devletin Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Araştırma ve Bilgi Şubesi’nde (ABŞ) çalışmakta olan propaganda uzmanı Norman Reddaway’e verilmişti. Reddaway’e Endonezya için biçilen görev EKP’nin çökertilmesi için “ne gerekiyorsa onu yapmak”tı. 30 Eylül’deki başarısız ayaklanmadan sonra ABŞ, EKP’nin işlediği iddia edilen suçlara dair güvenilir görünen kaynakların
51
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
yayılmasında önemli bir rol oynamış, bir yandan da gerçekleşmekte olan kanlı katliamları ve onların bariz anti-komünist doğasını gizlemeye çalışmıştı. Takip eden haftalarda ABŞ, Singapur’daki İngiliz Uzakdoğu Kumandanlığı’ndan, bilinçli bir şekilde yerel ve uluslar arası basına yanıltıcı bilgiler içeren raporlar sızdırmıştı. Bu raporlardan “EKP Henüz Vur Emri Almadı” başlıklı birinde başını alıp gitmiş bir komünist ihtilalinden söz edilmekteydi. Bu esnada on binlerce komünistin sistematik bir biçimde katlediliyor olduğu gerçeği de, 30 Eylül ayaklanmasının doğrudan başarısız olmuş olduğu gerçeği de propaganda amacıyla gizlenmekteydi. Reddaway’in bu raporları büyük bir gizlilik içinde İngiliz elçisi Andrew Gilchrist’ten geliyorlardı. Reddaway, Cakarta’dan diplomatik telgraf hattı aracılığıyla haftada dört kadar rapor alıyor, bilgileri sonra da BBC’deki bağlantılarına, İngiltere’deki gazetelere – The Times, Daily Telegraph, The Observer, ve The Daily Mail gibi- ve uluslar arası basın organlarına aktarıyordu. Bu hikâyeler malzemelerinin çoğunu BBC’den ve uluslar arası basından temin eden sıradan haber kanalları ile de Endonezya’ya geri dönüyorlardı. Bu sayede ABŞ, 30 Eylül ayaklanmasına dair Endonezya halkının ve uluslar arası kamuoyun fikrini etkileyerek Suharto’nun 30 Eylül olaylarına dair tavrını meşru göstermiş, komünistlere karşı gerçekleştirilen katliamı da çarpıtarak yansıtmış hatta ona sempati ile yaklaşmıştır. Gilchrist’ın bütün bu olan bitende etkisi o kadar fazladır ki, Reddaway
önemli yalanlardan bazılarını içeriyordu. Mesela “EKP darbeden önce şehrin çeşitli semtlerinde ikamet eden herkesi katletme amacıyla sistematik bir biçimde hazırlanmaktaydı”, “Sizden [Gilchrist’tan] gelen ve doğrudan Endonezya’ya BBC aracılığıyla ulaşan durum raporları vardır” ve “Bu Uzun Bıçaklar Gecesi’nini daha hafif bir uyarlamasıdır”. Bu yalanlar hem Endonezya halkında EKP düşmanı hislerin uyanmasına yol açmış hem de İngiliz kamuoyunun Suharto’nun darbesine dair aldığı tavrı yanlış yönde etkilemiştir. Bunu, Reddaway’in, ABŞ’nin Gilchrist’a 13 Mart günü Observer’da Endonezya hakkında çıkacak olan yazısında olayları onun bakış açısıyla [Gilchrist’ın] aktaracağına, yani olan bitenin kansız bir darbe olduğunu söyleyeceğini bildiren Gavin Young isimli bir İngiliz muhabiri ile olan bağlantısından söz etmiş olması kanıtlar niteliktedir.1 Bazen bu propaganda kampanyası çok daha doğrudan bir niteliğe bürünüyordu. Reddaway’in önderliğinde ABŞ “Kuyudan Gelen Ses” (sözü geçen kuyu öldürülen generallerin cesetlerinin atıldığı Halim hava üssündeki kuyudur) isimli Endonezya dilinde bir radyo programı hazırlamıştı. Singapur’da mevzilenmiş İngiliz ajanları tarafından hazırlanan, Cakarta’ya gizlice gönderilen ve yayını Suharto’nun üssüne yakın bir yerden yapılan bu program EKP karşıtı milliyetçi propaganda yapıyordu. ABŞ’nin “psikolojik savaşının” 1965-66 sürecinde Endonezya’da gerçekleşenlere etkisinin tam boyutunu anlamak güçtür. Ama İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın Endonezya halkının ve uluslar arası kamuoyunun fikrini Suharto’nun darbesini ve antikomünist nitelikteki katliamını destekleyecek şekilde değiştirmek amacıyla gerçeklerin kasten çarpıtıldığı bir kampanyaya önderlik etmiş olduğu açıktır.
Katliamdan Sonra: Batı Medyasının Cinayetlere Tepkisi
daha sonra şöyle diyecekti: “Tarihte ilk kez bir elçi, çalıştığı ülkenin halkına istediği anda istediği şekilde seslenebiliyordu.”
52
Reddaway’in Gilchrist’a yazmış olduğu ve yakın zamanda ortaya çıkan bir mektup ABŞ’nin “psikolojik savaş” kampanyasının temel unsurlarını sıralıyor ve
Kendi çapında “dürüst” olan muhafazakâr yorumcular ise bu esnada ellerinden geleni artlarına koymuyorlardı. New York Times’dan James Reston, Endonezya’nın, komünist bir partinin ciddi siyasi güce sahip olduğu bir ülkeden anti-komünizmin bir kalesine ve bir yatırımcılar cenneti haline gelmesine yol açan “vahşi dönüşümü” selamlıyordu. Ona göre yarım milyondan daha fazla masum insanın hunharca katledilmesi “Asya’dan parıldayan bir ışık” idi. Başka yerlerde de, adeta kanunmuşçasına, çarpıtmalara ve yalanlara başvuruluyordu. Aralık 1965’te, New York Times gazetesinde çıkan başyazı komünistlere karşı gerçekleştirilmekte olan katliamı çarpıtarak onu sadece kıdemli parti kadrolarına yönelik bir operasyonmuşçasına gösteriyor, ülkenin “saatli bombası” olan güçlü Endonezya Komünist Partisi’nin “bütün üst düzey liderlerini tasfiye etmek sureti ile fitilini
Kıyımın sistematik doğasını geri plana itmeye çalışanlar olan bitenin kültürel anlaşmazlıkların sonucu ortaya çıkan bir çatışma süreci olduğunu iddia ediyor, bu savlarını da basmakalıp oryantalist önyargılar ile süslemeyi ihmal etmiyorlardı. Yazdıkları ile batıya olan bitenin detaylı bir anlatımını ilk kez sunacak olan John Hughes katliam esnasında Endonezya’da bulunan az sayıda batılı gazeteciden biriydi. Endonezya Ayaklanması başlıklı kitabı 1967 senesinde çıkmıştı ve daha sonra bu konuda yazılanların çoğu tarafından bir referans noktası olarak alınacaktı. Hughes olayları 1906’da Hollandalıların ateşli silahlarına en ilkel araçlarla karşı koyan Balili direnişçilerin uyguladıkları bilinçli ve intihara meyilli şiddete benzeterek, 1965-66 Endonezya’sının geçmişten gelen ciddi bir feda kültürüyle harmanlanmış bir şiddet anlayışında vücut bulan “kitlesel bir ölüm isteğine” kapıldığını iddia ediyordu. Hughes bu görüşü savunan tek kişi de değildi üstelik. The New York Times gazetesi muhabiri C.L. Sulzberger cinayetlerin sebebini “Malaylarda2 bulunan içsel bir şiddet eğilimi”ne bağlıyor, ve devam ediyordu: “Bu şiddet eğilimi, bu kana susamışlık yüzündendir ki diğer dünya dillerinde bulunan az sayıda Malayca sözcükten biri de amok’tur.” The New Yorker dergisinden Robert Shaplen da dünyanın geri kalanının “Endonezya’yı yargılamaması gerektiğini” söylüyor ve söz konusu olan katliamın “Endonezyalıların antik geleneklerinden gelen kötülükleri temizlenme ve saflığı muhafaza etme inancı dâhilinde” olduğundan bu kanlı cinayetlerin “Endonezya kültürüne göre mazur görülebilir” olduğunu iddia edecek kadar ileri gidebiliyordu. Ona göre insanlar “psikolojik ve duygusal açıdan cinnet geçirmeye meyilli” bir haldeydiler. Ama aslında bu “amok” kavramını ele aldığımızda görürüz ki bu sözcük şiddete başvuranın umutsuz, umarsız kalmış biri olduğu anlamını barındırır, dolayısıyla gerçekte olan biten ile pek bir alakası yoktur. Yine de bu tabirin kullanılması antropolojik bir anlayış katıyormuş gibi göründüğünden cinayetlere
ilişkin gelişen tartışma boyunca kullanılmaya devam etti ve bilinçli ve sistematik bir biçimde gerçekleşen bu katliamın gerçek doğasının gizlenmesine yardımcı oldu. Sulzberger’ın kıyımların gerçekleştiği “Asya’da insan yaşamının ucuz olduğu” görüşü gibi düşünceler de katliamın batıdakinden daha farklı bir ahlaki çerçeve dâhilinde değerlendirilebileceği fikrinin yayılmasına sebep oluyordu. Basının 1965-66 Endonezya katliamına yaklaşımı ABD’nin ve İngiltere’nin soğuk savaş siyasetinde yeni bir aşamanın başlangıcına işaret ediyordu. Bu süreç ABD’nin Soğuk Savaş şartlarında elverişli siyasi sonuçlara yol açabilecek olan devasa boyuttaki kanlı bir katliama dair benimseyeceği tavrı gösteriyordu dünyaya. Aynı zamanda basının ve siyasi liderlerin hevesle karşılamış olduğu ve toplu cinayetlerin de neredeyse hiç protesto ile karşılaşmamış olduğu bu süreç, komünistlere yönelik baskılarda toplu katliamın da uygulanabilir bir model olduğunu gösteriyordu egemenlere. Sadece yedi yıl sonra ABD Şili’de askeri diktatör Pinochet’yi iktidara getirerek benzer bir istikrarsızlaştırma ve (ancak bu defa ölü sayısının yüz binler ile değil binler ile ifade edildiği) bir katliam politikasını destekleyecekti. Endonezya tecrübesi ABD’li egemenlere, karşılığında siyasi kuruluşlardan veya basından bir tepki görmek zorunda kalmadan, Amerikan devletinin sivillere yönelik bilinçli ve siyasi güdümlü katliamlar gerçekleştirilmesinin ya da bu katliamları doğrudan desteklemesinin pekâlâ da mümkün olduğunu gösteriyordu. Böylece de 1950’lerden itibaren ABD’nin dış siyasetinde belirleyici rol oynamaya başlamış olan devlet destekli terör kültürü de pekişmiş oluyordu.
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
çektiği” için orduya methiyeler düzüyordu. On yıl kadar sonra Los Angeles Times gazetesinden George McArthur daha da öteye giderek EKP liderlerinin (kendilerine yönelik olan) katliamı bizzat gerçekleştirdiklerini iddia edecekti. Şöyle diyordu: “Endonezyalılar 1965’te, şimdi yasadışı olan Maocu Komünist Parti, iktidarı alarak ülkeyi kan gölünde boğmaya kalkıştığında Çin ile ilişkilerini sona erdirmişlerdi.” Bir yayın organı böyle doğrudan yalan söyleyecek kadar yüzsüz olamadığında da Suharto rejimine daha genel bir destek veriyordu. Örneğin The Economist Suharto rejiminden “özünde iyi” olarak söz etmişti.
* Nathaniel Mehr, İngiltere’de yaşayan bir gazetecidir. The Morning Star ve Tribune adlı gazetelerde yazıları yayınlandı. Anti emperyalist ve sosyalist bir çizgide ve çoğunlukla ana akım, sol ve liberal medyanın eleştirisini konu alan makaleler yazmaktadır. Hala London Progressive Journal adlı gazetede editör yardımcılığı görevini sürdürmektedir.
DİPNOTLAR: 1- Bu 1934 senesinde Nazi Almanyası’nda SA (Sturmabteilung) adlı paramiliter faşist güçlerin Hitler tarafından gerçekleştirilen tasfiyesi. O dönem Nazi iktidarının iddiasına göre SA’lar darbe hazırlığındaydı. Oysa amaç, büyük bir siyasi ve askeri güç haline gelmiş olan SA’yı tasfiye etmek, yerine daha profesyonel olan ve yönetimin denetimi altında olacak olan Schutzstaffel’i (SS) getirmekti. Orijinal adı “Nacht der Langen Messer.” 2- “Malay”: sömürge döneminde batılıların yöre halkına verdiği genel isim.
53
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
Din - Büyü İlişkisi İçerisinde; e üz m nü Gü an nd cı gı an şl Ba ın ığ rl ga Uy şayan Toplumsal Dokunun Çatlaklarında Ya
‘Erken Bilim’ -II-
Ahmet Kerim Gültekin*
Kurumsallaşan Doğaüstü: Din İnsan, artık, kolektif emeğinin yarattığı özdeksel dünyası içerisinde doğa karşısında galiptir. Doğal olan, kültürel olana çevrilmiştir. Takvimler (gökyüzü, yıldızlar, sular, nehirler) hazır; nehirler (sulama kanalları) insanın hizmetindedir. Yaşam, her ne kadar tamamıyla olmasa da eski ile kıyaslanmayacak ölçülerde güvence altındadır. İnsanı çevreleyen maddesel evrenin belirli bir bilgisine ulaşılmış, tanımına kavuşulmuş ve insanın kendini duyuşunda yani tinsel evreninde yeniden inşa edilmiştir. İşte bu yeni özdeksel ve tinsel evren içerisinde büyü ya da bir başka tabirle erken bilim artık kaybolmaya başlamıştır. Çünkü büyüyü yaratan, maddi gerçeklik artık yoktur, yani insanın doğa içerisindeki edilgen konumu ortadan kalkmıştır. Fakat gelişen işbölümü, ticaret, toplumsal tabakalaşma ve yeni statü ve roller bu kez insanı bir başka duyuşa sevk etmiştir. Bu yeni evrende insan, toplumsal üretime katılmakta, ihtiyaç fazlası bir ürün elde etmekte ancak üretime de devam etmek (zorunlu olarak) durumundadır. Çünkü, kök nedenlerinden habersiz, içinde yaşadığı toplum uzun bin yıllar boyunca, şimdi içerisine doğmuş olduğu kültürün/dünyanın ‘başaşağı bir bilinçliliğini’ yaratmıştır.
