ALTIKIRKBEŞ YAYIN Fantastik Kurgu, 29 Tad Williams, Otherland, I. kitap Türkçesi: Gülcay Teniker I. baskı: Ocak, 2004 Yayın Yönetmeni Kaan Çaydamlı
Düzelti Kaan Çaydamlı Kapak Tasarımı Altıkırkdört Yapım Baskı Umul Matbaacılık (0-212)637 09 34-04 II ISBN 975-279-006-X
Bu çevirinin tüm yayın haklarını sahiplendik. Tanıtım alıntıları dışında -makul boyutlardaizinsiz çoğaltılması ahlak kurallarına ve yasalarımıza göre suç sayılmaktadır. Böyle bir harekete kalkışmak istediğinizde önce bize sorarsanız uygar dünya adına seviniriz. P. S.: Tüm fotokopi fanzinler yukarıdaki açıklamadan bağımsızdırlar. Onlar istedikleri ALTIKIRKBEŞ kitabını veya metnini çoğaltabilir, bozup yeniden yaratabilirler. Okurlarımızı yasal dergileri değil "fotokopi fanzinleri" izlemeye çağırıyoruz. Onlar sizi uçurumdan aşağı itecek güce sahiptirler ve uçmayı öğrenmenin zamanı geldi. Yaşasın FOTOKOPİ, Yaşasın KAOS
ALTIKIRKBEŞ YAYIN bir Kaybedenler Kulübü tribidir. Yazışma adresi: Cafer ağa Mh, Ağabey sk.No 42 MODA Konuşma adresi: (0-216) 414 78 08 - 09 Fax: (0-216) 414 27 50 Internet satışı: www. altikirkbes. com
Tad Williams OTHERLAND
birinci bölüm ALTIN GÖLGE ŞEHRİ
KOMŞU EVREN türkçesi: gülcay teniker
ALTIKIRKBEŞ YAYIN Kadıköy, 2004
HER ÇAĞIN KENDİNE ÖZGÜ KAHRAMANLARI VARDIR VE SIRADIŞI ZAMANLAR SIRADIŞI GALİPLER GEREKTİRİR
Renie Sulaweyo, Afrika kökeniyle gurur duyan bir öğretmen ve ailesinin temel direği, tüm hayatı boyunca sadece ayakta kalmak için savaşmış, bir kahraman olmayı asla istememişti. Ama küçük erkek kardeşinin yakasına tuhaf ve gizemli bir hastalık yapışınca, Renie onu kurtarmaya yemin eder. Etrafındaki insanlar ölmeye başladığında bilmemesi gereken bir şeye bulaştığını fark eder: geri dönüşü olmayan, dehşet verici bir sırra... Xabbu kabilesinin ruhunu kurtarabilecek becerileri öğrenmek için kente gelen bir Buşman. Bir şairin kalbini ve bir şamanın ruhunu taşıyarak karanlığın tam kalbine doğru bu macerada Renie'ye eşlik edecek... Paul Jonas kayıp, zaman ve mekanda sürükleniyormuş gibi görünüyor. Birinci Dünya Savaşının kanlı savaş meydanlarından gökyüzündeki bir şatoya ve akıl almaz topraklara doğru kaçtığında, hem peşindeki korkunç takipçilerinden kurtulmak hem de kendi kimliğinin dehşetli muammasını çözmek zorunda... On dört yaşındaki Orlando, aynı zamanda yenilmez barbar Thargor, ama sadece hayallerinde. Yine de genç olmanız ya da bünyenizin dayanıksız olması dünyayı kurtarma görevini geri çevirmeniz için bazen yeterli bahaneler olmuyor... Ve Bay Sellars, askeri bir üst'te kalan garip, yaşlı bir adam. Hem ordunun hem de bedeninin tutsağı, belki de hepsinin arasında en gizemli olanı. O da Kutsal Kase Kardeşliği'nin bir parçası mı? Onlara karşı mı? Yoksa koca ağının ortasına kurulmuş bir örümcek gibi otururken kendi hırsları doğrultusunda mı hareket ediyor?
Bu cevaplar sadece Diğer Diyar'da bulunacak..
-7-
Teşekkürler
Bu, yazması çok karmaşık bir kitaptı ve yardımları için pek çok kişiye teşekkür borçluyum, ama çaresizce ihtiyaç duyulan araştırma desteğini sağladıkları ya da dev bütçeli yeni bir Tad el yazmasına daldıktan sonra cesaret verici ve işe yarar şeyler söyledikleri için özellikle aşağıdaki insanlara teşekkür ederim: Deborah Beale, Matt Bialer, Arthur Ross Evans, Jo - Ann Goodwin, Deborah Grabien, Nic Grabien, Jed Hartman, John Jarrold, Roz Kaveney, Katharine Kerr, M.J. Kramer, Mark Kreighbaum, Bruce Lieberman, Mark McCrum, Peter Stampfel, Mitch Wagner. Her zaman olduğu gibi, sabırlı ve anlayışlı editörlerim Sheila Gilbert ve Betsy VVollheim'e çok teşekkürler.
Yazarın Notu
Güney Afrika'daki yerliler pek çok isimle tanınırlar: San, Basarwa, (mevcut hükümetin tabiriyle) Uzak bölge sakinleri ve daha yaygın olarak Buşmanlar. Buşman hayatı ve inanışlarını tasvir ederken bu romanda oldukça başıma buyruk davrandığımı kabul ediyorum. Buşmanların tek tip folklorları ya da kültürleri yoktur; her bölge ve hatta bazen her büyük aile, oldukça kendine özgü, çarpıcı efsanelere sahip olabilir. Ben, Buşman düşüncelerini, şarkılarını ve hikayelerini basitleştirdim ve yer yer düzenlerini değiştirdim. Kurgunun kendine özgü kuralları vardır. Ama Buşmanların eski adetleri gerçekten de hızla yok oluyor. Benim gerçekle oynayarak yarattığım kurgumun en asılsız yanlarından biri, yirmi birinci yüzyılın ortalarında hâlâ doğada göçebe - avcı yaşamını devam ettiren birilerinin var olabileceğine dair kurduğum basit varsayımım olabilir. Bununla birlikte gerçeği biçimlendirdim, portremin ruhunun gerçeğe olabildiğince yakın olması için elimden geleni yaptım. Bu şekilde davranmakla insanları gücendirdiğim ya da kendi çıkarlarım doğrultusunda hareket ettiğim düşünülürse, başarısız olmuşum demektir. Öncelikli amacım bir hikaye anlatmak, ama okuyucularımdan bazıları bu hikaye sayesinde Buşmanlar ve yadsıyamayacağımız bir hayat tarzı hakkında daha fazla şey öğrenmeye yönelirlerse, çok mutlu olacağım.
-ıo-
İçindekiler
Önsöz 25
KOMŞU EVREN 1 Bay Jingo'nun Gülümsemesi 2 Havacı 3 Boş, Gri Sinyal 4 Parlayan Yer 5 Alevler İçinde Bir Dünya 6 Tarafsız Bölge 7 Kopuk İp 8 Dread 9 Çılgın Gölgeler
35 63 71 95 107 127 141 161 171
Önsöz Pek çok şey gibi bu da, çamurda başladı. Normal bir dünyada kahvaltı vakti gelmiş olurdu ama görünüşe bakılırsa cehennemde kahvaltı servisi yoktu, şafaktan önce başlayan bombardımanın kesileceğine dair hiçbir belirti yoktu. Zaten er Jonas'ın da canı pek bir şey istemiyordu. Ay gibi ıssız ve kraterlerle kaplı çamurlu bir toprak parçasına doğru kısa süren korku dolu geri çekilme ânı sayılmazsa, Paul Jonas 1918 Martının yirmi dördüncü gününün hemen hemen hepsini, ondan önceki üç günü ve son birkaç ayın büyük kısmını geçirdiği gibi geçirmişti: Ypres ve St. Quentin arasında bir yerlerde, soğuktan titreyerek pis kokulu çamurun içinde büzülmüş, Alman ağır silahlarının kakafonik gürültüsünden sağırlaşmış, artık inanmadığı bir şeye içgüdüsel olarak dua ederek. Geri çekilme karmaşasında Finch, Mullet ve bölüğün geri kalanını kaybetmişti - onların da siperin başka bir tarafına güvenli bir şekilde ulaşmış olmalarını umuyordu ama kendi birkaç arşınlık perişanlığından başka bir şey düşünmesi zordu. Tüm dünya ıslak ve yapışkandı. Çatlamış toprak, iskeletimsi ağaçlar ve Paul dahil her şeyde, yüzlerce kiloluk bombanın insan kalabalığının ortasında patlamasının ardından ağır ağır inen çiğin izleri vardı. Sis kızıl, toprak gri, gök ise ağarmış kemik renginde: Paul Jonas cehennemdeydi ama çok özel bir cehennemde. Henüz buradaki herkes ölü değildi. Aslında Paul, buranın sakinlerinden birinin gerçekten de çok yavaş öldüğünü fark etti. Adamın sesine bakılırsa yirmi dört yardadan uzakta olamazdı, ama Timbuktu'da da olsa bir şey fark etmezdi. Paul'ün yaralı askerin neye benzediği konusunda hiçbir fikri yoktu kendini kalkıp uçmaya ne kadar ikna edebilirse, siperden kafasını uzatmaya da o kadar ikna edebilirdi ama adamın bir saatten beri küfreden, hıçkıran, ıstırap içinde bağıran ve patlamalar her kesildiğinde ortaya çıkan sessizliği bozan sesi çok tanıdık geliyordu. Geri çekilme esnasında vurulan tüm diğer adamlar, çabucak ölme ya da en azından sessizce acı çekme nezaketini göstermişlerdi. Paul'ün görünmez yoldaşı ise çavuşunu, annesini ve Tanrı'yı ça-
-13-
girmişti ama içlerinden hiçbiri ortalarda görünmediği halde bağırmaya dvam etmişti, hâlâ anlamsız bir ağıt yakarcasına hıçkırıklarla haykırıyordu. Yaralı adam önce diğerleri gibi, kendi çehresi bile olmayan binlerce piyadeden biriyken şimdi Batı cephesindeki herkesin son dakikalarına tanıklık etmesi konusunda kararlı görünüyordu. Paul ondan nefret ediyordu. Kükremeye benzer korkunç gürültü kesildi; yaralı adam haşlanan bir ıstakoz gibi yeniden cıyaklamaya başlamadan önce, bir dakikalık yüce bir sessizlik anı yaşandı. "Ateşin var mı?" Paul döndü. Yanında, bir çamur maskesinin içinden, bira sarısı soluk gözler ona bakıyordu. El ve ayaklarının üzerine çökmüş olan suret örümcek ağını andıran lime lime olmuş koca bir palto giyiyordu. "Ne?" "Ateşin var mı? Kibritin?" Bu kadar gerçekdışı şeyin arasında, bu sorunun normalliği Paul'ü, doğru duyup duymadığını düşünmeye zorladı. Şekil, suratı kadar çamurlu elini kaldırdı ve aydan düşmüş gibi görünen parlak beyaz ince bir silindiri ona gösterdi. "Duydun mu ahbap? Ateş?" Paul elini cebine sokup mucizevi bir şekilde kuru kalmış bir paket kibrit bulana kadar, uyuşmuş parmaklarla cebini karıştırdı. Yaralı asker, bir taş atımı uzaklıktaki yabani arazide kaybolmuş vaziyette daha da yüksek sesle inlemeye başladı. Yıpranmış paltolu adam sipere yaslandı, sırtını çamura uydurdu, narin bir hareketle sigarayı ikiye bölerek bir parçasını Paul'e uzattı. Kibriti yakarken etrafı dinlemek için kafasını yana yatırdı. "Tanrım yardım et, hâlâ devam ediyor," Kibrit kutusunu geri verdi, Paul'ün de sigarasını yakması için yanmakta olan kibriti dikkatle tuttu. "Neden Fritz ona bir tane atıp hepimizi huzura kavuşturmuyor?" Paul başıyla onu onayladı. Bu bile çaba gerektiriyordu. Arkadaşı çenesini kaldırdı, miğferinin çeperini aşıp basık sabah göğünde kıvrılarak kaybolan bir duman huzmesi çıkardı. "Sen de bazen şey duygusuna kapılıyor musun . .. ?" "Ne duygusuna?" -14-
"Bunun bir hata olduğu." Yabancı başıyla siperleri, Alman silahlarını, tüm Batı cephesini işaret etti. "Tanrı'nın uzakta olduğu ya da uyuduğu falan gibi. Sen de kendini bazen, günün birinde O'nun aşağıda neler olup bittiğine bakmasını ve... ve bu konuda bir şeyler yapmasını umut ederken bulmuyor musun?" Paul başıyla onayladı, aslında bu konuda hiç bu kadar ayrıntılı düşünmemişti. Ama gri göğün boşluğunu hissetmişti, bazen sanki çamur ve kana çok uzaktan bakıyormuş gibi garip bir duyguya kapılıyordu; sanki savaşın ölümcül işlerini, karınca yuvasını inceleyen bir adamın kopukluğuyla seyrediyordu. Tanrı olanları seyrediyor olamazdı, bu kesindi; eğer seyrediyorsa ve eğer Paul Jonas'ın gördüğü şeyleri gördüyse, yani dökülmüş bağırsaklarını deliler gibi gömleklerinin içine tıkıştırmaya çalışan, ölmekte olan ama bunu bilmeyen adamlar; daha önce beraber şarkı söyledikleri ve güldükleri arkadaşlarının burunlarının dibinde el değmeden yatan balon gibi şişmiş bedenleri... eğer bütün bunları görüp hiçbir şeye bulaşmıyorsa deli olmalıydı. Ama Paul Tann'nın mayın kaplı bir karış toprak için birbirlerinden binlercesini katleden minik yaratıkları kurtaracağına hiçbir zaman inanmamıştı. Buna inanmak peri masallarına inanmak gibi bir şeydi. Dilenciler prenseslerle evlenmez, karanlık sokaklarda ya da karlı caddelerde... ya da yaşlı Tanrı baba mışıl mışıl uyurken Fransa'da, çamurlu siperlerde ölürlerdi. Tüm gücünü topladı. "Bir şey duydun mu?" Yabancı, sigarasından derin bir nefes çekerek közün çamurlu parmaklarını yakmasını umursamadan iç çekti. "Her şeyi. Hiçbir şeyi. Bilirsin işte. Fritz güneye doğru ilerliyor ve doğruca Paris'e gidecek. Ya da artık Yankiler işin içinde olduğuna göre onların işini çabucak bitirip haziranda Berlin'e doğru yürüyor olacağız. Samo - Bilmem ne'nin kanatlı zafer işareti Flanders göklerinde belirmiş, ateşler saçan bir kılıç sallayarak göbek atıyormuş. Hepsi palavra." Paul "Hepsi palavra," diye ona katıldı. Kendi sigarasından bir nefes çektikten sonra sigarayı bir su birikintisine attı. Kağıdın çamurlu suyu emişini ve son tütün kırıntılarının serbestçe suda yüzüşünü kederli bir şekilde seyretti. Ölüm onu bulmadan, kaç sigara daha içebilecekti? Bir düzine? Yüz? Yoksa bu onun son sigarası mı olacaktı?
-15-
Eğildi, kağıdı aldı ve parmaklarının arasında buruşturarak top haline getirdi. "Teşekkürler dostum." Yabancı diğer tarafa yuvarlanıp siperden uzaklaşarak yukarı doğru sürünmeye başladı, sonra omzunun üzerinden haykırarak tuhaf bir şey söyledi. "Başını aşağıda tut. Dışarı çıkmayı düşünmeye çalış. Gerçekten dışarı çıkmayı." Paul veda etmek için elini kaldırdı, oysa adam onu göremezdi bile. Tepedeki adam doğum yapan insanlık dışı bir yaratık gibi, yeniden manasız bir şekilde homurdanmaya başlamıştı. Şeytani bir çağrıyla uyandırılmış gibi silah sesleri birkaç dakika içinde yeniden duyulmaya başladı. Paul dişlerini sıkarak elleriyle kulaklarını tıkamaya çalıştı ama hâlâ adamın haykırışlarını duyabiliyordu; çatlak ses bir testere gibi ileri geri hareketlerle bir kulağından girip diğerinden çıkan sıcak bir tel gibiydi. Son iki gündür belki toplam üç saat uyuyabilmişti ve hızla yaklaşan gece daha da kötü geçecek gibi görünüyordu. Niye sedye takımlarından biri gidip yaralı adamı geri getirmiyordu? Silahlar en azından bir saattir sessizdiler. Ama Paul böyle sakin sakin oturup düşününce o sabah siperlere doğru kaçtıklarından ben ateş isteyen adamdan başka kimseyi görmediğini fark etti. Biraz daha aşağıda başkalarının olduğunu tahmin ediyordu, sigaralı adamın varlığı da bunu doğruluyordu ama bombardıman o kadar kesintisizdi ki, Paul'ün içinden yerinden kıpırdamak hiç gelmemişti. Şimdi ortalık bir süredir sessiz olduğundan bölüğün geri kalanına neler olduğunu merak etmeye başlamıştı. Finch ve diğerleri daha gerideki bir dizi sipere mi girmişlerdi? Ya da açık ölüm arazisine merhamet dilemek için bile olsa girmeye çekinerek, cepheye sadece birkaç yarda uzaklıkta toprağın içinde mi saklanıyorlardı? Dizlerinin üzerine çökerek ileri doğru kaydı ve gözlerinin üzerine kaymaması için miğferini geri iterek batıya doğru sürünmeye başladı. Siperin üst kısmından oldukça aşağıda olmasına rağmen yaptığının kışkırtıcı bir davranış olduğunu düşündü. Yukarıdan korkunç bir darbe beklentisi içinde sırtını kamburlaştırarak büzüldü ama ölü adamın sonu gelmez iniltisi dışında hiçbir şey yoktu. Yirmi yarda ve iki dönemeç sonra bir çamur duvarına ulaştı.
-16-
Gözlerindeki yaşları silmeye çalıştı ama sadece gözlerine toprak bulaşmasına sebep oldu. Yukarıda son bir patlama sesi yankılandı ve yer sarsıldı. Siperin duvarından fırlamış köklerden birinin üzerindeki çamur yığını sallanıp düşerek aşağıdaki koca çamur yığınıyla bütünIeşti. Kapana kısılmıştı. Basit, korkunç gerçek buydu. Yukarıdaki korunmasız açık alana çıkma cesaretini toplayamadığı sürece, sadece siperin kapalı kısmında, bir gülle onu bulana kadar debelenip durabilirdi. Açlıktan ölecek kadar uzun süre yaşayacağına dair bir yanılsamaya kapılmamıştı. Hiçbir yanılsamaya kapılmamıştı. Ölmüş sayılırdı. Bir daha asla Mullet'in karavana ile ilgili şikayetlerini dinleyemeyecek, Finch'in bir çakıyla bıyıklarını düzeltisini göremeyecekti. Böyle ufak gösterişsiz ayrıntılar, ama şimdiden onları bu kadar özlemiş olmak acı vericiydi. Ölen adam hâlâ oradaydı, hâlâ uluyordu. Burası cehennem, ben de dışında değilim... Bu neredendi? Bir şiir? İncil? Tüfek kılıfını açarak Webley'ini çıkardı, göz hizasına kaldırdı. Silahın deliği solan ışıkta bir kuyu kadar derin görünüyordu, içine düşebileceği ve asla çıkmayacağı bir boşluk; sessiz, karanlık, huzurlu bir boşluk . . . Paul karamsar bir şekilde hafifçe gülümseyerek silahı dikkatle kucağına yerleştirdi. Bu kesinlikle vatanseverliğe sığmazdı. Pahalı bombalarını onun üstünde kullanmaları için Almanları zorlamak daha iyiydi. Ruhr vadisindeki fabrikanın bandında çalışan benekli kollu bir Fraıdein 'ı birkaç saat fazla çalışması için sıkıştırmak. Hem her zaman bir umut olurdu, öyle değil mi? Bir kez daha ağlamaya başladı. Tepesindeki yaralı adam öksürmek için cıyaklamayı bir an kesti. Sesi kırbaçlanan bir köpeğinki gibi çıkıyordu. Paul başını geri atıp çamura dayayarak hırladı; "Kes artık! Tanrı aşkına, kes artık!" Derin bir nefes aldı. ''Kapa çeneni ve öl lanet olası!" Adam yalnız olmadığını anlayınca belli ki daha da cesaretlenerek haykırmaya devam etti. Gece bir yıl ya da daha uzun sürmüş gibiydi, aylar süren karanlık, yerinden oynatılamaz siyah kütleler. Silahlar tükürüp haykırdılar. -17-
Ölmekte olan adam feryat etti. Paul siper öncesi hayatıyla ilgili hatırlayabildiği her şeyi tek tek saydı, sonra başa dönüp yeniden saydı. Bazılarının sadece isimlerini hatırlayabiliyordu, ama isimlerin ne anlama geldiklerini çıkaramıyordu. Bazı kelimeler ona inanılmaz derecede garip geliyordu; bunlardan biri şezlongdu, diğeri de küvet. "Bahçe" kelimesi Chaplain'in ilahiler kitabındaki birkaç şarkıda geçiyordu ama Paul bunun da gerçek bir şey olduğundan oldukça emindi, bu sebeple o kelimeyi de saydıklarına ekledi. San gözlü adam "Dışarı çıkmayı düşünmeye çalış," demişti, "Gerçekten dışarı çıkmayı." Silahlar susmuştu. Gökyüzü, birisi kirli bir paçavrayla silmiş gibi daha soluk bir tona bürünmüştü. Işık ancak Paul'ün siperin ötesini görmesine yetecek kadardı. Tüm bu aşağı - yukarı gidiş hareketlerine sessizce gülerek güçlükle yukarı tırmandı ve geri kaydı. Dışarı çık mak. Ayağıyla kalın bir kök bularak kendini toprak yapının kenarına doğru çekti. Silahı yanındaydı. Şu haykırıp duran adamı öldürecekti. Başka ne yapabileceğini bilmiyordu. Paul tam olarak nereden olduğunu bilmese de güneş bir yerlerden yükseliyordu: ancak pek etkisi olmamış, koca donuk bir gök parçasının sadece bir ucuna bulaşmıştı. Bu göğün altındaki her şey griydi. Çamur ve su. Düz olan yerlerin su olduğunu biliyordu, yani belki de uzun olan şeyler dışında geri kalan her şey çamurdu. Evet, uzun olanlar da ağaçtı diye hatırladı. Eskiden ağaçtılar. Paul ayağa kalktı ve yavaşça kendi etrafında döndü. Dünya dört bir tarafa doğru birkaç yüz yarda kadar uzandıktan sonra sisin içinde kayboluyordu. Sanki yanlışlıkla sahneye fırlamış da beklenti içindeki sessiz seyircilerin önünde öylece kalakalmış gibi bomboş bir alanın ortasındaydı. Ama tamamen yalnız değildi. Boşluğun orta yerinde bir ağaç, kanca haline getirilmiş telden kıvrımlı bir bilezik takan pençemsi bir el gibi bir başına duruyordu. Çıplak dallarında karanlık bir şey asılıydı. Paul tabancasını çekti ve sendeleyerek ağaca doğru ilerledi. Bu, fırlatılıp atılmış bir kukla gibi, bir bacağı ağacın yüksek boğumuna takılmış baş aşağı sallanan bir şekildi. Tüm eklemleri kırılmış gibi görünüyordu, sanki aşağıdaki bataklık çamuru gökyüzüymüş de o da uçmaya çalışıyormuş gibi, sallanan kolları ve parmaklan yere uza-18-
nıyordu. Kafasının ön kısmı paramparça olmuş; kırmızı, kavrulmuş siyah ve gri renkli, biçimsiz bir kütleydi. Seçilebilen tek şey delice ve bir kuş gözü gibi keskin bakışlarla onun yavaşça yaklaşmasını seyreden parlak sarı bir gözdü. Paul "Çıktım," dedikten sonra silahını doğrulttu ama adam artık haykırmıyordu. Mahvolmuş suratta bir delik açıldı. Yaratık konuştu. "Nihayet geldin. Seni bekliyordum." Paul bakakaldı. Silahın tetiği, parmaklarının arasında kayganlaşınıştı. Silahı doğru tutmak için harcadığı çaba yüzünden kolu titredi. "Beni mi bekliyordun?" "Seni bekliyordum. Hem de çok uzun zamandır" Kızıllığın içinde yüzen birkaç beyaz kırık dökük parça dışında boş olan ağız tepetaklak bir gülümseyişle çarpıldı. "Hiç şey duygusuna kapıldığın oluyor mu..!}" Çığlıklar tekrar başlayınca Paul birden ürktü. Ama bu ölmekte olan adamın sesi olamazdı. Adam buydu. Öyleyse... "Ne duygusuna?" diye sordu ve başını göğe kaldırdı. Karanlık şekil gökten aşağı ona doğru yuvarlanıyordu, donuk gri gökte ıslık çalarak yaklaşan kara bir delik. Sanki zaman dönüp kendi kuyruğunu ısırmış gibi, bir dakika sonra havan topunun donuk gümbürtüsü duyuldu. Asılı adam, "Bunun bir hata olduğu duygusuna" dedi. Ve sonra gülle ona çarptı, tüm açılar alevler içinde artarda buruştu ve nihayet her şey gözden kayboluncaya kadar dünya tüm eksenleriyle sıkışarak küçüldü ve kendi içine kapandı. Paul öldükten sonra her şey daha da karmaşıklaştı. Tabii ki o ölüydü, bunu biliyordu. Ölüden başka ne olabilirdi ki? Havan topunun gökten üzerine daldığını görmüştü; kanatsız, gözsüz, nefes kesici derecede modern bir ölüm meleği, akıcı çizgilere sahip ve bir köpekbalığı gibi umursamaz. Dünyanın sarsıldığını ve havanın alev aldığını, ciğerlerinin oksijensiz kalıp göğsünde gevrek gibi kavrulduklarını hissetmişti. Hiç şüphesiz ölüydü. Ama başı niye acıyordu ki?
