SUNU
Merhaba, 52. sayısında Kürt Ulusal sorunu ile ilgili değerlendirme yazımızdan kaynaklı tüm nüshaları toplatılan ve bir ay süre ile kapatma cezası alan dergimiz, baskılar karşısında devrimci tutumundan vazgeçmeden yeni sayısı ile siz okurlarımıza bililmsel-sosyalist gerçekleri taşımaya devam ediyor. Bu sayımızda da emperyalistlerin Ortadoğu coğrafyasında hayata geçirmeye çalıştığı projelerini mercek altına alıyor, son bir ayın en çok tartışılan konularından birisi olan Hizbullah gerçeğini masaya yatırıyoruz. Halkın ve bilhassa da son günlerde üniversite gençliğinin yükselen hak telepleri mücalesinin karşısına çıkan “cop”ların gerçek mahiyetini teşhir ediyoruz. Nepal’deki güncel gelişmeleri ele alan çevirimiz ve özellikle Sovyet sosyal emperyalizminin çöküşünden sonra sıkça tartışılan “sosyalizmin sorunları” kapsamında Büyük Proleter Kültür Devrim’lerinin önemi üzerine kaleme aldığımız yazımızı okurlarımıza sunuyoruz. Geçen sayımızda Behzat Firik şahsında kaleme aldığımız anlatıya devamla bu sayımızda Firik Dede’yi anıyor ve anıları önüde saygıyla eğiliyoruz. Beğeniyle okuyacağınız 53. sayımızla yeniden MERHABA!
İÇİNDEKİLER
01
BAŞYAZI
31
ADGH: SOSYAL DEMOKRASİNİN EVRİMİ VE SOL PARTİ’NİN ÇAĞIRDIĞI ESKİ RUH
04
DGH’DEN
37
SOSYALİZMİN SORUNLARI GÜNCELLİĞİNDE BÜYÜK PROLETER KÜLTÜR DEVRİMİ
08
ULUSAL SORUNA DEVRİMCİ ÇÖZÜM “DEVLETLÛ” TARAFINDAN YASAKLANMIŞTIR
44
MUKTİ NEPAL: NEPAL’DEKi DURUM
10
FÜZE KALKANI VE GENÇLİK HAREKETİ
50
ELEŞTİREL YALANCILIK YA DA FAŞİZMİN DEMOKRASİ EĞİLİMLERİ
13
DÜNDEN BUGÜNE HİZBULLAH: YALANLAR VE GERÇEKLER
54
NEO LİBERALİZMİN TÜRKİYE’DEKİ İZDÜŞÜMLERİ
22
DÜZEN İÇİN EMNİYET, HALK İÇİN EZİYET
58
ÖYKÜ: BİTMEYEN ÇIĞLIK 2
27
MİKRO AŞK, MAKRO MEŞK
60
KİTAPLIK: SAVAŞ VE BARIŞ
özgürdüşün
KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LTD. ŞTİ. Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Hıdır GÜRZ Yayın Türü: Yaygın-Süreli Yönetim Yeri: Şehit Muhtar Mahallesi Süslü Saksı sokak No: 11/4 Beyoğlu-İSTANBUL Tel: (0212) 243 91 92 Dizgi: Kardelen Yayımcılık
ozgurdusunkolektifi@hotmail.com
Baskı: Ezgi Matbaacılık Adres; Çobançeşme mah. Sanayi cad. Altay sk. No: 10 A Blok Yenibosna Bahçelievler- İstanbul Tel :0212 654 94 18
Hesap Numarası: Serpil KARAKAYA: İş Bankası İstanbul Parmakkapı Şubesi 1042 0677147
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
Emperyalistlerin Ortadoğu Düellosu ve Gelişen Dinamikler Geçtiğimiz haftalar boyunca Tunus ve Mısır halklarının sokaklara taşan kitlesel öfkesi dünya gündeminin baş sırasına oturdu. Tunus ve Mısır halklarının kitlesel hareketleri ezilen dünya halkları tarafından sahiplenildi. Tabi, emperyalistler de kendi cephelerinden, bu hareketleri sahiplenmeyi ihmal etmediler. Tunus ve Mısır’da gelişen kitle hareketlerine dair, doğal olarak herkes bir şeyler söyledi. Hemen herkes bu “direnişlerin”, “isyanların”, “ayaklanmaların”, “devrimlerin” haklı olduğundan ve krallıkların devrilmesi gerektiğinden dem vurdu. ABD, Fransa gibi emperyalistler de bu eylemleri en üst düzeyde ele alarak gerekli “hassasiyeti” gösterdiler. Nihayetinde emperyalistler, gelişen bu hareketleri “anayasal reformlarla” gerici düzenleri içerisinde tutma perspektifini hayata geçirdiler. Uşakları vasıtasıyla Mısır’da, Tunus’ta ve diğer yerlerde bu hareketleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalıştılar. Bu durum, sınıf mücadelesinin en tabi sonuçlarından ve kurallarından birisidir. Tunus’ta, Mısır’da milyonların kendiliğinden gelişen hareketleri küçümsenmemelidir. Bu hareketler yığınların muazzam gücünün tekrar tekrar görülmesi, hatırlanması, dersler çıkarılması açısından son derece önemlidir. Fakat bu hareketler gereğinden fazla abartılarak sanki emperyalizmi hedef alan ve devrime yürüyen hareketlermiş gibi değerlendirilmemelidir. “Her gelişen kitlesel eylem, sokakları tutuşturan
meşru mücadele doğru sonuçlara ulaşır” diye bir kural yoktur. Nitekim Tunus’ta ve Mısır’da gelişen kitle hareketlerinin vardığı sonuç, gerici düzenin “anayasal sınırı” olmuştur. Bu sonuç şaşırtıcı olmanın ötesinde kaçınılmaz olandır. Çünkü bu hareketler, devrimci-komünist bir önderlikle siyasi iktidarı ele geçirmeyi hedefleyen bir niteliğe sahip değildi. Sınıf temeli zayıf, ufku sınırlıydı. Bu yalın gerçek, hem Tunus’ta hem de Mısır’da kendisini çok açık bir şekilde göstermiştir. Her iki ülkede de halk, “diktatörlerin gitmesi” talebiyle sokaklara dökülmüştür. “Yeni bir hükümet”, “yeni bir anayasa” söylemleri ön plana çıkmıştır. Bu nedenle Tunus ve Mısır’da gelişen hareketlerin, emperyalistler ve uşakları tarafından manipüle edilmesi çok zor değildi. Tunus ve Mısır halklarının eylemleri, ülkemiz hakim sınıfları ve onların sözcüleri tarafından da “anlayışla” karşılandı ve hatta burjuva medya gelişmeleri “devrim sürecek” üst başlığı ile duyurmaya başladı. Ülkemiz hakim sınıflarının ve uşaklık ettikleri emperyalist-kapitalist dünya sisteminin, devrimin içeriğini boşaltarak onu kendi düzenleri içerisinde gerçekleştirilen “önemsiz reformlara” indirgeyen tutumları, yıllardır hayata geçirmekte oldukları ideolojik saldırıların bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Emperyalistler ve uşakları Ortadoğu’daki gelişmelere baktıklarında, kendi icatları olan, rengârenk devrimler görürler; sınıf bilinçli devrimciler baktığında
1
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
2
ise ortada bir devrim olmadığını… Unutulmamalıdır ki Tunus’ta, Mısır’da iktidar hala sömürücülerin elindedir ve emperyalistlerin hizmetindedir. ABD’nin ve diğer emperyalistlerin öve öve bitiremedikleri “devrimle” sadece gerici iktidarlara cila atılmış, kılıfları değiştirilmiş ve tekrar piyasaya sürülmüştür. İşte emperyalistlerin renkli devrimi! Yeni demokrasi güçleri, Tunus ve Mısır eylemlerine büyük misyonlar biçmemiş ve henüz sürecin başındayken bu hareketlerin nasıl sonuçlanacağını ifade etmişlerdi. Fakat ülkemiz devrimci, demokratik hareketleri içerisinde önemli bir kesim, Tunus ve Mısır’da gelişen hareketleri haddinden fazla abartarak adeta “devrim rüyası” görmüşlerdir. Kimi kesimler gördükleri bu rüyadan hareketle “biz de Tunus ve Mısır halkları gibi yapmalıyız” demekten de geri durmamışlardır. Açıkça ifade etmek isteriz ki, ülkemiz devrimci hareketinin büyük bedeller, mücadeleler ve muharebeler altında yarattığı mücadele tarihini,
Maoistler, Nepal’de gerici monarşiyi 10 yıllık ağır bir savaşla yıktıklarında bu kesimler “devrim büyüyor” diye çığlık atmamışlardı. Keza Hindistan’da kurtarılmış bölgeler yaratan Maoist hareketin mücadelesi de aynı coşkuyu yaratmış değildir. Bilinçle ve eylemle, devrime yürüyen hareketler mi daha değerli yoksa düzen içi taleplerle gelişen kendiliğinden hareketler mi?
Tunus ve Mısır’ın gerisine düşürerek anlatmaya kalkmak tam bir siyasi körlüktür! Ülkemiz devrimci-komünist hareketi on yıllardır çok açık ve berrak bir şekilde sömürü ve zulüm düzenine karşı mücadele yürütmektedir. Ve bu mücadelenin hedefleri, Tunus ve Mısır’da gelişen hareketler gibi “düzen içi” değildir. Bu kesimler, küçük-burjuva tez canlılığı ve darlığı ile hareket etmişlerdir. Örneğin bu darlık en basitinden özellikle son yıllarda Nepal’de ve Hindistan’da gelişen halk savaşlarını görmezden gelme tutumunda kendisini göstermektedir. Maoistler, Nepal’de gerici monarşiyi 10 yıllık ağır bir savaşla yıktıklarında bu kesimler “devrim büyüyor” diye çığlık atmamışlardı. Keza Hindistan’da kurtarılmış bölgeler yaratan Maoist hareketin mücadelesi de aynı coşkuyu yaratmış değildir. Bilinçle ve eylemle, devrime yürüyen hareketler mi daha değerli, yoksa düzen içi taleplerle gelişen kendiliğinden hareketler mi? Bu konuda yanlışa sürüklenmemenin en etkili çözümü ideolojik-politik seviyeyi sürekli yükseltmektir. Sınıf bilinci gelişkin olanların her bir meseleye yaklaşımı da gelişkin olur. Bu nedenle son haftalarda Ortadoğu’da gelişen kitle hareketlerine doğru bir perspektifle yaklaşmak ve sınıf düşmanlarının sinsi saldırılarını boşa çıkartmak son derece önemlidir. Aynı tutum sadece Ortadoğu’da vuku bulan gelişmeler için değil, ülkemizdeki güncel-siyasal gelişmeler için de geçerlidir Hemen her dönem gündemin hızla değiştiğine, değiştirildiğine tanık oluyoruz. Son aylarda BDP’nin ilan ettiği ‘iki dilli yaşam’ uygulamaları, Füze Kalkanı Projesi, Hizbullah tartışması, Torba Yasa, üniversite gençliğine yönelen kapsamlı saldırılar, OSTİM’de 19 işçinin hayatını kaybetmesi bu gündemlerden ifade edebileceklerimizin sadece bir kısmı. Gündemler her ne kadar bir birinden farklı ve uzak görünse de aslında siyasi iktidarın çürümüşlüğünü ortaya koyan ortak örnekler olarak değerlendirilmelidir. Gündeme çıkan konu başlıklarından da anlaşılmaktadır ki, ezilen kesimler yaşamın her alanında, kapsamlı saldırıların hedefi durumundadır. Bu durum hakim sınıfların yaşadığı ekonomik darboğazın dolaysız sonuçlarıdır. AKP hükümeti eliyle yıkım politikaları bir bir hayata geçtikçe ve bunların sonuçları fabrikada, tarlada, okulda, sokakta, pazarda etkisini gösterdikçe tepkiler artmakta ve bu da beraberinde yeni saldırı politikalarını getirmektedir. Ezilen kesimlerin, sömürüye karşı yükselen tepkilerini, baskı ve zorla karşılama yoluna gitmek gerici düzenin varlığını devam ettirebilmesinin önemli koşullarındandır. Varlığını, emeğini sömürdüğü milyonların sırtından var edenler açısından bu yöntem
Ankara sokaklarını dolduran binlerce emekçiye yönelen polis saldırısı da aynı amaçla devreye sokulmuştur. Halk gençliği gerek bu gündemlere yaklaşırken gerekse de kendi özgün gündemlerini oluştururken, en genel kitlenin beklentilerini, kaygılarını dikkate alarak hareket etmek durumundadır. Çünkü kitlelerden kopan, iktidar perspektifinden kopmaya başlar ve nihayetinde söylemlerine rağmen devletin yedeği haline gelmekten kurtulamaz. Devletin yedeği haline gelmek için illaki onun peşine takılmak gerekli değildir. Eğer siz, kendi gündemlerinizi yaratamıyorsanız, sınırlı da olsa gücünüzü doğru bir şekilde harekete geçiremiyorsanız ve devrimin tayin edici güçlerinden ziyade tali alanlarda zaman tüketiyorsanız devletin yedeği haline gelme yolunda
bu bütünlük içerisinde ele alma son derece önemlidir. Ezilenlerin demokratik, meşru hakları ve özgürlükleri için sürdürdüğü mücadeleler devletin sindiremediği bir noktaya ulaştığı andan itibaren, daha pervasız saldırılarla ezilmeye çalışılır. Örneğin geçtiğimiz günlerde Ankara’da keyfi gerekçelerle tutuklanan 5 üniversite öğrencisinin “terör örgütü operasyonu”na maruz kalması son aylarda üniversite gençliğinin yükselen militan, meşru mücadelesini ezmeye yönelik bir harekettir. Benzer şekilde Torba Yasa’ya karşı
hızla ilerliyorsunuz demektir. Geleceğimizin Torba Yasalarla, Füze Kalkanı Projeleriyle ve benzer saldırılarla karartılmaya çalışıldığı böylesi bir dönemde halk gençliğine son derece önemli görevler düşmektedir. Her bir alanda, özellikle üniversitelerde ve liselerde, öğrenci gençliğin yakıcı talepleriyle birleşmek, bu talepler içerisinde örgütlenmek ve sınıf mücadelesini bilinçle, cesaretle ve cüretle ilerleterek hâkim sınıfların tasfiye saldırılarını boşa düşürmek ertelenemez bir görevdir.
Şubat-Mart 2011-53
ÖZGÜR DÜŞÜN
asla vazgeçilebilecek bir yöntem değildir. Çünkü bu, uzlaşmaz karşıtlıklara sahip olan iki düşman sınıfın birbirine karşı sürdürmekte olduğu mücadelenin mantıki sonucudur. Her iki kesim de karşısındakini alt etmek için uğraşmaktadır. Hâkim durumda olan egemenler, ezilen kesimleri kontrol altında tutmaya çalışırken; ezilenler de hâkim sınıfların iktidarlarını zapt ederek kendi iktidarlarını kurmak istemektedirler. İster iki dilli yaşam için Kürt ulusunun giriştiği bir hareket olsun, isterse de OSTİM’de iş cinayetine kurban giden 19 işçi şahsında sürdürülen güvenceli iş için mücadele… Bu mücadeleler birbirinden bağımsız değildir. Çünkü sorunların mimarları ortaktır. Dolayısıyla sorunları yaratanlara karşı ezilen milyonların ortak bilincini geliştirme ve her bir eylemi
3
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
DGH’den
DEMOKRAT‹K GENÇL‹K HAREKET‹
www.demokratikgenclikhareketi.org
Demokratik Haklarımız için Örgütleniyoruz Özgürlüğümüz için Başkaldırıyoruz! Demokratik Gençlik Hareketi Şubat 2011
4
Emperyalistlerin ve uşağı ülkemiz hâkim sınıflarının ezilen milyonlara dönük kapsamlı saldırıları güncelliğini korumaya devam ediyor. Sadece son haftalarda öğrenci gençliğe yönelen tutuklama terörüne, idare-polis ve faşistler işbirliği ile tezgâhlanan saldırılara; Ankara’da işçi ve emekçilerin Torba Yasa protestosuna yönelen azgın polis saldırısına; OSTİM’de güvencesiz çalışma koşulları altında can veren 20 işçinin ölümüne; Füze Kalkanı Projesi’nde sesssiz sedasız hayata geçirilen ve ülkemizi emperyalistlerin yeni savaş cephelerine çeviren kararlara baktığımızda dahi, emperyalist-kapitalist dünya düzeninin ve uşağı ülkemiz hâkim sınıflarının halka dönük saldırılarının kapsamını görmek olasıdır. Büyük bir hızla hayata geçirilen bu saldırıların odağında, yüz yıllardır olduğu gibi bugün de çeşitli uluslara, milliyetlere ve inançlara mensup işçiler, köylüler, gençler, kadınlar, memurlar yani ezilen milyonlar bulunmaktadır. Ülkemiz ezilenleri yüzlerce yıldır bu topraklarda tabiri caizse bir “ateş çemberinden” geçmektedirler. Ortadoğu ve dolayısıyla ülkemiz, emperyalistler açısından daha kapsamlı “operasyonlara”, “projelere” sahne oldukça ülkemiz hâkim sınıfları uşaklık görevlerini yerine getirmek için her yönüyle daha da saldırganlaşmaktadır. Örneğin, sadece Füze Kakanı Projesi’nin mahiyetine ve bu kapsamda 2000’lerin başından beri atılan adımlara ve 2020 yılına kadar da atılacak olan adımlara baktığımızda dahi, karşı karşıya olduğumuz tehlikenin boyutları kendisini göstermektedir.
Bu tablo bize neyi göstermektedir?
Bu tablo bizlere emperyalistlerin kapalı kapılar ardında yapılan görüşmeler yoluyla ülkemizi ve dünyamızı yıkıma sürükleyecek son derece hayati bir takım kararlar aldığını ve bu kararları AKP’siyle, CHP’siyle, MHP’siyle, Genelkurmay’ıyla ve diğer hizmetkârlarıyla hayata geçirdiğini göstermektedir. ABD, Ortadoğu’nun zengin doğalgaz, petrol ve su kaynakları üzerindeki tahakkümünü korumaya, sağlamlaştırmaya çalışmaktadır. ABD böylelikle bir taraftan emperyalist kamp içerisinde var olan çıkar dalaşı kapsamında rakiplerine karşı, özellikle Çin ve Rusya’ya karşı, üstünlüğünü korumaya çalışırken diğer taraftan da bu üstünlüğü sağlama yolunda, önümüzdeki on yıl içerisinde muhtemel bir İran saldırısının sinyallerini vermektedir. ABD'nin ekonomik, siyasi ve askeri planları ve girişimlerinin diğer emperyalistler tarafından da benzer planlar ve girişimlerle karşılandığını düşünecek olursak Ortadoğu’nun ve ülkemizin nasıl bir oyunun içerisine sürüklenmeye çalışıldığını kavrayabiliriz. ABD’nin ve diğer emperyalistlerin “İran tehlikesi”ne dikkat çekerken kurduğu cümleler önümüzdeki yılların her yönüyle hareketli geçeceğini göstermektedir. ABD, İran’a saldırmak için “gerekçelerini” kuvvetlendirmektedir. Zira geçtiğimiz haftalarda İstanbul’da yapılan “İran Zirvesi”nde, ABD, Rusya, Çin, Fransa, İngiltere ve Almanya, “İran’la anlaşamadıklarını” açıkladılar. İran’ın sınırlı askeri gücünün bu altı emperyalist devletle kıyaslandığında lafının bile edilmeyeceği bilinmelidir. ABD, Rusya, Çin, Fransa, İngiltere ve Almanya’nın ellerindeki nükleer silahlarıyla ve bitip
Saldırılar Altında, Ezilenlerin Hak Alma Mücadeleleri de Yükselecektir! Ülkemiz hâkim sınıfları, emperyalist efendilerine karşı uşaklık vazifelerini yerine getirmek için büyük bir çaba sarf etmektedir. Hayata geçirilen “gerici yasalarla”, hâkim sınıfların çeşitli saldırılarını “demokratik” bir muhtevaya büründürdüğü görülmektedir. Güvencesiz çalışma koşulları, esnek çalışma saatleri, sendikasızlaştırma uygulamaları, ücretlerin düşürülmesi, köylünün üretim yapamaz hale getirilmesi, eğitim kurumlarının ticarethane haline gelmesi, gençlerin geleceksizliğe itilmesi, kadınlara her türlü
şiddetin ve baskının reva görülmesi, anadil yasağının devam etmesi, farklı inançlar üzerindeki baskıların yoğunlaşması gibi bir çok saldırı, hâkim sınıfların “demokratik” açılımlarıyla sağlamlaştırılmaktadır. Hâkim sınıflara göre, sokak ortasında Şerzanların, Aydınların katledilmesi demokratik bir haktır (!) Üniversite öğrencilerinin, düzmece belgelerle, “terör örgütü operasyonlarıyla” tutuklanması demokratik haktır(!) Güvencesiz çalıştırılan işçilerin yanarak can vermesi gayet hukuki ve demokratiktir(!) Torba Yasa’ya karşı çıkanların polis şiddetinden nasibini alması “yasaları çiğneyenlere” hadlerinin bildirilmesidir(!) Yani, devletin gerçekleştirdiği her bir saldırının nedeni vardır ve bu nedenler haklıdır, hukukidir, demokratiktir(!) Hâkim sınıfların demokrasileri eşitsizliğin, her türlü adaletsizliğin daha da derinleştirilmesi ve ezilenlerin daha fazla sömürülmesi üzerine kuruludur. Bahsini yaptığımız saldırılar burjuva-feodal gericiliğin gerçek yüzünü gösteren uygulamalar olarak on yıllardır hayata geçirilmektedir. Yeni ve şaşırtıcı değildir. Bu saldırılar kaçınılmaz olarak daha da yoğunlaşacaktır. Çünkü çelişkiler giderek derinleşmektedir. Çelişkiler derinleştikçe, hâkim sınıflar saldırganlaştıkça, ezilenlerin hak alma mücadeleleri de gelişmektedir. Özellikle son yıllarda, ezilenlerin farklı kesimlerinin giriştikleri mücadeleler bunun göstergesidir. Sömürüye, işsizliğe, güvencesiz çalışmaya, doğa katliamlarına, niteliksiz eğitime, polis şiddetine, farklı inançlar ve kimlikler üzerindeki baskılara vb. saldırılara karşı ezilenlerin kendiliğinden yükselen tepkileri daha da artacaktır.
Şubat-Mart 2011-53
ÖZGÜR DÜŞÜN
tükenmez kar hırslarıyla dünya halklarının düşmanları oldukları asla unutulmamalıdır. Şu haliyle İran’ın kalkıp herhangi bir ülkeye “saldırma” gerçekliği yoktur. Çünkü bir savaşın sonucunu tayin eden ekonomik, siyasi, askeri alanlardaki olgular değerlendirildiğinde İran’ın, emperyalistlerin karşısına çıkabilecek bir gerçekliği yoktur. Bu nedenle ABD ve diğer emperyalistler tarafından sıklıkla dile getirilen “İran tehdidi” söyleminin, önümüzdeki yıllarda hayata geçirilecek saldırıların ön hazırlıkları olduğu görülmektedir. ABD’nin saldırganlığı karşısında ülkemiz hâkim sınıfları üzerine düşen tarihsel uşaklığı, layıkıyla yerine getirmektedir. 25-28 Ocak 2011 tarihleri arasında yapılan “NATO Askeri Komite” toplantısına katılan Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner, Füze Kalkanı Projesi kapsamında, füze radarlarının ve başlıklarının ülkemize yerleştirilmesi konusunda yeni talimatlar almıştır. Mart 2011’de yapılacak olan NATO Bakanlar Toplantısı ile de Milli Savunma Bakanı, bir dizi yeni talimat alacak. Sonuç olarak ülkemizin ABD’nin, NATO’nun askeri üssü olma misyonuna yeni başlıklar eklenmiştir. ABD füzelerinin ülkemize yerleştirilmesine karar verilmiştir. Bütün bunlar sessiz sedasız hayata geçirilmektedir. Ülkemiz hâkim sınıfları emperyalizmle olan bağımlılık ilişkilerinin kaçınılmaz uşaklığını yapmaktadırlar. Bu uşaklık kapsamında düzenin bütün partileri, ordusu, meclisi, medyası el ele hareket etmektedir. Bu uyum, hükümetin hangi partiden ya da partilerden oluşacağından, Genelkurmay Başkanı’nın kim olacağından, Cumhurbaşkanlığı’na kimin geleceğinden bağımsız, bir devlet politikası olarak yürütülmeye devam edecektir. Bahsini yaptığımız alanlarda “uşaklar” değişecek fakat bu emperyalist proje hayata geçirilmeye devam edecektir. İşte bugün, fabrikalarda, tarlalarda, okullarda yani yaşamın her alanında karşı karşıya olduğumuz sorunlar emperyalistlerin Füze Kalkanı Projelerinin, Genişletilmiş Ortadoğu Projelerinin ve diğer ekonomik, siyasi ve askeri programlarının sonuçlarıdır.
Demokratik Haklarımız ve Özgürlüklerimiz İçin Örgütlenelim, Mücadeleyi Yükseltelim! Halk gençliği de hâkim sınıfların saldırılarından üniversitelerde, liselerde, fabrikalarda, köylerde, sokaklarda nasibini almaktadır. Tıpkı diğer ezilen kesimler gibi halk gençliğinin de bu saldırılara karşı sürdürdüğü mücadelelerinde, son dönemlerde kendisini hissettiren bir yükselme yaşanmaktadır. Son aylarda üniversite gençliğinin sokaklara taşan militan, meşru hak alma mücadeleleri bunun göstergesidir. Peki bu yeterli midir? Kesinlikle yeterli değildir. Çünkü milyonlarca gencin böylesine kapsamlı saldırıların odağı olduğu, geleceksizliğe, umutsuzluğa, karamsarlığa sürüklendiği bir dönemde hak alma mücadelelerinin sokaklara yansıyan hali, çok güdük ve etkisizdir. Yanı sıra gençlik büyük oranda, devrimci mücadelenin uzağındadır ve örgütsüzdür. Bu durum ezilen milyonlar açısından da geçerlidir. Kitle eylemleri, özellikle işçi ve köylü eylemleri, çoğunlukla kendiliğinden gelişmekte, devrimci bir önderlikten yoksun olmanın kaçınılmaz sonucu
5
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
6
olarak da sistem içerisine sıkışıp kalmaktadır. İşte bu durum Demokratik Gençlik Hareketi’nin (DGH) halk gençliğinin demokratik hakları ve özgürlükleri için sürdürdüğü mücadelesinde dikkat çektiği en hayati konuların başında gelmektedir. DGH, kurulduğu günden bu yana, politik öncelleri olan Halk Demokrasisi Yolunda Gençlik, Yeni Demokrat Gençlik ve Partizan Gençlik’in deneyimlerine ve tecrübelerine yaslanarak bu önemli konuda bilinçle, azimle ve cüretle yol almaya çalışmaktadır. DGH, ülkemiz devrimci hareketinin, bugün emek hareketlerinden kopan, uzaklaşan kitle çizgisini “tasfiye sürecinin” dolaysız bir sonucu olarak değerlendirmektedir. Devrimci hareketin yaşadığı bu temel savrulma,
çizgilerinde yaşanan savrulmalardır. Evet, tam olarak budur. Daha geçtiğimiz haftalarda ODTÜ'de ve diğer üniversitelerde gerçekleştirilen eylemlerde gençlik örgütlerinin yürüttüğü tartışmalara bakınız; 6 Kasımlarda yürütülen polemiklere bakınız. Bu yalın gerçek, gençlik örgütlerinin geriliklerinin resmidir ve hızla aşılmak durumundadır. Devrimci faaliyet adına, örgütlenme faaliyeti adına öğrenci gençliğin geniş kesimlerinden uzaklaşan, “örgütsüz olan büyük yığına” tepeden bakan, onların taleplerini küçümseyen ve bayraklarını, sloganlarını ve isimlerini, tam da “tasfiyeci süreci püskürtmenin ön koşulu olarak”, olmazsa olmaz ilan eden gençlik örgütlerinin, bugün son derece tehlikeli bir hatta sürüklendiği tespit edilmek durumundadır.
daralma kaçınılmaz olarak, devrimci hareketin son on yılda hemen hemen iç içe geçmiş olduğu ve kadro, faaliyetçi yapısını büyük oranda karşıladığı gençlik hareketleri üzerinde de etkisini göstermiştir, göstermektedir. Dolayısıyla bugün gençlik hareketleri büyük oranda, parçası oldukları işçi, köylü, öğrenci gençliğin yakıcı sorunlarından, gündemlerinden, taleplerinden uzaklaşmış durumdadır. Gençlik hareketleri, büyük oranda öğrenci gençlik hareketlerine dönüşmüş ve fakat öğrenci gençliğin de büyük gövdesinden koparak kendi dar gündemlerine sıkışmıştır. Halk gençliğinin bugün büyük oranda örgütsüz oluşunun, yaşadığı sorunlara karşı hak alma mücadeleleri etrafında kenetlenmemesinin kanımızca en önemli belirleyeni devrimci, demokratik, ilerici gençlik örgütlerinin ideolojik ve politik alanlarda yaşadıkları sapmalardır. Buna bağlı olarak da “kitle ve eylem”
DGH yıllardır üniversitelerde, liselerde bu yalın gerçeğe dikkat çekmektedir. Öğrenci gençlik kendi sorunları etrafında örgütlenmeden demokratik, devrimci bir bilince ulaşamaz. Her gelişimin, ilerlemenin kaçınılmaz olarak ilgili kesimlerin sosyal pratikleri içerisinde sınanmaya ihtiyacı vardır. Örneğin bir üniversiteli ya da liseli “öğretmen olma hakkı” için, “harç ödememek” için, “nitelikli eğitim, barınma, ulaşım ve beslenme hakkı” için mücadele etmeden, düzenin kendisine çizmiş olduğu sınırları aşamaz. Gençliğin büyük gövdesiyle böylesi pratikler içerisinde soluk alıp vermeden “haklarınız için örgütlenin” demenin de hiçbir kıymeti, karşılığı yoktur. Bugün her bir genç sadece bir işçi, köylü, öğrenci, işsiz olarak dahi yaşadığı sorunların çok açık bir şekilde bilincindedir. Dolayısıyla bir başına “genç kardeşim sen eziliyorsun” demek abesle iştigaldir. Çünkü milyonlarca genç ezildiğini, sömürüldüğünü gayet
için Örgütleniyoruz, Özgürlüğümüz için Başkaldırıyoruz!” şiarı ile merkezi bir kampanya başlatma kararı almıştır. DGH, bu şiar etrafında ülke genelinde yaygın bir çalışma yürütecektir. Bu üst başlık altında polisÖGB teröründen fakülteler arası geçiş yasaklarına, barınma sorunlarından yemekhane sorunlarına varıncaya kadar birçok gündem ele alınacaktır. DGH'nin her bir yerel örgütü kendi üniversitesinde, lisesinde öne çıkan sorunları tespit edecek ve bu sorunlar arasında “en yakıcı olanı” gündemine taşıyarak çalışmalarını şekillendireceklerdir. DGH bu kampanya ile birlikte güncel pratikpolitik alanında yoğunlaşma yolunda önemli bir adım atmaktadır. Bu kampanya DGH’nin politik seviyesini ve hareket kabiliyetini geliştirmesi bakımından son derece önemlidir. DGH, yeni demokrasi mücadelesinin bileşenlerinden birisi olarak zengin bir mücadele tarihine ve güçlü bir ideolojiye sahiptir. Fakat DGH bu önemli silahlarını şimdiye kadar etkili bir şekilde üniversitelerde ve liselerde temsil edememiştir. DGH, şimdiye kadar, sahip olduğu nitel ve nicel gücüne rağmen yapabileceğinin gerisinde bir politik hatta ilerlemiştir. Şüphesiz bunun çeşitli nedenleri bulunmaktadır. DGH, kuruluşundan bugüne adım adım bu eksiklerini aşma yolunda ilerlemektedir. Gelinen aşamada DGH, daha güçlü hamleler yaparak saflarını sarsılmaz bir bilinçle donatma, çelikten bir disiplinle örgütleme yolunda ilerleyecektir. DGH, halk gençliğini tasfiyeci saldırılar altında örgütsüz, önderliksiz bırakmayacaktır. DGH, kendisinin boş bıraktığı her bir alanın burjuva-feodal gericilik tarafından, düzen içi akımlar tarafından doldurulduğunun açık bilinciyle hareket etmektedir. DGH, halk gençliğinin öz örgütlüleri olan öğrenci derneklerinde, kulüplerde, topluluklarda örgütlenme perspektifiyle hareket etmeye devam ederek, demokratik haklar ve özgürlükler mücadelesini yükseltecektir. Devrimci hareketin kapsamlı tasfiye saldırılarının odağı olduğu, sağa-sola savrulduğu böylesi tarihsel bir süreçte DGH, yeni demokrasi yürüyüşünün bir parçası, bölüğü olma sorumluluğunu bir an dahi aklından çıkarmamaktadır. Bu gerici dalgayı savuşturmanın, tasfiyeci rüzgârları dağıtmanın yegâne yolu, politik kitle faaliyetlerinde sebat etmek, yaygın şekilde örgütlenmek ve devrim için seferber olmaktır. Devrim için dövüşmek demek, kitleleri kendi hakları, talepleri etrafında ortaya koydukları hareketleri içerisinde örgütlemek ve bu kitle hareketlerine siyasal önderlik etmek demektir. Gençliği daha geniş bölükler halinde örgütlemek DGH’nin ödevi ise, DGH bu ödevi layıkıyla yerine getirmek için hareket edecektir.
Şubat-Mart 2011-53
ÖZGÜR DÜŞÜN
iyi bilmektedir. Sorun, bu değildir. Sorun, bu politikaları hayata geçiren sömürü ve zulüm düzenine karşı gençliğin öfkesini, tepkisini, dinamizmini örgütleme sorunudur. Bu mücadeleler içerisinde politik bilincin geliştirilerek daha da ilerletilmesi sorunudur. Gençlik hareketlerinin büyük oranda yakalayamadıkları halka da budur. Bu durum son derece tehlikelidir. Açıklamamızın giriş kısmında işaret ettiğimiz dünya ve ülke gerçekliği karşısında, devrimci, demokratik gençlik hareketlerinin böylesine bir pozisyon alması büyük yenilgilerin ve daha büyük savrulmaların habercisi olarak okunmalıdır. DGH, kendi adına bu durumu daha bir özenle ve ciddiyetle ele aldığını bu vesileyle bir kez daha ilan eder. Emperyalistleri ve uşaklarını, Türkiye-Kuzey Kürdistan’dan kovmak, onların ekonomik, siyasi, askeri vb. saldırılarına karşı mücadele etmek bir niyet meselesi değildir. Bu, bir zorunluluktur! Bu zorunluluğun emrettiği devrimci programı ezilen milyonlarla buluşturmak, onların devrimci mücadeleleri içerisinde sınamak ve ilerletmek meselesidir. DGH, halk gençliğinin örgütü olarak, üzerine düşen ağır sorumlulukların bilincindedir. DGH bu bilinçle çalışmalarını nitelikleştirme, derinleştirme yolunda daha etkili adımlar atacaktır. DGH, 20 Şubat 2011 - 1 Nisan 2011 Tarihleri Arasında, “Demokratik Haklarımız için Örgütleniyoruz, Özgürlüğümüz için Başkaldırıyoruz!” Şiarıyla Bir Siyasal Kampanya Başlatacaktır! DGH, 2010 Ekim ayında gerçekleştirdiği VII. İl Temsilcileri Toplantısı’yla kısa, orta vadeli bir takım yönelimler belirlemiş ve yönelimlerini “Bilimsel Sosyalist İdeolojiyle Yüklen, Çelikten Disiplinle Örülü Örgütünle İlerle, Devrimci Mücadelenle Kazan!” şiarıyla da kamuoyuna duyurmuştu. DGH bu toplantının yönelimini şöyle açıklamıştı: “...DGH, Yeni Demokrasi mücadelesinde adımladığı uzun soluklu ve meşakkatli yürüyüşüne, halk gençliğini kendi ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal hak talepleri mücadelesinde örgütleyerek devam edecektir. DGH, Demokratik Halk Devrimi temel koşulundan süzülen programının propagandasına dayalı siyasal faaliyetini, örgütsel ilkeleri etrafında kenetlenen, yeni demokrasi perspektifiyle toplumsal olarak aynı yazgıyı paylaştığı fakat devrimci bilinciyle ayrıştığı halk gençliği içerisinde örgütlenerek yaygınlaşan bir yönelimle örecek” DGH, 2010 Ekim ayından bu yana bu perspektife bağlı kalarak çeşitli faaliyetler de gerçekleştirdi. Şimdi DGH, 20 Şubat 2011’den itibaren yine bu perspektife bağlı kalarak “Demokratik Haklarımız
7
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
ULUSAL SORUNA DEVRİMCİ ÇÖZÜM “DEVLETLÛ” TARAFINDAN
YASAKLANMIŞTIR! Özgür Düşün Kolektifi Şubat 2011
8
Hatırlanacağı üzere dergimizin 52. sayısı geçtiğimiz Aralık ayında henüz baskıda olduğu saatlerde İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından “ceza” yağmuruna tutulmuştu. Dergimiz, Aralık 2010-Ocak 2011 tarihli 52. sayısında yer alan “Güncel gelişmelerle birlikte Kürt Ulusal sorununa kısa bir değini” başlıklı yazıda “PKK-KONGRE-GEL” propagandası yapıldığı iddiasıyla 1 ay süreyle kapatılarak tüm nüshaları hakkında toplatma kararı verilmişti. Kürt ulusal sorunu ve bu soruna dair çözüm önerileri, geçmişle kıyaslandığında hayli “açık” bir şekilde yürütülmektedir. Burjuva basında bu soruna dair her gün bir makale veya dosya konusu hazırlanmakta, burjuva-feodal medyada da Kürt ulusal sorunuyla ilgili çeşitli tartışmalara her an rastlanmaktadır. Fakat iş, devrimci kesimlerin bu soruna dair çözüm önerilerini ve analizlerini aktarmaya başladıklarında değişmektedir. Devlet kendi aygıtı olan yargıyla bu soruna dair devrimci değerlendirmeleri sansür yoluyla gizlemeyi hedeflemektedir. Amaç nettir: Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı karartılarak Kürt ezilenlerini devrimci ve sosyalist bir programdan mahrum bırakmak! Açılım, liberalleşme, demokrasi dendiğinde düşünce özgürlüğünü aklına getirenler devrimci çözüm dendiğinde kendi yasalarında yer verdikleri “ifade özgürlüğü”nü unutmakta, “örgüt propagandası” iddiasıyla yapılan sansürcülük meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. İlk olarak şundan bahsedilmelidir ki; “Sansür Kurulu” Özgür Düşün’ün PKK ile hiçbir bağlantısı olmadığını açıkça bilmektedir! Asıl dert, Özgür Dü-
şün’ün Kürt ulusal sorunu karşısındaki politik tavrının sansürlenmesidir. Sansür kurulunun icazet aldığı Türk hakim sınıflarının devrimci ve bilimsel sosyalist bakış açısına gösterdiği tahammülsüzlük, somut olarak bu sansür kararında kendisini açıkça göstermiştir. İkinci olarak Özgür Düşün Kolektifi ideolojik zeminini bilimsel sosyalizmden alır. Her yazısında bu ideolojik zeminden hareket etmeye özen gösteririr. Dolayısıyla Kürt ulusal sorunu karşısında birilerinin icazetini ve onayını almayı değil; sorunu tüm coğrafyanın ezilenlerinin perspektifinden bakarak analiz etmeyi hedefler. Asıl amaç sorunu gerçekçi ve devrimci bir analize tabi tutmadır. Bu yüzden sansür kurulunun iddia ettiği gibi bir örgüt propagandası değil, bilimsel sosyalizm ışığında ezilenlerin politik mücadelesi doğrultusunda bir analiz söz konusudur. DOLAYISIYLA BURADA SANSÜRLENEN BİR ÖRGÜT PROPAGANDA METNİ DEĞİL, BİLİMSEL SOSYALİST BİR ANALİZDİR! Sansür kurulunun sansürüne takılmayan her türlü liberal, faşist ve sözde demokrat analizler için icazet alınmıştır; ama bilimsel sosyalist analiz için Türk hakim sınıfları geleneksel tavırlarını devam ettirmektedirler. Faşist kırması Türk Solu dergisinin “Kürt İstilası” veya “Kürt varsa sorun var” gibi kafatasçı yazılarına onay veren veya liberal Taraf Gazetesi’nin Kürt ulusal sorunuyla ilgili Amerikancı çözüm önerilerini sansürlemeyen sansür kurulu, iş devrimci bir analize geldiğinde mahkemelerden hızlıca aldığı kararlarla sansürlemekte beis görmemektedir. Ama şu bilinmelidir ki devrimci analizler ve devrimci çözüm önerileri sansürlenmeyle engellenemez.