54
Engels, devletin ortaya çıkışı konusunda, bu yeni toplumsal örgütlenmenin, toplumun üretim araçları
üzerindeki ortaklaşa mülkiyetinin özel mülkiyete evrilmesi ve söz konusu özel mülkiyet kavramı içerisinde, üretim araçlarının da sahibi olan toplumsal kesimlerin, mevcut süregiden toplumsal düzenin meşruiyeti ve kendi varlıklarının güvencesini sağlama konularında yaşanan gereksinimlerinin bir ürünü olduğunu söyler. Engels devletin, daha çok toplumun, gelişmesinin belli bir aşamasındaki ürünü olduğunu söyler ve şöyle devam eder: “… Bu, toplumun önlemekte yetersiz bulunduğu uzlaşmaz-karşıtlıklar biçiminde bölündüğünden, kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır. Ama karşıtların, karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir savaşım içerisinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde yer alan çatışmayı hafifletmesi, “düzen” sınırları içinde tutması gereken bir güç gereksinmesi kendini kabul ettirir; işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan bu güç devlettir.”1 Devlet, nihayetinde, toplumsal üretimi denetleyen ve yönlendiren ve ‘siyasal iktidar’ olarak da tanımlanan bir toplumsal kesimin toplumun geri kalanı üzerinde zora ve kurumsallaşmış meşruiyete yaslanan egemenliğin tanımıdır. ‘Zor’, yazının icadı ile birlikte, eski çağlarda insanla iç içe olan doğaüstünün artık çok uzaklarda kaldığı bir zamanda, mevcut süregiden toplumsal
‘Kurumsallaşmış meşruiyet’ ya da bir başka ifade ile ‘ideoloji’ ise (ki burada, genel konumuz ile ilgili tartışacağımız mesele de budur); gelişen kolektif emeğin yarattığı toplumsal üretim ve bu üretim içerisinde bazı kesimlerce üstlenilen rollerin (çiftçi, göçebe, zanaatkar, yönetici, asker vb.), süreç içerisinde yarattıkları ve insanın kendini duyuşunda evrilttiği düşüncelerin, kavramların, değer ve kurumların gelişiminden istim almıştır. Ancak tüm bu düşüncelerin ve kurumların gelişimi, şekillendikleri uzun bin yıllar içerisinde yaratıcılarının kolektif hafızalarında kök nedenlerin unutulduğu (bu durumun hiçbir zaman bilinçliliğe ulaşmadığını; çünkü bizzat, tüm bunları yaratan insanın, üretim faaliyeti içerisinde gerçekleştirdiği düşünsel edimler olduğunu daha önce de belirtmiştik) bir süreçten geçerek, mevcut üretim ilişkilerinin ‘ezeli ve ebedi’ olarak kabul görmelerini de beraberinde getirmiştir. Ve devlet aygıtına sahip kesimler de, süregiden bu toplumsal yapının devamlılığı noktasında, toplum içerisindeki eşitsiz ilişkilerin kaçınılmaz sonuçları olarak yaşanan çatışmaları ve gerilimleri engelleyebilmek, düzenin bekasını sağlayabilmek adına sömürüye, doğaüstü dolayımı ile meşruiyet kazandırmışlardır. Özbudun, söz konusu meşruiyetin en önemli dayanaklarından birisini ‘mitos ve kült’ün oluşturduğu görüşündedir. Gerek yazı öncesi ve gerekse yazı sonrası toplumsal tarihin düzenlenmesi ve yeniden üretilmesinde üstlendikleri rollerle, mitoslar ve kültler, toplumsal bilinçliliği oluşturur ve aktarırlar. Ancak bu aktarım, toplumsal yapıya ve mevcut değerler sistemine süreklilik kazandırma ve meşrulaştırma işlevleri ile vardır. Yönetici erkin, kutsal olan tarafından onanması (mitos ve kültler dolayımı ile), onu toplumun bütününde doğal ve meşru kılmaktadır.2 Şu noktadan itibaren, tartışmanın geri kalanında kullanacağımız ‘din’ kavramının çerçevesini çizmek istersek; bireyin ya da toplumun duyusal algıları ile sahip oldukları, öğrendikleri ve ilerleterek aktardıkları pratik bilgi ve düşüncenin devamında; benzer şekilde, düşünsel ve pratik, işlevlere, kurumsal organizasyonlara ve davranış örüntülerine sahip; bireyin ve toplumun var olduğu tarihsel kesite denk düşen ve ‘insan’ın tarihsel varoluşuna paralel olarak sınırları, kapsamı, kurumları, işlevleri; kısacası, algısı değişen, maddi kültüre bitişik ve ilişkin bir tasarımlar bileşkesi olarak değerlendirebiliriz.
‘İnsan’ın bugününe dair gözlemlenebilen ya da geçmişine dair yoruma açık olarak değerlendirilebilecek/kurgulanabilecek maddesel gerçekliğine bitişik; insanoğlunun temel varoluş geriliminde, geçmiş–bugün–gelecek sorunsalına, merkezine insanın manevi gerçekliğini alan dinin getirdiği kurgusal bütünlük ve davranış örüntüleri, her farklı kültürel algıda değişmekte ve ‘insan’ın içkin anlamında kendisini ifade etmektedir. Söz konusu ‘içkin anlam’, herhangi bir tarihsel kesit içerisinde, bireyin aidiyet hissi içerisinde olduğu en küçük sosyal organizasyondan en karmaşık örgütlenme modellerine değin; ekonomik–sosyal–siyasi döngüler ekseninde, inisiyatif sahibi olduğu çelişmelerden (statü ve rollere ilişkin olan) geniş yığınlar ile birlikte sürüklendiği çelişmelere (savaşlar, isyanlar, açlık ya da salgın hatalık dönemleri vb.) dek, bireyin sosyal bir varlık olarak yaşamını idame ettirdiği zaman ve mekanda, yukarıdaki etkenlerin belirlediği maddi ve manevi gerçeklik içerisindeki ‘algısı’dır.
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
yapının, Tanrının ya da Tanrıların kelamına dönüştüğü bir gerçeklikte, başta toplumsal üretimi düzenleyen ve toplumsal yaşayışın sınırlarını ve çerçevesini çizen yasalar olmak üzere, kabul edilegelen toplumsal rollerin dışına çıkıldığı anda kendi özgün aygıtları ile açığa çıkardığı şiddeti karşılamaktadır.
Dine ilişkin kuramsal çerçevemizin sınırlarını ‘büyü’ için de belirlemek istersek; uygarlık öncesi çağların yabanıl doğasında insana yol gösteren, teşvik eden ve yeni şeyler öğreten büyü (ya da erken bilim), tam da bu işlevleri yüzünden insandan uzaklaşır. Belirli bir sürenin ardından, edinilen ve aktarılan tüm deneyimlerin sonucunda doğa, bilinebilirdir. Doğa ve insan arasındaki özne–nesne ilişkisi insandan yana değişmiştir. Bu durumda insan, kendi varlığını bu noktaya taşıyan kolektif emeği tekrardan keşfederek, ‘toplum’ bilincini bu kez ‘üretim’ ve ‘üretim ilişkileri’ düzleminde yeniden kurgular. Bu yeniden kurgulama ya da daha net bir ifade ile yeniden örgütleme, uygarlığa geçişin sahip olduğu eski ve yeni öğelerin çatışkı ve birleşimlerini içerdiğinden, ‘erken bilim’, bir zamanlar sahip olduğu toplumsal statü ve gücü ‘bilim’e, ‘sanat’a ve ‘yeni doğaüstü’ne devreder ve uygar çağların doku aralarına sızarak, yukarıdaki paragraflarda çerçevesi çizilen örgütlü doğaüstü (din) içerisinde ‘büyü’ye dönüşür.
Uygar Toplumun Çatlaklarında Büyü: Tanımları, İşlevleri Her şeyden önce altını kalın kalemlerle çizerek belirtmek gerekir ki uygarlık öncesindeki ve sonrasındaki doğaüstüne dair tutumları ve davranışları işaret eden bir kavram olarak ‘büyü’nün tanımladığı gerçeklikler, yürüttüğümüz tartışma içerisinde, biçimde örtüşen noktalar barındırsalar dahi, birbirlerinden tamamen farklı şeylerdir.3 Biçime dair benzerliklere ilişkin söylenebilecekler; günümüzdeki büyülerin, sadece içerdikleri teknikler ve prensipler bakımından, uygarlık öncesi süreçlerdeki
55
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
biçimlerinden bugüne insan varlığının tarihselliğine yaslanarak taşıdıkları üzerinedir. Ancak tekrar belirtmek gerekir ki bu benzerlikler, büyülerin çalışma prensiplerine, konularına ve niteliklerine dairdir. Burada dikkate alınması gereken en önemli nokta; uygarlık öncesi avcı-toplayıcıların ve ardıllarının büyüsel düşünüş ve edimlerinin tamamen kolektif bir bilinç üzerinden şekillenmiş olduğudur. Genç kuşaklara yaşlılarca aktarılagelen (aynı zamanda her kuşak, bu aktarılanlara kendi deneyimlerinden de bilgiler katmaktadır) doğa üstüne dair bilgilerin, aynı zamanda toplumun yaşam ve geçim biçimini de genç kuşaklara aktaran işlevi düşünüldüğünde, büyüsel pratiklerin kolektifin varlığı noktasında oynadıkları rol açıklıkla görülmektedir. Bu bakımdan değişim hızları oldukça yavaştır. Çünkü ‘birey’ adına değil, onu da kapsayan ve var eden, ‘toplum’ adınadır. Günümüzde ise, tıpkı uygarlık sonrası süreçlerde olduğu üzere4, büyüsel edimler daha ziyade kişiselleşmiş çıkarlar, ihtiyaçlar, zorlanmalar vb. olaylar dolayımı ile toplumsal dokuda vücut bulmuşlardır. Neolitiğin ardından insanoğlunun, (milyon yıllara uzanan biyolojik ve kültürel evrimi düşünüldüğünde) büyük bir hızla kendine içkin evreni yarattığını ve bu evreni de kendisini bu noktaya getiren toplumsal üretim etkinliği sayesinde sürekli (ve yine kendi içinde artan bir hızda) devingen kıldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Neolitik öncesi insanın doğa karşısında kendisini duyuşu olarak ‘erken bilim’ doğaüstü motifler ve yüklemelerle dolu olsa da toplumsal yaşam içerisinde ‘üreten’ bir işlev ile var olduğu açıktır. Çünkü toplum, henüz varolabilme aşamasındadır. Ve erken bilim insanın doğaya karşı olan bilinçliliğidir. Neolitik sonrasında ise, başlayan ve hızlanan ‘üretim’in yarattığı sosyal ilişkilerin, en başta da ticaretin, ortaya çıkardığı yeni toplumsal yapı ve bu örgütlü yapı içerisinde insanın kendisini duyuşu olarak, ‘örgütlü doğaüstü’ (din) ise, giderek gerçek yaratıcılarından (üretime katılan insan) uzaklaşmış ve insanın doğumundan itibaren müdahil olduğu bir başaşağı bilinçliliğin tanımı olmuştur. Bu andan sonraki yüzyıllarda ise ‘erken bilim’ ve din çoğu zaman çatışarak ama benzer ihtiyaçlara cevap olarak yaşayagelmişlerdir.
56
Erken devletlerden pre-modern çağlara ve moderniteden günümüze uzanan insan varlığı, uygarlaşmanın ardından toplumun çatlaklarına sığışan ve inatçı bir canlılıkla yaşatılan ‘erken bilim’i, bugün genel anlamda ‘büyü’ olarak kategorize etmektedir. Şüphesiz büyünün içerdiği tutum ve davranışları anlatan ve insan çeşitliliği uyarınca sonsuzca çeşitlenen bir kavramlar gerçekliği de vardır. Ancak biz,
burada, mümkün olan en genel tanımlardan yola çıkacak, bu türden tutum ve davranışların çerçevesini çizmeye ve toplumsal yaşamdaki yerini ve işlevlerini göstermeye gayret edeceğiz (ki tartışmamızın içerdiği son konunun alt yapısını hazırlayabilelim). Kuşkusuz, büyüsel düşünce ve işlemlerin tanımlarına, gündelik yaşam içerisindeki kullanımlarına ve algılanışlarına dair bulunabilecek sayısız kaynak vardır. Bu konuda tartışmayı tanımlar ve kavramlar arasında boğmamak için, bilimsel kimliğinden ve yetkinliğinden şüphe duyulmayacak olan ve Türkiye’de din etnolojisi ve geleneksel halk kültürü alanlarında verdiği özgün yapıtlar ile bilinen Prof. Dr. Sedat Veyis Örnek’in tanımlarından aktararak devam ediyoruz:
a) Tanımlar “a) Maji: Yunanca ‘mageia’dan gelmektedir. Büyücünün sanatı anlamına gelir. ‘Magier’ (büyücü), eskiden İran’da mensuplarına doğaüstü kuvvetler atfedilen ‘maguş’ denen bir rahip sınıfının adıydı. Bugün, büyücülüğün ve gaipten haber vericiliğin adıdır. b) Büyü: Bu kelime Türkçe’de çeşitli yazılış ve anlam nüanslarında karşımıza çıkmaktadır. Batı Türkçesinde ‘büğü’ olarak geçer ve sihir, efsun anlamlarına gelir. ‘Büğü’den türetilen ‘baği’ ise büyü yapmak ve bozmak anlamlarına gelmektedir. ‘Büyücü’ ise, büyü yapan, ‘sahir’, ‘sihirbaz’, ‘gözbağcı’ demektir. c) Baymak: Uygurca ‘bağlamak’; Çağatayca ‘baylamak’, ‘baygın’; Türkmence ‘büyü’, ‘boy’, ‘baybin (bağlamak, bağ)’ anlamlarına gelip, ‘ba (kuvvet, iktidar)’, ‘bayibin (bağlı olmak)’ demektir. d) Bağlamak: Türkiye Türklerinde bağlamak; büyülemek, büyücülükle birisini kendine benzetmek, cinsel iktidarını işlemez hale getirmek, birisinin dilini, kısmetini, bahtını bağlamak gibi anlamlara gelmektedir. e) Sihir : Arapça ‘sihr’, isim olup ‘büyü’ karşılığıdır. Sihir Kuran’da da geçmektedir. Sihirin ikinci anlamı “büyü kadar etkili şey, fettanlık”tır. Son olarak sihir, büyüleyici güzel sözler söyleme olarak da bir anlam kazanmıştır. f) Tılsım: Arapça isim olan tılsım, ‘çare’, ‘olağanüstü etki’ anlamına gelmekte olup, çoğulu, ‘tılsımat’tır. g) Afsun: Farsça afsun kelimesinden gelip, büyü, afsunlama anlamındadır. Bugün afsun kelimesi bilhassa zehirli hayvanların sokmalarına karşı yapılan “şerbet” manasını taşımaktadır. Orta Asya’da Yakut lehçesi içerisinde “kötü ruhları kandırmak, dalkavukluk etmek” anlamlarına da gelir. h) Üfürükçülük: Hastaları, “cin çarpmışları”,
i) Bakıcılık: Buna “cindarlık” da denmektedir. Bir çeşit Şamanlık faaliyetidir. Geleceği görmek, hastalıkların sebebini öğrenmek, çalınana kıymetli bir “yitik”in yerini öğrenebilmek için yapılan pratiklerdir.”5 Yukarıdaki tanımlardan da çıkarsanabileceği üzere, büyüsel tutum ve pratikler içeren ancak kültürel kodların farklılıkları uyarınca tanımlanan hemen tüm kavramlar, ‘büyü’ kavramının doğa kar-
büyüsü’ olarak da adlandırılan büyü, gerek niteliksel gerekse de çağrışım yaratabilecek biçimsel olmayan özelliklerden hareketle yapılan büyüdür. “ ...Bu büyünün yapısı, taklit yolu ile arzu edilen sonucu hasıl etme denemesi, benzer işlemlerle istenilen şeyi (olayı) öne almak, böylece o olayın yakın bir gelecekte meydana gelmesini zorlamaktır. Bunu yaparken ‘benzer benzeri yaratır’ ilkesinden hareket edilmiş olur... ‘Benzer’ olarak da gözle görünür dış benzerlikler, tutum ve davranıştaki benzerlikler ya da asosiyatif düşünce zincirlerinden çıkan büyüsel özellikler geçerlidir. ”7 Homeopatik ya da ‘yansıtmalı’ büyü, biçim,
şısında insanın insiyatifini öne çıkaran uygulamalarını karşılar pratiklere işaret etmektedirler. Doğaüstü karşısında zorlayıcı, kendi istek ve amaçları doğrultusunda harekete geçiricidirler.