-19-
Boşa harcanmış bir varoluşun cezası olarak, sonsuza dek kafasını zonklatacak bir baş ağrısıyla geçen bir ölüm sonrası yaşamın kendi içinde bir mantığı elbette olabilirdi. Korkunç bir mantığı. Paul gözlerini açıp ışıktan dolayı kırpıştırdı. Koca bir kraterin köşesinde oturmaktaydı, çamurlu toprağın derinliklerine kesinlikle öldürücü bir yara açılmıştı. Yaranın etrafındaki boş arazi dümdüzdü. Etrafta siperlerden iz yoktu, ya da patlamanın etrafa fırlattıklarının altında kalmışlardı; etrafını çeviren ufukta, gri parıltılar saçan siste yerin belirsizleştiği noktaya dek altüst olmuş çamurdan başka bir şey göremiyordu. Ama sırtını yasladığı sağlam bir şey vardı ve bu şeyin kürek kemikleriyle sırtının dar kısmına değmesinin verdiği his, ilk kez ölüm konusuna fazla takılıp takılmadığını kendine sormasına neden oldu. Arkasına bakmak için başını çevirdiğinde miğferinin kenarı gözlerinin üzerine düşerek onu bir an için yeniden karanlığa gömdü, sonra yüzünün üzerinden kayıp kucağına düştü. Kucağındaki miğfere bakakaldı. Çoğu bozulmuş kaplaması, lime lime edilmiş ve hırpalanmış madeni kenarlarıyla daha çok dikenden bir tacı andırıyordu. Paul, üstlerinde havan topunun patladığı ve kafaları olmadan ya da ellerinde kendi iç organlarını taşıyarak kilometrelerce yürüyen askerler hakkında anlatılan korku hikayelerini hatırlayarak elinde olmadan titredi. Kendi kendine korkunç bir oyun oynar gibi, parmaklarını yüzünde, yanaklarında ve şakaklarında yavaşça gezdirdi, kafasının tepesinde olması gereken cıvık yarayı aradı. Saçına, tenine ve kemiklerine dokundu... ama her şey yerli yerindeydi. Hiç yara yoktu. Ellerini yüzünün önünde tuttuğunda üzerlerinde kan kadar çamurun da olduğunu gördü, ama kırmızılık kurumuştu bile, sadece eskimiş boya ve toz. Nihayet derin bir nefes aldı. Ölüydü, ama kafası acıyordu. Yaşıyordu, ama kor gibi sıcak bir havan topu pasta kremasını keser gibi miğferini yarıp geçmişti. Paul başını kaldırdı ve bu sahipsiz arazide onu kendine çekmiş olan ağacı, küçük iskeletimsi şeyi gördü. Ölmekte olan adamın asılı olduğu ağacı. Ağaç artık bulutlardan yukarı doğru uzanıyordu. Paul Jonas iç çekti. Beş dakika boyunca ağacın etrafını dolandığı halde gördükleri ona daha az olanaksız gelmiyordu. -20-
Yapraksız kırılgan şey o kadar büyümüştü ki tepesi gri gökyüzünde hareketsiz duran bulutların arasında kayboluyordu. Ağacın kütüğü peri masallarındaki sur kuleleri kadar genişti, yukarı olduğu katlar aşağıya doğru da uzanıyormuş gibi görünen sert kaim odun silindir, bomba kraterinin kenarından aşağı inip toprakta kayboluyordu. Ağacın etrafını dolaşmış ama hiçbir şey anlayamamıştı. Yüksekliğini tahmin edebileceği bir bakış açısı bulmak umuduyla ağaçtan uzaklaştı, ama bu da ağaç hakkındaki fikrine yeni bir şey eklemedi. Tekdüze arazide ne kadar geri giderse gitsin ağaç bulutları delip geçmeye devam ediyordu. Ve istese de istemese de her seferinde kendini ağaca geri dönerken buluyordu. Mesele sadece başka referans alınacak bir yerin olmaması değildi, dünyanın kendi de tuhaf bir şekilde kıvrılmış gibi görünüyordu, yani ne tarafa giderse gitsin sonunda kendini anıt gibi dikilen ağaç gövdesine doğru ilerlerken buluyordu. Bir süre için sırtını ağaca yaslayıp uyumayı denedi. Uykusu gelmiyordu, yine de inatla gözlerini kapalı tuttu. Önüne çıkan bulmacalardan memnun değildi. Patlayan bir havan topu ona çarpmıştı. O boyutlardaki bir çatışmayı başka bir yere taşımak oldukça zor olsa da savaş ve ona dahil olan herkes ortadan kaybolmuş gibiydiler. Buraya geldiğinden beri ışık değişmemişti, oysa patlamadan beri saatler geçmiş olmalıydı. Görünüşe göre kendisinin dışında dünyada kalan tek şey var olması imkansız muazzam bir bitkiydi. Gözlerini yeniden açtığında kendini, ya bir şekilde saygıdeğer bir ölüm sonrası yaşamda ya da Mullet, Finch ve bölüğün geri kalanryla birlikte siperlerin tanıdık sefaletinde bulmak için dua etti. Duası sona erdiğinde, etrafa bakmaya hâlâ cesaret edemiyordu, Tanrı'ya - ya da tüm bunların sorumlusu her kimse - her şeyi yerli yerine koyması için yeterince zaman tanımaya kararlıydı. Başının gerisindeki ağrıyı unutmak için elinden geleni yaparak öylece oturdu, normal dünyanın hakimiyeti yeniden ele almasını beklerken sessizliğin içine sızmasına izin verdi. Sis, çamur ve şu lanet olası kocaman ağaç. Hiçbir şey değişmemişti. Paul derin derin iç çekti ve ayağa kalktı. Savaştan önceki hayatı hakkında pek bir şey hatırlamıyordu, şu anda ise yakın geçmişi bile bulanıktı, ama gerçekleşmesi mümkün olmayan bir olayın gerçekleştiği bir çeşit hikaye hatırlıyordu ve bu olay gerçekleştiğini bir kez ka-21-
nıtladıktan sonra geriye yapılacak tek şey kalıyordu: gerçekleşmesi mümkün olmayan şeye gerçekleşmesi mümkün bir şey muamelesi yapmak. Bulutların ötesine uzanan ve uzak duramadığınız bir ağaca ne yaparsınız? Tırmanırsınız. Beklediği kadar zor olmamıştı. Bulut öbeklerinin hemen altına kadar dalı olmadığı halde ağacın devasa gövdesi ona yardım etmişti: kabuğu, dev bir sürüngenin derisi gibi çatlak ve deliklerle doluydu, insana el ve ayaklarıyla tutunabileceği harika tutamaklar sunuyordu. Bazı çıkıntılar o kadar büyüktü ki, üzerine oturabiliyor, böylece rahat ve güvenli bir biçimde biraz nefes alabiliyordu. Ama yine de kolay değildi. Bu güneşsiz yerde zamanı belirlemek zor olsa da ilk dala ulaştığında en azından yarım günden beri tırmanmakta olduğunu hissetmişti. Yukarı ve uzaklara doğru kıvrılan ağaç bir köy yolu kadar genişti, yukarıda bulutların arasında kaybolduğu yerde belli belirsiz yaprak şekillerini seçebiliyordu. Paul, ağaç gövdesinin dalla buluştuğu noktada uzanarak uyumaya çalıştı ama çok yorgun olmasına rağmen uykusu gelmiyordu. Biraz dinlendikten sonra kalkıp tırmanmaya devam etti. Bir süre sonra hava serinleşti ve bulutların ıslak dokunuşunu hissetmeye başladı. Koca ağacı saran gök daha kasvetli görünmeye başlamıştı, dalların uçlarını göremez oldu; tepesindeki yeşilliklerin arasında uzakta sallanan kocaman şekillerin gölgelerini seçer gibiydi ama ne olduklarını anlayamıyordu. Yarım saatlik bir tırmanıştan sonra bunların devasa elmalar olduğu ortaya çıktı, her biri uçak hücumuna karşı kullanılan savunma balonları kadar büyüktüler. Yukarı çıktıkça sis yoğunlaşarak etrafını dallar ve kayıp giden bölük pörçük bulutlardan oluşan bir hayal dünyası sardı, sanki bir hayalet geminin güvertesine tırmanmaktaydı. Ayaklarını tırmalayan ağaç kabuğunun gıcırtısından başka hiçbir ses ona ulaşmıyordu. Hafif esinti terli alnını serinletiyor ama kocaman yassı yaprakları hareket ettirecek kadar sert esmiyordu. Sessizlik ve sis kümeleri. Koca ağaç gövdesi, üstündeki ve altındaki dal örtüsü, kendi başına bir dünya. Paul tırmanmaya devam etti. Bulutlar daha da yoğunlaşmaya başladı, artık ışığın değiştiğini hissedebiliyordu. Sıcak bir şey kaim perdelerin ardındaki bir fener gibi -22-
sisin parlamasına neden oluyordu. Dinlenmek için yeniden durduğunda üzerinde oturduğu daldan kayşa yere düşmesinin ne kadar süreceğini düşündü. Gömleğinin manşetinden gevşek bir düğmeyi koparıp attı ve hava akımlarına kapılıp titreyerek aşağıdaki bulutların arasında kayboluşunu seyretti. Daha sonra - ne kadar sonra olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu kendini artan parlaklığa doğru tırmanırken buldu. Gri ağaç gövdesinde artık başka renklere de rastlıyordu, kum rengine benzer bej ve soluk sarılar. Dalların üst kısımları daha kuvvetli olan yeni ışıkta düz gibi görünüyordu, etrafını çevreleyen çiğ taneleri sanki aralarında minik gökkuşakları oynaşıyormuş gibi teker teker ışıldadı. Buradaki çiğ bulutu o kadar kalındı ki; yüzünde kıvrılan çiğ damarları oluşturarak, tutunduğu yerleri kayganlaştırarak, kıyafetlerini ağırlaştırarak ve zorlu bölgelerde onu hilekarca çekiştirerek tırmanışını zorlaştınyordu. Kısa bir an için vazgeçmeyi düşündü ama aşağıdan başka gidebileceği bir yer yoktu. İnsanı sadece o gri düzlükte sonsuz hiçliğe götürebilecek yavaş bir iniş alternatifine karşı hoş olmayan hızlı seçenek riske edilmeye değer görünüyordu. Paul, zaten öldüyse bir kez daha ölemeyeceğini düşündü. Yaşıyorsa bir peri masalına dahil olmuş demekti ve hikayenin bu kadar başında birilerinin öldüğü kesinlikle görülmemişti. Bulutlar daha da yoğunlaştı: tırmanışının son yüz yardası boyunca çürüyüp dağılmakta olan muslin bir kumaşın içinden geçiyor gibiydi. Yüzüne çarpan nem dünyanın ne kadar parlaklaştığını görmesini engelliyordu ama son bulut katmanlarının arasından sıyrılıp başını kaldırarak gözlerini ışığa doğru kırpıştırdığında, kendini baş döndürücü arsız bir güneşin ve masmavi bulutsuz bir göğün altında buldu. Başının üstünde hiç bulut yoktu ama her yanı bulutlarla kaplıydı: biraz önce tepesine tırmandığı köpüklü koca kütle zirveden bakınca beyaz bir çayıra benziyordu, önünde kilometrelerce uzanan kabarık bulut ovaları. Ve uzakta pırıltılı güneş ışığı altında ışıldayan... bir şato. Paul bakarken solgun narin kuleler uzayıp titreşiyor gibi görünüyor, bir dağ gölünün yüzeyindeki yansımayı çağrıştırıyorlardı. Yine de gördüğü sadece bulutların ve güneşin yarattığı bir hayal değildi, bu apaçık bir kuleydi; sivri kuleciklerin tepelerinde renkli flamalar uçuşuyor ve sırıtkan bir ağza benzeyen kemerli devasa kale kapısı karanlığa açılıyordu. -23-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
Paul, birdenbire ve durduk yere güldü ama gözleri yaşla doldu. Ne kadar güzeldi. Ne kadar dehşet vericiydi. Bulutların yarım dünyasından ve büyük gri boşluktan sonra bu görüntü fazla parlak, fazla güçlü, neredeyse fazla gerçekti. Yine de tırmanışının amacı buydu: sanki onu bekleyen ve kaçamayacağı bir şey açık bir şekilde seslenerek Paul'ü çağırmış, ağaca tırmanmasını buyurmuştu. Pamuk şekeri düzlüğün üzerinde belli belirsiz bir patika uzanıyordu, ağaçtan uzaktaki kale kapısına doğru giden daha belirgin beyaz bir çizgi. Ayakları bulutların tepe seviyesine gelecek şekilde ayağa kalktı, hızlı kalp çarpıntısının keyfine varmak için bir an duraksadı ve ağacın dalından aşağı adımını attı. İnsanı hasta edebilecek kısacık bir an boyunca beyazlık aşağı çöktü. Kollarını iki yana açıp hafifçe Sallayarak dengesini sağlamaya çalıştı, bir süre sonra bunun bir döşeğin üzerinde durmaktan daha kötü olmadığını anladı. Yürümeye başladı. O yaklaştıkça kale büyüdü. Paul'ün içinde gerçek bir yerde değil de bir hikayede olduğuna dair şüphe kırıntıları kalmış olsaydı hedefinin net görüntüsü bu şüpheleri de dağıtmış olurdu. Bu kesinlikle birilerinin uydurduğu bir şeydi. Tabii ki gerçekti ve oldukça da sağlamdı; bulutların üzerinde yürüyen bir adam için sağlamlık ne demekti ki? Ama tüm bunlar asla görülmediği halde var olduklarına uzun zamandır inanılan şeyler gibi gerçekti. Şekli bir kale gibiydi - bir şey ancak bu kadar kale olabilirdi - ama gördüğü bir ortaçağ kalesi olabileceği kadar bir iskemle ya da bir bardak bira da olabilirdi. Paul bunun bir kale ideası olduğunu fark etti, feodal savaş tekniklerinin ya da derebeyi mimari anlayışının karman çorman gerçekliğiyle ilgisi olmayan bir çeşit Platon ideası. Platon ideası mı? Bunun nereden çıktığı hakkında hiçbir fikri yoktu. Bilinçli aklının yüzeyinin hemen altında yüzen anıları hiç bu kadar yakınında olmamıştı ama yine de önündeki bir sürü kubbeli görüntü gibi, anıları da garip bir şekilde dağınıktı. Yerinden kıpırdamayan güneşin altında ayaklarıyla yerden duman gibi tutam tutam bulut kaldırarak yürüdü. Kapı açıktı ama kale pek davetkâr görünmüyordu. Kulelerin dört bir yana yayılan pırıltısına rağmen giriş kapısı derin, kara ve boş görünüyordu. Paul, olduğundan da korkunç görünen kara deliğin önünde -24-
bir an duraksadı, kanının damarlarında nasıl aktığını hissedebiliyordu, kendi kendini koruma güdüsü sırtını kaleye dönüp oradan uzaklaşmasında ısrar etse bile içeri girmesi gerektiğini biliyordu. Sonunda kendini tüm çılgınca rüyayı başlatan o havan topu yağmurunun altındayken bile hissettiğinden daha korunmasız hissederek derin bir nefes aldı ve içeri adım attı. Kapının ardındaki geniş taş oda garip bir şekilde sadeydi, odadaki tek süs karşı duvarda asılı duran etrafı siyah ve altın rengiyle işlenmiş kırmızı kocaman tek bir sancaktı. Bu sancağın üzerinde, tepelerinde asılı bir taç bulunan birbirine dolanmış iki gonca, bir vazo ya da kadehten dışarı uzanıyorlardı. Resmin altında, ''Ad Aeternum" yazısı vardı. Paul sancağı daha yakından incelemek için yaklaşırken, ayak seslerini boğan biraz önceki bulut halısından sonra adımları boş odada öylesine yankılandı ki birdenbire irkildi. Birilerinin gelip binaya girenleri kesinlikle kontrol edeceğini düşündü ama odanın iki yanındaki kapılar açılmadı ve sessizliğe gömülen yankılara karışacak başka hiçbir ses çıkmadı. Sancağa uzun süre bakmak güçtü. Siyah ve altın iplerin her biri sanki kıpırdıyor, bu sebeple bütün resim gözlerinin önünde bulanıklaşıyordu. Ancak girişe doğru yeniden gerilediğinde resmi net bir şekilde görebildi, ama yine de resim ona burası ya da burada kimlerin yaşıyor olabileceği konusunda hiçbir ipucu vermiyordu. Paul iki taraftaki kapılara baktı. Hangisini seçtiğinin bir önemi yokmuş gibi görünüyordu, o da soldakinde karar kıldı. Kapı sadece birkaç adım uzaktaymış gibi göründüğü halde oraya ulaşması şaşılacak derecede uzun sürdü. Paul arkasına baktı. Giriş kapısı artık uzaktaki karanlık bir nokta gibi görünüyordu ve giriş odası da sanki dışarıdaki bulutlar içeri doluyormuş gibi sisle örtülmekteydi. Tekrar döndüğünde seçtiği kapının önünde yükseldiğini gördü. Kapı bir dokunuşuyla kolayca açıldı, Paul de içeri girdi. Ve kendini bir ormanda buldu. Ama kısa süre sonra buranın tam olarak bir orman olmadığını fark etti. Her yer kalın bir bitki örtüsü ile kaplıydı ama dal budak Salmış sarmaşıkların ve uzun yaprakların arasından gölgeli duvarları görebiliyordu; duvarlardaki kemerli pencereler kara fırtına bulutlarıyla dolu bir gökyüzüne bakıyordu; ki bu da ön kapının ardında bıraktığı, -25-
masmavi gökten oldukça farkh bir görünüm arz ediyordu. Orman her tarafı sarmıştı, bu durumda iç ya da dış kavramları biraz karışmış olsa da yine de içerideydi. Bu oda koca ön avludan da büyüktü. Kafa sallayan zehirli çiçeklerin ve yeşilliğin üzerinde uzakta; parlak altından desenlerle bezeli, mücevherlerle süslü keskin kenarlı karmaşık bir labirente benzeyen tavan uzanıyordu. Nemli sıcak hava ve bu yerin kokusu başka bir anıyı kurcalayarak uyandırmış, yüzeye sürüklenmesine sebep olmuştu. Bu tip yerlere... ne derlerdi... bir limonluk. Anılarının alacakaranlığında bunun bir şeylerin saklanıp yetiştirildiği yerlere verilen ad olduğunu hatırladı, sırların saklandığı bir yer. Uzun yapraklı bir bitkinin yapışkan uzantılarını yolunun üzerinden iterek ilerledi, sonra da bitkinin gizlemiş olduğu bir gölete düşmemek için ani bir dans figürü yapması gerekti. Alevde kızdırılmış madeni paracıklara benzeyen düzinelerce küçük balık ürkerek kaçıştı. Döndü ve kendine bir yol arayarak gölcüğün kenarından yürüdü. Bitkiler tozluydu. En karmaşık kısımlardan geçerken toz bulutlan havalanıp yüksek pencerelerden içeri süzülen ışıkta gümüş ve mika renklerinde uçuştular. Bir an durup tozun inmesini bekledi. Sessizlikte alçak bir ses ona doğru sürüklendi. Birileri ağlıyordu. İki elini uzatıp bir perdeyi aralarcasına yaprakları araladı. Birbirine dolanmış bitki örtüsü çan biçimli kocaman bir kafesi sarmıştı, kafesin ince altın çubukları çiçek açmış asmalarla öylesine kaplanmıştı ki, içinde ne olduğunu görmek neredeyse imkansızdı. Paul kafese yaklaştığında kafesin içinde de bir şey kıpırdadı. Paul hemen durdu. Bu bir kadındı. Bu bir kuştu. Bu bir kadındı. Kadın döndü, koca siyah gözleri ıslaktı. Koca bir siyah saç bulutu uzun yüzünü çevreliyor, garip kılığının fosforlu yeşil ve moruyla karışarak sırtına dökülüyordu. Ama bu bir kılık değildi. Kadın kuş tüyleriyle kaplıydı, uzun kanat tüyleri kollarının altında kağıt bir yelpaze gibi katlı duruyorlardı. Kanatlar. "Kim var orada!" diye feryat etti kadın. Tabii ki bütün bunlar bir rüyaydı, belki de sıradan bir savaş kazasının son halüsinasyon dakikaları, ama kadının sesi içine işleyerek yuvasını bulmuş bir şey gibi iyice yerleştiğinde, bu sesi asla unutmaya-
cağını anlamıştı. O üç kelimede kararlılık, keder ve çıldırma sınırına gelmişlik vardı. Paul ilerledi. Kadının kocaman yuvarlak gözleri daha da büyüdü. "Sen kimsin? Sen buraya ait değilsin." Paul, kadının onurunu kıracağını hissetmesine rağmen kuş tüyü kaplı kollarına sanki bir tür şekil bozukluğuymuş gibi bakmaktan kendini alamıyordu. Belki bu doğruydu. Ya da belki de bu garip yerde şekli bozulmuş olan asıl kişi kendisiydi. Kadın, "Sen bir hayalet misin?" diye sordu. "Eğer öyleysen boşuna nefes tüketiyorum. Ama sen bir hayalete benzemiyorsun." Ağzı kuruyan Paul zorlukla "Ne olduğumu bilmiyorum." dedi. "Nerede olduğumu da bilmiyorum. Ama kendimi bir hayalet gibi hissetmiyorum." "Konuşabiliyorsun!" Kadın öylesine telaşlanmıştı ki, Paul korkunç bir şey yapmış olmaktan korktu. "Sen buraya ait değilsin!" "Niye bağırıyorsun? Sana yardım edebilir miyim?" "Gitmelisin! Gitmek zorundasın! Yaşlı adam birazdan döner." Kadının heyecanlı hareketleri odayı yumuşak bir hışırtıyla doldurdu. Daha çok toz havada uçuştu. "Bu Yaşlı adam da kim? Hem sen kimsin?" Kadın, ince parmaklarıyla kafesin parmaklıklarını kavrayarak kafesin kenarına yaklaştı. "Git! Hemen git!" Ama sanki Paul'ü yitip gitmeyecek bir anı olarak saklamak istercesine onu dikkatle inceliyordu. "Yaralanmışsın, elbisende kan var." Paul üzerine baktı. "Eski kan. Sen kimsin?" Kadın başını olumsuz bir şekilde salladı. "Hiç kimse." Duraksadı, yüzü sanki şaşırtıcı ya da tehlikeli bir şey söyleyecekmiş gibi bir an gölgelendi, sonra o an çabucak geçti. "Ben hiç kimseyim. Yaşlı adam dönmeden gitmelisin." "Ama burası nedir? Ben neredeyim? Elimdeki tek şey sorular ve sorular." "Burada olmaman gerek. Burada beni sadece hayaletler ziyaret eder, bir de Yaşlı adamın kötü araçları. O, araçların bana arkadaşlık etmeye yaradığını söylüyor, ama bazılarının dişleri ve çok garip espri anlayışları var. Özellikle Yağ Tulumu ve Nikelaj, en kötüsü onlar."
-27-
Bunalan Paul aniden ileri atılarak kadının parmaklıklara dolanmış elini yakaladı. Kadının teni soğuk ve yüzü ona çok yakındı. "Sen bir mahkumsun. Seni serbest bırakacağım." Kadın elini hızla geri çekti. "Ben bu kafesin dışında yaşayamam. Yaşlı adam seni bulursa sen de yaşayamazsın. Kutsal Kase için mi geldin? Onu burada bulamazsın, burada sadece gölgeler var." Paul sabırsız bir şekilde başını salladı. "Benim kutsal kaseden falan haberim yok." Ama daha konuşurken bile tam olarak gerçeği söylemediğini biliyordu: kelime içinde bir yerlerde yankılanmış, onun hâlâ ulaşamadığı yerlere dokunmuştu. Kutsal Kase. Bir şey, bu bir şey demekti... "Anlamıyorsun!" dedi kuş kadın ve kızgınlığı artarken parlak tüyler hışırdayarak boynunun etrafında toplandı. "Ben gardiyanlardan biri değilim. Benim senden saklayacak bir şeyim yok ve seni öyle görmek istemem... zarar görmüş halde görmek istemem. Git, seni salak! Onu almayı basarsan bile nereye gidersen git Yaşlı adam seni bulur. Beyaz Okyanusu geçsen bile, peşinden gelir." Paul kadının korkusunu hissedebiliyordu ve bir an için o da konuşacak ya da kıpırdayacak hali olmadan öylece kalakaldı. Kadın onun için korkuyordu. Bu hapis melek bir şeyler hissediyordu... ona karşı. Ve Kutsal Kase, her neyse Paul onun önemini hissedebiliyordu, bilincinin ulaşamadığı bir yerde parlak bir balık gibi yüzdüğünü... Binlerce sürüngenden çıkıyormuş gibi yüksek sesli berbat bir tıslama etrafındaki yapraklan titretti. Kuş kadının nefesi kesildi ve kafesinin ortasına doğru büzüldü. Bir an sonra kocaman bir ayağın yeri çiğneyişinin sesi, titreyen ve daha fazla tozlar döken ağaçların arasında çınladı. "Bu o!" derken, kadının sesi bastırılmış bir çığlık gibiydi. "Geri geldi!" Bir savaş makinesi gibi devasa bir şey hışımla ve patırtıyla yaklaşıyordu. Haşin bir ışık ağaçların arasından parladı. "Saklan!" Kadının fısıltısındaki yalın dehşet kalbinin güm güm atmasına neden oldu. "Yoksa iliğini emecektir!" Ses giderek yükseliyordu; duvarlar titriyor, yer sarsılıyordu. Paul bir adım attıktan sonra sendeledi ve korku üzerine kara bir dalga gibi çökerken dizlerinin üzerine çöktü. Bitki örtüsünün en kalın olduğu ye-28-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
re doğru süründü, yapraklar yüzünü kamçılayarak üstünü başını toz ve nem içinde bıraktılar. Sanki dev menteşeler gıcırdıyormuş gibi bir gürültü duyuldu ve oda elektrikli bir fırtınanın kokusu ile doldu. Paul gözlerini kapadı. "EVE DÖNDÜM." Yaşlı adamın sesi top gürlemesi kadar yüksekti ve bir o kadar da, insan dışı bir şekilde gümbürdüyordu. "KARŞILAMA ŞARKIN NEREDE KALDI?" Bir yerlerden buhar kaçıyormuş gibi çıkan tıslama dışında odadaki uzun sessizliği hiçbir şey bozmuyordu. Nihayet kuş kadın solgun ve ürkek bir sesle konuştu. "Bu kadar çabuk dönmeni beklemiyordum. Hazırlanmamıştım." "DÖNÜŞÜME HAZIRLANMAK DIŞINDA, NE İŞİN OLABİLİR Kİ SENİN?" Yaşlı adam daha yakına doğru gelirken yine o çatırtılı ayak sesleri duyuldu. "DİKKATİN DAĞILMIŞ GİBİ GÖRÜNÜYORSUN BÜLBÜLÜM. YAĞ TULUMU SENİNLE HAŞİN OYUNLAR MI OYNADI?" "Hayır, hayır, ben . . . kendimi bugün pek iyi hissetmiyorum." "BUNA HİÇ ŞAŞIRMADIM. BURADA PİS BİR KOKU VAR." Ozon kokusu daha da güçlendi, Paul parmaklarının arasından ışığın oynaştığını görebildi. "İŞİN ASLI BURASI İNSAN KOKUYOR." "N - nasıl olabilir ki?" "NİYE GÖZLERİMİN İÇİNE BAKMIYORSUN KÜÇÜK ÖTÜCÜ KUŞ? BURADA TERS BİR ŞEYLER DÖNÜYOR." Adımlar daha da yakına geldi. Yer sallandı ve Paul rüzgara kapılmış bir köprünün gıcırtısını andıran, uyumsuz bir gıcırtı duydu. "BENCE BURADA BİR İNSAN VAR. BENCE SENİN BİR ZİYARETÇİN OLMUŞ." "Koş!" diye haykırdı kuş kadın. Paul küfretti, her tarafı kocaman dallarla çevrilmiş vaziyette ayağa fırladı. Devasa bir gölge odayı kaplıyor, pencerelerden dökülen yumuşak, gri ışığa engel olarak odayı kendi mavi beyaz kıvılcımlı keskin ışığıyla dolduruyordu. Paul, her yanı saran yaprakların arasından ileri fırladı, kalbi bir tazımnki gibi çarpmaktaydı. Kapı... kapıyı bir bulabilseydi. Dev eğleniyormuş edasıyla, "ÇALILIKLARDA BİR ŞEY KOŞTURUYOR," dedi. "SICAK ET... VE ISLAK KAN... VE GEVREK KÜÇÜK KEMİKLER." -29-
TAD VVILLIAMS OTHERLAND
Paul göletin içine dalıp geçti, neredeyse dengesini kaybediyordu. Sadece birkaç yarda ötesindeki kapıyı görebiliyordu ama koca tıngırtılı şey hemen ardındaydı. "Koş!" diye yalvardı kadın. Bu yaptığından dolayı kadının korkunç bir cezaya çarptırılacağını o dehşet anında bile biliyordu. Kadına bir şekilde ihanet etmiş olduğunu hissetti. Kapıya ulaştı ve düzgün taş zeminde kayıp yuvarlanarak kendini dışarı attı. Koca kapı önündeydi ve Tanrıya şükürler olsun ki açıktı! Birkaç yüz adım, belki de daha fazla; pekmezin içinde koşmak kadar güç. Koca şato takipçisinin adımlarıyla sallanıyordu. Kapıya ulaştı ve kendini, geldiğinde günışığıyla aydınlık ama artık alacakaranlık yüzünden gri olan dışarıya attı. Muazzam ağacın en üst dalları bulutların bittiği yerin hemen üstünde yükseliyor, buradan bakıldığında ulaşılmaz görünüyorlardı. Paul, bulut tarlalarının arasından ağaca doğru fırladı. O şey kapıdan geçmeye çalışıyordu, kendine yol açarken, koca menteşeler gıcırdadı. Şimşek kokulu hava Paul'ü yalayıp geçerken neredeyse dengesini kaybettirecekti, muazzam bir gürleme göğü kapladı: Yaşlı adam gülüyordu. "GERİ GEL, KÜÇÜK YARATIK! SENİNLE OYNAMAK İSTİYORUM!" Paul bulut patikasında son hızla koşturdu, nefes alırken ciğerleri patlayacak gibi oluyordu. Ağaca şimdi biraz daha yakındı. O korkunç şeyden kurtulabilmek için aşağı hangi hızla inmesi gerekecekti? Onu elbette takip edemezdi, o koca ağaç bile bu canavarın ağırlığını taşıyamazdı. Yaşlı adam şatodan dışarı adımını atınca bulutlar ayağının altında trambolin gibi gerilip yaylandılar. Paul sendeledi ve ileri doğru düştü; ellerinden biri patikanın yanından aşağı, örümcek ağlarının içinden geçercesine sarktı. Ayağa fırlayarak yeniden ileri atıldı, ağaç şimdi sadece yüz adım kadar ilerideydi. Keşke... Fabrika fırını küreği kadar büyük, kocaman, gri bir el etrafına dolandı; bu paslı demir tabakaları, kablolar ve perçinlerden ibaret bir şeydi. Paul haykırdı. Havaya fırlatıldığında bulutlar gerisinde kalmıştı, sonra kendini yaşlı adamın suratının önünde sallanır vaziyette buldu. Paul yeniden haykırdı ve uzaktaki bir şatodan yankılanan kısık ama keder dolu bir -30-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
başka haykırış duydu - kafesteki bir kuşun feryadı. Yaşlı adamın gözleri saat kulelerinin çatlamış koca yüzlerinden, sakalı ise karmakarışık kıvrımlı, paslı tellerden oluşuyordu. Adam inanılmaz derecede kocamandı; her eklemi, her çatırtıda buhar salan ağır ağır dönen tekerlerden ve dövülmüş bakır borulardan oluşan demir bir dev. Adam pis pis elektrik kokuyor, sırıttığında ağzında bir dizi beton mezar taşı görünüyordu. "BEN ONLARI EĞLENDİRMEDEN, MİSAFİRLER GİDEMEZ." Paul, yaşlı adamın sesinin kuvvetiyle kafatasının kemiklerinin . titrediğini hissetti. Muazzam gırtlak biraz daha açıldığında, Paul tekmeler atmaya ve boğucu buhar bulutlarının arasında debelenmeye başladı. Yaşlı adam, "GERÇEKTEN DE KARIN DOYURAMAYACAK KADAR KÜÇÜK," dedi ve onu yuttu. Paul, çığlıklar atarak yağlı öğütücü dişlilerin arasına düştü. "Kes şunu artık, seni Allah'ın belası salak!" Paul debelendi ama birisi ya da bir şey kollarını tutuyordu. Titredi ve kendini bıraktı. "Böylesi daha iyi. Buyur, şundan biraz al." Ağzına bir şeyler damladı ve yakarak boğazından aktı. Patlarcasına öksürdü ve doğrulup oturmaya çabaladı. Bu sefer kalkmasına izin verildi. Biri güldü. Gözlerini açtı. Finch yanında neredeyse tepesinde oturuyordu, siperin çamurlu tepesi ve ince bir parça gökyüzü onu çevreliyordu. "İyi olacaksın." Finch matarasının kapağını kapadı ve cebine tıkıştırdı. "Sadece başına bir darbe yemişsin. Söylemesi acı ama seni eve göndermek için yeterli bahane değil ihtiyar. Yine de, Mullet nöbeti devredip döndüğünde seni gördüğüne sevinecek. Ona senin iyileşeceğini söylemiştim." Paul, kafası karışık bir vaziyette arkasına yaslandı. "Nerede...?" "Geri siperlerden birindeyiz, sanırım bu lanet yeri iki sene önce ben kazmıştım. Fritz birdenbire savaşın henüz bitmediğine karar verdi. Bayağı bir geri çekilmeye zorlanmıştık, hatırlamıyor musun?"
-31-
TAD VVILLİAMS OTHERLAND
Paul, rüyasının kaybolmaya başlayan parçalarını bir araya getirmeye uğraştı. Kutsal bir kaseden bahseden kuş gibi tüyleri olan bir kadın. Metalden ve kızgın buhardan yapılma lokomotif gibi bir dev. "Peki ne oldu? Bana?" Finch arkadaşının arkasına doğru uzanarak Paul'ün miğferini aldi. Miğferin tepesi yandan içeri göçmüştü. "Şarapnel parçası. Ama seni geri postalamalarına yetmiyor. Bahtın pek açık değil ha, ne dersin Jonesie?" Demek ki hepsi bir rüyaydı. Sadece hafif bir kafa yaralanması sonucu oluşan bir halüsinasyon. Paul, Finch'in tanıdık yüzüne baktı, adamın kırçıl bıyığına ve çelik çerçeveli gözlüklerin ardından bakan yorgun gözlere ve yine olması gereken yere dönmüş olduğunu anladı, bir kez daha çamurun ve kanın içine gömüldü. Tabii ki. Savaş, askerlerin rüyalarını umursamandan devam ediyordu, bu öylesine yıpratıcı bir gerçekti ki, başka hiçbir gerçeklik onunla yarışamazdı. Paul'un başı ağrıyordu. Kirli eliyle şakağını ovuşturmak için uzandı, bu esnada bir şey elbisesinin kolundan kayarak kucağına düştü. Dönüp hızla Finch'e baktı ama diğer adam bir dana konservesine ulaşmak için çantasını karıştırıyordu ve onu görmemişti. Paul nesneyi kaldırıp güneşin son ışıklarına doğru tuttu. Zerre kadar çamur bulaşmamış olan inanılmaz derecede parlak yeşil tüy, inanılmaz derecede gerçek bir şekilde ışıldadı.
-32-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
KÂİNAT, YAN KAPIDA Yazık bu işgüzar yaratığa, insangibiolmayan, Ki değil. Gelişme ise bir huzurverici hastalık: senin kurbanın (ölüm ve yaşam güven içinde ötede) oynar kendi küçüklüğünün yücelttiği büyüklükle -elektronlar ilahlaştırır zayıf jilet parçasını dönüştürür dağ silsilesine; mercekler genişleyiverir arzu edilmemiş, içinden geçeyazmış ki bükülmüş yerlerdeki zamanın Kadar bitimine; Döner tekı-ar arzusuz arzusuz senin olmayan benliklere Dünyanın yaratılışı Değildir ki bu dünyanın doğuşu - biraz merhamet Bu beden etine ve ağaçlara, yıldızlara ve taşlara, ama acıma gözkamaştırıcı büyünün Kadrimutlak modeline. Ve biz doktorlar biliri ki: bir umutsuz vakada eğer-kulak verirsen: vardır bir cehennemi bu güzel kâinatın yan kapıda; hadi gidelim
- e.e. cummings
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ
KOMŞU EVREN
BÖLÜM1
Bay Jingo'nun Gülümsemesi
NET HA TTI/HABERLER: Bozuk çip katliama yol açtı. (görüntü: Kashivili kelepçeler içinde mahkeme huzurunda) Sanal Obje: Şartlı tahliyedeki Kashivili'nin Büyük Moskova'nın Serpukof ala nında alev makinesi ile gerçekleştirdiği saldırıda bir restoranın 17 müşterisini öldür mesi üzerine, (görüntü: Kavrulmuş dükkan vitrini, park etmiş itfaiye araçları ve ambulans lar) Otoriteler Mahkum Aleksandr Kashivili'nin davranış düzenleyici cipinde bek lenmedik arızanın ortaya çıktığını söylediler, (görüntü:Doktor Konstantin Cruhov, üniversitedeki bürosunda) GRUHOV: Teknoloji hâlâ başlangıç aşamasında. Kazalar olacaktır..."
Diğer öğretim görevlilerinden biri küçük odanın kapısını iterek açtı ve içeri eğildi. Onunla beraber, koridorun gürültüsü her zamankinden daha da uğultusu bir şekilde içeri doldu. "Bomba ihbarı." "Yine mi?" Renie avuç içi bilgisayarını masaya bırakıp çantasını aldı. Son panikte ne çok şeyin kaybolduğunu hatırlayarak koridora çıkmadan önce, avuç içi bilgisayarını tekrar aldı. Ona haber veren adam - adını bir türlü aklında tutamıyordu, Yono bilmem ne - birkaç adım önünden gidiyordu, sallana sallana çıkışlara doğru ilerleyen öğrenci ve öğretim görevlisi dalgaları arasında çoktan kaybolmuştu bile. Onu yakalayabilmek için hızlandı. Adama, "İki haftada bir oluyor," dedi, "sınav dönemi günde bir kez. Beni deli ediyor."
-35-
TAD VVILLİAMS OTHERLAND
Adam gülümsedi. Kalın gözlükleri ama güzel dişleri vardı. "En azından biraz temiz hava alırız." Birkaç dakika içinde Durban dördüncü alanı, Politeknik'in önündeki geniş cadde bir çeşit bayram yerine dönmüştü, ortalık sınıftan çıktığına sevinen, gülüşen öğrencilerle doluydu. Ceketlerini etek gibi bellerine dolamış bir grup genç adam park edilmiş bir arabanın tepesinde dans ediyor, yaşlıca bir öğretmenin giderek tizleşen sesiyle yaptıklarından vazgeçip aşağı inmeleri gerektiği talimatlarını duymazdan geliyorlardı. Renie onları karmaşık duygularla izliyordu. O da, boynunda ve kollarında hissettiği sıcak Afrika güneşi gibi, özgürlüğün çağrısını duyabiliyordu ama aynı zamanda mezuniyet dönem ödevlerinin üç gün geriden gittiğinin de farkındaydı; eğer bomba alarmı fazla uzun sürerse bir danışman görüşmesini ertelemek zorunda kalacak ve bu da hızla azalan zamanının birazını daha yiyecekti. Yono, ya da adı her neyse, dans eden öğrencilere bakıp sırıttı. Renie onun sorumsuz keyfi karşısında içinin ani bir rahatsızlık duygusuyla kabardığını hissetti. "Eğer dersten kurtulmak istiyorlarsa," dedi, "Neden okulu asmıyorlar? Niye böyle numaralar çevirip bizim de - " Parlak bir ışık huzmesi göğü beyaza boyadı. Okulun ön cephesindeki tüm camların muazzam parçalanma sesi duyulurken ve düzinelerce park edilmiş arabanın camı titrerken, Renie, kısa süreli kuru ve sıcak bir hava dalgası tarafından yere fırlatılmıştı. Kollarıyla başını korudu ama üstüne hiçbir şey düşmedi, sadece insanların feryatları duyuluyordu. Ayağa kalkmaya çalışırken etrafındaki öğrencilerden yaralanan olmadığını gördü ama kampüsün ortasında İdari binanın olması gerektiği yerden kara bir duman bulutu yükseliyordu. Çan kulesi gitmişti, renkli kuleden geriye kalan tek şey dumanlan tüten kararmış lifımsi bir iskeletti. Birdenbire duyumsadığı mide bulantısı ve baş dönmesiyle tuttuğu nefesini bırakarak "Yüce İsa sen bize acı!" dedi. Meslektaşı, koyu renkli derisi neredeyse grileşmiş olarak yanında ayağa kalkmaya çabalıyordu. "Bu seferki gerçekmiş. Tanrım, umarım herkesi dışarı çıkarabilmişlerdir. Herhalde çıkarabilmişlerdir; İdare daima ilk çıkan olur, böylece boşaltma işlemini gerçekleştirebilirler." Öyle hızlı konuşuyordu ki Renie onu güçlükle anlayabiliyordu. "Sence kim yapmıştır?"
-36-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Renie başını salladı. "Broderbund1? Zulu Mamba? Kim bilir? Allah belasını versin, bu iki yıl içerisinde üçüncüsü oluyor. Bunu nasıl yapabilirler? Niye bırakmıyorlar ki çalışalım?" Arkadaşının yüzündeki dehşet ifadesi derinleşti. "Arabam! İdari park alanındaydı!" Adam dönüp kimisi ağlayan, hiçbiri artık gülmek ya da dans etmek istemiyormuş gibi görünen, kaybolmuşa benzeyen öğrencileri yararak patlama bölgesine doğru koşmaya başladı. Bölgeyi kapatmaya çalışan bir güvenlik görevlisi önünden koşarak geçen adama bağırdı, "Arabası mı? Salak." Renie'nin canı da ağlamak istiyordu. Uzaktan sirenlerin seslerini duyabiliyordu. Çantasından bir sigara çıkarıp titreyen parmaklarla çakmağını yaktı. Bu sigaraların kanserojen olmadıkları iddia ediliyordu ama şu anda bunu umursayacak halde değildi. Kenarları kararmış bir kağıt parçası uçarak ayaklarının dibine kondu. Şimdiden, uzaktan kumandalı kamera taşıyıcılar net hattı için haber emen bir sinek sürüsü gibi gökten iniyorlardı. Biri omzuna dokunduğunda ikinci sigarasını içmekteydi ve kendini biraz daha iyi hissetmeye başlamıştı. "Bayan Sulavveyo?" Döndü ve sarı - kahverengi tenli ince bir oğlanla burun burana geldi. Çocuğun kıvır kıvır kısa saçları başını çevreliyordu. Boynunda Renie'nin yıllardır görmediği bir şey, bir kravat vardı. "Evet?" "Sanırım bir randevumuz vardı. Bir danışmanlık görüşmesi?" Kız çocuğa bakakaldı. Oğlanın başı, kızın ancak omzuna kadar geliyordu. Siz... Siz kimdiniz...?" "!Xabbu." Adın söylenişinde, sanki oğlan bir eklemini kıtlatmış gibi, tıkırdayan bir ses vardı. "X ile, ve isim İngiliz harfleriyle yazıldığında, başında bir ünlem işaretiyle." Birdenbire konu aydınlandı. "Ah! Siz... "
1 Merkezi Kaliforniya'da olan, eğitim ve eğlence amaçlı yazılımlar üreten Amerikan
kuruluşu. YHN.