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
Sansür kurulu Özgür Düşün’ü sansürlerken emperyalizm ve ona bağlı kompradorların çıkarlarını savunmaktadır. Özgür Düşün ise coğrafyamızdaki çeşitli milliyetlerden emekçi halkın çıkarlarını gözetmektedir. Dolayısıyla burada çarpışan iki ayrı kurum nezdinde iki ayrı sınıf ve analiz biçimidir. Sansür kurulu kompradorların ceplerinin daha fazla dolması için devrimci analizleri sansürlerken, Özgür Düşün halk gençliğine kendi kurtuluşunun yolunu göstermekte, geleceğine sahip çıkması için bilimsel sosyalist analizlerini aktarmaktadır. Özgür Düşün amacını ve aracını tanımlama bağlamında açık davranırken sansür kurulu, kendi sansür kararında dahi asıl amacını gizlemekte, olayı bir örgüt propagandası seviyesine indirgeyerek gerçekleri çarpıtmaktadır. Fakat güneş balçıkla sıvanamaz! Gerçeklerin kitlelerle buluşması, pratik-politika sahasında kitlelerin harekete geçmesinin de ön koşullarını yaratır. Sinemadan edebiyata, politikadan felsefeye varıncaya değin hâkim ideolojinin tahakkümü altında olan her alana nüfuz etme ve tahakkümü parçalayarak gerçekleri kitlelerle buluşturma işi ise devrimci basının görevleri arasındadır. Kalkış noktası bilimsel toplumcu bir çizgiye dayanan ve çıkış felsefesi gençlik cephesinden ideolojik berraklaşmayı sağlamak olan Özgür Düşün de böyle bir misyonla üzerine düşen görevi 8 yıldır kesintisiz sürdürmektedir. Dergimiz hakkında “buyrulan” bu ibretlik karar karşısında Özgür Düşün susmayacak ve üzerindeki tarihsel sorumluluğu yerine getirmeye devam edecektir.
Siyaseti ve politikayı hiçbir zaman hâkim sınıfların çizdiği sınırlara hapsetmeyen Özgür Düşün, halk gençliğinin “düşün” dünyasında yaratmaya çalıştığı ve “Özgür Dünya ve Yeni İnsan” mücadelesinde billurlaşan yayın çizgisini sürdürecektir. “İleri demokrasi” söylemleri altında karşılaştığımız bu baskılar, Komünarlardan Sovyetler'e, Sovyetler'den Büyük Proleter Kültür Devrimi'ne ve Vartinik'e uzanan savaşma ve kazanma çizgisinde ısrarımızla alt edilecektir. Eskide yeniyi yaratma, yeninin çizgisini ve kurumlarını bugünden yaşamsallaştırma, Özgür Dünya düşümüzde ısrar etme temel görevine sarılarak yarına olan yolculuğumuza devam edeceğiz. Yayın hayatına başladığı Nisan 2002’de Özgür Düşün halk gençliğine şöyle sesleniyordu: “Hâkim sınıfların, değişime, gelişime ve yeniliklere açık olması nedeniyle siyasal-ideolojik-ahlaki erozyona uğratma noktasında kapsamlı bir yönelime girdiği halk gençliğinin bir karşı koyuş, çatışma ve arınma mevzisidir Özgür Düşün... Köylerin yakılıp insanların zorla göç ettirildiği, dillerin, kültürlerin, türkülerin yasaklandığı, grevlerin, boykotların cebir ve şiddetle boğulduğu; tutsakların sessiz ölüm makinesi hücrelerde öğütülmeye çalışıldığı, beyinlerin Türk-İslam sentezi, faşist ideoloji ile yıkanmaya zorunlu kılındığı bu ülkede, özgürlük talebimiz küçük burjuva, liberal vb. kaygılara yer bırakmayacak kadar zaruri ve yakıcıdır bizler için. Bu yakıcı talebin haykırılan çığlığıdır Özgür Düşün.” İnsanlığın o muazzam yürüyüşü ve "eşit ve özgür dünya" mücadelesi sürdükçe Özgür Düşün susmayacak, var olmaya devam edecektir...
9
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
FÜZE KALKANI VE PERDE ARKASI
10
Kapitalist sistem, birkaç ileri düzeyde gelişmiş ülkenin kesin egemenliğini ve bu ülkelerin gelişmişlik düzeylerine bağlı olarak ortaya çıkan politik sistem ve toplumsal yapı farklılıklarını içerir. Bu sistem, birkaç devletin kesin egemenliği ve sömürüsü şeklinde kendini yeniden üretir. Birkaç elde varlık bulan kesin egemenlik ve sömürü, kapitalist sistemin doğası ve yasaları gereği tekelleşmeyi ve sermayenin merkezi hale dönüşmesini zorunlu kılar. Üretimin yoğunlaşmasının da desteklediği tekelleşmenin derinleşmesi ile kapitalist yapıda köklü değişiklikler ortaya çıkar ve kapitalizm yeni bir aşamaya evirilmiş olur. İşte kapitalizmin evirildiği bu son aşama emperyalizmdir. Kapitalist yapıdaki temel çelişkiler emperyalizme geçişle daha da derinleşir. Kapitalist dönemin gelişip emperyalist döneme evirilmesinin başlangıcı 1900’lü yılların başına denk gelmektedir. Emperyalizme ilk geçen ülke de İngiltere olmuştur. 1870 yılında, İngiltere’deki serbest rekabetin hakim olduğu kapitalist yapı olgunlaşarak zirveye ulaşmıştır. İngiltere’yi sırasıyla diğer kapitalist ülkeler izlemiştir. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başla-
rında üretim yoğunlaşmış ve tekelci kapitalizm belirginleşmeye başlamıştır. Üretimin yoğunlaşması, kapitalist ülkeleri ucuz hammadde ve iş gücü arayışına itmiş böylece pazar arayışları hız kazanmıştır. Bu arayışlar kapitalist ülkeler arasındaki blokların başladığı ilk nokta olmuş ve kapitalist tekelleşme bu bloklarla oluşma evresini tamamlamıştır. İngiltere, Rusya, Fransa, Almanya, ABD ve Japonya bu dönemde kapitalist ülkeler olarak başı çekmektedirler. Başı çeken ülkelerin en ilerisinde olan ve dünya topraklarının çoğunu elinde bulunduran İngiltere, 1914’te Almanya ve ABD’nin gelişen ekonomileri karşısında geriye düşmüştür. 20. yüzyılın başlarında Japonya da büyük bir gelişim göstererek emperyalist bloklar içinde aktif bir konuma yerleşmiştir. Bloklar arası bu değişimler ve gelişmeler dünya topraklarının yeniden paylaşımını zorunlu kılmış; paylaşımlar savaşlarla gerçekleşmiş ve uzun bir dönem ‘süper güç’ olarak konumunu koruyacak olan ABD diğer ülkelere göre öne çıkmıştır. Emperyalist kamp içerisindeki dalaşların ve güç dengelerinin sürekli değişimi, ABD’nin tek süper güç
değişimine sahne olmaktadır. Yeni stratejiler doğrultusunda ön plana çıkan silahlanma, askeri tedbirler ve savunma mekanizmalarının önünü açmıştır. Ve böylece karşımıza KÜRESEL JANDARMA ELBİSESİ GİYDİRİLMİŞ NATO¹ çıkmıştır. NATO’nun gündemindeki son çalışması Anti-balistik Savunma Sistemi yani daha popüler adıyla Füze Kalkanı Projesi’dir. Öncelikle ABD projesi olarak gündeme gelen Füze Kalkanı Projesi, Bush döneminde ‘Küresel Füze Savunma Kalkanı’ olarak ortaya çıkmış olsa da, bu sistem Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nde kurulmak istenmiş; fakat Rusya’nın buna sert bit şekilde karşı çıkması sonucu, projenin gerçekleştirilmesi ertelenmiştir. Bu proje Obama döneminde NATO’ya havale edilmiş ve son haliyle kabul edilmiştir. Kitle İmha Silahlarına karşılık oluşturulan bu proje NATO’nun Lizbon Zirvesi’nde stratejik konumuyla ve savunma sisteminin üzerinde kurulması düşüncesiyle ülkemizde gündeme gelmiştir. Yani bu proje ile ülkemiz NATO’nun cephe ülkesi olarak kullanılmak istenmektedir. İsrail’in, enerji zengini İran’a karşı gerçekleştireceği olası bir saldırısında topraklarımızda konuşlandırılacak olan füze savunma sistemini devreye sokarak gelecek saldırıları önceden imha edebilecek. Bu proje konusunda her ne kadar Rusya’nın da fikri alınmış gibi görünse de bu durum Rusya ve sömürgeleştirme politikası, güçlü ticari ilişkileri olan Çin için de bir tehdittir. Ama özellikle İran’ın nükleer faaliyetleri ve Ortadoğu’daki ülkelerin kamuoyu üzerindeki ideolojik etkisi füze kalkanı projesinin temel sebebidir. Sovyetler Birliği ve Çin etkisinin Ortadoğu’da sona ermesi ile hem sosyalist hem de anti-emperyalist örgütlerin yerini İslami tonu ağır basan ve ideolojik olarak İran’a öykünen örgütler almıştır. Lübnan’da Hizbullah, Filistin’de Hamas ve Mısır’da Müslüman Kardeşler bunlara örnek gösterilebilir. Arap kamuoyu da İran’ın “devrimci İslam” modelini bir Şii ülkesi olmasına rağmen ilgiyle izlemektedir. İran’ın ABD ve AB’ye karşı duruşunun da Ortadoğu’da Batı tipi modernleşmeye tepki duyan yoksul ve İslami kitleleri önemli ölçüde etkilemiştir. Bu yüzden Füze Kalkanı Projesi’ni ABD ve İsrail’in bölgede etkisi sürekli artan İran’a karşı oluşturmaları doğal bir emperyal-siyonist tepkinin sonucudur. Lizbon Zirvesi’nde “Güvenlik Alanı” tanımlamasının yapıldığı bölgelere yönelik herhangi bir tehdit algılamasında NATO, üye ülkelerinin güvenliğini korumak için devreye girecek ve gerekli askeri operasyonları yapabilecektir. NATO, dünyanın her yerinde gerçekleşebilecek herhangi bir olayı tehdit olarak tanımlayıp kendinde müdahale etme hakkı gören bir anlayışa sahip olduğunu Füze Kalkanı Projesi’yle ortaya koymuştur. Genelkurmay başkanları
Şubat-Mart 2011-53
ÖZGÜR DÜŞÜN
olarak kalmasına izin vermemiştir. Almanya, Fransa ve İngiltere’nin önderliğini yaptığı AB; Çin ve Rusya’nın önderliğini yaptığı oluşumlar emperyalist blokların somut göstergeleri olarak ortaya çıkmış ve emperyalist dalaşları daha da kızıştırmıştır. SSCB’nin çöküşü ve Soğuk Savaş yenilgisi ardından itibarını kaybeden Rusya, doğalgaz üzerindeki etkinliğini artırmış ve askeri gücünü daha fazla geliştirmiştir. Çin, her geçen yıl büyüyen ekonomisi ve ticari ilişkileri, Afrika kıtasındaki sömürgeleştirme faaliyetleri ile farklı bir güç haline gelmiştir. Emperyalist ülkelerin gelişen ekonomileri ve kızışan emperyalist dalaş karşısında yöneten konumunu kaybetmek istemeyen ABD, askeri gücünü geliştirme ve hegemonyasını sürekli genişletme yoluna gitmiştir. Böylece ekonomik alanda süren mücadele zorunlu olarak askeri alana kaymıştır. Soğuk savaş sonrası SSCB’nin boşalttığı alanlara genişlemek isteyen ABD, özellikle Ortadoğu ve Asya’da hegemonik konumunu güçlendirmek istemiştir. Bunun için de bu bölgedeki çeşitli ülkelere müdahale için fırsat kollamıştır. 11 Eylül saldırıları bu müdahaleyi meşrulaştırmak için sağlam bir ideolojik zemin sunmuştur. ABD kendi eliyle yarattığı terörü yok etme adı altında doğalgaz, petrol gibi yer altı kaynaklarının zengin olduğu Kafkasya, Latin Amerika, Afrika ve Ortadoğu ülkelerine yönelmiştir; Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP) çerçevesinde işgallerini gerçekleştirmeye başlamıştır. Afganistan işgali bu projenin üssünün kurulabilmesi için gerçekleştirilen bir işgaldir. Bu işgalle ABD yer altı kaynaklarının kullanımı üzerindeki kontrolünü sağlamlaştırmıştır. Bilindiği üzere Japonya, Çin, Almanya ve Fransa Ortadoğu petrollerine bağımlıdır. ABD’nin Ortadoğu’yu kontrol etmesi, sözünü ettiğimiz ülkeleri de yönetebilmesi anlamına gelmektedir. Bu durum emperyalist ülkeleri yoğun silahlanma yarışına itmektedir. Bu silahlanma yarışının günümüzdeki resmi adı NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı)’dur. NATO, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası Avrupa’da dengelerin bir türlü sağlanamaması ve SSCB’nin askeri gücüne dayanarak girişimlerde bulunmasına karşılık 9 Nisan 1949’da kolektif savunma örgütü olarak oluşturulmuştur. Günümüz koşulları Soğuk Savaş dönemi koşullarından sıyrılmış, farklı koşullara evirilmiştir. Ekonominin ağırlık merkezinin Atlantik’ten Pasifik’e kayması; Rusya, Çin ve Hindistan’ın yükselişe geçmesi tek kutuplu dünya düzenini çok kutupluya çevirmiştir. Bunun karşısında NATO da stratejisini değiştirmiş, küresel çıkarlara göre kendini konumlandırmıştır. Nükleer silahlanmaların yoğunlaşması ve zengin yer altı kaynaklarına sahip olma yarışının daha fazla derinleşmesi ülkelerarası kliklerin sürekli
11
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
12
seviyesindeki NATO Askeri Komitesi, Lizbon Zirvesi’nde onaylanan kararların takibi ve ittifakın devam eden operasyonlarını değerlendirmek için toplandı³. 25-28 Ocak tarihleri arasında yapılan görüşmeler Lizbon Zirvesi sonrası alınan kararların “değerlendirilmesi” adı altında sunulsa da asıl amaç, onaylanan kararların uygulanması üzerine görüşmelerin yapıldığı ülkemizde yaşanan gelişmelerden anlaşılmaktadır. Geçtiğimiz günlerde NATO’nun savunma hizmetlerini yürütmek için Siemens ile Savunma Teknolojileri ve Mühendislik (STM) A.Ş. arasında anlaşma imzalandı. Ve bu durum ülkemizde “NATO Hava Komuta Kontrol Bilgi Sisteminin altyapısının kurulması ihalesini kazandı, Türk bilişimcilerinin başarısı NATO’ya kadar uzandı” haberiyle duyuldu. Emperyalist paylaşım savaşlarının etkin noktası haline gelen NATO ve ürettiği projeler, halk açısından gün geçtikçe daha tehlikeli bir hale gelmektedir. Şu açıktır ki NATO ve ürettiği projeler emekçi halka zarardan başka bir şey getirmeyecektir. Ülkelerin bütçelerinin çoğunun silahlanmaya yatırıldığı bu süreçlerden de anlaşılacağı üzere halkların yararına düşünülen hiçbir proje üretilmemekte; aksine daha fazla derinleşen emperyalist savaşlarla dünya halkları zarar görmektedir (tıpkı demokrasi götürme bahanesiyle Irak’a saldıran ve katliam yaratan ABD gibi). İran elbette ki ilerici bir rejime sahip bir ülke değildir. Fakat emperyalistlerin ve Siyonistlerin temel hedefinde olması sebebiyle önemli bir yerde durmaktadır. Bölgede sürdürülecek açık veya gizli savaşların merkezi olma noktasında önemli bir yerde durmaktadır. Bu yüzden anti-emperyalist bir tavır alınarak İran’a yapılacak tüm emperyalist müdahalelere karşı çıkılmalı ve ülkemizin bu müdahalelerde üs olarak kullanılmasına şiddetle karşı konulmalıdır. Ortadoğu’da son günlerde çıkan ayaklanmalar hem ABD hem de İsrail’in hegemonyasının bölgede ciddi bir biçimde sarsıldığının ve buradaki ülkelere uygulamak istedikleri ılımlı İslam modelinin bölge halkları tarafından kabul görmediğinin bir işaretidir. Elbette ki buralarda çıkan ayaklanmalar komünist bir önderlikten yoksun olduklarından, buralardaki yönetim değişikleri daha radikal tondaki İslami grupların lehine bir yönde seyredebilir. Fakat ABD hegemonyasının kırılması açısından belli yönden olumlu niteliklere sahiptirler. Bölgede devrimci ve bilimsel sosyalist güçlerin göreli yoğun olarak bulunduğu ülkemizde halk gençliğinin diğer Ortadoğu’daki ayaklanan bölgelerdeki halk gençliği ile kuracağı ilişkiler bu bölgelerde sağlam örgütlülükler kurulmasına zemin hazırlayabilir. Bu yüzden füze kampanyası sadece bir dönemle sınırlandırılmamalı; sürece yayılarak genişletilmesi hedeflenmelidir. Bölgede anti-emperyalizmin en tutarlı biçimi olan devrimci bilimsel sosyalist düşüncenin Ortadoğu halk gençliğine aktarabilecek olan yine ülkemiz halk gençliği olacaktır. Ülkemiz halk gençliği bölgedeki ayaklanan kesimlerle kuracağı ilişkilerde öğrenen-öğreten diyalektiği çerçevesinde ülkemizdeki anti-emperyalist mücadeleyi de daha derinleştirebilecektir. DİPNOTLAR: 1) Türkiye’nin Füze Kalkanı Kısmeti, http://www.halkingunlugu.net/analiz/652-yeni-nato-konsepti-ve-tuerkiye3) http://www.habergec.com/NATO%E2%80%99nun/
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
DÜNDEN BUGÜNE HİZBULLAH: YALANLAR VE GERÇEKLER Diyanet, Gülen cemaati gibi oluşumların İslami söylemlerinin “Türk milliyetçiliği” sınırlarında kalması, “Kürt kimliği”ne sahip bir İslami hareketle giderilmeye çalışılmaktadır. Nitekim geldiğimiz süreçte Hizbullah’ın radikal İslami söylemine Kürt ulusalcı bir duruş eklediğini son açıklamalarında görmek pekâlâ mümkündür
Hafızalarımızda insanlık dışı yöntemlerle işkence edilerek öldürülen insanlara ait cinayet ve işkence seansları içeren videolar, domuz bağı yöntemi ile bağlanan kurbanlar ve sayısız insan cesedinin bulunduğu mezar evler daha dün gibi tazeyken, Hizbullah, uzunca bir aradan sonra yeniden gündemimize oturdu. (En son Diyarbakır İstasyon Meydanı’nda karikatür krizine karşı yapılan 200 bin kişinin katıldığı “Peygambere Saygı” mitinginde adı anılmıştı.) Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 102. maddesinde yapılan değişikliğin yürürlüğe girmesiyle yaklaşık bir aydır ülke gündemi Hizbullah tartışmalarıyla çalkalanmakta. Bu yazımızda Hizbullah’ın 102. maddede yapılan değişiklik ile tahliye edilen ancak sonrasında kayıplara karışan önder kadrolarını tartışmaktan ziyade güncel gelişmelerle birlikte Hizbullah örgütünün ya da sol cenah ve Kuzey Kürdistan halkı arasındaki popüler ismi ile Hizbul-Kontra’nın ülkedeki yapısının dünden bugüne genel bir anatomisini incelemeye çalışacağız.
Hizbullah’ın İdeolojik Dayanakları Türkiye-Kuzey Kürdistan’da radikal İslamcılığın en önemli örgütü hiç tartışmasız Hizbullah’tır. Hizbullah denilen o kalın perdeyi kaldırmadan ve iç-dış bağlantıları ile birlikte dünden bugüne çizgisini, 80’li yıllarla birlikte tarihsel olarak ortaya çıkış sürecini aktarmadan önce ideolojik olarak gıdasını nereden aldığını belirginleştirmek gerekir. Buradan hareketle özellikle tarihsel arka plan ve ideolojik dayanak bakımından feyiz aldığı hareketlere bakmak, İslam’ın özellikle Ortadoğu coğrafyasında etkin olan Hizbullahi hareketler tarafından yorumlanışına dikkat çekmek gerekecektir. Sınıfsal yaklaşım açısından bizce önemsenmesi gereken, iki husus bulunmaktadır: Bir; Hizbullahçılık kesinlikle İslam’ın en Ortodoks, en bağnaz ve dogmatik yorumuna dayanır. Asr-ı Saadet (1400 yıl önce Muhammed tarafından kurulmuş İslam modeli) denilen ilk İslam toplum modelini örnek alır. Bu bakımdan eylemci ve ihtilalci olmakla
13
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
14
beraber tarihteki rolü ilerici değil kesinlikle gericidir. Tarihe dönülüp bakıldığında Muhtariye, Keysaniye, Hasan Sabbah İsmaililiği gibi hareketler dini söylemleri kullanmakla beraber amacı şeriat toplumu kurmak, Ortodoks İslamı gerçekleştirmek değildir1. Tersine İslam’ın resmi, bağnaz ve dogmatik söylemine karşı, kültürel, siyasal, inançsal bir başkaldırıdır; özünde tarihte ilerici rol oynamışlardır. Keysaniye, Muhtariye gibi hareketlerin önderleri, birçok kesim tarafından dönemin devrimci ihtilalcileri, eylemcileri olarak nitelendirilmektedir. Ama Hizbullah açısından böylesi bir gerçeğin hiçbir zaman olmadığını belirtelim. İki; Hizbullahçı mantık sosyal-siyasal-dinsel temelli olmasına rağmen; Cemaat-Ümmet-Tevhid boyutuyla, sınıfsal olguyu kabul etmez. Dolayısıyla toplumsal mücadelesi, eşitlikçiliğe ve özgürlüğe dayanmaz. Bu anlamda kitlesel olmaları, yanılsamalı bir bilinç durumunun sonucudur ve demokratik halk mücadelesi açısından herhangi bir anlam ifade etmez. Hâlbuki adı geçen Muhtariye, Keysaniye, Hasan Sabbah İsmaililiği gibi tarihi başkaldırıların hepsi, sınıfsal olguyu kabul edip; mevcut dönemin üretim ilişkilerini reddeden söylemleri kullanmak suretiyle örgütlenerek kitleselleşmeyi başarmışlardır. Şiddete dayanarak ve silahlı bir mücadele çizgisini benimseyerek “eşitlikçi, katılımcı, paylaşımcı ve çoğulcu”
olabilmişlerdir (Örneğin topraklarımızda Şeyh Bedrettin Hareketi gibi). Nitekim başta İran İslam Devrimi yöneticileri olmak üzere, Hizbullahçılar veya gelenekçi İslamcıların hiçbiri, adı geçen hareketlere sahip çıkmazlar; onları anmaktan özenle kaçınırlar. Bu dikkate alınması gereken bir husustur. Hizbullahçı geleneğin yakın yüzyıldaki mirasçıları 18. yüzyılda Suudi Arabistan’da başlayan Vehabilerdir. Vehabilik İslam tarihinde Selefilik diye bilinir2. Selefiler İslam’ın Ortodoks Sünni yorumunu benimserler. Öğretilerinin temeline Kuran ve Sünnet temelindeki İslam’ı koyarlar ve halk içerisindeki her türlü, tarikatçılığa, halk dindarlığına, ayrılıkçı mezhepçiliğe karşı çıkarlar ve mezhepçiliğe karşı çıkışlarının doğal bir sonucu olarak Şii’lere yaşam hakkı tanımazlar. Selefiler peygamber ve dört halifenin dışındakileri kabul etmezler (Örneğin Yaşar Nuri Öztürk, Taliban, El Kaide vb). 19. yüzyılda ise bu öğreti kendisini Pan-İslam öğreti şeklinde gösterdi. İran doğumlu olan Cemaleddin Afgani Osmanlı, Mısır ve İran topraklarında bu öğreti üzerinden propaganda ve örgütlenme faaliyetine girişti. Bugün başta İran’lı köktendinciler olmak üzere Ortadoğu’daki hemen tüm Hizbullahçı akımlar bu şahsı, manevi önderleri olarak kabul ederler. Cemaleddin Afgani’nin fikirlerini ve yaymaya çalıştığı
tebliğ ve davet, Müslüman olmayan insanlara İslam dinini anlatıp propaganda yolu ile yayarak (Tebliğ), “Allah’ın buyruğu”nu yerine getirmeye, dinin gerekliliklerini gerçekleştirmeye çağırırken (Davet) izlenecek yoldur. Ancak Hizbullahi çizgiyi benimseyen Hizbullah gibi radikal İslamcı örgütlere göre İslamcı metod tektir ve Rabbanidir. Buradaki Rabbani kavramı zorunlu olarak gidilmesi gereken yolun insan iradesinin dışında ve tarihin belirlenmişliği içerisinde Tanrı tarafından önceden kesin çizgilerle belirtilmiş olması demektir. Yani onlara göre “Allah’ın gönderdiği kutsal kitaplarda ve ayetlerde” belirtilerek yol gösterilmiş, belirlenen kurallar ise peygamberin siyaset ve davranışlarında hayat bulmuştur. Dolayısıyla dünyada tek din İslam oluncaya değin sürdürülecek savaşta izlenecek yol “Allah’ın buyruğudur”. Tek amacı İslam’ı yeryüzünde ikame etme olan hareketi yani “Cihad”ı, tebliğ ve davet yöntemi ile karıştırmak, bulanıklaştırmak, Müslümanların İslam’a aykırı rejimlere yönelmesine ve doğru yoldan ayrılmalarına yol açar. Bu davet ve tebliğ yolu ile “kendini değiştirmeyi reddeden birisini öldürmek ise bin namazdan daha hayırlı” bir yol olarak görülür. İran İslam Devrimi’nin oluşumunda fikirleri ve radikal katkıları iyi bilinen Dr. Ali Şeriati “İslamiyet’e dönelim demek yeterli değildir. Bu tür bir sözün anlamı yoktur. Hangi İslamiyet’i kastettiğimizi açıkça belirtmeliyiz… İhtilalci boyutu göz ardı edilmiş İslamiyet; filozofların, din bilimcilerinin, devlet adamlarının, din hukukçularının eğitiminin önemli bir parçasını oluşturmaktadır. İhtilalci boyutu yok sayılan İslamiyet’i yabancılarla gericiler de algılayıp anlayabilmekteler…”5 diyerek cihad fikrini yorumlamakta ve İran İslami Devrimi’nden etkilenen hareketlere yol göstermektedir. İhtilalci kavramını “ağyar” diye niteledikleri düşman kesimlere yani İslam’ı ve Rabbani yolu reddeden her türlü fikir, akım, grup ve bireye yöneltilen şiddet eylemi olarak ele alan bu öğreti, İslam’a karşı düşmanca fikirler besleyen her türlü küme veyahut grubun cezasının ölüm olduğunun altını çizmektedir. Bu fikri bir de aynı öğretinin ülkemizdeki Hizbullahi hareketlerin nirengi noktasını da oluşturan İran’daki temsilcisi Humeyni’den dinleyelim: “Kâfirlerin yaşamasına ve kokuşmuşluklarını dünyaya bulaştırmalarına göz yumulursa, onların cezası şiddetli olur. Ama kâfirleri öldürür ve faaliyetlerine böylece son verirsek, sonuçta onlara iyilik yapmış oluruz. Çünkü günahları daha az olur. Kâfirleri öldürmek, Allah tarafından emredilen bir eylemdir. Kuran, ‘zafere kadar savaş’ der. Kâfirleri öldürmek, Allahın lütfettiği en asil görevdir…”6
Şubat-Mart 2011-53
ÖZGÜR DÜŞÜN
öğretiyi bugünkü Hizbullahi akımlardan ayıran en önemli fark ise Batı modernizminden oldukça fazla etkilenmiş olmasıdır3. İslami hareketler tarih boyunca diğer ülkelerdeki hareketlerden oldukça fazla etkilenmiş, ancak bu etkilenme her ülkede kendine has özellikler kazanarak gelişmiştir. Ülkedeki Hizbullah’ı mercek altına aldığımızda ise özellikle İran İslami Devrimi (Ayetullah Humeyni), Nurculuk yani Said-i Nursi ve Selefilik, özellikle de onun Suriye kolunun liderlerinden Said Havva’dan muazzam bir etkilenmenin olduğu gerçeği ile karşılaşırız. İslami yoruma dayanarak ortaya çıkan ve “Cihad” fikri üzerinden kendisini var eden radikal İslami yapılanmalardan biri olan Hizbullah, bir örgütlenme tarzı olmaktan çok, bir cepheleşme ve kutuplaşmanın sonucu doğmuş ve gelişmiştir. Ayrı dünya görüşlerinin fiiliyatta yaşam bulması anlamında ele alacağımız bu cepheleşme, esas olarak siyaseti içermekle birlikte, davranış kalıplarına ve eyleme yön veren, günün ihtiyaçlarına göre şekillenip yeniden örgütlenen bir anlama tekabül eder. Hizbullah konusunda cepheleşme dediğimiz faktör yukarıda da değindiğimiz gibi ideolojik kaynağını İslam’dan alır. İslam’daki ideolojik-politik saflaşma, mümin-müşrik (Müslüman-putperest) eksenine oturunca, bireylerin, örgütlerin davranış kalıplarına hükmeden buyruk ve öğretilerin de ortaya çıkması kaçınılmaz olur. Cihad tartışmasına geri dönecek olursak, İslam’da şiddeti bir araç olarak kullanmayı “farz” kılan en önemli tartışma alanına girdiğimizi ifade etmemiz gerekir. “Allah yolunda, kafirlere (İslam’ın dışındaki her kesim için kullandıkları tanımlama) karşı İslam dinini üstün ve yenilmez duruma getirmek için canla ve malla birlikte savaşmak” anlamına da gelen Cihad, güç kullanarak amaca giden yolda yapılan kutsal savaş olarak bilinir. “Allah yolunda savaşa ve öldürmeye girişen inananlara cenneti vaat eden” İslam, dünyada tek din oluncaya kadar cihadın kesintisiz devam edeceğini belirtmektedir. İslam’ın Hizbullahçı yorumlanışına göre, “Vuruşma gayesiyle silahı müminin eline tutuşturan mademki Allah’tır. Peygamber bizzat mübarek elleriyle öldürme eylemini gerçekleştirmiş; Hz. Ali de tek bir günde yedi yüzden fazla insanı öldürmüştür. Tespihleri atıp düşmanı susturmak için silaha sarılmanın zamanıdır. Allah’ın insanoğlu için yarattığı güzel bahçedeki yabani otları kökünden söküp atmak yolundaki ilahi buyrukları, her mümin yerine getirmek zorundadır.”4 Geleneksel İslami akımlar ile Hizbullahi çizgide yürüyen akımları birbirinden ayıran en belirgin fark tebliğ ve davetteki algılama farklılıklarıdır. Buradaki
15
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
16
Türkiye’de Hizbullah gerçeğini değerlendirirken, ülkedeki genel İslami dalganın yükselişine nesnel ve öznel katkısı olan her kesimi hem ayrı ayrı hem de birlikte hareket ettikleri gerçeği gözden kaçırılmadan siyasi iktidarla olan bağıntıları içinde ele alınmak durumundadır. Nurcu, Nakşi, Süleymancı, Gülen gibi tarikat ve cemaatlerin, her parti [Demokrat Parti (DP), Adalet Partisi (AP), Milli Nizam Partisi(MNP), Milli Selamet Partisi(MSP), Refah Partisi(RP), Milliyetçi Hareket Partisi(MHP), Büyük Birlik Partisi(BBP)], her kuruluş (Milli Türk Talebe Birliği, Komünizmle Mücadele Dernekleri, Avrupa Milli Görüş Teşkilatı, Akıncılar Derneği, İmam Hatipler, Kur’an Kursları)
Ülkemizde etkin bir hareket olan ve gelenek olarak da varlığını bugüne kadar sürdüren Nurculuk hareketinin 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında yani 1950’li yıllar ile birlikte canlanışı, aslında hakim sınıfların “Amerika rüyası” fikriyatı ile ve eklemlenme süreciyle paralellik taşır. Bilhassa da Nurculuk fikrinin kurucusu ve önderi misyonundaki Said-i Nursi’nin Demokrat Parti(DP) ve onun Amerika kumandasındaki politikaları kapsamında önemli bir rol oynadığını söyleyebiliriz. Said-i Nursi’nin dönemin Başbakanı Adnan Menderes ile görüşerek el öptürmesi, yine aynı dönemde faaliyet sürdüren şeriatçı Sebilürreşad adlı gazetede “komünizm düşmanı” yazılarının yer alması, komünizmi baş düşman ilan
ve her şahsiyet (Said-i Nursi, M. Zahit Kotku, Süleyman Hilmi Tunahan, Eşref Edip, Necip Fazıl Kısakürek, Nurettin Topçu, Sezai Karakoç, Fethullah Gülen, Fidan Güngör, Molla Mansur Güzelsoy, Hüseyin Velioğlu vb) gibi birçok kurum, kuruluş, siyasi parti, kişi, cemaat, tarikat gibi olgular her biri ayrı bir inceleme alanına tekabül eder. Ancak söz konusu inceleme alanları yazımızın kapsamını aşacağından kısa bilgilerle yetinecek ve esas konumuz olan Hizbullah’ın ülke topraklarında ortaya çıkışı ve icraatlarını devlet-Hizbullah ilişkisi içerisinde ele alacağız. Ülkemizde Hizbullah’ı kapsamlı bir değerlendirme ile analiz edebilmek için öncelikle 1950’li yıllarla birlikte siyaset arenasında İslam’ın yükselişe geçişini kısaca incelemek gerekecektir.
ederek İslam’a yönelik bir tehdit olduğunu her fırsatta dile getirmesi ve kitleleri komünizme karşı mücadeleye çağırması “Yeşil Kuşak Projesi” kapsamında ele alındığı takdirde anlam kazanacaktır (Hatırlanacağı üzere, muhafazakar ve gerici DP, sadece şeriatçı çevrelerle olan sıkı ilişkileri ile ön plana çıkmadı, aynı zamanda 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında ABD emperyalizminin komünizmle mücadele adı altında, “kızıl tehlike” olarak gösterdiği Sovyetler’e karşı şeriatçılığı öngören Yeşil Kuşak Projesi’nin de başlatıcısı oldu). 50’li yılların sonunda tarikatların toparlanmaya başlaması, dernek, vakıf gibi örgütlenmelerin yaygınlık kazanması ile birlikte İslami kesimler ve yapılanmalar, Kemalizm’in içerisinde yeniden boy gösterdiler.