renk, koku veya başka nitelikleri bakımından birbirine benzeyen nesneler ve olaylar arasında belli bir ilişki bulunması gerektiği, bunlardan birisine yönelik eylemin ötekisini de etkileyeceği inancına dayanır.
Bu tanımların karşılayageldikleri büyüsel pratikleri çalışma şekillerine, ne amaçla yapıldıklarına ve uygulamanın niteliğine bakarak sınıflayabilir ve tartışmamamızı kolaylaştırabiliriz.
Temas büyüsü (Kontajiyöz maji)8 nün temelinde ise; bir dönem için, temas halinde bulunmuş yani birbirleri ile bağı/bitişik olma durumu bulunmuş nesnelerin aralarında varolduğu tasarlanan ‘sempatik bağ’ ilişkisi yatmaktadır. Söz konusu nesneler, fiziki olarak, birbirlerinden ayrı olsalar bile bu ‘bağ’ daima onları bir arada ve ilişkili kılmaktadır.
Çalışma Şekilleri Açısından Taklit büyüsü (Homeopatik maji)6 ya da ‘analoji
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
büyüye tutulmuşları iyi etmek amacı ile ya kutsal kitaptaki sure ve ayetlerden ya da büyüsel sözlerden, formüllerden faydalanarak okuyan, okuduklarını hastanın yüzüne üfleyen, “nefesi kuvvetli” kimselere ‘üfürükçü’ denir.
57
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
“ ‘Parça bütüne aittir’ ilkesi, parçaya sahip olanın, bütüne de sahip olacağı düşüncesini doğurur... Temas büyüsünde saç, tırnak, kirpik vb fizyolojik unsurların yanı sıra, insanın giyim kuşamı ve günlük hayatı için kullandığı şeylerin de etkisi ve gücü ‘iletici’ niteliğe sahip olduğu görülmektedir. Her hangi bir şeyin içindeki majik kuvvet, o şey uzakta da olsa, çoğu kez o şeyin bütün kısımlarında da varmış gibi düşünülür; örneğin bir ağacın büyüme ve mahsul verme gücünün, ağacın dallarında ve yapraklarında da varolmasını düşünmek gibi. ”9 Toplumumuzda da yaygınlıkla kullanılan amulet ve uğurlukların (nazarlık) kök nedenlerinden olarak da düşünülen temas büyüsü, ‘mana’ kavramının çağrıştırdıkları ile de yakından ilgili görünmektedir.10 Çeşitli nesneler arasında varolan, biçimsel benzerliklerden ya da tasarımsal ilişkilerden (parça– bütün) hareketle geliştirilen taklit ve temas büyüleri iç içe geçmişlerdir. Her iki büyünün de temelinde ortak bir ‘sempati kurma’ özelliği görülür. Bu sebepten taklit ve temas büyüleri, ‘sempati büyüsü’ ya da ‘duygusal büyü’ olarak da adlandırılırlar.
58
c) Uygulamanın Niteliği Bakımından Doğa olaylarını etkileyerek iradesi altına almaya
yönelen ve ofensif bir özellik taşıyan büyülere, aktif büyüler denmektedir. Mevcut tehdidi yahut büyünün yöneltildiği olayı, durumu çeşitli pratiklerle etkisizleştirmeyi ya da kontrol altına almayı içerirler. Aktif büyü, kuvvetli bir iradeyi, parapsikolojik yaşantılara sahip olmayı, etkili dua, beddua ve özellikle çeşitli büyüsel formüller içeren sözleri iyi bilmeyi gerektirir.11 Buna karşılık, benzer tehditlerden ya da olumsuz sonuçları olabilecek olaylardan kaçınmayı, korunmayı içeren büyüler de vardır. Bu tür büyülere de pasif büyü12 denmektedir. Bir takım büyüsel kudretlere sahip olduğu sanılan uğursuz yerlerden, eşyalardan ve insanlardan kaçınmak pasif büyünün esasını teşkil eder. Bu kaçınmaların çoğu nedeninin tabu düşüncesine dayandığı düşünülmektedir Pasif büyüde, tehlike ve kötü etkileri uzaklaştırıcı majik öze sahip olduğuna inanılan amuletler de önemli rol oynarlar13 Bir başka büyü biçimi de, allopatik büyüdür14. Bu büyüde esas ilke, büyünün yöneldiği hedefi, karşıtı ile etkileme düşüncesidir. Bu açıdan taklit büyüsü ile, araç yönünden, örtüşmektedir. Çünkü, büyü için kullanılan nesne, hem benzerlik gösterdiği hem de zıtlık gösterdiği için kullanılabilir.
Büyüler, yapılış amaçlarına ve hedefledikleri sonuçlara göre de ikiye ayrılırlar. Bunlar; ak büyü ve kara büyüdür. Ak büyü; toplum ya da birey nezdindeki problemlere, sıkıntılara, ihtiyaçlara yarar gözetilerek yapılan büyüleri kapsar. Koruyucudur. Ak büyü, çoğunlukla dinden ve dinin kutsal saydığı şeylerden yararlanır. Genellikle din alnında ve din adamları ile iş görür; duaya ve kurbana başvurur. Bu büyü, yararlı, gözle görülebilen kuvvetleri, hatta doğa düzenini kendi alnına çeker. Kara büyü ise ak büyünün zıttıdır. Temel amaç, büyünün yöneldiği şeye zarar vermektir. Ak büyü gibi kara büyü de dinden, kendi amacı doğrultusunda faydalanır. Dinin yasakladığı şeyleri yapmaktan çekinmediği gibi, dinin kutsal bildiği şeyleri de saygısızca kullanmakta tereddüt etmez. Kısaca dinin karşısındadır. Bu yüzdendir ki, özellikle kara büyüyücülükle uğraşan kimselere günahkar gözüyle bakılmaktadır.15
Büyü edimleri bilindiği gibi tanrılar üstüne zorlayıcı bir etki yapabilmek çabasındadır. Oysa ibadet edimi, tanrıları yumuşatmak, onları memnun etmek amacını gütmektedir. Pratik büyü sanatının sınırlı ve belirli bir tekniği vardır. Büyüsel sözle, tören ve büyücünün durumu, büyünün daima bilinen üçlüsünü teşkil eder. Dininse karışık yönleri ve amaçları ile böyle basit bir tekniği yoktur. Büyünün cemaati yoktur. Din her şeyden önce cemaat ister. Din yasakları bozulunca günah işlenmiş olur; oysa büyü bozulunca günah işlenmiş olmaz.
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
d) Amaçları Bakımından
Büyü ve Din; Örtüştükleri ve Ayrıştıkları Noktalar Büyü ve din kavramlarına yüklenen anlamsal farklılıklar, esasen XIX. yy. ile birlikte toplum bilimcilerin insan toplumlarında sosyo-kültürel yapının evrimi ya da toplumsal yapı kavramı üzerine yürüttükleri tartışmalarda takındıkları kuramsal tutumlardan istim almıştır. Bu farklılıklar (ve beraberinde örtüştükleri noktalar), doğalında, insanoğlunun uzun tarihsel serüveninin en özgül çıktılarından olan doğaüstüne dair tüm edimlerin de kaynaklarına ve gelişimlerine işaret eder niteliktedirler. Ek olarak bu çalışmalarda açığa çıkan düşünceler, yürütmekte olduğumuz tartışmanın son konusu çerçevesinde, söyleyeceklerimizi ve söyleyeceklerimiz üzerindeki kuramsal kabullerimizi de belirginleştirmektedirler. Prof. Dr. Sedat Veyis Örnek, benzerlik ve farklılıklar üzerine şöyle bir sınıflandırma önerir; “Benzerlikler: Her ikisi de doğaüstü alanına girer. İkisi de doğaüstü alanda iş görür. Büyücü de, din adamı da pratik olan belirli amaçlar güderler. Büyü de din de tamamen mitolojik geleneğe dayanmaktadır. İkisi de tabularla, kurallarla çevrilmişlerdir. Ayrılıklar:
59
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
Din herkese açıktır. Büyü ise kapalıdır. Dinde boyun eğme bağlanma vardır. Büyü de ise öz-denetim ve kontrol vardır. Büyünün, teknik uzmanlar ya da bu işi meslek edinmiş kişiler yetiştirme eğilimine karşılık, din, rahiplere ve dinsel önderlere rağmen herkes için ve herkese açıktır. Din genellikle büyüyü ve büyüsel işlemleri reddeder. Oysa büyü, amacına varmak için gerektiğinde dine, onun kitabına, peygamberlerine ve azizlerine başvurur, onların yardımını sağlamaya çalışır.”16 Bu sınıflamaya ek olarak, katabileceklerimiz şunlardır: Din, insanoğluna, tüm soruların cevap bulduğu, kendisine ve içinde yer aldığı evrene dair anlamlı bir varoluş tasarımı sunar. Bu bakımdan, din, mevcut tarihsel kesitin içerdiği teknik bilgi birikiminin yetersizliği gibi sebeplerden ortaya çıkan gerilimlerde, sunmuş olduğu anlamlı bütün çerçevesinde, her daim kaygıyı azaltıcı bir işlev üstlenir. Büyü de benzer biçimde kaygıyı azaltıcı bir işleve sahiptir. Ancak burada çok önemli bir fark belirir; dindeki ‘kadercilik’in yerini büyü de ‘eylem’ alır. Söz konusu
eylem belirli, pratik bir sonuca ulaşmaktan çok manevi doyuma yöneliktir. Benzer bir biçimde, insanoğlunu çevreleyen sorunlarda, sıkıntılarda ve bilhassa yaşamsal öneme sahip meselelerde din ve büyü birer başvuru kaynaklarıdırlar. Kaygıyı azaltma, uyumu kolaylaştırma, gerilimi giderme yönünde benzer işlevler üstlenirler. Ancak ne var ki, dine ‘dua’ dolayımı ile bağlanan insan büyüye belirli ‘pratik’ler ile müdahil olur. Bu noktada; büyünün uygar çağlarda üstlendiği pratiklerin belirli bir sonuca ulaşmaktan çok simgesel ve psikolojik olduğunu ancak uygarlık öncesi uygulamaların (erken bilim) pratik bilgiye hizmet ettiğini de hatırlamak yerinde olacaktır. Diğer taraftan din, insan hayatının başlangıcından ölümüne kadar, hatta ölümden sonrasını bile yorumlayarak bireysel ve toplumsal yaşamı anlamlı hale getirirken, büyü, belirli sorun ve kaygı verici durumlarda geçici birtakım çözümler ortaya koymaya çalışsa da bu çözümler dinin ortaya koyduğu modelden oldukça uzak görünmektedirler.17 Toplumsal işlevleri itibari ile de din ve büyü arasında belirgin bir fark daha vardır. Geleneksel dinler, grup normlarını güçlendirmekte, bireysel davranışları denetleyebilecek ahlaki yaptırımlar sağlayabilmekte, toplumu bir arada tutan ortak değer ve amaçları düzenleyerek toplumsal dengeyi koruyabilmektedirler. Ancak, pratik ve güncel sorunlar ile meşgul olan büyünün bir cemaati yoktur.18 “ … Din, toplumun onayladığı, çoğu zaman tapınma dışında bir amacı olmayan, dua ve benzeri davranışları içeren, ayrıca da herkes tarafından ortaklaşa paylaşılan etkinlikleri kapsamaktadır. Buna karşılık büyü her zaman için belirli amaçların elde edilmesine yönelen, gerekli dua ve tılsımlı sözleri bilen herkes için dolaysız ve gecikmesiz sonuç vereceğine inanılan, tanrıların yardımından bağımsız, genelde kişiye özel ve gizli …bir inanç ve etkinlik alanıdır.”19
60
Devlet, nihayetinde, toplumsal üretimi denetleyen ve yönlendiren ve ‘siyasal iktidar’ olarak da tanımlanan bir toplumsal kesimin toplumun geri kalanı üzerinde zora ve kurumsallaşmış meşruiyete yaslanan egemenliğin tanımıdır.