-37-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
Oğlan, yüzünde aniden beyaz bir çizgi oluşmasına neden olan bir gülümsemeyle, "San halkından biri" dedi, "Buşman denilenlerden, evet." "Amacım kaba davranmak değildi." "Değildiniz. Eski görünüme ve saf kana ait olan ancak birkaç kişi kaldık. Çoğumuz kentlilerle evlendi. Ya da bu çağın bozkırlarında yaşamayı beceremeyerek öldüler." Oğlanın gülüşünü ve seri bir şekilde dikkatle konuşmasını sevmişti. "Ama sen bunlardan hiçbirini yapmadın." "Hayır, ben yapmadım. Ben bir üniversite öğrencisiyim." Oğlan bunu aynı zamanda hem gururla hem de kendi kendiyle dalga geçen bir tavırla söylemişti. Savrulup giden duman sorgucuna bakmak için, döndü ve "Eğer geriye bir üniversite kalırsa tabii," dedi. Kız başıyla onayladı ve bir titremeyi bastırdı. Rüzgarın taşıdığı küllerin kirlettiği gökyüzü alacakaranlığa benzer bir griliğe bürünmüştü. "Çok feci." "Gerçekten felaket. Ama neyse ki kimsenin fazla canı yanmamış gibi görünüyor." "Neyse. Danışmanlık randevumuzun bu şekilde ertelenmesine üzüldüm," dedi kız, profesyonel tavrının birazını geri kazanarak. "Sanırım yeniden randevulaşmalıyız, bir saniye bilgisayarımı çıkarayım." !Xabbu, "Yeni bir randevu şart mı?" diye sordu. "Benim bir işim yok. Öyle görünüyor ki, bir süre için üniversiteye de dönemeyeceğiz. Belki başka bir yere mesela bira satılan bir yere gidebiliriz, çünkü boğazım dumandan kurudu, konuşmamıza orada devam ederiz." Renie duraksadı. Şimdi kampüsten çıkmalı mıydı? Ya bölüm başkanının ya da başka birinin ona ihtiyacı olursa? Bir çeşit mülteci kampıyla açık hava festivali karışımına dönüşmeye başlayan sokaklara ve ana basamaklara bakıp omuz silkti. Burada bugün artık işe yarar bir şey yapılamazdı. "Öyleyse hadi gidip birer bira içelim." Pinetown treni çalışmıyordu, birisi Durban dolaylarındaki raylara atlamış ya da itilmişti. Renie'nin bacakları ağrıyordu, sonunda oturduğu siteye ulaştığında nemli gömleği bedenine yapışmıştı. Asansör çalışmıyordu ama bu da yeni bir şey değildi. Kendini merdivenlerden yukarı sürükledi ve çantasını aynanın önündeki masaya atarken gözü -38-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
bir an kendi görüntüsüne takıldı. Daha dün işyerindeki iş arkadaşlarından biri kısa, kullanışlı saç kesimini eleştirerek Renie kadar uzun boylu bir kadının daha kadınsı görünmesi gerektiğini söylemişti. Kaşlarını çatarak uzun beyaz eteğinden dökülen tozu inceledi. Kendine bakmaya ne zaman vakti olacaktı ki? Hem zaten bu kimin umurun daydı? "Ben geldim," diye seslendi. Kimse cevap vermedi. Başını duvarın kenarından uzattı ve küçük erkek kardeşi Stephen'ı, beklediği gibi iskemlesinde otururken buldu. Stepnen'in internete bağlanmak için kullandığı kafa setinin içindeki yüzü görünmüyor, sandalyesinde sağa sola hafifçe sallanırken her iki elinde de birer joystick tutuyordu. Renie oğlanın şu anda ne gibi deneyimler yaşadığını merak etti ama sonra bunu bilmemesinin daha iyi olacağma karar verdi. Mutfak boştu, sıcak bir yemeğin hazırlanmış olduğuna dair görünürde hiçbir belirti yoktu. Bunun sadece babasının uyuyakalması yüzünden olduğunu umarak sessizce küfür etti. "Kim var orada? Sen misin evlat?" Kız içinde kabaran bir öfkeyle yine küfretti. Babasının sesindeki iğneleyici ifadeden bu akşamı geçirmek için yemek yapmaktan başka şeyler bulduğu belliydi. "Evet, benim." Zeminde sürüklenen koca bir mobilyanın çıkardığı bir sesten ve bir tıkırtıdan sonra adamın hafifçe sallanan uzun silueti yatak odasının kapısında belirdi. "Niye bu kadar geç kaldın?" "Çünkü tren çalışmıyor. Ve çünkü bugün birileri üniversitenin yarısını havaya uçurdu." Babası bu söylenenler üzerinde bir an düşündü. "Broderbund. Allah'ın belası Beyaz Afrikalı piçler. Muhakkak." Uzun Joseph Sulaweyo tüm beyaz Güney Afrikalıların silinmez kötülüklerine kesinlikle inananlardandı. "Henüz bir bilgi yok. Herkes yapmış olabilir." "Sen bana kafa tutuyorsun?" Uzun Joseph kızaran ve sulanan gözlerini ona dikerek uğursuz bir bakış atmaya çalıştı. Onun yaşlı bir boğaya benzediğini düşündü, uyuşturulmuş ama hâlâ tehlikeli. Adama sadece bakmak bile onu yoruyordu.
-39-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
"Hayır, sana kafa tutmuyorum. Bir kerecik olsun akşam yemeğini hazırlayacağını düşünmüştüm." "Walter geldi. Konuşacak bir sürü şey vardı." İçilecek bir sürü şeylerinin olduğunu düşündü ama dilini tuttu. Ne kadar kızgın olursa olsun tüm akşamı bağırış çağırış ve savrulup kırılan eşyalarla geçirmeye değmezdi. "Yani iş yine bana kaldı değil mi?" Adam yeniden sallanarak yatak odasının karanlığına döndü. "Nasıl istersen. Ben aç değilim. Biraz dinlenmem lazım, bir erkeğin uykuya ihtiyacı vardır." Yatak yaylarının gıcırtısından sonra içerisi sessizleşti. Renie, yumruklarını sıkarak bir an bekledikten sonra ilerleyip yatak odasının kapısını örttü ve kendine biraz boş alan bulmaya çalıştı. Hâlâ internette takılan ve arada bir hoplayan Stephen'a baktı. Çocuk katatonik de olabilirdi. Bir iskemleye çökerek bir sigara daha yaktı. Kendine babasını eskiden, ya da hâlâ arada bir olduğu gibi gururlu ve kibar bir adam olarak anımsamanın önemli olduğunu hatırlattı. Zayıflık bazı insanlarda bir kez ortaya çıkınca kanser gibi ilerliyordu. Dükkanda çıkan yangında annelerinin ölmesi bu zayıflığı bulup ortaya çıkarmıştı. Joseph Sulavveyo'nun hayatla mücadele edecek gücü kalmamış gibi görünüyordu. Kendini bırakmıştı, yavaş ama emin bir şekilde dünyadan, acılarından ve hayal kırıklıklarından kopmaktaydı. diye düşündü ve bu Renie, bir erkeğin uykuya ihtiyacı vardır, gün ikinci kez ürperdi. Renie eğilip kes tuşuna bastı. Kafa setinin içinde hâlâ yüzü görünmeyen Stephen öfkeyle kasıldı. Böceksi vizörünü kaldırmayınca Renie parmağını tuşa basılı tutmaya devam etti. Stephen, daha kafa setini çıkarmadan "Ne için?" diye sordu. "Ben, Soki ve Eddie neredeyse İç Bölge Giriş Kapısına varmıştık. Daha önce oraya hiç bu kadar yaklaşamamıştık!" "Çünkü sana yemek hazırladım ve soğumadan yemeni istiyorum!" "İşim bittiğinde hallederim." "Hayır, öyle yapmayacaksın. Hadi Stephen. Bu gün okulda bir bomba patladı. Ürkütücüydü. Yemekte bana eşlik etmeni istiyorum."
-40-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRl KOMŞU EVREN
Oğlan doğruldu, gururunu okşaması işe yaramıştı. "Vay be. Ne pişirdin?" "Tavuk ve pilav." Oğlan suratını buruşturdu ama çoktan iskemleye oturmuş, kız mutfaktan kendine bir bira, ona da gazoz getirene kadar o çoktan yemeği ağzına tıkıştırmaya başlamıştı bile. "Ne havaya uçtu?" Oğlan hızlı hızlı çiğniyordu. "Ölen var mı?" Kız "Tanrıya şükür ki yok," derken çocuğun yüzündeki hayal kırıklığını görmezden gelmeye çalıştı. "Ama saat kulesi yerle bir oldu. Hatırlarsın, kampusun ortasındaki kule." "Vay anasını! Kim yapmış? Zulu Mamba mı?" "Kimse bilmiyor. Ama beni korkuttu." "Bizim okulda da geçen hafta bir bomba patladı." "Ne? Bundan hiç bahsetmemiştin!" Oğlan yüzünü buruşturarak çenesindeki yağı sildi ve "Öyle değil. Okul bilgisayar ağında. Sabotaj. İnsanlar bunun üst sınıfların mezuniyet şakası olduğunu söylüyor." "Sen bilgisayar ağındaki bir sistem sorunundan bahsediyorsun." Bir an için Stephen'ın gerçek hayat ve internet arasındaki farkın bilincinde olup olmadığını düşündü. Kendine onun sadece on bir yaşın da olduğunu hatırlattı. Kendi dar çevresinin dışındaki şeyler onun için henüz pek gerçek sayılmıyor. "Bugün Politeknik'te patlayan bomba, yüzlerce kişiyi öldürebilirdi. Gerçekten öldürebilirdi." "Biliyorum. Ama Okul Bilgisayar Ağındaki patlama pek çok servis programını, bazı yüksek teknoloji bilgi kümelerini, yedekleme üslerini ve bir çok başka şeyi öldürdü. Onlar da bir daha geri dönemeyecek." Oğlan birkaç saniyede hazırlanmış olan pilava uzandı. Renie iç çekti. Kümeler, üsler... kendisi de bir bilgisayar ağı eğitmeni olmasaydı herhalde erkek kardeşinin yabancı bir dilde konuştuğunu düşünürdü. "Daha daha neler yapıyorsun peki? Sana verdiğim kitaba hiç baktın mı?" Yüklü bir masraftan kaçmmayıp oğlana doğum günü hediyesi olarak Güney Afrika'nın yirminci yüzyılın sonlarındaki demokrasi savaşıyla ilgili olarak yazılmış bildiği en iyi ve en sarsıcı kitap olan Otulu'nun, Özgürlüğe Yürüyüş'ünü indirmişti. Küçük kardeşinin zevkine uygun olmasını sağlamak için de tarihi video belgeleri ve şık "Siz de oradasınız" üç boyutlu canlandırmalarıyla dolu olan, pahalı enteraktif versiyonu seçmişti. -41-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
"Henüz değil. Şöyle bir göz gezdirdim. Politika." "Bundan fazlası var Stephen. Bu bizim mirasımız, tarihimiz." Oğlan çiğnemeye devam etti. "Soki, Eddie ve ben neredeyse İç Bölgeye giriyorduk. Üst formdaki bir tipin yanından sıyrıldık. Neredeyse şehrin içine girmiştik! Açık bilet!" "Stephen, İç bölgeye girmeye çalışmanı istemiyorum." "Sen de benim yaşımdayken bunu yapıyordun." Oğlanın sırıtışındaki cüret, elini kolunu bağlıyordu. "O zamanlar her şey başkaydı. Bu günlerde bu yüzden tutuklanabilirsin. Büyük cezalar. Ciddiyim, çocuk. Yapma." Ama uyarılarının boşuna olduğunu biliyordu. Önceki nesil çocuklarına balık avlanan delikte yüzmeyin demek gibi bir şeydi. Stephen, onun söylediklerini duymamışçasma gevezeliğine devam ediyordu. Kız içini çekti. Oğlanın heyecanına bakılırsa önümüzdeki kırk dakika boyunca çocukların kullandığı internet argosuyla dolu bir söylev dinleyecekti. "Yani kesinlikle dudak uçuklatan bir şeydi. Üç tane zorlu kabadayıyı atlattık. Ama kötü bir şey yapmıyorduk," dedi oğlan aceleyle. "Sadece orada burada takılıyorduk. Ama göz kamaştırıcıydı! Bay J'nin yerine girmiş birine rastladık." "Bay J'nin yeri mi?" Şimdiye dek manasını çözemediği ilk şey bu olmuştu. Stephen'ın bakışı birden değişti; Renie bir an için oğlanın gözlerinde bir ışığın yanıp söndüğünü görmüş gibi oldu. "Uf, öyle bir yer işte. Bir kulüp gibi falan." "Nasıl bir kulüp? Eğlence yeri mi? Şovlar falan mı var?" "Evet, şovlar falan." Oğlan bir an için elindeki tavuk kemiğiyle oynadı. "Öylesine bir yer işte." Duvara vuruldu. "Renie! Bana bir bardak su getir." Uzun Joseph'ın sesi ayyaşça ve salakça çıkıyordu. Renie irkildi ama lavaboya doğru gitti. Stephen şimdilik normal bir aile hayatına yakın bir yaşamı hak ediyordu ama sonunda o kendi başının çaresine bakmaya başladığında burada bazı şeyler değişecekti. Geri döndüğünde Stephen üçüncü tabağını bitirmekteydi ama Renie onun bacağını sallamasından ve iskemlenin ucuna ilişmiş oturuşundan bir an önce internete dönmek için yanıp tutuştuğunu biliyordu. "Ağır ol, genç savaşçı. Pek konuşmaya fırsatımız olmadı."
-42-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Şimdi oğlanın yüzünde bir an için panik benzeri bir ifade belirdi, Renie midesinin burulduğunu hissetti. Eğer geri dönmek için bu kadar çıldırıyorsa kesinlikle boş vaktinin gereğinden fazlasını bilgisayara bağlı olarak geçiriyor demekti. Onun evin dışına daha fazla çıkmasını sağlaması gerekiyordu. Bu cumartesi onunla parka giderse, bütün gününü bir arkadaşının evinde internete bağlanıp yere uzanarak tüm dünyayla bağını koparmış bir şekilde geçirmediğinden emin olabilirdi. Stephen birdenbire "Bana o bombadan biraz daha bahsetsene," dedi. "Bütün olup biteni anlat." Kız anlatmaya başladı ve çocuk da dikkatle onu dinleyerek sorular sordu. Öyle ilgili görünüyordu ki, kızın aklına öğrencisi !Xabbu ile ilk karşılaşması, kibar çocuğun ne kadar küçük ve kıyafetlerinin de ne kadar eski moda olduğu geldi. Stephen "Geçen sene bizim okulda da onun gibi bir çocuk vardı" dedi. "Ama sonra hastalandı ve ayrılması gerekti." Renie, !Xabbu'nun nasıl el sallayarak ona veda ettiğini, ince kolunu ve neredeyse kederli görünen tatlı yüzünü hatırladı. O da bir şekilde, fiziksel ya da psikolojik olarak hastalanacak mıydı? Kendi insanlarından çok azının kent yaşamına ayak uydurabildiğini söylemişti. Onun bir istisna olmasını umuyordu, onun sakin espri anlayışını sevmişti. Stephen ablası hiçbir şey söylemeden kalkıp masayı topladıktan sonra gidip yeniden ağa bağlandı, ama bu kez şaşırtıcı bir şekilde Öz gürlüğe Yürüyüş'e girdi ve arada bir çıkıp ablasına konu hakkında sorular sordu. Oğlan sonunda odasına çekildiğinde Renie de bir buçuk saat kadar öğrencilerin ödevlerini okuduktan sonra, haber bankasına girdi. Uzaktaki bir dizi sorun hakkında haberler seyretti, Orta Afrika'da karantina uygulanmasına neden olan yeni bir Bukavu virüsü salgını, Filipinler'de Tsunami, Kızıl Deniz Özerk Devletine Birleşmiş Milletler ambargosu ve Johannesburg'daki bir çocuk bakımı şirketine karşı açılan toplu dava. Bir de elbette yerel haberler vardı, okula yapılan bombalı saldırı hakkındaki bir sürü haber de bunların arasındaydı. Bu sabah kendi gözleri ile gördüğü şeyi, internette 360 derecelik stereoskoptan yeniden seyretmek tuhaftı. Hangisinin gerçekliğinin daha ikna edici olduğuna karar vermek zordu. Hem bu günlerde "gerçek" kelimesinin anlamı neydi ki zaten?
-43-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
Bir süre sonra kafa seti yüzünden kapalı alan korkusu duymaya başlayınca başlığı çıkarıp görmek istediği haberlerin geri kalanını duvar ekranında seyretti. Gerçi her tarafı kaplayan görüntü de kafa setinden farklı hissettirmiyordu. Ancak ertesi gün için yemek hazırladıktan ve saati kurup kendi yatağına girdikten sonra tüm akşam içini kemirmiş olan duygu sonunda yüzeye çıktı. Stephen onu bir şekilde harekete geçirmişti. Bir şeyden bahsederlerken oğlan konuyu değiştirmiş, sonra da bir daha o konuya geri dönmemişti. Daha sonraki davranışları da, bir şeyler sakladığını düşünmeye yetecek kadar şüpheliydi. Ne konuştukları kesinlikle aklına gelmiyordu, herhalde zamane çocuklarının internet şakalarından biriyle ilgiliydi. Onunla bu konuda konuşmayı zihnine not etti. Ama yapılacak öyle çok şey vardı ki. Çok fazla şey. Günün saatleri asla yeterli olmuyordu. İşte ihtiyacım olan bu. Yaklaşan uyku onu sersemletiyordu: Düşünceleri bile ağırlaşmıştı, tüm vücudunu ağrıtan ve üzerinden atmak istediği yük gibiydiler. İhtiyacım olan daha çok internet, daha çok her yanı kaplayan gerçekçilik, daha fazla resim ve ses değil. Sadece daha fazla zamana ihtiyacım var. "Şimdi gördüm." !Xabbu simülasyonun uzakta gibi görünen beyaz duvarlarını seyrediyordu. "Ama hâlâ tam olarak anlayamıyorum. Sen buranın gerçek bir yer olmadığını mı söylüyorsun?" Yüzüne bakmak için döndü. Görünüşte o da sadece ana hatlarıyla belli olan bir insan formunda olmasına rağmen, yeni başlayanlar normal görünümün ne kadarı korunabilirse kendilerini o kadar rahat hissediyorlardı. !Xabbu, yeni başlayanlar için düzenlenmiş bu simülasyonda göğsünde kırmızı bir "X" işareti olan gri bir insan şekliydi. "X" simülasyonun normal bir parçası olsa da, Renie kendi şekline mor renkli fazladan bir "R" eklemişti, yine adaptasyonu kolaylaştırmak amacıyla. Dikkatle "Amacım kaba davranmak değildi," dedi "Ama bu dersi genelde bir yetişkinle yapmaya alışık değilim. Lütfen sana çok açık görünen bir şeyi açıklamaya kalkarsam alınma." !Xabbu'nun simülasyonunun yüzü, dolayısla da mimikleri yoktu ama sesi hafifti. "Ben kolay kolay alınmam. Hem durumumun garip -44-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
olduğunu da biliyorum ama Okavango bataklıklarında internet bağlantısı yoktu. Lütfen bir çocuğa neleri öğretirsen bana da onları öğret." Renie bir kez daha !Xabbu'nun ondan sakladığı şeyi merak etti. Son birkaç haftada oğlanın bazı garip bağlantıları olduğu anlaşılmıştı, hiçbir bilgisi ve donanımı olmayan biri Politeknik'in ileri programına atlayamazdı. Bu birini okuma yazma öğrenmesi için Johannesburg üniversitesinin edebiyat sınıfına yollamaya benziyordu. Ama oğlan zekiydi, çok zekiydi: küçük yapısı ve resmi davranışlarıyla onu bir çocuk ya da salak bir yabani gibi görme hatasına düşmek çok kolaydı. Hem sonra, diye düşündü, ben Kalahari 'de, silahsız ve çıplak o larak kaç gün hayatta kalabilirdim ki? Pek uzun bir süre olmazdı. Dünyada yaşamak için hâlâ, internet bilgi ve becerisinden başka şeyler de gerekebiliyordu. "Tamam. Bilgisayar ve bilgi işlem hakkında temel noktalan biliyorsun. Şimdi 'Burası gerçek bir yer mi?' dediğin zaman çok zor bir soru sormaktasın. Bir elma gerçek bir şeydir, değil mi? Ama elmanın resmi bir elma değildir. Bir elmaya benzer, sana elmaları düşündürür, hatta iki farklı elma resmine bakarak hangi elmanın tadının daha iyi olacağını söyleyebilirsin ama ikisinin de tadına bakamazsın. Bir resmi yiyemezsin, ya da en azından bu gerçek bir elmayı yemek gibi olmaz. Bu sadece, ne kadar gerçekçi görünürse görünsün gerçek olanın sadece bir sembolüdür. Anladın mı?" !Xabbu güldü. "Buraya kadar anladım." "Güzel, eskiden gözünde canlandırdığın şeyle - yani bir kavramla - gerçekte varolan bir şey arasındaki fark oldukça netti. Bir evin en gerçekçi resmi bile sadece bir imgeydi. Onun içine girmenin nasıl bir şey olacağını gözünde canlandırabilirdin ama aslında içine giremezdin. Çünkü gözünde canlandırmak bir evin içine girme deneyimini tüm detaylarıyla veremiyordu. Ama ya dokunduğunda gerçekmiş gibi hissettiren, kokladığında gerçekten kokan, tattığında bildiğin tadı aldığın ama gerçekte o şey olmayan (hatta hiçbir şey olmayan) tıpkı bir resim gibi o şeyin bir sembolü olan bir şeyi yaratabilseydik." !Xabbu yavaşça "Kalahari çölünde bir havuz dolusu tatlı su gördüğün yerler var. Ama yanına yaklaşınca yok oluyor." Renie, "Bir serap" dedi ve elinin hafif bir hareketiyle simülasyonun bir ucunda bir havuz dolusu su belirdi.
-45-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
Xabbu, "Bir serap," diyerek onayladı. Kızın yarattığı görüntüyü görmezden geliyor gibiydi. "Ama ya dokunup ıslak olduğunun farkına varsaydın sonra içip susuzluğunu giderebilseydin, o zaman bu gerçek bir su olmaz mıydı? Hem gerçek hem de gerçek olmayan bir şeyi gözünde canlandırmak çok zor." Renie onu simülasyonun çıplak beyaz zemininden geçirerek, oluşturduğu havuza götürdü. "Şuna bak. Yansımaları görebiliyor musun? Şimdi beni seyret." Kız çömeldi ve simülasyon elleriyle suya dokundu. Su parmaklarının arasından akarak havuza damladı. Dalgaların oluşturduğu halkalar tekrar tekrar birbirleriyle kesişti. "Bu çok basit bir düzenek; yani senin kullandığın aletler, taktığın gözlükler ve alıcılar pek gelişmiş değil. Ama bizim kullandıklarımızla bile gördüğün şey suya benziyor, değil mi? Su gibi kıpırdıyor?" !Xabbu eğildi ve gri parmaklarını suya soktu. "Biraz garip akıyor." Renie elini salladı. "Para ve zaman daha gerçekçi olmasını sağlıyor. Öylesine iyi yapılmış dış simülasyon donanımları var ki, su sadece gerçekte olduğu gibi hareket etmekle kalmıyor aynı zamanda sen de teninde onun ıslaklığını ve serinliğini hissedebiliyorsun. Ayrıca artık sinir uçlarına takılan tüpler var, nörokanüler denilen vücut içi aygıtlar, ama bizim gibiler ancak üst seviyedeki hükümet laboratuarlarında çalışırlarsa bu tip şeyleri kullanma fırsatı bulabilirler. Onlar sayesinde, bilgisayar simülasyonlarıyla algıladıklarını doğrudan sinir sistemine akıtabiliyorsun. Eğer üzerinde bunlardan bir tane olsaydı bu suyu içebilirdin ve tadı da duyumsattıkları da aynı gerçek su gibi olurdu." "Ama susuzluğumu gidermezdi, öyle değil mi? Gerçek su içmezsem, ölürüm." Oğlanın sesi endişeli değil sadece ilgili çıkıyordu. "Tabii ki ölürsün. Bunu unutmamak gerekir. On ya da yirmi yıl önce birkaç haftada bir, gerçek besin ve suya gereksinim duyduklarını unutup simülasyona fazlaca bağlı kaldıkları için internet bağımlısı bir oğlan ya da kızın öldüğü haberini duyardın. Basınç yaralan gibi sıradan şeylerden bahsetmeye bile gerek yok. Gerçi artık bu tip şeyler pek yaşanmıyor çünkü ticari ürünlerin bir sürü güvenlik uyarısı, üniversite ve işyerlerinin internet bağlantılarında bir sürü kısıtlama, alarmlar ve rutin kontroller var."
-46-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Renie elini salladı ve su yok oldu. Yeniden elini salladığında birdenbire etraflarındaki boş alan yapraklarını yaz kış dökmeyen cinsten ağaçlarla dolu bir ormana dönüştü; kırmızımsı damarlı ağaç kabuklarının yüksek sütunları ve yapraklardan oluşmuşa benzer karanlık, bulanık bir yeşillik başlarının üzerinde uzanıyordu. !Xabbu aniden iç çekince Renie bir çocuk gibi sevindi. "Her şey veri girişi ve çıkışına bağlı" dedi. "Eskiden nasıl birisi düz bir ekranın önünde oturup bir klavyeyle talimatlar veriliyorduysa biz de ellerimizi belli şekillerde sallıyor ve büyü yapıyoruz. Mesele sadece veri girişi, yani makinenin işlem yapan kısmına ne yapacağını söylemek. Sonuçta veri çıkışını önümüzdeki bir ekrandan değil de stereoskopik görüntüler olarak alıyoruz" ağaçları işaret ederek "ses" dedi, bir hareket daha yaptı ve orman kuşların sesleriyle doldu. "Başka ne istersen, sınırlarını sadece işlemcinin özellikleri ve aletlerinin hızı belirler." Renie birkaç ayrıntıyı düzenledi, dalların örgüsünün arasına bir güneş yerleştirdi, orman zeminini ot ve küçük beyaz çiçeklerle döşedi. İşini bitirdiğinde ellerini hafif bir gösterişle açarak, "Görüyorsun ya, işin hepsini senin yapman bile gerekmez, ayrıntılarla makineler ilgilenir, gölgelerin açılarını ve uzunluklarını ayarlar. Bunlar kolay şeyler. Temel noktaları öğrendin bile. Birkaç hafta içinde sen de bunları yapıyor olacaksın." !Xabbu yavaşça, "Büyükbabamın balık zıpkını yapışını ilk seyrettiğimde bunun büyü olduğunu düşünmüştüm. Parmakları o kadar hızlı hareket ediyordu ki ne yaptıklarını göremiyordum bile. Oradan bir yonga, şurayı çevir, urganı kıvır. Sonra birdenbire ortaya çıkmıştı bile!" dedi. "Aynen. Tek fark şu; bu ortamda en iyi balık zıpkınını yapmak istiyorsan bunun parasını ödeyecek birini bulman lazım. SG ekipmanları herkesin evinde olan basit şeylerle başlar, yani elbette Okavango bataklıkları dışındaki herkesin" çocuğun gülümsemekte olduğunu görmesini isterdi; amacı kırıcı olmak değildi. "Ama en iyilerini alabilmek için bir iki tane elmas madeninin olması gerekir. Ya da küçük bir ülken. Ama burası gibi eski bir üniversitede, bizim dökülen eski ekipmanlarımızla da sana pek çok şey gösterebilirim." "Bana şimdiden pek çok şey gösterdiniz, Bayan Sulaweyo. Şimdi başka bir şey yapabilir miyiz? Ben de bir şey yapabilir miyim?"
-47-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
"SG ortamlarında bir şey yaratmak... " Kız bunu nasıl açıklayacağını düşünerek bir an duraksadı. "Sana nasıl bir şeyler yaratabileceğini gösterebilirim ama gerçek işi sen yapıyor olmazsın. Bu aşamada değil. Sadece bazı çok gelişmiş programlara ne istediğini söylemiş olursun ve onlar da sana istediğini verirler. Sorun değil ama önce temel noktaları öğrenmelisin. Bu, büyükbabanın zıpkını son bıçak darbesine kadar hazırlayıp, son bıçak darbesini atmak için sana vermesi gibi olacaktır. Sen hem onu yapmış olmazsın hem de gerçekten kendi zıpkınını yapmayı öğrenmiş olmazsın." "Yani önce doğru odunu bulmam, zıpkının başını görüp nasıl biçimlendireceğimi ve ilk darbeyi nereye vuracağımı öğrenmem gerektiğini mi söylüyorsunuz?" Simülasyon kollarını komik bir şekilde iki yana açtı ve "Öyle mi?" dedi. Kız güldü. "Evet. Ama bu bilgiler kullanılır bir hale gelmeden önce, yapılması gereken bir sürü daha az dramatik işin farkında olduğun sürece sana nasıl bir şeyler yapılacağını gösterebilirim." Renie'nin sabırlı yol göstermesiyle, !Xabbu mikroişlemcilere emir gönderen el hareketlerini ve beden konumlarını denedi. Hızlı öğreniyordu ve kıza bir kez daha çocukların interneti nasıl çabuk öğrendiklerini hatırlattı. Yetişkinlerin çoğu yeni bir meseleyle karşı karşıya kaldıkları zaman akılları ile işin üstesinden gelmeye ve kendilerine bir yol düşünmeye çalışırlardı, bu da mantık modelleri yeni şartlara uyum gösteremediği zaman onları çıkmaz sokaklara sürüklerdi. Ama oldukça zeki olmasına rağmen !Xabbu SG'ye çok daha sezgisel yaklaşıyordu. Belirli bir şey yapıp makineyi onun fikirlerini gerçekleştirmeye zorlamak yerine mikroişlemcilerin ve yazılımların ona neler yapabildiklerini göstermelerine izin veriyor ve sonra da ilgisini çeken yönlere doğru ilerliyordu. Kız, !Xabbu'nun boşluğun ortasında biçimlerin ve renklerin belirmesini ve ortadan kaybolmasını kontrol edişini izlerlerken çocuk ona "Ama neden, neydi o kelime... neden sahtesini yapmak için bu kadar çaba harcıyor ve masrafa giriyoruz ki?" diye sordu. "Neden sahte bir gerçeklik yapalım ki?" Renie bir an duraksadı. "Yani, gerçekliğin... sahtesini yapmayı öğrenerek sanatçıların her zaman sürekli yaptıkları gibi sadece tahayyülümüzde varolabilecek şeyler yaratabiliriz. Ya da inşaatçıların plan çizerken yaptıkları gibi ne yaratmak istediğimizi gösterebilecek bir -48-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
şey yapabiliriz. Ama aynı zamanda kendimize rahat bir çalışma ortamı hazırlayabiliriz. Bu programda bir bulut yapmak için sadece bir el hareketinin yeterli olduğu gibi... " kolunu salladı ve başının üzerindeki gökte şişkin bir beyazlık belirdi "bir el hareketiyle yüklü miktarda bilgiyi bir yerden diğerine taşıyabiliriz ya da gidip başka bilgiler bulabiliriz. Eskiden olduğu gibi dokunmatik bir ekranda ya da klavye başında belimizi bükmek yerine oturabilir ya da ayakta durabilir ya da yatabiliriz, bir yere işaret edebilir, elimizi sallayabilir ya da konuşabiliriz. Hayatımızı sürdürmemize yarayan aletleri kullanmak, o kadar kolaylaştırılabilir ki... " Bir örnek bulmaya çalışarak bir an duraksadı. "Örneğin balık avlamak için kullanacağımız zıpkını yapmak." Oğlanın sesinde garip bir tını vardı. "Yani başlangıç noktamıza dönmüş oluyoruz. Hayatımızı önce makinelerle karmaşıklaştırıyor, sonra da onlar olmadan önceki kadar basit hale getirmeye çalışıyoruz. Bu durumda bir şey kazanmış oluyor muyuz, Bayan Sulaweyo?" Renie kendini gizliden gizliye saldırıya uğramış gibi hissetti. "Güçlerimiz daha fazla, çok daha fazla şey yapabiliriz... " "Tanrılarla konuşup onların sesini daha iyi duyabilir miyiz? Yoksa şimdi bu güçlere sahip olunca bizler tanrı mı oluyoruz?" !Xabbu'nun üslubundaki değişiklik onu gafil avlamıştı. Ona mantıklı bir cevap bulmaya çalışırken oğlan yeniden konuştu. "Bakın Bayan Sulayevvo, nasıl buldunuz?" Küçük ve yapraklan sivri köşeli bir çiçek, simüle edilmiş orman zemininden fırlamıştı. Daha önceden bildiği hiçbir çiçeğe benzemiyordu ama ona çekici gelen bir coşkunluğu vardı: Taklit edilmiş gerçek bir bitkiden çok bir sanat eserine benziyordu. Kadifemsi taç yaprakları kan kımızısı renkteydi. "Bu... bu ilk deneme için çok iyi !Xabbu." "Çünkü siz çok iyi bir öğretmensiniz." Oğlan gri hantal parmaklarını şıklattı ve çiçek ortadan yok oldu. Renie döndü ve bir yöne işaret etti. Bir dizi kitap kız isimlerini okuyabilsin diye öne eğildi. Kendi kendine "Hay Allah," diye fısıldadı, "Bu da değil. İsmini hatırlayamıyorum. İsminde 'Mekansal Gelişim', 'Mekansal İcra', 'ço cuk 'yada 'genç' olan bir şey bul."
-49-
TAD VV1LLIAMS OTHERLAND
Kitap raflarının önünde yüzer şekilde üç cilt belirdi. "Genç Geli şiminde Mekansal İcranın Analizi" diye okudu kız. "Tamam. Bana en fazla belirme sırasına göre düzenlenmiş bir liste ver... " "Renie" Erkek kardeşinin bedensiz sesine tıpkı gerçek dünyada yapacağı gibi aniden dönerek tepki verdi. "Stepnen? Neredesin?" "Eddie'nin evindeyim. Ama bizim... bir sorunumuz var." Oğlanın sesinde korku vardı. Renie nabız atışının hızlandığını hissetti. "Nasıl bir sorun? Evde bir şey mi oldu? Biri size sorun mu çıkarıyor?" "Hayır. Evde bir şey olmadı." Oğlanın sesi, sanki okuldan eve dönerken büyük çocuklar tarafından kanala atılmış gibi perişan çıkıyordu. "Netteyiz. Gelip bize yardım edebilir misin?" "Stephen, mesele nedir? Bana hemen anlat." "İç Bölgedeyiz. Çabuk gel." Bağlantı kesilmişti. Renie parmak uçlarını iki kez birbirine bastırdı ve kütüphane gözden silindi. Bir an avuç içi bilgisayarına üzerinde çalışacağı hiçbir veri girilmediğinden tamamen gri internet alanında havada asılı kaldı. Ağa giriş bilgilerini oluşturmak için hızla elini salladıktan sonra, doğrudan kardeşinin bulunduğu noktaya geçiş yapmayı denedi ama Giriş İzni Yok uyarısı tarafından durduruldu. Oğlan İç Bölgedeydi, sadece üyelere ayrılmış bir alandaydı. Bağlantıyı uzun süre tutmamasına şaşmamalıydı, başka birinin bağlantısını kullanıyordu, büyük olasılıkla okulununki, her büyük çaplı üye grubu böylesi sızıntılara karşı gayet tetikte olurdu. "Lanet olası çocuk!" kardeşi onun büyük ticari bir sisteme izinsiz giriş yapmasını mı bekliyordu? Buna karşı cezalar vardı ve izinsiz bölgelere girmekten dolayı bu cezaların bir kısmı da hapis cezasını öngörüyordu. Öğretim görevlilerinden birinin böylesi bir öğrenci saçmalığına karıştığı Politeknik'te duyulursa insanların ne düşüneceğini hesaba katmayı da hiç istemiyordu. Ama oğlanın sesinde öyle bir korku vardı ki... "Lanet olsun," dedi yeniden ve içini çekip sahte lakabı üzerine çalışmaya girişti. İç Bölgeye giren herkesin bir simüloidinin olması gerekirdi: Göze görünmeden içeri sıvışanların netin seçkinlerini rahatsız etmelerine izin verilemezdi. Renie aslında en sade şekilde belirmeyi yeğlerdi -50-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
(trafik ışıklarının üzerindeki adamcıklar gibi, cinsiyeti ve yüzü olmayan bir şekil) ama sade bir sim fakirlik göstergesi demekti ve İç Bölge girişinde hiçbir şey bundan daha dikkat çekici olamazdı. Kendine, zengin bir net baronunun habercisiymiş gibi görünmesini sağlayacağını umut ettiği bir yüz ifadesi ve beden diline sahip androjen bir randıman simi seçti. Masraflar birkaç muhasebe katmanından geçerek Politeknik'in işlem bütçesine eklenecekti; eğer içeri yeteri kadar hızlı girip çıkabilirse kimsenin dikkatini çekmemeyi başarabilirdi. Yine de atıldığı riskten ve kanunlara karşı gelmekten nefret ediyordu. Stephen'ı bulup oradan dışarı sürükledikten sonra oğlanı okkalı bir şekilde azarlayacaktı. Ama çocuğun sesi öylesine korku doluydu ki... İç Bölge girişi, beyaz granitten yapılmış bir mil yüksekliğindeki bir duvar gibi görünen yerin dibinde parlayan bir dikdörtgendi. Simüle edilmiş siyah gökyüzü çanağının hiçbir noktasında güneş görünmemesine rağmen ortalık gün gibi aydınlıktı. Ortalıkta dolaşan bazı şekiller işlemden geçirilmeyi bekliyorlardı, bazılarının gayet çılgınca bedenleri ve parlak renkleri vardı. İçeri sıvışma meraklısı belli tipler içeri girme ihtimalleri olmamasına rağmen sanki İç Bölge birdenbire bu akşam içerisinin yeteri kadar kalabalık olmadığına karar verecek bir kulüpmüş gibi Giriş Kapısının önünde bekleşirlerdi ama gelenlerin çoğu Renie gibi işlevine uygun olarak bedenlenmiş, hepsi de az çok insani özelliklere bağlı kalmışlardı. Nette zenginlik ve gücün en yoğun olduğu yerlerde, her şeyin gerçek dünyanın kısıtlayıcı ve yavaş temposuyla ilerlemesi ironikti. Kütüphane ya da Politeknik'in bilgi merkezindeyken tek bir el hareketiyle istediği yere atlayabilir ya da aynı hızla ne lazımsa oluşturabilirdi ama İç Bölge ve diğer kullanıcı merkezlerinde insanlar simlere bürünmeye zorlanıyor; simlere de gerçek insan gibi muamele ediliyor, sanal bürolar ve kontrol noktalarında toplanıyor, bağlantı faturaları kabarırken ıstırap verecek kadar uzun süreler boyunca aylak aylak beklemek zorunda bırakılıyorlardı. Kız acı acı politikacılar ışık için vergi ödetmeyi başarsalardı gü neş ışığı teftişi için de bekleme odaları oluştururlardı, diye düşündü. Kambur gri renkli basit görünümüne ve düşük omuzlarına bakılırsa geri çevrileceğini düşündüğü bir simin arkasına geçti. Ona dayanılmaz gibi gelen bir bekleyişten sonra önündeki sim sıradan bir şekilde geri çevrildi ve nihayet kendini hayatında gördüğü -51-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
en komik memurun önünde buldu. Küçük adamın suratı bir kemirgene benziyordu, burnunun ucuna tutturulmuş eski moda gözlükleri vardı ve gözlüklerinin üzerinden şüpheci küçük gözleriyle ona bakıyordu. Kendi kendine bu kesinlikle bir kukla, diye düşündü, insan şekli verilmiş bir program. Kimse bu kadar küçük bir bürokrat gibi görünmeyi başaramazdı, ya da basarsa bile istediğin şeklin alınabildiği sanal ortama bu özellik bu kadar yansımazdı. Adam, sesi bile normal ses yolları dışında bir şeyden konuşuyormuş gibi, kazoo2 sesine benzer bir şekilde "İç Bölgedeki amaç?" dedi. "Johanna Bundazi için teslimat." Renie, Politeknik'in müdürünün İç Bölgede küçük bir nodunun3 olduğunu biliyordu. Memur uzun süren bir dakika boyunca ona uğursuz gözlerle baktı, bir yerlerde işlemcileri işliyorlardı. "Bayan Bundazi yerinde değil." "Biliyorum." Gerçekten de biliyordu, çok dikkatli hareket etmişti. "Buradaki noduna bir şeyi şahsen teslim etmem söylendi." "Niye? O burada değil ki. Şüphesiz, o noduna bağlıyken teslimat yapmak daha iyi olacaktır." Kısa bir dakika daha geçti. "Kendisi şu anda hiçbir nodda yok." Renie sakin kalmaya çalıştı. Bu bir kukla olmalıydı - bürokratik açıdan fazlaca dar kafalı bir simülasyon. "Tüm bildiğim bana bunu onun İç Bölge noduna teslim etmem gerektiğinin söylendiği. Bunun niye doğrudan yüklenmesini istediği onun meselesi. Size aksi emredilmediyse lütfen işimi yapmama izin verin." "Nodun sahibi burada değilken gönderici niye elden teslim istiyor ki?" "Bilmiyorum! Ve sizin de bilmeniz gerekmiyor. Öyleyse ben geri döneyim ve siz Bayan Bundazi'ye teslimatını geri çevirdiğinizi açıklayın, tamam mı?" Memur, gerçek bir insan yüzünde şüpheli bir ifade ya da tehlikeli eğilimler anyormuşçasina gözlerini kıstı. Renie, sim maskesinin onu sakladığına gayet memnun olmuştu. Evet, hadi aklımdan geçenleri o kumaya çalış seni resmi piç.