Ülkede Hizbullah’ın Ortaya Çıkışı
Partisi(MNP)’nin devamı olan MSP, milliyetçi çevrelerden kendisini hızla kopartarak İslami kimliğiyle politika yürütmüştü. Bu partinin düzene karşı “vurucu güç” olarak tanımlanan gençlik kolu Akıncılar Derneği’nin (AK-DER) 1976-1979 yılları arasında Nevşehir, Yalova ve Konya’da bulunan kampları, yerli İslamcılarla, Ortadoğu’daki şeriatçı hareketlerin “buluşma, kamplaşma” bölgesi konumundaydı. Bu kamplarda gençleri eğiterek, “militan bir kadro” oluşturmayı hedefleyen AK-DER, Hizbullah fikrine yakın bir örgütsel şekillenişle hareket etmiştir. Başka bir örnek olarak gösterebileceğimiz kuruluş ise devlet güdümündeki Milli Türk Talebe Birliği’dir (MTTB). Ülkedeki Hizbullah’ın kurucu önderlerinin
Örgütsel düzeyde küçük bir küme olarak işe başlayan önder kadrolar, en başlarda zayıf ve hareketsizdi. Henüz yeni doğan Hizbullah, örgütsel yapılanmasında ilk hedef olarak çekirdek kadrosunu sağlamlaştırma, tam olarak hazırlandıktan sonra ise tüm Müslüman halk kitlelerine giderek davet görevini ifa etme yolunu kendisine hedef olarak koymuş, sonraki aşama olarak ise Cihad aşamasında geçmeyi esas yönelim olarak belirlemişti.
Şubat-Mart 2011-53
ÖZGÜR DÜŞÜN
1960’lı yıllar ise Adalet Partisi’nin (AP) çatısı altında kimi İslami kesimlerin toplanma sürecidir. Süleyman Demirel açıktan kullandığı dini motiflerle, gerekli sinyalleri veriyor, AP İslamcı akım, cemaat ve tarikatlar için bir sığınak durumuna geliyordu. Demirel ise bunları istediği gibi kullanmış, Süleymancılar, Nurcular ve Kürt Nakşi şeyhleri Demirel’in en büyük destekçileri konumuna gelmişlerdir. Öyle ki AP döneminde İmam Hatip Okulları mantar gibi türemiş, Komünizmle Mücadele Dernekleri açılmış (ki Gülen Cemaati’nin lideri Fethullah Gülen uzun yıllar Erzurum’da bu derneklerde faaliyet yürütmüştür), Milli Türk Talebe Birliği(MTTB), Türk-İslam sentezi bir zeminde şahlanmıştır. Yeşil Kuşak Projesi kapsamında teorik olarak yönlendirilen ve Amerika’nın başından beri icazet verdiği bu tarz oluşumlar Demirel’in başbakanlık döneminde iyice kıvama gelmiştir. Dönemin Nurcu lideri Bekir Berk bakın bu görevi nasıl tarif ediyor: “Bize verilen komünizmle mücadele görevini layıkıyla yapmaya hazırız. Ama karşılığında daha fazla şeriat istiyoruz.”7 Özetle devlet 1950’lerden 1997 başlarına kadar, milliyetçi, dindar (yaygın tanımıyla Mukaddesatçı) ve İslami akımlara bakış açısını “Yeşil Kuşak Projesi” kapsamında “komünist tehlike” eksenine oturttu. Bu nedenle de şeriatçı oluşumları da “komünizme karşı” kullanabileceği etkin bir silah olarak gördü, elden geçirerek düzenledi, şekil verdi. Bu kapsamda ele alabileceğimiz bir olgu olan Hizbullah gerçeği ve Hizbullahçı-Cihadcı mantıktaki fikir sıçraması, 1970’lerle birlikte başta İran olmak üzere Ortadoğu’da yükselişe geçen ve giderek radikalleşen İslamcı dalgayla birlikte ele alınmak durumundadır. Ortadoğu’daki nesnel koşullar olarak değerlendirebileceğimiz Mısır’daki İhvan (Müslüman Kardeşler) önderleri Hasan El Benna ve Seyyid Kutub, Pakistanlı İslam teorisyeni Mevdudi gibi, örgütlerin ve şahsiyetlerin eserlerinin ülkede yayınlanmaya başlaması, İran İslami Devrimi’nin muazzam etkileri ve Afganistan’daki Mücahitler örgütünün ülkedeki İslami akımlarla yakın bağlantıları Hizbullahi akımların doğmasına zemin hazırlamıştır. Hiç kuşkusuz geleneksel İslamcı yorumun (Selefilik), yerini Hizbullahçı/Cihadçı geleneğe bırakmasındaki dış etkilenmeler olarak sayabileceğimiz zemin buydu, ancak yukarıda da izah ettiğimiz gibi içeride 1950’li yıllarla birlikte başlayan İslam’i dalganın Hizbullah’a giden süreç üzerinde belirleyici bir etkisinin olduğu göz ardı edilemez. Bunu bir örnekle pekiştirecek olursak; Milli Selamet Partisi’nin gençlik örgütlenmesi olan Akıncılar Derneği(AKDER), ülkedeki Hizbullahçı akımların ilk nüveleri arasında sayılabilir. 1971’de kapatılan Milli Nizam
17
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
18
(Fidan Güngör, Hüseyin Velioğlu, Molla Mansur Güzelsoy vb) tamamına yakınının o dönem MTTB içerisinde faşist-şeriatçı faaliyetlerin öncülüğünü yapmış olmaları, devlet eliyle geliştirilen şeriatçılığın en açık örneklerindendir. 1979’da İran’daki İslami devrimin etkisinin bu iki kuruluş üzerinde oldukça fazla etkisinin olduğunu belirtelim. İran İslam Devrimi’nden sonra yani 1980 başlarından itibaren MTTB ve AK-DER çevresindeki köktendinci gruplar özellikle Humeyni önderliğinde şahı devirerek şeriatı hakim hale getiren Şii ihtilaline ve Afganistan’daki Mücahit örgütünün faaliyetlerine sempati ile bakıyor, Humeyni’nin “İslami devrimini her yere ihraç etme” fikrinden kalkınarak ülkede de böylesi bir hareketin yaratılabileceğine inanıyorlardı. Bu fikri benimseyen çok sayıda kişi, Afganistan’daki Mücahit kamplarına ve İran’ın başkenti Tahran ile Kum kentine giderek, ideolojik ve askeri eğitim almış ve ülkeye döndükten sonra “şiddet yoluyla düzeni değiştirerek İslami bir devlet kurmak” amacı ile faaliyetlerine başlamışlardır. Eğitim alarak ülkeye dönenler bu aşamadan sonra artık kendilerini Hizbullahçı olarak tanımlamaya başlamışlardır. Özellikle bir gerçeğin altını çizmekte fayda var ki o da sınır ötesinde eğitim alanların çoğunun Kürt kökenli olmaları gerçeğiydi. Bu durum aşiretçi, bölgeci ve fraksiyoncu bir zihniyetle hareket etmelerine yol açmış ve gerçekte bütünsel bir çatı örgütü olmayan bir Hizbullah gerçeği açığa çıkarmıştır (ilerleyen bölümlerde bu gerçeği daha ayrıntılı açacağımızdan geçiyoruz). Çoğunluğu Kürtler’den olmak üzere ilk Hizbullahçı toplantı ve
örgütlenme 1980’in başına kadar uzanır. Bu çerçevede aslında ilk Hizbullahçı toplantısı diye bir olgudan söz etmek yerine, farklı Hizbullah örgütlenmelerinden ve toplantılardan bahsetmek yerinde olacaktır. Bunlardan ilki 1980 yılında MTTB üyesi Fidan Güngör, Ubeydullah Dalar, Molla Mansur Güzelsoy, Abdullah Yiğit (Mehmet Ali Bilici) ve Hüseyin Velioğlu’nun örgütlenme merkezi olarak Diyarbakır’ı seçerek Vahdet Kitabevi’nde gerçekleştirdikleri ve örgütü resmen kurdukları toplantıdır. Sıkıyönetim koşullarında herhangi bir faaliyetin gölgesinin dahi düşmesine izin verilmeyen Diyarbakır’da bırakalım örgütlenmek, izinsiz kuşun dahi uçamadığı o yıllarda Sıkıyönetim Komutanlığı’nın baskılarını göz önünde bulundurursak devlet-Hizbullah ilişkileri açısından önemli bir halkayı yakalamış oluruz. Diğer örgütlenme ise yine aynı yıllara tekabül eden ve Batman’da Ekrem Baytap, Mehmet Kaya, Gudbettin Gök, Tevfik Durmaz, Zübeyir Gümüş, M. Zeki Yıldırım, Adil Ateş ve arkadaşlarının Batman’da Cem Kitabevi’nde gerçekleştirdikleri toplantı ile birlikte oluşan yapılanmadır. Başta Ekrem Baytap olmak üzere çoğu Batman’lı olan, İran’da ideolojik ve askeri eğitimden geçerek ülkede Hizbullahi bir yapılanmaya giden bu grubun hedefi şiddet yolu ile devleti yıkmaktır. Ancak henüz küçük bir küme halinde olan bu zayıf örgütlenme davasını gizlilik şartları içerinde yapmakta, kitabevleri, camiler ve çay ocaklarını kendilerine buluşma alanları seçerek tebliğ aşamasını gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Ancak bu kadrolar daha sonra geçim derdi sıkıntısı ile İstanbul’a göç etmiş, geçim sıkıntısı çözülmeye
altında Hizbullah’ın en acımasız kanadını örgütlemiştir (Daha sonraları iki kanat arasında önemli çatışmalar yaşanmış, her iki taraftan da önemli sayıda önder kadro ölmüştür. İlimciler, Menzilcilerin önderlerinden Ubeydullah Dalar’ı 1992’de, Fidan Güngör’ü ise 1994’te öldürmüştür). Bu aşamadan sonra İlimciler “TC, PKK’den daha iyidir ve TC’yi PKK’ye karşı kullanıyoruz” mantığı ile bölgede PKK’ye karşı “Cihad” ilan etmiş ve sayısız “faili belli” cinayetin altına imzasını atmıştır.
PKK’ye Karşı Hizbullah Kuzey Kürdistan’da yükselişe geçen Kürt ulusal mücadelesine karşı sayısız saldırı politikasının mimarı olan hakim sınıflar, “Kürt belasını” savabilmek için sonrasında dini söylemlere sarılmış, büyük bir kesimi dinin oldukça fazla etkisinde olan bölge halkı üzerinde radikal İslami örgütlenmeleri kullanarak nüfuzunu arttırmıştır. Öyle ki daha da ileriye giden iktidar, “Kuran ayetleri ve peygamber hadisleri” dağıtarak (bu siyasetin baş mimarı Abdülkadir Aksu’dur) PKK militan, kadro ve gerillalarının “kâfir, sünnetsiz, Ermeni dölü” olduğunu ilan etmiş, “Müslüman halkı Cihad’a” çağırmıştır.” İdeolojik gıdasını bahsedilen zeminden alan Hizbullah ise bu misyon için biçilmiş kaftandı. “Kürtleri oyalamak için onlara bolca İslam’ı öğretme ve ellerine doksan dokuzluk tespih verme”8 siyaseti güdülerek, sayısı binlerle ifade edilen siyasi cinayetler, kayıplar, kundaklama olayları birbirini izlemiştir. Kürt ulusunun eline tespih verip oyalama ve dinle uyuşturma siyaseti, devletin resmi yetkililerin de kendi ağızlarıyla itiraf ettikleri üzere 1994 yıllarında bölgede yeniden canlandırılarak açık bir politikaya dönüşmüştür. Kürt ulusal hareketinin bölgedeki etkisini kırmak ve yok etmek amacı ile İslamcı söylemleri bolca kullanan devlet, diğer taraftan da aynı yıllarda “köy koruculuğu” sistemini devreye sokmuştur. Tüm bu politikaların görece etkisi olmuşsa da iktidar istenilen sonucu alamamış, bu kez de başından beri devletle işbirliği yaptığı için bölge halkının “Hizbul-Kontra” olarak nitelediği Hizbullah’tan medet ummaya başlamıştı. Kuzey Kürdistan’da PKK’nin eylemliliklerinin yükselişte olduğu ve şehir merkezli kitlesel etkinliklerin doruk noktasına ulaştığı ve şartların PKK lehine olgunlaştığı 1991’de Genel Kurmay Başkanlığı (Özellikle Orgeneral Doğan Güreş tarafından vurgulanan) Vazife-Düşman- Arazi-Kuvvet analizi yaparak “bölgede yepyeni bir dönem” başlattı. Hakim sınıfların Kürt ulusal hareketini imha ve tasfiye saldırılarında “bu yepyeni dönem” çok geçmeden meyvelerini vererek, Kuzey Kürdistan’da faili belli
Şubat-Mart 2011-53
ÖZGÜR DÜŞÜN
başlayınca Batman’lı Hizbullahçılar İstanbul’da bir araya gelmeye başlamışlar ve örgütlenmişlerdir. Ekrem Baytap önderliğinde Batman’da başlayarak İstanbul Kasımpaşa Hizbullah’ı olarak eyleme geçen ve daha sonraları “İslami Hareket” ismini alan bu grubun toplantılarına Hüseyin Velioğlu ve Abdullah Yiğit de katılmışlardı. Örgütsel düzeyde küçük bir küme olarak işe başlayan önder kadrolar, en başlarda zayıf ve hareketsizdi. Henüz yeni doğan Hizbullah, örgütsel yapılanmasında ilk hedef olarak çekirdek kadrosunu sağlamlaştırma, tam olarak hazırlandıktan sonra ise tüm Müslüman halk kitlelerine giderek davet görevini ifa etme yolunu kendisine hedef olarak koymuş, sonraki aşama olarak ise Cihad aşamasında geçmeyi esas yönelim olarak belirlemişti. Tüm mekanizmalarıyla işleyen mevcut rejimlerin tamir edilmek suretiyle düzelmeyeceğini, her şeyi alt üst ederek şiddet yoluyla şeriat düzeninin tesis edileceğine vurgu yapıyorlardı. İl ve ilçelerde hücreler şeklinde örgütlenen ve merkezi bir yapısı olmayan Hizbullah yapılanmaları, 1985-1986 yılları arasında yavaş yavaş dağınıklıktan kurtularak teşkilatlanmaya ve belli bir çatı altında toplanmaya başlamışlardır. Burada önemli bir noktanın altını önemle çizmek gerekecektir ki o da il, ilçe, aşiret, aile ve resmi birimler düzeyindeki Hizbullah’ın başından beri içinde olan devletin zamana, zemine ve ihtiyaca göre “çeşit çeşit Hizbullahlar ortaya çıkartma ya da sona erdirme” siyasetidir. Fidan Güngör ve Hüseyin Velioğlu’nun önderlik ettiği Batman ve Diyarbakır merkezli faaliyet yürüten Hizbullah yapılanması, diğer oluşan Hizbullah yapılanmaları içerisinden sıyrılmış, sırtını devlete dayayan bu yapı Batman’daki Nurcu ve Nakşi tarikatlara bağlı kesimler sayesinde de “vurucu kadrosu”nu oluşturmuştur. 1987 yılında Fidan Güngör ve Hüseyin Velioğlu arasında şeriata giden yolda izlenecek yol, yöntem ve öncelikler bakımından baş gösteren derin fikirsel ayrılık, özellikle Kuzey Kürdistan’da etkin olan iki Hizbullah grubunun (Menzilciler ve İlimciler) oluşmasına zemin hazırladı ve Kuzey Kürdistan Hizbullahı ikiye bölündü. O güne kadar devlet güdümünde ve bilhassa da devletin “Kürt belası” diye tanımladığı PKK’ye karşı kullanılan Hizbullah içerisinde Fidan Güngör’ün “Müslüman halka yapılan işkence ve zulme katılmama” gerekçesini teorize ederek, devletle arasına mesafe koyması bu bölünmenin zeminini doğurdu. Fidan Güngör ve onun izinden yürüyenler Diyarbakır’da Menzil Kitabevi çevresinde örgütlenerek Menzilciler grubunu oluşturmuş, Hüseyin Velioğlu ise devletle işbirliği çerçevesinde Batman’da İlim Kitabevi’ni açarak bunun çevresinde İlimciler adı
19
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
cinayetler döneminin fitilini ateşledi. Devletin “baş tehlike” kavramından yola çıkarak kendisine en az zarar veren güçleri düşman gördüğü odaklara karşı maşa olarak kullanma taktiği, “tespih çeken el ile silah çeken el bir olur mu”8 siyasetinin yön verdiği PKK-Hizbullah çatışmasıyla bir kez daha kendisini göstermiştir. İlimciler ve Menzilciler arasında baş gösteren çatışmanın sonraları devletin de yönlendirmesi ile yönünü PKK’ye çevirmesi esas olarak böylesi bir politikanın ürünüdür. Hüseyin Velioğlu’nun önderliğindeki İlimciler grubunun PKK’ye yönelik giriştiği yok etme ve bölgede tek hakim güç haline gelme politikası kapsamında ve en başta da devletin bizatihi bu grubun içerisinde yer alarak yönlendirmesiyle tırmanan çatışma ortamının bilançosu ağır oldu.
mizdeki Hizbullah’a da feyiz olan Hasan El Benna’nın çizgisidir. İslam aleminin en merkezi ve güçlü örgütlerinden olan Müslüman Kardeşler örgütünün önderi Hasan El Benna, Mısır’daki siyasal gelişmelere göre sürekli “kıblesini” değiştirmiş, şeriat söylemlerine sarılarak milliyetçi çizgiyle harmanlamış, kah ülkesini sömürgeleştiren İngilizlerin uşaklığını yapmış, kah kraldan daha kralcı kesilmiş, kah Arap milliyetçilerle krala darbe yapmış ve nihayet iktidarı ele geçiren Arap milliyetçilerine karşı ise Amerika’nın güdümünde hareket etmiştir. Diğer bir örnek de İran’da 1960’larla birlikte Filistin halkının kurtuluşu için mücadele eden Filistin Kurtuluş Örgütü(FKÖ)’nün etki alanını daraltarak yok etmek amacı güden, Müslüman Kardeşler hareketinin uzantısı olmakla birlikte İran’da büyük destek gören HAMAS örgütüdür. HAMAS,
Oysaki bundan birkaç yıl öncesine kadar Pişmanlık Yasası’ndan faydalanarak iki bine yakın Hizbullah kadro ve militanı tahliye olmuş, medya bu gerçeğe hiçbir şekilde değinmemiştir. Sessiz sedasız hapishanelerden çıkan bütün bu kadrolar Mustazaf Der, Rahmet Der, İlim Der gibi Hizbullah’ın yasal derneklerinde örgütlenme faaliyetlerine başlamışlardı. Son tahliyelerin bu kadar infial yaratması aslında bölgedeki gücünü görece koruyan Hizbullah’ın medya ve gerekli kanallar aracılığı ile sivilleşme hamlelerinin bir parçası olarak ele almak abartı olmayacaktır.
20
Hizbullah 1991 yılında aralarında 2000’e Doğru dergisi Diyarbakır Temsilcisi Halit Güngen, HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın gibi önemli isimlerin de bulunduğu başta PKK üye ve taraftarları olmak üzere Kürt kökenli sosyalist, demokrat ve yurtsever olan binlerce kişiyi katletti. Hizbullah gibi yapılanmaların devlet güdümünde hareket etmeleri özellikle Hüseyin Velioğlu’nun önderlik ettiği İlimciler kanadının keşfettiği ve Ortadoğu’da Hizbullahçıların tarihinde istisnai bir olay değildir. Bunun en somut örneklerinden birisi ülke-
FKÖ’ye alternatif olabilmek amacıyla kurulmuştur. Özellikle HAMAS’ın İsrail ve ABD ile ilişkileri bu bakımdan manidardır. Çünkü ABD ve İsrail başından beri HAMAS’ın canlanıp gelişmesi, büyüyüp yaygınlaşması için özel bir çaba harcamıştır. Ne var ki; 1987’de başlayan İntifada olayına kadar “gavur İsrail sayesinde büyüyüp güçlenen HAMAS”, FKÖ’ye alternatif olabileceğine ve radikal İslamcı tavırlarla halkı peşinden sürükleyebileceğine kanaat getirdikten sonra İsrail ile işbirliğine son vermiş, İsrail ve ABD sayesinde bilediği silahını eski hamisine çevirmekte
Güncel Gelişmeler ve Hizbullah Yukarıda genel hatlarıyla aktarmaya çalıştığımız gerçeklik içerisinden bugünü okumak doğru bilimsel analizleri gerektirir. Dolayısıyla son günlerde CMK’nin 102. maddesinde yapılan değişikliklerin yürürlüğe girmesiyle alevlenen tartışmaları, Kürt Ulusal hareketinin önderi Öcalan ile Hizbullah arasında cereyan eden atışmaları ve nihayetinde burjuva basından hemen hemen katıldığı her programda “Hizbullah’ı ben kurdum” diyerek övünen Arif Doğan’ın ifadelerini bu pencereden okumak gerekmektedir. Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen Hizbullah ana davası sanıklarından özellikle örgütün askeri kanat sorumluları gibi üst düzey yöneticilerinin 102. madde uyarınca serbest bırakılmalarının ardından kamuoyunu meşgul eden tartışmaların odaklandığı “kimin salıverdiği” olgusu da tarihsel gelişmeler ışığında okunmalı, bu tartışmaların meselenin esasını karartmaya yönelik olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Çünkü son dönem politikaları ile Yargıtay’ı ele geçirme planları yapan AKP hükümeti, söz konusu tahliyelerin sorumluluğunu Yargıtay’a atarak bir taşla iki kuş vurmanın derdindedir. Yapılan tartışmalar ve burjuva basının da katkılarıyla meselenin özü karartılmaya çalışılmakta, bulanık bir hava estirilerek gerçekler çarpıtılmaktadır. Oysaki bundan birkaç yıl öncesine kadar Pişmanlık Yasası’ndan faydalanarak iki bine yakın Hizbullah kadrosu ve militanı tahliye olmuş, medya bu gerçeğe hiçbir şekilde değinmemiştir. Sessiz sedasız hapishanelerden çıkan bütün bu kadrolar Mustazaf-Der, Rahmet-Der, İlim-Der gibi Hizbullah’ın yasal derneklerinde örgütlenme faaliyetlerine başlamışlardı. Son tahliyelerin bu kadar infial yaratması aslında bölgedeki gücünü görece koruyan Hizbullah’ın medya ve gerekli kanallar aracılığı ile sivilleşme hamlelerinin bir parçası olarak ele almak abartı olmayacaktır. Kürt ulusal hareketinin önemli bir ivme yakaladığı dönemlerde gücünü zayıflatmak için devletin maşası olarak görevini icra eden Hizbullah, böylesi bir dönemde “sivil” bir kimlikle yeniden siyaset sahnesine çıkartılmaktadır. Gerekli olduğu koşullarda el altında tutulacak bir güç olarak görülen Hizbullah’a mevcut tahliyelerle verilen moral, aslında bölgede Kürt ulusunun mücadelesinde ısrarcı olması karşısında verilen bir gözdağı unsurudur. Uzunca bir zamandır kendi resmi internet sitesinden de duyurduğu ve kamuoyunun bilgisine sunduğu üzere Hizbullah, dernek vb. oluşumlarla sivilleşme yolunda bir takım hamleler yapmış, son açıklamalarında özellikle “Kürt milliyetçiliği” üzerinden söyleminin sınırlarını genişletmiş, Kuzey Kürdistan siyasetinin önemli aktörlerinden birisi olmaya hazırlanmıştır. Kürt ulusunun talepleri karşısında “ez ve yok et” siyaseti üzerine kurulu mevcut politikaların, bölgedeki ulusal canlanışı frenleyecek ve Kürt ulusal ha-
reketini dengeleyecek bir siyasal yapılanma –sivil bir hareket- olarak Hizbullah faktörü ile hayat bulması olasılık dahilindedir. Diyanet, Gülen cemaati gibi oluşumların İslami söylemlerinin “Türk milliyetçiliği” sınırlarında kalması, “Kürt kimliği”ne sahip bir İslami hareketle giderilmeye çalışılmaktadır. Nitekim geldiğimiz süreçte Hizbullah’ın radikal İslami söylemine Kürt ulusalcı bir duruş eklediğini son açıklamalarında görmek pekâlâ mümkündür (ayrıntılı açıklamalar için Hizbullah’ın resmi internet sitesine bakılabilir). Bu süreçte Öcalan ile Hizbullah arasında süre giden tartışmalarda da açığa çıktığı gibi, Hizbullah yönelimini değiştirmiş “bıçak kemiğe dayanmadıkça çatışmadan kaçınacağını” beyan ederek PKK’ye ateşkes çağrısında bulunmuştur. Diğer taraftan Öcalan da Diyarbakır’da tahliye edilen Hizbullah kadrolarının coşkulu bir kitle tarafından karşılanmasını tepkiyle karşılamış, Kürt HAMAS’ı olarak nitelediği bu örgüte karşı Kürtleri uyanık olmaya davet etmişti. İslam’ı kullanarak Kürt ulusak hareketinin bitirilmek istendiğini vurgulamıştı. Önümüzdeki dönemin yaklaşan seçim süreci ile de birlikte ele alınarak Hizbullah’ın Kürt ulusal sorununa yönelik girmiş olduğu yeni süreçle birlikte değerlendirilmesi gerekmektedir. Dini söylemlere oldukça fazla itibar gösteren Kürt ulusuna karşı İslami argümanları kullanarak ulusal dokuyu “sivilleşmiş Hizbullah” yolu ile dejenere etmeye çabalayan hakim sınıflar açısından, bölgenin siyasal denkleminde Hizbullah öteden beridir yerini almıştır. Hizbullah, Öcalan’ın yakalanışından sonra kendisine yönelen ancak hiçbir zaman tasfiye etmeyen devletin, hareketin kurucu önderi Hüseyin Velioğlu’nu 2000’in Ocak ayında Beykoz’da öldürmesinin ardından gerçekleşen operasyonlarla farklı bir sürece girmiş, bir süreliğine şiddet eylemlerine ara vermişti. Ancak bugün Hizbullah yediği “darbelerin” yaralarını sararak taktik değiştirmiş ve ilerlemeye başlamıştır bile…
Şubat-Mart 2011-53
ÖZGÜR DÜŞÜN
beis görmemiştir.
DİPNOTLAR: 1) Faik Bulut-Mehmet Yamaç, Kod Adı Hizbullah-Türkiye Hizbullah’ının Anatomisi, İstanbul: Ozan Yayıncılık, 1999, s. 28 2) Age, s. 28 3) Age, s. 30 4) Age, s. 25 5) Age, s. 20 6) Age, s. 18 7) Age, s. 55 8) Age, s. 69 KAYNAKÇA: - Bulut, Faik- Yamaç, Mehmet, Kod Adı Hizbullah-Türkiye Hizbullah’ının Anatomisi, İstanbul: Ozan Yayıncılık, 1999 - Bulut, Faik, İslamcı Örgütler-2, Ankara: Doruk Yayımcılık, 1997
21
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
“Nice 165 Yıllara”
22
Son haftalarda öğrenci gençliğin ve sendikaların gerçekleştirdiği eylemlere, polisin “sert” müdahaleleriyle birlikte “orantılı güç”, “polis şiddeti” tartışmaları bir kez daha gündemdeki yerini aldı. Polisin sınıfsal niteliğini bilen kesimler açısından söz konusu şiddet şaşırtıcı ve yeni bir durum olarak değerlendirilmedi. Aksine polisin tavrının, devletin resmi yaklaşımı olduğunun açık bilinciyle ilk günden itibaren polis eliyle yapılan saldırının bir devlet politikası olduğu ifade edildi. Hakim sınıfların sözcülüğünü yapan kesimler ise, beklenildiği gibi polislerine sahip çıktılar. Bu sahipleniş başta liberaller olmak üzere çeşitli kesimlerin can hıraş yaklaşımlarına ve “ne oldu da Başbakan ve AKP yaklaşımlarını birden bire sertleştirdi” feryatlarına sebep oldu. Özgür Düşün Kolektifi, haftalardır tartışılan ve önümüzdeki süreçte de gündemde olacağı aşikâr olan “polis şiddeti” tartışmasına dair görüşlerini aktararak bazı yanlışlara işaret etmek maksadıyla bu yazıyı kaleme almıştır.
Polis, halk için mi var yoksa ağalar ve patronlar için mi? Son yıllarda polis otolarının üstünü ve karakolların duvarlarını “Halk için emniyet; adalet için hizmet” sloganı süslemeye başladı. Gerçekten polis, halka hizmet etmek, adaleti sağlamak ve emniyeti korumak için mi hizmet veriyor? Bu soru eminiz ki okuyan herkesin yüzünü tebessüm ettirmiştir. Zira polis şiddetine işyerinde, fabrikada, köyde, okulda, sokakta, evde, arabada yani yaşamın her alanında maruz kalmanın kaçınılmaz olduğu ülkemizde böylesi bir soru abesle iştigaldir. Bu soruya verilen yanıt bu kadar açık ve net olmasına karşın çoğunlukla polisin sınıfsal niteliğinin göz ardı edildiği ve bundan dolayı söz konusu polis şiddetinin esasta devletin şiddeti olduğu görülmemektedir. Bazı örneklerle somutlaştırarak devam edecek olursak; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 4 Aralık 2010’da
Devlet “yasalarıyla”, işçilerin, köylülerin, memurların, öğrencilerin, kadınların, ezilen ulus, milliyet ve inançların tabi olacakları sömürü ve zulüm düzenini tarif etmiştir. Eğer siz bu yasalarla belirlenmiş güvencesiz çalışmaya, işsizliğe, doğa katliamlarına, YÖK’e ve gerici uygulamalarına, ulaşım zamlarına, anadil yasaklarına, sağlık kısıtlamalarına… karşı çıkarsanız karşınızda polisi-jandarmayı bulursunuz. Sırtınıza, kafanıza, vücudunuzun çeşitli yerlerine inen coplardan; hayatınıza mal olan kurşunlardan kaçmak olanaksız hale gelir. Polisin elindeki copa kumanda eden polislerin bireysel çıkışları, amirlerinin emirleri değil devletin kendisidir! İşçi, köylü, öğrenci eylemlerinin tamamı devlet tarafından değerlendirilir ve bu değerlendirmeler sonucunda polis şiddetinin “orantısı” belirlenir.
Şubat-Mart 2011-53
ÖZGÜR DÜŞÜN
rektörlerle buluştuğu Dolmabahçe’de polisin YÖK’ü protesto eden öğrencilere yönelik müdahalesini savunarak “Emniyet bu tür bir organizasyonun güvenliğini tesis etmekle mükellef”1 diyordu. 2010 yazında polise dair benzer tartışmaların gündemde olduğu sırada Abdülkadir Aksu; “Onları yıpratmak, çamur atmak hiç kimseye bir şey kazandırmaz. Yıpratmayalım, kurumlarımıza sahip çıkalım. Polisimize de sahip çıkalım askerimize de sahip çıkalım”2 diyerek tepkileri göğüslüyordu. 2007, 2008, 2009 yıllarında 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyen emekçilere yönelen polis saldırıları da gerek Başbakan gerekse de diğer devlet yetkilileri tarafından “orantılı güç kullanıldı”, “illegal örgütlere izin vermedik” gibi söylemlerle sahiplenilmiş ve bizzat bu yetkililer ağzından emekçilere tehditler savrulmuştu.3 Hatırlanacağı gibi 1996’da yaşanan Susurluk kazasında “milletvekili-emniyet müdürü ve çok sayıda katliamın faali olarak olarak ‘aranmakta’ olan bir tetikçinin” suikast silahlarıyla birlikte aynı arabada ortaya çıkması halkın büyük tepkisini almış ve ülke genelinde geniş çaplı eylemler düzenlenmesine sebep olmuştu. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller kamuoyundaki bu büyük tepkiye rağmen hem polise hem de tetikçilerine sahip çıkarak göz yaşları içinde “devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir”4 diyordu. Benzer içerikte sayısız örnek verilebilir. Eski, yeni bütün hükümetler döneminde benzer yaklaşımlar kendisini göstermiştir. Sömürü düzeni içerisinde varlık gösteren bütün hükümetler polise sahip çıkmak zorundadır. Çünkü polis kurumu hükümetlerin politikalarıyla değil; devletin politikalarıyla yönetilmektedir. Dolayısıyla hükümetin adı ister AKP, ister CHP, ister Adalet Partisi, isterse de başka bir şey olsun… Hükümetler, temsilcileri oldukları siyasi iktdarın çıkarlarını korumakla mükellef olan polisi, her şart altında gözetmek durumundadır. Bu, onların ödevidir. Bu nedenledir ki polisin adı devletin bütün kurumları için güven ve hizmet demek iken; halk için şiddet ve baskı demektir.
“İyi Polis”, “Kötü Polis” Her yıl, “Polis Teşkilatı”nın kuruluş yıl dönümü etkinliklerine tanık oluyoruz. 2011 Nisan’ında Polis 166. kuruluş yıldönümünü kutlayacak. Geçen yıl yapılan kutlamalar “Nice 165 yıllara...”5 başlıklarıyla burjuva medyaya servis edilmişti. Yani hâkim sınıflar polis teşkilatlarının kuruluş tarihi olarak 1845 yılını kabul ediyorlar. Bu dönem incelendiğinde polis teşkilatının, Osmanlı’yı kıskacı altına alan sömürgeci devletlerin ekonomik, siyasi yaptırımları sonucu kurulduğu görülmektedir. O günden bu yana polis, çeşitli evrelerden ve dönemlerden geçerek günümüzdeki haline ulaştı. Fakat ne 1845’te ne de günümüzde polis teşkilatının sınıfsal niteliği hiç değişmedi. Değişmesine de imkân yoktu. Çünkü hakim ideoloji ve onun düzeni 166 yıldır varlığını devam ettiriyor. Polis teşkilatı kurulduğu dönemde de sömürücülerin çıkarlarını koruyordu, şimdi de. O dönem de sömürü ve zulüm düzenine karşı mücadele eden çeşitli ulus, milliyet ve inançlara mensup işçiler, köylüler, gençler kapsamlı saldırılara maruz kalıyordu, şimdi de. Örneğin; Polis Teşkilatı’nın henüz kuruluş döneminde, Osmanlı’nın iç güvenlik sorunu İngiliz General Valentine Baker tarafından ele alınmıştır. Baker, ha-
23
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
24
zırladığı raporda sosyalistlere, komünistlere karşı mücadelenin önemine dikkat çekerek bu hareketlerin bastırılmasını buyurmuştur. Takip eden yıllarda Abdülhamit, efendilerinin uyarılarına uyarak, Osmanlı toprakları üzerinde faaliyet gösteren ilerici, demokratik kesimlere ve kişilere karşı azgın bir saldırıya girişmiştir. Abdülhamit bu mücadeleyi o kadar önemsemiştir ki, Fransa’da komünistlere karşı gerçekleştirdiği gerici saldırılarla nam salmış olan Fransız polis Lefoullon’u, “Sultan’ın Özel Polis Şefi” ünvanıyla göreve getirmiştir. Sonrası, ezilenlere ve onların örgütlü mücadelelerine dönük yaygın bir gözaltı, tutuklama, kaçırma, sürgün ve katliam dönemi olmuştur. Güncel olarak yaşanan örneklere baktığımızda Abdülhamit döneminden bugüne Polis Teşkilatı’nın
Polis teşkilatının 166 yıllık icraatları açıkça göstermektedir ki “iyi polis”, “kötü polis” diye bir şey yoktur. Polis, her yönüyle kötüdür! Çünkü halka ait değildir. Çünkü polisin kumandası, fabrikada, tarlada, okulda, sokakta, evde bizlere zulmeden ağaların ve patronların elindedir. Ağalar ve patronlar ne kadar “iyi” olabilirse polis de o kadar iyidir.
aynı erekle hâkim sınıflar tarafından kullanıldığı görülmektedir. Onun için Osmanlı’dan TC’ye uzanan 166 yıl boyunca hâkim sınıflar, hizmetlerindeki bu baskı örgütünü, tıpkı diğer örgütleri gibi, korumuş ve hareket kabiliyetini artırmıştır. Meydanları, sokakları, fabrikaları, hastaneleri, okulları kısacası yaşamın her alanını gözetleyen kameralarıyla; silahlanmaya ve çeşitli operasyonel faaliyetlere ayrılan devasa ekonomik bütçesiyle, sayısı 220 bini bulan Polis Teşkilatı’nın6 hâkim sınıflar açısından nasıl bir öneme sahip olduğu görülmektedir. Evet, hâkim sınıflar her yıl, Polis Teşkilatı’nın kuruluş yıldönümünü kutluyor. Gövde gösterisi yapıyor, ezilenlere gözdağı veriyor. Hâkim sınıflar, 166 yıldır baskınlarla, katliamlarla, her türlü gerici saldırılarıyla “Yaşasın baskı örgütümüz” diyorlar. Polis Teşkilatı’nın 166 yıllık icraatları açıkça göstermektedir ki “iyi polis”, “kötü polis” diye bir şey yoktur. Polis, her yönüyle kötüdür! Çünkü halka ait değildir. Çünkü polisin kumandası, fabrikada, tarlada, okulda, sokakta, evde bizlere zulmeden ağaların ve patronların elindedir. Sömürü düzeni ve onun sahipleri ne kadar “iyi” olabilirse polis de o kadar iyidir. Bu konuda halk saflarındaki en yaygın yanılgı ülkemizde bir dönem, 1970’lerde, kendisini gösteren “Polis Derneği(POL-DER)” ile 220 bin polis içerisinde köyümüzden, okulumuzdan, mahallemizden, evimizden veyahut akrabalarımızdan tanıdığımız kişilerin polis olmalarıdır. Polis olan, eski arkadaşlarımızdan ya da hemşerilerimizden birisinin “iyi insan” olması Polis Teşkilatı’nı “iyi” yapmaz. Çünkü “eski dost” artık halk saflarında değildir; halka yabancılaşarak ezilen milyonların emeği ve alınteri üzerinden geçinen sömürü ve zulüm düzeninin bekçisi, ezilenlerin sırtında sopa olmuştur. Polisin, içerisinden çıktığı topluma yabancılaşması sınıf mücadelesinin kaçınılmaz bir sonucudur. Çünkü “toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan” bir devletin zorunlu organlarının başka türlü olması beklenemez. Lenin bu duruma şöyle işaret etmiştir: “Toplumun bu sınıflara bölünüşü olmasaydı, “halkın özerkli silahlı örgütlenmesi”, sopalarla silahlanan bir maymun sürüsünün ilkel örgütlenmesi, ya da ilkel ya da klanlar biçiminde birleşmiş insanların ilkel örgütlenmesinden, karmaşıklığıyla, tekniğinin yüksek düzeyiyle vb. ayrılırdı; ama olanaklı olurdu. Oysa bu olanaksızdır; çünkü uygar toplum, düşman sınıflar biçiminde ve üstelik “özerkli silahlanmaları” aralarında silahlı bir savaşıma yol açabilecek, amansızca düşman sınıflar biçiminde bölünmüştür. Devlet kurulur; özel bir güç, özel silahlı adam müfrezeleri meydana gelir ve her devrim, devlet aygıtını
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
yıkarken, arı durumda bir sınıflar savaşımı örneği verir, egemen sınıfın kendisine hizmet eden silahlı adam müfrezelerini yeniden kurmak, ezilen sınıfınsa, sömürücülere değil, sömürülenlere hizmet etmeye yetenekli bu tür yeni bir örgüt kurmak için nasıl çabaladıklarını bize en açık bir biçimde gösterir.”7 Dolayısıyla işsizlik, geleceksizlik gibi nedenlerle polisliği seçen binlerce kişinin varlığı Polis Teşkilatı’nı aklamaz, onun sınıfsal niteliğini değiştirmez. Çünkü dünün işsizleri ve gençleri artık ağaların ve patronların paralı memuru olmuş ve yeni bir statü kazanmıştır. Ezilenlerin, demokratik bir halk iktidarı için sürdürdüğü devrim yürüyüşü, sömürü düzenini parça parça alt etmeye başladığı ve güçlü bir şekilde iktidara yürüdüğü dönemde gerek polis gerekse de ordu içerisinde kaçınılmaz olarak yeni saflaşmalar, kopmalar yaşanacaktır. Ezenler ve ezilenler arasındaki iktidar mücadelesi böylesine keskin bir noktaya evrildiğinde, bahsini yaptığımız saflaşma sadece polisleri değil toplumun çok farklı kesimlerini de (örneğin milli burjuvazinin sol kanadı gibi) ezilenlerin örgütlerinin peşine takar ve sürükler. Bütün bunlar dünya devrim tarihinde yaşanmıştır. Ki 70’lerde, ülkemizde ortaya çıkan POL-DER örgütlenmesi de gelişen, güçlenen sınıf mücadelesinin bir sonucu olarak değerlendirilmelidir. Ve böylesi süreçler sınıflar arasındaki mücadele var olduğu müddetçe, kaçınılmaz olarak tekrar tekrar yaşanacaktır. Burada önemle belirtmek gerekir ki, ezilenler kendi iktidarlarını kurmaya doğru emin adımlarla yürüdükleri ve polisinden ordusuna kadar çeşitli kesimler içerisinde kendi saflarına katılımların olduğu dönemde dahi ne “polisi” ne de “orduyu” ilerici ilan etmezler. Bu kurumları “halkın po-
lisi”8 derekesine çıkarmazlar. Aksine bu gerici kurumları da temsil ettikleri sistem gibi parça parça etmeye kilitlenirler. Dolayısıyla devrimin kabardığı dönemlerde de “Polis Teşkilatı”nın kötü olduğu unutulmamalıdır. Bu dönemde değişecek olan şey polis teşkilatında yaşanan parçalanmalardır. Peki, ezilenler iktidarı ele geçirdikten sonra polis teşkilatını ne yapacaklardır? Ezilenler iktidarı ele geçirdikten sonra polis teşkilatını dağıtacaklardır. Ve “iç güvenlik sorununu” kendi ihtiyaçları temelinde, kendilerinin denetimini sağlayacakları örgütler vasıtasıyla yapacaklardır. Ezilenler bunu daha Paris Komünü yıllarında hayata geçirdiler. Komüncüler, Paris’i alır almaz “askere almayı ve düzenli orduyu kaldırdı ve tüm sağlam yurttaşların katılacakları Ulusal Muhafızı, tek silahlı kuvvet olarak ilan etti…”9 Komüncülerin bu uygulamaları neticesinde, “Gerçekten 1848 Şubat günlerinden bu yana, ilk kez olarak Paris sokakları, hem de hiçbir tür polis olmaksızın, güvenli bir duruma geldi”10 21. yüzyılda ezilenler ve onların örgütlü kuvvetleri, “iç güvenlik sorununu” da bizzat kitlelerin denetimi ve katılımıyla, Paris Komünü’nden, Ekim Devrimi’nden ve Çin Devrimi’nden çıkarttıkları derslerle daha ileri örnekler sergileyerek karşılayacaklardır.