Çalışmamızda, ulaşılabilen hemen tüm kaynaklarda görüldüğü ve yukarıda aktarılanlardan da rahatlıkla anlaşılabildiği üzere, büyü ve din arasındaki benzerlik ve farklılıkların odak noktasını, insan varlığının içerisinde vücut bulduğu özdeksel ve tinsel evreni içerisindeki etkin veya edilgen rolleri belirlemektedir. Doğanın bir parçası olarak insan, büyü dolayımı ile dışsal gerçeklikle ilişkiye geçmekte ve şeyleri ‘etkin’ öğeler ve yöntemler ile kendi (burada kastedilen ve anlaşılması gereken kavram ‘kolektif’tir) yararına çevirmeye çalışmaktadır. Bu noktada insan, doğaüstü ile iç içe ve katılımcıdır. Ancak aynı kavramın, uygarlığa geçişten çağımıza uzanan
Dinde ise insan öğesi geri planda ve tali konumdadır. Doğaüstü göklere çekilmiş, kısaca insandan uzaklaşmıştır. Erişilmezdir. Beklenti ve istekler, sabırla bezeli reçetelerde, karşılık bulmaktadırlar. * Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Etnoloji Anabilim Dalı.
DİPNOTLAR: 1- Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Ankara: Sol Yayınları, 9. b., Mart 1990, s. 175. 2- Sibel Özbudun, Ayinden Törene – Siyasal İktidarın Kurulma ve Kurumsallaşma Sürecinde Törenlerin İşlevleri, İstanbul: Anahtar Kitaplar Yayınevi, 1997, s. 61 – 62. 3- Bu bakımdan kavramın işaret ettiği zamansal kesite dikkat yöneltmek yerinde olacaktır. Kafa karışıklıklarına yol açabileceğini düşündüğümüz bu durumu, haddimizi aşarak, uygarlık öncesi süreci işaret eden ‘erken bilim’ kavramı ile ayırmaya ve aşmaya çalıştık. 4- Burada kastettiklerimiz, Ön Asya’da vücut bulan ve ardıllarını günümüze dek ulaştıran uygarlıklardır. 5- Sedat Veyis Örnek, Sivas ve Çevresinde Hayatın Çeşitli Safhaları İle İlgili Batıl İnançların ve Büyüsel İşlemlerin Etnolojik Tetkiki, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, 1966, s.28 – 32. 6- Örnek S. V., a. g. e., s. 34 7- Dittmer, K., Allgemeine Völkerkunde, Braunschweig: 1954, s. 81’den Örnek S. V., a. g. e., s. 35. 8- Örnek S. V., a. g. e., 36. 9- Dittmmer K., s. 80’den Örnek S. V., a. g. e., 37. 10- Dinamist dünya görüşünün temelini oluşturan ‘kuvvet’ tasarımının, zaman içerisinde, çeşitli kötülüklerden korunmayı ya da her hangi bir durumdan fayda sağlamayı hedefleyen ve bu hedef doğrultusunda çeşitli şekillerde kullanılan ‘kutsal obje’ tasarımının temel prensibi haline dönüşmüş olması kuvvetle muhtemeldir. Basit teknolojisi ile doğayla iç içe yaşayan insan, çevresindeki en kudretli canlıların çeşitli uzuvları (dişi, pençesi, boynuzu vb) dolayımı ile kendisinde bulunmayan birtakım yeteneklere ve güçlere ulaşmayı hedeflemiştir. Söz konusu objeler;
temelinde temas ya da taklit prensiplerinin yer aldığı bir tasarım ekseninde, manevi kültürel değerlerin somutlaştırıldığı nesneler olagelmişlerdir. Yazıyı bilen, uygar kültürlerde de kutsal kitaplardan alınan cümleler, kutsal sözler, Tanrı, peygamber, aziz veya evliya adları veya kutsal kişilerin mezarlarından alınan taş, kum vb. parçalar, büyüsel formüller, kağıt, deri, teneke, bakır vb. nesneler üstüne yazılarak amulet olarak kullanılmaktadır. Bu tür objelerin sahiplerini çeşitli kötülüklerden koruduklarına inanılır. Muskalar çeşitli amaçlar için de yazılmış olabilirler (hastalık vb). Taşıdıkları bu koruyucu işlevin dışında, bir de sahiplerinin yetenek ve becerilerini arttırmak gibi, farklı yönleri olduğuna inanılmaktadır.
Nisan-Mayıs 2011-54
ÖZGÜR DÜŞÜN
algılanışı ise; benzer biçimler ve tekniklerde örtüşseler de büyünün, esasen kişiselleştirilmiş olduğu yönündedir. Fakat her iki biçimde de ‘insan’ öğesi doğaüstü karşısında etkin ve müdahildir. İstek ve arzularının, pratikte, takipçisi ve uygulayıcısıdır.
Söz konusu objelerin, koruyucu ve nitelik arttırıcı özellikleri, sadece insanlar ile sınırlı kalmamış diğer canlı ve cansız nesneleri (insana ilişkin olarak; ev, hayvanlar, toprak vs.) de kapsayacak şekilde genişlemiştir. Nazarlıklar bu uygulamaların en belirgin biçimlerini oluşturmaktadırlar. Ek olarak, Örnek, ‘uğurluk’ tanımı altında değerlendirilebilecek çeşitli objelere ilişkin tasarımların; amuletlerin, koruyucu ve nitelik arttırıcı özelliklerinden farklı olarak, taşıyıcısına sadece mutluluk ve şans getirme gibi özelliklerle ayrıştırılması gerektiğini söyler. 11- Sedat Veyis Örnek, Sivas ve Çevresinde Hayatın Çeşitli Safhaları İle İlgili Batıl İnançların ve Büyüsel İşlemlerin Etnolojik Tetkiki, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, 1966, s. 39. 12- Örnek S. V., a. g. e., s. 39. 13- Örnek S. V., a. g. e., s. 39. 14- Örnek S. V., a. g. e., s. 46. 15- Schmidt P., Dunkle Maechte, Frankfurt: 1956, s. 153’den Örnek S. V., a. g. e., s. 39. 16- Goldenwieser, A., Anthropology, London: 1937, s. 216 – 217; Kösemihal N. Ş., Din ve Büyü Probleminin Bugünkü Durumu, İstanbul: Sosyoloji Dergisi, 1952, s. 113; Lehmann, A., Aberglaube und Zauberei, Stuttgart: 1908, s. 11 ve Malinowski, B., Büyü Bilim ve Din, Çev. E. Gürol, İstanbul: 1964, S. 62’den Sedat Veyis Örnek, 100 Soruda İlkellerde Din, Büyü, Sanat, Efsane, İstanbul: Gerçek Yayınevi, 3. b., 1995, s. 137 – 138. 17- William A. Haviland, Kültürel Antropoloji, İstanbul: Kaknüs Yayınları, 1. b., Eylül 2002, s. 408. 18- Haviland, W.A., a. g. e., s. 407 – 408. 19- Calvin Wells, İnsan ve Dünyası, Çev. Bozkurt Güvenç, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994, s. 132.
61
tutsak postası
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
İNSAN VE YAŞAM Mehmet Zeki DOĞAN Edirne F Tipi Hapishanesi
İnsanın özgürlüğü ancak toplumsal olduğunda gerçekleşebilir. Toplum özgür olmadan birey özgür olamaz. Bunun aksini iddia eden gerici sistem, bizzat özgürlüğü yasaklayan, prangalayan, algıları körelten özel mülkiyet sistemidir. Bu yapı ortadan kalkmadan toplum özgürleşemez.
62
Özgürlük zorunluluğun bilince çıkartılması ve geliştirilmesidir. Peki, ama zorunluluk nedir? Her şeyden önce maddi yaşamın kendisidir. Doğadır. İnsanın ayrılmaz bir parçası olduğu ve yadsıyamayacağı bir var oluş sınırıdır. Sonra insanın insan üzerindeki, erkeğin kadın üzerindeki, sınıfın sınıf üzerindeki ve devletin toplum üzerindeki tahakkümüdür. Gerici iktidarların egemenlik alanlarının uzantısında, yaşama ve topluma yansıyan zordur. Bu zor aygıtlarının parça parça dağıtılmasıyla ancak özgür, bilinçli bir var oluşa kavuşabilir insan. İnsanın tarihsel yürüyüşünde bazı dönüm noktaları vardır. Bunlardan biri de ateşin kontrol altına alınmasıdır. Doğa karşısında sağlanan bu üstünlük, insanın fizyolojik ve kültürel evriminde bir sıçrama yaratmıştır. Elbette doğa ıslah edilmesi gereken ve kontrol altına alınması gereken bir şey değildir. Bu çarpık düşünce tamamen insan ve yaşam üzerinde tahakküm kurmaya çalışan ve kuran özel mülkiyet dünyasına aittir. Sürekli tüketen ve iktidarlarının baki olmasını isteyen zihniyetlerin ürünüdür. Yeni insan doğayı zapt edilmesi gereken bir şey olarak görmeyecek. Doğanın yasalarıyla, toplumun siyasal ve kültürel varlığını birleştirecek ve insanı-toplumu özgür bir var oluşa taşıyacaktır. İnsan ateşle birlikte yaşamında büyük bir değişimin ve gelişimin kapısını aralamıştır. Özgürlüğünün, sınırlarını daha da genişletmiştir. Artık geceyi ve karanlığı aydınlatabilmekte, güvende olduğu hissini daha çok duyumsamakta, topluluk bağlarını güçlendirmekte ve kültürel birikimini yaratabilmektedir. İnsan yapısı itibariyle doğayla ilişkisinde kültürle var olur. Kültür üreterek
İnsan on binlerce yıl doğanın bir parçası olarak eşitlikçi, özgür topluluklar halinde yaşamıştır. Bu dönemlerde, ezen, ezilen, sömüren-sömürülen ilişkisi yoktur. Çünkü buna yol açacak koşullar yoktur. Topluluk birlikte avlanır, toplayıcılık yapar ve eşitlikçi temelde tüketir. Sınıflar yoktur. Çünkü sınıfları, aileyi, sömürüyü, siyasallaşmış iktidarı yaratan şey özel mülkiyettir. İnsanın insan ve doğa üzerindeki tahakkümünün kaynağıdır üretim araçlarına sahip olmak. Elbette bu dönemlerde de kişisel bazı eşyalar vardır ama bunlar insanın insan üzerinde herhangi bir belirleyiciliğini doğurmaz. İnsanın ve toplumun yaşamla ilişkisi özgür temellerdedir. On binlerce yıl doğayı keşfederek yaşayan insan, doğanın diyalektik var oluşunu iyi gözlemlemiştir. Özellikle toplayıcılık yapan kadınlar doğanın “gizemini” çözmüştür. Binlerce bitkinin ne amaçla kullanılacağını keşfederek eşsiz bir bilgi hazinesi yaratmıştır. Bu hazine insanı, değişen doğa koşulları karşısında tarıma yönlendirmiştir, yani uygarlığa. Uygarlığın yaratıcısı kadın daha sonra yarattığı uygarlığın kölesi haline getirilerek zindanlara kapatılacaktır. Tarım öncesi topluluklar özgür ve eşitlikçi temelde yaşıyorlardı. Tarımla birlikte yerleşik yaşama geçmiş ve bu yeni koşulların uzantısında, toplum yaşamla olan ilişkisinde iktisadi ve düşünsel anlamda büyük bir dönüşüme uğramıştır. Eşitlikçi-komünal yaşam bozulmuş, kadının etkinliği ve yaşam alanı daraltılmış, baskı altına alınmıştır. İlişkiler özgür temelde değil ama özel mülkiyetle birlikte bağımlılık temelinde kurulmaya başlanmıştır. Toplumun güçlü bağları aşınmış ve çıkara ve baskıya dayalı bağımlılıklar oluşmuştur. Bu da baskı ve sömürüyü doğurarak siyasallaşmış bir iktidar kültürü yaratmıştır. Bu iktidar yapısı insanı insana, topluma ve doğaya yabancılaştırarak insanlığı uygarlığın çürüyen ve yok olan varlıkları haline getirmiştir. Bu tahakküm kültürü altında toplum özgürlüğünü yitirmiştir. İnsanlığın yazılı tarihi, bu ağır baskı kültürünün var olmak için ne gibi araçlara başvurduğunu bize göstermektedir. İnsan baskı altında alındığı ilk andan itibaren, bu tahakkümü parçalamak ve yeniden özgür, eşit ve komünal bir dünya yaratmak için başkaldırmıştır: Özgür bilinçli etkinliğini sergileyebileceği bir dünya...
Bugünün çürümüş toplumsal ilişkilerinde var olan insan kendisine yabancılaşmış insandır. Özgürlüğü bencil isteklerle sınırlandırılmış, kendisine öğretilenin dışına çıkmayarak kendisine sunulan düşünce kalıplarına sığınan ve bunun uzantısında “benim tercihim” diyerek hareket eden insanın özgürlüğü bir yanılsamadır. Ancak gerici ilişkiler bütünü ve düşünce biçimleri reddedildiğinde özgürlüğe doğru adım atılır. İnsanın doğumuyla başlayan bu gerici dalga biçimlendirmesi, tercih ve edimlerin sınırlarını çizmiş ve sunmuştur. Bu durumda özgür düşünceden bahsetmek yanılgıdır. Her şeyin içi ve sınırları çizilmiş bir toplumsal sistemde her şeyin altı kalınca çizilmiştir. İyi ve kötü, güzel ve çirkin kavramları gibi felsefi derinlikten ve görecelikten yoksunlaştırılarak altı kalınca gerici düşüncenin uzantısında çizilmiştir. Bu durumda sunulanın ne olduğunu söylemek için kahin olmaya gerek yoktur. Zira algıları köreltilmiş insan, öğretildiği ve eğitildiği gibi bir davranış sergileyerek tanımlamada bulunacaktır.
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
değişen yaşam koşullarına müdahale ederek, değiştirerek uyum sağlar. Bu bakımdan insan diğer doğa varlıklarından ayrılır. Zira hayvanlar değişen doğa koşullarına alışkanlık geliştirerek uyum sağlarlar. Oysa insan ihtiyaç duyduğu şeyleri icat ederek üreterek var olur. Soğuktan korunmak için barınak yapar, ateş yakar.