2 Bir ucundaki delikten üflenerek çalman küçük, tüp şeklinde müzikal bir alet. YHN. 3 Enformasyon Düğümü. YHN.
-52-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Adam en sonunda, "Peki öyleyse" dedi. "Yirmi dakikanız var." Renie, bunun asgari bağlanma süresi olduğunu biliyordu, kasti bir sevimsizlik örneği. "Ya geri götürülecek talimatlar varsa? Ya bu konuyla ilgili bir mesaj bıraktıysa ve Bölge içinde, başka bir şeyi, başka bir yere götürmem gerekirse?" Renie birdenbire bunun bir oyun olmasını ve bir lazer silahı çıkarıp kuklayı parçalara ayırabilmeyi diledi. "Yirmi dakika." Adam gelebilecek itirazları susturmak üzere kısa parmaklı elini kaldırdı. "On dokuz dakika, elli.. . altı saniye, başladı ve ilerliyor. Daha fazla zamana ihtiyacınız varsa yeniden başvurmanız gerekecek." Kız tam uzaklaşmak üzereyken sıçan suratlı adama yeniden dönerek, sonunda kutsal topraklara ulaşmış olan kendinden sonraki adamın itiraz homurtusu koyvermesine neden oldu. Renie "Siz bir kukla mısınız?" diye sordu. Kuyrukta bekleyenlerden bazıları şaşkınlık içinde fısıldaştılar. Bu çok kaba bir soruydu ama yasaya göre cevaplanması gerekiyordu. Görevli hiddetle dar omuzlarını kıstı. Ben bir vatandaşım. Numaramı ister misiniz?" Yüce Tanrım. Gerçek bir insandı. "Hayır." dedi kız. "Sadece merak etmiştim." İşleri böyle zora soktuğu için kendi kendine lanet etti ama bir kadın ancak bu kadarına dayanabilirdi. İç Bölgedeki diğer yerlerde yaratılan gerçek hayatın detaylı taklidindeki gibi burada bir kapıdan geçmiyordunuz: içeri girişi onaylandıktan birkaç dakika sonra Renie basit bir şekilde, küçük bir ülke gibi dümdüz önünde uzanan, dört bir yana saçılan kusursuz yolların çıktığı kemerlerle çevrilmiş; kocaman ve sinir bozacak derecede neofaşist simüle taştan yapılma bir kütle olan Giriş Kapısı Meydanına bırakıldı. Bu elbette bir hayaldi. Bu yollardan birinin üzerinde birkaç dakikalık bir yürüyüş sizi bir yerlere ulaştırırdı ama bu Plaza'dan görebileceğiniz bir yer, geniş düzgün bir bulvar ya da hatta bir cadde bile olmayabilirdi. Muazzam boyutlarına rağmen Meydan, Giriş Kapısının ötesindeki bekleme alanından daha kalabalık ve hatta daha şamatalıydı. Buradaki insanlar sadece geçici bir süre için olsa da içerideydi, bu da -53-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
onların hareketlerine belli bir amaç ve gurur havası veriyordu. Eğer Meydandan geçme imtiyazları varsa, gerçek hayatı bu derece taklit edebiliyorlarsa gurur duymak için bir nedenleri de var demekti: Renie gibi en alt düzeydeki giriş iznini alabilmiş olanların ise bir an önce hedeflerine ulaşmak ve geri dönmekten fazla içeride harcayacak zamanları yoktu. Burası biraz takılmaya değecek bir yerdi. İç Bölgenin gerçek vatanaşları, ağın bu seçkin bölgesinde kendi özel alanlarını idare edebilecek kadar para ve güç sahibi olanlar simlerini seçerken ziyaretçiler gibi kısıtlamalar getirmek zorunda değillerdi. Renie, her ikisi de otuz ayak boyunda ve parlak elma şekeri kırmızısı renginde inanılmaz kaslı çıplak bir erkek çiftine rastladı. Tüm bu özelliklerin sadece vergi ve bağlantı ücreti maliyetlerini tahmin etmeye çalıştı, simülasyonlarda standart dışı bedenlerle dolaşmak çok masraflıydı. Yeni zenginolduklarını düşündü. Daha önceki İç Bölge ziyaretlerinde, öğrenciliğinde korsanlık yaparken ya da yasal misafir olarak girdiği iki seferde de, sadece etrafa bakınmaktan bile büyük zevk almıştı. İç Bölge, elbette tamamen kendine özgüydü: İlk gerçek Dünya kenti olarak nüfusu (simülasyon olsa da) Dünya gezegeninin en nüfuz sahibi on milyon kadar kişisinden oluşuyordu... Bölgenin müşterileri özel olduklarına inanıyorlar ve bu iddiayı haklı çıkarmak için de ellerinden geleni yapıyorlardı. Kendilerine inşa ettikleri şeyler harikaydı. Yerçekiminin olmadığı hatta normal geometri kurallarının bile ortadan kalktığı, özel bölgelerdeki oldukça esnek yasalar sayesinde insanın yaratıcı dehası burada en göz alıcı biçimde çiçek açmıştı. Gerçek dünyada bina olarak sıradan kurallara bağlı kalması beklenen yapılar, burada boyutları ya da büyüklükleriyle ağırlıklarının orantılı olması gibi önemsiz hesaplarından arınabiliyorlardı. Sadece nod olarak kullanılmaları gerekiyordu ve böylece göz alıcı bilgisayar tasarımları bir gecede belirebiliyor ve genellikle yine aynı hızla gözden kayboluyordu. Bu yapılar yaban çiçekleri gibi vahşi ve renkliydiler. Kemerlerin ötesine, gökyüzüne uzanan inanılmaz derecede ince, yarı şeffaf yeşil bir gökdelene bakmak için bir an duraksadı. Bunun oldukça güzel ve olağandışı sadelikte olduğunu düşündü, yekpare yeşim taşından bir dikiş iğnesi gibi. İnsanlığın en iç halkasının kendileri için inşa ettikleri ne kadar muhteşemse, kendilerinden yarattıkları da bir o kadar takdire şayandı. -54-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Tek mutlak şartın var olmak olduğu ve yaratıcılığınızı sadece bütçenizin, zevkinizin ve genel toplum kurallarının sınırladığı bir yerde (ki bazı Bölge sakinlerinde bu özelliklerden bir ya da ikisi eksik olabiliyordu) anayollardan şöyle bir geçmek bile sonsuz derecede renkli bir gösteriye tanık olmanıza yeterdi. Aktüel modanın en uç örneklerinden (uzatılmış kafalar ve eklemler bu sıralar son modaymış gibi görünüyordu), gerçek obje ve insan taklitlerine (örneğin Renie ilk ziyaretinde üç tane Hitler görmüştü, hatta içlerinden biri mavi orkidelerden yapılmış bir balo kıyafeti giymişti), ya da insan bedeninin sadece bir çıkış noktası olarak kullanıldığı uçuk tasarım örneklerine kadar Bölge sürekli hareket halinde olan bir tören alayıydı. Eskiden içeri giriş iznini bir tatil programıyla satın alan turistler, internet bağımlısı çocukların çoğunun basına geldiği gibi gerçek bedenleri açlık ve susuzluktan çökene ve simülasyonları donana ya da silinene kadar yol kenarındaki kafelerde oturur, ağızları açık bir şekilde etrafı seyrederlerdi. Bu çok anlaşılır bir şeydi. Daima görecek yeni bir şeyler oluyordu, uzaklarda beliren garip bir mucize daha. Ama bugün buraya tek bir amaçla gelmişti: Stephen'ı bulmaya. Bu arada Poli hesabının faturasını kabartıp durmaktaydı, üstelik kapıdaki küçük lanet adamın dikkatini çekerek gazabına uğrama riskine de girmişti. Bunları hatırlayınca Müdür Bundazi'nin teslimatını Giriş artı on dokuz dakika'ya ayarladı çünkü Bay "vatandaş" ın onu kontrol edeceğini biliyordu. Aslında müdüre yollanan önemsiz bir bölüm postasıydı. Teslimat ibaresini, Bayan Bundazi'nin diğer nodlarından biri için gelen ve şahsi teslimat gerektiren postalardan birininkiyle değiştirmişti. Ortaya çıkacak karışıklığın sorumluluğunun posta bölümünün üstüne kalacağını umuyordu, ki yirmi yıl önce modası geçmiş olan bir posta sistemini kullandıkları için bu tip karışıklıklar sık sık yaşanıyordu. Politeknik'in iç teslimat sisteminde bir şeyi bir yere ulaştırmaya çalışmak deveye hendek atlatmak gibiydi. Stephen'in mesaj koordinatlarını gözden geçirdikten sonra Renie, daha küçük ve daha az başarılı yaratıcı firmaların, tüccarların ve İç Bölge statülerine ancak tırnaklarını geçirerek tutunabilen sakinlerin nodlarının bulunduğu bir kenar mahalle olan, Oyuncakkent'teki ana caddeye, Ninni Yolu'na zıpladı. İç Bölge ağına üyelik ve en seçkinlerin arasındaki yerini korumak için gereken yaratıcı görüntüler çok pahalıydı ama, her gün yeni ve egzotik bir sim almaya ya da nodunuzu -55-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
her hafta yeniden tasarlamaya paranız yetmese de, sadece İç Bölge vatandaşlığını korumak bile gerçek dünyada çok temel bir sosyal etiketti. Bu günlerde sosyal statüleri düşüşe geçenlerin tutundukları son dal buydu ve bundan kolayca vazgeçmiyorlardı. Renie, Stepnen'ın sinyalinin kaynağını hemen tespit edemedi, bu sebeple yavaşlayıp yürüyüş hızı olabilecek bir hıza indi, gerçi en zaruri ihtiyaçlar göz önüne alınarak donatılmış olan simi yürümek gibi pahalı ve oldukça karmaşık bir eylemi gerçekleştiremiyordu. Oyuncakkent'in kenar mahalle özelliği her tarafında hissedilebiliyordu. Nodların çoğu son derece işlevseldi, kendini suyun üzerinde tutmak için çabalayan bir vatandaşın yatırımını diğerininkinden ayırmaktan başka bir şeye yaramayan beyaz, siyah ya da gri kutular. Belli ki bir zamanlar oldukça muhteşem olan diğer bazı nodların artık modası geçmişti. Hatta bazıları yavaş yavaş yok olmaya başlamış pahalı olan görsel işlevlerinden vazgeçilerek böylece yer sahibinin hiç olmazsa yer hakkını elinde tutması sağlanmıştı. Fritz Lang'ın Metropolis filminden çıkmışa benzeyen geniş bir nodun önünden geçti, yaklaşık on yıl önce bölge sakinlerinde antik bilim kurgu hevesi yaygındı. Nod artık tamamen şeffaflaşmış, koca kubbesi çok kenarlı bir iskelete dönüşmüş, tüm ayrıntılarını yitirmiş ve bir zamanlar muhteşem olan renk ve dokuları sönükleşmişti. Ninni Yolu'nda hem çağdaş hem de pahalı görünen tek bir nod vardı ve burası da Stephen'in mesajının kaynağına çok yakındı. Sanal yapı, gerçek dünya kentlerinde çok geniş alanlar kaplayan bloklara benzer kocaman gotik bir malikaneydi. Sivri kuleleri göğe uzanan labirent benzeri yapı bir karınca yuvasını andırıyordu. Pencerelerinde koyu kırmızı, tebeşir rengine benzer soluk bir eflatun ve göz alıcı beyazlıkta parlak ışıklar yanıp sönüyordu. Hem dışarı taşan gürültülü müzik hem de binanın cephesinde parlak yılanlar gibi kıvrılan ve İngilizce, hatta belli ki Japonca, Çince, Arapça ve birkaç diğer dilde yazılmış olan, "BAY J'NİN YERİ" yazısı buranın bir çeşit kulüp olduğunu gösteriyordu. Duvarda kıvranan yazıların ortasında masal kahramanı Sırıtkan Kedi'nin kararsız günlerinde yaptığı gibi ikide bir belirip sonra hemen kaybolan kocaman, bol dişli, bedensiz bir sırıtış vardı. Buranın adını duyduğunu hatırlıyordu, Stephen buradan bahsetmişti. Demek ki onları İç Bölgeye, ya da en azından bölgenin bu kısmına çeken buydu. Gördüklerinden etkilenerek hayranlıkla bakakaldı. -56-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Bu yerin çekiciliğinin sırrına ermek kolaydı, dikkatle gölgelendirilmiş her köşe, ışık sızdıran her pencere burada kaçış, kurtuluş, özellikle de ayıplanmaktan kurtuluş olduğunu haykırıyordu. Burası her şeye izin verilen bir cennetti. On bir yaşındaki erkek kardeşinin içeride olması düşüncesi, korkudan soğuk terler dökmesine yol açıyordu. Ama kardeşi oradaysa o da oraya girecek demekti... "Renie! Yukarıdayım]" Bu, çok yakın bir yerden geliyormuşa benzeyen sessiz bir çığlıktı. Stephen sesini kısık tutmaya çalışıyordu ama gizlilik için para verecek durumda olmadığın sürece Bölgede ses sınırlaması getirmek gibi bir şeyin mümkün olmadığının farkında değildi. Eğer birileri duymak istiyorsa duyardı yani şimdi önemli olan tek şey hızlı davranmaktı. "Neredesin? Bu... kulüpte misin?" "Hayır! Sokağın karşı tarafındayım! Önünde kumaştan bir şey a sılı olan binadaV Bakmak için döndü. Biraz aşağıda Ninni Yolu'nun Bay J'nin Yeri'nin karşısına düşen kısmında eski bir Oyuncakkent oteli gibi görünen, Bölgeye gelen turistlerin mesaj alıp mesaj yollayabilecekleri ve günlük seyahatlerini planlayabilecekleri, gerçek dünyadaki dinlenme yerlerini andıran bir simülasyon vardı. Sanal gerçekliğin henüz biraz rahatsız edici bir yenilik olduğu eski günlerde böylesi yerler daha çok rağbet görürdü. Belli ki bu otelin parlak günleri oldukça geride kalmıştı. Duvarlardaki renkler tanımlanamaz haldeydi, bazı noktalarda tamamen silinmişlerdi. Geniş ön kapısının üzerinde, yapının geri kalanı gibi en alt düzeyde bir varoluşa mahkum edilmiş, bir meltem simülasyonuyla hafifçe salınacağı yerde kaskatı durmakta olan koca bir tente asılıydı. Renie kapıya doğru ilerledi ancak kısa bir araştırmadan sonra ortada şüpheli bir şey olmadığını anlayarak içeri girdi. İçerisi dışarıdan daha da harap haldeydi; zaman ve ilgisizlik içeriyi, oraya buraya saçılmış eski oyuncaklar gibi etrafa yayılmış hayalet küplerle dolu bir depoya dönüştürmüştü. Bütünlüklerini korumayı başarabilmiş birkaç tane iyi tasarlanmış sim, diğerleriyle ürkütücü bir tezat oluşturuyorlardı. Resepsiyon kısmı bunlardan biriydi. Neon mavisi mermerden yapılmış bir kütleydi. Stephen ve arkadaşı Eddie'yi onun arkasında buldu. "Burada hangi boktan dalaverenin peşindesiniz?" -57-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
İki çocuk da onunki kadar ayrıntılı olmayan Okulnet simleri içindeydi ama yine de Stephen'in yüzündeki dehşeti okuyabiliyordu. Oğlan ayağa fırladı ve ablasının beline sarıldı. Kızın siminin sadece ellerinde kuvvet etkileşimi özelliği vardı ama oğlanın ona sıkıca sarıldığını anlayabiliyordu. Stephen nefes nefese "Peşimizdeler," dedi. "Kulüpten adamlar. Eddie'nin bir koruma kalkanı var, saklanmak için onun kullandık ama ucuz bir malzeme ve birazdan bizi bulacaklar." "Bana burada olduğunu söylediğine göre buralarda bu konuyla ilgilenen herkes de bunu biliyor." Eddie'ye döndü. "Tanrı aşkına sen kalkanı nereden buldun? Hayır, söyleme daha iyi. Şimdi değil." Eğilerek Stephen'ı bulunduğu yerden dikkatle çıkardı. Gerçek dünyadaki bedenlerinin kentin iki ucunda olduğunu bildiği halde onun ince kolunu pannaklannın arasında hissetmek garipti ama bu tip mucizeler onu sanal gerçekliğe iten nedenlerin başında geliyordu. "Daha sonra konuşuruz, zaten size sorulacak bir sürü sorum var. Ama sizin yüzünüzden hepimiz mahkemelere düşmeden bir an önce buradan çıkalım." Eddie nihayet konuştu ve "Ama... Soki..." dedi. Renie, "Soki ne?" dedi sabırsızlıkla. "O da mı burada?" "O hâlâ Bay J'nin Yeri'nde. Gibi." Eddie'nin konuşacak hali kalmamış gibiydi. Stephen onun lafını tamamladı. "Soki... bir deliğe düştü. Delik gibi bir şey. Biz onu dışarı çıkarmaya çalışırken bu adamlar geldi. Sanırım onlar kuklaydı." Sesi titriyordu. "Gerçekten ürkütücüydüler." Renie başını salladı. "Soki için yapabileceğim bir şey yok. Zamanım bitiyor ve özel bir kulübe izinsiz girecek değilim. Yakalanırsa yakalansın. Eğer kimlerle gelmiş olduğunu anlatırsa sizin de başınız ağrıyacak demektir. Bir numaralı internet dersi: başına geleni hak etmişsindir." "Ama... canını yakabilirler." "Canını mı yakabilirler? Belki biraz korkuturlar, bunu da çoktan hak ettiniz. Ama kimse canını yakmaz." Eddie'yi de yakaladı. Şimdi ikisinin de kollarını tutuyordu, Politekniğin işlemcilerinde kaçış algoritmasına iki eklendi. "Ve şimdi de biz..." Neredeyse Politeknik'te patlayan bomba kadar gürültülü, gök gürültüsü gibi bir çatırtı oldu, sesin en yüksek olduğu uç noktada Renie'nin duyu bağlantıları sesi iletemedi ve kulakları bir an için merhametli bir sessizliğe gömüldü. Otelin ön cephesi eriyerek havada uçu-58-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
şan simülasyon malzemesi parçacıklarına dönüştü. Onlar ve Oyuncakkent sokağı arasına normal simlerin hepsinden çok daha büyük muazzam bir gölge düştü. Gölge hakkında söyleyebileceği tek şey vardı: görüntü dokusunda karanlık ve ritmik olmayan dalgalarla savrulan öyle bir şey vardı ki ona bakmak neredeyse imkansızlaşıyordu. "Yüce Tanrım." Renie'nin kulakları çınlıyordu. Artık bağlantılarında masraftan kaçınmamayı öğrenirdi. "Yüce İsa!" Koca şeklin gölgesi üzerine düşerken bir an için donakaldı, bu şey soyut olan "Büyük ve Tehlikeli" kavramlarının zekice somutlaşmış bir örneğiydi. Sonra çocukları sıkıca tutarak sistemden çıktı. "Biz... Bay J'nin Yeri'ne girmiştik. Okulda herkes giriyor." Renie mutfak masasının öbür ucunda oturan kardeşine baktı. Onun için endişelenmiş, hatta korkmuştu ama şimdi öfke tüm diğer duyguları bastırıyordu. Çocuk onun başını büyük bir belaya sokmakla kalmamış, Eddie'nin oturduğu siteden eve dönüşü onun Politeknik'ten eve gelmesinden bir saat daha uzun sürmüştü ve bir de onu beklemek zorunda kalmıştı. "Herkesin oraya giriyor olması umurumda değil Stephen, hem ayrıca bunun doğruluğundan da şüpheliyim. Gerçekten tepem attı! Bölgeye girmen kanunlara aykırı ve yakalansaydm cezayı gerçekten de ödeyemezdik. Ayrıca seni oradan çıkarmak için ne yaptığımı patronum duyarsa işimden olabilirim." Kız öne eğilerek oğlan ürküp geri çekilene kadar elini sıktı. "İşimi kaybedebilirdim Stephen!" Arka taraftaki yatak odasındaki babaları "Sizi salaklar, kapayın çenenizi!" diye bağırdı. "Başımı ağrıtıyorsunuz." Aralarında bir kapı olmasaydı Renie'nin bakışı, Uzun Joseph'in çarşaflarını tutuşturmaya yeterdi. "Üzgünüm Renie. Gerçekten üzgünüm. Gerçekten. Soki'yi bir daha arayabilir miyim?" izin verilmesini beklemeden duvardaki ekrana dönüp numarayı verdi. Karşı taraftan kimse cevap vermedi. Renie öfkesine hakim olmaya çalıştı. "Bu Soki'nin bir deliğe düşmesi meselesi de neydi?" Stephen parmaklarıyla sinirli bir şekilde masanın üzerinde davul çalıyordu. "Eddie onu cesaretlendirdi." "Ne yapması için cesaretlendirdi? Allah kahretsin Stephen, beni her lafı ağzından kerpetenle çekmek zorunda bırakma." -59-
TAD VVILLIAMS OTHERLAND
"Bay J'nin Yeri'nde bir oda var. Okuldaki bazı çocuklar bize oradan bahsetmişti. Orada... yani cidden uçuk şeyler var." "Şeyler mi? Nasıl şeyler?" "Sadece... şeyler. Görülesi şeyler." Stephen gözlerini ondan kaçırıyordu. "Ama biz onları görmedik Renie. Bulamadık. O kulübün içi acayip büyük, inanamazsın! Sonsuza kadar gidiyor!" Bay J'nin Yeri'nin görkemini hatırlayınca ne kadar ciddi bir tehlike atlattığını unutmuş gibi bir an için çocuğun gözleri parladı. Ablasının yüzüne tekrar bakınca olanlar yeniden aklına geldi. "Her neyse, etrafa bakmıyorduk ve insanlara sorduk, sanırım çoğu vatandaştı ama bazıları gerçekten garip davranıyordu, kimse bir şey söyleyemedi. Sonra birisi, o acayip şişman adam, bodrumdaki bir odadan oraya geçilebileceğini söyledi." Renie sevimsiz bir ürpertiyi zor bastırdı. "Bana anlattıklarına devam etmeden önce genç adam, bir noktayı açıklığa kavuşturmak istiyorum. O yere bir daha asla gitmeyeceksin, anladın mı? Gözlerimin içine bak. Asla." Stephen, başıyla isteksiz bir şekilde onayladı. "Tamam, tamam. Gitmem. Sonra o dönen merdivenlerin tamamını indik, bir zindan oyunu gibiydi! Bir süre sonra da o kapıyı bulduk. Soki kapıyı açtı ve... düştü." "Nereye düştü?" "Bilmiyorum! Kapının öte yanı, sadece büyük bir delik gibiydi. İçerde dumanlar ve derinlerde bazı mavi ışıklar vardı." Renie iskemlesinde geri yaslandı. "Birilerinin pis, sadistçe numarası. Hepiniz korkutulmayı hak etmişiniz ama umarım oğlancağızı çok fazla korkutmamıştır. O da sizin gibi kaçak Okulnet ekipmanı mı kullanıyordu?" "Hayır, sadece ev gereçleri. Ucuz Nijerya işi." Kendi evlerinde de bu gereçlerden vardı. Çocuklar bu kadar fakir oldukları halde nasıl bu kadar züppe olabiliyorlardı? "Neyse, bu durumda fazla baş dönmesi ve yer çekimi simülasyonu yaşamaz. Kendine gelecektir." Stephen'a daha yakından baktı. "Beni duydun, değil mi? Oraya bir daha asla gitmeyeceksin yoksa ay sonuna kadar sürecek olan yasak yerine bir daha asla internete bağlanamaz, Eddie ve Soki'yi de ziyaret edemezsin." "Ne?" Stephen dehşetle yerinden fırlamıştı. "İnternet yok mu?" -60-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
"Ayın sonuna kadar. Babama söylemediğime dua et, yoksa o baş belası kara kıçına kemeri yerdin." Oğlan, somurtarak "Senin verdiğin cezaya tercih ederdim," dedi. "Her iki cezayı da alırdın." Homurdanarak şikayetler yağdıran Stephen'ı odasına gönderdikten sonra Renie kütüphanesine geçti. Posta kutusunda Politeknik'i dolandırdığına dair Bayan Bundazi'den mesaj gelip gelmediğine baktıktan sonra İç Bölge'deki işyerleri ile ilgili bazı dosyaları taradı. Bay J'nin Yeri'nin sadece yetişkinlerin girmesine izin verilen bir "Eğlence ve Oyun Kulübü" olarak kayıtlı olduğunu gördü. Sahibinin adı "Mutlu Hokkabaz Yenilik Şirketi" gibi bir şeydi ve kulüp ilk olarak "Bay Jingo'nun Gülümsemesi" adı altında kurulmuştu. O gece uyumayı beklerken, kulübün soytarı şapkasını andıran sivri kuleleri ve kendisini izleyen gözlere benzeyen pencerelerin olduğu harap ön cephesinin görüntüsü onu rahat bırakmadı. En zor olanı da kapının üzerinde kıpırdanan o kocaman, hareketli ağzm ve parlak dişlerin hatırasından kaçmaktı; sadece içeri açılan bir kapı.
-61-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Bölüm 2
Havacı
NET HA TTI/MÜZİK: Monoton ritimli "Her Zamankinden Görkemli" (görüntü: tek bir göz) SO: Bu yıl monoton ritimli Ganga müziği, önde gelen icracılarından birine göre "her zamankinden görkemli" olacak. (görüntü: bir yüzün yarısı, parlayan dişler) İlk Kalp Krizin adlı grupta şarkı söyleyen ve sinir - sitarı çalan Ayetullah Jones, yaptığı açıklamada şöyle konuştu: JONES: "Biz... müziğimiz... görkemli... olacak. Ölümüne görkemli. Her zamankinden... " (görüntü: parmaklar birleşiyor - pek çok yüzük, süslü kayışlar) JONES: "... daha görkemli. Şaka değil. Gerçekten görkemli."
Christabel Sorensen iyi bir yalancı değildi ama tecrübe kazandıkça daha iyi yalan söylüyordu. Aslında kötü bir kız değildi, gerçi bir keresinde birkaç gün boyunca yemini vermeyi unuttuğu için balığı ölmüştü, ama olsun. Kendini bir yalancı olarak da görmüyordu ama bazen... bazı şeyleri söylememek daha kolay oluyordu. Böylece annesi ona nereye gittiğini sorduğunda gülümseyerek "Portia'nın Kunduz Diyarı"4 oyunu var. Yeni almış, hem de oyunda suya girdiğinde sanki gerçekten yüzüyormuş gibi hissediyorsun ama nefes de alabiliyorsun ve bir de Kunduz Kral ve Kraliçesi var... " diye anlatmaya başladı. Annesi elini sallayarak açıklamalara bir son verdirdi. "Kulağa çok hoş geliyor hayatım. Ama Portia'larda çok fazla kalma, baban akşam yemeğinde evde olacak. Ayda yılda bir kere." 4 Otterland ile Otherland kelimeleri arasında sir ses oyunu yapılıyor. YHN.