Polis, Yaşamın Her Alanında Daha Fazla Saldırganlaşacak Ağaların ve patronların yıkım politikaları bir bir hayata geçtikçe ezilen milyonların örgütlü mücadelesi ve kendiliğinden eylemleri de yoğunlaşmaktadır. Bu tablo ezilenlere dönük daha kapsamlı saldırıların
25
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
yaşanacağının göstergesidir. Örneğin, halk gençliğinin son dönemde üniversitelerde yoğunlaşan meşru hak alma mücadeleleri geçtiğimiz haftalarda, düzmece “terör örgütü operasyonuna” hedef olmuş ve beş üniversite öğrencisi tutuklanmıştır. Söz konusu tutuklamalar dahi, hakim sınıfların, ezilenlerin kitlesel eyleminden duyduğu korkuyu göstermeye yetmektedir. Ezilenlerin kendi hakları ve geleceği için mücadele etmesi devletin saldırıları için yeterli nedendir. Emeğimiz ve geleceğimiz için mücadele etmekten vazgeçmeyeceğimize göre ağaların, patronların ve onların örgütlerinin (polisin, jandarmanın, mahkemelerin, YÖK’ün) daha yoğun saldırılarına maruz kalacağız demektir. Tam da böylesi bir dönemde polisin imajının kurtarılmaya çalışıldığına tanık oluyoruz. Her fırsatta polislerini sahiplenen ağalar ve patronlar, kesenin ağzını açarak ardı ardına vizyona koydukları filmlerle, ekrana taşıdıkları dizilerle “şerefli kahramanlarını” parlatıyorlar. “Arka Sokaklar”, “Behzat Ç.”, “Adanalı”, “Kanıt”, “Umut Yolcuları” gibi birçok polis dizisinin aynı dönemde yayına girmesi tesadüf olmasa gerek. Bu dizilerde “âşık olan”, “sevilen”, “içki içen”, “küfreden”, “ağlayan”, “mazlumun hakkını koruyan”, “yanlışa göz yummayan” ama her koşulda “devletini her şeyin üstünde tutan” insan polis, halktan birisi olan polis ön plana çıkarılmaktadır. Peki neden? Çünkü polis teşkilatı da bekçisi olduğu sömürü düzeni gibi çürümüştür, kokuşmuştur. Bu nedenle işçilere, köylülere, gençlere azgınca saldıran; sadece son üç yıllık dönemde okulda, sokakta, arabada, evde 300’e yakın insanı öldüren11; Prim almak, puan kazanmak için transseksüel, madde bağımlısı, “hırsız” avına çıkan12; kaçakçılık13, hırsızlık14, dolandırıcılık yapan15; haraç alan16 polisin imajı düzeltilmeli ve halkın gözündeki yeri sağlamlaştırılmalıdır.
henüz “polisler, insan soyundan türememiştir” gibi bir veriye ulaşmamıştır. Ötesinde, belirleyici ve gerekli olan tartışma polisin insan olup olmadığı değil; hangi sınıfların çıkarlarına hizmet ettiğidir. 3- Polis şiddetine karşı mücadele etmek, polisi üniversitelerden, liselerden, mahallelerden kovmak için çalışmak meşrudur. Yaşanan olaylarda polislerin “yargılanması” için girişimlerde bulunmak yanlış değildir. Fakat bu mücadelelerin tamamında polisi var eden devlet gerçekliği gözden kaçırılmamalıdır. Yaşanan her bir olayın devletin politikaları olduğunun açık bilinciyle hareket etmek ve çalışmaların odağına bunu koymak doğru politik yaklaşımdır. Yoksa bir başına “Katil polis üniversiteden, liseden, mahaleden… defol” demek yeterli değildir. 4- Polis teşkilatı da tıpkı, parçası olduğu sömürü ve zulüm düzeni gibi yok olup gidecektir. Ezilenler kendi iktidarlarını tesis ettiklerinde, yüz binlerce “ayrıcalıklı memura” ihtiyaç duymayacaktır. Halkımızın Yeni Demokratik İktidarı’nda ve iktidarının daha ileri aşamalarında, polis teşkilatı olmayacaktır. İç güvenlik doğrudan halk meclislerine bağlı olacak ve her halk meclisi, iç güvenliği kendi oluşturduğu güçlerle sağlayacaktır.17
DİPNOTLAR: 1) http://bianet.org/bianet/bianet/126464-basbakan-polissiddetine-arka-cikti 2) http://www.haber7.com/haber/20100707/AbdulkadirAksu-polise-sahip-cikti.php 3) www.habervitrini.com/haber.asp?id=339152 4) www.sabah.com.tr/Yazarlar/kahraman/2011/01/12/ciller_28_subatin_musebbibi 5) http://polis.web.tr/nice-165-yillara-makale,1.html 6) Polis teşkilatının 2010 verisidir. 7) V.İ.Lenin, Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, s. 18 8) POL-DER kendisini “halkın polisi” olarak adlandırıyordu.
26
Sonuç olarak; 1- Polis, ülkemiz özgülünde, varlığını sürdürdüğü 166 yıl boyunca ağaların ve patronların hizmetinde olmuştur. Ve bu kesimlerin baskı örgütü olarak var olagelmiştir. Dolayısıyla güncel olarak, polisin ve AKP’nin tutumunun “sertleştiğini” ifade etmek, savunmak sınıf mücadelesini ters yüz etmek demektir. 2- Hakim sınıfların sözcüleri (Cumhurbaşkanı, Başbakan, İçişleri Bakanı vb) vasıtasıyla ya da yazılı-görsel çeşitli araçları vasıtasıyla dile getirdiği “bir iki kişinin yanlışını polise mal etmeyelim”, “polisimizi koruyalım”, “polis de senin benim gibi insan” türünden yaklaşımlarının hiçbir kıymeti yoktur. Evet, “polislerin de insan oldukları” doğrudur. Zira bilim
9) Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Sol Yayınları, s. 10 10) Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Sol Yayınları, s. 68 11) http://dengeroj.net/News-file-article-sid-10437.html 12) http://www.haber3.com/polisler-bonus-pesinde— 619938h.htm 13) www.savaskarsitlari.org/arsiv.asp?ArsivTipID=13&ArsivAnaID=43418 14) www.haber7.com/haber/20110120/Hirsizlik-cetesioperasyonunda-3-polise-gozalti.php 15) http://www.istanbulburda.com/Dolandiricilik-cetesicokertildi,-1%27i-polis-11-gozalti-ZONGULDAK-74266 16) www.arsiv.sabah.com.tr/2005/05/15/gun101.html 17) Yeni Demokratik Halk Cumhuriyeti Anayasa Taslağı, madde 75
MAKRO MEŞK
ÖZGÜR DÜŞÜN
MİKRO AŞK
Şubat-Mart 2011-53
İnsanın toplum ve doğayla mücadelesi sonucunda elde ettiği duyguların en yoğunlaşmış halidir aşk! Doğayı tanımak isteyen, toplumu değiştirme uğraşı içerisinde olanların Aşk’a dair sadece eleştirel değil, aynı zaman öz eleştirel bakmaları gerekir. Sana burada veriyorum hayata ayrılan buseyi 1 “Heyecan nedir” sorusuna, tek yanlı davranmamakla birlikte; insanların iç dünyalarındaki isteklerinin alışılmışın dışında gerçekleşmesinin bir tezahürüdür cevabını vermemiz mümkündür. Sosyologlar her çağın kendisine has bir heyecan kültürü olduğunu söyler. Kültür emperyalizminin biricik telaşesi, hâkim olduğu dünyayı ve üzerinde yaşayan tüm canlıları, gereksinimlerinin dışında hallere sokmakla görevlidir. İnsanlık, artık sadece gereksinimlerinin ürünü olarak hayatı örgütlemez. Kar marjı haylice okkalı “standart”lara tabi olmaya başlar. Burjuva aymazlığı “ekmek bulamıyorsanız pasta yiyin” sınıfsal aşağılamasını nitel olarak geliştirerek “Bana lükslerimi
verin, gereksinimlerim olmadan da yaşayabilirim” teraneleriyle “coşkun” bir yaşamı salık verir. Gün gelir, heyecan olarak nitelendirdiğiniz garip bir duruma kapı aralar. Artık sadece yarattıklarınıza değil, duygularınıza da yabancılaşmaya başlamışsınızdır. Pazarın mevcut yoğunluğuna, başta burjuva iktisatçıları olmak üzere herkes yorumlar getirir. Unutulmamasını, hatta hiç bitmemesini arzuladığı zamanı kovalayıp sadece an’a endekslenen milyonlarca insanın bu denli bir “başkalaşım” fetişizmi içerisine girmesini, her sınıf kendi cephesinden farklı değerlendirir. Kimine göre, kişinin topluma entegre olamamasıdır. Kimine göre, “uçuk” şeyler yaşamak onların da hakkıdır. Kimine göre, herkesin “olgunlaşma” dönemini yaşaması ya da sık sık dönmesi haktır. Kimine göre ise, toplumsal gelişmelerin yan-
27
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
28
sıması olarak kültürel şekilleniş, ancak o topluma hakim olan üretim ilişkilerinin ne olduğu sorusuna cevap verilerek sonuca ulaşılabilir: “Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinden yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değildir; tam tersine onların bilinçlerini belirleyen toplumsal varlıklardır.”2 Takvim yaprakları Şubat’ın 14’nü gösterdiği zaman insanların “duygu” dünyalarında bir ürperti belirir. Hepimizin malumunda olan “Sevgililer Günü” çıka gelmiştir. Lakin bu geliş, birdenbire gerçekleşmez. Aylar öncesinden yeni kreasyonlar, varyasyonlar yeterince “aşk”a doymak için ummalı bir hazırlık içerisine girer. Biz, yani “aşk” insanları, işin bu yüzünü fazla görmeyiz. Bu “sevgi” dolu bir gün için teferruatın sadece birinci aşamasıdır. Bizi ilgilendiren kısım, “sevgi” yolunun ikinci aşamasıyla gerçekleşir. İnternet sitelerinde, günlük gazetelerde, televizyon ekranlarında, reklam panolarında, mağaza vitrinlerinde kanatlı kalpler eşliğinde “aşk”güzar hazırlığın boy vermesi, kaçınılmaz olan “heyecan”a çarpılmamızı sağlar. Artık toplumsal olarak “havaya” girilmiştir. Kanki-kankalar arasında fikir alışverişleri, internette en güzel aşk mesajları3, tatil programları, lüks restoranlarda Paris’ten getirilmiş kemancılar eşliğinde yemekler, sevgilinin dudağından içilen 800 euro değerinde İspanyol şarapları, “süper” kulüplerden koreografik tango şovlar, hediyelik eşyalar ve burada
saymakla bitiremeyeceğimiz envai çeşit “tılsımlı” hediyelerle yapılan tüm hazırlıklar, her bütçede vatandaşın özel ihtiyaçlarına göre “keyif” sunmaktadır. Evet, yapılan iş haylice keyifli bir iştir. Ama 14 Şubat’ın, en fazla kimleri keyiflendirdiğini yazımızın ilerleyen bölümlerinde göreceğiz. Sevgililer Günü’nün nasıl ortaya çıktığına dair onlarca fikir olmasına rağmen, genel olarak yaygınlığı açısından 3 temel anlatım söz konusudur. Ama toplum tarafından en kabul gören rivayet, Valantinus adında Hıristiyan bir din adamının 14 Şubat’ta öldürülmesiyle gerçekleşir. Bahsi geçen din adamı, Romalı askerlerin evlenmesinin yasak olduğu bir dönemde, yasağa karşı gelerek gizliden gizliye Romalı askerleri evlendirdiği için idam edilir. Papazın idamından sonra, halk o günü, “St. Valantine Day” yani “Sevgililer Günü” olarak O’na atfeder. Bu inanış, Hıristiyan toplumlarında yüz yıllarca bir gelenek olarak yaşatılmıştır. Fakat St. Valantine Day’in kapitalist üretim ilişkilerinin bir parçası haline dönüşmesi uzunca bir zaman sonra gerçekleşecektir. 1800 yılında Esther Howland’ın bir kart postal göndermesi sonucunda sadece Hıristiyan geleneklerinde “kısıtlı” olarak gerçekleşen Sevgililer Günü, kapitalist pazarın bir parçası haline gelecektir. Ülkemizde ise bu gelenek, 12 Eylül Askeri Faşist Darbesi ile birlikte, emperyalizm tarafından tekrardan yapılandırma yıllarına denk gelmektedir. Artık Sevgililer Günü uluslararası pazar sayesinde, “Dindarken alacaklı olur, tapınaktan adliyeye düşer.”4 Sevgililer Günü olarak lanse edilen, “sevgi” tüketim edinimi dönemi, yapılan istatistiklere göre
(en az emek harcanılan sevgi) makro düzeyde meşk (en çok sefası sürülen sevgi) toplumun önemli bir kesiminin yegâne perspektifi haline getirilmiştir. Sadece kullanım değeri değil, değişim değeri olarak da A+M+A (aşk+meta+aşk) sarmalı içerisine girilmiştir. Artık onun karatı vardır. Bozdurup harcayabilirsiniz. Lakin kur’lara itinayla dikkat edilmelidir. Es kaza “batan geminin malları” misali ulu orta bulabilirsiniz kendinizi. Gözü açık olmanız gerekir; zira yaşatacağınız “heyecan”da arkadaşlarınızla “pişti” olmamanız gerekir. İşte emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin “aşk”ın doğasına katkısı budur. Bu katkı, en küçük teferruatına kadar sınıfsaldır. Sınıflı bir toplumda aşk olgusu, sınıflar üstü görülemeyeceği gibi, bu tablonun yaratıcılarının hâkimiyetinin dışında değil, bilakis merkezindedir. Kişinin başka kişiye duyduğu sevginin sınıfsal olmayan bir boyutu gerçekliğini korumakla birlikte, çelişkinin sınıfsal olmayan yanına ilişkin ele alış tarzının bizzat sınıfsal olması mecburidir. Zira aksi davranış, toplumsal ilişkilerin duygusal iz düşümü olan aşkı, gerici sınıfların hakimiyet sürdüğü toplumda “hür” olarak değerlendirmeye götürür ki, bu da sermayenin pazarına yedeklenmekten başka bir anlam ifade etmez. “Aşk”a yönelik açılan pazarın ele alınmasını iki boyutuyla değerlendirmek gerekir. Bir boyutu, yazımızın gelişme bölümünde de anlattığımız gibi, piyasa sermayesinin canlanması, toplumda tüketim anlayışının şahlanmasıdır.6 Bir diğer boyutu ise, meta üretimi ve genel dolaşımın,7 bu dolaşım içerisinde yarattığı pazarın “meşruluğu”dur. Bu meşruluk, toplumsal olarak özel mülkiyet ilişkilerinin yeniden üretimini sağlayarak üretim ilişkilerinde “doğal” bir olgunluğu sağlamaktadır. “Tüketim olmazsa müessir medeniyete ulaşılmaz”8, bundan dolayı, “pazar için üretimin olması doğanın kanunudur”, “patronlar olmazsa, işçiler çalışacak bir yer bulamazlar”, ezilenler bu “kaderi” değiştiremezler gibi birçok ideolojik kültürel şekillenişi milyonlarca ve milyarlarca ezilenin parçası haline getirirler. İdeolojik biçim olarak kültür, toplumun yeniden üretiminde önemli unsur olarak metaların dolaşımı gibi, kitlelerin arasında dolaşır, etkiler, nüfuz eder. Bir soruyla yazımıza devam edelim. Yaşadığımız toplumda aşk yaşamak mümkün mü? Mümkündür. Ama sadece sınıflı toplumun çerçevesi içerisinde mümkündür. Erkek egemen bir dünyanın bağrında yaşayan insanlık cins ayrımcılığını en ufak hücrelerine kadar hissetmektedir. Sosyalist toplumda dahi, en önemli çelişkilerden bir tanesi (Mao’nun tabiriyle en önemlisi) kadın ve erkek arasındaki çelişkidir. Kadının kurtuluşu gerçekleşmediği, karşı cinsi ile eşit seviyeye getirilmediği, her türlü farklılığın yaşandığı
Şubat-Mart 2011-53
ÖZGÜR DÜŞÜN
oldukça yüksek bir performans sergiliyor. 2008 yazında kapitalizmin yaması uzun dönem buhranı olarak sökülünce, Avrupa’da 2008 Noel’i ticari açıdan oldukça kaygan bir zeminde gerçekleşmişti. Müslüman ülkeler için de Ramazan Bayramı’nda aynı sıkıntılar yaşandı. Ama öyle görünüyor ki “aşk” her şeye kadir. Yine aynı krizin patlak vermesinden bir sonraki St. Valantine’de, ticari açıdan oldukça başarılı bir grafik izlenilmiştir. Avrupa’da internet üzerinden yapılan alışverişlerin %42’si 60 Euro’nun üzerinde gerçekleşmiştir. Ve 730 milyonluk kıtanın %65’nin Sevgililer Günü’ne “aktif” katıldığı belirlenmiştir. Yine kendi ülkemizde, Sevgililer Günü vesilesiyle, ticaret %112 artış göstermiştir. Tüketimin şahlandığı bu dönemde, takılar “tek taş 1 YTL” reklamıyla ön sırayı alırken, elbise, süs eşyası, iç çamaşırları, saatler, telefonlar, hafta sonu tatilleri, sevgililer günü özel yemekleri, limuzinde boğaz turları, helikopterde seyahat vb. aklımıza gelen ya da gelmeyen her şeyde “patlama” yaşanmıştır. Her ne kadar, tüm toplum, hâkim olan sınıfın kültürel edinimi etkisi altında sürece yedeklense de, sınıfsal farklılıklar tüketimin sınırını her bir kategoride ayrı belirlemektedir. Ezilen sınıflar, Sevgililer Günü’nde en çok kırmızı gülleri tercih ederler. 3-5 TL ile durumu “kurtarmaya” çalışırlar. Kırmızı gül, aşkın sembolü olarak belirlenir. Fakat “aşk”ı sembolize eden kırmızı güllerin çok da “aşk”la yetiştirildiği söylenemez. Dünya pazarında bulunan kırmızı güllerin büyük çoğunluğu Latin Amerika’da, aralarında DDT gibi zehirli maddelerin de yer aldığı çok sayıda kimyasal maddelerin kullanımıyla yetiştirilmektedir.5 Kimyasal maddelerin kullanılmasındaki amaç, daha seri üretim ve daha uzun dayanıklılık! Bu ise hem toprak zehirlenmesine neden olarak ekimin gerçekleştiği topraktan uzun dönem verim alınamamasına yol açıyor hem de işçilere çeşitli hastalıklar bulaşmasına ve sakat kalmalarına, ölümlerine sebebiyet veriyor. Emperyalist-kapitalist dünya sisteminin sermaye merkezli ilişkileri sonucunda, sadece emeğin sömürüsünün emekçilerin sağlık koşullarının hiçe sayılacağı bir canilikle sınırlı kalacağı tabi ki düşünülmemelidir. Doğanın tahribatının arkasında yatan en büyük sorunun (tek sorun değil, en büyük sorun), kar güdümlü yönelim olduğu, “sevgi” içerisinde geçen bir günde dahi nasıl yaşanıldığı açıkça gözlenmektedir. Tebessümler eşliğinde paketlenen sadece kımızı güller değil, aynı zamanda ekolojik doğal sistemin talan edilmesidir. Aşkı metalaştırarak pazarının bir parçası haline getiren kapitalizm, St. Valentine özgülünde bir fuar görünümüne ulaşmış durumdadır. Tüm malların, alıcısıyla buluştuğu bir fuar! Mikro düzeyde aşk,
29
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
bir toplumsal formasyonda, iki cinsin yaşayacağı ilişki özgürlük sınırları içerisinde olmayacak ve çeşitli bağımlılıkları bağrında taşıyacaktır. Marks’ın da dediği gibi “Aşk ancak kadının tam olarak özgürleşmesi sonucunda özgürce yaşanacaktır.” İnsanın toplum ve doğayla mücadelesi sonucunda elde ettiği duyguların en yoğunlaşmış halidir aşk! Doğayı tanımak isteyen, toplumu değiştirme uğraşı içerisinde olanların Aşk’a dair sadece eleştirel değil, aynı zaman özeleştirel bakmaları gerekir. Ozan Emekçi, “Dünyanın tüm güzelliklerin toplumsallaşması için canını feda eden devrimcilerin, bu güzellikleri ifade eden aşka dair daha fazla söz
sından yeterli değildir. Aşk hallerinin en yoğununu yaşayan, milyonlarca insanın toplumsal acısını yüreğinde duyan devrimcilerin, komünistlerin daha fazlasını yapmaları gerekir. Tarihin omuzlarımıza yüklediği misyon, her türlü cinsiyet, ırk, milliyet ve sınıfsal ayrılığına yol açan üretim ilişkilerinin hukuksal ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkileriyle, bütünlüklü mücadele yürütmektir. Kişinin insana, kişinin doğanın herhangi bir parçasına olan duyguları, herkesin gereksinimlerineyeteneklerine göre bir toplumsal moderniteye ulaştığı sürece, zincirlerinden boşanacaktır Aşk! Şair’in dizelerinde betimlediği “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek…” metaforu, insanlığın Özgür Dünya mücadelesinde parça parça özgürleşerek aşkın kendisine dönüşecektir. Son söz olarak, bilimsel sosyalizmin büyük ustası Marks’ın “Aşk” haliyle bitirelim.
Ama kalbimdeki topyekûn savaş dinince Ritmik dizelere acı ve mutluluğumu kattım narin güzelliğin hatlarını görüyor titreyen ruhum Açık çehreler darmadağın Gözlerimin önünde dönüyor9
DİPNOTLAR:
30
söylemelidirler’ gerçeğinin altını çizmişti. Ozan Emekçi’nin vurgusu tek düzeliğe dair önemli bir serzeniştir. St. Valentine’in köhnemiş kapitalizmin kültürel tüketimi olduğunu söylemek, bizler açı-
1) Nazım Hikmet, ‘Sen’ Adlı Şiirinden 2) Karl Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Ankara: Sol yayınları, 1997 3) (http://www.gazetedunyasi.com/14-subatsevgililer-gunu-mesajlari-2011.html) Parantez içerisinde verdiğimiz adrese bakarak, sevgililer günü mesajlarının ne derece “ciddiye” alındığını görmenizi tavsiye ederiz. Her türlü “aşk” haline göre onlarca ileti bulmanız mümkün (!) 4) Karl Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Ankara: Sol Yayınları, 1997 5) Işık Kutlu, ‘Herşey Satılık’ Makalesinden 6) Türkiye-Kuzey Kürdistan devrim mücadelesinin gelenekselleşmiş türkülerinden olan ‘Bayramlar çoğaldı, ekmek azaldı’ ezgisi, yukarıda aktarmış olduğumuz “çılgınca” yaşamın, sistem teşhirini oldukça iyi yapmaktadır. 7) Burada kastettiğimiz, insanın kendi ihtiyaçları doğrultusunda üretmemesi, bizzat Pazar için üretmesi olgusudur. 8) Krizin ilk patlak verdiği dönemde, birçok iş adamının, siyasetçi ve sanatçının telaşa kapılarak, nasıl reklam filmlerinde bu mesajı verdiğini hatırlayınız. 9) Galina Serebryakova, Ateşi Çalmak- Biyografi Roman, İstanbul: Evrensel Basım Yayın, 1996
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
SOSYAL DEMOKRASİNİN EVRİMİ VE SOL PARTİ’NİN ÇAĞIRDIĞI ESKİ RUH Sosyal demokrasi tarihsel gelişimi açısından Marksizm’den kopan ama önemli oranda Marksizm’in çarpıtılmasından beslenen düzen içi yabancı bir akıma dönüşmüştür. Yani sistemle kavgalı olsanız dahi ona karşı yıkıcı faaliyet içerisinde olmayacaksınız. Bu yol ile hem muhalif hem de itiraz ettiğinizin bizzat kendisi olacaksınız. Kitleleri bir çırpıda umutlandırıp bir çırpıda da kandıracaksınız.
AVRUPA DEMOKRATİK GENÇLİK HAREKETİ 18. DÖNEM KOMİSYONU Almanya günlerdir ülke basınında Rosa Lüksemburg Konferansı’nda yaptığı konuşma ile şimşekleri üstüne çeken Sol Parti yöneticilerinden Gesine Lötzch’ün konuşma metnine odaklanmış vaziyettedir. Rosa Lüksemburg yürüyüşü her yıl Rosa Lüksemburg ve Karl Liebnekt’in katlediliş yıldönümünde, Berlin’de on binlere ulaşan kortejlerle, mezar ziyareti eşliğinde sonlandırılır. Ayrıca her yıl bu etkinliğe denk gelecek şekilde Eski Federal Almanya’nın en tirajlı gazetesi (Die Tageszeitung) tarafından organize edilen konferans, bu yıl da Sol Parti yöneticisi Gesine
Lötzch üzerinden polemik konusu olmuştur. Bu tartışmaların atış poligonunda komünizm düşmanlarından seçim rekabetçiliğine, tarih çarpıtıcılığından gestapo sözcülüğüne kadar hayli kalabalık bir atıcı listesi vardır. Hedefler bellidir ve istediğiniz hedefe ateş etmek serbesttir. İşte Lötzch’ün kıyametleri koparan ve komünizm yaftası ile suçlandığı hatta Sol Parti’nin neredeyse komünist olmadığını noterde yeminli ispatlara zorlayacak boyutta tartışmalara neden olan konuşma metninin kısa bir özeti: “Kimin halklara karşı savaş
31
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
32
yürüttüğü anlatılmalıdır. Demokrasi nedir? Demokrasinin ne olduğu anlatılmalıdır” dedi (DIE TAGESZEITUNG). Ayrıca konuşma tekstinde “Komünizme nereden gidilir?” başlıklı bir giriş yapan Lötzch’ün konuşmasında Stalin dönemindeki sorunlara veya tatmin olamayanların diliyle ‘katliamlara’ değinilmemesi de eleştiri oklarının hedefindeydi. Yürütülen bunca eleştirinin en dikkat çekenlerinden bir tanesi tekrar Sol Parti yöneticilerinden fraksiyon şefi Gregor Giysi’den gelmiştir. Fraksiyon şefi yaptığı açıklama, Sol Parti’nin asla Komünist Partisi olmayacağını ve Lötzch’ün konuşmalarının yetersiz olduğu veya daha farklı olması gerektiği yönünde olmuştur. Aslında hedef tartışmaların ana merkezlerinden
Batı Avrupa siyasal akımı olarak tarih sahnesine çıkan sosyal demokrasi, proletaryanın kendi devletine sahip olmadan, burjuvaziyle uzlaşarak, sosyal bir hareket biçiminde gelişmesi gerektiği gibi bir teorik zemine dayanıyordu. İşte böylesi fikirlerle proletarya adına konuşan ama ona ideolojik olarak önemli oranda yabancılaşan sosyal demokrasi 2. Enternasyonal’cilerin de kırılmalarından ve dönekliklerinden ideolojik gıdasını alıyordu.
bir tanesi de yaklaşan seçimler dolayısıyla, programından toplumsal projelerine kadar komünist veya sosyalist nitelikte olmadığı açıkça belli olan Sol Parti’nin Fraksiyon Şefi’nin böylesi bir koruma refleksi ile Lötzch’e uyarı niteliğinde göndermede bulunması, geçmişteki adı Demokratik Sosyalizm Partisi olan (PDS)’in ve dolayısıyla komünizmle ilişkilendirilmeye çalışılan sosyal demokrasinin, komünizmle açık ara mesafesinin kanıtıdır. Öyleki “Demokratik Sosyalizm” formülasyonunun anlattığı kırılma, tam da sosyalizmin ancak anti-demokratik olmaktan kurtarıldığında savunulabileceğine ilişkin bir tanımlamadır. Almanya’daki bir kısım solcunun Stalin dönemi uygulamalarını tamamen reddetmesi, Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve faşist diktatör Hitler ile büyük usta Stalin’in her düzlemde aynılaştırılması, Almanya’daki komünist veya devrimcilerin önemli bir bölümünün ideolojik anlamda başta Avrupa merkezcilik olmak üzere bir dizi reformist ve revizyonist anlayışın etkilerine açık olmaları sebebiyledir. Bu tarihsel kırılmanın yarattığı izlerin bir yansımasını Lötzch’ün eleştirilerden bazılarına verdiği yanıtlarda da rastlayabiliriz. Lötzch yaptığı konuşma esnasında Stalin ve eski Doğu Almanya’daki uygulamalara değindiğini; fakat medyanın konuşmanın bu bölümüne ilgi göstermediğini sitemle dile getirdi. İşte köşeye sıkışmış, ataletsiz bir komünizm savunusu! Sermayenin önemli kalelerinden olan Almanya’da medyanın kimlerin elinde olduğu ve kamuoyuna nasıl bir habercilik anlayışıyla sesleneceğinin önceden kestirilememesi gibi bir durum söz konusu değildir. Dolayısıyla burjuva medya, komünizm düşmanlığı başta olmak üzere “sosyal demokrat bir partiysen, sermayenin düzen bekçiliği sınırları içerisinde muhaliflik yapacaksın, aksi takdirde devasa sermaye birikiminin bu kalesini nasıl yönetirsin” nidaları ile tehditlerini savurmuştur. İşte bu tehditlerden bazıları: SPD Berlin parti şefi Sigmal Gabriel: Demokrasi hakkında böyle fikirlere sahip olan bir parti ile koalisyon yapamayız. Berlin’de 2013 itibariyle Sol Parti ile olan koalisyonumuz devam ettirilemez! SPD grup başkanı ve fraksiyon şefi Walter Steinmeyer: Eğer Sol Parti 2013 yılında kendisine komünizmi hedef alırsa koalisyon yapamayız. SPD grup başkanı Thomas Opperman: Sol Parti’nin başkanları böylesi önemli bir meselede komünizmle aralarına set çekmezlerse ülkeyi yönetemeyeceklerdir. SPD Schleswig Holstein eyaleti şefi Ralf Stegne: Sol Partiyi artık sadece seçmenlerini geri kazanması gereken bir parti olarak görüyorum. Bayan Lötzch
Marks’ın Komünist Manifesto’sundan yaptığı alıntıyı muhteşem bir şekilde çürüterek, iktidarın ele geçirilmesinin gereksizliğine vurgu yapmıştır. Lenin “Devlet ve Devrim” kitabının ön sözünde şöyle der: “İşçi sınıfı devlet makinesini olduğu gibi ele geçirmek ve onu kendi hesabına kullanmakla yetinemez.” Batı Avrupa siyasal akımı olarak tarih sahnesine çıkan sosyal demokrasi, proletaryanın kendi devletine sahip olmadan, burjuvaziyle uzlaşarak, sosyal bir hareket biçiminde gelişmesi gerektiği gibi bir teorik zemine dayanıyordu. İşte böylesi fikirlerle proletarya adına konuşan ama ona ideolojik olarak önemli oranda yabancılaşan sosyal demokrasi, 2. Enternasyonal’cilerin de kırılmalarından ve dönekliklerinden ideolojik gıdasını alıyordu.