Kapitalist modernite hemen hemen her şeyin içini boşaltmış durumdadır. Her şey birbirine yabancılaştırılmış ve metalaştırılmıştır. İnsanın yaşamla olan özgür ilişkisi, nesnelere indirgenmiştir. Artık nesneler aracılığı ile görüyor, konuşuyor, insan ilişkilerini nesnelere aracılığı ile sağlanıyor. Nesneye olan bu bağımlılık, insanın hiçliğidir. Yabancılaşmanın dip noktasıdır; anlamdan yoksun, sorgulamadan yoksun bir var oluştur. Bir şeylere sahip olmak, gezmek, eğlenmek, körelten hazlarla kendinden geçmek gibi tutsaklık ve bağımlılık belirtileri, kapitalist modernitenin özgürlük anlayışıdır. Bu yaşama, insana ve topluma karşı sorumluluktan yoksun yabancılaşmış, çürümüş bir yaşamdır. Bir yanılsamalar vahasıdır. İnsanın özgürlüğü ancak toplumsal olduğunda gerçekleşebilir. Toplum özgür olmadan birey özgür olamaz. Bunun aksini iddia eden gerici sistem, bizzat özgürlüğü yasaklayan, prangalayan, algıları körelten özel mülkiyet sistemidir. Bu yapı ortadan kalkmadan toplum özgürleşemez. İnsanın bilinçli dinamik rolü bunun için vardır. Bu zorunluluğu bilince çıkartarak ve parçalayarak ancak özgür bir gelecek yaratılır. Tarih bize bu zorunluluğu bilince çıkartan insanların ışıldayan yaşam pratiklerin sunmaktadır. Bize kattığı anlam ve mesaj şudur: Bu zoru aşma cüreti gerçek anlamda özgür bilinçli bir varoluş ve yaşama biçimidir. Gerici yaşam ilişkilerini reddeden, yeni insanı ihtilalle yaratan en gerçek edimdir. Başkaldıran insanlara kızıl selamlar. “Başkaldırıyorum o halde varım.”
63
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
Mayıs ayı baharın yağmurlarını getirip bırakıyordu toprağa. Mayıs ayının gelişi toprağın kokusundan hissedilirdi dağlarda. Mayıs büyüleyici güzelliğiyle isyan tohumunu toprağın yüreğine bırakıyordu. Her şafakta çiseliyordu yağmur, sakin ve sessizce. Kimseler duymadan toprakla fısıldaşan yağmur taneleri yerini topraktan boy verecek yeni filizlere bırakıyordu dağların bağrında. Karanlıkta değil ışıkta yağıyordu. Şafağa gün düştüğünde ilk ışıklarla tüm dünyaya meydan okurcasına, çiğdemler karanlıkta ışık olup merhaba diyordu doruklardan. Dağlara uzanan ıslak çamurumsu patikalarda ayak izleri kalırdı. Doruklardan taze ışkın kokusu yol alıyordu ovalara doğru. Islak ayak izlerini postal izleri takip ediyordu. Güneşin parlak olduğu gün mayıs ayının iştahlı güzelliğinde, doruklarda kalabalık bir Partizan
PUSU öykü
Bu öykü Dersim yöresinde Ali Ağa olarak halkın hafızasında yer edinen ve 13 Mayıs 1980’de Karakoçan’da bir eylem sonrası çıkan çatışmada şehit düşerek ölümsüzler kervanına katılan Armenak Bakırciyan’ın (Orhan Bakır) anısına yazılmıştır.
grubu kayalara sırtını dayamış keskin gözleriyle Karakoçan’ı izleyip geceyi bekliyorlardı.
64
Karakoçan’da güneşin ışıkları yavaşça dağlara doğru çekilmeye başlamıştı. Gece siyah koyu rengiyle yaklaştıkça yıldızların parlaklığı artıyordu. Ay, dağın en yüksek yamacından el uzatılsa tutulabilecek kadar yakın görünüyordu. Yuvarlak ve kırmızı renge bürünmüş ay, dağları ışıklarıyla mest ediyordu. Bu dağlar Dersim’in gözleriydi. Ozanlar ölümlerin, savaşların ve göçlerin tek tanığı bu dağlar için sazın tellerine vuruyorlardı. Acıları ve sevinçleri
bu dağların adıyla telde dile getirirlerdi. Munzur suyunun sesi dağların doruğunda oturan Partizanların kulaklarına kadar geliyordu. Bir kayanın üstüne çömelmiş kara gözleriyle dağ tenli genç “en yiğit savaşçılarının yanına götüreceğiz” diye mırıldandı. “Faraç’a götüreceğiz. O, aydınlık topraklara gömülmeyi istediyse bunu tüm halkla yapacağız” diye karşılık verdi yoldaşına bir diğeri. Yanındaki yoldaşına baktı; “Evet tüm hazırlıklar tamamlandı, tüm halka haber verildi. Tek sorun onu buradan çıkarmamız. Onu da bizler yapacağız” dedi buğulu bir sesle grup komutanları. İçlerinden çok genç olanı yutkundu utangaç bir şekilde “Neden Faraç?” dedi. Komutan tekrar sözü aldı ama bu sefer sesi buğulu değil bir meydanda konuşuyormuş gibiydi. “Dersimliler ne kadar âşıksa bu dağlara, bir zamanlar aşklarını, acılarını, sevinçlerini, gözyaşlarını bırakıp giden Ermeniler de o kadar aşıktı bu topraklara. Zulüm potinleri altında ezilmiş, kıyımdan geçirilmiş, çocukların gözlerinden kan akıtılmış, topraklarından koparılmış bu halkın cüretli fedaileri mavzerler çatmıştır yaman karanlığa. Anılarından, hayatlarından koparılıp götürülmek istemeyenler Munzur dağlarının doruklarına kaçmıştı. Bu dağlar Ermeniler için özgürlüktü. Munzur suyunun akışına kapılıp giden onca zamana karşı Ermenilerin bu topraklardaki izleri hiçbir zaman kaybolmamıştır. Kendi dillerine zincirler dokumuşlar, kendi şarkılarını sadece ıslıklarıyla çalmışlar; ama sözlerini Türkçe mırıldanmış ve kendi kimliklerini değiştirmişler. Yaşamaya devam eden bazı Ermeniler uyanış için bir soluk bekliyor dağlardan. O soluk Ermeniler’de Armenak oldu, Dersimliler’de ise Orhan oldu yoldaşlar... Faraç’a, gömülen atalarının yanına; Armenak (Orhan) yoldaş her çarpışmada, önde ölen fedailerinin yanına gömülmek istemiştir” dedi. Suskunluk ve ardından derin bir sessizlik hükmünü gösterdi. Mayıs ayında çoğalan ve geceleri coşkusunun doruğuna ulaşan Munzur suyu doruklarda oturan Partizanların ayak seslerini kentlere taşıyordu. Kulak verip geceye, gözlerini ayın ışıklarına bırakan Partizanlar oturdukları yerlerinden doğrulup Karakoçan’a doğru ilerlemeye başladılar. Plan hazırdı. Herkes ne yapacağını çok iyi biliyordu. Dağlardan inen gerillalar, onları Karakoçan’ın dışında bekleyen bir yoldaşlarıyla daha görüşüp kimsesizler mezarlığına ilerlediler. Tüm gözler Armenak’ın yüzüne kenetlenmiş
Gökyüzündeki ayın meraklı bakışları ile gelip Armenak’ın mezarının başında durdular. “Haydi, yoldaşlar!” diyerek toprağı elleriyle kenara atmaya başladılar. Gecenin rengine, ellerine yapışan ıslak toprak kokusu düştü. O an toprak solukluların yüreğinden kopup gelen tarifsiz, naif bir sızı bakışlarından düştü toprağa. Bakışlarından Armenak düşüyordu toprağa. Armenak ve yoldaşını Karakoçan’ın toprak yollu sokaklarında yürüyorken gördüler: İkisi de sessizdi. Bu sessizlikleri ürkütücü ve bir şeylerin habercisi gibiydi. Arkalarına dönüp bakıyorlardı. Kimseler yoktu. Yalnızlığa bürünmüş Karakoçan’ın kalbinde suskundular… Karakoçan bu suskunlukta kaybolmuş gibiydi. Karanlığa gömülmüş evlerin cılız ışıkları camların pencerelerinden karanlığa meydan okumaya çalışıyordu. Havada dönen ince yel, yıkık toprak duvarları yalayıp boş sokaklardan doruklara doğru esiyordu. Esen yelin serinliğinde bedenine çarpan huzursuzlukla ellerini parkasının cebinden çıkarıp arkasında kenetledi. Elleriyle belindeki tabancayı okşuyordu. Kendi dili olan Ermenice’de bir şeyler mırıldanıyordu. Sokaktaki evlerin camlarına bakıyordu Armenak. Toprakta Armenak oldular gerillalar, toprakta Orhan... Her toprak atışlarında gecenin rengine düşen ıslak toprak kokusunu daha çok solumaya başladılar. Toprağı avuç avuç her atışlarında Armenak’a ulaşmanın heyecanını yaşıyorlardı. Elleriyle kırbaçlıyorlardı toprağı ve her toprak atışlarında Armenak ve yoldaşını ıssız Karakoçan sokağında, ay ışığı altında yürüyorken gördüler. Beliren gölgelerinden başka hiçbir şey yoktu çevrelerinde. Gölgeleri arkalarından takip ediyordu onları. Ağır adımlarla geceyi yarıyorlardı. Ağır adımlarıyla ölümü sarsıyorlardı. Bir şairin kaleminden dökülecek dizelerin ahengini hatırlatır gibi adımlarıyla şiirler yazıyorlardı. Göz göze geliyorlardı bu sessizliğin içinde; tedirgin, ürkek bakışlarla. Bakışlarında şaşkınlık ve bilgelik gizliydi. Adımlamaya devam ediyorlarken sokağı, bir anda tüm ışıklar sustu. Karardı sokak, karardı Karakoçan. Karanlıkta adımlarının sesinden başka bir şey duymuyorlardı. Tütün işçisinin kokusu kadar sert, maden ocaklarındaki kazmaların kayalıklara inişi gibi keskin geliyordu ayak sesleri gecede. Toprağı yarar gibi iniyordu her adım. Sokağın sonuna gelmeden durdular. “Yoldaş biraz geride kal” dedi sessizce Armenak ve tek başına ilerledi. Bakışları gökyüzüne kenetleşmiş gibiydi. Bakışları halkına kenetlenmiş gibi tek başına yürüyordu. Aniden önünde yanan ışıklarla kamaşan
gözlere baktı. Pusu kurulmuş, tüm mavzerler üzerine doğru çevrilmişti. Namlular hazır ve hareketsizdi. Her an ateşlenmeye hazırlardı. Tüyleri ürperdi. Namluların ucunu görebiliyordu Armenak. Havada inceden bir yel vardı. ”Ali bey pusu” diye bağırdı geride kalan yoldaşı. “Pusu” diye bağırıyordu durmadan geride kalan yoldaşı. Her toprak atışlarında gerillalar, Bağırıyorlar gibiydi hep bir ağızdan “Ali Bey pusu” diye. Toprağa her dokunuşlarında Armenak’a dokunur gibiydiler. Her avuçladıklarında toprağı, Armenak’ın yüzünü avuçlar gibiydi Partizanlar. Bir an önce yoldaşlarına kavuşmak istediler. Heyecanlıydılar. İçleri kıpır kıpırdı. Gecenin karanlığında Armenak’a olan özlemlerini toprağa bırakıyorlardı. Şaşkın ve cüretliydi gözleri. Genç kaçağın gözlerinden akan gözyaşı ıslak toprağın kokusuna karışıyor, gecenin rengi oluyordu. Toprağı avuç avuç atmaya devam ediyorlardı. Toprağı her avuçladıklarında; Armenak’la Karakoçan’da o ıssız sokakta gibiydiler.
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
gibiydi. Dikkatlice sakin adımlarla geceyi bile uyandırmadan ilerlediler. Karanlıkta ayın ışıklarıyla dans eden yıldızlar yollarını aydınlatıyordu. Mezarlığa varmadan savaşçılar yerlerini aldı; diğerleri Armenak’ın gömülü olduğu yere doğru ilerlerdi.