-63-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
Christabel sırıttı. Babası çok fazla çalışıyordu, annesi hep öyle derdi. Üs güvenlik denetmeni olarak önemli bir görevi vardı. Christabel bu işin tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyordu. Bir çeşit polisti ama ordudaydı. Ama filmlerdeki ordu çalışanları gibi bir üniforması yoktu. "Dondurma yiyebilir miyiz?" "Eğer eve vaktinde gelip bezelyeleri ayıklamama yardım edersen dondurma yeriz." "Tamam." Christabel sokağın yolunu tuttu. Kapı her zamanki tanıdık emme sesiyle ardından mühürlenince güldü. Bazı sesler komik oluyordu. Üssün internet gösterilerindeki insanların yaşadığı kentlerden ya da hatta Kuzey Carolina'nın diğer kısımlarındaki yerleşimlerden bile farklı olduğunu biliyordu ama bunun nedenini bilmiyordu. Burada da sokaklar, ağaçlar, bir park ve bir okul vardı. Aslında üs'te iki okul vardı, biri ordu adamları ve kadınları için, diğeri de anne ve babaları ChristabePinkiler gibi üs'te yaşayan çocuklar için. Anneler ve babalar; normal kıyafetler içinde işe gidiyor, arabalara biniyor, çimlerini biçiyor, birbirlerine yemeğe gidiyor, eğlence ya da mangal partileri düzenliyorlardı. Üste pek çok kentte olmayan birkaç şey daha vardı: kalabalık ve miskin kenti dışarıda tutmak için üssün dört bir yanına çekilmiş elektrik akımı geçen iki sıra dikenli tel, kontrol noktası denen ve içeri giren her arabanın önünden geçmesi gereken birbirinden farklı üç küük ev gibi. Ama bütün bunlar oranın, yaşanacak normal bir yer değil de bir üs olmasını sağlamaya yeterli gibi görünmüyordu. Okuldaki diğer çocuklar da tüm hayatları boyunca üslerde yaşamışlardı, bu sebeple tıpkı Christabel gibi onlar da farkı ayırt edemiyorlardı. Windicott yolundan sola döndü. Eğer gerçekten Portia'ya gidiyor olsaydı sağa dönmüş olması gerekirdi, bu sebeple sokak köşesinin onların evinden görünmediğine memnundu, ne de olsa annesi onu seyrediyor olabilirdi. Annesine bir yere gittiğini söyleyip sonra başka bir yere gitmek garip bir şeydi. Bunun kötü bir şey olduğunu biliyordu ama aslında gerçektenkötü değildi ve çok heyecan vericiydi. Bunu her yaptığında nette gördüğü bacakları titreyen bir yavru tay gibi her yanı titriyor ve her seferinde ilk kez yapıyormuş hissine kapılıyordu. Windicott'dan, Stillwell'e döndü. Kaldırımdaki çukurlara basmamaya özen göstere göstere bir süre sekerek ilerledikten sonra Red-64-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
land'a doğru döndü. Burada evler kesinlikle onlarınkinden daha küçüktüler. Bazılarının biraz kederli bir görüntüsü vardı. Üs'teki her bahçede olduğu gibi bunların çimleri de kısaydı ama sanki bunun sebebi daha fazla büyüyecek güçlerinin olmamasıymış gibi görünüyordu. Çimler yer yer seyrelmişti, evlerin çoğu da tozlu ve solgun görünüyordu. Bu evlerde oturanların evlerini yeni gibi görünmesi için neden yıkamadıklarını ya da boyamadıklarını merak etti. Bir gün kendi evi olursa, o evini her hafta başka bir renge boyayacaktı. Redland'a kadar evler için uygun olan değişik renkler düşündü, sonra derenin üzerindeki minik yaya köprüsünden geçerken yeniden sekmeye başladı, çıkardığı patırtılar hoşuna gidiyordu, ağaçların çok sıklaştığı Beekman alanından geçti. Bay Sellars'ın evi üssün sınırlarını belirleyen çitlere çok yakın olduğu halde bunu hiç fark etmiyordunuz, çünkü ağaç ve çalılıklar görüntüyü kapatıyordu. Tabii ki onu bu eve çeken ilk şey ağaçlar olmuştu. Ailesinin evinin arka bahçesinde firavun inciri ağaçları ve ön pencerenin orada da kağıda benzer bir kabuğu olan bir huş ağacı vardı ama Bay Sellars'ın evi ağaçlarla tamamen kuşatılmıştı, o kadar çoktular ki orada bir ev olduğunu bile zar zor görebiliyordunuz. Ophelia Weiner'm kaybolan kedisi Dickens'ı aramasına yardım etmek için oraya ilk geldiğinde buranın bir peri masalına benzediğini düşünmüştü. Daha sonra yeniden gelip kıvrıla büküle ilerleyen giriş yolundan yürürken evin neredeyse zencefilli kurabiyeden yapılma olmasını beklemişti. Tabii ki değildi, bu da tüm diğerleri gibi bir küçük evdi ama yine de çok ilginç bir yerdi. Hem Bay Sellars da çok ilginç bir adamdı. Ailesinin niye artık bu eve gitmesini istemediğini bilmiyor, onlar da sebebini söylemiyorlardı. Adamcağız biraz korkunç görünüyordu ama bu onun suçu değildi. Christabel, Bay Sellars'ın uzun araba yolundan geçmenin heyecanını duyabilmek için sıçramayı bıraktı. Bir araba yolunun olması bile çok saçmaydı aslında, çünkü garajdaki koca araba yıllardır yerinden oynatılmamıştı. Bay Sellars evinden çıkmıyordu bile. Bir keresinde ona niye bir arabası olduğunu sormuş, adam da kederli bir şekilde gülerek arabayı evle beraber verdiklerini söylemişti. "Eğer çok, çok uslu olursam," demişti ona, "Bir gün bu Cadillak'a binmeme izin verebilir-
-65-
TAD WILLIAMS OTHERLÂND
ler küçük Christabel. O zaman garaj kapısını sıkıca kapatıp arabayı eve doğru sürerim." Kız bunun bir şaka olduğunu düşünmüş ama tam olarak anlayamamıştı. Büyüklerin şakaları bazen böyle olurdu ama zaten büyükler Jingle Amca'nm net şovunda yaptığı şakalara da nadiren gülerlerdi, oysa bu şakalar bazen gülmekten altını ıslattıracak kadar komik oluyordu (biraz da pis şakalardı ama neden böyle düşündüğünü de tam olarak bilmiyordu). Kapı zilini bulmak için ön verandayı tamamen kaplamış olan sarmaşıklardan birini kenara itti. Sonra da uzun bir süre beklemek zorunda kaldı. En sonunda, Bay Sellars'ın baykuşunkine benzer garip ve yumuşak sesi kapının ardından duyuldu. "Kim o?" "Christabel." Kapı açıldı ve bitkilerin yoğun, yeşil kokusuyla birlikte nemli hava dışarı taştı. Bay Sellars kapıyı yeniden kapayabilsin diye kız hızla içeri sıyrıldı. İlk geldiğinde ona nemin dışarı kaçmasının kendisi için kötü olduğunu söylemişti. "Vay, küçük Christabel!" Adam onu görmekten çok memnun olmuşa benziyordu. "Bu hoş sürprizi neye borçluyum?" "Anneme, Portia'lara gidip Kunduz Diyarı oyunu oynayacağımı söyledim." Adam başıyla onu onayladı. O kadar uzun boyluydu ki bazen böyle öne eğilip başını kuvvetle aşağı yukarı salladığında ince boynunu acıtacağından korkuyordu. "Öyleyse küçük ziyaretimizi çok uzun tutamayız, değil mi? Yine de işimizi doğru düzgün yapalım. Üstünü nerede değiştireceğini biliyorsun. Sanırım orada sana göre bir şeyler vardı." Tekerlekli sandalyesini kızın yolundan çekti, kız da koridordan aşağı koşturdu. Adam haklıydı. Annesinin bezelye ayıklama işini geciktirmemesi için Portia'lara telefon etmesi tehlikesine atılmak istemiyorsa acele etmesi gerekiyordu. Yoksa neden Kunduz Diyarı oyunu oynamaya gitmediğini anlatmak için yeni bir hikaye uydurması gerekecekti. Yalan söylemenin en kötü yanı buydu, eğer insanlar kontrol etmeye başlarlarsa her şey çok karmaşıklaşıyordu. Kılık değiştirme odası evdeki tüm odalar gibi bitki doluydu. Hayatında hiç bu kadar çok bitkiyi bir arada görmemişti, hatta Bayan -66-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
üullison'un evinde bile bu kadar çok bitki yoktu. Bayan Gullison her /aman bitkilerinden ve kendisine ne çok iş çıkardıklarından bahsederdi oysa küçük koyu tenli bir adam haftada iki kez gelip tüm budama, sulama ve kazma işlerini yapıyordu. Ama Bay Sellars'ın bitkileri çok sulandıkları halde hiç budanmazlardı. Sadece büyürlerdi. Bazen bitkilerin günün birinde tüm evi doldurup komik yaşlı adamı evden taşınmak zorunda bırakıp bırakmayacaklarını düşünürdü. Kapının arkasındaki çengelde tam onun üstüne göre bir bornoz vardı. Kız hızla şortunu, gömleğini, çoraplarını ve ayakkabılarını çıkararak Bay Sellars'ın ona daha önce gösterdiği gibi hepsini plastik torbaya koydu. Son ayakkabıyı da torbaya koymak için eğildiğinde sarmaşıklardan biri sırtını gıdıkladı. Kız çığlık attı. Bay Sellars "İyi misin küçük Christabel?" diye seslendi. "Evet. Bitkiniz beni gıdıkladı." "Eminim öyle şey yapmaz." Adam kızmış gibi yapıyordu ama kız onun şaka yaptığını biliyordu. "Benim bitkilerim üs'teki en uslu bitkilerdir." Kız pelüş bornozun kemerini sıktı ve duş perdesinden içeri geçti. Bay Sellars tekerlekli sandalyesinde havaya tüm o nemi salan makinenin yanında oturuyordu. Kız gelirken başını kaldırıp ona baktı ve kırışıklarla dolu yüzünü bir gülümseme kapladı. "Ah, seni görmek ne güzel." Bu yüzü ilk kez gördüğünde korkmuştu. Yüzün derisi, büyükannesininki gibi sadece kırışık değildi, bir yanı yanmış bir mumun yüzeyi gibi erimiş görünüyordu. Saçı da yoktu, kulakları ise kafasının iki yanından yükselen çıkıntılardı. Ama adam ona ilk karşılaştıklarında korkmasının sorun olmadığını söylemişti, neye benzediğini o da biliyordu. Kötü bir yanığın sebep olduğunu söylemişti, bir jet yakıtı kazası. Hatta gözlerini dikip bakmasının bile sorun olmayacağını söylemişti. O da gözlerini dikip bakmış ve ilk karşılaşmalarından birkaç hafta sonra adamın yanık bebek suratı rüyalarına girmişti. Ama adam ona çok iyi davranmıştı ve Christabel onun yalnız olduğunu biliyordu. İnsanların parmakla gösterip dalga geçecekleri bir yüzü olan ve derisinin acımaması için havanın hep serin ve nemli olduğu bir evde yaşamak zorunda kalan yaşlı bir adam olmak ne acı bir şeydi! Bu adam bir arkadaşı hak ediyordu. Bu konuda yalan söylemekten hoşlanmıyordu ama başka ne yapabilirdi ki? Ailesi ona adamı bir daha ziyaret etmeme-67-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
sini söylemişti ama bunun için iyi bir neden öne sürmemişlerdi. Christabel artık neredeyse büyümüş sayılırdı. Bir şey söyleniyorsa bunun nedenini de bilmek istiyordu. Bay Sellars, nem makinesinin akıp duran sisinden, "Ee, küçük Christabel dünyadan ne haber?" dedi. Christabel ona okulundan, üzerini çekiştirerek istediği renk ya da biçime sokabildiği bir Nanoo elbisesi olduğu için kendini bir şey sanan Ophelia Weiner'dan ve Portia ile Kunduz Diyarı oyunu oynadıklarından bahsetti. "Peki Kunduz Kralı senin yanında balık olup olmadığını nasıl anlıyor biliyor musun? Koklayarak mı dersin?" Bay Sellars'a baktı. Gözleri kapalıyken tümsekli suratı kilden bir maskeye benziyordu. Adamın uykuya dalıp dalmadığını düşündü ama adam gözlerini yeniden açmıştı. Gözleri hayatında gördüğü en ilginç renge sahipti, kedi Dickens'inkiler gibi sarıydılar. "Korkarım ki Kunduz Diyarı'nın içini dışını pek bilmiyorum genç dostum. Bunun büyük bir eksiklik olduğunun farkındayım." "Sen küçükken bu oyun yok muydu?" Adam, bir güvercin guruldamasını andıran yumuşak sesiyle güldü. "Hayır, pek sayılmaz. Kunduz Diyarı gibisi yoktu." Kız, adamın eciş bücüş suratına baktı ve anne ve babası için hissettiği sevgiye benzer bir şeyler hissetti. "Pilotken hiç korktun mu? Eski günlerinde?" Adamın gülümsemesi yüzünden silindi. "Evet, bazen korktum. Bazen de çok yalnızdım. Ama ben bunun için yetiştirilmiştim Christabel. Bunu küçük bir oğlan olduğum günlerde bile biliyordum. Bu benim görevimdi ve ben de görevimi yerine getirmekten gurur duyuyordum." Adamın yüzü biraz garipleşti, sonra nem makinesini ayarlamak için eğildi. "Hayır, bundan fazlası da vardı. Bir şiir vardır: "...kavgaya ne kanun ne de görev aşkı sevk etti beni, ne coşkulu kalabalıklar ne kamu görevlileri, keyifli bir yalnızlık dürtüsüyle sürüklendim bulutlardaki bu karmaşaya, ölçtüm biçtim, anımsadım unuttuğum her şeyi, gelecek yıllar zaman kaybı gibiydi, gerideki yıllar zaman kaybı dengedeydi bu yaşam, bu ölümle. " -68-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Adam öksürdü. "Bu Yeats'den. Karar verip seçim yapmamıza neyin neden olduğunu söylemek daima zordur. Özellikle de yapmaktan korktuğumuz bir şeyi." Christabel Yeats'in ne olduğunu bilmiyordu, şiirin anlamını da kavrayamamıştı ama Bay Sellars'ın böyle üzgün görünmesinden hoşlanmıyordu. "Ben büyüyünce doktor olacağım.1' dedi. Yılın başında bir net şarkıcısı ya da dansçısı olabileceğini düşünmüştü ama şimdi ne yapması gerektiğini daha iyi biliyordu. "Sence muayenehanemi nerede açmalıyım?" Yaşlı adam şimdi yine gülümsüyordu. "Bu konuyla ilgili konuşmayı çok isterdim. Ama biraz geç kalmıyor musun?" Christabel önüne baktı. Bilekliği yanıp sönüyordu. Ayağa fırladı. "Üstümü değiştirmem lazım. Ama bana şu hikayeden biraz daha anlatmanı isterdim!" "Bir dahaki sefere canım. Annenle başın belaya girsin istemeyiz. Gelecekte senin dostluğundan mahrum kalmayı hiç istemem." "Bana Jack'in hikayesinin devamını anlatmanı istiyordum!" Kız aceleyle kılık değiştirme odasına koşturdu ve kıyafetlerini giydi. Plastik torbada olması gerektiği gibi kuru kalmışlardı. "Ah evet," dedi Bay Sellars geri döndüğünde. "Hikayeyi yarıda kestiğimizde Jack ne yapıyordu?" "Fasulye fidesinden yukarı tırmanmış ve devin şatosuna girmişti." Nerede kaldığını hatırlamaması Christabel'in biraz canını sıkmıştı. "Devin gelişi de çok yakındı!" "Ah evet yakındı, evet. Zavallı Jack. Peki öyleyse bir daha ki ziyaretinde oradan başlayacağız. Şimdi, yola çıkmalısın." Sırtına dikkatle ve hafifçe vurdu. Yüzündeki ifadeyi görünce, ona dokunduğunda adamın elinin acıyor olabileceğini düşündü ama yine de her seferinde bunu yapıyordu. Ona bitkileriyle ilgili sormak istediği bir şeyi hatırladığında kapıya doğru yolun yarısına gelmişti. Dönüp geri geldi ama Bay Sellars çoktan gözlerini kapatıp sandalyesine gömülmüştü. Uzun örümceksi elleri, havada parmaklarıyla bir resim çiziyormuş gibi yavaşça hareket ediyordu. Bir an öylece durarak adamı seyretti, bunu daha önce hiç görmediğinden bunun adamın yapmak zorunda olduğu bir tür egzersiz olduğunu düşündü sonra buhar bulutlarının yanından sürüklenerek sı-69-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
cağa doğru dışarı kaçmakta olduğunun farkına vardı. Çabucak dışarı çıkıp kapıyı arkasından çekerek kapadı. Egzersizler, tabii eğer egzersiz iseler ona biraz özel ve ürkütücü gelmişti. Aniden adamın ellerini havada, nete bağlı olan birininki gibi hareket ettirdiğinin farkına vardı. Ama Bay Sellars babası için çalışan o adamların yaptığı gibi bir başlık takmamış ya da boynuna bir tel bağlantısı yapılmamıştı. Sadece gözlerini kapatmıştı. Kol bandı daha da hızlı yanıp sönüyordu. Christabel annesinin birkaç dakikaya kadar Portia'ları arayacağını biliyordu. Yaya köprüsünden geçerken sıçrayarak zaman harcamadı.
-70-
KOMŞU EVREN
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ
BÖLÜM 3
Boş, Gri Sinyal
NET HA TTI/HABERLER: Asya'nın Liderleri "Refah Bölgesi" ni ilan ettiler. (görüntü: İmparatoriçe Sarayı, Singapur kenti) SO: Asyalı politikacılar ve önde gelen işadamlarının Singapur'daki toplantısına Çinli yaşlı münzevi yatırımcı Jiun Bhao ve Singapur Cumhurbaşkanı Low başkanlık ediyorlar. (görüntü: Low Wee Kuo ve.Jiun Bhao el sıkışıyorlar) Toplantıda Jiun'un "Refah Bölgesi" olarak adlandırdığı ve Asya'ya eşi benzeri olmayan bir ekonomik birlik sağlayacak, tarihi öneme sahip bir ticaret anlaşması üzerinde mutabakata varıldı. (görüntü: Jiun Bhao, yardımcılarının eşliğinde basın toplantısında) JİUN: Beklenen an geldi. Gelecek, Birleşik Asya'nındır. Umut doluyuz ama önümüzde zorlu bir çalışma olduğunu biliyoruz..."
Önlerinde, had safhada büyütülmüş bir camın üzerindeki çiziklere benzeyen milyonlarca yan yoluyla ufukta bir uçtan diğer uca uzanıyordu, bu çiziklerin her birinde minicik nesneler hareket ediyor ve ışıklar yanıp sönüyordu. "Bu kadar büyük bir yer olamaz!" yer değil, yani gerçek bir yer değil. "Ama hatırlasana burası bir Hepsi sadece bir dizi çok güçlü bilgisayardaki elektronik akımlar. Burası, programcıların hayal edebilecekleri kadar büyük olabilir." !Xabbu uzun bir dakika boyunca sessiz kaldı. Karanlık bir gökte yüzen ikiz yıldızlar gibi yan yana salınmaktaydılar, gökyüzünden insanoğlunun ticari hayal gücünün sonsuzluğunu izleyen iki melek gibi.
-71-
TAD VVILLIAMS OTHERLAND
!Xabbu nihayet, "Kız ayağa kalkıp ellerini odun külüne daldır dı..?' dedi. "Ne?" "Bu bir şiir, ya da bir hikaye. Halkımdan biri tarafından yazılmış." "Kız ayağa kalkıp ellerini odun külüne daldırdı; külleri göğe fır lattı. Küllere dedi ki: 'Buradaki odun külleri birlikte Samanyolu 'nu o luştursunlar. Gökte beyaz bir iz olarak uzansınlar... " Utanmışçasına sustu. "Çocukluğumdan kalma bir şey. Adı 'Eski Irk'ın Yıldızları Yapan Kızı'. Burada senin yaptıkların aklıma bunu getirdi." Şimdi utanma sırası Renie'deydi, üstelik tam olarak niye utandığını da bilmiyordu. Yer seviyesine indirmek için parmaklarını gevşetti. Tüm netin ana alışveriş merkezi olan Lamda çarşısı etraflarını tamamen sarmıştı. Çarşı, bir ülke boyutlarındaki alışveriş sahası simülasyonu, uçsuz bucaksız bir enformasyon kıtasıydı. Milyonlarca ticari nod yanıp sönüyor, gökkuşağı renklerinde parlıyor, şarkılar söylüyor ve müşterilerinin kredilerini koparmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Sanal geçitlerin karmaşık ağı akla gelebilecek her çeşit görsel simle doluydu. Kız "Burası devasa bir yer ama çoğu kişinin bizim yaptığımız gibi yüksek bir yerden geniş açılı bir bakışla uğraşmadığını unutma, insanlar genelde sadece doğrudan gitmek istedikleri yere giderler. Netteki her noktayı ya da sadece bu çarşıdakilerin her birini gezmeyi deneseydin... bu Pekin'in telefon rehberindeki her numarayı aramaya çalışmak gibi bir şey olurdu. Şuradakilerin hepsi bile..." diyerek etraflarındaki sonsuz insan akımının sadece minik bir kısmına işaret etti ve "şu anda çarşıda gezen insanların sadece küçük bir kısmı. Bunlar sadece nete girip insanları seyretmekle meşgul olmanın görsel deneyimini yaşayanlar." "Görsel deneyim mi?" !Xabbu'nun gri sanal kişiliği kalabalığı yararak ilerleyen kürklü bir sürüye takıldı. Bunlar çizgi filmlerden fırlamışa benzeyen hayvan kafalı dişilerdi. "Şu anda senin yaptığın gibi. Burada görecek çok şey var. Ama istediğin yere doğrudan gitmek çok daha hızlıdır. Normal bilgisayar ekranını kullanırken kayıtlı tüm dosyalan teker teker okur musun?" -72-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
!Xabbu'nun cevabı gecikmişti. Çift yılan kafalı ve kürklü bir sürü erkeğe rastlamışlar ve çoğunlukla koklaşmaya dayalı oldukça karmaşık bir çeşit selamlaşma ayinine dalmışlardı. "İstediğim yere gitmek mi?" "Sana göstereceğim. Diyelim ki... mesela yeni bir elektronik defter alacağız diyelim. Şimdi, elektronik bölgesinin yerini biliyorsan oraya doğrudan gidip etrafta fiziksel olarak dolaşabilirsin, insanlar ticari nodlan çekici kılmak için bir sürü para harcıyorlar, tıpkı gerçek dünyada olduğu gibi. Ama diyelim ki, bölgenin nerede olduğunu bile bilmiyorsun." Oğlan yüzünü ona dönmüştü. Onun ufalmış gri yüzü, bir an için kızı ürpertti, canlılığını ve gülümsemesini özledi: bu bir bostan korkuluğuyla seyahat etmeye benziyordu. Elbette kendi görüntüsü de pek hoş değildi. "Ama bu doğru, elektronik bölgesinin nerede olduğunu gerçekten de bilmiyorum." dedi oğlan. "Doğru. Bak, son birkaç hafta boyunca temel bilgisayar düzeneğinde yolunu bulabilmek için bayağı zaman harcadın. Buradaki tek fark şimdi bilgisayarın içinde olman ya da öyle görünmen." "Gerçek bir bedenim olduğunu ve onun da Politeknik'te olduğunu, yani benim hâlâ Politeknik'te olduğumu, hatırlamak güç." "Sihir de burada işte. Yüzüyle pek bir şey yapamadığı için sesiyle gülümsemeye çalıştı. "Şimdi bir arama yap." !Xabbu yavaşça parmaklarını oynattı. Önünde parlayan mavi bir küre belirdi. "İyi." Renie ona bir adım daha yaklaştı. "Bunu senden ve benden başka kimse göremez, bu Politeknikteki kendi bilgisayarımızla bağlantımızın bir parçası. Ama Çarşının hizmet rehberine ulaşmak için kendi bilgisayarımızı kullanacağız." Oğlana işlemleri gösterdi. "Başla ve listeyi aç. İster bağlantı dışı ister bağlanmışken senden başka kimsenin duymayacağı şekilde sesini kullanarak bunu yapabilirsin. Eğer çarşıda gözünü açık tutarsan kendi kendine konuşan bir sürü insan görürsün. Gerçekten deli olabilirler - ancak bir kaçı belki - ama kendi sistemleriyle konuşurken bunu özel tutma zahmetine girmiyor da olabilirler." Küre, hizmetlerin havada parlak mavi satırlar olarak salınan bir listesini tükürdü. Renie listenin rengini arka planda daha okunabilir olan günbatımı kızılına ayarladı ve elektronik ibaresi altında sıralanmış -73-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
olan kısma işaret etti. "İşte 'Kişisel Elektronik Aletler', buraya tıkla." Dünya anında değişti. Çarşının kamusal alanının yerini, uzun geniş bir sokak almıştı. Sokağın her iki yanında her biri birer renk ve hareket karmaşası olan sanal binalar yalancı göğe doğru yükseliyorlar, tropik çiçek renklerindeki vitrinleri birbirleriyle yarışıyordu. Renie kendile rinin de etrafa saçılacak kredi polenleri olan arılar olduğunu düşündü. Bilgi ormanına hoş geldiniz. Bu benzetmeyi sevmişti. Belki bunu derslerinden birinde kullanabilirdi. "Şimdi" dedi yüksek sesle, "Eğer hizmet rehberinde özel bir dükkan bulduysan doğrudan oraya ışınlanabiliriz." "Işınlanmak mı?" !Xabbu'nun kafası sanal boynundan geriye yatmıştı. Bu ona, ilk kez nette seyahat ettiğinde vitrinlerden ne kadar etkilenmiş olduğunu hatırlattı. "Sanırım bu eski bir bilim kurgu terimiydi. Bir çeşit net şakası. GH tarzında, etrafından dolaşmak yerine doğrudan bir yere gitmek anlamına geliyor. GH 'Gerçek Hayat' demek, hatırladın mı?" "Hm." !Xabbu çok sessiz görünüyordu. Renie ona, ilk gezisi için yeteri kadar şey gösterip göstermemiş olduğunu düşündü, bir yetişkin beyninin bütün bunlarla nasıl başa çıkacağını tahmin etmek zordu. Tanıdığı herkes nette sörf yapmaya daha çocukken başlamıştı. "Sanal alışveriş gezimize devam etmek ister misin?" !Xabbu döndü. "Tabii ki. Lütfen. Her şey öyle... hayret verici ki." Kız kendi kendine gülümsedi. "İyi. Tamam, dediğim gibi eğer belli bir dükkana gitmek istiyorsak oraya doğrudan ışınlanabiliriz. Ama önce biraz dolaşalım." Renie profesyonel olarak interneti o kadar uzun zamandır kullanıyordu ki, olasılıkların verdiği hazzı kaybetmişti. O da küçük erkek kardeşi gibi neti neredeyse gerçek dünyayla eş zamanlı olarak keşfetmiş, ikisinde de yolunu bulmayı ergenlikten çok önce öğrenmişti. Stephen netle, hâlâ nete olan ilgisinden dolayı uğraşıyordu ama Renie netin bir mucize olduğu duygusundan çoktan kurtulmuştu. Alışveriş etmeyi bile sevmiyor ve mümkün olduğunca daha önceki bir hesaptan sipariş vermekle yetiniyordu. Ancak !Xabbu bu sanal krallıkta bir çocuk sayılırdı, ya da yetişkin bir çocuk, diye hatırlattı kendine. Her ne kadar kendi kentli önyargıları onun geçmişini ilkel gibi gösterseler de !Xabbu olgun bir yetiş-74-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
kin hassasiyetine sahipti. Yani bu ilk bakir gezide ona eşlik etmek hem canlandırıcı hem de biraz ürkütücüydü. Hayır, sadece ürkütücü değildi: Onun gözlerinden bakınca Lamda çarşısı o kadar devasa, gürültülü ve kaba görünüyordu ki... !Xabbu dükkanlardan, birinin dış vitrininin önünde durdu ve tüm reklamı seyretmek için el hareketleri yaptı. Renie umursamadı. Oğlanın simi dükkanın ışıltılı vitrininin önünde hareketsiz duruyormuş gibi görünse de oğlanın aslında, somurtkan ama merhametli babanın yavaş yavaş, çok işlevli bir Krittapong Ev Eğlence Ünitesi almanın insana kazandıracakları konusunda ikna edilmekte olduğu bir aile dramının ortasında olduğunu biliyordu. Buşman'ın küçük siminin görünmez varlıklara cevap ve tepki verdiğini görünce kendini yine biraz utanmış ve sorumlu hissetti. Birkaç dakika sonra !Xabbu ıslak bir köpek gibi silkindi ve geri çekildi. "Eli sıkı ama temelinde nazik baba hatalı olduğu noktalan gördü mü?" diye sordu kız. "Bu insanlar kimdi?" "İnsanlar değil. Nette gerçek insanlara 'Vatandaşlar' denir. Bunlar Kuklalardı. İnsana benzeyen yapılar. İcat edilmiş şeyler, buradaki dükkanlar hatta çarşının kendi gibi." "Gerçek değiller miydi? Ama benimle konuştular hatta sorularımı cevapladılar." "Sadece biraz pahalı bir reklam biçimi. Ayrıca göründükleri kadar akıllı da değiller. Geri git ve anneye, Soweto isyanı ya da ikinci Ngosane Yönetimi hakkında bir şeyler sor. Sana tekrar tekrar gözbebeği görüntüsünün zevklerinden bahsedecektir." !Xabbu bunun üzerinde biraz düşündü. "Öyleyse onlar... hayaletler gibi. Ruhları olmayan şeyler." Renie başını salladı. "Ruhları yok, bu doğru ama nette hayalet başka bir şey demektir. Sana bunu bir gün anlatırım." Yolda yürüme hızında süzülerek ilerlemeye devam ettiler. Bu gezmek için iyi bir hızdı. !Xabbu "Aradaki farkı nasıl anlıyorsun?" diye sordu. "Vatandaşlar ve Kuklalar arasındaki farkı?" "Her zaman anlayamazsın. Merak ediyorsan sorarsın. Yasaya göre sorulduğunda hepimiz cevap vermek zorundayız. Yapılmış olanlar
-75-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
da. Hepimiz de gerçeği söylemek zorundayız ama bana yasalar sık sık ihlal ediliyormuş gibi geliyor." "Ben bu düşünceyi... rahatsız edici buluyorum." "Alışmak için zaman gerekir. Neyse, alışveriş ediyormuş gibi yaptığımıza göre hadi içeri girelim, tabii reklamda herhangi bir şey seni rahatsız etmediyse." "Hayır, ilginçti. Sanırım baba biraz daha fazla hareket etmeli. Yüzü sağlıksız görünüyordu." Dükkana girerlerken Renie gülüyordu. !Xabbu'nun gözleri fal taşı gibi açıldı. "Ama dışarıdan bakınca içerisi küçücük görünüyor! Bu da mı görsel sihir?" "Bunların hiçbirinin bildiğimiz anlamda normal olmadığını hatırlamalısın. Çarşıda ön yüzey pahalıdır bu yüzden dış vitrinler küçük olur ama ticari nod, gerçek bir dükkanda olacağı gibi vitrinin arkasında değildir. Biz sadece bilgi ağında başka bir yere geçtik ve burası, Politeknik'in temizlik hizmetlerinin ya da bir çocuğun macera oyununun ya da bir sigorta şirketinin banka kayıtlarının hemen yanında olabilir." Geniş ve pahalı görünüşlü dükkana bir göz attılar. Renie'nin hemen kestiği sakin bir müzik çalıyordu, fazlasıyla gelişmiş bazı sistemler bilinçaltı tarafından algılandığından dükkandan çıktığında kendine pahalı bir oyuncak almış olduğunu görmek istemiyordu. Sanal dükkanın duvarları ve zemini zevkli, soyut heykellerle kaplanmış, ürünler ise alçak sütunların üzerinde, içten gelen yumuşak bir ışıkla parlayarak kutsal emanetler gibi sunulmuşlardı. "Hiç pencere olmadığını fark ettin mi?" !Xabbu arkasına bakmak için döndü. "Ama içeri girdiğimizde kapının yanında birkaç tane vardı." "Sadece dışarıdan bakınca. Onlar basılı bir katalog sayfası gibi bize içeriyi gösteriyorlardı, yapması gayet kolay. Lamda çarşısında, vitrinin öte yanında neler olduğunu göstermek hem daha zor hem daha pahalı hem de potansiyel alıcıların dikkatini dağıtıcı olurdu. Bu yüzden içeride pencere yok." "Ayrıca içeride başka kimse de yok. Yani bu dükkan pek tutulan bir yer değil mi?" "Tüm bunlar birer seçim meselesi. İçeri girdiğimde mevcut ayarı değiştirmedim. Geçen hafta öğrendiğin bilgisayar terminolojisinden hatırlarsan 'varsayılan'... " -76-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
"Başka türlüsünü belirlemediğin sürece karşına çıkan ayardır." "Kesinlikle. Bu tür bir dükkandaki varsayılan ayarlar genellikle "Ürünle baş başa" şeklindedir. İstersek görülmeyi seçmiş olan başka müşterileri görebiliriz." Kızın bir el hareketiyle sütunlardan bazılarının üzerine eğilmiş vaziyetteki yarım düzine kadar sim kısa bir an için göründüler. "Eğer istersek yanımıza her an bir satıcı gelebilir. Ya da yeterince uzun süre ortalıkta salınırsak karar vermemize yardımcı olmak için zaten birileri gelecektir." !Xabbu, yanı başında hoş bir şekilde parlayan nesneye doğru hareket etti. "Ve bunlar da bu şirketin sattığı şeylerin sunumları mı?" "Sattıklarından bazılarının. İstersek sunumları da değiştirebiliriz ya da bize sadece ilgilendiğimiz şeylerin sunulmasını sağlayabiliriz. Hatta mağazayı ortadan kaldırarak ürünleri tanımları ve fiyatlarıyla sadece metin olarak inceleyebiliriz. Korkarım benim genellikle yaptığım da bu oluyor." !Xabbu yutkundu. "Su birikintisinin yanında yaşayan adam su suzluk rüyası görmez." "Bu da senin halkının deyimlerinden biri mi?" "Babamınkilerden biri." Küt parmaklı ellerinden birini sanal bir avuca sığacak kadar küçük ince bir dörtgen olan defterlerden birine uzattı. "Bunu elime alabilir miyim?" "Evet, ama gerçeklik hissi sadece kendi bağlantı ekipmanının sağlayabileceği kadar iyi olacaktır. Korkarım ki bizim simlerimiz oldukça basit." !Xabbu aleti elinde evirip çevirdi. "Ağırlığını hissedebiliyorum. Çok etkileyici. Bir de şu ekrandaki yansımaya bak! Ama sanırım bu da ilk sanal günümde senin yaptığın su kadar gerçek." "Evet, ama bunu yaparken birileri benim birikintimi yapmak için harcadığım çabadan daha fazlasını harcamış." "İyi akşamlar, vatandaşlar." Renie'den birkaç yaş daha genç çekici bir zenci kadın yanlarında belirmişti. !Xabbu suçlu bir şekilde kıpırdandı ve kadın gülümsedi. "Kişisel erişim aletleriyle mi ilgileniyorsunuz?" Renie kadının pantolonunun yeni ütülenmiş mükemmel kat yerlerini ve kusursuz beyaz dişlerini inceledikten sonra "Bugün için sadece bakıyorduk, teşekkürler" dedi. "Arkadaşım..." !Xabbu "Siz bir kukla mısınız, yoksa vatandaş mı?" diye sordu. -77-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
Kadın ona döndü. "Ben E - tipi bir yapıyım," dedi. Kadının sesi onları selamladığı zamanki kadar yumuşak ve sıcaktı. "Perakende satış için tüm BM kodlarına uygunum. Eğer bir vatandaşla alışverişinize devam etmek isterseniz buraya hemen birini çağırmaktan mutluluk duyarım. Eğer performansımla ilgili bir şikayetiniz varsa lütfen bunu belirtin ve ben de sizi yetkili merciye bağlamak için..." Renie "Hayır, hayır gerek yok," dedi. "Arkadaşım ilk kez Lamda Çarşısına geldi ve sadece merak etmişti." Gülümseme hâlâ önceki gibi görünmesine rağmen Renie'ye sanki deminkinden daha zorlamaymış gibi geldi. Ama bu saçmaydı, bir kukla ne diye incinmek üzere programlansın ki? "Sorunuzu cevaplayabildiğin^ memnun oldum. Size bu veya Krittapong Elektroniğin diğer hoş ürünlerinden biri hakkında verebileceğim başka bir bilgi var mı?" Garip bir suçluluk duygusu Renie'yi, satıcı kadından (kendine sadece bir tür kodlama olan Kukla satıcı kadına diye hatırlattı) defterin özelliklerini göstermesini rica etmeye zorladı. Kukla '"Serbest el' taşınabilir veri birimlerinin en son modelidir," diye söze başladı. "Fiyat grubundaki en ayrıntılı ses tanıma sistemine sahiptir. Yüzlerce günlük işin programlanmasını, akıllı bir telefon filtre hizmetini ve Krittapong'u, Asya'nın veri manipülasyonu ürunlerı arasında lider konuma yükselten pek çok diğer özelliği içerir. Kukla !Xabbu'ya ses tanıma özelliklerini açıklarken Renie bu satıcının zenci bir kadın olarak belirmesinin bir rastlantı mı yoksa kendi net indeksine ve adresine uygun bir düzenleme mi olduğunu düşündü. Birkaç dakika sonra yine dışarıda sanal caddede duruyorlardı. "Sadece bil diye söylüyorum. İnsanlara vatandaş olup olmadıklarını sormak kibar bir davranış değildir. Sen özellikle gerçek bir insan gelmesini talep etmedikçe dükkanlardaki satıcıların çoğu kukla olacaklardır" dedi. "Ama sen demiştin ki yasaya göre... " "Yasa öyle der. Ama bu sosyal bir konu, biraz hassas. Eğer bir vatandaşla konuşuyor olsaydın ve ona bu soruyu sorsaydın bu durumda o kışının şey olduğunu ima etmiş gibi olurdun... yani yapay olabilecek kadar mekanik ya da sıkıcı."
-78-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
"Ha. Yani sadece kastedilen kişinin kukla olduğuna eminsek bu soruyu sormalıyız." "Ya da bu bilgiye gerçekten ama gerçekten ihtiyacın varsa." "Ve böyle bir ihtiyaç neden doğabilir?" Renie sırıttı. "Mesela, burada rastladığın birine aşık olursan. Hadi gel, oturacak bir yer bulalım." !Xabbu içini çekti ve doğruldu. Gri simi bir iskemleye çökmüş vaziyetteydi. "Hâlâ anlamadığım o kadar çok şey var ki. Hâlâ... çarşıdayız, değil mi?" "Öyle. Bu çarşının ana kamusal alanlarından biri." "Burada ne yapabiliriz ki? Yiyemeyiz, içemeyiz." "Başlangıç olarak dinlenebiliriz. Sanal gerçeklik araba sürmek gibidir. Çok bir şey yapmazsın ama yine de yorulursun." Hangi damarda akarsa aksın kanın kırmızı ve ıslak olması gibi, önlerinde uzanan kalabalık da Lamda çarşısındaki diğer kalabalıkların aynısı gibi görünüyordu. Cafe Boulle'nin önünden geçen, Çarşıyı ziyaret edenlerin sadece minik bir kısmını oluşturan, akan, yürüyen ya da sürünen kalabalık Renie ve !Xabbu'nun ticari sektör girişinde ya da elektronik bölgesinde gördüklerinden farksızdı. En çok rastlanan ziyaretçilerin temsilcileri olan temel simler bakınmak için sık sık duruyorlardı. Daha ayrıntılı simler çeşitli renklere bürünmüşler, grup halinde geziyorlardı ve bir partiye gidermiş gibi giyinmişlerdi. Bazıları da İç Bölge'nin en şaşaalı kısımlarına yakışacak incelikli donanımlara bürünmüşlerdi, mesela geçtiği her yana sanal kafalarını çeviren yakışıklı genç tanrılar gibi. "Ama burası neden bir Cafe? Niye bir han ya da öyle bir şey değil?" Renie yine !Xabbu'ya döndü. Oğlanın çökmüş omuzları yorgun olduğunu gösteriyordu. Yakında onu netten çıkarması gerekecekti. Nete ilk gezinin ne kadar sarsıcı bir duyusal deneyim olduğunu unutmak kolaydı. "Çünkü 'cafe' kulağa daha hoş geliyor. Hayır, dalga geçiyorum. Bir kere eğer teçhizatımız olsaydı burada yiyip içebilirdik, ya da en azından yiyip içiyormuş gibi hissedebilirdik. Bazı zenginlerin aksesuarları bizde olsaydı gerçek hayatta tadını hiç bilmediğimiz şeylerin tadına bakabilirdik. Ama gerçek bir cafe'de bile yiyecek ve içe-79-
TAD VVILLIAMS OTHERLAND
çekten daha fazlası sunulur." Kızın bir el işaretiyle bir Poulenk yaylı sazlar dörtlüsünün tatlı nağmeleri duyuldu; sokağın gürültüsü, arka plandaki hafif bir mırıltıya dönüşmüştü. "Aslında durup oturabileceğimiz, düşünebileceğimiz, konuşabileceğimiz ve geçenleri bir kenardan sessizce izleyebileceğimiz bir yer kiralıyoruz. Ve gerçek bir restoranın aksine masan için ödeme yaptıysan garson her zaman emrindedir ama sadece onu çağırdığın zaman gelir." !Xabbu arkasına yaslandı. "Bir bira içmek hoş olurdu." "Netten çıkınca içeriz, söz. Senin netteki ilk gününü kutlamak için." Yol arkadaşı bir süre daha sokaktaki canlılığı seyrettikten sonra Cafe Boulle'yi incelemeye döndü. Rüzgar olmamasına rağmen çizgili tenteler dalgalanıyordu. Temiz beyaz önlüklü garsonlar inanılmaz sayıda bardaklarla dolu tepsileri ellerinde dengeleyerek masaların arasında dolanıyorlardı oysa pek az müşterinin önünde bardak varmış gibi görünüyordu. "Burası hoş bir yer, Bayan Sulaweyo." "Renie, lütfen." "Tamam, burası hoş bir yer Renie. Ama neden boş masa sayısı bu kadar fazla? Eğer senin dediğin kadar ucuzsa..." "Buradaki herkes görünmeyi seçmiyor, elbette en azından küçük bir iz bırakmadan görünmez de olamazlar." Üzerinde beyaz bir masa örtüsü ve papatyalarla dolu bir vazonun bulunduğu siyah bir demir masanın harika bir simülasyonunu gösterdi ve "Çiçekleri görüyor musun? Kaç tane boş masada onlardan var?" diye sordu. "Çoğunda." "Bu, orada biri oturuyor demektir, daha doğrusu sanal yeri kaplıyor. Sadece görünmemeyi seçiyorlar. Belki de gizli aşıklar ya da simleri ünlü ve kolayca tanınabiliyor. Ya da belki de orada son oturanların mevcut ayarını değiştirmeyi unuttular." !Xabbu boş masalara bakakaldı. En sonunda "Biz görünebiliyor muyuz?" diye sordu. "A, evet. Benim saklayacak bir şeyim yok. Ama sohbetimize bir susturucu koydum. Yoksa buradan çıkar çıkmaz bize haritalar, talimat kitapçıkları, 'Geliştirme Paketleri' denen şeylerden satmak isteyecek bir sürü çakal etrafımızı sarardı. İlk kez gelenlere bayılırlar."