faşist unvanını almaya hak kazanmış bir parti olarak aşağı yukarı sosyal demokrat bir siyasal çizgide seyretmektedir. Sosyal demokrasinin, tarihsel gelişimi açısından ezilen kitleler için sürekli bir umut kaynağı olarak peydahlanmasının köklerinde, gerek ülkemiz özgülünde gerekse de Avrupa coğrafyasında dayandığı derin ideolojik ve sınıfsal nedenleri vardır. Bugün Almanya’daki Sol Parti’nin de tövbeye vardıran açıklamaları ve komünizm düşmanlığı simsarlarının birbiri ardına yaptıkları açıklamaların, özellikle kendilerini sosyal demokrat olarak niteleyenlerden geldiğini unutmayalım. Sosyal demokrasi tarihsel yolculuğuna mülkiyet araçlarının sahipliği ve devlete rengini veren sınıf niteliğinden ziyade adil paylaşıma vurgu yaparak başlamıştır. Ancak Bernstein, Avrupa’da sınıf mücadelesinin seyri içerisinde devrimci savaşımın yerine
Başta Kautsky’ye olmak üzere 2. Enternasyonal’in önderlerine, Devlet ve Devrim eserinde de yer verdiği eleştirilerinde Lenin; “Hepsi de oportünistler tarafından kabul edilebilecek, hiç biri parlementer burjuva cumhuriyet, çerçevesi dışına çıkmayan çok soylu erekler olan, ‘devlet iktidarı içerisinde güçler dengesinin bir yer değiştirmesi’ için ‘parlamentoda çoğunluğun kazanılması ve parlamentonun hükümetin dediği dedik efendisi durumuna dönüştürülmesi’ için savaşmaktan daha iyi bir şey istemeyen Legien ve Davidler’in, Plekhanov, Potresov, Çereteli ve Çernovların o hoş topluluğu içerisinde kalacaklardır (Devlet ve Devrim, Lenin)” demektedir. Tekrar Sol Parti yöneticilerinden Lötzch’ün yaptığı konuşmaya dönecek olursak, burjuva demokrasisinin bir biçimine yani en azılısına olan tepkisini tekrar sistem içinde hükümet olacak bir sol sosyal demokrat parti özlemi ile dindirme arzusunda olan tipik bir
Şubat-Mart 2011-53
ÖZGÜR DÜŞÜN
bize bayağı yardım etti. Yeşiller Başkanı Cem Özdemir: Eğer Sol Parti ülkeyi yönetmek istiyorsa eski dönemden kalmış ruhları uyandırmaya çalışmasın. Hıristiyan Birlik Partisi: Sol Parti’nin anayasayı koruma dairesi tarafından gözetlenmesi gerekir. (DIE TAGESZEITUNG) Hıristiyan Birlik Partisi’nin gestapo ağzıyla konuşmasının anlaşılırlığının yanında Yeşiller Partisi’nin de eş başkanlığını yürüten Cem Özdemir’in şikayet ettiği ve çağrılmasından rahatsız olduğu “eski ruh”un eski temsilcilerinden, 68’in eski liderlerinden olan, geçen dönem SPD ve Yeşiller hükümetinin Dışişleri Bakanlığı’nı yapmış Josckha Fisher de, Afganistan’a asker yollama tezkeresini onaylayan ve artık ultra
33
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
34
sosyal demokratla karşılaşmaktayız. Lötzch’ün bu tepkisini komünizmin dirilmesiyle eş görenlere, saf demokrasi vurgusu ile yetinen bu metnin Kautsky’nin saf demokrasi anlayışından emanet alındığını ve bahsedilen komünizm tartışmalarının Sol Parti açısından Kautskycilik’i aşamayacağını şimdiden söyleyelim. Dünyanın üçüncü büyük ekonomisine sahip Almanya’da, sosyal demokratlar, iktidara geldiklerinde tüm dünyada olduğu gibi en muhafazakâr sistem partilerinin dahi yapmadıkları ölçüde tasarruf paketleri ile 1 Euro saat başı iş uygulamasını gerçekleştirdiler ve eko-sosyal demokratlardan Yeşiller ile Afganistan’a asker gönderimini ilk oylayan şampiyonlardan oldular. Yeşiller’in eski Eş Başkanı Claudia Roth herkesçe de bilinir ki Kürt dostu ve ulusal mücadelenin destekçisi olarak kamuoyunda baş göstermişti. Ne tesadüftür ki tekrar Claudia Roth’un eş başkanlığı döneminde SPD ile Almanya’da koalisyon ortağı olan, mazlum dostu ekolojik sosyal demokrat partinin ilk işi vakit kaybetmeden Doğu Alman panzerlerini, Türk ordusuna satmak oldu. Üstelik Kürt özgürlük savaşçılarının bu cemselere bağlanıp köy ve kasabalara sürükleneceği bilindiği halde. Gerek dünya ölçeğinde gerekse de ülkemiz özgülünde sosyal demokrasinin en önemli taktiği muhalefette iken alabildiğine halkçı; fakat iktidara geldikten sonra ise tamamen sistem çıkarlarını merkezine alan, halka sırtını dönen bir siyaset izlemektir. Sosyal demokrasi tarihsel gelişimi açısından Marksizm’den kopan ama önemli oranda Marksizm’in çarpıtılmasından beslenen düzen içi yabancı bir akıma dönüşmüştür. Yani sistemle kavgalı olsanız dahi ona karşı yıkıcı faaliyet içerisinde olmayacaksınız. Bu yol ile hem muhalif hem de itiraz ettiğinizin bizzat kendisi olacaksınız. Kitleleri bir çırpıda umutlandırıp bir çırpıda da kandıracaksınız. Sosyal demokrasi tarihsel evrimi içerisinde bu siyaseti nasıl şekillendirdi diye soracak olursak, önceleri revizyonistler bunlar önemli oranda Bernsteincilik olarak adlandırabilir- açıktan reformlar yoluyla emekçi iktidarının gerçekleşebileceğini savunuyordu. Kautsky ve Babel ise emekçilerin iktidarını önemli oranda yadsıyarak arı demokrasicilik ile sınıflar arası barış siyasetini savundular. 19. yüzyılın bu ilk çeyreğinde cereyan eden tartışmalar, sosyalizmin tüm Batı Avrupa olmak üzere tartışıldığı, Rus Çarlığı’nın, Bolşevikler’ce alınmasının ve şanlı Ekim Devrimi’nin ayak seslerinin her taraftan duyulduğu, proleter devrimlerin zorunluluğu ile sosyal pasifistler ve burjuva demokrasisi hayranlığının tartışıldığı, yani sosyal demokrasinin embriyon düzeyinde geliştiği bir dönemde yaşanmıştır. Bu dönemlerde daha sonraki süreçlere göre nispeten ileri dinamiklere sahip olan sosyal demokrasi, zamanla proleter devrim öğretisinden uzaklaşarak; gittikçe dünyada yayılma alanı bulan emperyalist-kapitalist sistemin ezilenler ve işçi sınıfı içerisindeki truva atına dönüştü. 20. yüzyıl’ın ortaları ise dünyanın üçte birinin sosyalist kampa iltihak edişine rağmen başta Sovyetler olmak üzere barışçıl geçiş ve üretici güçler teorilerinin şahlandırılmasına ve yeni tipte burjuvazinin güçlenmesi ile devrimci savaşımın ideolojik özünün karartılmasına hız veriliyordu. Devrimi yapan biricik gücün kitleler ve sınıf mücadelesi olduğu görüşü yerine tekniğin öncelenmesi, burjuvazinin tarih sahnesindeki ideolojik ve fiziksel saldırısı henüz sonlandırılmamış iken barışçıl geçiş teo-
Şubat-Mart 2011-53
ÖZGÜR DÜŞÜN
risinin bayraklaştırılması gibi revizyonist fikirler savunuluyordu. İşte tüm bu olanlar burjuvazinin ileriye gidiş, proletarya ve dünya halklarının kazanımlarının ise geriye dönüş sinyalleriydi. 1951’de Sosyalist Enternasyonal adı altında birleşen sosyal demokrasinin yeni işlevlerinden birisi de “Marksizm’e karşı savaşmaktı.” Öyle bir Sosyalist Enternasyonal’di ki temel ilkelerinden biri anti-komünist olmaktı. Rusya’da sosyal emperyalistlerin ve Çin’de karşı devrimcilerin zaferi sonucu ardı ardına yıkılan devletlerin, daha sonra refah devleti anlayışıyla sosyal devlet biçiminde model gösterilen İsveç sosyal demokrasisi ve diğer Batı Avrupa devletlerinin sosyalizm alternatifine karşı sosyal hak ve kişisel özgürlükleri yüksek bir seviyede tutması, sosyal demokrasi aracılığı ile kitlelerin sisteme razı edilmesinin önemli taktiklerinden biri olmuştur. Sosyalist kampın ortadan kalkması ile sosyal demokrasi önemli bir görevi yerine getiriyor ve sosyalizme yürüyüşün bu önemli evresinde sisteme isyan eden kitlelerin önemli bir bölümünü yeniden hoşnut ediyor, acil talepler, işçicilik, demokratik haklar ve ekonomizm ile milliyetçiliğin bin bir türlü şerbetini proletarya iktidarına, silahlı kalkışmaya ve devrimci bir partiye yeğ görüyordu. İşçi sınıfını soldan bilinç bulanıklığı bataklığına çeken sosyal demokrasi, 1980’li yıllardan sonra ise küreselleşmenin etkisi ve görece sınıf mücadelesinin zayıflaması ile birlikte sistem savunuculuğunu belirginleştirerek sermaye merkezli duruşunu öne çıkartmıştır, artık savunulması gereken refah devleti değil; neoliberalizmdir. Nasıl olsa artık devrimci mücadelede içerisinde kitleler ve devrimci bir toplu durum ufukta gözükmemektedir. O halde bu karşı-devrimci görevini başarıyla yerine getirmiş sosyal demokrasinin neo-liberal olmasının ve sermayenin temsilciliği için yeni görevler istemesinin zamanı gelmiştir. Böylesi bir tarihsel mirasa sahip olan sosyal demokratların, efendilerinden ellerini ovuşturup rıza beklemeleri ve her fırsatta komünizme bu kadar açıktan saldırmalarının tarihsel ve günümüz açısından anlaşılabilirliği, ancak sosyal demokrasinin mahiyeti teşhir edildiği ölçüde anlaşılır. Son Rosa Lüksemburg Konferansı’nda en yüksek tonda saldırıların Sol Parti içerisindeki komünizm karşıtları ve diğer sosyal demokrat partilerden gelmesi şaşırtıcı olmamıştır sanırız. Sermaye birikiminin Batı Avrupa’daki en önemli merkezi olan Almanya’da hali hazırda yoksullaşma oranını dışında tutarsak kitleleri heyecanlandıracak bir sınıf mücadelesinin tehlike boyutlarında kesinlikle olmadığı, bu dönem açısından, eşit sınıflar ve adil paylaşım sloganının, Sol Parti’nin bir kesiminin dışında pek de itibar görmediğini söyleyelim. Fakat Sol Parti’nin saymanı Diether Dehm, Birgün Gazetesi’ne verdiği röportajda; “Sol Parti’nin sol sosyal demokrat bir parti olduğunu ve SPD’den Sol Parti’ye ise SPD’nin artık zenginlerin partisi olduğu için geçtiğini” söylemiş, “Sosyal Demokrat Parti’de artık ne Willy Brand’ın ne de August Bebel’in ruhu yaşıyor” diye söz etmişti. Dehm’in dile getirdiği o meşum Bebel’in hülyalarında, sınıf iktidarı ve sınıflar arası eşitsizliğin burjuvazinin aleyhine çözümü meselesi bulanıktır, öyle ki Bebel konu hakkında şunları söylemektedir: “Bir sınıfın egemenliği üzerine kurulmuş olan devlet halk devletine dönüştürülmelidir”(Devlet ve Devrim, Lenin). Öyle ya halk devletine dön-
35
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
36
üştürme iddiası hangi sınıfın niteliğini taşıyan bir devlet örgütlenmesi ile olacak: Proleter devrimci bir sınıfın öncülüğü mü? Liberal çoğunluğun temsili özgürlük hakkının müsaade ettiği sınırlılığın tercihi mi? Avrupa’da komünizm taşlamalarından, sosyal demokratların bir kesiminin aradığı Bebel ya da Brand ruhunun yanı sıra kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasının biriken sermayesi ve ortaya çıkan devasa tekeller ile devletin bu temelde kurumsallaştırıldığı baskı aygıtının çıkarlarını, en iyi ihtimalle işçi sınıfı aristokrasisi ve Batı Avrupa sosyal demokrasisinde önemli bir gelenek halini almış, “trade- unionizm” ile yönetme eğilimi tek seçenek durumundadır. Bu baskın karakter ve ezilen sömürge ülkelerden getirilen ucuz hammadde ve enerji kaynakları ile ortaya çıkarılan artı-değerin az da olsa bir bölümü, zengin Avrupa ülkelerinde, aristokrat bir işçi sınıfının doğmasına neden olmuştur. 3. Enternasyonal’in siyasetinden ve görevlerinden bahseden Lenin, işçi sınıfı aristokrasisinin yarattığı tutarsız durumdan bahsederken şöyle demiştir: “20. yüzyılın modern emperyalizmi, ilerlemiş birkaç ülke için aşırı ölçüde imtiyazlı bir durum yaratmıştır. Bu aşağılık adamları ihanetle suçladığı için Marks, onların onur verici nefretini kazanmıştır. İşte bu alanda, 2. Enternasyonal içinde, her yerde, kendi locasının incecik toplumsal tabakasının çıkarlarını savunan hain fırsatçı, sosyal-şoven lider tipi ortaya çıktı. İşçi aristokrasisi fırsatçı partiler, ‘yığınlardan’ ayrılmışlardır, yani en geniş emekçi katlarından emekçilerin çoğunluğundan, en az ücret alan işçiden kopmuşlardır. Eğer bu kötülüğe karşı savaşılmazsa, fırsatçı, sosyal-hain liderler suçlanmaz, ne mal oldukları gösterilmez ve onlar saflardan kovulmazsa devrimci proletaryanın zaferi olanaksızlaşır.”(Sol komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı, Lenin ) O tarihte işçi sınıfı aristokrasisinin ikili sınıf karakterine Lenin tarafından yapılan vurgu göstermştir ki, bu sınıfın proleter devrim stratejisine sırt çevirmesi, devrimci savaşımın meşakkatli yolundan yürüyememe durumunda olması, bugün açısından komünizme en okkalı saldırıların da, bu kesimin sınıf temsilcilerinden, sosyal demokratlardan gelmesi gayet anlaşılırdır. Kısaca toparlayacak olursak; sosyal demokrat partiler, özellikle Avrupa’da uzun yıllar etkilerini sürdürebilmelerini “reformist” politikalarını belli dönemlerde uygulayabilmelerine borçludur. Emperyalist sömürünün ülkeye getirdiği artık değer, köklü burjuva demokrasisi ve sus payı, oralarda buna imkân veren bir ortam oluşturmuştur.
Ülkemizde sosyal demokrasinin benzer bir tarihsel geçmişi olmadığı gibi, benzer reformlar yapma imkânı da yoktur. Zayıf iktisadi temelden dolayı Avrupa’da olduğu gibi bir reform ve sus payı imkânından ziyade faşist diktatörlüğün cebir ve sopası tek kötek ola geldi. İbrahim Kaypakkaya’nın bu mesele hakkındaki görüşlerine, Şnurov’dan yaptığı alıntılar ile bir göz atalım: ‘‘Her ne kadar bazı görüntüsel demokratik şekiller mevcutsa da (seçimle meydana getirilen parlamento vs.) Türkiye’de bugün(1929) mevcut olan düzenin özü, bütün demokrasilerden uzak bir diktatoryadır (yani faşizmdir). Çünkü egemen olan Türk burjuvazisi, (faşizm) tamamen güçsüzdür ve gelişebilmek için emekçi halkı ezmek zorundadır.’’ (İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar) Ülkemiz sosyal demokratlarına da bir parantez açarak, soysal demokrasinin faşizm açısından ne anlama geldiğini CHP ağzı ile deşifre edelim; CHP de “ortanın solu” kavramını ilk kullanmaya başladığı zaman şu açıklamayı yapmıştı: “Ülke tam sola kayıyordu. Ortanın solunun gerekçesi tam sola gidişin önlenmesidir. Ortanın solu, ortanın çok soluna da çok sağına da bir duvardır.” Ecevit her zaman “komünizmi önleyen hareket” olmakla övünmüştür. Bu sözlerde sosyal demokrasinin özlü bir anlatımı vardır.” Ya da Almanya’daki son tartışmalara da haklı bir ironide bulunan Sol Parti yöneticilerinden Dorian’ın açıklamalarındaki özlü anlatım da sosyal demokrasinin halini özetler durumdadır: “St. Pauli takımı Almanya birinci liginde 1000 kere şampiyon olur ama Sol Parti komünist olamaz” diyerek en azından samimi bir itirafta bulunmuştur. Bu yanılsamanın sürmesi, kuşkusuz halk kitlelerinin düzenden kopuşunu yavaşlatan bir rol oynamaktadır. Özellikle devrimci bir alternatifin öne çıkamadığı koşullarda, ezilenler “sol” olarak bu kesimlere yönelmektedir. Sosyal demokrasi sorununu, sosyal demokrasinin ne olup olmadığının anlaşılmasını ve teşhirini işte bu olgu daha fazla gerekli hale getirmektedir. KAYNAKÇA: - Die Tageszeitung Gazetesi - www.birgun.net/worlds_index.php?news_code= 1294568948&year=2011&month=01&day=09 - Lenin, Devlet ve İhtilal, Ankara: Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 2003 - Lenin, Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı, Ankara: Sol Yayınları, 1999 - Kaypakkaya, İbrahim, Seçme Yazılar, İstanbul: Altınçağ Yayıncılık, 1999
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
Sosyalizmin Sorunları Güncelliğinde
BÜYÜK PROLETER KÜLTÜR DEVRİMİ Teorik tartışma, sınıf mücadelesinin üç saç ayağından biri olarak değerlendirilir. Bilinir ki, en ufak meseleyi dahi halletmek için bilgi sorununun çözülmesi gerekir. Bilgi süreci ise, her toplumsal formasyonda sınıfların karşılıklı konumlanışında çeşitli muhtevalar gizlemektedir. Emperyalizm ve proleter devrimler çağında iki büyük sınıf ve bu iki büyük sınıfa tekabül eden iki teorik çatışma söz konusudur. Tüm diğer ara sınıf ve tabakalar burjuva ve proleter sınıflara yanaşır, onların izini taşır ve onlardan etkilenir. Lenin, 1902 Şubat’ında, “Ne Yapmalı” eserinde, “ayrılıklarımızı bir yana bırakalım ve birleşelim” gibi mesnetsiz çağrılara “birlik temeli için, ayrılık noktalarının netleştirilmesini” şart koşuyordu. Teorik tartışmanın “devrimcilerin birliğini bozacağını” savunanlara ilişkin “Sizin yaptığınız ölü evinde, gözünüz aydın demeye benzer” cevabını veriyordu. Gelinen aşamada, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da teorik mücadele durma noktasına gelmiştir. Devrimci hareketin üzerine adeta
ölü toprağı serpilmiş gibidir. Büyük Proleter Kültür Devrimi (BPKD)’nin ürünü olduklarını beyan edenlerin, teorik münakaşada varılan sonuçta payı olmadığı asla düşünülemez. Bu da şüphesiz, BPKD’nin gerisine düşme ile ilintilidir. Bazıları ise teorik mücadelenin doğru-yanlış mücadelesi olduğunu anlamanın hayli ötesinde olup, dost güçlere karşı şiddet uygulayan, tehdit eden, parmak sallayan anlayış zemininden beslenmektedir. Gençliğin devrimci mücadele ve muhakeme örgütlülüğünü yaratma perspektifini kendine bayrak edinenler olarak, bu sayfalarda “ölü evinde gözünüz aydın dilememek” için, önemine inandığımız konular eşliğinde, teorik mücadele yürüttük-yürüteceğiz. Yeni bir dünyanın inşası için “son büyük ve mukaddes mesleği” toplumsal bir görev haline dönüştürmekle yola çıkmış bilimsel sosyalistler, bir buçuk asırlık mücadele tarihinde önemli tecrübeler edindiler. Gelinen aşamada herhangi bir sosyalist
37
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
38
ya da halk iktidarının olmaması bir olumsuzluk iken, bu olumsuzluk devrimci kitlelerin iktidar ve gelecek dünya tasavvuruna ket vuracak bir engel değildir. Bugün açısından da, gerek ülke sınırları içerisinde gerekse uluslararası alanda, sosyalizme yönelik iki türlü yaklaşım hâkim haldedir: Bu yaklaşımlardan biri geçmişin olumlu ya da olumsuz tüm tecrübelerini reddeden, onlara arkasını dönen ve “reel sosyalizm” tartışmaları altında, “iktidarı aşma” perspektifiyle, burjuva güllerle “sosyalizm bahçesi”ne soyunan sağ tasfiyeci eğilimdir. İkinci eğilim ise hatalarına sıkı sıkıya sarılan, sorunları kendisinde aramayan, gelecek toplum projesine dair genel geçer görüşler sergileyen, “çelikten disiplinle örülmüş sorunsuz sosyalizm” hayal eden “sol” tasfiyeci görüştür. Her iki görüş de aynı zeminden beslenip, sağ ya da “sol” kulvarda yüzen; ama sınıflı bir toplum olan sosyalizmin sorunlarını kavramadan, Özgür Dünya yürüyüşüne varamayacak olan rasyonel, dogmatik, maksimalist, avangardist (öncülük), solliberal gibi diyalektik materyalizmden uzaklaşmış akımlardır. Hâkim halde olan bu sağ ve “sol” anlayışa rağmen, azınlık da olsa doğru veya doğruya yakın hareketler de söz konusudur. Bugün doğru çizginin uygulayıcıları ve ilerleticileri, devrim içi devrim niteliğinde olan Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin yarattığı etki sonucunda boy veren siyasal hareketlerdir. Bir sosyalizm deneyimi olan BPKD, devrimci kitlelerin iktidar olma ve eski toplumu aşma, tüm bunları komünizm yürüyüşü için gerçekleştirme eylemidir. O yüzden, sosyalizm sorunlarına
ilişkin fikirlerimizi BPKD’ni algılayış ve yaklaşım çerçevesinde ifadelendirmeye çalışacağız. Niyetimiz iki asırlık sosyalizm tecrübelerini detaylı olarak ele almak değil, spesifik olarak bir sosyalizm deneyimi olan BPKD’nin önemine değinmektir. Şüphesiz yapacağımız münakaşanın sınırlılıkları vardır. Koskoca bir devrimin hedef ve görevlerini tüm teferruatlarıyla aktarma durumunda değiliz. Yapmak istediğimiz sadece “teorik parantez” açmaktır. “Teorik parantez” ile kastettiğimiz, bilimin gelişimini ve onun en yüksek aşamasını temsil eden, hem bir üst yapı müdahalesi hem sosyalist toplumun devrimci dönüşümünü gözeten BPKD’dir ve BPKD, başlı başına teorinin “sıkıştırılmış” muhtevasını içermektedir. Bir bütün olarak bu bilimin gelişimi ve evrimi üzerinde duramasak dahi, sosyalizm sorunları alt başlığı altında “teorik parantez” açabiliriz. Parantezi uzun tutmamak için, BPKD’nin temel önem arz ettiğini düşündüğümüz bir dizi görev ve hedefleri üzerinde duracağız. Buradaki görevler ve hedefler vurgusu iyi ayırt edilmelidir. BPKD’nin kronolojik gelişimine ilişkin geçmiş sayılarımızda değindiğimiz için bu yazımızda uzunca anlatma gereksinimi duymuyoruz. Kesin ve keskin bir sonuca ulaşabilmek için sorunun sınıfsal arka planının “ideolojik okuması”nın önemi üzerinde duracağız. BPKD’nin hedef ve amaçlarını anlamak için onun hangi koşulların ihtiyacı olarak doğduğunu iyi kavramak gerekir. Stalin sonrası proletaryanın ilk iktidar deneyimi, Kruşçev revizyonizmi önderliğinde
Sorunun Temel Noktası Altınçağ Merkezli Yürünüp Yürünmediğidir Marks’ın, Manifesto’da vurguladığı “Komünist devrim, geleneksel mülkiyet ilişkilerinden en köklü kopuştur. Onun gelişmesi, geleneksel düşüncelerden de en köklü kopuşu içeriyorsa buna hiç şaşmayalım” sözünü hatırlayarak yazımıza devam edelim. Mao, BPKD esnasında “Bir Dünya Kurarken Proleter Dünya Görüşünü Kullanmak” başlıklı yazısında “dört eskiye” karşı mücadeleye (eski fikir, bilgi, alışkanlık ve davranışlar) çağırıyordu. Sosyalizmin can alıcı problemleri olarak antagonist sınıf çelişkilerinin bu dönem boyunca da hala devam ettiğine, eski toplumdan büyük kopuşlar sergilemeden “tekniğin” ilerletilerek ancak sosyal emperyalizme varılacağına işaret etmekteydi. “Üç büyük farklılığın” yani kafa emeği ile kol emeği, kent ile köy, işçi ile köylü (Mao BPKD’nin ilerleyen süreçlerinde bu farklılıklara kadın erkek çelişkisini de ekleyecektir) arasındaki çelişkiler ve meta üretimi ortadan kaldırılmadığı, “herkesin ihtiyacına ve yeteneğine göre” bir toplumsal gelişim sağlanmadığı sürece, tüm bu farklılıkların üst yapıda da kendisini göstereceğini vurguluyor, bunun sonucunda kitlelerin devrimci dönüşümünü sağlayacak önderlik mekanizmasının da yenileceğini
söylüyordu. Mao “Sovyet İktisadının Eleştirisi”nde ise şunları vurguluyordu: “Çin’de de meta dolaşımı mevcut, Amerika’da da. Çin’de emeğin ücretlendirilmesi 8 kademeli, Amerika’da 20 kademeli. Çin’de de köy ve kent arasında çelişki var, Amerika’da da. Çin’de de kadın ve erkek arasında çelişki var, Amerika’da da. Çin ile Amerika arasındaki belirleyici nitel fark; onlar kapitalist üretim ilişkilerinin devamlılığı için mücadele yürütüyor, biz ise komünizm merkezli mücadele yürütüyoruz.” Görüldüğü gibi, sınıflı bir toplum olarak sosyalizm, eski gerici toplumdan devraldığı ilişkilerin bir bölümünü, tarihsel sınırlılıklar gereği azaltmakta ama bitirememektedir. Özel mülkiyet ilişkilerine dayalı her türlü geri planlama, zorunlu olarak uygulanmak durumundadır. Bu da geriye dönüşlerin izahını objektif olarak açıklamaktadır. Kimi “teorisyenlerimiz” geriye dönüş meselesini çarpıtmakta postmodern teorinin sözcülüğüne soyunarak ideolojilerin sonu geldi safsatalarını meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar. Bundan dolayı “adından başka hiçbir şeyi komünist olmayan” Çin’i, Rus Sosyal Emperyalizmi gibi, maskesini atmamasından dolayı “ÇKP geriye dönüşünü tamamlamadı, kısmen sosyalisttir” açıklamalarında bulunmaktadırlar. Hemen bu paragrafta da Mao’dan yaptığımız alıntıda görülmektedir ki, geriye dönüş meselesi önemli ölçüde önderlikle ilişkilidir. Zira her türlü çelişkilerin sınırlandırıldığı ama tam olarak yok edilemediği sosyalizm ile kapitalizm arasındaki çizgi birbirine paralel haldedir. Ancak doğru önderlik hakim ise bu makasın ucu açılabilir. Aksi taktirde Mao’nun ölümünden üç ay sonra olduğu gibi, bir karşı devrimci darbe ile kapitalist yola iltihak edilir-edilebilir. Sosyalist iktidar ile kapitalist iktidar arasındaki çizginin paralelliğine dayanarak tersinden “sosyalizm bir türlü devlet kapitalizmidir” anlayışına da gidilmemelidir. Tekrar etmek gerekirse, sosyalist toplumda, geri toplumdan ödünç alınan ilişkiler tüm sorunlarıyla (sınırlandırılarak) ortada durmaktadır. Özsel farklılık ise, tüm bu çelişkileri aşabilecek önderliğin topluma müdahale ederek, özel mülkiyet ilişkilerinin yarattığı; sınıfsal, ulusal, cinsel, vb. çelişkilerin zayıflatılması, kitlelerin devrimcileştirilmesinin ve bilinçlerin dönüşümünün gerçekleştirilmesidir. Burada kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkinin belirleyiciliği üzerine durmak gerekmektedir. Zira bilindiği gibi BPKD’nin ilk müdahalesi, sosyalist iktidarın en tepesidir. Yani Proletarya Partisi’dir. Yeni Burjuvazi’nin ‘karargâhıdır’. Tabi ki bu, sübjektif bir niyet meselesi değildir. Mao’nun ‘bombalayın’ dediği önderlikten hiç kimse geriye dönüş anlayışıyla
Şubat-Mart 2011-53
ÖZGÜR DÜŞÜN
“Halkın Devleti” safsatalarıyla kapitalist yola iltihak ettirildi. Başını Mao’nun çektiği doğru çizgi, “57 Deklarasyonu”, “63 Polemikleri” ile bir ara geçiş toplumu olarak sosyalizmde sınıfların devam ettiği ve tüm bu sınıf farklılıklarından dolayı, geriye dönüş (yazımızın ilerleyen bölümünde geriye dönüş teorileri üzerine ayrıca duracağız) ihtimalinin yüksek olduğunu vurguluyor ve mücadele yürütüyordu. Nitekim kısa bir süre sonra, Kruşçev ile aynı ideolojik gıdadan beslenen Liu Şao Şi, 8. Kongre’de “Tarihi yaratan kitleler değil, üretici güçlerdir” tezini ileri sürüyor, sosyalizmde üretici güçlerin gelişimi sonucunda salt rasyonel bir proje ortaya koyarak, sosyalist toplumun çelişkilerinin kavranmasından uzak bir yerde duruyordu. Tüm bu görüşlere karşı uyanık olunması gerektiğini söyleyen Mao, devrimci kitlelerin üst yapıda cereyan eden sınıf mücadelesine müdahale etmesini ve buralarda konumlanan “Yeni Burjuvazi”yi alt etmesini söylüyordu. İlk olarak Kültür Devrimi olarak adlandırılacak ve sonrada BPKD’ne evrilecek bu tarihsel devrim, şimdiye kadar eşi benzeri görülmemiş nitelikte bir tecrübedir. Yukarıda, özetin özeti olarak izah etmeye çalıştığımız BPKD’nin hangi sürecin ürünü olduğuna dair ufak bir değinidir. Yazımızı uzatmamak için BPKD’nin hedef ve amaçlarını birkaç alt başlık dahilinde anlatmaya çalışacağız.
39
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
40
yola çıkmadı. Bu noktaya bizzat sınıf mücadelesinin bir sonucu olarak varıldı. Mao, sınıf mücadelesinde, kitlelerin bilinçli devrimci rolü yerine “üretici güçlerin artırılarak” komünizme varabileceklerini savunanların sınıfsal farklılıklarını gördü ve müdahalede bulundu. Son ana kadar değişebilecek olanları değiştirmeye çalıştı. “Emperyalizmin ajanı”, “devrim haini” gibi ucuz suçlamalarla, BPKD’nin sürdürülemeyeceğini biliyordu. Yukarıda yapmış olduğumuz “yeni bir dünya kurarken proleter dünya görüşü” formülasyonuna geri dönmek istiyoruz. Formülasyonun birinci etabı, Yeni Dünya kurma utkusudur. Sınıfları yaratan üretim ilişkilerinin ortadan kaldırımı, sınıfların yarattığı sosyal ilişkilerin ortadan kaldırımı ve bu sosyal ilişkilerin yarattığı fikirlerin tümden devrimcileştirilmesi, sınıfsız-sınırsız bir Yeni Dünya utkusudur. Peki, bu Yeni Dünya projesini kurarken başvurulacak yegâne yöntem nedir? Proleter dünya görüşüdür! O halde sorunun can alıcı noktası sadece beyan edilenin büyüklüğü değil, nasıl, hangi araçlarla uygulanacağıdır. Devrimcilerin, sosyalistlerin ve de komünistlerin 170 senedir üzerine kafa yordukları başat sorun burasıdır. O yüzden kimi BPKD’yi savunan kesimler arasında önemli farklılıklar olduğu açıktır. Kimilerine göre BPKD salt bir kitle hareketidir. Salt kitle hareketinin, komünist partinin merkezine saldırdığı, onu alaşağı ederek ders verdiği bir momenttir. Bu tür yorumlara sağ ve “sol”dan taraftarlar bulmak mümkündür. BPKD’ni kendine bayrak edindiğini söyleyen, ufku burjuva demokratizmini aşamayanların, anarkosendikalist çizgileri, zorunlu bir geçiş olarak proleter devlet ve onun öncüsü olan proletarya partisini yani üst yapıyı hemen yıkmak üzere gören anlayışlara sahiptir. “Revizyonizm ilk olarak orada boy göstermiştir o halde orası lanetlidir” çağrısında bulunurlar. “Tarihin yaratıcıları kitlelerdir” formülasyonunun lafzına takılır ve kitlelerin her hareketini doğru olarak görürler. “Sol” anlayış sahipleri ise, BPKD’ni başıboşlar balosu, anarşizmin ucube saldırısı, amacı belirsiz bir kaos olarak görürler. (Daha fazla bilgi için Enver Hoca’nın Emperyalizm ve Devlet eserine bakınız.) Kitlelerin isyan etme hakkı olamaz. Onlar itaat etmelidirler. Doğru, birkaç yetenekli beyinin tekelindedir. Görüldüğü gibi ister sağdan isterse “sol”dan tüm yorumlar, BPKD’nin bir kitle hareketi olduğudur. “Öven” ya da “yeren” her iki kanat temsilcisi de aynı zeminde buluşmaktadırlar. BPKD, toplumlar tarihinde ilk defa bir devrimin kendi geri yanlarını yıkması için organik olarak iç içe olduğu kitlelerin büyük kampanyalar dâhilinde,
kendi sorunlarına odaklanmasının eylemi olmuştur. BPKD, başından itibaren Mao’nun önderliğinde, neresi olursa olsun bombalama eğilimli değil “burjuva karargâhları bombalayın” komutu altında gerçekleştirilmiştir. Devlet ve parti mekanizmasındaki burjuva çizgi BPKD’nin hedeflerinden biridir ama tek ve mutlak görevi değildir. O, sınıflı toplum olan sosyalizm içerisinde antagonist sınıf mücadelesinin canlı kaçınılmazlığını göstermektedir. Tarihi yaratanın ne teknik ne de kişiler olmadığını kalın puntolarla belirginleştirmiş, tarihi yaratanın kitleler ve onların bilinçleri olduğunu, ancak ve ancak doğru çizginin önderliğinde toplumun devrimcileştirilerek ilerletileceğine işaret etmiştir. “Doğru çizginin önderliği tayin edicidir”, “kızıl ve uzman ol”, “sınıf mücadelesini kavra, üretimi arttır” formülasyonlarından da görüleceği gibi BPKD, kitlelerin ayaklanarak sadece bir avuç yeni burjuvanın hesabını görmesi değil, komünizm merkezli yürüyüşünün sınıf mücadelesiyle yerine getirilmesidir. Bu devrimle birlikte, alaşağı edilen bürokratik burjuvazinin “maddi olarak üretim araçlarının ellerinde bulunmaması ama yöntem olarak burjuvazinin yöntemini kullanması”anlayışının eksikliği de giderilmelidir. Sorun sadece yöntem sorunu değildir. Mao’nun dediği gibi “planlama (yani yöntem krokisi) tamamen ideolojik bir meseledir.” Unutulmamalıdır ki yöntem, irade dışı sunduğumuz bir yönelim olarak değil; bizzat maddi yaşantımızda cereyan eden düşüncelerin ürünü olarak doğar-serpilir. Üst yapıdaki bürokratik burjuvazinin var olmasındaki belirleyici etmen, alt yapıdaki süregiden farklılıklar ile kopmaz diyalektik bağ halinde olmasıdır. Buradan çıkarmamız gereken sonuç, devlet aygıtı ve devrimci sınıfın önderlik mekanizmasının sönümlenmesi (yıkılması değil sönümlenmesi) gereken bir realite olduğudur. Ama bu realite, yine kendisini var eden birçok etmen üzerinden yükselir. Meta üretimi, emeğin ücretlendirilmesi, kent-köy çelişkisi, işçi-köylü çelişkisi, kadın-erkek çelişkisi de sosyalist toplumun toprağının hala kirli olduğu ve tüm kirlerin hepsinin aşılması sonucunda “devlet olmayan devletin” inşa edilerek, “herkesin ihtiyacına göre, herkesin yeteneğine göre” bir topluma varılacağı görülmelidir. O halde, BPKD’ni “öven” ve “yerenlerin” anlattıkları gibi bu müdahale, sadece üst yapıyla sınırlı tutulan bir müdahale değildir. Amaç komünizm fikrinin galip gelerek burjuva fikir sefaletinin mağlup edilmesi, ‘geleneksel düşüncelerden köklü kopuşu’ sağlayarak yeni insanın yaratılması, toplumun daha derinden devrimcileştirilmesine hız verilmesi ve tüm bunların komünizmin maddi temellerinin oluşturulması için gerçekleştirilmesidir.