Armenak ölüme hazır gözlerle dönüp baktı geride kalan yoldaşına. Geride kalan yoldaşıyla göz göze geldiler. “Pusu” dedi yoldaşı. Armenak gülümsedi, artık geri dönüşü olmayacak bir andı, artık gitme vaktinin olduğu bir zamandı. Gülümsüyordu Armenak. Beyaz dişleriyle dudaklarında doruklarda söylediği türkünün tadı vardı. Gülümsemesinde dağ vardı, ışık vardı. Çünkü Ermeni Armen hiç dönmedi arkasını ışığa. Işık kavga, aşk, acı, sevinçti onun gözlerinde. Toprak bitmişti. Durdular, toprağın altında sıraya dizilmiş tahtalara baktılar. Tahtaların altında Armenak onları bekliyordu, biliyorlardı. Gecenin rengine düşen toprak kokusu yerini gerillaların gözyaşıyla gecenin rengi olan Armenak’a bırakıyordu. Gözleri gece kadar cüretli olan bu genç gerillalar yavaş yavaş, korkak
65
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
66
ama umutla kaldırmaya başladılar tahtaları. Armenak oradaydı. Beyaz bir kefene sarılmıştı. Özenle bırakılmış toprağın üstünde hareketsiz yatıyordu. Toprak yeni bir tohumu doğurur gibiydi beyaz kefenin çevresinde. Yerin yedi kat dibinden gün ışığına çıkmaya hazır bir mavzer gibi duruyordu. Karanlığa meydan okuyan gözler, cesaretini kuşanıp gelecek olan serseri kurşunun bedenlerini parçalayacağını biliyordu. Tüm savaşçıların gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. Kucağına aldı kefene sarılı bedeni komutanları. Artık gittiğini biliyordu Armenak’ın, ama incitmekten korkuyordu. Bir an titrek elleriyle yüreği çırpındı, yaşadığına dair bir belirti bulmak istedi. Kurşun sıcaklığında alnından öptü ve “Armen” diye mırıldandı. “Armenak” dedi sessizce. Kefeni açtı, gece gibi kapandı yüreği, göz gözeydi sanki Armenak’la. Armenak’ın son anlarını onunla yaşıyor gibiydi: Gece koyu rengiyle kaplamıştı her yanı. Ay ışığı altında Armenak belindeki tabancaya davranamadan silah sesleri gecenin içine girdi, acımasız ilk kurşun alnını deldi ve koyu karanlığı parçalayan bir ışık bedenini ısıttı… Tüm Dersim sustu. Karakoçan sustu. Kan bacaklarına hücum etti. Son adımı yarım kaldı, toprak ayaklarına pelesenk olmuş gibi kendine çekiyordu Armenak’ın bedenini. Açtı kollarını yağmur kokan toprağa ve bütün heybetiyle serildi yere Armenak. Önce kirpiklerinin kara gölgesi düştü yüzüne. Kör, beyaz bir ışık yayıldı geceye. Sağ kolu vücudunun altında kaldı. Uzandı Karakoçan’ın bağrına. Karakoçan halaya durmuş gibiydi. Sıkı sıkıya sarılmış omuz başlarından tutmuştu Armenak’ı. Gökyüzüne baktı, yıldızlar iri ve çırılçıplaktı. Elinde kalan toprağa baktı, karanlıktaki ışığını hissedince sevindi ve yumdu kirpiklerini. Son anındaki gibiydi halen gözleri. Yeniden öptü alnından komutan. Huzurluydu. Halkına olan sevdası uğruna yürüdüğü mücadelenin huzuru vardı gözlerinde Armenak’ın. Bir kez daha öptü alnından. İncitmeden yerin derinliklerinden çıkarıp beraber getirdikleri sedyenin üstüne yatırdığı bedene baktı ve “ Haydi yoldaşlar zaman yok, çabuk çekiliyoruz” dedi titrek bir sesle komutan. Sedyeyi dört savaşçı tuttu. Hızlı adımlarla tüm savaşçılar oradan ayrıldılar. Armenak’ın beyaz kefen içinde sedye ile yoldaşları tarafından ikinci kaçırılışı bu. Zindan duvarlarının kaçak, uslanmaz komünisti yoldaşlarının ellerinde bir daha Munzurlar’a çıkıyordu. Dağlara tırmanıyordu, gözleri yaşlı yoldaşlarının ellerinde. Gökyüzünde sürgün olan her düş biraz daha parladı o gece. Yıldızlar çırılçıplaktı ve büyüktü. Sıraya dizilmiş Partizan gurubunun tam ortasında dört yoldaşının omuzlarında ilerliyordu Armenak. Yıldız ve gece sesinde Armenak sedyede onurlu bir şekilde yatıyordu. Toprak koku-
yordu beyaza bürünmüş Armenak. Geceydi, yanlarında Armenak’la su gibi akıyordu Partizanlar dağlara. Geceydi, ay şavkını Armen’in üzerine sermişti bu gece. Sedyede taşınan o beden aydınlatıyordu patikayı. Doruklara tırmandıkça, sedyedeki Armenak aydınlık topraklara göğsünde gökyüzünü getiriyordu. Armenak (Orhan)’ın vurulduğu, mayıs ayının taze tomurcuk kokusunda Dersim ve diğer illerde ölüm haberi bir mayın gibi düştü hayatın tam ortasına. Sabah gazeteler Armenak’ın fotoğrafı ile “Ermeni terörist ölü ele geçirildi” diye manşetten haberler verdi. “Cezaevinden kaçan azılı Ermeni terörist, vur emriyle aranan Ermeni ölü olarak ele geçirildi” haberleri hayatın her alanında okunmaya başlanmıştı. Vuruldu haberi duyulduğunda Dersim ve diğer illerden insan seli akmaya başladı Karakoçan’a. Tüm girişleri tutulan Karakoçan’a kimse alınmadı. Kalabalık büyüyordu. Armenak’ın cenazesini almak isteyen gençlerin, yaşlıların ayak ve slogan sesleri büyüdükçe Karakoçan’ın her yanını bir öfke bulutu kuşattı. Herkes tepeden tırnağa dövüşmeye hazırdı. Acıları yüzlerine, bedenlerine yansıyordu. Yüreklerinin derinlerinden kopan parçalarının ağırlığıyla Karakoçan’a hücum ettiler. Karakoçan her taraftan kale kapısı gibi korunuyordu. Armenak’ın vuruluşunun üçüncü gününe kadar bekleyen kızgın kalabalık Karakoçan’a giremeden tamamen barut kokusu ve panzer sesleriyle dağıtıldı. Ailesine dahi verilmedi ölü bedeni. Hızlıca yapılan işlemlerden sonra Armenak (Orhan) kimsesizler mezarlığına, birkaç köylü görevlendirilerek gömüldü. Cansız bedeninden bile korktukları o “azılı komünist”in bedenini toprağa hapsedip kimsenin mezarlığa yaklaşmasına izin vermediler. Toprağa hapsedilen Armenak yoldaşları tarafından işte o gece, ayın ve yıldızların tanıklığında kaçırılıp isteği üzerine Mazgirt-Faraç’a getirildi. Tüm Dersim yerinden kalktı Armenak Faraç’a getirildiğinde. Dersimliler tüm engellere, mavzerlere karşı korkularını bir kenara bırakıp Faraç’a yol alıyordu. Armenak’ın cenazesi isteği üzerine Faraç’a getirildi ve halka teslim edildi. Tüm halk Orhanını, Ali Ağasını bağrına bastı. Şiirler okundu, marşlar söylendi. Yaşlı anaların dillerinden ağıtlar yükseldi. Kimi Zazaca, kimi Kürtçe, kimi Türkçe ve kimi Ermenice okuyordu ağıtlarını. Tüm renkler birleşmiş gökyüzüne çıkıyordu ağıtlarla. Her ağıdın sesi Armenak (Orhan)’dı. Damlayan her gözyaşının yüreği, her dilin ortak acısı Armenak oldu. Ağıtlar birleşiyor ve gençlerin slogan seslerine, marşlara karışıyordu. Faraç’a atalarının yanına halkının elleriyle aydınlık toprağın kalbine bırakıldı Armenak.
Öyküde anlatılanlar gerçek olaylardan esinlenerek kurgulanmıştır.
kitaplık
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
Tolstoy’un belirlenmiş tarih anlayışından
Dostoyevski’nin insan doğasına
Dergimizin 53. sayısında Tolstoy’un Savaş ve Barış, 54. sayısında ise Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanını tanıtmıştık. Bilindiği üzere bu yazarlar dünya edebiyatında önemli bir yere sahiptirler. “Neden sahiptirler?” sorusunun cevabı ise bizlere önemli bilgiler vermektedir. “Neden sahiptirler?” sorusuna verilen yanıtlar içerisinde yazarların ele aldıkları konular, dili nasıl kullandıkları, kurguları, kahramanları, içerikleri gibi daha sayabileceğimiz romanın değerini belirleyen birçok faktör vardır. Ancak biz bunların hiçbirine bu yazıda değinmeyeceğiz. Bu yazıda üzerinde duracağımız şey dergimizde tanıttığımız, Savaş ve Barış - Suç ve Ceza romanlarının felsefi yönüdür. Felsefe, insanın toplumsal pratiğinin bir ürünüdür. Başka bir deyişle insanın kendini ve yaşadığı hayatı, çevreyi, dünyayı ya da evreni tanıma ve anlama yollarından bir tanesidir. Bu bakımdan felsefe insanın deneyinden yani pratiğinden ortaya çıkan bir soyutlamadır. Ve bir sır değildir. Anlaşılmazlıklar toplamı, gizem hiç değildir ve her şeyin bir felsefesi vardır. Romanların da… Zaten evrensel anlamda değer kazanan sanat eserlerinin felsefi yönü her zaman daha ilgi çekici, kapsayıcı ve derindir. Savaş ve Barış-Suç ve Ceza romanları da bu eserlerin en önemlilerindendir. Bunun nedenlerinden belki de en önemlisi bu iki romanın yazılmış oldukları zamandır. Her iki roman da Rus toplumunun bunalımlı ve büyük değişimlere gebe olduğu vakitlerde yazılmıştır. O koşullar, romanların felsefi zeminini belirleyen önemli bir etken olmuştur. Tolstoy’un ve Dostoyevski’nin öznelliğiyle çakışan nesnel koşullar romanların felsefesini belirlemiştir. Ve bugün de okunduklarında insanların ilgisini çekmeyi ve insanları
67
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
düşündürmeyi başarırlar. Özellikle Dostoyevski’nin eseri üzerine oldukça fazla şey söylenebilir. Bu kısa girişten sonra öncelikle Tolstoy’un romanının felsefi yönüne bakalım. Savaş ve Barış romanı Tolstoy’un tarih anlayışını yansıtır. Yani tarih felsefesini… Romandaki tüm olaylar ve kahramanlar bu anlayışı anlatmak için kullanılmıştır. “Savaş ve Barış” aslında bir metafordur. Bu metaforla Tolstoy tarihin belirlendiğini ve kanunları olduğunu, tarihin bir amacı olduğunu savunur. Romanın son sözünde şöyle der: “Tarih yalnız bazı insanların tarihi olarak yazıldığı (bu insanlar ister Sezar’lar, ister İskender’ler, ister Voltaire’ler olsun) ve tarihi olaylara katılmış tüm insanların tarihi yazılmadığı sürece, insanlığın ilerleyişini anlatmaya, tüm halkı tek bir varlık gibi tek bir ülküye doğru iten büyük kuvveti kavramaya imkan yoktur.” Burada da görüldüğü gibi tüm insanlığın ilerleyişi anlatıldığı zaman, kavranılabilecek bir tarih ve amaç söz konusudur. Eğer tarih belirlenmişse ve kanunları varsa insanın aklına şöyle iki soru geliyor: Birincisi, tarihi kim belirlemiştir ve kanunlarını kim koymuştur? İkincisi ise, belirlenmiş ve kanunları olan bir tarih nasıl değiştirilir ve insanın bu tarih içerisindeki rolü nedir? Şimdi de Dostoyevski’nin romanındaki felsefi yaklaşımına bakalım: Dostoyevski, Suç ve Ceza romanında, Tolstoy’dan çok farklı bir düşünceyi dile getirmektedir. İnsan davranışlarını belirleyenin tek başına çevre -toplumsal koşullar- olmadığını, insan doğasının da belirleyici olduğunu ifade eder. Romanında Razumihin’nin ağzından şu görüşleri dile getirir: “...Doğa diye bir şey hiç hesaba katılmıyor, yok sanki böyle bir şey! Doğa kapı dışarı! Onlara göre, tarihsel olarak canlı bir biçimde gelişen ve önünde sonunda düzenli bir toplumsal yapıyı sağlayan insanlık yoktur; tam tersine, tarihsel gelişmeden ve canlı süreçlerden önce bütün insanlığı düzenleyen, bütün insanlığı bir anda dürüst, kusursuz bir hale getiren, matematik bir kafadan doğma toplumsal bir düzen vardır. …” Dostoyevski insanın belirleyiciliğini savunurken hatalı bir yaklaşım içerisine girer. Onun insan doğasından anladığı insan psikolojisidir. O zaman belli problemler ortaya çıkmaktadır. İnsan psikolojisini doğal olarak ele alır. Yani insan psikolojisi toplumsal koşullardan bağımsızmış gibidir. Gerçekten insanın kendisi, insan düşüncesi ya da insanın psikolojisi toplumsal yaşamdan ve insanın deneyinden bağımsız mıdır? Eğer insanın doğası dediği şey ya da psikoloji gerçekten toplumsal koşullardan bağımsızsa insanın iyiliği ya da kötülüğü de onun doğasına bağlı olmaz mı? Ve doğa değişmez. O halde insan nasıl değişir? Bu ve benzer soruları sormak mümkündür.
68
Buraya kadar hem Tolstoy’un Savaş ve Barış hem de Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanının felsefi yönüne kısaca değindik. Şimdi bu iki felsefi yaklaşıma daha yakından bakalım. Tolstoy tarihin belirlenmiş bir akışı olduğunu söyler ama insan iradesini ise tamamen reddetmez. Ancak insanı genel belirlenmiş sınırlar içerisinde bir şeylere etkide bulunabilir bir halde tasvir eder. Örneğin romanın son sözünde şöyle demektedir: “Ancak Tanrısal varlığın kayıtlı olmayan iradesi, birkaç yıl ya da yüz yıl sonra meydana gelecek bir dizi olaya etki yapabilir ve yalnız hiçbir şeyin meydana getirmediği tanrısal bir varlık, kendi iradesine dayanarak insanlığın hareketine bir yön verebilir; insan ise zaman içinde eylemde bulunup, tarihsel olayda rol oynar.” Bu alıntıda da görüldüğü gibi insan pasif bir iradeye sahip ve tarihi değiştiremez sadece tarihin belirlenmiş akışı içindeki tarihsel bir olayda rol oynar.
Tolstoy bu romanında tarihin amacı olduğunu ve ona doğru ilerlediğini söylemektedir. Peki, insan tarihin amacı içerisinde ne yapmaktadır? Bu soruya Tolstoy kendince şu cevabı vermektedir: “İnsan aklı, bu amaçlar dizisini araştıra araştıra yükselirken kendisi için en son amacın kavranılamayacak bir şey olduğunu daha büyük bir kesinlikle anlar.” Burada kavranılamayacak şey Tanrı’dır. Yani tarihin amacı Tanrı’ya ulaşmaktır. İnsan aklının tarihsel olaylarda rol oynarken, sürekli olarak, en son amaca yani Tanrı’ya ulaşabilmek için bir çok amacı kavraması gerektiğini söylemektedir. Ancak insanın Tanrıyı kavrayamayacağını kesinlikle belirtir. Tanrı varken tarihin belirlenmiş olduğunu söylemek ve aksini iddia etmek kolaydır. Tanrı kabul edilmezken tarih belirlenmiştir denirse, ya da tarihin tekeri vardır ya da tarihin kanunları vardır denirse ne olur? Yani tarih kaçınılmaz olarak bir yere gider mi? Ya da daha somut olarak komünizm kaçınılmaz mıdır? Eğer öyleyse neden? Tarihin ilerlemesinin kaçınılmaz sonucu mudur? Yani tarihin amacı komünizme varmak mıdır ve insan bu süreci devrimlerle hızlandırmakta mıdır? Bu bizim açımızdan önemli bir noktadır. Çünkü komünizme tanrısal bakış açısıyla yaklaşanların sayısı hiç de az değildir. Bakalım Marks bu konuyla ilgili ne demektedir: “Bizim için komünizm, ne doğruluğu bulunması ve emin olunması gereken bir olgudur ve ne de, gerçeğin kendisini ona uydurması gereken bir ideal. Biz komünizmi şu andaki her şeyi ortadan kaldıran gerçek bir hareket olarak görüyoruz. Bu hareketin koşulları şu an da var olan öncüllerden çıkmaktadır.”(1) Yani Marks komünizmin bir olgu olmadığını, onun bir yerlerde bulunmadığını söylemektedir. Aynı zamanda var olan gerçekliğin dışında olan bir ideal olmadığını; komünizmin, “somut koşulların somut tahlili” ve kapitalist sistemi ortadan kaldırmanın toplam adı olduğu gerçeğini ifade etmektedir. Ve insanın bilinçli faaliyetiyle yani praksisle ortadan kaldırmaktır. Eğer insan bilinçli müdahale etmez ise yani yaşadığı toplumsal koşulları değiştiremezse, komünizm illa ki olacak demek doğru değildir. Zaten Marks komünizmin olabilmesinin öncüllerinin bugünkü toplumsal yapıda mevcut olduğunu söylemektedir. O yüzden komünizm, insanların bilinçli müdahalesiyle kaçınılmazdır denebilir. İnsanın bilinçli müdahalesi atlanırsa Tolstoy’un tanrısı karşımıza çıkacaktır. Marks, insan tarihini kendi yapar ama tarih bildiğini okur, der. Burada ‘tarih bildiğini okur’ demek tarihin başından sonuna kadar belirlendiği anlamına gelmemektedir. Toplum birikmiş emektir. Birikimini sürekli gelecek kuşaklara aktarır. Ve yaşamı içerisinde ilişkiler, sistemler ve kurallar oluşturur. Ve bu ilişkiler, sistemler ve kurallar insanı belirler. “Her filozof kendi çağının çocuğudur” sözü bu durumu daha anlaşılır kılmaktadır. Yani tikellerin oluşturduğu tümel sonrasında tikelleri belirler ve bu diyalektik bu şekilde devam eder. Bu karşılıklı etkileşim toplumun ilerleme dinamiğidir. Bu süreç devrimsel ve evrimsel bir şekilde sürer. İnsan tarihini kendi yapar ama tarih bildiğini okur esprisi bu şekilde anlaşılmalıdır. Kısacası Tolstoy’un Savaş ve Barış romanında anlatmaya çalıştığı şekilde bir tarih yoktur. Dostoyevski de Tolstoy gibi romanında felsefi bakış açısını temellendirmeye çalışmıştır. Yazar romanın başkahramanı Raskolnikov
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
Bu durum burjuva devlet sınırları içerisinde kalıp, o sınırları değiştirmeye neden olmayacak hareketlerde bulunarak, değiştirmeye çalışmak gibi bir şeydir. Böyle bir yaklaşım devrim denilen olayı ve insanlığın öznelliğini de ortadan kaldırmaktadır.