-80-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
"Peki insanların çoğunun burada yaptığı bu mu? Böylece oturmak?" "Kalabalığı seyretmekten hoşlanmayanlar için pek çok sanal gösteri var. Dans, obje - yaratımı, komedi gibi. Ben sadece onlara erişim talep etmedim. Birini görmek ister misin?" "Hayır, teşekkürler, Renie. Bu sessizlik gayet hoş." Sessizlik sadece birkaç dakika daha sürdü. Yüksek bir gürültü, Renie'nin şaşkınlıkla bir çığlık atmasına neden oldu. Cafe'nin ön sokağındaki kalabalık, aslanın saldırısından kaçan bir antilop sürüsü gibi koşuşup çığlıklar atıyordu. Askeri görünüşlü siyah derilere ve çeliklere bürünmüş altı kaslı erkek simi açık alanda durmuş, birbirlerine bağırıyor ve koca silahlarını savuruyorlardı. Renie, !Xabbu ile beraber neler olduğunu duyabilsinler diye sesi açtı. İçlerinden biri, Amerikan İngilizce'sinin yayvan tonlamasıyla "Size Englebart sokağından uzak durmanızı söylemiştik!" diye böğürdü ve makineli tüfeğini öyle bir indirdi ki alet belinden aşağı kara, metal bir cinsel organ gibi sallandı. Diğeri "Havlayanların sözünü ancak çıkmaz ayın son Çarşambası dinleyebiliriz!" diye bağırarak onu cevapladı. "Cehennem Deliğine geri dön, küçük oğlan." İlk adamın silahının namlusundan bir ateş topu fışkırdı. Patpat pat sesleri Renie'nin kulaklıklarının sesi kısık olmasına rağmen yüksekti. Englebart sokağından uzak durması söylenen kişi ise bir anda söz konusu sokağın her yanma yayılmıştı, her yan parlak kan, iç organlar ve et parçalarıyla doluydu. Kalabalık ortak bir korku çığlığı attı ve daha da geriledi. Başka silahlar da ateşlendi ve kaslı adamların ikisi daha kavrulmuş kara deliklerden sızan kırmızılıklar şeklinde sokağa dağıldılar. Hayatta kalanlar silahlarını kaldırıp birbirlerine bir an baktıktan sonra ortadan kayboldular. "Salaklar." Renie, !Xabbu'ya döndü ama o da ortadan yok olmuştu. Kızın anlık endişesi gri simi iskemlenin arkasından bakarken görünce geçti. "Geri gel, !Xabbu. Sadece bazı genç salaklar ortalığı karıştırıyorlardı." "O adamı vurdu!" !Xabbu, geri gelen bir gelgit dalgası gibi ortalığı yeniden kaplayan kalabalığa bakarak yerine geri süründü.
-81-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
"Simülasyon, hatırladın mı? Aslında kimse kimseyi vurmadı ama bunu kamusal alanlarda yapmaları yasaktır. Herhalde bir grup okul çocuğu." Bir an aklına Stepnen gelerek endişelendi. Ama böylesi numaralar onun tarzı değildi. Ayrıca onun ve arkadaşlarının böylesine yüksek kaliteli simlere ulaşabileceklerini de sanmıyordu. Bunlar her kimse, zengin serseriler olmalıydılar. "Yakalanırlarsa internete erişim ayrıcalıklarını kaybedebilirler." "Yani hepsi sahte miydi?" "Hepsi sahteydi. Sadece oyun oynayan bir avuç internet bağımlısı çocuk." "Burası gerçekten de acayip bir dünya Renie. Sanırım şimdi geri dönmeye hazırım." Kız haklı olduğunu anladı. Nette çok uzun kalmasına neden olmuştu. "Geri dönmüyoruz," dedi yumuşakça "internetten çıkıyoruz. Böyle şeyler buranın gerçek bir yer olmadığını hatırlamana yardımcı olur." "Öyleyse, netten çıkıyoruz." "Tamam." Elini oynattı ve çıktılar. Bira soğuktu. !Xabbu yorgun ama mutlu görünüyordu, avuç içi bilgisayarının yanıp sönmekte olduğunu fark ettiğinde artık gevşemeye başlamıştı. Görmezden gelmeyi düşündü, aletin pili zayıflamıştı ve gücü azalınca garip şeyler yapardı ama tek öncelikli mesajlar evden gelenlerdi ve Stepnen birkaç saat önce okuldan dönmüş olmalıydı. Birahanenin bağlantı noktası çalışmıyordu ve pili, sinyalini masadan gönderemeyecek kadar zayıftı, o yüzden !Xabbu'dan özür dileyip genel bir bağlantı noktası bulmak için akşam güneşine karşı gözlerini kıstı. Burası iyi bir mahalle değildi ve kopmuş plastik parçaları sonbahar yaprakları gibi rüzgarda uçuşuyor, boş şişeler ve kese kağıtlarına sarılarak atılmış ampuller hendekleri dolduruyordu. Bir erişim noktası bulana kadar dört uzun blok boyunca yürümek zorunda kaldı, sonunda grafitilerle kaplanmış ama çalışan bir bağlantı noktası buldu. Politeknik'in planlı arazisine bu kadar yakın ama her şeyin toz, paçavra ve kurumuş boya kırıntılarına dönüşüyomuş gibi göründüğü bambaşka bir alemde olmak acayipti. Bağlantı noktasının etrafındaki çimenlik bile sadece bir avuç çatlamış toprak ve iskeletimsi kahveren-
-82-
ALTİN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
gi ottan ibaret, ancak gerçek bir çimenliğin tırnağının ucu bile olamayacak bir şeydi. Bilgisayarının bağlantı prizini noktaya taktı ve temiz bir bağlantı yakalayana kadar evirip çevirdi. Alet sadece ses aktarıyordu o yüzden de birisi telefona gelene kadar neredeyse on iki kez çalmasını dinledi. Babası "Ne istiyorsun?" diye homurdandı. "Baba? Defterimde bir mesaj var. Stephen beni aradı mı?" "O oğlan mı? Hayır küçük hanım, seni ben aradım. Artık bu saçmalığa daha fazla dayanmayacağımı söylemek için aramıştım. Bir adanım biraz dinlenmeye hakkı vardır. Senin kardeşin ve arkadaşları ortalığı darmadağın ediyor ve çok gürültü çıkarıyorlar. Ona mutfağı temizlemesini söylüyorum, o da bana bunun onun işi olmadığını söylüyor." "Bu onun işi değil. Ben ona odasını temizlerse..." "Bana cevap yetiştirme, çocuk. Hepiniz babanıza bir hiç muamelesi yapabileceğinizi, cevap yetiştirebileceğinizi düşünüyorsunuz. O dik kafalı oğlanı evden attım, bir daha geri gelmeyecek. Sen de gelip ortalığı temizlemezsen seni de evden atarım." "Ne yaptın? Onu evden attım derken, neyi kastediyorsun?" Şimdi Uzun Joseph'ın sesinde sinsi ve keyifli bir ifade vardı. "Beni duydun. Onun o sıska kıçını evimden attım. Arkadaşı olacak o salak tiplerle oynayıp patırtı çıkarmak istiyorsa gidip arkadaşlarıyla yaşasın. Ben de biraz huzuru hak ediyorum." "Sen... sen!" Renie zorlukla yutkundu. Babası böylesi bir ruh halindeyken bela çıksın diye kaşmirdi; eğer karşı saldırıya geçerse alınıp kendini haklı görerek günlerce öylece ortalarda dolanırdı. "Bu haksızlık. Stephen'm da arkadaş edinmeye hakkı var." "Hoşuna gitmiyorsa sen de gidebilirsin." Renie telefonu kapadı ve uzun dakikalar boyunca okunamayacak kadar saklı bir şekilde yazılmış bir grafiti harfinin kuyruğunu oluşturan bir kadmiyum sarısına bakakaldı. Gözleri yaşlarla dolmuştu. Net çocuklarının yalancıktan silahlarla birbirlerini havaya uçurmalarına neden olan şiddet dürtüsünü bazen çok iyi anlıyordu. Bazen gerçek silahlar kullanan insanları bile anlıyordu. Bağlantıyı kestikten sonra bilgisayarının kablosu bağlantı noktasının prizinde takılı kaldı. Kıvrılmış kabloya bir an için bakarak küf-
-83-
TAD VV1LLIAMS OTHERLAND
rettikten sonra onu yere fırlattı, kablo yerde ince bir yılan gibi uzanıyordu. "O sadece on bir yaşında! Onu gürültü yaptı diye evden atamazsın! Her neyse, hem onun yasal olarak burada yaşaması gerekiyor!" "Ha, beni yasayla mı tehdit ediyorsun, çocuk?" Uzun Joseph'in fanilasının kol altlan delinmişti. Çıplak ayaklarının tırnakları sararmış ve fazla uzamıştı. O an için Renie ondan nefret etti. "Bunu yapamazsın!" "Sen de git. Hadi git, evimde ukala bir kıza hiç gerek yok. Ölmeden önce annene söyledim, bu kızın burnu fazla büyüdü dedim. Havalara giriyor." Renie masanın etrafından adamın üzerine doğru yürüdü. Kafası patlayacak gibiydi. "Hadi durma, beni de evden at seni yaşlı salak! Kim senin için temizlik yapacak, yemek pişirecek? Ben eve maaşımı getirmeyince senin devletten gelen maaşın neyine yeter sanıyorsun?" Joseph Sulaweyo uzun ellerini tiksintiyle salladı. "Bana böyle boktan şeyler anlatma. Seni dünyaya kim getirdi? O bilgisayar saçmalığını öğrenesin diye seni o beyaz Afrikalıların okuluna kim yolladı?" "O okulu ben kendim kazandım." Basit bir baş ağrısı gibi başlayan şey şimdi beynine batan buz parçacıklarına dönüşüyordu. "Dört yıl boyunca diğer öğrenciler gittikten sonra kafeteryada temizlik yaparak çalıştım. Şimdi iyi bir işim var, sonra da eve gelip senin arkandan döküntünü temizliyorum." Eline içinde önceki geceden kalma kurumuş süt artıkları olan kirli bir bardak aldı, kaldırıp yere fırlatmak için tuttu. Bardağın kırılıp binlerce keskin parçaya bölünürken çıkaracağı şangırtıyı beyninin içinde duydu. Sonra bardağı yine yerine bıraktı. Dönüp ağır ağır nefes alırken "O şimdi nerede?" dedi. "Kim nerede?" "Lanet olsun, kimden bahsettiğimi biliyorsun! Stephen nereye gitti?" "Ben nereden bileyim?" Uzun Joseph mutfak dolabını karıştırarak iki gece önce bitirdiği ucuz şarabı arıyordu. "Allah'ın belası arkadaşıyla gitti. O Eddie'yle. Şarabıma ne yaptın, çocuk?" Renie dönüp odasına gitti ve kapıyı arkasından çarptı. Bu adamla konuşmak imkansızdı. Niye denemişti ki?
-84-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Masasındaki resimde babasının yirmi yıl önceki hali vardı, genç ve yakışıklıydı. Omzu açık elbisesiyle babasının yanında duran annesi elini Margate güneşine karşı gözlerine siper etmişti. Üç ya da dört yaşlarındaki Renie ise babasının kucağındaydı, kafasını bedeninin geri kalanı kadar komik gösteren komik bir şapka takmıştı. Küçük eli, hayatın güçlü akıntılarına karşı bir çaba ararcasına babasının tropikal gömleğine yapışmıştı. Renie hıçkırdı ama gözyaşlarını tuttu. Bu resme bakmak ona iyi gelmiyordu. Bu insanların ikisi de artık ölmüştü ya da ölmüş gibiydiler. Bu korkunç bir düşünceydi ama korkunçluğu gerçekliğini azaltmıyordu. Çekmecesinin dibinde son bir yedek pil buldu, avuç içi bilgisayarına taktı ve Eddie'nin evini aradı. Telefona Eddie çıktı. Renie şaşırmadı. Eddie'nin annesi Mutsie, evde çocuklarıyla oturmaktan çok çıkıp arkadaşlarıyla içiyordu. Oldukça iyi bir çocuk olmasına rağmen Eddie'nin başının sık sık derde girmesinin ve Stephen'in orada kalmasının Renie'yi böylesine rahatsız etmesinin nedenlerinden biri de buydu. Eddie kardeşini çağırmaya gittiğinde; Tanrım, kendine bir bak kızım diye düşündü, kimseleri beğenmeyen yaşlı kadınlara döndün. "Renie?" "Evet Stephen, benim. İyi misin? Sana vurmadı, değil mi?" "Hayır. Yaşlı ayyaş beni yakalayamadı." Kızgınlığına rağmen oğlanın babası hakkında böyle konuşması onu bir an için kızdırdı. "Dinle, babam sakinleşene kadar, mesela bir geceliğine orada kalabilir misin? Bana Eddie'nin annesini bir versene." "Burada değil ama sorun olmadığını söyledi." Renie kaşlarını çattı. "Yine de ona beni aramasını söyle. Onunla bir şey konuşmak istiyorum. Stephen, telefonu kapama." "Buradayım." Oğlan keyifsizdi. "Soki'ye ne oldu? Bana şeyden, üçünüzün başı belaya girdikten sonra, okula geri gelip gelmediğini söylemedin." Stephen durakladı. "Hasta olmuş." "Biliyorum. Ama okula döndü mü?" "Hayır. Annesi ve babası Durban'a taşındılar. Sanırım artık Soki'nin teyzesiyle oturacaklar ya da öyle bir şey." -85-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
Kız parmaklarıyla bilgisayarına vurmaya başladı sonra böyle yaparsa bağlantıyı kesebileceğini fark etti. "Stephen, görüntüyü aç lütfen." "Kesik. Eddie'nin küçük kardeşi aleti düşürmüş." Renie bunun doğru mu, yoksa Stephen ve arkadaşının onun görmesini istemedikleri muzurluklan örtmek için bir yalan mı olduğunu merak etti. Otobüsle Eddie'nin oturduğu bloğa gitmek kırk dakika alırdı ve çok bitkindi. Yapabileceği hiçbir şey yoktu. "Yarın okuldan eve gelince beni işten ara. Eddie'nin annesi ne zaman eve dönüyor?" "Yakında." "Peki siz ikiniz o gelene kadar ne yapacaksınız?" "Hiçbir şey." Oğlanın sesinde kesinlikle savunmaya geçmiş bir ifade vardı. "Biraz nete gireriz. Belki futbol maçı yaparız." Kız "Stephen," diye söze başladı sonra durdu. Kendi sesinin müdahaleci ifadesini beğenmemişti. Ona bebek gibi davranırsa çocuk kendi ayaklan üzerinde durmayı nasıl öğrenecekti? Çocuğun kendi babası daha birkaç saat önce onu haksız yere suçlamış, sonra da evinden kovmuştu. "Stephen, sana güveniyorum. Beni yarın ara, duydun mu?" "Tamam." Telefon fıkırdadı, oğlan gitmişti bile. Renie yastığına gömüldü, sonra da ağrıyan başı ve boynu için rahat bir konum aramaya çalışarak yatağında oturdu. Bu gece uzmanlık dergisindeki bir makaleyi okumayı planlamıştı, kariyerini gözden geçirme zamanı geldiğinde bohçasında olmasını isteyeceği türden bir şeydi ama fazla bir şey yapamayacak kadar tükenmişti. Mikrodalgaya biraz donmuş yiyecek atıp haber seyretmek. Saatlerce endişelenerek uyanık kalmamaya çalışmak. Bir cehennem akşamı daha. "Moraliniz bozuk görünüyor, Bayan Sulavveyo. Size yardım etmek için yapabileceğim bir şey var mı?" Kız kızgın bir şekilde içini çekti. "Benim adım Renie. Bana böyle hitap etmeye başlamanı isterdim !Xabbu, kendimi büyükanne gibi hissetmeme neden oluyorsun." "Özür dilerim. Sizi incitmek istemedim." Oğlanın ince yüzü olağanüstü ciddiydi. Kravatını kaldırıp desenine bakmaya başladı.
-86-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Renie son yarım saattir üzerinde çalıştığı şemayı bozarak ekranı sildi. Bir sigara çıkarıp ateş şeridini çekti. "Hayır, ben özür dilerim. Acısını senden çıkarmaya hakkım yoktu oysa kendi... af edersin." Öne eğildi ve duman önünden salınıp giderken boş ekranın gök mavisine baktı. "Bana hiç ailenden bahsetmedin. Yani pek bahsetmedin." Oğlanın kendine baktığını hissetti. Göz göze geldiklerinde oğlanın bakışları rahatsız edici derecede keskindi, sanki kızın ailesi hakkındaki sorusundan onun dertleriyle ilgili ipuçları çıkarmış gibiydi. !Xabbu'yu hafife almamak lazımdı. Temel bilgisayar seviyelerini geçmişti bile ve artık diğer yetişkin öğrencileri bile terleten alanları incelemeye başlamıştı. Yakında programcı seviyesinde kod yazmaya başlayacaktı. Tüm bunlar birkaç ayda olup bitmişti. Böyle bir hızda gidebilmek için normalde hiç uyumadan geceleri de çalışması gerekirdi. "Ailem mi?" diye sordu oğlan. "Benim geldiğim yerde bunun anlamı çok başkadır. Ailem çok geniştir. Ama sanırım siz annemi ve babamı kastediyorsunuz." "Ve kız kardeşler. Ve erkek kardeşler." "Erkek kardeşim yok ama birkaç erkek kuzenim var. İki tane benden küçük kız kardeşim var; ikisi de hâlâ halkımla beraber yaşıyor. Annem de orada yaşıyor ama sağlığı son zamanlarda pek iyi değil." İfadesi ya da ifadesizliği annesinin hastalığının küçük bir şey olmadığını gösteriyordu. "Babam yıllar önce öldü." "Üzüldüm. Neden öldü? Yani konuşmak istemiyorsan anlarım tabii." "Kalbi durdu." Oğlan bunu öylesine söylemişti ama Renie onun sesindeki katılığa şaşırdı. !Xabbu genellikle resmiydi ama sohbetlerinde açık olurdu. Bunu, acısını paylaşmak istemediğine vererek anlayabildi. "Sen nasıl büyüdün? Benim bildiğimden farklı bir yaşam olmalı." Oğlanın gülümseyişi az da olsa geri geldi. "Bundan o kadar emin değilim Renie. Delta'da biz genellikle dışarıda yaşardık ve bu tabii ki çatıların altında yaşayan siz şehirlilere göre oldukça farklıdır - biliyor musun, buraya geldiğimden beri, bazı geceler uyumakta zorlanıyorum. Rüzgarı hissedip yıldızları görebileyim diye dışarı çıkıp bahçede uyuyorum. Ev sahibem çok garip olduğumu düşünüyor." Gözlerini neredeyse kapayarak güldü. "Ama bunun dışında sanırım tüm çocukluklar -87-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
aynıdır. Oyunlar oynardım, etrafımdaki şeyler hakkında sorular sorardım, bazen yapmamam gereken şeyler yapar ve cezalandırılırdım. Her gün anne babamın işe gidişini seyrederdim ve yaşım gelince okula gönderildim." "Okul mu? Okavango bataklıklarında mı?" "Senin bildiğin tarzda değil, Renie elektronik bir duvar ekranı ve SG başlıkları yoktu. Kapalı mekan okullar benim hayatıma çok sonra girdi. Annem ve akrabaları beni alıp bilmem gereken şeyleri öğretiyorlardı. Sana hiç çocukluklarımız aynıydı demedim, sadece çok benzerdi dedim. İlk cezamı nehre yakın dolaştığım için aldım. Annem timsahların beni kapacağından korkuyordu. Sanırım senin ilk cezan başka bir şeyden olmuştur." "Haklısın. Ama bizim okulda elektronik duvar ekranları yoktu. Ben küçük bir kızken elimizdeki tek şey birkaç perişan mikrobilgisayardı. Eğer hâlâ duruyorlarsa müzeye konmuş olmalılar." "Küçüklüğümden bugüne benim dünyam da değişti. Beni buraya getiren şeylerden biri de buydu." "Ne dernek istiyorsun?" !Xabbu hafif bir pişmanlıkla başını salladı, sanki öğrenci olan o değil de kızdı ve üstesinden gelinemeyecek kadar ağır bir teoriye başlamakta acele etmişti. Oğlan yeniden konuştuğunda konuyu değiştirmeye çalışıyordu. "Ailemle ilgili soru sormanın nedeni merak mı, Renie? Yoksa kendi ailenle ilgili seni üzen problemler mi var? Üzgün görünüyorsun." Bir an için inkâr etmeyi ya da bir kenara itmeyi düşündü. Hemen hemen aynı yaşta olsalar bile öğretmenin öğrencisine özel hayatı hakkında dert yanması olacak şey değildi. Ama geçmişinden dolayı biraz tuhaf görünse de !Xabbu'yu artık bir arkadaş gibi görmeye başlamıştı, bir dost. Küçük bir kardeş büyütüp sorunlu ve belalı babasıyla uğraşmanın baskısı üniversite arkadaşlarını yitirmesine neden olmuş, yeni dostluklar da kuramamıştı. "Ben... ben endişeleniyorum." Kendi zayıflığından, problemlerinin karışıklığından rahatsız olarak yutkundu ama artık durmak için çok geçti. "Babam erkek kardeşimi evden attı, Stephen henüz on bir yaşında ama babam, çocuk özür dileyene kadar onu eve almamayı o kahrolası kafasına koydu. Stephen da inatçıdır. Umarım babama çeken tek yanı budur." Bu kadar çabuk çözülmesine kendi de şaşmıştı. "Yani -88-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
geri adım atmayacaktır. Üç haftadır bir arkadaşında kalıyor. Üç hafta! Onu çok az görüp konuşabiliyorum." !Xabbu başıyla onayladı. "Endişeni anlıyorum. Bazen benim halkımdan birilerinin ailesiyle sorunları oldu mu diğer akrabalarında kalır. Ama biz birbirimize çok yakın oturuyoruz ve herkes birbirini sık sık görüyor." "Mesele de bu. Stephen hâlâ okula gidiyor, okulla da görüştüm, arkadaşı Eddie'nin annesi iyi olduğunu söylüyor. Ama o kadına da ne kadar güvenebileceğimi bilmiyorum ve bu da sorunun bir parçası." Kız ardında bir duman bulutu bırakarak ayağa kalktı ve karşı duvara doğru yürüdü, sadece hareket etmek ihtiyacı duymuştu. "Şimdi ben yine meseleyi kurcalayıp duracağım ve bundan hiç hoşlanmıyorum. Biri büyük biri küçük iki salak adam var ve her ikisi de haklı olduğunu iddia ediyor." !Xabbu "Ama erkek kardeşinin hatalı olmadığını söyledin," diye belirtti. "Eğer özür dileyecek kişi kardeşin olursa belki babasına saygı göstermiş olur, bu doğru ama huzuru korumak adına kendinin olmayan bir suçu üstlenerek adaletsizliğe sebep olacaktır. Sanırım bunun iyi bir ders olmayacağından endişeleniyorsun." "Aynen. Babamın halkı, bizim halkımız, adaletsizliğe karşı on yıllarca savaş verdiler." Renie kızgınlıkla omuz silkti ve sigarayı söndürdü. "Ama bu sadece politikayla ilgili bir şey değil. Gücün insanı haklı kıldığını düşünmesini istemiyorum, yani baskı görüyorsan arkanı dönüp giderek sendendaha zayıf birini bulabilirsin. Onun da sonunun öyle olmasını istemiyorum, kendi... kendi..." !Xabbu bakışlarına karşılık vermeye devam etti. Cümleyi onun yerine tamamlayabilirdi ama tamamlamadı. Uzun bir aradan sonra Renie boğazını temizledi. "Senin ders zamanını harcıyorum. Özür dilerim. Yeniden akım şemasını deneyelim mi? Sıkıcı olduğunu biliyorum ama diğer şeylerde ne kadar iyi olursan ol sınavlarda başarılı olmak için bunu da bilmen gerekiyor." !Xabbu bir kaşını sorgularcasına kaldırdı ama kız bunu görmezden geldi. !Xabbu keskin kayaların tam ucunda duruyordu. Dağ yamacı altında uzanıyordu, serbest düşmeye müsait parlak kavisli cam gibi düz-
-89-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
gün bir siyahlık. İleri uzattığı elinde eski model bir cep saati vardı. Renie ona bakarken oğlan saati parçalara ayırmaya başladı. "Kenardan çekil!" diye bağırdı. Tehlikeyi göremiyor muydu? "O kadar kenarda durma!" !Xabbu, gözlerini çizgi gibi kısarak başını kaldırıp ona baktı ve gülümsedi. "Nasıl işlediğini anlamam lazım. İçinde bir hayalet var." Kız onu yeniden uyaramadan oğlan silkindi ve çocuk gibi şaşkın bir halde elini kaldırdı; mücevhere benzeyen yuvarlak bir damla kan sıvılaştı ve avuç içinden aşağı aktı. Oğlan, "Beni ısırdı" diyerek bir adım geriledi ve uçurumdan aşağı düştü. Renie kendini kenardan aşağı bakarken buldu. !Xabbu yok olmuştu. Derinlikleri araştırdı ama sisten ve acıklı sesler çıkaran uzun kanatlı kuşlar dışında hiçbir şey göremedi: ti - viiip, ti viiip, ti viip.... Kalbi hâlâ çarparak rüyadan sıyrıldı. Avuç içi bilgisayarı sessizce ama inatla sinyal vermeye devam ediyordu. Aleti arayarak komodinin üzerinde elini dolaştırdı. Dijital rakamlar sabahın 2:27'sini gösteriyordu. "Cevapla" hemen ekranı açıp aydınlattı. Stephen'in arkadaşı Eddie'yi tanıyabilmesi biraz zaman aldı. Ağlayan oğlanın gözyaşları, mavi ışıkla aydınlanan yüzünde gümüşi izler bırakıyordu. Kalbi göğsünde donar gibi oldu. "Renie...?" "Stephen nerede?" "O... o hasta Renie. Bilmiyorum..." "Ne demek hasta? Annen nerede? Ver onunla konuşayım." "O burada değil." "Tanrı aşkına...! Nasıl hasta Eddie? Bana cevap ver!" "Kalkmıyor. Bilmiyorum, Renie. Hasta." Kızın elleri titriyordu. "Emin misin? Uyuyor olmasın? Çok derin bir şekilde?" Eddie başını hayır anlamında salladı, şaşkın ve korkmuştu. "Ben uyandım. O... o öylece yerde yatıyor." "Üstünü bir şeyle ört. Battaniyeyle. Hemen geliyorum. Annene de ki... kahretsin, neyse boş ver. Hemen geliyorum."
-90-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Bir ambulans çağırdı, onlara Eddie'nin adresini verdikten sonra bir de taksi çağırdı. Üzüntüyle yükselen ateş ve endişeyle titreyerek arabayı beklerken yanında yeterince para olsun diye çekmecelerinde bozuk para aradı. Uzun Joseph aylar öncesinden taksi şirketindeki kredilerini yakmıştı. Hafifçe ışık süzülen birkaç pencere dışında Eddie'lerin bloğunda yaşam belirtisi yoktu, ne ambulans ne de polis. Renie'nin korkusuna, bir de kızgınlık dalgası eklendi. Şimdiden otuz beş dakika geçmiş ama hiçbir gelişme olmamıştı. Bu, Pinetown'da yaşamanın ne demek olduğunu gösteriyordu. Girişe doğru koştururken ayaklarının altında bir şeyler çıtırdadı. Elle yazılmış bir not ana kapıdaki elektronik kilidin hizmet dışı olduğunu söylüyordu; birileri bozuk mekanizmayı bir manivelayla sokmuştu. Merdiven sahanlığı tüm bildik kokularla kaplıydı ama eski bir yangından kalmışçasına silik de olsa keskin bir is kokusu da vardı. Renie, koşarak merdivenleri ikişer ikişer atladı; kapıya vardığında nefes nefeseydi. Eddie kapıyı açtı. Gözleri kocaman açılmış iki küçük kız kardeşi arkasına saklanmışlardı. Daire duvar ekranının durağan, titrek ışığı dışında karanlıktı. Eddie korkmuş bir şekilde, cezalandırılmamak için bir cevap uydurmaya çalışarak orada dikiliyordu. Renie onun bir şeyler söylemesini beklemeden içeri daldı. Kollarını göğsünde birleştirmiş olan Stephen, oturma odasının halısı üzerinde hafifçe kıvrılmış yatıyordu. Kız, üzerindeki eski battaniyeyi çekerek onu önce hafifçe, sonra kuvvetle sarstı ve adını tekrarladı. Oğlanın kollarının gevşekliğinden dehşete kapılarak onu sırt üstü çevirdi. Elleri, dar göğsünden çenesinin altındaki damara kaydı. Oğlan yavaşça nefes alıyordu ve kalp atışları da güçlü ama ölçülüydü. Öğretmenlik sertifikasının bir parçası olarak bir ilk yardım kursuna katılmak zorunda kalmıştı ama kurbanı sıcak tutmak ve ağızdan nefes vermek dışında pek bir şey hatırlamıyordu. Stephen'in, en azından görebildiği kadarıyla buna ihtiyacı yoktu. Oğlanı kaldırıp onu geri getirebilecek herhangi bir şey vermek için sıkı sıkı sarıldı. Küçük ama ağır görünüyordu. Ona bu kadar yakın olmasına ve sarılmasına oğlan izin verme yeli epey olmuştu. Kollarındaki ağırlığının garipliği birdenbire üşümesine neden oldu. "Neler oldu, Eddie?" Kalbi sanki saatlerdir fazla kuvvetli atıyor gibiydi. "Uyuşturucu mu aldınız? Bir tür şarj mı yaptınız?" -91-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
Stephen'in arkadaşı şiddetle başını salladı. "Bir şey yapmadık! Hiçbir şey!" Derin bir nefes alarak aklını toplamaya çalıştı. Gümüşi mavi ışıktaki daire olağanüstü karmaşık görünüyordu; her yanda oyuncaklar, kıyafetler ve yıkanmamış bulaşıklar vardı, her yer doluydu. "Ne yediniz? Stephen senin yemediğin bir şey yedi mi?" Eddie yine başını salladı. "Mikrodalgada bir şeyler hazırladık." Doğal olarak hâlâ tezgahın üzerinde duran hazır yemek paketlerini gösterdi. Renie, nefesini hissetmek için yanağını Stephen'in ağzına yaklaştırdı. Oğlanın hafif tatlı sıcak nefesini hissedince gözleri yaşla doldu. "Bana neler olduğunu anlat. Her şeyi. Lanet olsun, bu ambulans da nerede kaldı?" Eddie'ye göre gerçekten de pek bir şey yapmamışlardı. Annesi, gece yarısına doğru döneceğine söz vererek kız kardeşine gitmişti. Renie'nin, Stephen'in evde seyretmesine izin vermeyeceği cinsten ama çocukta fiziksel bir etki yaratacak kadar korkunç olduğunu düşünmediği bazı filmler indirmişler ve yemek hazırlamışlardı. Eddie'nin kız kardeşlerini yatırdıktan sonra, biraz sohbet edip kendileri de yatmışlardı. "... Ama ben uyandım, niye bilmiyorum. Stephen ortada yoktu. Banyoya gitmiştir falan diye düşündüm ama geri gelmedi. Sonra burnuma komik bir koku geldi ben de acaba mikrodalgayı açık mı bıraktık diye korktum. Dışarı çıktım..." sesi titredi. Yutkundu. "Orada öylece uzanmıştı..." Yarı aralık kapıya birisi vurdu ve kapı anında açıldı. Tulum giymiş iki tıp görevlisi akıncılar gibi içeri daldılar ve Stephen'ı sertçe ondan aldılar. Görevlileri çağıran kendisi olduğu halde bu yabancılara kardeşini vermeye gönlü yoktu; zamanlamalarıyla ilgili fikirlerini söyleyerek gerginliğinin ve korkusunun bir kısmını onlara boşalttı. Adamlar profesyonel bir azimle Stephen'in hayat belirtilerini hızla kontrol ederken onu görmezden geldiler. Renie'nin zaten bildiği şeyi keşfettiklerinde rutin telaşlan kısmen azaldı: Stephen canlıydı ama bilinci yerine değildi ve ona neler olduğu konusunda hiçbir belirti yoktu. İçlerinden biri "Onu hastaneye götüreceğiz," dedi. Renie, adamın bunu ona bir iyilik yapar edasıyla söylediğini düşündü.
-92-
ALTİN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
"Ben de sizinle geliyorum." Eddie'yi ve kız kardeşlerini yalnız bırakmak istemiyordu, işe yaramaz annelerinin ne zaman döneceğini Tanrı bilirdi, o yüzden başka bir taksi çağırdı ve hepsinin nereye gittiklerini belirten acele bir not yazdı. Bu bölgedeki taksi şirketi babasını tanımadığı için kartını kullanabilirdi. Tıp görevlileri Stephen'ın bedenini beyaz minibüse yerleştirirken o, kardeşinin küçük hareketsiz elini sıkarak yanağına bir öpücük kondurmak için eğildi. Hâlâ sıcaktı orası kesin, ama gözleri tıpkı bir keresinde tarih dersinde gördüğü asılmış adamınkiler gibi gözkapaklarının altında yukarı doğru dönmüştü. Sokak lambalarının bulanık ışığında onlarda görebildiği tek şey iki gri çizgiydi, boş sinyali veren ekranlar gibi.
-93-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
BÖLÜM 4
Parlayan Yer
NET HATTI/SANAT: TT Jensen'ın Hayat Hikayesi Başlıyor (görüntü: Jensen'm "İki Kapılı Metal Izgara Yapışkanı") SO: ...20. yüzyıl filmlerindeki araba kovalama görüntüleriyle dolu, "ani heykel hareketleri" adıyla gösterime giren, bir çok insanın ölümüne sebep olan o üç efsanevi aracı içeren ve bu sebeple de münzevi Jensen'in yetkililerce hâlâ aranmasına sebep olan filmin aslen San Francisco 'İu kaçak artisti Tillamook Tailiard Jensen, kasıtsız katılımcıların varlığını şart koşuyor...