gelmeli ve gerektiğinde her zaman halkoyuyla görevlerinden geri alınabilmelidir; memurların maaşları iyi bir işçinin ortalama ücretinden yüksek olamaz.” Şüphesiz bu önerme, Paris Komünü’nden tecrübe edinilen bir önermedir. Bilindiği gibi Sovyet Devrimi sonrasında polisin, düzenli ordunun ve memurların kaldırılması tezi haklı olarak ertelenmiştir. Bunu sadece emperyalist kuşatma ile ifade etmek yanlış olur. Emperyalist kuşatma bir realite iken, toplumun devrimcileştirilerek, kendi iktidarının inşası ve icrasında hakim kılınamaması başka bir realitedir, kilit noktadır. Fakat Lenin tarafından haklı ve zorunlu olarak ertelenen anlayış çerçevesinde taktik olarak yürütülen siyaset, Stalin önderliği döneminde (burada sadece Stalin demeyi doğru görmüyoruz. Stalin kadar SBKP ve Komüntern de hatalıdır) strateji haline getirilmiştir. Erteleme siyaseti, öteleme siyasetine dönüşmüştür. Mao’nun “Sovyetler, devrimin ilk yıllarında halkın dinamiklerine dayanıyordu. Ama ilerleyen yıllarında kadroların dinamiklerine dayanmayı esas almaya başladırlar” eleştirisini burada aktarmayı ihtiyaç görüyoruz. Zira bu, hatanın temel yönünü oluştur-
Şubat-Mart 2011-53
ÖZGÜR DÜŞÜN
Sürekliliği Sağlanmış Kültür Devrimleri Marks’tan Stalin’e kadar hiçbir komünist önderin yaşayamadığı tecrübeye sahip olan Mao, sosyalist toplumun bağrında süre giden problemler sonucunda ortaya çıkan bürokrat burjuvaziye karşı, Marksist devrim teorisini ilerleterek karşılık verdi. Bir kültür devriminin yeterli olmayacağını bildiği için, İngiliz bir gazeteci ile yaptığı mülakatta “kimin kazandığı belli değil” mesajını veriyordu. Yazımızın gelişme bölümünde de izah etmeye çalıştığımız gibi “on bin yılı” kapsayan komünizm yürüyüşü için, başarıya yakınlaşma nidaları atmak, ancak sınıfların ortaya çıkardığı farklılıklar günbegün sönümlendiği taktirde gerçekleşebilir. İlgili kitle tarafından iyi bilinir ki Lenin’in 1917 Nisan’ında belirtiği ünlü 10 tezi vardır. Bu tezler tarihe Nisan Tezleri olarak geçmiştir. Nisan Tezleri’nin 5.’si şöyledir:“Bir parlamenter cumhuriyet değil çünkü işçi vekilleri Sovyetlerinden sonra, buna dönmek, geriye bir adım olurdu- temelden doruğa kadar bütün ülkedeki işçiler, tarım ücretlileri ve köylü temsilcileri Sovyetlerinin bir cumhuriyeti. Polisin, ordunun ve memurların kaldırılması! Bütün memurlar seçimle
41
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
42
maktadır. Doğru bir kitle çizgisine sahip değilsek, toplumun derinden devrimcileştirilmesini ve sınıfsız bir topluma doğru ilerlemesini mümkün kılamayız. Kitleler içerisinde çalışma, doğru çizginin tayin ediciliği meselesinin ‘yiğitliğini’ göstereceği en önemli sahaların başında gelmektedir. Toplumdaki doğru-yanlış mücadelesinde, diyalektik ve tarihsel bilimin önderliğinde kitlelere dayanma, onların konuşma-örgütlenme davranışlarını teşvik etme, yasaklayıcı-idari, tedbirci değil; ikna ile dönüştürme çizgisini temel alma, yönetimi üretime-üreticileri yönetime sokma çizgisi ile mümkün olabilir. Tabi ki bu çizgi tekdüze değildir. Her an, her zaman aynı seyirde izlenemez. Ama sınıf mücadelesinin pistonlarını ateşleyecek olan budur. Düzenli ordunun, polisin ve atanmış memurların olmadığı bir toplumu yaratarak, üst yapıda kümelenecek, ortaya çıkabilecek imtiyazlı sınıfın ayrıcalıklarını ortadan kaldırabilmek, bilimsel sosyalistlerin yapmaya mecbur ve muktedir oldukları bir gerçekliktir. Tabi ki dış kuşatmaya karşı güçlü bir orduya ihtiyaç olacaktır. Tabi ki, iç asayişi sağlamak için polise ihtiyaç olacaktır. Tabi ki hukuki düzeni sağlamak için memurlar sistemine ihtiyaç olacaktır. Ancak tamamen ordulaşmış bir halk, Stalingrad kuşatmasından on hatta yüz misli bir saldırıyı dahi boşa çıkarabilir. Bütün iç asayişin dönemsel olarak halk koruma inisiyatifleri tarafından yapılması, tüm toplumu sorunlarına karşı duyarlılığa iterek suç oranının azalmasını sağlayacaktır. Bulunduğu konumu halka karşı kullanmayan, halk tarafından çeşitli dönemlerde iş başına getirilen ve toplumun devamlılığının organizesi için kurulan bir memurluk sistemi, iş
olmaktan çıkarak göreve dönüşecektir. Tüm bunlara ilk günden başlama (hemen hayata geçirme değil, hayata geçirebilmek için başlama) durumunda olunamaz. Ama devrim öncesinde bu anlayışın hakim olması ve devrim denilen büyük alt üst oluşun şafağının çakmasıyla birlikte, bir profesyonel ordu ama sahip olabileceği kadar halk milisi, bir polis örgütlenmesi ve bu polis örgütlenmesiyle kenetlenmiş halk koruma inisiyatifleri ve atanmış memurların halk tarafından denetlenebileceği halk meclislerinin oluşturulması gerekecektir. Tüm bu saydıklarımız mümkündür. Lenin’in taktik olarak uyguladığı, stratejiye dönüştürülmediği taktirde, herkesin aynı seviyede olmadığı gerçekliğini de asla göz ardı etmeden, imtiyaz sahibi sayılacak erk organları, yine bilimsel sosyalizmin önderliğinde parça parça sönümlendirilebilinir. BPKD’nin tecrübelerinden birisi de budur. Üst yapının imtiyazlı pozisyonunu kırmak, yönetim mekanizmalarını halkla birleştirmek, kitlelere açık kalmalarını sağlamak, şeffaflaştırmaktır. Bir dipnot düşmek gerekirse, dünyada ajan örgütlenmesi olmayan tek ülke Mao’nun Çin’iydi. Çünkü Mao önderliğindeki Çin Halk Cumhuriyeti, kitlelere karşı güvensizlik ve tedbir gibi yaklaşımları reddetmiştir. Kitlelere güven duymak, onların sınıf mücadelesini kendiliğindenci şekilde öğreneceği, bilimsel sosyalizme kendiliğinden ulaşacağı fikrini doğurmamalıdır. Kitlelere güvenmek, bir defa onlarla ilişkilenildiği taktirde, toplumda var olan doğruları toplayıp, yine onlara dönmek ve bunu helezonlar halinde sürekli kılarak gerçekleştirmek, onların devrimci dönüşümünü “format atarcasına” değil, devrimci dönüşümlerin öncüleri ile birlikte sağlanarak ele alınması gerekir. Peki, sürekliliği sağlanmış Kültür Devrimi nedir? Bu devrim, kitlelerin Altınçağ için devrimci dönüşümünü, sosyalizmin bağrında var olan çelişkilerin kavratılarak, taktiksel olarak uygulananların asla stratejiye çevrilmediği, büyük farklılıklarda tümden kopuşun sağlanıldığı ve tüm bunların bir kitle çizgisi olarak izlenildiği, kendisini devamlı yenileyen bir devrimdir. Sadece üst yapıda kümelenen bir avuç gericinin açığa çıkması sonucunda değil, hiç çıkmasa dahi, komünizm görev ve hedeflerini ertelemeden, kitlelerin hizmetine sunulduğu bir devrimdir. Bu sorunun iç bağlantıları kavranıldığı taktirde, sürekliliği sağlanmış Kültür Devrimleri’nin başarıya ulaşacağı aşikardır.
Günümüz Açısından BPKD’nin Önemi BPKD, Çin’deki sosyalizm döneminin son evresinde ortaya koyulan bir tecrübeydi. Bu tecrübeyi yazımızın
aracı olarak kullanılmayacak, tüm insanlık için kullanılacaktır. O yüzden önderliğin koşulları itibari ile rolü ve görevleri (kitleler ile birlikte komünizme yürümek) es geçilmemeli, unutulmamalıdır. BPKD’nin ürünü olarak tarih sahnesine çıkanların, bilimin geldiği aşamaya hürmet ederek yol alması gerekir. Marksist epistemoloji, bir ara uygulanmak üzere değil, başından itibaren uygulanabilirliği olan, kitleler üstü değil, onlarla organik birlikteliğe sahip olan bir olgudur. Bu organik bağın sonucu olarak BPKD, tarihin gelmiş geçmiş en devasa kitle hareketini gerçekleştirmiş ve toplumun tüm katmanlarının büyük ileri atılımını sağlayabilmiştir. BPKD, komünizme yürünüp yürünmediği, teori ile pratik arasındaki birliğin sağlandığı, sloganların değil eylemin muhtevasının içselleştirildiği, bilimsel sosyalizm önderliğinde halk yığınlarının devrime hazırlanıp seferber edildiği, eskiye karşı cesaretle direnç gösterildiği ve tüm bunların doğru-yanlış mücadelesi çerçevesinde, şiddet kullanmaksızın yapıldığı bir iç devrimdir. Gelinen aşamada, Kültür Devrimi’nin süreklileştirilmesini savunanların, bunun doğasına uygun hareket etmeleri gerekir. Atanmışların değil seçilmişlerin, temsili değil, kitlelerin bizzat icrasında ve inşasında oldukları sosyalizm perspektifinin bugünden bayrak edinilmesi gerekir. Bilinçlerin devrimcileştirilerek toplumun Altınçağ merkezli yürümesi için manevi hazırlığın, koşullar göz ardı edilmeden tüm mücadeleye aksettirilmesi gerekir. BPKD esnasında, Kızıl Muhafızların söylediği türküdeki gibi “Denizlerde Seyretmek Kaptanın Ustalığına Bağlıdır.”
Şubat-Mart 2011-53
ÖZGÜR DÜŞÜN
gelişme bölümünde özetledik. Fakat BPKD, aynı zamanda bilimsel sosyalizmin 3. ve yeni nitel aşamasını da içermekteydi. Sadece, sosyalizmin bir evresinde ortaya çıkacak, zamanı geldiği zaman tozlu raflardan indirilecek dönemsel bir kılavuz değil, Altınçağ’a kadar sıçramalı olarak ilerletilerek uygulanacak bir eylem kılavuzudur. BPKD’nin naçizane öğretilerinden biri, sınıf mücadelesinde kitlelerin başat rol oynadığıdır. Kitlelere doğru yöntemle gidiliyorsa, onlarda bilgi birikiminin edinim süreci doğru sağlanılıyorsa, tüm bu dağınık halde olan bilgiler derlenip geliştirilerek, bilimsel metotlar eşliğinde kitlelere sunuluyorsa ve bu eylemin merkez gücünün kitleler olması sağlanılıyorsa, o zaman öncü de üzerine düşen görevi yapabiliyor demektir. Aksi taktirde kitleleri küçümseyen, küçük burjuva aydın ukalalığına yatan, “yiğitliğini göstermek için meydan bulamayan” devrimcilere dönüşmek kaçınılmazdır. Bilinir ki, devrim tarihinde “atamalar” usulü oldukça yaygın bir yöntem olarak benimsenmiş ve bugüne kadar da şu veya bu düzeyde uygulana gelmiştir. Her gelenek, x derneğinin başına, y kurumunun çalışmalarına şefler atamıştır. Süleyman’ın mührünü eline alan, demokratik ve politik kitle örgütleri içerisinde, merkezi (ya da kendince merkezi) siyaset ile uyuşmayanları atma, uzaklaştırma, eleme siyaseti izlemiştir. Hiç şüphesiz bu eğilim, BPKD anlayışından fersah fersah uzaktır. İlke olarak, koşulları gereği atamaları reddetmek yersiz ve yanlış olur. Ama tek çıkar yolu olarak izlemek de yanlıştır. Bir devrimci yapının kendi faal olduğu kuruma, kendi çizgisine hâkim birisini konuşlandırması kadar doğal bir hakkı (bu aynı zamanda görevdir) yoktur. Ama hâkim olunan çizgi kitlelere karşı değil; kitleler için, kitleler ile birlikte ele alınmak üzere uygulanmalıdır. BPKD’nde kurulan 3’lü komite yöntemi vardır. Kitlelerin yönetime tabi olması ve yöneticilerin halkla birleşmesinin sağlanması! Bu komitelerde bir de askerler yer almaktadır. Ama buradaki temel mantık, kitleler ile yöneticiler arasına keskin ayrımın koyulmamasıdır. Bu yapıldığı takdirde, tasavvur edilen gelecek projesi gerek devrim öncesi, gerek ise devrim sonrası bir avuç öncü-kadro sistemine dönüşür. Proletarya diktatörlüğü yerini parti diktatörlüğüne bırakır. İktisadi gelişimin dengesiz olmasından kaynaklı, yöneten ile yönetilen arasındaki çelişki uzun bir dönem olacaktır. Komünizmde dahi, doğru fikirler, bugünkü kadar olmasa da ufak azınlıklar tarafından savunulacak ve komünlerde tartıştırılarak hayat hakkı bulacaktır. Fakat bu doğrular, şimdiki gibi bir avuç öncünün, sınıfın çıkarlarını gözeterek baskı
KAYNAKÇA: - Sınıf Teorisi, Sayı 7, “39. Yıldönümünde BPKD’ni Selamlıyoruz”, İstanbul: Kardelen Yayımcılık, 2004 - Suyun, Han, Sabah Tufanı, Mao Zedung ve Çin Devrimi 1949-1975, Cilt 2, İstanbul: Berfin Yayınları, 1995 - Marx, Karl- Engels, Friedrich, Komünist Parti Manifestosu, Ankara: Sol Yayınları, 1998 - V. I. Lenin, Ne Yapmalı, Ankara: Sol Yayınları, 2004 - V. I. Lenin, Nisan Tezleri, Ankara: Sol Yayınları, 2006 - İdeoloji: Marksizm-Leninizm-Maoizm, İstanbul: Kardelen Yayımcılık, 2004 - Zedung, Mao, Seçme Eserler Cilt 5, İstanbul: Kaynak Yayınları, 2000 - Zedung, Mao, Seçme Eserler Cilt 6, İstanbul: Kaynak Yayınları, 2000 - Uluslar arası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik (1963), İstanbul: İnter Yayınları, 1988 - Zedung, Mao, Sovyet İktisadinin Eleştirisi, İstanbul: Akademi yayınları, 2010
43
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
Çağdaş Devrimci Hareketlere İlişkin Bazı Araştırma Notları:
Nepal’deki Durum Mukti Nepal, Ocak 2011 Bu yazı 12 Ocak 2011 tarihinde http://southasiarev.wordpress.com adresinde yayınlanmış ve Özgür Düşün Kolektifi tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir. Yazının içeriği yazarını bağlamaktadır ancak Nepal’deki güncel durum etrafında sürdürülen tartışmaya katkı yapacağını düşündüğümüz için sizlerle paylaşıyoruz.
44
Nepal’deki Durum: Nepal Devrimci Hareketi pek çok kesim tarafından günümüzde Marksizm’in uygulanışı konusunda örnek alınacak bir konumda olarak değerlendiriliyor. Onyıllar süren barışçıl bir hazırlık evresinin ardından son on yılı şiddete dayalı halk savaşı stratejisini uygulayarak geçirmiş bulunuyor. Halk savaşına önderlik etmiş olan Nepal Komünist Partisi (Maoist) beş yıla yakın bir süredir bir barış sürecinde yer alıyor. Hindistan Devleti’nin ve Birleşmiş Milletler’in arabuluculuk görevini üstlendiği bu süreçte, barış antlaşmaları uyarınca, devrimci ordu tasfiye edilecek, NKP(M) düzen içi siyasette rol alacak, monarşi kaldırılacak, ve yeni bir anayasa kaleme alınacak. Hal böyleyken, Nepal’deki devrimci hareket, nispeten durağan bir hal almış olduğu izlenimini uyandırıyor. Bu barış süreci boyunca NKP(M) düzen içi
yollara başvuran tepeden inmeci anlayışla bir dizi siyasi ve iktisadi reformu uygulamaya koymaya çalıştı.Yine bu dönemde NKP(M) ülkedeki en kitlesel siyasi kurum halini aldı, bir yıl kadar bir süreyle hükümet oldu ve monarşi tortusu ordunun parlamentoya tabi kılınmayı reddettiğini görünce kendi iradesiyle hükümetten ayrıldı. Bu partinin önderliğindeki hükümet yolsuzluk iddialarına maruz kalmadığı gibi, ufak tefek de olsa –özellikle sağlık ve eğitim alanlarında- halktan yana kimi reformları yürürlüğe sokmayı başardı. Ayrıca köylülüğün bir kısmının bankalara olan borçlarını iptal ederek kırsaldaki nüfusun bir bölümünün rahat bir nefes almasını sağladı. Ancak NKP(M) kurumsal değişikliklere imza atmayı başaramadı ve halkın ekonomik yaşantısında hissedilebilir bir dönüşümün yaratılmasına önayak olamadı. Bunun yanı sıra, muhalefet partilerinin bas-
Araştırma Hangi Bağlamda Gerçekleşmiştir? NKP(M), bundan 5 yıl önce şehirleri zapt edemeyeceğini (ve dolayısıyla merkezi devlet yapısını ele geçiremeyeceğini) anlayınca gücünü toplamak ve kentlerde kendisine taban oluşturabilmek amacıyla barış antlaşmaları için masaya oturmayı kabul etti. Öncesinde kırsalın %80’ini kontrol ediyordu ve askeri uzmanlar gerillaların askeri yollarla bastırılamayacaklarını sürekli olarak söylüyorlardı. Barış antlaşmalarının öncesinde yerel karşı devrimciler fiilen yenilmiş durumdaydılar. Ki bu yerel karşı devrimciler, küresel emperyalist güçler ve bölgesel güçlerde silah yardımı alıyor, onların askeri uzmanları tarafından eğitiliyorlardı. Bu açıdan değerlendirildiğinde, Nepal Devrimi’nin esas engelinin emperyalist güçler olduğu görülebilir. Yani, Nepal’deki politik devrim (bundan kasıt ekonomik veya politik-ekonomik devrim değildir) büyük ölçüde yerel ve küresel emperyalist güçlerle, yerel ve küresel devrimci güçlerin arasındaki nesnel ve öznel güç dengeleri tarafından belirlenmiştir. Öyle ki, Nepal’deki devrimci önderliğin, iktidarın devrimci yollarla ele geçirilmesine ve uygulanması gereken ekonomik programlara ilişkin farklı fikirleri de bu güç dengelerinin tahlilindeki farklılıklardan kaynaklanmaktadır. Ki bence bu güç dengelerinin doğru tahlili, genel olarak dünyanın dört bir yanındaki pek çok devrimci kurumu ve bireyi etkileyen bir durumdur.
Şubat-Mart 2011-53
ÖZGÜR DÜŞÜN
kılarına direnemeyerek halk savaşı esnasında el konulan arazileri ve evleri toprak sahiplerine ve zengin köylülere iade etmek durumunda kaldı. En önemlisi de, halk savaşı esnasında kızıl siyasi iktidarlarda kurulan ve halkın kendi kendini yönetim aracı olan “paralel yönetimi” tasfiye etmek zorunda kaldı. Diğer yandan, milis kuvvetlerinin çoğunluğunu Genç Komünistler Birliği adı verilen bir örgütün çatısı altında muhafaza etmeyi başardı. Taktik sebeplerden ötürü olsun veya olmasın, NKP(M) imza attığı barış antlaşmalarında ve resmi belgelerde halk savaşının meşruiyetini savunma konusunda çekimser davranıyor. Bununla birlikte, Parti’nin kitle tabanından önderliğe Marksizm-Leninizm-Maoizm algılarının hatalı olduğu yönünde ciddi eleştiriler yükseliyor. Marksizm’in alışılageldik jargonundan yaşanan bu sapmaya delil olarak da Parti önderlerinin çeşitli konuşmaları, yazıları ve hatta Parti’nin meclise sunduğu anayasa taslağı gösteriliyor. Parti yeni bir devrim modeli yaratmakta olduğunu iddia ediyor. An itibariyle ülkede yürürlükte olan “meşru” bir anayasa mevcut değil. Parlamentodaki reformist ve karşı devrimci partilerin, NKP(M)’nin sunduğu anayasa taslağı ile uygulamaya koymayı amaçladığı en ufak reformlara dahi şiddetle karşı çıkıyor oluşları (milli burjuvazinin ve orta sınıfın çıkarına olanlara bile), yakın bir tarihte yeni bir anayasanın uygulamaya konamayacağını kanıtlar nitelikte. Yine de, NKP(M)’nin yaratmış olduğu devrimci izlenim aşınıyor ve muhalefet partileri Maoistleri sahne arkasına itmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Sıradan insanlar ciddi geçim sıkıntıları çekiyorlar ve bu da onları ekonomik ilişkilerde devrimci bir dönüşüm arayışına itiyor. Parti kadrolarının büyük çoğunluğu halkın sorunlarına devrimci yollarla çözümler üretilmesi için Parti önderliğine baskı yapıyorlar. Parti’nin önderliği bu baskıya son 5 yılda ülke çapında 3 büyük konferans düzenleyerek cevap verdi. 2006’da Balaju’da, 2008’de Kharipati’de, 2010’da da Paulngtar’da parti konferansları gerçekleştirildi. Bütün bu konferanslarda Parti’nin üst düzey kadrolarının neredeyse tümünün devrimci yollardan iktidarın ele geçirilmesinden yana tavır aldıkları söyleniyor. Yani Parti bir bütün olarak var oluş sebebini, devrimci yükümlülüğünü ve iktidarı zapt etmenin yöntemlerini tartışıyor. İktidarın devrimci yollarla ele geçirilmesi meselesine ilişkin Parti önderleri arasında çok farklı fikirler var. Yukarıdan aşağı bir yöntem mi izlenmeli (parlamentodan da istifade ederek), aşağıdan yukarı doğru mu (kitle ayaklanması), yoksa ikisinin bir karışımı mı? Şiddet ne ölçüde kullanılmalı? Ne tür ekonomik programlar izlenmeli? Vs.
Araştırmanın Konu Başlıkları Bu güç dengelerine ilişkin tahlillerdeki farklılık artık dünya çapında devrimciler arasında bir çizgi mücadelesi şeklinde vücut buluyor. Çeşitli tartışmalarda bu görüş ayrılıklarının keskinliği hissedilebiliyor. 1. Tek ülkede devrimin gerçekleştirilebilmesinin ve sürdürülebilmesinin imkan dahilinde olup olmadığına ilişkin tartışmalar. 2. Emperyalizmin gücünün muhtevasının değişip değişmediği ve emperyalist güçlerin mevzubahis güç dengelerindeki yerlerinin değişip değişmediği tartışması. 3. Temel çelişkinin ne olduğuna dair tartışmalar. 4. Ekonomik programların içeriğine ve siyasi iktidara ilişkin tartışmalar. 5. Devrimci dayanışmaya ilişkin tartışmalar. Bunun yanı sıra, partiler-arası bazda ve parti içinde fikirlerin oluşması ve etkin kılınması için uygulanan yöntemler de herhangi bir ülkede gelecekte gerçekleşecek devrimler açısından son derece önemlidir ve bu yüzden de bu sürecin nasıl sağlamlaştırılabileceği de araştırma programının kapsamına alınmalıdır.
45
Şubat-Mart 2011-53
ÖZGÜR DÜŞÜN
NKP(M) kadroları Rolpa’nın Himalaya kesiminde. Halk Kurtuluş Ordusu (HKO) Komutanı Pasang, Yoldaş Prakanda, Yoldaş Ananta ve diğerleri.
Emperyalizmin Gücüne ve Tek Ülkede Devrimin İmkan Dahilinde Olup Olmadığına İlişkin Değerlendirmeler
46
Bazı yoldaşlara göre emperyalizm günümüzün küreselleşmiş ekonomik düzeninde öylesine güçlenmiştir ki, dünyadaki güç dengeleri büsbütün değişmiştir. Bu yoldaşlar sanayileşmiş ülkelerin- örneğin G-20 ittifakının ya da farklı güçlerin- kendi çıkarları doğrultusunda küresel ağlar oluşturduklarına dikkat çekiyorlar. Ve devrimcilerin bu ağlardan birine vurmaları halinde o ağ ile bağlantıları olan bütün diğer karşı devrimcilere zarar vermiş olacaklarını belirtiyorlar. Bu yüzden devrimcilerin belli bir karşı devrimci güce vurduklarında o karşı devrimci gücün bütün müttefiklerini karşılarında bulacaklarını, yani birleşik bir cephenin kuvvetli direnişi ile karşılaşacaklarını söylüyorlar. Karşı devrimin bu direnişi, devrimcilerin saldırısının devrimi olumsuz etkilemesine yol açabilir. Şayet devrim başarılı olursa bile, onu muhafaza etmek ve sürdürmek oldukça zor, hatta imkansız olacaktır. Bu yaklaşımlarından ötürü, bu yoldaşlar herhangi bir devrimin tek ülkede başarılı olamayacağı kanaatindeler. Onlar, devrimin başarılı olabilmesi için bir ya da birkaç başka ülkede devrimcilerin iktidarda olması gerektiğini, ya da dünya çapında (ya da belli bir coğrafyada) devrimcilerin sağlam bir ittifakının olması gerektiğini düşünüyorlar. Buradan
yola çıkarak, nihai atılımın başarılı olabilmesi için karşı devrimci ittifaka karşı böyle bir devrimci ittifak cephesinin oluşturulması gerektiğini, bu oluşmadan bu atılımda bulunulmaması gerektiğini savunuyorlar. Aslında bu yaklaşım nesnel ve öznel koşulların olgunluğunu yanlış bir biçimde değerlendirmeye yol açabilir. Tüm hazırlıkların tamamlanmış olmasının zorunluluğuna duyulan inanç ile beslenen bu paradigma, devrimcileri hiçbir zaman şartların olgunlaşmamış olduğu fikrine sürükleyebilir. Yani doğru anı bile tahlil edemeyecekleri bir yörüngeye sokabilir. Bunu ‘Devrimci Dayanışma’ başlığı altında daha detaylı bir biçimde ele alacağız. Devrimcilerin gücünü azımsayan, karşı devrimcilerin gücünü ise abartarak mutlaklaştıran bu bakış açısı kesinlikle yeni değildir. Bu tarz bir karamsarlık tarihteki her devrim sürecinde var olmuştur. Devrimlerin halkın somut ihtiyaçlarının birer ürünü olduklarını ve bahsi geçen güç dengelerindeki en kudretli gücün halk olduğunu göz önünde bulunduracak olursak, bu karamsar yaklaşım en azından çürütülmüş oluyor. Ancak pratikte bakıldığında, “İkinci Dünya Savaşı’ndan/Soğuk Savaş’tan beri geçen zaman” ve Marks’ın, Lenin’in, Mao’nun ve diğer önderlerin eserlerini kaleme aldıkları dönemden bu yana geçen zaman göz önünde bulundurularak bu güç dengelerinin-şayet değişmişlerse-nasıl daha etkili bir biçimde tahlil edilebileceğine dair somut
Temel Çelişkinin Belirlenmesi Buradaki mesele de, emperyalist güçlerin, dünyanın belli bir bölümündeki devrime teşkil ettikleri engelin rolünün tahliline dairdir. Emperyalist güçler ulusal, bölgesel ya da küresel çapta etki sahibi olabilirler. Bu, devrimin gerçekleşmekte olduğu ülkeye bağlı bir durumdur. Çoğu durumda küresel güçlerin, bölgesel ve ulusal çapta etki sahibi emperyalist güçlerle ittifak haline girdikleri görülür. Şimdiye kadar kimse yerel karşıdevrimcilerin im-
halede bulunurlarsa devrimin hedef tahtasına otururlar. Aksi takdirde esas hedef yerel karşıdevrimcilerdir. Yine bu anlayışa göre, devrimci faaliyetin yoğunlaşacağı alan yerel demokrasinin inşa edilmesi olmalıdır, ulusal bağımsızlık değil. Bu yoldaşlara göre, yerel karşıdevrimcilere emperyalistlerce sağlanan teçhizat ve eğitim, askeri müdahale sayılmamaktadır. Ki bu yaklaşım da Mao’nun alıntıladıkları eserinin bütünü ile çelişmektedir. Devrimci süreci baltalayan karşı devrimci güçlerin teşhis edilmesinin yanı sıra, karşı devrimci dış güçlerin ülke sınırları dahilindeki temsilcilerinin ve karşı devrimcilerin halkı istismar etmek için kullandıkları yöntemlerin de teşhis edilmesi, zorunlu araştırma konuları arasında olmalıdır. Araştırmacılar çeşitli bölgelerden ve ülkelerden somut örnekler vererek, devrimcilerin doğru hedeflere yönelmelerine yardımcı olmalıdırlar.
Şubat-Mart 2011-53
ÖZGÜR DÜŞÜN
ve yapıcı eleştiriler getirilebilir. Dahası, güç dengeleri verili bir zaman dilimi dâhilinde değerlendirilmelidir. Çünkü kimi durumlarda güç dengeleri sahiden devrimcilerin aleyhinedir, kimi durumlarda da istenen denklemin oluşması için farklı taktikler uygulanmalıdır. Araştırmacılar, bu bağlamda çeşitli bölgelerden veya ülkelerden somut örnekler vererek devrimcileri cesaretlendirmeye ve aynı zamanda devrimcilerin somut koşulları doğru ve eksiksiz bir biçimde tahlil etmelerine yardımcı olmalıdırlar. Aynı mantıkla, “temel çelişkinin saptanması, uygulanacak ekonomik programların belirlenmesi ve siyasal iktidarın ele geçirilmesi” hususlarında da araştırmacılara bu tür görevler düşebilir.
Siyasi İktidarın Muhtevası ve Siyasi İktidar Meselesi Siyasi iktidara dair olan mesele, esasında devrimcilerin alışılageldik sınıf diktatörlüğü çizgisini izlemelerinin doğru ve yeterli olup olmamasına ilişkindir. Yani hangi koşullarda proletarya diktatörlüğü oluş-
BNKP (M)’nin öne çıkan kadroları: Bhattarai, Prachanda ve Kiran
dadına koşan karşı devrimci güçlerle savaşılmaması gerektiği fikrini dillendirmedi. Ama görülen o ki, yakında bu tarz bir görüş de açıktan dillendirilecek. Bazı yoldaşlar Mao’nun kimi sözlerini alıntılayarak, dış güçlerin bazen devrimin hedefinde olduklarını, bazense “kısmi hedef” kabul edilmeleri gerektiğini söylemekteler. Bu yaklaşıma göre başka ülkelerin karşı devrimci güçleri, ancak devrimin gelişmekte olduğu ülkeyi istila ederlerse, ya da askeri bir müda-
turulmalıdır, hangi koşullarda demokratik halk diktatörlüğü… Ve bunun biçimi ne olmalıdır? Sanayileşmemiş ülkelerdeki feodalizm ve/veya emperyalizm yanlısı partilere ne olacak? Peki ya sanayileşmiş ülkelerdeki kapitalizm ve/veya emperyalizm yanlısı partilere? Bunların siyasi yaşama katılımına müsaade edilecek mi? Bazı devrimcilerin savunduğu partiler-arası rekabete dayalı bir sosyalizm algısı nasıl değerlendi-
47
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
rilmeli peki? Adı geçen partiler-arası sosyalizm anlayışında Marks’ça tanımlanan artık emek sömürüsüne maruz kalmama (ya da şayet devrim demokratik nitelikteyse, kontrollü ve üretici güçler geliştikçe azalan artık emek sömürüsüne) hakkı nasıl garanti edilebilir? Böyle bir düzen kurulmadan önce emeğin iktidarı kesinkes garanti altına alınabilir mi? Sanayileşmiş ve nispeten sanayileşmiş ülkelerde sınıfın siyaseti ile “sınıfın doğrusu” arasındaki fark nasıl tespit edilecek1? Özellikle yönetime katılım ko-
İktisadi Programlar Meselesi Emperyalizmin gücüne ilişkin hatalı tahlillerinden ötürü, kimi devrimciler emperyalizmin iktisadi ağından kurtulmanın mümkün olmadığına kanaat getirmiş durumdalar. Yani piyasa ekonomisi ağının bir parçası haline gelinmesi gerektiğini savunuyorlar ve geçmişte Kızıl Çin’de görülen ve günümüzde Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nde uygulanan kapalı ekonomi modelini açıkça reddediyorlar. Diğer bazı yoldaşlar da, emperyalizmin baskılarının korumacı bir ekonomiyi dahi imkansız kıldığını
Rolpa Üs Alanı’nda bir kadın gerilla. Üst düzey liderlerin güvenliğinin sağlanası görevi esnasında...
Kırsaldaki pek çok yoldaş da bulundukları bölgede hangi mülkiyet biçiminin egemen olduğunu (kamusal mı yoksa özel mi) açıkça söyleme konusunda çekimser davranıyorlar. Kendi bölgelerindeki vurgunculuk ve sermayenin birikimiyle yeniden üretimi meselelerinde de suskun kalmayı tercih ediyorlar. Ne yazık ki pek çok devrimci, işçi sınıfının ve emekçi halkın değil orta sınıfın çıkarlarına hizmet ediyor.
48
nusunda? Eğer yukarıdan aşağıya (düzen içi yollarla siyasal değişimler getirmek) ile aşağıdan yukarıya (kitleleri örgütleyerek zora dayalı siyasal değişimler getirmek) yöntemler bir şekilde harmanlanacaksa, bu nasıl olacak ve herhangi bir ülkenin şartlarında bu karışımın hangi ölçülerde gerçekleştirileceğini ne belirleyecek? Örneğin, Nepal’in geleceğine dair ne gibi şeyler akla geliyor?
savunuyorlar. Pek çoğu, emperyalist olmayan ülkeler ile gerçekleştirilecek uluslar arası ticaretin sunduğu geleceği görmüyor. Kırsaldaki pek çok yoldaş da bulundukları bölgede hangi mülkiyet biçiminin egemen olduğunu (kamusal mı yoksa özel mi) açıkça söyleme konusunda çekimser davranıyorlar. Kendi bölgelerindeki vurgunculuk ve sermayenin birikimiyle yeniden üretimi meselelerinde de suskun kalmayı
Devrimci Dayanışma Meselesi ve Devrimci Dayanışmanın Muhtevası Soğuk Savaş’ın sonuyla birlikte etkili olma özelliğini yitirmişse bile, emperyalizm-dışı ittifak eskiye dayanan bir kavramdır. Devrimciler ve reformistler de ortak fikirlere sahip gruplar arasında dayanışma için, bu grupların seslerinin emperyalist istilalara karşı daha gür çıkabilmesi için geçmişte ciddi çabalar sarf etmişlerdir. Niyet ne olursa olsun, çeşitli grupların dayanışmaya yaptığı vurgu bize dayanışmanın günümüzde de ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Ancak bu dayanışma algısında iki ciddi eksiklik görüyorum: (1) Bu yaklaşım, emperyalizmin yerel ölçekteki hareket biçimini yeterli düzeyde tahlil etmekten acizdir. Emperyalizmin yayılmacılığını, diğer devletlerin üzerindeki tahakkümünü, adil olmayan antlaşmalarını, uluslar arası ticaret kanunlarını ihlal edişini vs. hesaba katmıyor. (2) Uluslar arası kamuoyu oluşturmak için gerçekleştirilen eylemler, emperyalist işgallerin, ilhakların, ve müdahalelerin ahlaki tarafıyla ilgilenmekle yetiniyorlar. Ancak emperyalizmin gerçekleştirdiği iktisadi sömürüye karşı eylemler örgütlenmiyor. Emperyalizm, kapitalizmin gelişmiş bir evresi olduğundan, kapitalist sömürüye karşı çıkmayan veya emperyalizmin bir biçimde takipçisi olan kurumlar küresel veya yerel ölçekte anti-emperyalist mücadeleyi başarıya ulaştıramazlar. Devrimciler bu hareketlerin başını çekerek işgallerin ve müdahalelerin yanı sıra, emperyalizmin gerçekleştirdiği iktisadi sömürüyü de teşhir etmeli, bunların tümünü ortadan kaldırmaya yönelik eylemler gerçekleştirmelidir. Araştırmacılar, bölgesel ve küresel emperyalist güçlerin yarı-sömürge ülkeleri ve bu ülkelerin halklarını nasıl sömürdüklerini ve bu sömürünün hangi yönleriyle uluslararası hukuka aykırı ve etik dışı olduğuna dair bilgi edinmelidirler. Düşünce Süreci ve Etkileşimler Bu başlık altında ele alınan meseleler, parti-içi demokrasi, partiler-arası etkileşim ve fikir üretimi
sürecinde öznelliktir. Fikir üretiminde ve fikirlerin uzlaşımında parti-içi demokrasinin faydalarından kimse şüphe edemez. Sağlıklı bir seyre sahip çizgi mücadeleleri, alt mertebeden kadroların da katılımıyla düzenli olarak gerçekleşen parti konferansları ve toplumun geneli ve başka ülkelerdeki partiler, kurumlar ve o ülkelerin halkıyla düzenli etkileşim, yeni ve yaratıcı fikirlerin ve bakış açılarının ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Ancak çoğu durumda, küresel ölçekteki uzlaşı ve fikir birliği, nesnel gerçeklere (olaylar, edinilmiş deneyimler, hakikatler vs.) değil öznel yaklaşımlara (fikirler, yaklaşımlar vs.) dayanıyor. Bence araştırmacılar gerçek verilere dayalı genellemelerle devrimci harekete yön vermek için çalışmalıdırlar. Devrimci hareketlerin daha az kayıp yaşamalarına, daha az vakit kaybederek hareket etmelerine yardımcı olabilir. Ayrıca devrimciler bu tahlillerden istifade ederek daha isabetli programlar ve siyasetler üretebilirler. Araştırmacılar fikirlerinin günümüz dünyasındaki geçerliliğini sınamalı, bu fikirlerin nesnelliğini geliştirmek için çalışmalıdırlar. Özetle: Şahsen dünya çapındaki tüm hareketlerin yanlış bir güzergahta olduğuna inanmıyorum. Çoğu durumda, insanları yanlış yöne iten şey somut verilerden ve doğru yöntemlerden mahrum bırakılmaları oluyor. Devrimci araştırmacıların (yahut eğitmenlerin), insanlığın adaletsizlikten, aşağılanmadan ve verimsizlikten kurtulmak için verdiği mücadelede azımsanamayacak bir role sahip oldukları apaçık ortadadır. Eğer devrimci araştırmacılar, olayları değerlendirirken kitlelerin hayatında kalıcı gelişmeler yaratılmasının bir zorunluluk olduğu bilinciyle hareket eder ve teorilerini gerçek verilerin üzerine inşa ederlerse, o halde doğru genellemeleri yapıyorlardır ve genel olarak doğru yoldadırlar. Bence yukarıdaki soruların cevapları, Nepal de dahil olmak üzere pek çok ülkedeki devrimci kurumun siyasi çizgisini ciddi biçimde etkileyecektir. Bu kurumlar nesnel gerçeklikten beslenmeye ne kadar çabuk başlarlarsa, halkın beklediği dönüşümü de o kadar yüksek ihtimalle gerçekleştireceklerdir. Ve bu gerçeklerden beslenerek verilecek kayıpları en aza indireceklerdir. Bu mücadelenin en etkin araçlarla verilmesi, halkın değişimin meyvelerinden istifade etmesini daha yakın bir tarihe çekecektir. Elbette ki bazı ülkelerde devrimin başarıya ulaşması diğer ülkelerdeki devrimleri de tetikleyecek, o ülkelerdeki devrimci hareketlere hız kazandıracaktır. Bu yüzden araştırmacıların sarf edeceği çabanın da muazzam zincirleme etkileri olabilir.