69
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
70
aracılığı ile Tolstoy’un tarih anlayışına karşı çıkar. Ancak bu karşı çıkış başka bir belirlenmişliğe evrilir. Fakat ikisi arasında fark vardır. Tolstoy’un tarih anlayışında insanın çok bir etkisi yoktur. Dostoyevski ise insan öznelliğinin farkına varmış ama insan öznelliğini yanlış kavramıştır. Dostoyevski belirlenmişliğe karşı çıkarken insanı vicdan çemberinin içine sokmuştur. Ona göre, tek başına matematik bir kafadan doğma toplumsal bir düzen yoktur. Aynı zamanda tarihsel olarak canlı bir biçimde gelişen ve önünde sonunda düzenli bir toplumsal yapıyı sağlayan bir insanlık vardır. Fakat yazar bu canlı insanlığı nasıl tarif etmektedir? “… Dostoyevski, insanı kendi ahlak kanunları tarafından yönetilen bir kâinatın organik bütünlüğü içinde görmüştür. İnsan, kendi içinde de yaşayan bu kanunları ihlal etmediği sürece ruhsal bütünlüğünü korur.” (2) Yani yazarın “ … Doğa diye bir şey hiç hesaba katılmıyor, yok sanki böyle bir şey! Doğa kapı dışarı!” diye Razumihin’in ağzından ifade ettiği doğa budur. Dostoyevski insanı belirlenmiş tarihin içindeki olaylarda bir piyon olmaktan kurtarmış, ona öznelliğini kazandırmıştır ama onu bu defa kendi ahlak kanunları tarafından yönetilen kâinatın bir parçası haline getirmiştir. Ve insan, kendi içinde de yaşayan bu kanunları ihlal ederse ruhu parçalanır ve mutsuz olur demektedir. Tıpkı romanının başkahramanı Raskolnikov gibi… Yazar insanlığı canlı ve gelişen bir şey olarak tanımlıyor. Ama bu canlı ve gelişen şeyin kendi dışında olan bir ahlak kanunları bütünlüğünün ritmine uyması gerektiğini söylemektedir. Yani kalbinin sesine, yani iç dünyasına ya da vicdanına ses vermelidir. Bütünü ile insan psikolojisidir! Yani evrensel ve doğal ahlak kanunları vardır demektedir. Razumihin’in ağzından “… Onlara göre her aksaklık, çevrenin bozukluğundan kaynaklanıyor, hepsi bu! ... Yani eğer toplumsal düzen yerine konulacak olursa, bir anda bütün suçlar yok oluverecek; çünkü ortada protesto edilecek bir şey kalmayacak” demektedir. Yani yazar toplumsal düzende suça neden olacak her şey kaldırılsa bile, insanın doğasından yani psikolojisinden kaynaklanan suçlar devam edecektir demektedir. Çünkü ahlak kanunları tarafından yönetilen kâinatın bir parçasıdırlar ve o kanunlara ters düşecek her eylem suçu getirecektir. Tıpkı Raskolnikov’un toplumun kanını emen tefeci Alyona İvanovna’yı öldürmesi, sonrasında suçluluk duyması ve vicdani bir hesaplaşmaya girmesi gibi. Psikolojik bunalımları sonrasında, ahlak kanunları tarafından yönetilen kâinatın ritmine girerek huzura kavuşur. Raskolnikov Sonya’ya anlatır: “… Anla beni; bütün o yollardan yeniden geçecek olsam,
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
sanırım bu cinayeti tekrarlamazdım…” Dostoyevski kahramanının pişmanlığını bu şekilde dile getirir. Raskolnikov’un “… Anla beni; bütün o yollardan yeniden geçecek olsam, sanırım bu cinayeti tekrarlamazdım” demesi roman açısından çevre koşullarının değil insan psikolojisinin bu cinayette etken olduğunu göstermektedir. Raskolnikov var olan ahlak düzenini reddettiği için bu cinayeti işlemiştir. Mutsuz olmuş ama doğru yolu Sonya’nın da yardımıyla bulmuştur. Ve tanrıya sığınmıştır. İşte Dostoyevski bu noktada yanılmaktadır. Çünkü insan toplumsal bir varlıktır. Yani insan sosyal pratiği ile yaşamını üretir. Bundan dolayı suç sayılabilecek şeylerde bu pratik içerisinde gerçeklik kazanır. Örneğin insan salt iyi ve kötü değildir. Ya da insanın iyiliği ya da kötülüğü doğuştan olmadığı gibi Dostoyevski’nin, insanın evrensel ahlak kurallarının dışına çıkmasıyla suç işlediğini ileri sürdüğü gibi de değildir. İyilik ve kötülük, suç ve ceza içerisinde bulunulan toplumsal ahlak kurallarına bağlıdır. Ki bu ahlak kuralları kendi ahlak kuralları olan bir kainatın ahlak kuralları değildir. Bu ahlak kuralları o toplumun üretim süreci içerisinde açığa çıkan üretim ilişkilerinin bir parçasıdır. Daha doğrusu maddi yaşam koşullarının bir ürünü ve parçasıdır diyebiliriz. Aslında Dostoyevski’nin bu romanında ileri sürdüğü fikri toplumsal değişimler ve devrimler açısından da değerlendirmek mümkündür. Raskolnikov’un bir gazetede çıkan yazısından bir alıntı bu durumu açıklamamızı sağlayacaktır: “… Buyurun öyleyse. Kepler ya da Newton’un buluşlarını, çeşitli kombinezonlar yüzünden bu buluşların açığa çıkmasına engel olan, bunların yolunu tıkayan bir, on, yüz ya da daha çok kişinin hayatları feda edilmeden insanlık öğrenemeyecekti diyelim. Bu durumda bence, buluşunu tüm insanlığa iletebilmek için Newton’un bu on ya da yüz kişiyi ortadan kaldırmaya hakkı vardı, hatta bu onun için bir zorunluluktu. Bundan hiçbir zamanNewton’un önüne geleni asıp kesmeye ya da her gün çarşı pazarda hırsızlık etmeye hakkı olduğu sonucu çıkmaz.” Yani amacına uygun eylemde bulunması onun için gerekli ve hatta zorunludur. Raskolnikov işleyeceği cinayeti böyle temellendiriyor. Ve amaç dışı eylemleri ise kabul etmiyor. Devamla “… En eskilerden başlayıp, Likurg, Solon, Muhammed, Napolyon ve sonrakilerle sürüp giden insanlığın tüm kurucularının, yasa koyucularının, başka hiçbir nedenle değilse bile, yalnızca yeni yasalar koydukları, böylece de toplumun kutsal saydığı, babadan kalma eski yasaları çiğnedikleri için, ayrımsız hepsi birer suçluydular. Doğaldır ki, bunların hepsi amaçlarına yardımcı olacağına inandıkları anda kan dökmede (hatta bazen eski yasalara bağlılık duymaktan başka hiçbir suçu olmayan, tümüyle suçsuz insanların kanını dökmede) duraksamamışlardır. Hatta çok ilginçtir: Bu iyiliksever, bu kurucu, yasa koyucu insanların hepsi büyük birer kan dökücüdür. Kısacası ben buradan şu sonuca varıyorum: Büyükler bir yana, toplum içinde birazcık sivrilen, yani topluma söyleyecek birazcık yeni bir şeyleri bulunanlar, doğaları gereği, tabii kimi az, kimi çok, birer suçlu olmak zorunda-
71
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
72
dırlar.” Görüldüğü gibi Raskolnikov işlediği “suçu” böyle temellendirmiş fakat vicdan muhasebesi sonrasında ise şunları demiştir: “… Maddi olanaklara ve iktidara kavuşmak ve böylece insanlığa yardım etmek için de öldürmedim. Bütün bunlar palavra. Ben öylece öldürdüm; kendim için, yalnız kendim için yaptım bunu!.. Anla beni; bütün o yollardan yeniden geçecek olsam, sanırım bu cinayeti tekrarlamazdım… Ben de herkes gibi bir bit miydim, yoksa bir insan mı? Önüme çıkan engeli aşabilir miydim, aşamaz mıydım? Eğilip iktidarı yerden almaya cesaret edebilecek miydim? Titreyen bir yaratık mıydım, yoksa hakları olan biri mi?..” Yani Dostoyevski sonunda kahramanında vicdani muhasebe yoluyla istediği değişimi yapmıştır. Bu değişim Dostoyevski’nin yaşadığı değişime benzetilebilir. “Dostoyevski ütopik sosyalizmin etkisinde kalmış bir yazardır. Kürek ve sürgün cezasını çekerken kitapların anlatmadığı gerçek halkla iç içedir: Köylüler ve askerler. Onların dünyasına girmenin dönemin Rus yazarları ve aydınları için ne kadar zor olduğunu anlar. Halkla aydınlar ve yazarlar arasında derin uçurum vardır. Bu hayal kırıklığı daha doğrusu trajedi, 1850 yıllarında Avrupa’yı etkisine alan gericilik yazarın devrime olan inancını sarsar. Bu durum Dostoyevski’nin Çernişevski ve dönemin önde gelen devrimci demokrat yazarlarına karşı cephe almasına neden olur.”(3) Yani Raskolnikov da romanın başında toplumsal bir duyarlılık çerçevesinde cinayeti işlediğini ifade etmektedir. Vicdani bir muhasebeden sonra aslında cinayeti sadece kendi için işlediğini söylemektedir. Çünkü bir çıkmaz içindedir. En kolay yol pişmanlık duymak ve yaptığının yanlış olduğunu itiraf etmektir. Devrimciler de sınıflı topluma karşı mücadele etmektedirler. Yani mevcut toplumsal sistemin dışına çıkarlar. Yani “Devrimciler birer Raskolnikov mudurlar?” sorusu akla gelebilir. Devrimcilere böyle bakıldığı bir gerçekliktir. Çünkü burjuvazi saltanatının mutlak olduğunu vaaz etmektedir. Onun sistemi akla en uygun olan sistemdir. Bunun dışına çıkanlar suçludurlar. Devrimciler kapitalizmin kuralları dışına çıkmaktadırlar. Ve bu anlamıyla suçlu ilan edilirler. Fakat eninde sonunda onlar da bu gerçeği anlayacaklardır. Tıpkı Raskolnikov’un tanrıya inanmazken, tanrıya inanmaya başlaması gibi... Gerçekten böyle midir? Tabi ki hayır! Kapitalizme secde eden ‘eski tüfekler’ olsa da... Çünkü mutlak diye bir şey yoktur. Her şey sürekli bir değişim halindedir. Ve devrimler doğada değil insan öznelliğinin nesneleşmiş hali olan maddi yaşam koşulları içerisinde olmaktadır. Hiçbir şey mutlak olmadığı için kapitalizm de mutlak değildir. Dev-
rimciler de “suçlu” değildir. Mutlağın olmadığı bir yerde evrensel ahlak kanunları ve bu kanunları içerisinde taşıyan bir insanlıktan söz etmek de mümkün değildir. Bu arada bir konuya daha değinmek gerekiyor. Dostoyevski’nin tanımladığı insan psikolojisini daha ileri boyutlara götüren ve gizemli hale getirenler de vardır. Kendi içine kapatılan, ruhsal olarak bunalımlı, nesnel dünyadan koparılmış bir insan profili sergilenir. Bu insan sürekli kendi iç dünyasında debelenip durur. Sürekli çözemediği bir çelişki yumağı içerisindedir. Dış dünyaya kayıtsızdır. Yaşadığı çelişkiler yaşadığı dünyadan bağımsızmış gibi ele alınır ve tamamen onun psikolojisine bağlanır. Zeki Demirkubuz’un Kıskanmak, Kader, Yazgı gibi filmleri bu duruma örnek gösterilebilir. İnsan doğasının karanlık yönlerini başarılı bir şekilde dile getirdiği söylenen yönetmen, aslında insanı tek yönlü ele almaktadır ve insanı psikolojinin duvarları arasına hapsetmektedir. İnsan maddi yaşam koşullarından bağımsız değildir ve insanın düşüncesini maddi yaşam koşulları belirlemektedir. Buna bağlı olarak insan psikolojisini de. Tabi ki insanın doğuştan getirmiş olduğu belli yetileri vardır. Ama bu insanın, insanal doğal bir varlık olmasının bir sonucudur. İnsanın doğuştan getirdiği yetiler insanı belirlemez. Bir insan doğuştan müzisyen, iyi ya da kötü olamaz. Müzisyen olmasını sağlayacak potansiyeli taşır sadece. İyi ve kötü olmasını ise toplumsal ahlak belirler. Örneğin hırsızlığın suç sayıldığı bir yerde hırsız kötüdür, ama tersi durumda iyidir. Kısaca Zeki Demirkubuz yanlış yönde kulaç atmaktadır. Ve özcesi Dostoyevski’nin tanımladığı bir şekilde bir insan psikolojisi olamaz. Bunun nedenlerini de belirttik. Görüldüğü gibi romanlar sadece roman değildir. İçerisinde koskoca bir düşünce ve yaşam taşırlar. Sadece zevk alınacak eserler değillerdir, aynı zamanda her biri farklı bir dünyadır. Tabi ki bu durum her roman için geçerli değildir. Bizim vurguladığımız romanlar Savaş ve Barış - Suç ve Ceza türü romanlardır. Herkese iyi okumalar.