Thargor oturmuş bal şarabının tadını çıkarıyordu. Handaki diğer müşteriler, kendi taraflarına bakmadığını düşündüklerinde onu inceliyorlar ama o bakışlarına karşılık verdiğinde hemen gözlerini kaçmıyorlardı. Tepeden tırnağa tüm vücudunu saran kara deriler ve göğsünde sallanan kılıç gibi keskin Murgh dişi bir gerdanlıkla, yanlışlıkla bile olsa rahatsız etmek isteyecekleri türden biri gibi görünmüyordu. Sandıklarından da akıllıca davranmaktaydılar. Thargor, Orta Ülkede ani kızgınlığı ve hızlı kılıcıyla tanınan bir paralı savaşçıydı ama şu an her zamankinden daha kötü bir ruh hali içindeydi. Wyvern'in kuyruğunu bulması çok uzun zaman almıştı ve hana buluşmak için geldiği adamın oldukça uzun bir zaman önce, son saat duyurulduğunda gelmiş olması gerekiyordu. Oturup beklemek zorunda kalmıştı ama hem öfkesi hem de rünlü kılıcı Hayatbiçen bu alçak tavanlı han için fazla büyüktüler. Bu kadarı yetmezmiş gibi bir de bal şarabı sulu ve ekşiydi. Arkasında birisi öylesine hareket ettiğinde, o koca yumruğu-
-95-
TAD WILL1AMS OTHERLAND
nun üstündeki beyaz yaraların oluşturduğu kötü işaretleri incelemekteydi. Başını çevirip gergin hancıyı buz mavisi keskin gözleriyle süzerken diğer elinin parmakları Hayatbiçen'in deri kaplı sapını sıkıca kavradı. Adam, "Özür dilerim Efendim," diye kekeledi. Şişman adam oldukça yapılıydı, adamın niyeti kavga çıkarmak bile olsa, ki yerlerinden fırlamış gözleri ve solmuş teni hiç de öyle göstermiyordu, Thargor Rünlü kılıcının gerekmeyeceğini düşündü. Soru soran bir ifadeyle kaşlarını kaldırdı, kelimeleri boşa harcamak ona göre değildi. Hancı "Bal şarabı istediğiniz gibi mi?" diye sordu. "Buranın şarabıdır. Burada Silnor vadisinde yapılır." "At sidiği gibi. O atı görmek de istemezdim." Adam yüksek sesle ve sinirli bir şekilde güldü. "Hayır, elbette, elbette." Uzun siyah kısmındaki Hayatbiçen'e bakarken gülüşü isterik bir kıkırdamaya dönüştü. "Şey efendim... mesele şu ki... dışarıda biri var. Sizinle konuşmak istediğini söyledi." "Benimle mi? Sana benim adımı mı verdi?" "Hayır efendim! Hayır! Yani ben sizin isminizi bile bilmiyorum. İsminizin ne olduğu konusunda en ufak bir fikrim yok ve öğrenmek de istemiyorum." Adam nefes almak için duraksadı. "Çok saygıdeğer ve şanlı bir isim olduğuna emin olmama rağmen efendim." Thargor suratını buruşturdu. "Öyleyse benimle konuşmak istediğini nereden biliyorsun? Adam neye benziyor?" "Çok basit efendim, 'koca adam' ve affınıza sığınıyorum efendim 'siyahlar giymiş olan' dedi. Yani gördüğünüz gibi efendim buradaki en kocaman adam sizsiniz ve hem de siyahlar giymişsiniz. İşte, kabul edeceğiniz gibi..." Yukarı kalkan bir el onu durdurdu. "Ve...?" "Ve Efendim? Ha, neye benziyor. Şimdi efendim bundan tam olarak emin değilim. Dışarısı karanlıktı, evet öyleydi ve adamın da kapüşonlu bir pelerini vardı. Herhalde çok saygıdeğer bir beydir, eminim öyledir ama size neye benzediğini söyleyemem. Kapüşonlu pelerin. Teşekkürler efendim. Rahatsız ettiğim için özür dilerim." Hancı hızla uzaklaşırken Thargor kaşlarını çattı, adam o boyutlardaki biri için oldukça iyi koşuyordu. Dışarıdaki kim olabilirdi? Büyücü Dreyra Jarh mı? Onun Orta Ülke'nin bu kısmında tebdili kıyafet dolaştığı söyleniyordu ve Thargor ile görülecek kesinlikle birkaç hesa-96-
ALTİN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
bı vardı, sadece son karşılaşmalarındaki Akik Gemi hadisesi bile onları sonsuza dek düşman etmeye yeterdi. Yoksa sürgün elf prensi lanetli süvari Ceithlynn miydi? Thargor'un yeminli bir düşmanı olmasa da, Mithandor vadisindeki son yolculuklarında olanlardan sonra solgun elfin muhakkak ki görülecek bazı hesapları vardı. Yoksa kim böylesi bir yerde bir savaşçıyı aramaya gelirdi ki? Rahatsız ettiği bazı yerel kabadayılar mı? O kafa kesicilere yol çatalında berbat bir ders vermişti ama pusu kurarak bile olsa henüz onunla yeni bir dalaşmaya hazır olduklarını pek sanmıyordu. Gidip bakmaktan başka yapacak şey yoktu. Deri takımlarını gıcırdatarak ayağa kalktığında Wyvern'in Kuyruğu'ndaki müşteriler gayretle bardaklarının içeriğini incelemeye başladılar ancak daha cesur iki meyhane müdavimi onun yanlarından geçişini hayranlıkla izlediler. Kınındaki Hayatbiçen'in kabzasını çekiştirerek hazır olup olmadığını kontrol ettikten sonra kapıya doğru yürüdü. Ahırların arasındaki avluda tombul bir dolunay vardı ve alçak çatıları tereyağımsı bir ışıkla yıkıyordu. Thargor kapıyı arkasından kapadı, sarhoş gibi iki yana sallanarak ortada durdu ama bunun gibi ay ışığı, büyü ve kan dolu binlerce gecede öğrendiği bir şaşmazlıkla şahin gözleri kıpırdıyordu. Bir şekil bir ağacın gölgesinden koptu ve ileri adım attı. Diğer saldırganların konumunu ele verecek herhangi bir çıtırtı için kulak kesilen Thargor'un parmakları, kılıcının kabzasını sımsıkı kavradı. "Thargor?" Kapüşonlu şekil ondan birkaç adım ötede durdu. "S.ttir sen sarhoş musun?" Paralı askerin gözleri kısıldı. "Pithlit? Neyin peşindesin? Benimle bir saat önce, üstelik içeride buluşman gerekiyordu." "Bir şey... bir şey oldu. Geciktim. Ve buraya geldiğimde ben... dikkat çekmeden içeri giremezdim..." Pithlit sallandı, sarhoş taklidi yapmıyordu. Thargor iki hızlı adımda aralarındaki mesafeyi aştı ve küçük adamı tam düşecekken yakaladı. Pithlit'in geniş pelerininin altındaki kıyafetini kara bir leke kaplamıştı. "Tanrı aşkına sana ne oldu?" Pithlit zayıfça gülümsedi. "Yol çatalındaki bazı eşkıyalar, yerel kabadayılar sanırım. İkisini öldürdüm ama altı kişiydiler, hepsiyle baş edemedim."
-97-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
Thargor küfretti. "Ben de onlarla dün tanıştım. Başlangıçta bir düzine kadardılar. İşlerinin başına bu kadar çabuk dönmelerine şaşırdım." "Bir erkek ekmek parası kazanmalı. Öyle ya da böyle." Pithlit ürperdi. "Tam giderken aldığım son bir darbeden oldu. Öldürücü olduğunu sanmıyorum ama Tanrı'm çok acıyor!" "Gel öyleyse. Buna baktıralım. Bu dolunay gecesinde yapacağımız başka işlerimiz var ve sen bana; bir büyü numarası yapacağız." Pithlit, Thargor onu ayağa kaldırırken bir kez daha yüzünü buruşturdu. "Büyü numarası mı?" "Evet. O yol çatalına gidip dördü hiçe çevireceğiz." Sonradan Pithlit'in yarasının uzun ve kanlı ama hafif olduğunu anladılar. Yara sarıldıktan ve kayıp kanını kazanması için küçük adama birkaç kadeh yıllanmış şarap içirildikten sonra adam ata binmeye hazır olduğunu söyledi. Gece için planlanan işin kaba kuvvet gerektiren kısmıyla Thargor ilgileneceği için paralı asker hırsızın isteğini kabul etti. Ay gökte yükselmeye devam ederken Wyvern'in Kuyruğu'nu ve onun köylü müşterilerini arkalarında bıraktılar. Silnor vadisi, Kedi Omurgası dağlarının arasından dolanan dar uzun bir yarıktı. Thargor, o ve Pithlit atlarını vadiden dağların ince patikasına doğru sürdüklerinde böylesine kemikli ve keskin omurgalı bir kedinin oldukça kötü beslenmiş olması gerektiğini düşündü. Vadideki azıcık ses ve hayat da, burada, yükseklerde bir ömür kadar uzak görünüyordu. Orman insanın içini karartacak kadar sık ve sessizdi; savaşçı parlak ay ışığı olmasaydı kendilerini bir kuyunun dibinde oturur gibi hissedeceklerini düşündü. Daha korkunç yerlere gitmişti ama pek azı kedi omurgasının bu kısmı kadar sevimsizdi. Atmosfer Pithlit'i de boğmuş gibiydi. "Burası bir hayduda göre bir yer değil," dedi. "Biz karanlığı severiz ama sadece parlak şeylere doğru ilerlerken bizi sakladığı için. Hem daha sonra kötü yolla kazanılmış şeyleri harcayacak bir yer ve yosunla taş dışında satın alınacak bir şeylerin olması da hoş olur." Thargor sırıttı. "Eğer başarırsak içinde istediğin kadar oyuncaklar ve parlak şeyler olan, oynayabileceğin küçük bir şehir satm alabilirsin." "Eğer başaramazsak şüphesiz yol ağzındaki eşkıyaları ve yaralı kaburgaları falan mumla arayacağım." -98-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
"Şüphesiz." Neredeyse mutlak sessizlik içinde bir süre yol aldılar, onlara eşlik eden tek şey atlarının nal sesiydi. Yol kıvrılarak yukarı çıkıyordu. Kargacık burgacık ağaçların ve yüzeylerindeki solgun kabartmaların ay ışığında seçilebildiği garip şekilli taşların arasından geçtiler. Kabartmaların çoğu anlaşılmazdı ve hiçbiri bakılası şeyler değillerdi. Pithlit, sesinde kararlı bir umursamazlıkla "Bir zamanlar burada Eski İnsanların yaşadığını söylerler," dedi. "öyle derler." "Elbette uzun zaman önce. Yüzyıllar önce. Artık yoklar." Thargor, Pithlit'in sesindeki gerginlik yüzünden beliren hafif gülümsemesini gizleyerek başıyla onayladı. Tüm insanlar arasında sadece Dreyra Jarh ve birkaç başka büyücü Eski İnsanlar hakkında Thargor'dan fazlasını bilirdi ve herkes o eski derinlik yaratıklarından ölesiye korkardı. Ama eğer oralarda hâlâ Eski Irk'tan birileri varsa bırakın kendilerini göstersinler. Onlar da her yaratık gibi kanarlar, belki biraz daha yavaş, Thargor şimdiye kadar onlardan bir çoğunu cehenneme yollamıştı. Bırakın gelsinler! Onlar bu gece en son dertleriydi. Pithlit "Bir şey duydun mu?" diye sordu. Thargor, atı Kararüzgar'ı güçlü eliyle sakinleştirerek dinledi. Gerçekten de hafif bir ses vardı, uzaktan gelen bir flüt nağmesi sanki... "Müzik," diye homurdandı. "Belki de bahsettiğin eğlenceye kavuşursun." Pithlit'in gözleri büyümüştü. "Bu müzisyenlerle karşılaşmak işemiyorum." "Seçim şansın olmayabilir." Thargor önce göğe sonra da dar yola baktı. Öte dünyadan geliyormuşa benzeyen müzik yine susmuştu. "Massanek sırtlarına giden yol buradan geçiyor ve şu yana gidiyor." Pithlit yutkundu. "Sana eşlik ettiğim için pişman olacağımı biliyordum." Thargor sakin sakin güldü. "Eğer şu senin flütçüler bu akşam göreceğimiz ya da duyacağımız şeylerin en kötüsüyse ve aradığımız şeyi bulursak tereddüt ettiğin için bile kendine lanet okuyacaksın." "Eğer savaşçı, eğer..." Thargor Kararüzgar'ı sağa çevirdi ve Pithlit'i neredeyse görünmez olan yola doğru, daha derin gölgelere götürdü.
-99-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
Kendi yalnızlığının ağırlığıyla ezilen Massanek sırtları ayın altında lanetlenmiş bir vadiye inerek karanlık koca bir hayvan gibi uzanıyordu. Dağ eteklerindeki ağaçlar bile sanki dağ sırtlarına dokunmak istemezmiş gibi kenarlarda son buluyorlardı. Yerde biten otlar kısa ve seyrekti. Sırtlar ormanlık alanda bir yara gibiydiler, bir boşluk. Thargor, neredeyse boş diye düşündü. Ortalarında, artan sisten dolayı belirsizleşen koca taşlardan oluşan bir çember vardı. Çemberin ortasında höyük duruyordu. Pithlit başını yana eğerek "Müzik yine sustu. Niye ki?" dedi. Thargor, atından inerken "Böyle şeylere kafa yormak adamı deli eder," dedi ve Kararüzgar'ın dizginlerini bir ağaç dalına bağladı. Tüm hayatını başka hiçbir atın toynağının değmediği yollarda geçirmiş olmasına rağmen savaş atı ürkmüştü. Onu da kendisiyle sürüklemenin bir anlamı yoktu. Pithlit, uzun taşlara bakıp titreyerek "Bunlardan bir anlam çıkarmaya çalışmak da adamı delirtir," dedi. "Mezarlara saygısızlık kötü bir şeydir Thargor. Uğursuz bir büyücünün mezarına saygısızlık etmek ise aklın yolundan tamamen şaşmak demektir." Thargor Hayatbiçen'i kınından çıkardı. Kılıcın üzerindeki rünler ayın soğuk ışığında gümüş mavisi parladılar. "Xalisa Thol yaşasaydı senden çok hoşlanırdı küçük hırsız. Bana o kadının, senin gibi küçük ve efendi tiplerle dolu bir ahırı olduğunu söylemişlerdi. Niye sadece öldüğü için alışkanlıklarından vazgeçsin ki?" "Şakayı bırak!" dedi. "Xalisa Thol ile nikahlanmak" kötü bir alışveriş yapmak anlamında kullanılan bir deyimdi; birkaç günlük çılgın zevklerin ardından yıllarca sürecek sinsi acılarla dolu bir dönem. Haydut gözlerini kıstı. "Her neyse, ben o kadınla karşılaşmayacağım zaten. Eğer sen fikrini değiştirdiysen sorun yok ama ben senin yerine oraya girmem." Thargor sırıttı. "Fikrimi değiştirmedim. Ama sana bir şaka yapayım dedim, seni biraz solgun gördüm de ama belki ay ışığı yüzündendir. Nantheor'un parşömenini getirdin mi?" "Getirdim." Pithlit eyerini karıştırarak kalın posta sarılmış bir nesne çıkardı. Thargor bu postun ne tür bir hayvana ait olduğunu bildiğini düşündü. Pithlit "Bunu alırken neredeyse bir domuz-adamın sivri dişlerine kurban olacaktım" diye ekledi. "Unutma başına bir şey gelmeyeceğine söz verdin. Bekleyen bir alıcım var." -100-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
"Parşömene hiçbir şey olmayacak." Thargor nesneyi eline aldı ve parşömen tenine değdiğinde sanki canlı gibi hafifçe kıvranmasından rahatsız oldu. "Şimdi beni takip et. Seni tehlikeden uzak tutacağız." Pithlit, "Tehlikeden uzak olmak bu dağlardan hepten uzakta olmak demektir," diye sızlandı ama onu bir adım geriden takip etti. Sis, aman vermez bir dilenci sürüsü gibi etraflarını sarmış, soğuk sarmaşık filizleri gibi bacaklarına pençe atıyordu. Devasa taş çember, ay ışığının aydınlattığı sisin içine geniş gölgelerini düşürerek önlerinde yükseliyordu. Pithlit sessizce "Herhangi bir büyülü nesne böyle bir tehlikeye atılmaya değer mi?" diye sordu. "Sen büyücü olmadığına göre Xalisa Thol'un maskesinin senin için ne değeri olabilir ki?" Thargor "Onu çalmam için beni tutan büyücü için ne kadar değerliyse benim için de o kadar değerli olabilir" diye cevapladı. "Krallara layık yüzlerce kıratlık elli elmas." "Elli mi? Aman Tanrım!" "Evet, şimdi çeneni kapa." Thargor konuşurken tuhaf ahenksiz boru seslerine benzeyen ürpertici müzik rüzgarı aşarak bir kez daha kulaklarına ulaştı. Pithlit'in gözleri büyüdü ama dilini tuttu. Üstlerindeki kabartmalara aldırmadan en yakın kaya çiftine bir göz attıktan sonra dev höyüğün girişinde durdu. Kılıç ustası, hırsızın sessizlik emrine zorlukla itaat eden gözleriyle bir kez daha karşılaştıktan sonra eğilerek sıradan bir çiftlik aletiymiş gibi Hayatbiçen'i kınından çekti. Kısa süre sonra Thargor çimenlikte geniş bir alanı kılıcıyla biçmişti. Çimenliğin arkasında yatan taşları sökmeye başladığında açıklıktan çürük ve tuhaf baharat kokulanyla dolu bir esinti yükseldi. Tepedeki atlar üzgün bir şekilde kişniyorlardı. Thargor omuzları sığacak kadar geniş bir delik açtığında yoldaşına Nantheor Parşömenini vermesi için eliyle işaret etti. Parşömeni açıp anlamlarını bilmediği ama ezberlediği sözleri büyücünün kendisine öğrettiği şekilde söylediğinde boyalı şekiller parlak bir kırmızıya dönüştü, aynı anda höyüğün derinliklerinde de bulanık kızıl bir kıvılcım belirdi. Kıvılcım solduğunda parlak şekiller de soldu ve Thargor parşömeni tekrar Pithlit'e uzattı. Çakmaktaşını çıkarıp yanında getirdiği meşaleyi yaktı - parlak ay ışığının altında el fenerine ihtiyaç duy-101-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
mamışlardı - sonra da kendini Xalisa Thol'un mezarında açtığı deliğe bıraktı. Pithlit'i son gördüğünde gergin hırsızın silueti ay ışığıyla aydınlanmıştı. Höyüğün içi ilk bakışta hem ürkütücü hem de güven vericiydi. Üzerinde durduğu bölmenin ucunda karanlığa açılan tuhaf açılı bir kapı şeklinde başka bir delik vardı: daha büyük bir bölmeye açılan dev bir oyuk. Ama Thargor başka türlüsünü beklememişti. Büyücü müşterisinin antik kitabı, Xalisa Thol'un ölmeye yatmak için kendini hapsettiği yeri "bir labirent" olarak tanımlıyordu. Kemerinden küçük bir kese çıkararak içindekileri avucuna döktü. Bunlar pırıltı tohumlarıydı, yer altında hapsolarak sonsuza dek dolanmaması için karanlıkta yolunu işaretleyebileceği her biri küçük birer ışık zerresi olan tanecikler. Thargor insanların en cesuruydu ama açık gökyüzü altında ölmeyi tercih ederdi. Borrikar'da demir madenlerinde yarı - köle olarak bir ömür boyu çalışan babası göçük altında kalarak ölmüştü. Bu korkutucu ve insana yakışmayan bir ölüm şekliydi. Bölmenin ucundaki kapıya doğru ilerlerken tavandan sarkan beyaz kökleri ittiğinde tuhaf ve beklemediği bir şey gördü: karanlık kapının birkaç adım sağında toprak duvarları aydınlatmamasına rağmen, küçük bir ateşe benzeyen bir şey vardı. Thargor onu seyrederken tam anlamıyla ışık yaymaya ve kapının olduğu tarafta havada sarı bir delik açılmaya başladı. Bir yandan homurdanarak Hayatbiçen'i kaldırırken diğer yandan onu aldatmak için orasının büyülenip büyülenmediğini düşündü ama kılıcı etrafta büyü olduğunda parladığı gibi parlamıyordu. Höyük de beklendiği gibi havasız toprak ve mumyalanmış kadından başka bir şey kokmuyordu. Gerginleşen demir gibi kaslarıyla duraksayarak bu büyülü kapıdan bir iblis ya da büyücünün çıkmasını bekledi. Ortaya hiçbir şey çıkmayınca parlayan yere doğru ilerleyerek açıklığı eliyle kontrol etti. Sıcak değildi, sadece ışık vardı. Giriş bölmesine bir kez daha baktıktan sonra sadece dikkati elden bırakmamak için - Thargor dikkatsizliği yüzünden ölüm tehlikesi atlatan adamlardan değildi - kapıya bir göz atabileceği yere kadar öne doğru eğildi. Thargor şaşkınlıkla nefesini tuttu. Uzun saniyeler geçti. Hareketsiz kaldı. Pithlit kafasını giriş deliğinden içeri sokup önce alçak sesle sonra sesini yükselterek ısrarla
-102-
ALTİN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
adını seslendiğinde de hareket etmedi. Savaşçı deri kaplı bir dikit gibi taşlaşmış görünüyordu. "Thargor!" Pithlit artık bağırıyordu ama yoldaşında onu duyduğuna dair bir belirti yoktu. "Thargor müzik tekrar başladı!" Bir süre sonra hırsız daha da ürkmüştü. "Bölmeye bir şey geliyor! Mezarın bekçisi! Thargorl" Savaşçı kendini altın ışıktan kurtararak derin bir uykudan uyanmış gibi salındı. Sonra Pithlit dehşet içinde onu izlerken bölmenin ucundaki karanlık kapıdan çıkarak hantal hantal kendisine yaklaşan cesedi ya da bir zamanların muhteşem savaşçısını karşılamak için döndü. Thargor'un hareketleri yavaş ve hayal gibiydi. Zırhlı mumya paslı savaş baltasını kafasına indirerek kafasını omurgasına kadar ikiye ayırdığında o Hayatbiçen'i havaya henüz kaldırmıştı. Pithlit'in şaşkın çığlıkları kulaklarında hâlâ yankılanan Thargor gri boşlukta boş yere çabaladı. Onun şaşkınlığı Pithlit'inkinden daha az değildi. Öldüm! Öldüm! Nasıl ölmüş olabilirim? Bu inanılmaz bir şeydi. Bir Lich 'ti. Aptal, sümüklü bir Lich. Binlerce Lich öldürmüştüm. Onun gibi pasaklı bir şey tarafından nasıl öldürülebilirim? Gri hiçlik üstüne çöreklenirken o bir an vahşice çözüm arandı ama yoktu, yapılacak hiçbir şey yoktu. Hasar çok büyüktü. Çıkmıştı, bir kez daha Orlando Gardiner idi. Orlando jakını çıkarıp oturdu. Olayların gidişatıyla öyle hayrete düşmüştü ki, uzun süre ellerini havada hareket ettirdikten sonra ne yaptığının farkında olmadan yastıkları kafasının arkasına koymuş, hatta düzeltmiş ve yatakta oturur bir pozisyon almıştı. Cildinde soğuk ter damlacıkları parlıyordu. Aynı pozisyonda uzun süre kaldığı için boynu ağrıyordu. Başı da ağrıyor ve pencereden odaya dolan günün parlak ışığı da işini kolaylaştırmıyordu. Bir komut hırıldadı ve pencereyi tekrar boş duvar haline getirdi. Düşünmeye ihtiyacı vardı. Thargor ölmüştü. Bu çok sarsıcıydı, düşünülecek bir çok şey olmasına rağmen başka bir şey düşünmek ona şu an çok zor geliyordu. Dört uzun ve takıntılı yıl boyunca çalışarak Thargor'u yaratmış, ken dini Thargor yapmıştı. Netteki tüm oyuncuların gıpta ettiği ve her za-103-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
man hayatta kalmayı başaran bir sim geliştirmişti. Orta Ülke oyununda her savaşta aranan ve tüm önemli görevler için ilk seçenek olarak görülen en ünlü karakterdi. Şimdi Thargor ölmüştü, komik bir sülük tarafından kafatası parçalanmıştı, hem de bir Lich tarafından Tanrı aşkına! Sim dünyasında lanet yaratıklara her zindan ya da her mezarda rastlanıyordu, akide şekeri kadar ucuz ve ulaşılırlardı. Orlando yan tarafından bir şişe alarak içti. Ateşinin yükseldiğini hissediyordu. Mezar bekçisinin baltası kafasına gerçekten de vurmuş gibi kafası zonkluyordu. Her şey o kadar çabuk ve acemice gelişmişti ki. O parlayan delik, o ışıldayan altın şey her - ne - ise maceradaki her şeyden çok daha büyük ve çok daha tuhaftı. Tüm maceralardaki her şeyden. Ya rakiplerinden biri onu saf dışı etmek için bu tuzağı kurmuş ya da onun kavrayışının ötesinde bir şeyler gerçekleşmişti. Bir şehir... bir şehir görmüştü, güneş ışığında parıldayan kehribar gibi ışıldayan dev bir şehir. Orta Ülke olarak bilinen oyun sınırları içindeki sim dünyasında her yerde rastlanan antik surları olan sahte şehirlerden biri değildi. Bu yabancı görüntü kesinlikle yeniydi, incelikle tasarlanmış binaları ve Hong Kong ya da Tokyokahama'daki kadar yüksek kuleleriyle gördüğü tam bir metropolisti. Ama onda bilim kurgu bir görüntüden fazlası, gerçek bir şey vardı, internette rastladığı her şeyden daha gerçek.Oyun dünyasının dikkatli katmanları arasına yerleşmiş, görkemi ve üstünlüğüyle bir kül yığınının üzerindeki kıymetli bir taş gibi parıldıyordu. Morpher, Dieter Cabo, Dük Yavaşsol; Orlando'nun rakiplerinden herhangi biri öylesi bir şeyi Orta Ülke'ye nasıl getirebilirlerdi? Bir sim mekanında bu şekilde bir değişiklik yapmanıza dünyadaki tüm kontrol noktalan engel olurdu. Şehrin oynadığı oyundan çok daha yüksek bir gerçeklik seviyesine ait olduğu çok açıktı. Hatta neredeyse GH'ın kendisinden bile daha gerçek görünüyordu. O muhteşem şehir. Gerçek bir yer olmalıydı, ya da en azından netten başka bir şey. Orlando hayatının neredeyse tamamını internette geçirmişti ve interneti bir on dokuzuncu yüzyıl pilotunun Mississippi nehrini bildiği kadar iyi bilirdi. Bu yeni bir şeydi, tamamen farklı bir deneyim. Birileri... bir şeyler... onunla iletişim kurmaya çalışıyordu. Lich'in sürünerek ona yaklaşmasında şaşıracak bir şey yoktu. Pithlit yoldaşının delirdiğini düşünüyor olmalıydı. Orlando kaşlarını -104-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
çattı. Fredericks'i arayıp açıklama yapmak zorunda kalacaktı ama henüz Fredericks ile meseleyi tartışmaya hazır değildi. Düşünülecek çok fazla şey vardı. Thargor, yani Orlando'nun ikinci benliği, hatta öncelikli benliği ölmüştü. Ayrıca bu onun sorunlarından yalnızca biriydi. On dört yaşındaki bir çocuğa tanrılar tarafından dokunulmuşsa çocuğun ne yapması beklenirdi?
-105-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ
KOMŞU EVREN
BÖLÜM 5
Alevler İçinde Bir Dünya
NET HATTI / HABERLER: Protesto Amaçlı Stuttgart Anma Töreni (görüntü: mum taşıyan insan alayı) SO: Stuttgart'da binlerce kişi, barınma konusuyla ilgili bir arbede esnasında Alman federe polisinin katlettiği yirmi üç evsizi anmak amacıyla bir mum yakma töreni düzenledi. (görüntü: gözyaşları içindeki genç adam, başı kanlı) TANIK: "Bedenlerini kaplayan zırhları vardı. Üzerinden büyük çiviler çıkı yordu. Gelmeye devam ettiler..."
Düz ekran kullanmak Renie'yi deli ediyordu. Bu, çamaşırları yıkamak için açık ateşte su kaynatmaya benziyordu. Sadece böylesi bir kenar mahalle hastanesinde... Küfredip ekrana bir kez daha dokundu. Bu sefer de listede akan isimleri durduramadan önce "S" leri geçip "T" lere atlamıştı. Bilgi almak bu kadar zor olmamalıydı. Bu zalimlikti. Sanki Tanrı'nın cezası karantina yeterince engel oluşturmuyormuş gibi! O aralar Bukavu 4 bilgilendirme afişleri her yanda asılıydı ama çoğunun üzeri öylesine yoğun bir şekilde grafiti ile kaplanmıştı ki tam olarak anlamını çıkaramıyordu. Durban'da bu virüsün yaygın olduğunu biliyordu, hatta iki kadın konuşurken Pinetown'da bir kızının Orta Afrika seyahatinden sonra bu hastalıktan öldüğünü anlattıklarını duymuştu ama Renie tüm Durban Kenar Mahalle Tıp Merkezi'nin resmi BM Bukavu salgın karantina işlemlerine dahil edildiğini bilemezdi. Eğer hastalık o kadar tehlikeliyse bu hastalıktan muzdarip ol mayan hasta insanları buraya getirmekle ne yaptıklarını sanıyorlar, -107-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
diye düşündü. Bilinmeyen bir hastalığın pençesine düşmüş olan kardeşine, tedavi için getirdiği hastanede daha da kötü bir hastalığın bulaşma olasılığı onu çılgına çeviriyordu. Ama çılgına dönerken bile nedenleri biliyordu. Kendi de bir kamu kuruluşu için çalışmıştı. Kaynaklar kısıtlıydı, kaynaklar her zaman kısıtlıydı. Eğer sadece Bukavu hastalarıyla ilgilenecek bir hastaneyi karşılayacak durumları olsaydı böyle bir hastane olurdu. Hastane idaresi de karantina altındayken normal işlemlerini devam ettirmekten pek memnun değildi herhalde. Belki de hâlâ çok ince bir sınır vardı: Durban'da hâlâ bir hastaneyi sadece bu hizmet için ayıracak kadar çok B4 vakası yoktu. Yine de bu onu pek teselli etmiyordu. Renie nihayet Nuh Nebi'den kalma ekranı "S" de durdurmayı başardı ve ziyaretçi kodunu girdi. "Sulaweyo, Stephen" hâlâ "değişiklik yok" şeklinde sıralanmıştı yani en azından onu ziyaret edebilirdi. Ama bu günlerde Stephen'ı ziyaret hem kalbini parçalıyor hem de bilinen anlamda "ziyaret'e pek benzemiyordu. Renie karantina kıyafetine girmeye uğraşırken bir hemşire önündeki bilgisayardan ona kardeşinin durumu hakkında bilgi verdi, gerçi bu açıklama da ona bekleme odasındaki monitörde gördüğü iki kelimelik açıklamanın verdiğinden fazlasını verememişti. Bu nakarata artık o kadar alışmıştı ki hemşirenin yerine bunu kendisi de ezberden okuyabilirdi, bu sebeple herhangi resmi bir cevap alabilmek için içinden gelen gerekirse yalvarma güdüsüne rağmen hemşire sözünü bitirince onu rahat bıraktı. Hastaneyi bu kadar ağır güvenlik önlemleri almaya iten öldürücü hastalık virüsü de dahil hiçbir virüs tespit edilemiyor, Tanrıya şükür. Hiçbir yaralanma belirtisi yok, beyinde travma yok. Hiçbir şey. Sadece yirmi iki gündür uyanmayan bir küçük erkek kardeş. Hava hortumunu oraya buraya takılmasın diye tutarak geçiş yolundan dışarı süründü. Doktor ve hemşire grupları - belki de diğer ziyaretçiler çünkü karantina kıyafetinde herkes birbirine benziyordu yanından hızla geçtiler. Hepsi de onun çıkardığına benzer çatırtı ve tıslama seslerini çıkarıyorlardı. Bu biraz insan uçuşlu eski uzay yolculuklarıyla ilgili haber kasetlerini andırıyordu; geniş bir pencerenin yanından geçerken dışarı baktığında, neredeyse dışarıdaki evrenin yıldız kaplı derinliklerini ya da Satürn'ün halkalarını görmeyi bekledi. -108-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Bunun yerine çadırlarla çevrili bir dizi yatak daha gördü, yaşayan ölülerin kamp yeri. Dördüncü kata çıkarken iki kere durduruldu ve ziyaretçi kimliğini göstermesi istendi. İki görevlinin de karantina kıyafetindeki buğulanmış yüz maskeleri ve artık işe yaramayan bir yazıcı yüzünden, soluk harfleri incelemek için epey vakit harcamasına rağmen gecikme onu hiçbir şekilde sinirlendirmedi. Hastanenin karantinayı ciddiye alması onu bir şekilde rahatlatmıştı. Stephen öylesine birdenbire ve ciddi bir hastalığa yakalanmıştı ki... öylesine esrarengiz bir şekilde... insan neredeyse olup bitenlerin ardında kötü niyet arıyordu. Renie'nin minik kardeşiyle ilgili endişeleri vardı, nedenini açıklayamadığı bir şeyden korkuyordu. İnsanların tetikte olduğunu görmek onu rahatlatıyordu. Renie kardeşinin iyileşmesini deliler gibi istiyordu ama kötüye gitmesinden daha çok korkuyordu. Onu aynen bir önceki günkü konumunda yatar bulunca ve monitörleri artık evinin adresi kadar iyi bildiği yazılara kilitlenmiş görünce aynı anda hem mutsuzluk hem de rahatlama hissetti. Tanrım, zavallı küçük adamım benim... o koca yatakta öylesine küçüktü ki. Stephen gibi bir fırlama nasıl bu kadar sakin, bu kadar sessiz olabilirdi? Onu besleyen, koruyan, geceleri üstünü örten, biyolojik olarak annesi olmasa da ona her şekilde annelik eden kendisi ise nasıl şimdi bir şeyler yapmaktan bu kadar aciz olabilirdi? Bu mümkün değildi. Ama gerçekti. Yatağın yanına oturdu ve kendi eldivenli elini çadırın yanındaki daha büyük eldivenin içine koydu. Parmaklarını dikkatle oğlanın kafasına yapıştırılmış alıcı kablolarında dolaştırdı yüzünü, yuvarlak alnının tanıdık ve sevgili hatlarını, sonra yukarı doğru kalkık burnunu okşadı. Ondan böylesine ayrı olmak yüreğini buruyordu. Bu SG'de birine dokunmaya çalışmak gibiydi, şu anda İç Bölge'de karşılaşıyor da olabilirlerdi... Kapıdaki hareketlilik anılara dalmasına engel oldu. Kendi karantina kıyafetine rağmen kapıdaki beyaz görüntü onu ürküttü. "Sizi korkuttuysam özür dilerim Bayan Sulaweyo." "Ah, siz misiniz? Herhangi bir değişiklik var mı?" Doktor Chandhar eğilip monitördeki sayıları gözden geçirdi ama Renie bile oradan çıkarılacak bir bilgi olmadığını biliyordu. -109-
TAD VVILLIAMS OTHERLAND
"Öyle görünüyor ki her şey aşağı yukarı aynı. Üzgünüm." Renie omuz silkti, karnındaki ağırlığın ve gözyaşlarının sıcak varlığının yalanladığı bir boş vermişlik işareti. Ama ağlamak boşunaydı. Tek yaptığı maskenin camını buğulandırmak olurdu. "Niye bana kimse sorunun ne olduğunu söyleyemiyor?" Doktor başını salladı ya da en azından karantina kıyafetinin kukuletasını iki yana hareket ettirdi. "Siz eğitimli bir kadınsınız Bayan Sulaweyo. Bazen tıp biliminin cevabı olmaz. Sadece tahmini olur. Şu anda tahminlerimiz pek iyi değil. Ama durum değişebilir. En azından kardeşinizin durumu kararlı." "Kararlı mı! Saksıdaki bir bitkinin durumu da kararlıdır!" Şimdi gözyaşları yakındı. Yüzünü yeniden Stephen'a çevirdi ama şu anda hiçbir şey göremiyordu. İnsansı olmayan eldivenli bir el omzuna dokundu. "Üzgünüm. Elimizden geleni yapıyoruz." "Tam olarak nedir yaptığınız?" Renie sesini sabit tutmak için uğraştı ama elinde olmadan burnunu çekiyordu. Bu kahrolası kıyafetlerde insan burnunu nasıl temizleyecekti? "Lütfen bana söyleyin ne yapıyorsunuz!Onu güneşe koyup sulamak dışında." "Kardeşinizin durumu, az rastlanan cinsten ama tek örnek değil." Doktor Chandar'ın sesi, zorlu aile bireyleri ile uğraşırken kullanılan masal anlatma tonuna bürünmüştü. "Belirgin bir nedeni olmadan koma benzeri böylesi bir duruma düşen başka çocuklar da var. Bazıları kendiliğinden iyileştiler, günün birinde kalkıp içecek bir şeyler istediler." "Ya diğerleri? Günün birinde kalkıp dondurma istemeyenler?" Doktor elini Renie'nin omzundan çekti. "Elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz Bayan Sulaweyo. Sizin de yapmakta olduğunuzun dışında yapabileceğiniz bir şey yok, sadece buraya gelip Stephen'ın sizin tanıdık sesinizi ve dokunuşunuzu algılamasını sağlamak. Hepsi bu." "Biliyorum bunu söylemiştiniz. Yani bu, sizi sıkıştıracağıma Stephen ile konuşmalıyım anlamına geliyor." Renie titrek bir nefes aldı. Artık gözyaşları akmıyordu ama maskenin camı hâlâ buğuluydu. "Sizi suçlamaya çalışmıyorum doktor. Biliyorum yeterince derdiniz var."