Şubat-Mart 2011-53
ÖZGÜR DÜŞÜN
tercih ediyorlar. Ne yazık ki pek çok devrimci, işçi sınıfının ve emekçi halkın değil orta sınıfın çıkarlarına hizmet ediyor. Hakiki devrimciler yukarıda bahsi geçen uygulamaların devrimci olup olmadığı hususunda açık olmalıdırlar. Yukarıdaki meselelere dair emperyalist, kapitalist, ve kapitalistleşmemiş ülkelerden verilecek örneklerin devrimcilere yol göstermek açısından büyük faydası olacaktır.
49
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
ELEŞTİREL YALANCILIK YA DA FAŞİZMİN DEMOKRASİ EĞİLİMLERİ
50
Son birkaç yıl içerisinde Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında sistemin kendisini, AKP özgülünde bildiğimiz klasik usullerin de ötesinde “muhalif” öğelerle yeniden organize etme siyasetini başarılı bir şekilde sürdürebildiğini bilmekteyiz. Her politik cenahın mevcut gelişmeleri ilgi ve kaygıyla izlediği, ülkemizde cebir sopasının ya da “haktan anlamayana kötek”in tek yöntem olarak sunulduğu, geleneksel devlet siyasetinin kısmen yumuşatıldığı ve hatta bazı siyaset sahipleri açısından ezberlerin bozulduğu apaçık ortadadır. Geleneksel devlet siyasetinin yumuşatıldığı vurgusundan “cebir sopa” siyasetinin yeniden tek başına “siyaset” olarak güncellenmeyeceği anlaşılmamalıdır. Faşizmin baştan sona egemen olduğu devlet örgütlenmesinde baskı ve şiddetin asıl unsur olduğunu göz ardı etmek, devletin sınıf niteliğinin reddi anlamına
gelir ki böyle bir iddiada bulunmak safdillilik olur. Fakat ülkede değişim rüzgârları adı altında kimilerince demokratikleşme, özgürlükler ve insan hakları olarak lanse edilen söylemin, çeşitli sistem partileri ya da iktidar odakları tarafından da savunulduğunu ve sıkça dillendirildiğini pratikte görmekteyiz. Ezilenler cephesinin farklı açılarından bakıldığında gelişmelerin seyri ve nedenleri hakkında ciddi kafa karışıklıkları, çarpık düşünce ve anlayışlar söz konusudur. Sınıf hareketinin gerek teorik gerekse de pratik anlamda belirsiz ve parçalı bir yönelim içinde olması ve iktidarın hem kendi argümanlarını hem de sistem muhaliflerinin argümanlarını kitlelere istediği biçimde servis etme imkânına sahip olması, halk saflarında siyaset üretenler açısından önemli bir handikaba dönüşmektedir. Haliyle de AKP, iktidarın sözcüsü ve baş aktörü olarak bilinçleri çarpıt-
yazının da okunmasını önemle tavsiye ederiz. Eleştirel yalancılık eğiliminden birkaç paragraf aktaracağımız yazımızın ana fikir ve kurgusunu; sistemin kendi yarattığı sorunlara kendisinin itiraz ederek, düştüğü kuyudan halk desteğini alarak yeniden çıktığı, bir nevi kendin yap, kendin eleştir politikalarının dünya ve Türkiye-Kuzey Kürdistan özgülündeki politik yansımalarını ele alacağız. Emperyalist dünya düzenini, sınıflar arası eşitsizliklerin doruk noktasına vardığı ve sınıflar arası eşitsizliklerin ne pahasına olursa olsun muhafaza edildiği, sömürünün sınıf karşıtlıkları üzerinden garanti altına alındığı kurumsallaşmış bir sistem olarak nitelendirebiliriz. Verili siyasi iktidar eşitsizlik yasasının bir ürünü olarak kendini nasıl var ediyorsa bu eşitsizlikler terazisinde, birileri tercih ettiği kefede birileri ise bu yasanın dayattığı zorunluluğun sonucu bir diğer kefede bulunmaktadır. Sınıf karşıtlıkları; sosyal fikirler, inanç temelleri, kültür ve aidiyet gibi toplumsal kategorilerde ifadesini bulan ötekileştirilmiş, tarihsel ve sınıfsal yolculuğuna göre şekillenmiş muhalefet odakları yaratır. Resmi
Şubat-Mart 2011-53
ÖZGÜR DÜŞÜN
maya dayalı manevra alanı ile tüm ezilenlere karşı, ezilenlerin argümanlarını ellerinden alarak siyaset üretmektedir. Tam da bu noktada anlaşılmasında önemli zayıflıkların yaşandığını düşündüğümüz denklemimizin iki bilinmeyenine vurgular yapacağız. Bunlardan ilki devletin sınıf niteliği ve dönem siyasetini derinliğine anlamama ve bu bağlamda meselelere sınırlı bir açıdan bakma takatsizliği iken, ikincisi ise “Eleştirel Yalancılık” eğilimi ile harmanlanmış, gerekirse komünizmi de devletin getireceği ironisinde olduğu gibi, sistem sahiplerine göre demokratikleşme bize göre ise tasfiye amaçlı yürütülen politikaların yani zehrin şerbetle içirilmesi siyasetidir. Efendilerin sırça köşklerinden tüm ezilenleri kandırma maskaralıklarına son verdirilmesi için gerici üretim ilişkilerinin tümden reddini hedefleyen ve “Komünist bir dünya mümkündür” parolasının işaret ettiği radikal mevzilere dönme zorunluluğu gün gibi ortadayken, yazımız içerisinde “Eleştirel Yalancılık” eğilimine özel bir parantez açıp, halk gençliğini görev başına çağırmaya devam edeceğiz.
Eleştirel yalancılık eğiliminin ortaya çıkarttığı diğer bir önemli olgu ise kitlelerin pasifizasyonunu sağlamaya yönelik siyasetin alabildiğine yükseltilmesidir. Emperyalist-kapitalist sistem karşıtlığının her geçen gün daha fazla potansiyel taşıdığı dünyamızda 5 milyar insanın açık bir şekilde açlık ve yoksulluk içerisinde yaşadığını ve bu tablonun daha da derinleştiğini bilmekteyiz. Radikal mevzilere dönme sebeplerinin bilimsel bir şekilde gitgide arttığı dünyamızda “baldırı çıplakların” öfkesi daha şimdiden kontrol altına alınmaya çalışılmaktadır. O halde yazımızın akışı içerisinde mahiyeti yeterince anlaşılamayan, içlerinde Marksist mücadele geleneğinden gelen bir dizi ilerici veya alternatif sol cenahın da sistem ağlarına takıldığı, bu ağlara takılma işleminde, yeni akım küçük burjuva “Eleştirel Yalancılık” eğiliminin gördüğü işlevi anlatmaya ve madalyonun bir türlü görülmeyen, belki de görülmek istenmeyen yüzünü deşifre etmeye çalışacağız. Bu eğilimin burjuva fikir dünyasına hangi nitelikte bir katkı yaptığını açmadan önce eleştirel yalancılık ifadesinin en özlü deyişle, yanlışı doğruyla tersyüz etme siyaseti olduğunu belirtelim. Evrensel Kültür Dergisi’nin 129. sayısında detaylı olarak ele alınan eleştirel yalancılık eğilimi hakkındaki yazı ve bu minvaldeki politikaların, çeşitli türevlerle bir tür yanılsama yaratarak toplumun muhalif özneleri de olmak üzere önemli bir kesimine etki ettiğini de söyleyelim. Küçük burjuva ideolojisi ve kültüründeki bu yeni eğilimin içeriğine dair Eren Buğlalılar’ın kaleme aldığı
ideolojiler ya da hâkim sınıflar muhalif öznelere bazen açıktan saldırırken bazı dönemler ise bu kesimleri kontrolü altında tutabilmek için meşruiyetinin tanınması doğrultusunda söylemler üretirler. Fakat hangi siyasetin önceleneceği meselesi sınıflar arası güç dengeleri ve buna bağlı olarak doğru taktik politikaların üretilmesi ile alakalıdır. Eren Buğlalılar’ın özenle ele aldığı yazısından bazı pasajları konumuzu derinleştirmek maksadı ile alıntılamakta fayda görüyor ve sözü yazarımıza bırakıyoruz. “Burjuvazi halkı yok edebilseydi onu da yapardı. Fakat bu kez fabrikalarında kendisi çalışmak zorunda kalırdı. Oysa sürekli halka karşı bir nefret besleyen ve bunu çoğu kez açıkça dile getirebilen küçük burjuvazi gibi değildir o. Tekelci sermaye, devlet iktidarının ve halktan sömüreceği artı değerin önemini bilir. Stratejisini buna göre çizer: Halka düşman olunacak, fakat halk için çalışıldığı izlenimi verilecek. Yine de egemenlerin gözünde her yalanın yeri ve zamanı vardır. Kimi zaman umutsuzluk yalanını
51
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
52
yaymak düşmanın daha işine gelir. Kimi zaman ise sahte bir umut ileri sürer. Tıpkı silahı ve yalanı birbirinin destekçisi olarak kullanması gibi…” Bildiğimiz üzere Nazım Hikmet’in vatandaşlığının iadesi ve itibarının teslim edilmesi tartışmaları, itibar-ı sicili hayli problemli ve kabarık bir şahsiyet olan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından sıkça dillendirildi. Tekel işçilerini tehdit etmekten imtina etmeyen, 1 Mayıs arifesinde işçilere ayak takımı benzetmesi yapan ve göçük altındaki işçi ölümleri henüz taze iken ölümleri “kader” olarak dillendiren Erdoğan, aymazlıkta ve pişkinlikte sınır tanımadığını her defasında kanıtlamaktadır. Mahpus şiircisi ünvanı sahipliğindendir ki Nevzat Çelik’in Ahmet Kaya’nın yorumunda hafızalara kazınan “Saçlarına Yıldız Düşmüş, Koparma Anne” dizeleri,
Tayyip Erdoğan’ın sesinde 12 Eylül’ün asıl mağdurları olan devrimcileri, faşistlerle eşitleme pususuna dönüşebiliyor. Oysaki tüm bu demokratikleşme ve ilerleme yalanlarına rağmen ülkemiz ezilen sınıfları ve halklarımız, Aram Tigran’ın cansız bedeninden korkup, ebedi istirahatgahını dahi Brüksel’e sürenleri tanımakta, halk ozanı Ruhi Su’ya Ermeni ve sosyalist olduğundan dolayı yapılanları hatırlamakta, Gülten Kaya ve Rakel Dink’in gözyaşlarını mahkemelere nasıl taşıdıklarına yıllarca şahit olmaktadırlar. Bu arada Tayyip’in gözyaşlarının sınıfsal analizini bir tarafa bırakırsak Cumartesi Anneleri’nin gözyaşlarının da en az Fırat ve Dicle kadar coşkun ve hızla akarak Basra kıyılarına ulaştığını söylersek buna da kimselerin itiraz etmeyeceği aşikardır. Muhaliflerine yönelik sürekli söylem üretme arayışı içerisinde olan sistem kadın, Kürt veya siyahî olma gibi özelliklerin üzerinden sürekli propaganda yaparak toplumun ezen veya ezilen kategorileri arasındaki eşitsizlikleri perdelemeye çalışır. Bunu bir kadını başbakan yaparak ya da siyahî birini önemli bir pozisyona getirerek vitrin değişiklikleri üzerinden gerçekleştirdiği politikaları ile güncelleştirir. Bunu Tansu Çiller örneği, Barak Obama’nın ABD Başkanlığı ve bu şahsiyetlerin dönemlerinin politik yönelimlerinden anlamak mümkündür. Bir dönem ülkemizde başbakanlık yapmış Tansu Çiller’in, kendisi gibi kadın olan birçok ananın oğullarını ve kızlarını işkencelerden geçirttiği ve özel savaş yöntemleri ile önemli katliamların altına imza attığı gün gibi ortadadır. Barak Obama’nın siyah maskeli beyaz olarak seçilir seçilmez; Afganistan’a yapılan ilk operasyonda 90’ı çocuk 120 sivilin katledilmesinin altına imza atması hafızalarda tazeliğini korurken, AKP’nin Kürt kökenli milletvekili ve tasfiyeden sorumlu bakanı Beşir Atalay’ın Kürt açılımcısı pozculuğuna bürünmesi hiç de paradoks bir durum değildir. Çünkü aynı AKP’li “Kürt Milletvekili” Atalay, Avanoslardan gerillaların kellelerini talep eden yüzünü çok geçmeden sergileyecektir. Bilinçlerin bulandırılmaya ve mücadele dinamiklerinin zayıflatılamaya çalışıldığı başlıca aldatma yöntemlerini böylece fazlasıyla sıralamak mümkündür. Meseleye coğrafyamızda yaşanan sorunlar cephesinden baktığımızda; bir taraftan bu ülkede seksen yıldan fazladır Kürt ulusal sorunu vardır diyeceksiniz, diğer taraftan ulusal hareketi bunun üzerine bina edeceksiniz. Fakat çözüm arayışı içerisinde olduğunuzu her ifade edişinizde ise sorunun muhatabını askeri operasyonlarda katledecek, seçilmiş siyasetçilerini tutuklayacak, sokakta çocuklarını öldüresiye döveceksiniz ve varlık sebebini birdenbire keşfettiğiniz Kürt realitesinin temel koşullarından olan, bu halkın
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
diline ise “ne olduğu belli olmayan” bir dil diyeceksiniz. İşte size siyaset alanından eleştirel yalancılığın ulaştığı gayri-etik “nitel” aşama. Eleştirel yalancılık eğiliminin ortaya çıkarttığı diğer bir önemli olgu ise kitlelerin pasifizasyonunu sağlamaya yönelik siyasetin alabildiğine yükseltilmesidir. Emperyalist-kapitalist sistem karşıtlığının her geçen gün daha fazla potansiyel taşıdığı dünyamızda 5 milyar insanın açık bir şekilde açlık ve yoksulluk içerisinde yaşadığını ve bu tablonun daha da derinleştiğini bilmekteyiz. Radikal mevzilere dönme sebeplerinin bilimsel bir şekilde gitgide arttığı dünyamızda “baldırı çıplakların” öfkesi daha şimdiden kontrol altına alınmaya çalışılmaktadır. Üretim ilişkilerinin köklü bir şekilde reddini tasavvur etmeden değişikliğe gidilmesi önermesinde bulunan ve sorunun üretim araçlarının sahipliği meselesinden ileri geldiğini gizleyen bu anlayışın, pasifizasyonun gerçekleştirilmesinde nasıl bir önermede bulunduğunu Buğlalılar’dan alıntıladığımız tümcelerle anlatmaya çalışalım: “Azgın bir sömürünün işlediği bir ülkede, burjuvazi bir yandan kontrgerilla faaliyetleri yürütür ve halk örgütlenmelerine saldırırken, diğer yandan olası muhalefetin akabileceği alternatif ve ‘tehlikesiz’ yolları örgütlemek hiç değilse bunların önlerini açmak durumundadır. Genelkurmay Başkanı ’Türkiye maalesef terörle yaşamak zorunda’ derken bir itirafta bulunuyordu. Evet, bu ülkede sömürü yağma azgındır ve
direniş de elbet buna uygun şekillenecektir. Burjuvazi direnişi tamamen yok etmenin imkânsız olduğunu bilir. Bu nedenle halka ‘sizi ezeceğiz’, ‘örgütlerinizi dağıtacağız’ demek yerine ‘militan olmayan demokratik örgütlerde ya da sivil toplum kuruluşlarında örgütlenin’ der. Finansörünün bizzat tekelci sermaye olduğu kimi sivil toplum kuruluşları da sermayenin ideolojik aygıtları olarak, muhalif kitlenin pasifizasyonunu oldukça başarılı bir şekilde halletmektedirler. Ama yalan denilen şey, hakikatin olduğu yerde can bulur. Onlar yalan üretmek için durmadan çabalıyor olabilirler. Oysa bizler bir gerçeği üretiyoruz fabrikalarda, tarlalarda ve ofislerde. Kapitalizm ortadan kalkmadan, sömürü gerçeği ortadan kalkmaz. Bu gerçeği bastıracak kadar büyük bir yalan ya da güçlü bir silah bulunması imkânsız. Bizim hakikatimizse bazen bir resim, bir mavzer, bir gerilla türküsü ve nihayet özgür bir ülke olarak dikilecek karşılarına. Yılmadan yazmak ve söylemek, yılmadan savaşmak hakikat uğruna, özgürlük uğruna: İşte bu direncin karşısında ne yalan dayanabilir, ne zalim, ne de onun yıkılasıca düzeni.” Emperyalizm aşamasındaki kapitalizm sürekli eşitsizlikler yaratan toplumsal sistemin kara toprağı olmakla birlikte yalan söylemeye devam ederken; doğru söyleyenleri, haklının yanında olanları dokuz köyden kovmaya her türlü hile ile devam edecekse biz de ısrarla yaşasın onuncu köy demeye devam edeceğiz.
53
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
Neo liberalizmin Türkiye’deki İzdüşümleri
54
1917 Ekim Devrimi ile dünya yeni bir döneme girmiştir. Proletarya tarih sahnesine siyasal bir özne olarak girmiş ve artık 20. yüzyıl boyunca siyasal örgütleriyle döneme damgasını vurmuştur. Burjuvazinin en korkulu rüyası olan sosyalist ve yeni demokratik devrimlerin yaşandığı bu yüzyılda kapitalist devletler de kendi sömürü mekanizmalarının devamlılığı için belli başlı önlemler almışlardır. Özellikle 1929 yılında emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı krizle beraber bu önlemler arttırılmış ve “refah devleti” modeli olarak adlandırılan ve kapitalizmin sosyal devleti olarak görebileceğimiz bir yapılanma oluşturulmuştur. “Refah devleti” modelinde işçi sınıfına ürettiği hasıladan daha fazla pay verilmesi veya doğru bir deyişle işçi sınıfına ürettiği değerin daha az sömürülmesi prensibini merkeze alan bu modelde devlet burjuvazi ve proletarya arasında bir emniyet subabı gibi görev yapar. Devlet halen burjuvazinin yönetim işlerini düzenler; fakat yükselen sosyalizm karşısında tarafsız bir görünüme bürünerek sosyalleşir ve meşruiyet zeminini arttırır. İşçi sınıfının sendikalaşma ve sosyal hak taleplerine kulak tıkamaz aksine onları sisteme bağlamak için bu talepleri yerine getirir. Bu sayede
çoğu batı Avrupa ülkesinde işçi sınıfı, reformist sosyal demokrat partilerin tabanını oluşturmuş ve sisteme kanalize olmuştur. Refah devleti modelinin en önemli özellikleri kamu sektörünün yoğunluğu, işçi sınıfının örgütlülüğüne belli ölçülerde izin verilmesi, tam istihdam güvencesi, sağlık ve eğitimin önemli bir kısmının devlet tarafından yapılması ve diğer sosyal güvencelerin varlığıdır. 1980’lerden sonra ise 1970’lerin petrol kriziyle beraber oluşan süreçte “refah devleti” modelinin sorgulandığı ve yerine küreselleşme adıyla neoliberalizmin geçtiği bir dönemin başladığını söylemek mümkündür. 1980’ler ile beraber emperyalist ülkelerde işçi sınıfı hareketleri geriye düşmüş, sosyalizm tehlikesi ise Çin ve SSCB’deki geri dönüşler ile beraber azalmıştı. Bu konjonktürde emperyalist ülkelerin burjuvazisi kendi işçi sınıfının mücadelesiyle kazandığı haklarını bir bir geri alarak neoliberalizmin zeminini yarattı. İngiltere’de Thatcher, Amerika Birleşik Devletleri’nde ise Reagan dönemiyle simgeleşen bu neoliberal süreç kamunun geri çekilmesi ve hayatın bütün alanlarında özelleştirme ve piyasalaştırma süreçlerinin başlatılmasıydı. Tabii bu süreç sadece emperyalist ülkelerde
hareket etmek yerine, tarımdan eğitime, sağlık sisteminden geri dönüşüm politikalarına, güvenlik hizmetlerine kadar birbirinden çok farklı alanlardaki gündelik pratiğe odaklanıldı.”2 Çalışmanın teorik çerçeve bölümünde neoliberal süreci adeta karşı konulamaz ve tartışılamaz bir tözsel süreç olarak ortaya koyanların karşısına devlet/özel sektör ikileminin dışında bir cevap üretilme çabası temellendirilmektedir. Bu noktada yazarların makalelerinin çeşitli bölümlerinde değindikleri özel ve devlet alanının dışında bir kolektif alan vurgusu önemli bir yerde durmaktadır. Kitap ilk olarak neoliberalizm hakkında genel bir kavramsal çerçeve vermektedir. Bu konudaki küreselleşme üzerine olan çalışılmalardan bahsedilmekte ve serbest piyasa mantığının açmazlarına değinilmektedir: “1980’lerde Türkiye ve benzeri (“gelişmekte olan”) ülkelerde gerçekleş(tiril)en dönüşüm süreçleri, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslar arası kurumların öncülüğünde yürütülen “yeniden yapılanma” veya “yapısal uyum” programları çerçevesinde incelenmiştir. Bu programlar aslında “gelişmekte olan” ülkelerde 1980 öncesinde başat ekonomik model olarak uygulanmış olan ithal ikameci politikaların tasfiyesini hedefliyordu.”3 Daha sonra özellikle saha çalışmalarıyla ilgili analizlerde sıkça değinilen Bourdieu’nün alan kavramından hareketle oluşturulmuş kolektif, özel ve devlet alanlarının açıklaması yapılmaktadır. Bu alanların oluşmasında belirleyici olanı birey ve toplumsal grupların toplumsal pratiklerine bağlayan bu eserde özellikle kolektif alandan yana bir tavır sergilenmektedir. Dolayısıyla devlet ve özel alana sıkışmış neoliberalizm tartışmalarına da yeni bir çerçeve sunulmaktadır. “Oysa her alan bir somut sektörler veya kurumların ötesinde bireylerin veya toplumsal grupların gündelik pratikleriyle oluşturulmaktadır ve yeniden üretilmektedir. Burada alan kavramı Bourdieu’nün kullanımına yakın bir biçimde kullanılmaktadır. Alan, bir yandan gündelik toplumsal eylemler sonucu oluşurken, bir yandan da yeni toplumsal eylemlerin içeriğini belirleyebilmektedir.”4 “Bu üçüncü alan, devlet alanıyla özel alan arasında bir aracı rolü oynamaz; toplumsal ilişkileri ve hizmet sunumunu bu soyut ikiliğin arasındaki zorunluluk ilişkisinin ve mantıksal diyalektiğin dışına
Şubat-Mart 2011-53
ÖZGÜR DÜŞÜN
değil; yarı sömürge ülkelerde de yaşandı. Bir bakıma neoliberal süreç refah devleti süreci gibi tüm ülkelere yayıldı. Burada öne çıkan özelleştirme, işçi sınıfını başta olmak üzere tüm halkın demokratik kitle örgütlerinden uzaklaştırılarak örgütsüzleştirilmesiydi. Sivil toplum kuruluşlarının bir anda çoğaldığı bir dönem olan 1980’lerde aynı ölçüde sendikalar ve işçi sınıfı partileri ise bir gerilemeye girmiştir.1 Ülkemizde ise bu dönem Özal’ın “reformları” ile simgeleşmiştir. Ülke emperyalist tekellere açılırken bir yandan 12 Eylül süreciyle toplumun ilerici ve devrimci kesimleri zindanlara atılarak işkencelerden geçirilmiştir. Bu reformlarla ülkede işçi sınıfının örgütlenmesi zayıflatılmış; kamu kurumları adım adım özelleştirilmiştir. Bugün AKP ile devam ettirilen bu süreçte toplumun çeşitli kesimleri bundan etkilenmekte ve örgütsüz durumlarından kaynaklı zarar görmektedirler. Bir siyasal pratik ve kuram olarak neoliberalizm üzerine gerek akademik düzlemde gerekse çeşitli siyasal platformlarda sıkça söz edilmiştir. Fakat bunun ülke içindeki somut yansımaları üzerine yapılan, hele ki birebir çeşitli toplumsal grupların neoliberal siyasal pratikler karşısındaki durumlarını, itirazlarını ve karşı koyuşlarını ele alan çalışmalar henüz yeterli düzeyde sayılmaz. Genel olarak neoliberalizmin kuramsal çerçevesi ele alınırken bunun gündelik hayata birebir yansımaları ihmal edilmiştir. İşte çeşitli sosyal bilimcilerin, bu yansımalarla ilgili niteliksel saha çalışmalarını aktardıkları “Hacıyatmazı Devirmek” adlı kitap bu noktada önemli bir yerde durmaktadır. Kitapta hem neoliberalizmin tarihsel gelişimi ve kuramsal çerçevesi sunulurken hem de Türkiye’deki işçi, ev emekçisi kadınlardan sokak toplayıcılarına, özel güvenlikçilerden bürokratlara, gecekondu direnişçilerinden mevsimlik işçilere uzanan geniş bir toplumsal grup yelpazesinin özellikle 1990 sonrasındaki uluslar arası kurumların yeniden yapılandırma programları karşısında yaşadıkları deneyimler ayrıntılarıyla aktarılmaktadır: “Elinizdeki araştırma, genel hatlarıyla neoliberalizm konusu etrafında şekillenen ve niteliksel araştırma yöntemiyle yirmi ay boyunca yürütülen ortak bir çalışmanın ürünüdür. Bu çalışmada, bir yandan yirmi yılı aşkın bir süredir Türkiye’deki toplumsal ve ekonomik dönüşümlere damgasını vuran neoliberal pratiklerin etkilerinin, öte yandan da alternatif yol arayışlarının neler olduğunu/olabileceğinin ortaya konulması amaçlanmıştır. Ancak bunlar yapılırken, genel ve soyut bir neoliberal politika tanımından
55
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
56
çıkartarak, ‘kamusal’ sıfatına daha uygun ve daha özgür bir halde tasavvur eder. Farklı toplumsal kesimlerin tercihlerini, önceliklerini ve çıkarlarını içeren/yansıtan pratikler ancak bu kolektif alan içerisinde, söz konusu kesimlerin katılımıyla, mücadelesi ve müdahalesiyle gerçekleşebilir. Bunu bir örnekle açıklamaya çalışalım: Bir çiftçi uygun bir fiyata ürününü tüccara sattığında bu hem çiftçi hem de tüccar açısından özel alan nezdinde gerçekleşen bir eylemdir. Aynı çiftçi üyesi bulunduğu kooperatif aracılığıyla piyasalara ürününü sunduğunda, ürünün fiyatı, üreticilerin de bir kooperatif olarak müdahil oldukları kolektif alan içinde şekillenmiş olur. Kolektif bir oluşum üzerinden piyasaya katılan üreticiler, ortaklaştırabildikleri çıkarlarını, bireysel tüketicilerden daha iyi savunabilirler.5 “Kolektiflik, toplumun farklı kesimlerinin birlikte hareket etmesini ve bu hareket alanının daraltılmasına karşı mücadele etmeyi gerektirmektedir. Bunun için ortak çıkarları pazarlık konusu yapabilmeyi, anlaşmaya varabilmeyi ve beraberce uygulamaya geçebilmeyi geliştirmek gerekir. Bu ise farklı grupların birbirlerini, sınırlı bir imkan ve fırsatlar kümesini bölüşen rakipler olarak değil de, kamusal mekan ve kaynakları beraberce inşa eden ortaklar olarak görmeye başlamalarını gerektirir.”6 Kitaptaki makalelerde niteliksel saha araştırmalarındaki sonuçlar aktarılırken neoliberalizmin sadece mağdur taraflarını değil; “kazananlar”ı da ortaya konmaktadır. Neoliberalizmin avantaj sağladığı toplumsal gruplardan pasajlar aktarmak ve neoliberalizmi olumlayan mağdur kesimlerin açıklamalarını koymak, kitabın genel olarak neoliberalizme karşı duruşuna bilimsel bir objektiflik kazandırmaktadır. Örneğin Yıl-
dırım Şentürk’ün bürokratlarla ilgili makalesinde ve Mustafa Eren’in POAŞ’ın özelleştirilme sürecini aktardığı çalışmasında sadece özelleştirmeci ve piyasacı anlayış sorgulanmamış aynı zamanda devletçi anlayışın eksikleri ve çıkmazları da masaya yatırılmıştır. Bu konuda bürokratlar ve işçilerin yorumları aktarılarak söz konusu sürecin daha sağlıklı kavranabilmesi sağlanmıştır. Aslında burada bahsedilen ve eleştirilen devletçi anlayışın kamusallığından öte kırtasiyeci ve hiyerarşik yanlarıdır. Aynı zamanda neoliberal saldırılara karşı her toplumsal pratiğin mutlak olarak başarıya ulaşacağı tezi de kitapta sorgulanmaktadır. Bu konuda Ebru Aykut’un ev işçilerini ve bunların Esenyurt bölgesinde oluşturdukları “İmece” örgütlenmesini konu edindiği çalışmada post-fordizmin emekçilerin yaşamına getirdiği belirsiz ve güvencesiz çalışma koşullarına rağmen sağlam ve kalıcı bir örgütlenme oluşturmanın çok da kolay olmadığı vurgulanmıştır. Buna benzer biçimde Yıldırım Şentürk’ün Fiskobirlik’teki son gelişmeler çerçevesinde fındık üreticileri ve mevsimlik işçileri ele aldığı yazısında her iki kesimin birbirine karşı etnik ve toplumsal önyargılarının, tarımda uygulanan neoliberal politikalara karşı geliştirilen direniş ve birliktelikleri zayıflatıcı bir etken olduğu tezi savunulmuştur. Eylem Akçay’ın makalesinde ise sokak toplayıcılarının, neoliberal genişlemenin atıklara dahi el atma durumuna karşı örgütlenmesini engellemek için devlet ve özel alanların “dayanışma”sı ortaya konmuştur. Bu bir bakıma, neoliberal düzenleme kurumları olarak da nitelendirilebilecek IMF ve Dünya Bankası’nın yerel uygulamalarındaki taşeronluğunun, belediyeler ve üst düzey devlet memurları aracılığıyla yapıldığını göstermektedir. Kitapta ayrıca emek sömürüsünün toplumsal cinsiyet çerçevesinde yeniden analiz edildiğini görmekteyiz. Bu konuyla ilgili Novamed grevi sürecinin analiz edildiği yazı anlamlı bir yerde durmaktadır. Çalışanlarının çoğunun kadın olduğu, yoğun bir emek sömürüsünün gerçekleştiği “serbest” bölgelerin birinde konumlanmış ve uluslararası bir şirkete bağlı Novamed fabrikasında yapılan grevin hem sonucu hem de yaşanılan deneyim süreci bakımından değerlendirildiği yazıda, neoliberal politikaların ataerkil zihniyetlere nasıl eklemlendiği de açıklanmaktadır. Özel güvenlikçilerin konu edildiği bir başka yazıda ise 1980 sonrası dönemde, devletin şiddet tekelini piyasaya devretme süreci değerlendirilmektedir. Neoliberalizmin yarattığı gelir dağılımı adaletsizliği güvensizlik, belirsizlik ve emniyetsizliği doğururken; yazıda bu durumun neoliberalizmin kendisi tarafından nasıl bir “fırsat”a dönüştürüldüğüne değinilmektedir. Bu kitap genel olarak, Türkiye’deki çeşitli toplumsal grupların neoliberal süreç içerisinde nasıl bir yere doğru gittiklerini analiz ederken piyasanın önceliği yaklaşımı eleştirilmekte alternatif olarak kolektif alanın genişletilmesi fikri üzerinde yoğunlaşmaktadır:
konusunda ayrıntılı bir analiz çabasına girilmemiş; Novamed işçileri, Fiskobirlik ve İmece kooperatifleri deneyimlerine ayrı bir vurgu yapılmasının dışında bir alternatif örnek gösterilmemiştir. Dolayısıyla çalışmada verilen örnekler ne kadar zengin olsa da neoliberal sisteme karşı alternatif örgütlenme ve yeni bir toplum arayışı noktasında yetersiz kalmıştır. Özellikle günümüz sivil toplumcu anlayışı kitaba belli ölçülerde etki etmiştir. Fakat yine de bu çalışma neoliberalizmin son yıllarda ülkemizdeki etkilerini gündelik pratikler ve çeşitli toplumsal kesimler üzerinden inceleyenler açısından önemli bir çalışmadır. Özellikle neoliberal politikaları anlamak ve değiştirmek isteyenler için bu eser önemli bir kaynak olacaktır.
Şubat-Mart 2011-53
ÖZGÜR DÜŞÜN
“Özellikle eğitim, sağlık, konut ve güvenlik hizmetleri sosyal haklarla ilişkilidir ve neoliberalizmin bu alanlardaki etkisi, kişilerin bu haklardan(en azından eşit bir şekilde) yararlanamamalarına neden olmaktadır. Söz konusu dört alanda da, gelir düzeyindeki farklılaşmalar, kişilerin bu hizmetlerden ne şekilde/derecede faydalanabileceği noktasında belirleyici görünmektedir. Bu bağlamda, her bir alt-sahadaki kişilerin ve toplumsal grupların yaşamlarının piyasanın öncelikleri uyarınca kurgulanmasının ne kadar sorunlu bir yaklaşım olduğu görülmektedir. Örneğin, bu dil içinde tanımlanmış ‘kota’ veya ‘verimlilik’ gibi kavramlar katı atık toplayıcılarının yaşam ve çalışma koşullarını kolayca hesabın dışında bırakmaktadır. Benzer biçimde, fındığın sorunları tartışı-
Kitapta ayrıca emek sömürüsünün toplumsal cinsiyet çerçevesinde yeniden analiz edildiğini görmekteyiz. Bu konuyla ilgili Novamed grevi sürecinin analiz edildiği yazı anlamlı bir yerde durmaktadır. Çalışanlarının çoğunun kadın olduğu, yoğun bir emek sömürüsünün gerçekleştiği “serbest” bölgelerin birinde konumlanmış ve uluslararası bir şirkete bağlı Novamed fabrikasında yapılan grevin hem sonucu hem de yaşanılan deneyim süreci bakımından değerlendirildiği yazıda, neoliberal politikaların ataerkil zihniyetlere nasıl eklemlendiği de açıklanmaktadır.
lırken Güneydoğu’dan fındık toplamaya gelen yevmiyeci işçiler ancak ‘masraf kalemleri’ olarak ele alınmaktadır. Bizim çalışmamız, doğrudan kolektif yararı öne çıkararak alandaki işleyişe müdahale etmeyi öngörmektedir. Bu anlamda, geliştirmeye çalıştığımız alternatif ‘kolektif alanın genişletilmesi’ olarak tariflenebilir. Bu alternatif yaklaşım, yeni bir toplum modeli sunmaktan ziyade, yeni bir toplumsal yönelimi tanımlamaya çalışmaktadır.”7 Kitaba bütünsel olarak baktığımızda bu genel anlayışın tüm yazılarda var olduğunu söylemek mümkün. Devlet ve özel alana alternatif olarak sunulan bu alanın nasıl oluşturulacağı veya genişletileceği
DİPNOTLAR: 1) Refah devletinin çıkmazları ve 1970’lerdeki dönüşümüyle ilgili bkz. Fikret Başkaya, Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü, İstanbul: Özgür Üniversite Yayınları, 2004. 2) Hacıyatmazı Devirmek – Neoliberal Pratiklere Karşı Kolektivite, Yayına Hazırlayanlar, Yıldırım Şentürk & Sibel Yardımcı İstanbul: Kalkedon Yayınları, 2010, s. 13. 3) Age, s. 14. 4) Age, s. 21. 5) Age, s. 23. 6) Age, s. 29. 7) Age, s. 395.