DİPNOTLAR 1. Karl Marks-Freidrich Engels, Alman İdeolojisi (Feuerbach), Çeviri: Hamdullah Erbil, İstanbul: Melsa Yayınları., 1996, sf. 42-43. 2. Sevim Kantarcıoğlu, Türk ve Dünya Romanlarında Modernizm, İstanbul: Paradigma Yayınları, Aralık 2007, sf. 193-194. 3. Özgür Düşün, Suç ve Ceza, 54. Sayı, İstanbul: Kardelen Yayıncılık, Nisan-Mayıs, 2011, sf. 64.
ÖZGÜR DÜŞÜN
“AYAKKABININ İÇİNE KAÇMIŞ TAŞ”
Haziran-Temmuz 2011-55
LARS VON TRIER Başlarken… “Annemle babam bana Noel Baba’nın gerçek olmadığını anlatmak için adeta sabırsızlanmışlardı. Her şey böyle açıkça ortada ve mantıklı bir şekilde açıklanabilir olduğunda çocuk olmak zordur. Kendime Noel Baba’ya inanma lüksünü ancak bir yetişkin olduğumda verebildim. Varlığın daha derinlerinde daha derin anlamlar olmadığı öğretilmişti bana. Bir insan öldüğü zaman ölürdü hepsi bu. İnsan bir molekül yığınından ibaretti.” Lars Von Trier 1956 Danimarka doğumludur. Babası Yahudi asıllıdır. Entelektüel bir ailede yetişmiş, çocukluğundan itibaren içinde yaşadığı evin atmosferi gereği sanatsal bir çeşitliliğin içerisinde olmuştur. Trier kendisinin nasıl yetiştirildiğinden söz ederken ‘kültürel radikalizm’ terimini kullanır. Savaş sonrası Danimarka toplumundaki kültürel dönüşümlere, toplumsal reformlara bizzat tanık olmuştur. Ailesi içerisinde kendisini genelde hep özgür his-
settiğini ifade etmiştir. Ancak eğitim alanında evdeki atmosferin tam tersine katı bir disiplinin içersinde yer almıştır. Çocukluğundan bahsederken iki yaşam alanı içersindeki tezatlığın yarattığı travmanın kişisel ve yaratıcı gelişimine etkisi üzerinde durur. Bu tezatlık onu kendi iç disiplinini yaratmak zorunda bırakmıştır. Çocukluğuna ilişkin bir yorumunda “Ben sürekli çalışırım… Bu durumun bana en olumlu katkısı, kendi yaratıcılığıma tam anlamıyla güvenmemi sağlamış olmasıydı; bu bana neredeyse beşikte verilmiş bir hediyeydi” ifadeleri yer alır.
İlk film denemeleri Trier’in kameraya ilk merak sarışı oldukça eskiye dayanır. Henüz on yaşlarındayken annesinin standart kamerasını keşfederek başlamıştır. Ancak esas olarak film çekmeye ilgisini yönlendiren kişi, onunla sinemayla ilgili tüm deneyimlerini paylaşan hatta onu şevklendirecek malzemelerin teminini sağlayan amcası olmuştur, ilk hediyesi de bir film kesme ma-
73
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
kinesidir. Filmlerle ilk teması bu şekilde başlamış, evlerin bahçesindeki bir kulübeyi film stüdyosuna çevirip negatifleri kendi çabasıyla kesmeye kurgulamaya koyulmuştur. İlk filmlerinden birini de yine amcasının verdiği makaraları keserek yapmıştır.
çözmek için kendisini, suçlu olduğundan şüphelenilen seri katilin yerine koyan bir dedektifin ve içine girdiği oyunun hikayesini anlatan film ile Trier Cannes’daki ilk ödülünü almıştır.
Üniversite dönemine kadar birçok kısa filmi art arda gelmiştir. İçlerine 2 dakikalık bir animasyon filmi de dahildir. Üniversite yıllarındaki ilk filmi 1977 yılında çektiği ‘Orkide Bahçivanı’, ikincisi ise 31 dakikalık “Menthe: Kutsanmış”. Bu iki film ilk defa kalabalığa gösterilmiştir. Orkide Bahçivanı aynı zamanda sinema okuluna kabul edilmesini sağlamış,
Tahrik edici, kışkırtıcı, cüretkâr bir provokatör mü; yaratıcı, özgün, özgür bir çığlık mı sinemada? Söylemleri, eylemleri, ürünleri sanat ve film eleştirmenleri tarafından hep farklı okuna görsün, özellikle 1996’daki Dalgaları Aşmak filminin ardından Lars Von Trier, sinemanın üstüne en çok tartışılan isimlerinden birisi olmuştur.
Lars Von Trier Sineması
Peki, Trier’in sinemasını bu kadar tartışmalı hale getiren şey ne? Bir hikaye anlatıcısı olması olabilir. Ama tetikleyici olan, hikayenin kapsayamadığı bir gerçeklikle uğraşması. Çünkü hikayeler her zaman özü resmedemezler, hatta saklarlar, geriye kalanı gizlerler. Duygular karışır içerisine, anlamlar, maceralar karışır ve görünen şey gerçeklik olur. Lars Von Trier bu yüzden hikayeleri suçlar. Manifestosunda da bunu açıkça dile getirir: “Hikaye, anlam, çözüm ve duygu arayışları yüzünden konunun özünü bizden esirgerler; yani, dünyanın anlatması ya da ifşa etmesi bu denli kolay olmayan, ama varlığı olmaksızın yaşayamayacağımız geri kalanını! Hikaye suçludur...” İşte tam bu yüzden, onları hep kaybetmeye ve yeniden bulmaya çalışır. Hikayeleriyle iletişim kurar, onları tarif eder ki onlar da bize odağında olmayanı, gerisindekini tarif edebilsin diye. Böylece kapsanmayanı, verili açıdan anlaşılmayı deşifre etmeye çalışır ki görünmeyenin deşifrasyonu her zaman tartışma potansiyeli barındırır, bir de bu Von Trier sinemasında olduğu gibi tüm sertliği ve yaratıcı cüretkarlığı ile yapılırsa, deli de denir, dahi de...
sinema dünyasının yüzünü Trier’e döndürmüştür. Sinema okulunda da kısa filmlerden belgesele bir çok prodüksiyon üstlenmiştir.
74
Sinema okulundan mezuniyetinin ardından ilk filmi Suç Unsurunu’nun hazırlıklarına başlamıştır. Suç unsuru temelde bir suç öyküsüdür. Cinayeti
Hakkındaki tartışmaların diğer olası bir noktası ise, sinema piyasasını ve hatta seyirciyi memnun etmeye çalışmamasıdır. Piyasayı memnun etmemesinin nedeni gayet açık, çünkü filmlerinin sanatsal kontrolünü hep kendi elinde tutmaya çalışmış, bu anlamda Hollywood’un egemen stüdyo sistemine direnmiş ve karşı koyabilmiştir. Ancak seyirci açısından baktığımızda da bir kavga söz konusudur. İzleyicisini memnun etme gibi bir uğraşı yoktur, aksine bilinçli olarak rahatsız etmeye çalışır, seyirci ortada bir suç varsa gözetlediği andan itibaren o suça ortak olur. Hikayeyi sevmesi değil, ondan şüphe duyması hedeflenir, bir deneyin içersine girer. Lars Von Trier’in çok farklı bakış açılarından değerlendirilmesinin aslında bir nedeni de seyirciyi içerisine soktuğu bu deneyin, her daim yaratıcısı olmasıdır. Tüm filmleri deneysel bir çalışmanın ürü-
Bütün bunlar ışığında, Von Trier’in sinema estetiğine yaklaşabilmek ve sinema anlayışını daha kapsamlı ele alabilmek için filmografisinde Avrupa sonrası döneme denk düşen “Dalgaları Aşmak” (Breaking the Waves) filmi incelenebilir.
Dalgaları Aşmak Film, 70’lerin kuzeybatı İskoçya’sında katı bir inanç sisteminin hakim olduğu küçük bir kıyı kasabasında geçer. Hikayede, bu inanç sisteminin içerisinde yetişmiş, aslında bir nevi hapsolmuş Bess, yine aynı sistemin beslediği geleneklere karşı çıkarak bir petrol kuyusu işçisi olan Jan ile evlenir. İlk cinsel birleşmeleriyle birlikte Bess, Jan’e ezici bir tutkuyla bağlanır.
sında geçer. Son derece gerçekçi bir şekilde işlenen oyunculuklar da izleyiciyi filmin içersine sokar. Birkaç yerde bu durum özellikle istenir. Bess karakterini canlandıran Emily Watson doğrudan kameraya bakarak seyirciyle hikayesini paylaşır, onu kendisi için düşünmeye zorlar. Sonuç olarak Lars Von Trier sineması ortak bir hikaye arayışıdır, görünenin ardında görünmeyene ulaşma uğraşı, gerçeğin sertliğine, vahşetine çelişkisine ortak bir bakış. Bu ortaklığı kabul edip etmemesi, izleyicinin Trier sinemasını nerde konumlandırdığının izlerini taşır.
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖZGÜR DÜŞÜN
nüdür. Klasik sinema anlatım kalıplarını ortadan kaldırmıştır, hatta kendi sanatsal ifade yöntemiyle, anlatımıyla da oynayarak, sürekli deneyerek, biçimsel ve fikirsel yenilikler getirmiştir. Bu anlamda da sineması hızlı bir takibe ihtiyaç duyar.
Bu bağımlılık, Jan’ın çalışmak için petrol kuyusuna geri dönmesiyle Bess’e şiddetli sinir krizleri geçirtir. Geri dönmesi için Meryem’e yalvarır. Mucize eksik de olsa gerçekleşir, Jan döner ama geçirdiği kaza sonucu felç olarak. Karısından bir sevgili bulmasını ve aralarında geçenleri kendisine anlatmasını ister. Başlangıçta itiraz ettiği teklifi kabul eden Bess bir oyunun içerisine girer, bunu yaparak kocasını iyileştireceğine inandırır kendini. Jan’ın durumu kötüleştikçe, bedenini daha sert bir ilaca bırakır. Kendi yok oldukça kocası iyileşir. Bu aslında bir varsayımdır. Çünkü ne Trier ne de salt hikaye Bess’in bunu neden yaptığına dair keskin ipucu vermez. Ancak yorumlar ve eleştiriler daha kabullenebilir olanın çerçevesinde yoğunlaşır. Fedakâr kadın inancı için hayatını feda eder ya da aşık kadın sevdiği erkek için her şeyini kurban eder. Başka bir alternatif seyircinin çok kolay kabulleneceği bir yerde durmaz çünkü izleyici, kurbanları, fedakarları, aşıkları sever. Bir kurbanın sevişmesi ve bir kadının sevişmesi çok farklı şeylerdir. Kadını fahişe, kurbanı kahraman yapar. Aslında Trier kadının eylemlerinin neden sonuç ilişkisiyle ilgilenmez. Fedakar da olabilir, kurban da, aşık da ya da sadece seksten haz alan bir kadın da. Bunun çok daha ötesinde, inancı ve eylemleri arasındaki çelişkileri deşifre ederek sadakat-ahlakinanç kavramlarını ters yüz etmeyi amaçlar. Gerek mekansal kurgusu, gerekse hikaye anlatımı açısından Dalgaları Aşmak, izleyicinin baştan sona rahatlıkla izleyebileceği bir film olmaktan uzaktır. Ancak bu diğer birçok filminde de rastlanabilen yönetmenin bilinçli bir tercihidir. Film bir sıkıntı hava-
KAYNAKÇA: - Jack Stevenson, Lars Von Trier, Londra, British Film Institute Publishing, 2002 - Hana Maria Laakso, DOGMAtic Iconoclasm, Canada, Concordia University, 2002 - Ertuğrul Bilgin, Trier’in Gör Dediği, İstanbul, Görüntü Sinema Dergisi
75
ÖZGÜR DÜŞÜN
Haziran-Temmuz 2011-55
ÖLÜ MÜ DENİR
Ölü mü denir şimdi onlara Durmuş kalbleri çoktan Ölü mü denir şimdi onlara Kımıldamıyor gözbebekleri Ölü mü denir peki En büyük limanlara demirlemiş En büyük gemiler gibi Kımıldamıyor gözbebekleri Ölü mü denir şimdi onlara. Suratları gergin Suratları kararlı Belli ki çok beklemişler Kabuğundan çıkan bir portakal gibi gelen sabahı Suratları gergin Bir savaş alanına benziyor suratları Dudakları nemli Son defa kendi etini öpüp Yani son defa gerçek bir insan etini Hazla kapanmışlar öyle
76
Bir mermer yığınının gözlerine Omuzlarına düşerse bir çınar yaprağı Hüzünlensin yaşayanlar o zaman Sırası değil hüznün daha. Öylesine sıkılmış ki yumrukları İyice sıkılsın yumruklar Saklansın diye bir armağan gibi bu katılık Öylesine sıkılmış ki yumrukları Kimse hüzünlü olmasın Kimse hüzünlü olmasın diye Sırası değil hüznün daha. Unutulsun bir gövdeye duyulan hasret Unutulsun bu alışılmış duyarlık O kadar sade, o kadar kalabalık ki
Unutulmaya değer onların insan gövdeleri Geçirmiyor gövdeleri soğuğu Ve unutulmalı mutlaka Geçirmiyor sıcağı da Ve ikiye ayrılmış bir nehir gibi bacak- Dolsunlar diye yüreklere ları Dolsunlar damarlara. Akıyorlar sonsuza Ölü mü denir şimdi onlara. Ölü mü denir Ölü mü denir şimdi onlara. Kimse hüzünlü olmasın Sırası değil hüznün daha Edip Cansever Bir gün bir şehrin alanında (1974)