57
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
Eylül ayı artık güzelliğini kaybetmiş, hüzün ve gözyaşı bırakmıştı Hülükkuşağı köyünün üstüne. Aradan uzun yıllar geçmişti. Tüm acıları derinliklerine gömmüş bu topraklar, Behzat’ın çığlığını gömemiyordu derinliklere. Behzat hep taze bir cemre gibi düşmüştü Dersimlilerin göğsüne. Yıllar geçtikçe Behzat büyüyordu genç ve yaşlıların gözlerinde. Yaşlılar Behzat gittikten sonra “O kadar güzel bir çocuktu ki insan kıyamazdı bakmaya, baktığında doyamazdı o güzelliğe” diye konuşuyorlardı. Ve o günden beri, oğlunun acısıyla yas tutan Firik Baba toprak damlı evinde yüreğini tüm dünyaya kapattı. Acısı, gözyaşları hayatı boyunca hiç dinmedi. Yıllar eskidikçe anıları biraz daha dirildi. Uzun yıllar boyunca her sabah şafakla birlikte Firik Baba’nın gözleri uykudan arınırdı. Ağır aksak doğrulur yatağından ve dağlara bakardı şafakta. Dağlara yaslanan bu bakışlarında Behzat’ın suretini görür, bakışlara sığmayan coşkun bir hasret olurdu Behzat. Dağlara bakınca dualar dökülürdü dudaklarından; çünkü Behzat’lar dağların toprağındaydı. Tomurcuklanmaya hazır birer sevda şiiri gibiydi her biri. Ve Firik Baba her biri için şiirler diziyordu dilinde. Dervişcemal aşiretinin şah damarı olan Dersim’in bu yaşlı dağı, bir tarihin aşkını, acısını, hüznünü ve sevincini taşıyordu. Kara gecelerde ışık olup akıyordu duaları… ****
BİTMEYEN Gökyüzünün koyuluğunda kaybolan düşlere karıştı sessizce. Gecenin koyuluğu yıldızlarıyla birlikte dağların doruğuna ve oradan da saçlarına kadar indi. Gözlerini geceye verdi ve kendi düşünü aramaya koyuldu o koyulukta. Yürüyordu... Zamansız ve dilsizdi düşleri, kavgalara sarılmış, dilini kaybetmiş bir çocuk ağlıyordu yüreğinde. Sararmış dalından kopmuş her bir yaprak, demir çubuk gibi saplanmıştı toprağa. Ve adımlarının altında yaprakların kırılgan sesi kulağına işliyordu. Attığı her adımda toprak kanıyor, kanayan her göz bir dil oluyor, bir çocuk ve bir ana oluyordu yüreğinde. Patika önünde uzadıkça uzuyordu. Adımlarını hızlandırdı. Önünde giden yoldaşlarına yetişmek için hafiften koştu. Bu patikayı geçip ormanın gece kadar koyu olan yerinden Hülükkuşağı köyüne gireceklerdi. Öndeki yoldaşla-
ÇIĞLIK -258
rından gelen sesle irkildi: “Senin adının anlamı bu topraklarda saklı Behzat, tam bu ormanın içinde yıllar önce Behzat yoldaş…” dedi ve sustu. Yürümeye devam ettiler. Bu kadar uzun yürüyüşe pek alışkın değildi; ama uzun olmuştu gecelerin kokusunu duymayalı. Sevindi, içinde kıpırdayan gülümseme dudaklarına yansıdı... Başını kaldırıp ay ışığının altında asileşen sarp kayalıklara baktı. Bu dağlarda olmayı çok istemişti ve sonunda bu dağlardaydı işte... Dağlar, ayın ışığıyla ayağa kalkmış gibiydi. Her baktığında bu dağlar bir şarkı mırıldanıyor, köylerden yükselen klamlar süslüyordu dorukları. Her notasıyla sevinç, acı, gözyaşı ve sevda taşıyordu kayalıklara. Dağlar kendi şarkısına tutkun, kendi şarkısına sevdalıydı. Düşlerinden arındı; bu ilk yürüyüşü oldukça çetin geçmişti. Heyecanlıydı… Köye vardılar. Köyde elektrikler kesik olduğundan kısık gaz lambasının ışığında oturdular. Gülüşmeler eğlenceli sohbetler arasında evin bir köşesinde oturmuş sessiz genç, gözlerden kaçmıyordu. Azime Ana elindeki peyniri masaya koyarken gözlerini köşede oturan sessiz gence çevirip “Bu kim? Yine nerden bulup kandırdınız, kendinize yetiştirdiniz?” diye sordu. “O bizim Behzat yoldaşımızdır” dedi içlerinden biri. Azime Ana’nın yüreği gibi elleri de titredi Behzat’ın adını duyduğunda. Elindeki peyniri yere indirdi, bakışlarını Behzat’ın gözlerine akıttı ve oğlunun bir bedende daha can bulduğunu düşünerek hafiften gülümsedi. Kara bakışlarını yere dikti Behzat. Sessizce oturan Firik Baba’nın gözleri açıldı Behzat ismini duyduğunda. Başını kaldırıp köşede oturan gence baktı. Gaz lambasının ışığından yüzünü seçemiyordu. Kafasını eğdi. Tekrardan köşeye iliştirdi bakışlarını. Gaz lambasının sönük ışığı hafiften yüzüne vuruyordu Firik Baba’nın. Gözleri köşede oturan genci görmese de gözlerini o köşeden alamıyordu. Hazırlanan sofranın etrafında toplandıklarında Firik Baba’nın bakışları Behzat’ı gördü. Yüreği dağlandı, elini sakalına götürdü. Yüzündeki hafif gülümsemeyi oğluna benzetti. İçinde biriken gözyaşını sakladı. Fakat ağzını açıp tek kelime etmedi; çünkü küskündü oğlunun yoldaşlarına. Gelen misafirler karanlığa karışıp ay ışığı altından yürüyüp gözden kaybolduklarında Firik Baba oturduğu yerden kalktı, evin içinde yürümeye başladı. Şafak sökmeye yüz tuttuğunda akşam eve gelen Behzat’a okudu dualarını. Gün ışığıyla birlikte, Firik Baba elinde bir sopayla dengesini sağlamaya çalışarak, ağır aksak yürüyordu köyün dışındaki mezarlığa doğru. Ağır adımlarla hayallerinde yürümeye başladı. Seyit Rıza’nın yanı başında babasıyla otururken buldu kendini. Babasıyla köy köy gezip tamburuyla cem tuttuğu yılları, Laç
min etti parçası olduğu masalı, anıyı, zulmü, acıyı, coşkuyu, kavgayı anlatmaya ve yaşatmaya. Her yemin bir çığlık, her çığlık bir güvercin ve her güvercin kızıl bir karanfil oldu. Yıldızlar saflara durdu ve güneşi doğurdu. Sloganlar zılgıtlar, ezgiler eşliğinde Behzat uğurlanmaya hazırlanıyordu. Oğlunun celladı karşısındaymış gibi irkildi düşlerinden, vücudu kas katı kesildi. Yavaşça kalktı yerinden sıcak bir dokunuşla Behzat’ın mezarındaki toprağın üstünde elini gezdirdi. Başucuna dikilen taşa dokundu öptü ve elinde sopasıyla, göğsünde Behzat’la birlikte eve doğru ilerledi. Başına sardığı renkli puşisinin ucu sarkmıştı ve alnındaki çizgilere dokunuyordu. Behzat’ın anısı gözlerinin etrafındaki derin çizgilere oturmuştu. Üstündeki hırka ve kareli gömleği ile kürsüde oturuyordu. Sırtını, evinin sıvası dökülmeye hazır duvarına dayadı. Tütün tabakasından sardığı sigarasını sigaralığına yerleştirdi ve yaktı. Tüm dumanı içine aldı. Behzat’ın yakıldığı ormana doğru aktı bakışları. Tüm bedeni Behzat oldu. Gözleri doldu… Behzat’ın gidişinin üzerinden uzun yıllar geçmişti. Ama Firik Baba’nın yüreğinde daha dün gibi tazeydi acısı. Yüreği o günü her an yaşıyordu. Yaşadığı derin acı Firik Baba’yı sessiz kılmıştı. Behzat’ın diri diri yakılışından bu yana sakalını hiç kesmemişti. Uzamış sakallarına elini her götürdüğünde, Behzat yüreğinin orta yerinde sancıyordu. Sararmış büyük elleriyle duvarda asılı olan üç telli Tamburu aldı. Üç teline dokundu. Tamburun sesi içini titretti. Ve Behzat gözlerine dolup yaş olmaya hazırlanırken hatırlayamadığı şairin dizeleri ezgi olup curaya eşlik etti: “Yüzün şems-i kamer gözlerin nurdur /Aynı hilale benzer kaşların” söylemeye başladı. Tamburun sesi, Firik Baba’nın sesiyle coştu. Sesi doruklardaki Behzat’lara ulaştı, sel olup Hülükuşağı’na aktı. Gözlerinden akan her damla yaş, sakalının her telini beyaza çevirdi. Ve sakalının son siyah teli, gözlerinden akan yaşla beyaza büründü. Sakallarının ucundan curanın üstüne düştü gözyaşı. Üç telin arasından Tamburun son teline değip parçalandı. **** Gece kendini Hülükkuşağı üzerine serdi, Dersim karanlığa büründü. Suların sesi durgundu o gece. Behzat’ı yatırdıkları yer döşeğinde yatmak istedi. Firik Baba yer döşeğini serip döşeğin içine girdi… Ve Dersim’in İnsane Kamillerinden Firik Baba (Seyfi Firik) 10 Temmuz 2007 sabahı Behzat’a kavuştu. Firik Baba’nın başına bağladığı renkli puşisini çıkarıp bedeninin üstünü kapladıklarında, tüm Ovacık ve köylüleri Hülükkuşağı’na aktı. Yer gök Firik Baba oldu, yer gök Behzat…
Şubat-Mart 2011-53
ÖZGÜR DÜŞÜN
Deresi’nin zirvelerinden Demenan aşiretinin tugaylara geçit vermeyen mavzer sesleri kulağına geldi. Adımlarını daha yavaş atmaya başladı. Başını eğip toprağa bakarak yürümeye devam etti. Tujik Dağı’nın eteğinde ihanet, kanlı bıçağını isyanın ortasına vuruyordu ve Alişer ölüyordu. Alişer’in mısraları dudaklarından dökülmeye başladı “Arslanlar yurdudur tilkiler girmez, Gerçekler sırrıdır akıllar ermez, Evliyalar gülüdür zalimler dermez…” ve yürümeye devam etti. İksor Vadisi’nde katledilen kadınların ve çocukların suretleri toprakta belirdi. Postalın altında ezilen bir bebek yerleşti yüreğine. İçi ürperdi. Başını kaldırdı, mezarlığa doğru göz ucuyla baktı. Yakalandığı anı ve yasaklı olduğu yıllarda babasıyla birlikte gizlendikleri sığınakta çektikleri yalnızlığı düşündükçe omuzları düşüyordu. Göz bebeklerine Azime Ana’nın hayali oturdu. Çektiği bütün sevinçlerin, acıların, gözyaşlarının yegâne tanığı ve ortağıydı Azime Ana. Mezarlığa varmadan durdu. Gökyüzüne baktı; kör bir yel vardı havada. Dağlardan keskin kekik kokusu yayılıyordu bu yelin kanatlarında. Sular coşkulu akıyordu. Suların sesi Behzat’ın sesi olup rüzgâra karışıyordu. Yavaşça Behzat’ın mezarına doğru ilerledi. Alışamamıştı bu ölüme, mezara yaklaştıkça dizleri titriyordu. Hala dün gibiydi Behzat’ın toprakla buluştuğu gün. Göğsü sıkıştı, ağırlaştı. Yakılan ağıtlar yankılandı kulağında. Mezara vardığında tüm dünya Behzat’tı artık onun için. Kulaklarında yankılanan ağıtlar Firik Baba’yı o güne götürdü. O gün tüm canlılığıyla gözlerinin önüne geldi. O gün, Behzat’ın toprakla buluştuğu gün… Behzat’ın cenazesi köylülerin omzunda köyün içine geldi. Soğuk bir yel esmeye başlamıştı. Akşamüzeriydi. Eylül ayının güzelliği kaybolmuş gibiydi. Tüm ağaçlar yapraklarını düşürmüştü o gün. Bir yer döşeğinin içine koydular Behzat’ın bedenini. Karanlık artık kendini hissettirmeye başlamıştı. Kadınlar çevresinde oturdular yer döşeğinin. Döşek küçüktü. Üstüne büyükçe bir yorgan örtmüşlerdi. Ağıtlar yakan anaların sesleri bir taşı parçalayacak kadar güçlü ve içtendi. Ağıtlar türkü gibi akıyordu gözyaşlarıyla birlikte. Ölüm hiç bu kadar zalim olmamıştı bu anaların yüreğinde… Tüm köy halkının dizlerinin ışığı sönmüştü, hepsinin dili lal olmuştu. Sabaha kadar ateşler yandı yatağın başucunda. Deyişler çalındı, dualar okundu. Behzat yatağında yatıyordu. Haber elçiler aracığıyla diğer köylere gitti. Sabah yer gök Behzat oldu… Her evde, her yerde Behzat’ın yakılışı geziyordu. Tüm Ovacık köyleri, insan seli olup Hülükkuşağı’na aktı. Kalabalık büyüdü… Her yönden köye kalabalık guruplar halinde geliyorlardı. Genç, yaşlı, çocuk herkes oradaydı. Gençlerin yumrukları göklere çıkıyordu. Gökyüzüne bakmaya cesaret eden her göz o anda ye-
59
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
kitaplık
REALİST ROMANIN BÜYÜK USTASI: TOLSTOY
Savaş ve Barış
Bütün dünyada on dokuzuncu yüzyıl edebiyatının en büyük eseri SAVAŞ VE BARIŞ’tır. MAKSİM GORKİ
60
Dergimizin 52. sayısında Balzac’ın Goriot Baba romanını tanıtmaya ve romana dair düşüncelerimizi belirtmeye çalışmıştık. Bu yazımızda da klasikleşmiş bir roman olan SAVAŞ VE BARIŞ’ı tanıtmaya çalışacağız. Yine romana dair düşüncelerimize ve TOLSTOY’un tarih anlayışına kısa bir değinide bulunacağız. Kitabın tanıtımına geçmeden önce dergimizin 52. sayısında olduğu gibi yazar hakkında kısa bir bilgi vermeyi uygun buluyoruz. Lev Nikolayeviç TOLSTOY 1828 yılında doğmuş, 1910 yılında ölmüştür. Zengin bir toprak ağasının çocuğudur. Kont unvanına sahip bir aristokrattır. Aristokrat bir aileden gelse de hiçbir zaman sınıfının kültürünü tam anlamıyla benimsememiştir. Bu du-
rumu “İtiraflarım’ın girişinde şöyle özetler; ‘Ben Ortodoks Hıristiyan inancına göre vaftiz edildim ve yetiştirildim. Bu inanç bana çocukluk ve gençlik yıllarım boyunca öğretildi. Ne var ki, on sekiz yaşında üniversiteyi ikinci sınıfta terk ettiğimde geçmişte bana öğretilen şeylerin hiçbirisine inanmıyordum. Belli hatıralardan çıkarabildiğim kadarıyla, bana öğretilenlere ciddi olarak inanmamıştım. Sadece öğretilenlere ve etrafımdaki büyüklerin inançlarıyla ilgili söylediklerine güvenmekle yetiniyordum. Ancak bu temelsiz bir güven duygusuydu.’ ”1 Tolstoy bunları söylese de kendine özgü Hıristiyanlık inancı olan bir dindardı ve onu kaderci bir anlayışa yönelten de bu dindarlığıydı. Buna rağmen Tolstoy gerçekçi sanat anlayışının Rus ve dünya edebiyatındaki önemli temsilcilerinden biriydi. Ve “Lenin, Tolstoy’u ‘Rus devriminin aynası olarak adlandırıyor…’ ”2 Tolstoy’un bu durumu bir çelişkidir. Ve Tolstoy’u büyük bir yazar yapan da bu çelişkidir. “Bir yazar, gerici öğeleri içeren görüşler taşıdığı halde toplumsal gelişimin
başlar. Prenseslerin, prenslerin, kontların, konteslerin, generallerin ve hatta kralın katıldığı suvarelerdir bunlar. Bu eğlenceler o dönemin yüksek sosyetesinin yaşamındaki önemli parçalardan biridir. Feodal aristokrasinin kültürü bu toplamın her hareketinde kendini hissettirir. Yazar bu eğlencelerde, Rus aristokrasisinin yaşam karşısında takındığı felsefi, tarihi, siyasi görüşlerini mükemmel diyaloglarla okurlarına sunar. Ayrıca betimlemeleri diyalogları destekler ve bütünlüklü bir algı yaratır. Yüksek sosyeteyi bir araya getiren suvareler aynı zamanda aristokratların birbirleri ile ilişkilerini tüm gerçekliği ile yansıtır. Bu suvareler aynı zamanda bir av partisine benzer. Genç erkekler zengin ve güzel hatta güzel olmayan fakat zenginliğin tılsımıyla bir an da güzelleşen kadınların etrafında pervane olurlar. Maksat onların gönüllerini kazanabilmek ve ekonomik olarak geleceği garanti altına almaktır. Yani evlilikler ekonomik çıkarlar üzerine yükselir. Sevginin de bir meta değeri olur. Binlerce dönüm arazi, büyük çiftlikler, bir unvan gibi… Buna en güzel örnek Nikolay Rostov’un evlerinde yaşayan mal varlığı olmayan Sonya’yı sevmesine rağmen Prens Andrey’in kardeşi Mariya ile yaptığı evliliktir. Nikolay annesinin zengin bir kadınla evlenmesi gerektiği yönündeki ısrarlarını önceleri reddeder. Fakat zaman içerisinde seçimi binlerce rubleye sahip Mariya olur. Aynı zamanda halk yoksulluktan kırılırken zengin sofralar saatlerce süren danslar, şen kahkahalar samimiyetsiz ilişkiler ve bunların üzerine oturan politik bir atmosfer, Rusya’nın çıkarları, gelecek savaş konuşulur. Rusya’nın çıkarları ise feodal aristokrasinin çıkarlarından farklı değildir. Savaşın en şiddetli olduğu zamanlarda, Napoelon’un ordusunun Moskava’yı yaktığı durumda bile, Petersburg’da bu eğlenceler devam eder. Rus halkı savaşın ateşiyle yanarken, yoksulluk ve acı içinde kıvranırken… Yani yönetenler için hayat
Şubat-Mart 2011-53
ÖZGÜR DÜŞÜN
herhangi bir evresinin temel etmenlerini açıklayabilir ve betimleyebilir; bu onun içtenliğinin nesnel değerini küçültmez.” (3) Tolstoy da böyle yazarlardan biridir. Bir sinema sanatçısının kamerasını halka çevirip onun yaşamını kayda alması gibi o da kalemini halka çevirmiş ve yazının büyüsüyle tasvir etmiştir. Yazarın birçok eseri vardır: ‘Savaş ve Barış’, ‘İvan İlyiç’in Ölümü’, ‘Kazaklar’, ‘Hacı Murat’, ‘Diriliş’ ve ‘Anna Karenina’ önemli eserlerinden birkaçıdır. Tolstoy eserlerinin konusunu yaşanmışlıklardan alan bir yazardır. Savaş ve Barış romanının konusunu da oluşturan yaşanmışlıklardır. Yazarın romanına başlama hikâyesi de çok ilginçtir. Aslında Tolstoy ilk başta Sibirya’ya sürülen ve orada otuz yıl kaldıktan sonra dönen bir Dekabrist’in romanını yazmayı düşünür. Romanın konusu köleliğin kaldırılmasından kısa bir süre önce yani 1856’da başlayacaktır. Bu düşüncesinden vazgeçip Dekabrist 4 ayaklanmanın başladığı tarihe gitmeye karar verir. Burada da duramaz, kahramanın gençlik yıllarına yani 1812 yılındaki kurtuluş savaşına kadar gider, bu savaş da 1805 yılında cereyan eden olaylarla bağlantılı olduğu için romanı 1805 yılında başlatır. Eserin konusu genişledikçe yazarın işi de zorlaşır. Sonunda Tolstoy 1812 yılındaki Rus ulusunun Fransız’lara karşı vermiş olduğu karşı koyuşu temel alır ve eserine Savaş ve Barış adını verir. Savaş ve Barış oldukça hacimli bir romandır. Tolstoy’un sanatı, bu kadar uzun bir romanın her cümlesinde varlık bulmuştur. Romanın önemli bir kısmı 1805 ve 1813 yılları arsında geçmektedir. Özellikle 1812 yılının anlatıldığı kısımlar roman için oldukça önemlidir. Tarih 1805’tir. Tolstoy romanına, romanda sıklıkla karşılaştığımız bir suvareyi (Rusya’da akşamları gerçekleştirilen eğlencelere verilen addır) anlatarak
61
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
62
normal seyrinden çok farklı bir durumda değildir. Bugün ülkemizde de büyük eğlenceler düzenleyen “jet” sosyete Rus aristokrasisi gibi halkın yaşam mücadelesinden uzakta bir yaşam sürmektedir. Onlar için açlıktan ölen iki yaşındaki bebeğin ya da sokakta dövülen emekçilerin ve öğrencilerin bir önemi yoktur. İstanbul’un eğlence mekânları modern efendilerin zevk ve sefa sürdükleri yerlerdir. Ve onlar buralarda 1812 yılındaki Rus aristokrasisinin ikiyüzlülüğünü ve çürümüşlüğünü sadece günümüz koşullarında icra etmektedirler. Halka karşı aynı nefret bugün onların benliklerindedir. Romanın yüzlerce karakteri vardır. Bunlar içerisinde Piyer, Prens Andrey, Nataşa, Nikolay, Mariya yani Bezuhovlar, Bolkonskiy’ler ve Rostov’lar önemlidir. Tolstoy bu aristokrat ailelere mensup kişiler özgülünde Rus toplumunun panoramasını çizer. Bu karakterler arasında geçen ilişkiler, karakterlerin düşünsel ve duygusal gelgitleri toplumun içerisinde bulunduğu duruma göre değişiklikler gösterir. Rostov ve Bolkonskiy aileleri Rusya’nın -kökleri eskiye dayanan- iki büyük aristokrat ailesidir. Yazar bu iki ailenin bireyleri aracılığıyla 1800’lü yıllarının aristokratlarına ait ideolojiyi çok güzel anlatır. Bu bireylerin iş, aşk, evlilik, sanat vs. yaşamlarını, sosyal ilişkilerini, düşünsel çalkantılarını yani onların yaşamlarının bütün ayrıntılarını giydikleri elbiselerin kıvrımlarına dek betimler. Bu ailelerin bireyleri suvarelerin başkişileridirler. Aşk ve evlilik meseleleri romanda önemli bir yer tutar. Özellikle Nataşa, Prens Andrey ve Kuragin arasında geçen olaylar romanın seyri içerisinde önemlidir. Romanda ilginç bir durum da vardır. Romanın sonuna kadar yazar, Mariya karakterini erkekler için hep çirkin biri olarak çizer. Fakat romanın sonuna doğru Mariya’nın çirkinliği kendine has bir güzelliğe dönüşür. (Nikolay ile evlenir. Evliliğin temel sebebini daha önce belirtmiştik) Bu durum bir çelişkidir. Tolstoy bu zıtlıklardan ve bunların birbirine dönüşümünden olayları anlatırken oldukça yararlanmıştır. Bu yöntemi romanın birçok sahnesinde görürüz. Rusya’da hayat her an bir savaşın başlaması ihtimaliyle akmaktadır. Bir sürü genç askere yazılmıştır. Napoelon ordularıyla batıya doğru ilerlemektedir. Kısa süre içerisinde yükselmiş biri olan Napoelon Avrupa’yı tek bir imparatorluk altında birleştirmek istemekte ve Rusya’ya doğru önündeki engelleri kaldırarak ilerlemektedir. Rus ordusu da müttefiki olan Avusturya ordusu ile Fransızlara karşı bir harekâta hazırlanmaktadır. Aristokrasinin eğlence gecelerinin sohbet konusu bu savaş ve Napoelon olur. Yani Napoelon’u ortaya çıkaran Fransız İhtilali, Fransız İmparatorluğu’nun Avrupa’yı hükümranlığı altına
almak istemesi buna karşı Rus aristokrasisinin yani saray çevresinin Çar I. Aleksandr’a biçtiği misyon konuşulur. Saray çevresine göre “İyi yürekli ve üstün insan olan Çar’a Tanrı bir ödev vermiştir, bu ödev haydut Napoelon’un yarattığı ihtilal denen deccalı boğmaktır.” Saray çevresinde genel olarak meseleye yaklaşım budur. Ancak Piyer Napoelon’a karşı bir hayranlık beslemekte ve ihtilali desteklemektedir. Prens Andrey de ona katılmaktadır. Suvarelerin politik atmosferi de bu şekilde örülmektedir. Tolstoy savaşa neden olan koşulları ve savaş öncesi Rus ordusunun acınası zor durumunu da anlatır. Anlattığı şeyler kronolojik bir seyir izler. Ve savaş kapıyı tıklatmıştır. Rus ve Avusturya orduları Austerlitz savaşında Napoelon’a kaybederler. Bir de Şengraben savaşı vardır. Yazar bu savaşın sahnelerini yücelterek anlatır. Romanın önemli kahramanlarından olan Prens Andrey Austerlitz savaşında yaralanır ve esir düşer. Tolstoy savaş sahnelerini öyle güzel ve en ince ayrıntısıyla anlatır ki; sanki bir süvarinin atıyla, elinde kılıcı, dörtnala kendi üzerinize geldiğini hissedersiniz. Savaş tüm acımasızlığıyla yaşanır: Şarapnelle parçalanan bedenler, kılıç darbeleri, kopan eller, bacaklar ve yangın ve açlık; savaşın kanlılığını, vahşiliğini ve anlamsızlığını en iyi şekilde yansıtır. Savaşta yaralanan erlerin ve üst rütbeli askerlerin kaldıkları yerleri anlatan bir bölüm vardır. Bu bölümde ortak bir düşmana karşı savaşanların kendi aralarındaki çelişkili durum ortaya konulur. Yaralı erler samanların üzerinde soğuk ve havasız bir yerde üst üste yatarlar. Kimi ölü gibidir. Renkleri solmuştur. Pis bir koku kaplamıştır etrafı. Savaşın, kanın ve ölümün kokusu. Kasvetli ve umutsuz bir alan. Savaşın sonuçları en acımasız bu yoksul insanların üzerine mührünü basmıştır. Erlerin biraz ilerisinde başka bir oda da subaylar yatmaktadır. İçerisi temizdir. Her subayın bir yatağı vardır. Keyifler yerindedir. Gülüp şakalaşırlar. Yazar bunları anlatırken işin bir başka boyutu da şöyledir: Tolstoy bu savaş esnasında Nikolay Rostov aracılığı ile askerlerin Çar’a olan sarsılmaz inancını ve ona tapışını anlatır. Çar onlar için uğruna ölünebilecek tek kişidir ve bunun için onun tek bir emri yeterlidir. Onların varlık sebebi Çar’dır yani I. Aleksandr. O olmasa Rusya olmaz. Yani ölümün tüm kahredici nefesi insanlıktan çıkmış olan erleri birer birer yok ederken, onlar hala Çar’a bağlılıklarını sürdürürler. Herkesin gözünün önünde bir ışık perdesi vardır ama bu ışıklı rüyadan uyanmaları da uzak değildir. Tolstoy’un eleştirdiği bir noktadır. Çünkü Tolstoy’a göre ne Aleksandr ne de Napoelon ulusların ve halkların tarihini belirler. Uluslar ve halklar kendi tarihlerini belirlerler ama bir zorunluluk çerçevesinde yaparlar (Bu nokta önem-
ve çevresinde bir telaş başlar. Bir sürü savaş stratejisi öne sürülür. Kahraman olmak isteyen ve Çar’ın gözüne girmek isteyen pek çok yüksek rütbeli arasında entrikalar döner. Doğuya bir göç başlar. Aristokratlar kullarının bir kısmını askere yazdırırken bir kısmını da yanlarına alarak Petersburg yakınlarındaki çiftliklerine gitmek için yola çıkarlar. Fransız ordusu geçtiği yerleri yağmalar ve sürekli ilerler. Ruslar mesafeyi koruyarak çekilirler. Tolstoy en alttan en üstteki askere kadar ordudaki askerlerin psikolojisini büyük bir ustalıkla yansıtır. Aynı zaman da sefaletini, umutsuzluğunu, çelişkilerini, ölüm karşısındaki boyun eğişlerini, kahramanlıklarını, yurtseverliklerini… Savaş tüm şiddeti ile devam eder. Napoelon Moskova’ya ulaşır, şehri ele geçirir ve yakar. Tüm Rusya korku içindedir. Ancak Napoelon hatalar yapar. Ruslar ise daha iyi kararlar alarak savaşı lehlerine çevirirler. Yoksul Rus halkı Fransız ordusuna karşı canla başla
aç, özgürlükten yoksun olan bu insanlar savaş zamanında da en ön saflara sürülürler. Aynı zamanda efendilerine karşı inanılmaz bir bağları vardır. Örneğin savaşın en sıcak anlarında efendiler çiftlikleri terk ederken geride -düşman kuşatması altında kalacağı kesin olan çiftliklere- bekçilik edecek birilerini bırakırlar. Ve o köylüler oradan ayrılmazlar. Yıl 1812’dir. Napoelon barışa rağmen Rusya’ya ilerler amacı Moskava’yı ele geçirmektir. Çar bütün girişimlerine rağmen gelişecek durumu engelleyemez. Napoelon’a Rusya’ya ayak basacak hiçbir Fransız’ın sağ kalmayacağı tehdidini savurur. Büyük gün gelip çatmış ve Fransız ordusu Rusya’ya girmiştir. Rus ordusunun gücü çok zayıftır. Savaşı kaybetme olasılığı çok yüksektir. İşte somut durumda sarayda
savaşır. Fransızların ordusu kartopu gibi eriyerek geri çekilir. Tolstoy bu durumu canavarın yok oluşu diye tanımlar. Kısaca savaş bu şekilde sonuçlanır. Ancak savaş esnasında yaşanan vahşet ise insan aklının alacağı şey değildir. Yakılıp yıkılmış şehirler, binlerce ölü, sakat ve tutsak insan; açlıktan kırılan Fransız birlikleri, ordularından kaçan askerler… Savaş tüm yaşamları alt üst eder. Prens Andrey bu savaşta yaralanıp ölür. Savaş her yerde savaş olarak hep aynı sonuçları doğurur. I. ve II. Emperyalist Paylaşım savaşlarıında da olduğu gibi acı, ölüm, yıkım vs. getirir. Bugün Irak’ta Afganistan’da olduğu gibi… Ancak halkın haklı savaşını bahsini ettiğimiz savaşlardan ayrı tutmalıyız. Çünkü halkın savaşı meşrudur. Halk kendi yaşamı ve özgürlüğü için mücadele eder.
Şubat-Mart 2011-53
ÖZGÜR DÜŞÜN
lidir ama bu konuya yazının ilerleyen bölümlerinde değineceğiz). Savaşla beraber halkın yaşamı da iyice çekilmez bir alır. Savaş sonunda bir barış antlaşması imzalanır. Ancak bu geçici bir durumdur ve asıl savaş 1812 yılının gelmesini beklemektedir. 1812 yılına kadar Rusya’da hayat ilk savaşların ardından normal akışına dönmeye başlamıştır. Yazar romanın bu kısmında aristokratlar için önemli olan bir başka eğlenceyi anlatır. Tolstoy bir av partisini en ince ayrıntısına kadar betimler. At sırtında insanlar ve bir sürü köpek avlarının peşindedir. Avlanmaktan büyük bir zevk alırlar. Bu bölümlerde insanların doğayla kurduğu şiirsel bağlar ve genç Rovtovlar’ın amcaları ile yaptıkları sohbetler romana başka bir güzellik katar. Eserde böyle şiirsel birçok kısım vardır. Romanda artık Rus halkı da -yani köylüsü de- daha fazla yer alır. Tolstoy aristokratların köleleriyle olan ilişkilerini ağır ağır romana sokar. Yarı
63
ÖZGÜR DÜŞÜN
Şubat-Mart 2011-53
64
1812 yılındaki savaş sonrası yenilgi alan Napoelon kendisini iktidara taşıyanlar tarafından sürgün ve hapis edilir. Çar ise Rus halkının kurtarıcısı olur. Fakat saray çevresinden ve halktan Çar’a karşı bir hoşnutsuzluk yükselir. Rus halkı artık Çarlık’a karşı bir isyanı büyütür. Tolstoy bunu Piyer’in ağzından ifade eder. Piyer Nikolay Rostov ile konuşurken şunları söyler: “Her şey mahvoluyor da ondan. Mahkemelerde rüşvet almış yürümüş. Ordu da yalnız dayak geçerli; jurnalcilik, sürgün, hepsi var… Halka eziyet ediyorlar, aydınları eziyorlar. Genç ve namuslu kim varsa hepsini mahvediyorlar! Herkes artık işlerin böyle yürümeyeceğini görüyor. İlişkiler artık aşırı derecede gerilmiş. Günün birinde muhakkak bir kopma olacak!” Tolstoy’un Piyer aracılığıyla anlatmak istediği tam olarak şudur: Aristokrasi kendi çıkarlarını halkın çıkarları olarak gösterdi. Savaşta halkla aynı kaderi paylaştığını söyledi. Oysaki halk savaşırken aristokratlar Petersburg’ta suvarelerde eğleniyorlardı. Savaş bitti, artık halk yine sömürülmesi hatta eskisinden daha çok sömürülmesi gereken bir obje olarak görüldü. Ancak halk bu duruma eyvallah deme niyetinde değildir. Sefillerden homurtular birleşerek yükselmektedir. Savaş ve Barış romanının genel çerçevesi böyledir. Romanın önemli noktalarından biri de şudur: Tolstoy romanın akışı içerisinde belli bölümlerde tarih anlayışını dile getirir. Romanın son sözünde şöyle der: “Tarih yalnız bazı insanların tarihi olarak yazıldığı (bu insanlar ister Sezar’lar, ister İskender’ler, ister Voltaire’ler olsun) ve tarihi olaylara katılmış tüm insanların tarihi yazılmadığı sürece, insanlığın ilerleyişini anlatmağa, tüm halkı tek bir varlık gibi tek bir ülküye doğru iten büyük kuvveti kavramaya imkan yoktur.” Bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi Tolstoy tarihin kanunları olduğunu söylüyor. Halkların bir amacı olduğunu ve o amaca gitmenin zorunlu olduğunu, bu zorunluluğun ise; tarihin kanunları olduğunu söylemektedir. Yani Tolstoy insanın bilinçli dinamik rolünü, insanın tarihteki öznelliğini daha doğrusu belirleyiciliğini kabul etmemektedir. İnsanın tarihin akışına müdahale edemeyeceğini, yön veremeyeceğini düşünmektedir. Çünkü tarih belirlenmiştir ve kanunları vardır. Eğer tarihin kanunları varsa kanunları yapan birinin ya da birilerinin olması gerekmez mi? Üstün bir varlık! Tanrı! Aslında yazar tarihi olayların binlerce nedenin bir araya gelmesiyle oluştuğunu, insanların da bu nedenlerden bağımsız hareket edemeyeceğini söylemekte, insan öznelliğini tarihi zorunluluğun gücüne göre değerlendirmektedir. Tolstoy’un hatası saydığı binlerce nedeni yaratanın da insanın bilinçli faaliyetinin olduğunu görememesidir. Tarihe yaklaşımında kaderci insanlara özgü bir tavır alsa da Rus halkının Fransız’lara karşı gösterdiği
irade ve savaş pratiği -tüm savaş planlarının dışında bir durumdur bu- insanın öznelliğini ortaya koyar. Yazar bu durumda kendi tarih anlayışıyla çatışır. Yine halkın savaş sonrası Çarlık’a karşı yükselen öfkesi de bir örnektir. Bu çelişkili duruma rağmen Tolstoy’un tarihe bakışındaki önemli yan ise “Tarihi halk yaratır” demesidir. Tarihi halkın yaptığını Sovyet ve Çin devrimlerinde bir kez daha gördük. Yine yakın zamanda Nepal’de yaşanan gelişmelerle bu gerçekliğe tanık oluyoruz. Savaş ve Barış romanı gerçekten büyük bir yapıttır. Geniş bir yelpazesi olan bir eserdir. Durağan giden ama durağanlığı içinde sürekli bir hareket ve merak öğesi bulunduran bir başyapıttır. Betimlemeleri, dili ve karakterlerin yerleştirilişindeki ustalık Tolstoy’un büyüklüğünü ve ustalığını kanıtlamaktadır. İnsanların savaş ve barış ikilemi içerisinde gidip gelişlerini, psikolojik durumlarını çok iyi analiz eder. Romanın kahramanları yaşayan insanların tıpatıp benzerleri olmasa da dönemin Rusya’sının insanını tipik olarak derin bir gerçekçilikle betimlemiştir. Tolstoy da zaten eseri için Gorki ile sohbet ederken “Yapmacık bir alçak gönüllülük göstermek istemiyorum. Bu eser İlyada gibi bir şeydir” der.5 Gerçekten de epik bir roman olan Savaş ve Barış eşine az rastlanır bir eserdir. Kitap okunurken akla Homeros ve İlyada geliyor. Eserin güzelliğine dair: “Flaubert gibi eleştirici zeka bile Tolstoy’un Savaş ve Barış’ını büyük bir coşkuyla göklere çıkarıyor, yalnız, Tolstoy’un Tarih Felsefesi’nin açıkça dile getirdiği bölümlerini eleştiriyordu. Turgenyev’e, ‘… Birinci sınıf bir roman. Ne büyük bir ressam, ne büyük bir psikolog o! … Romanda Shakspeare’e özgü yücelikler bulunduğunu hissediyorum! Okurken sevinçten haykırmaktan kendimi alamadım… Roman uzun olsa da”6 diyerek hem romana hem yazarına hayranlığını dile getirir. Biz de Flaubert’e katılıyoruz ve tüm okurlarımıza bu dev eseri okumalarını öneriyoruz. İyi okumalar! DİPNOTLAR: 1) Radikal Kitap, 20 Kasım 2010, sayı:505, A. Ömer TÜRKEŞ, sf.14 2) György Lukacs, Avrupa Gerçekçiliği, İstanbul: Payel Yayınları, 1977, s.173 3) A.g.e, s.188 4) Dekabrist: 1825 yılı Aralık ayında, Çar’ı devirmek için girişilen ayaklanmaya katılanlara verilen ad. “ Aralık’çı” anlamına gelir. Dekabristler = Alıkçılar. 5) Savaş ve Barış’ın Önsözünden, s.9 6) György Lukacs, Avrupa Gerçekçiliği, İstanbul: Payel Yayınları, s.181
Bir elinde kitapları türküleriyle geldiler Dalga dalga aydınlık dalga dalga aydınlıkk oldular Yürüdüler karanlığın karanlığın üstüne Meydanları zapt ettiler meydanları zapt ettiler yine Beyazıt’ta şehit düşen Silkinip kalktı kabrinden ve elinde bir güneş gibi taşıyıp yarasını Yıktı şahmeranın mağarasını Daha gün o gün değil derlenip dürülmesin bayraklar Uzaktan duyduğunuz çakalların ulumasıdır Safları sıklaştırın safları sıklaştırın çocuklar Bu kavga faşizme karşı bu kavga hürriyet kavgası… NAZIM HİKMET
ÜLKEMİZ HALK GENÇLİĞİ AÇISINDAN ÖNEMLİ BİR TARİHSEL GÜN OLAN 16 MART BEYAZIT KATLİAM’I VE YİTİRDİKLERİMİZ ŞAHSINDA, DEVRİM MÜCADELESİNİN TÜM MART AYI ŞEHİTLERİNİ SAYGIYLA ANIYOR, 16 MART’I HALEPÇE’Yİ VE KIZILDERE’Yİ UNUTMADIĞIMIZI BİR KEZ DAHA HAYKIRIYORUZ!