-110-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
"Şu son birkaç aylık dönem pek iyi değildi. Bazen niye bu kadar üzüntü dolu bir işi seçtiğimi düşünüyorum." Doktor Chandhar kapıda döndü. "Ama her vakayı aynı kefeye koymamak gerekir, ben bazen bu hataya düşüyorum. Bazen, Bayan Sulaweyo mükemmel mutluluklar da yaşanır. Umarım Stephen bize geri döndüğünde siz ve ben böyle bir anı paylaşırız." Renie soluk beyaz şeklin koridorda ağır ağır ilerlemesini seyretti. Kapı yeniden kayarak Lapandı. Onu deli eden şey savaşabileceği, suçlayabileceği birini bulmak için kıvranıyor olmasına rağmen kimseyi bulamamasıydı. Doktorlar ellerinden geleni yapıyorlardı. Hastane, tüm yetersizliklerine rağmen Stephen'in başına gelenleri açıklayabilecek bir bilgi elde edebilmek için tüm testleri denemişti. Hiçbiri işe yaramamıştı. Cevap yoktu. Gerçekten de suçlayacak kimse yoktu. Tanrı dışında, diye düşündü. Belki. Ama bu da hiç işe yaramazdı. Belki Uzun Joseph Sulaweyo da bu meselede tamamen suçsuz sayılmazdı. Renie yeniden Stephen'in yüzüne dokundu. Bu yanıtsız bedenin iki kat karantinaya rağmen derinlerde bir yerde onu hissedeceğini ona cevap vereceğini umuyordu. "Yanımda bir kitap var, Stephen. Bu sefer benim sevdiklerimden değil, senin en sevdiklerinden biri." Üzgün üzgün gülümsedi. Onu hep Afrikalı şeyler okumaya yönlendirmeye çalışırdı; hikayeler, tarih, ailelerinin karışık kabile kökenlerinden halk masalları. Bu çeşit bağların neredeyse yok olduğu, Birinci Dünya kültürünün karşı konulamayan çığ gibi akışı karşısında ezildiği bir dünyada onun mirasıyla gurur duymasını istiyordu. Ama Stephen'in zevkleri hiç bu tarafa yönelmemişti. Avuç içi bilgisayarına vurdu sonra dolan gözleriyle okuyabilmek için metnin boyutlarını büyüttü. Resimleri kapattı. Onları görmek istemiyordu, zaten Stephen de göremezdi. "Net Sörfçüsü Dedektifleri" dedi ve okumaya başladı. "...Masker kapıya çarptığında 'Malibu Hiperbloğu tamamen mühürlendi' diye haykır arak sörfünü her zamankinin aksine dikkatsiz bir şekilde diğer odaya fırlattı. Zifgray 220 marka kayma sörfü, diğer sörflerin arasına sıraya girmeye çalışırken birkaç sörfü devirdi. Masker patırtıyı duymazdan geldi, daha çok kendi haberleriyle
TAD WILLIAMS OTHERLAND
meşguldü. 'Her akış noktasına Koca Ana tanıyıcılarını yerleş tirmişler. '" "Scoop 'İşte bu gerçekten kötüye alamet!' dedi. Heyecanlı arkadaşına dönerken hologramlarla bezeli avuç içi bilgisayarını ha vada süzülmeye bıraktı. 'Yani esaslı bir bela çıkmış olmalı, hem de püsküllü bela!'" "Gidip onu bir kez görseydin!" Uzun Joseph gürültüyü uzaklaştırmak istercesine ellerini başına bastırdı. "Gittim değil mi?" "İki kere! İki kere gittin, onu oraya götürdüğümün ertesi günü ve doktor görüşmek için seni oraya çağırdığı zaman." "Daha ne istiyorsun? O hasta. Senin yaptığın gibi her gün gidip ona bakmamı istiyorsun? O hâlâ hasta. Onu ne kadar ziyaret edersen et, bu onu iyileştirmeyecek." Renie hırsla dolup taşmıştı. Bir adam nasıl bu kadar inanılmaz olabilirdi? "O senin oğlun baba. O sadece bir çocuk. Hastanede yapayalnız." "Hiçbir şeyin farkında değil! Ben gidip onunla konuştum. Hiçbir şey bilmiyor. Bütün o konuşman, konuşman neye yarar...? Ona kitap bile okuyorsun!" "Çünkü tanıdık bir ses geri dönüş yolunu bulmasına yardımcı olabilir." Kız durakladı ve henüz güven duygusunu yitirmediği çocukluk günlerinin tanrısına kendine güç vermesi için dua etti. En azından o tanrı şu sıralarda inandığı tanrıdan daha sevecendi. "Hem belki en çok duymaya ihtiyaç duyduğu ses seninkidir, baba. Doktor da öyle dedi." Adamın gözleri, bir kaçış yolu ararcasına sağa sola kaydı ve bakışları kurnazlıkla parladı. "Bu saçmalık da ne demek?" "Seninle kavga etmişti. Sen ona kızmıştın, gitmesini ve bir daha gelmemesini söyledin. Şimdi ona bir şeyler oldu ve belki de daldığı rüyanın derinliklerinden dönmeye korkuyor. Belki de ona kızgın olduğunu düşünüyor ve oralarda kalmayı seçiyor." Uzun John kanepeden fırladı, korkmuştu ama gürültü patırtı çıkararak bunu örtbas etmeye çalışıyordu. "Bu... benimle böyle konuşamazsın çocuk, hiçbir doktor da benim işlerime bu şekilde karışamaz." Mutfağa daldı ve dolapları açmaya başladı. "Bir sürü çılgın-112-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
lık. Benden korkarmış! Ben onu sadece yola getirdim. Elimi bile sürmedim." "Kalmadı." Dolap kapaklarının sesleri kesildi. "Ne?" "Kalmadı. Sana şarap almadım." "Bana ne aradığımı söyleme!" "Peki. Nasıl istersen öyle yap." Renie'nin başı ağrıyordu ve o kadar yorgundu ki, ertesi günün sabahı onu kalkmaya zorlayana kadar iskemlesinden kıpırdamak istemiyordu. İş, hesaplar ve Stephen'a ziyaretler esnasında gününün en azından on dört saatini evin dışında geçiriyordu. Bilgi Çağı dedikleri şey buydu işte, ne zaman arkam dönsen bir yerlere gitmen, birilerini görmen gerekiyordu. Üstelik kahrolası trenler işlemediğinden genellikle yürümekten ayaklarına kara sular iniyordu. Siber çağ. Hepsi safsata. Uzun John yeniden oturma o.dasında belirdi. "Ben çıkıyorum. Erkek adamın huzura ihtiyacı vardır." Renie son bir kez şansını denemeye karar verdi. "Dinle baba, ne düşünürsen düşün senin sesini duymak Stephen'a iyi gelecektir. Benimle birlikte onu ziyaret et." Adam bir şeylere vurmak istercesine elini kaldırdı, sonra elini uzun bir an boyunca gözlerine bastırdı. "Oraya gitmek," dedi boğuk bir sesle, "Gidip oğlumun nasıl öldüğünü mü seyredeyim?" Renie şok olmuştu "O ölmüyor!" "Öyle mi? Ortalıklarda zıplayıp hopluyor? Futbol oynuyor?" Uzun John kollarını iki yana açtı, çenesi hiddetle işliyordu. "Hayır, o da annesi gibi hastanede yatıyor. Sen büyükannene gitmiştin çocuk. Sen yoktun. Ben oturup üç hafta boyunca, annenin o yatakta erimesini seyrettim. Haykırdığı zaman ona su vermeye çalıştım. Ağır ağır ölmesini seyrettim." Birkaç kez gözlerini kırptı ve birdenbire kızına sırtını döndü, omuzları şiddetli bir darbeye karşı koymak ister gibi büzülmüştü. Tekrar konuştuğunda sesi başkasına ait gibiydi. "Ben o kahrolası hastanede... bir sürü zaman harcadım." Şaşkınlıktan donakalmış ve kendi gözleri de dolmuş olan Renie bir an için konuşamadı. "Baba?" Adam dönüp onunla yüzleşmekten kaçındı. "Yeter çocuk. Gidip onu göreceğim. Ben onun babasıyım. Bana ne yapmam gerektiğini söyleme." -113-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
"Gidecek misin? Yarın benimle geliyor musun?" Adamın gırtlağından kızgın bir ses çıktı. "Yapacak işlerim var. Geleceğim zaman ben sana söylerim." Kız yumuşak olmaya çalıştı. "Lütfen çabuk ol baba. Sana ihtiyacı var." "Onu göreceğim, lanet olsun. O salak hastane takımını yine giyeceğim. Ama bana ne zaman gitmem gerektiğini söyleme." Kızın gözleriyle karşılaşmaktan hâlâ çekinerek kapıyı itip açtı ve ayaklarını sürüyerek dışarı çıktı. Renie, enerjisi tamamen tükenmiş ve kafası karışmış bir şekilde uzun bir süre oturup kapalı kapıya baktı. Biraz önce bir şey olmuştu ama ne olduğundan ya da olanların ne anlama geldiğinden pek emin değildi. Eskiden tanıdığı babası ile aralarında bir an için bir bağ kurulur gibi olmuştu; karısı öldükten sonra aileyi bir arada tutabilmek için o kadar uğraşmış olan, eğitimini alabilmesi için yan işlerde çalışan ve onu cesaretlendiren, Renie'ye ve büyükannesi Uma' Bongela'ya küçük Stephen'ı büyütmelerinde yardım eden babası. Ama Uma'sı da öldükten ve Renie büyüdükten sonra adam pes etmiş-ti. Eskiden tanıdığı Uzun John tamamen gitmiş gibi görünüyordu. Renie içini çekti. Bunun doğru olup olmadığını bilmiyordu, şimdi bu meseleyle uğraşacak gücü de yoktu. İskemleye daha da gömüldü ve baş ağrısının sebeb olduğu zonklamadan dolayı gözlerini kıstı. Ağrı kesici almayı tabii ki unutmuştu ve bazı şeylerle o ilgilenmezse başka kimse de ilgilenmezdi. Duvar ekranını açarak karşısına ilk çıkan şeye takıldı; Tazmanya'da tatil hakkında bir gezi rehberi, düşüncelerini susturmaya çalıştı. Bir an için her yanını saran pahalı internet ekipmanlarına sahip olmayı diledi, böylece bir sürü para karşılığında alete kodlanmış olan duyularla oturduğu yerden o kumsala gidebilir, elma tomurcuklarının kokusunu alabilir, ayaklarının altındaki kumu ve tatil özgürlüğünün havasını gerçekten hissedebilirdi. Babasının çökmüş omuzlarının ve Stephen'ın görmeyen gözlerinin sürekli beliren anısını silebilecek herhangi bir şey. Sinyal sesine uyandığında Renie bilgisayarına el attı. Saat sabahın sekiziydi ama bu ses onun saat alarmının sesi değildi. Hastaneden mi arıyorlardı? -114-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
"Cevaplal" diye bağırdı ama hiçbir şey olmadı. Yatakta doğrulmaya çabalarken Renie nihayet sesin telefondan değil ön kapı mikrofonundan geldiğini anladı. Üzerine bir sabahlık geçirdi ve sersem sersem oturma odasından geçti. İskemlesi garip bir hayvanın fırlatılıp atılmış cesedi gibi yerde yan yatıyordu, belli ki eve geç dönen Uzun Joseph'in sarhoşluğunun kurbanı olmuştu. Kapı otomatiğine doğru eğildi. "Buyurun?" "Bayan Sulavveyo? Ben !Xabbu. Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim." "!Xabbu? Burada ne yapıyorsun?" "Açıklayacağım, kötü ya da korkulacak bir şey yok." Kız daireye şöyle bir baktı, genelde sadece dağınık olurdu ama şu anda kızın vaktini sürekli dışarıda geçirdiği çok belliydi. Yatak odasından babasının horultuları yükseliyordu. "Aşağı geliyorum. Beni bekle." !Xabbu, temiz beyaz bir gömlek giymiş olmasının dışında tamamen normal görünüyordu. Renie, biraz kafası karışmış ve sarsılmış bir halde oğlanı tepeden tırnağa süzdü. Oğlan gülümseyerek, "Umarım sizi fazla rahatsız etmiyorumdur," dedi. "Bu sabah erkenden okula gittim. Sessiz olduğu zamanlar hoşuma gidiyor. Ama sonra ortaya bir bomba olayı çıktı." "Yine mi? Aman Tanrım!" "En azından gerçek değilmiş, bilmiyorum. Ama bir telefon uyarısı olmuş. Politeknik'i boşalttılar. Haberiniz olmayabilir diye düşündüm ve boşuna o kadar yolu gitmeyin dedim." "Teşekkür ederim. Bir dakika bekle." Kız bilgisayarını çıkardı ve mail gelmiş mi diye okul sistemini taradı. Rektörün aksi bildirilene kadar okulun kapalı olduğunu duyurduğu genel bir mesaj vardı, demek ki !Xabbu onun boşuna okula kadar gitmesine engel olmuştu ama aniden neden telefon açmakla yetinmediğini merak etti. Başını kaldırdı oğlan hâlâ gülümsüyordu. Bu gözlerin arkasında art niyet aramak neredeyse imkansızdı ama niye ta Pinetown'a kadar gelmişti? Beyaz gömlekteki ütü izlerini fark etti ve aklına rahatsız edici bir düşünce takıldı. Bir çeşit aşk mı söz konusuydu? Küçük kabile mensubu, onunla çıkabilmek için mi buralara gelmişti? Bu konunda tam ola-115-
TAD WILLIAMS OTHERLAND rak ne hissettiğini bilmiyordu ama aklına ilk anda "rahatsız edici" kelimeleri geldi. Yavaşça "Her neyse, Poli kapalı olduğuna göre bugün boşsun," dedi. Tekil şahıs zamirini özellikle kullanmıştı. "Öyleyse eğitmenimi yemeğe çıkarmak isterim. Kahvaltı mesela?" !Xabbu'nun gülümsemesi dalgalandıktan sonra söndü, yerini sarsılmış bir ifade aldı. "Çok üzgündünüz, Bayan Renie. Çok üzgündünüz ama benim için iyi bir dost olmuştunuz. Bana kalırsa şimdi bir dosta ihtiyaç duyan sizsiniz." "Sanırım... " Kız duraksadı ama aklına gitmemek için hiçbir iyi neden gelmedi. Saat sabahın sekiz buçuğuydu ve apartman zehirli gibi görünüyordu. Küçük kardeşi bir oksijen çadırında ölü gibi yatıyordu, ulaşılmazdı ve ayıldığında babasıyla aynı mutfakta olma düşüncesi boynunun ve omuzlarının düğümlenmiş gibi sertleşmesine neden oluyordu. "Tamam, hadi gidelim." !Xabbu'nun aklında aşk varsa bile bunu hiç göstermiyordu. Pinetown'm iş merkezinden aşağı yürürlerken Renie dışında her şeye bakıyormuş gibiydi; uykulu ya da utangaç gibi görünen yarı kapalı gözleri, dökülen boyalar ve örtük pencerelerden, çizgi filmlerdeki yuvarlanan çalılara benzeyen, geniş sokaklarda uçuşan çerçöpe kadar her şeyin üzerinde geziniyordu. "Korkarım burası kentin pek hoş bir kısmı değil." Oğlan, "Ev sahibemin evi Chesterville'de," diye cevapladı. "Orası biraz daha zengin ama sokaklarda daha az insan var gibi görünüyor. Ama beni şaşırtan, itiraf etmeliyim ki Renie, biraz da dehşete düşüren, her şeyin insansızlığı." "Bu ne anlama geliyor?" "Böyle bir kelime yok mu, 'insansı'? "İnsanilik" belki? Demek istediğim şu ki halkımdan ayrıldığımdan beri burada şehirde gördüğüm her şey sanki dünyayı dışarıda tutmak üzere yapılmış, onu gözden ve akıldan uzak tutmak için. Kayalar toz edilmiş, çalılıklar yakılmış ve her şey asfaltla kaplanmış." Oğlan kösele tabanlı ayağını çatlak caddeye vurdu. "Geriye kalan birkaç tanecik ağaç, şu zavallıcık gibi, buraya insanlar tarafından getirilmiş ve ekilmiş. İnsanlar yaşadıkları yerleri kocaman çamur ve taş yığınlarına çeviriyorlar, tıpkı karınca yuvaları gibi ama bütün dünya sadece karınca tepeciklerinden ibaret olur ve vahşi doğa tamamen kaybolursa ne olur?" -116-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Renie başını iki yana salladı. "Başka ne yapabiliriz ki? Eğer burası vahşi doğa olsaydı sadece hayatta kalma savaşı veren bir sürü insan olurdu. Açlıktan ölürdük. Birbirimizi öldürürdük." "Peki yakmak için vahşi doğadan geriye bir şey kalmadığında insanlar ne yapacaklar?" !Xabbu eğilip yerden bir plastik halka aldı, mevcut medeniyetin şimdiden tanınmaz hale gelmiş bir anısı. Parmaklarını kısarak halkayı bileğine geçirdikten sonra kolunu kaldırıp yeni bileziğine baktı ve dudaklarında buruk bir gülümseme belirdi. "Açlıktan öleceğiz demek? Birbirimizi öldüreceğiz demek? O zaman da sorun aynı olacak ama biz her şeyi asfalt ve taş ve betonla kaplamış olacağız ve... neydi adı 'cam elyafı' mı? Her şeyi bunlarla kaplamış olacağız. Neyse katliam başladığında öldürülecek daha çok insan olacak." "Uzaya gideceğiz." Renie gri gökyüzüne işaret etti. "Biz... bilmiyorum, başka gezegenleri kolonize edeceğiz." !Xabbu başıyla onayladı. "Ha." Johnny'nin kafesi kalabalıktı. Müşterilerin çoğu, patırtılı günlerine Durban - Pretoria hattında başlayan kamyon şoförleriydi, güneş gözükleri ve parlak renkli gömlekleri olan kocaman, dostane adamlar. Bazıları fazla dostaneydi, boş bir köşeye doğru kalabalığı sıkıştırarak ilerlemeye çalışırken Renie bir evlenme teklifinin yanında birkaç tane de insanı daha az onore eden teklif almıştı. Flörtlerin en saygıdeğer ve zararsızlarına bile gülümsemeyi reddederek dişlerini sıktı. Onları cesaretlendirmek sadece durumu zorlaştırırdı. Ama Johnny'nin yerinde hoşuna giden şeyler vardı ve bunlardan biri de burada gerçek yiyecek bulabilmekti. Bu günlerde küçük restoran ve kahve dükkanları Amerikan tarzı ayaküstü yiyecekleri öyle çok sunuyordu ki, mikrodalgada ısıtılmış köfte ekmekler, yapış yapış peynir soslu, sosis dürümler ve tabii ki kola ve patates kızartması; Batı ticaret dininin şarap ve ekmeği. Ama burada mutfakta birileri - öyle biri varsa, belki de Johnny'nin ta kendisi - mutfakta gerçekten yemek pişiriyordu. Kamyoncu yakıtı sert kahvenin yanı sıra Renie tereyağlı ekmek, bal ve bir tabak kızarmış muzla pilav almaya karar verdi, !Xabbu da aynısından ısmarladı. Koca tepsi geldiğinde !Xabbu belirgin bir dehşet ifadesiyle bakakaldı. -117-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
"Ne kadar büyük." "Çoğu nişasta. Bitirmek için kendini zorlama." "Kalanı sen yiyecek misin?" Kız güldü. "Teşekkürler, ama benim de bir sürü yiyeceğim var." "O zaman yemediklerim ne olacak?" Renie duraksadı. Refah kültürünün uzak bir üvey evladı olarak, kendi ziyan ve tüketim kültürü üzerinde hiçbir zaman fazla düşünmemişti. "Eminim mutfakta birileri artanları evine götürüyordur," diye açıkladı en sonunda ve bunu söylerken bile utanarak kendini suçlu hissetti. Bir zamanlar Güney Afrika'nın efendileri olanların, yine bir eski r Roma ziyafetinden artakalanlar temizlenirken aynı bahaneyi öne sürdüklerinden emindi. !Xabbu'nun soru üzerinde fazla durmaya niyeti olmamasına minnet duydu. Böyle anlarda onun bakış açısının gerçekten ne kadar farklı olduğunu adayabiliyordu. Çocuk, kendi babasından daha iyi İngilizce konuşuyor, zekası ve empati kurma yeteneği pek çok karmaşık meseleyi rahatça anlamasını sağlıyordu. Ama o kız gibi değildi, hem de hiç, başka bir gezegenden gelmiş gibiydi. Renie, yeniden garip bir utançla kendi temel bakış açısının, İngiltere ya da Amerika'daki zengin beyaz bir gencinkine, ondan sadece birkaç yüz kilometre uzakta yaşamış olan bu genç Afrikalı'ya göre daha yakın olduğunu fark etti. Birkaç lokma pilav yedikten sonra !Xabbu başını kaldırdı. "Şimdi iki kafeye gitmiş oldum," dedi. "Bu ve Lamda Çarşısındaki." "Hangisi daha çok hoşuna gitti?" Oğlan sırıttı. "Burada yemek daha iyi." Bir ısırık daha aldı sonra çatalını, öldüğüne emin olmak istermiş gibi yağdan parıldayan bir kızarmış muza batırdı. "Başka bir şey daha var. Nette sana hayaletler hakkında sorduğum soruyu hatırlıyor musun? Orada yaşamı görüyorum ama hissedemiyorum,bu da içimi daraltıyor. Açıklaması zor. Ama burayı çok daha fazla sevdim." Renie o kadar uzun zamandır bir net sakiniydi ki, orayı bir yer, kocaman bir yer gibi düşündüğü gerçekten olurdu, Avustralya ya da Avrupa gibi, coğrafi olarak gerçek bir yer. Ama. !Xabbu haklıydı, öyle değildi. Bu bir anlaşmaydı, insanların gerçek olduğunu var saydıkları bir şey. Bazı açılardan, internet bir hayaletler ülkesiydi... ama oradaki tüm hayaletler sadece birbirlerinin peşindeydiler. -118-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Sanki kendi kendini inandırmak istercesine "SG'in de kendine göre iyi yönleri var. Şüphesiz." dedi. "Şimdi Renie, lütfen bana derdinin ne olduğunu söyle. Erkek kardeşinin hasta olduğunu söylemiştin. Sorun bu mu, yoksa başka dertlerin de var mı? Umarım hayatına burnumu çok fazla sokmuyorumdur." İlk önce garipsemesine rağmen Stephen'ı son ziyaretini ve Uzun Joseph'le devam edegelen tartışmalarının son örneğini anlatmaya başladı. Bir kere başladıktan sonra lafın gerisi çabucak geldi, Stephen'ı her gün ziyaret edip hiçbir şeyin değişmememesinin umutsuz sıkıntısı, babasıyla ilişkisinin giderek daha acı verici bir hal alan sarmalı. !Xabbu, sadece acı verici noktalarda duraksadığı zaman sorular sorarak hiçbir şey demeden dinledi ama onun sorularını her cevapladığında kendini daha fazla açtığını fark etti. Kendini açmaya, gizli korkularını ortaya dökmeye alışık değildi; bu insana tehlikeli bir şey gibi geliyordu. Ama onlar kahvaltılarının sonuna yaklaşıp sabah kalabalığı da dükkandan yavaş yavaş dışarı akarken, sonunda konuşabildiği için de, kendini rahatlamış hissetti. Üçüncü kahvesine tatlandırıcı koyarken !Xabbu birdenbire "Onu bugün görecek misin? Yani kardeşini?" dedi. "Genellikle akşamlan gidiyorum. İşten sonra." "Ben de seninle gelebilir miyim?" Renie, geldiklerinden beri ilk defa !Xabbu'nun ilgisinin nedeninin dostluktan öte bir şey olup olmadığını merak ederek bir an duraksadı. Arayı kapatmak için bir sigara yaktı. Kendini onun hayatındaki erkek, ya da onun koruyucusu olarak mı görüyordu? Del Ray'den beri hayatında ciddi anlamda hiç kimse olmamıştı ve o ilişki de (ki bunu fark etmek hem şaşırtıcı, hem de bir şekilde ürkütücüydü) biteli yıllar olmuştu. Ara sıra kapıldığı zayıflık anları dışında kimsenin ona sahip çıkmasını istediği yoktu. Tüm hayatı boyunca güçlü olmuştu, sorumluluğu başkasına devretmeyi aklına bile getiremezdi. Her halükarda bu küçük genç adama karşı romantik hisler beslemiyordu. Oğlan kirli kafe penceresinden dışarıdaki renkli kamyonları izleyerek belki de ona kendine bakma fırsatını verirken, kız uzun uzun oğlana baktı. Kendi kendine, neden korkuyorsun kızım, o bir dost, tersini dü şündürecek bir şey yapmadığı sürece onun lafına inan, dedi. -119-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
"Evet, gel. Yanımda birinin olması hoş olur." Oğlan birdenbire utangaç bir şekilde bakışlarını kıza doğru çevirdi. "Daha önce hiç hastaneye gitmemiştim ama sana eşlik etmek istememin nedeni bu değil. Kardeşini tanımak istiyorum." "Onunla tanışabilmeni isterdim, iyi... olduğu haliyle." Hızla gözlerini kırpıştırdı. "Bazen o bedende bir yerlerde olduğuna inanmakta zorluk çekiyorum. Onu öyle görmek çok acı verici..." !Xabbu ciddiyetle başını salladı. "Sizin tarzınızın daha zor olup olmadığını merak ediyorum, sevdikleriniz hastalandığında sizden uzakta oluyor. Halkımın insanları hastalandıklarında yanımızda kalırlar. Ama belki de hastaya her gün her an bakmak, o acıyı hep yaşamak daha da moral bozucudur." "Buna dayanabileceğimi sanmıyorum. Başka ailelerin böylesi durumlarla nasıl başa çıktıklarını çok merak ediyorum." "Başka aileler mi? Hastaların aileleri mi?" "Stepnen gibi çocukların aileleri. Doktoru onun gibi birkaç vaka daha olduğunu söyledi." Söylediklerinin anlamını kavradığında sarsıldı. Birkaç günden beri ilk defa !Xabbu'nun sabırlı dinleyiciliğinin bile pek etkileyemediği üzerindeki o çaresizlik duygusu birdenbire kırılmıştı. "Artık buna bir son vereceğim," dedi. !Xabbu kızın sesindeki değişikliğe şaşırarak başını kaldırdı. "Neye son vereceksin?" "Sadece oturup endişelenmeye. Benim de yapabileceğim bir şeyler varken oturup birilerinin bir şeyler demesini beklemeye. Stephen'ın başına neden böyle bir şey geldi?" Küçük adamın kafası karışmıştı. "Ben şehirli bir doktor değilim Renie." "İşte ben de bunu diyorum. Bilmiyorsun. Bilmiyorum. Doktorlar bilmiyor. Ama başka vakalar da var. Öyle dediler. Stephen Bukavu 4 karantinasına alınmış bir hastanede yatıyor ve doktorların çalışmaktan canlan çıkmış. Bir şeyleri gözden kaçırmış olamazlar mı? Ne kadar araştırma yapma şansları oldu? Ciddi bir araştırma?" Kartını masanın içine soktu ve aşınmış ekrana parmak bastı. "Benimle Politeknik'e gelmek ister misin?" "Ama okul bugün kapalı."
-120-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
"Lanet olsun." Kartını cebine koydu. "Sorun değil, net bağlantısı yine de vardır. Sadece bir istasyona ihtiyacım var." Evindeki sistemi kullanmayı düşündü ve kullanım rahatlığıyla babasının tam da o an mutfakta dolanıyor olması durumlarını birbirine karşı tarttı. Akşamdan kalma ve huysuz bir ruh halinde olmama olasılığına rağmen !Xabbu'yu eve götürürse aylarca "Senin o Buşman arkadaşın" dırıltısını dinleyeceğini biliyordu. "Dostum," diyerek ayağa kalktı. "Pinetown halk kütüphanesini ziyaret edeceğiz." Genç tombul kütüphaneci net odasını onlara açarken Renie çocuğa "Çoğuna benim ya da senin avuç içi bilgisayarından da ulaşabilirdik. Ama sadece metin ve düz resimlere ulaşabilirdik, ben de öyle çalışmayı hiç sevmiyorum," dedi. !Xabbu onun peşinden içeri girdi. Kütüphaneci gözlüklerinin üzerinden Buşman'a bir bakış attıktan sonra omuz silkti ve masasına döndü. Kabinlerdeki ekranlarda haberleri izleyen birkaç yaşlı adam, çoktan Hindistan'ın Dekan Ovası'ndaki tren kazasının tamamen renkli haberine geçmişlerdi bile. Renie, çarpışan metalin, yığılmış bedenlerin ve muhabirin nefes nefese yorumlarının kafa karıştırıcı gürültüsünü dışarıda bırakarak kapıyı kapadı. Kabinin kablo haznesinde birbirine dolanmış perişan haldeki kabloları çıkardı, kullanılabilir durumda iki kulaklık bulana kadar eski püskü kulaklıkları karıştırdı. Kontrol kolunu kavradı ve net erişim numarasını girdi. !Xabbu "Hiçbir şey görmüyorum," dedi. Renie kaskını geri itti, eğilip kopuk bağlantıyı bulana kadar !Xabbu'nun yüz levhası ile oynadı. Kendi kaskını yine başına geçirdi ve net evreninin griliği her yanını sardı. "Bedenim yok." "Olmayacak. Bu sadece bir bilgi edinme gezisi, kuvvet etkileşimi özelliği yani bir şeylere dokunma hissi de yok. Ucuz bir ev sistemi böyledir işte. Politeknik'teki bir asistanın alabileceği cinsten." Parmaklarını hareket ettirdi ve yıldızların olmadığı bir uzayın derinliklerine benzeyen karanlığa daldı. "Bunu uzun zaman önce yapmam gerekirdi..." dedi, "Ama öyle meşgul ve öyle yorgundum ki..."
-121-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
"Neyi yapman gerekirdi?" !Xabbu'nun ses tonu soğukkanlıydı ama sabrın altında belli belirsiz bir gerilim sezilebiliyordu. Her neyse, diye karar verdi kız, biraz dayanması gerekecek. Ne de olsa kızın arabasına binmiş sayılırdı. "Kendi kendime biraz araştırma yapmalıydım," dedi. "Dünyadaki gelmiş geçmiş en müthiş bilgi sistemine yirmi dört saat ulaşma imkanım var ama ben başkalarının benim yerime düşünmelerine izin veriyorum." Parmaklarını sıktığında boş bir evrenin bağrmdaki propan bir güneş gibi, parlak mavi bir ışık topu belirdi. "Bu birim artık benim sesime ayarlanmış olmalı," dedi Renie. Sonra sakin bir şekilde bildirdi "Tıbbi bilgi. Hadi biraz kafa patlatalım." Birkaç komut daha verdikten sonra önlerindeki boş alanda süzülen miskin bir insan şekli belirdi. Ucuz her sim gibi, garip bir şekilde boş bir şekildi. Soğuk bir kadın sesi pıhtı oluşumunu ve bunun sonucu beyinde oksijen yetersizliğini anlatırken, ışık huzmeleri dolaşım sisteminin içinden geçerek şeffaf görüntüyü aydınlatıyorlardı. !Xabbu hafifçe rahatsız bir sesle "Tanrılar gibi, gizlisi saklısı yok," dedi. Renie, onu duymazdan gelerek "Burada vakit kaybediyoruz," dedi. "Stephen'da hiçbir patolojik belirti olmadığını biliyoruz, pıhtı ya da tümör gibi açık belirtileri bırak beyninin kimyasal seviyeleri bile normal. Hadi bu ansiklopedik bilgilerden çıkıp gerçek bilgi arayalım. Tıbbi yayınlar, güncel olanlar ve on iki ay öncesine kadar çıkanlar. Anahtar kelimeler, ve/veya 'koma', 'çocuklar', 'genç' başka ne var? 'Beyin travması', 'baygınlık'... " Renie'nin görüntüsünün rahatça görülebilen üst kısmında parlayan bir zaman göstergesi vardı. Girişlerin çoğu yereldi, çünkü bilginin çoğu ana net bilgi bankalarından edinilebiliyordu arna indirdiği bazı şeyler için para ödemesi gerekiyordu ve kaynağa susamış Pinetown kütüphanesi de bağlantı zamanına bağlı olarak ek bir ücret isteyecekti. Üç saatten fazladır netteydiler ve hâlâ araştırmasının bir şeye değdiğini düşündürecek bir bilgiye ulaşamamıştı. !Xabbu en azından bir saatten beri soru sormayı bırakmış, ya sürekli yer değiştiren bilgi sunumlarından başı dönmüş ya da sadece sıkılmıştı.
-122-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Kız, "Buna benzeyen sadece birkaç bin vaka var," dedi. "Gerisi hep bilinen nedenler. On milyar kişi arasında bu çok da fazla sayılmaz. Dağılım haritası, kayıtlı vakalar kırmızıyla işaretli. Buna bir kez daha bakabiliriz." Parlak çizgiler çözüldü ve içten gelen bir ışıkla aydınlanan bir yerküre onların yerini aldı, boşlukta sürekli düşen, yuvarlak ve kusursuz bir meyve. Kız kendi kendine bir daha böyle bir gezegen nasıl bulabiliriz, diye sordu ve !Xabbu'ya diğer gezegenleri kolonize etmek hakkında söylediklerini hatırladı. Bize verilen en büyük hediye bu, ama biz ona ne kadar kötü davrandık. Yerkürenin üzerinde bir dizi parlak eflatun nokta belirdi, vakaların kronolojisini gösterirken küf gibi yayılıyorlardı. Kız bu dizide bir düzenlilik göremedi, dağınık bir şekilde sanal yerkürenin her tarafına yayılmışlardı. Eğer bu bir salgınsa çok garip bir salgındı. Renie kaşlarını çattı. Tüm noktalar yandığında bile hiçbir bağlantı görünmüyordu. Noktalar nüfusun en yoğun olduğu yerlerde sıklaşıyordu ki bu da şaşılacak bir şey değildi. Avrupa, Amerika ve Pasifik kıyısı boyundaki birinci dünya ülkelerinde sayıları daha azdı ama toprak kütleleri boyunca dağılmışlardı. Üçüncü dünyada noktalar neredeyse tamamen deniz kıyısı, koylar ve nehirler boyunca toplanmıştı ve bu da kızın bir çeşit deri hastalığından şüphelenmesine neden oldu. Bir an için bir şey keşfettiğini sandı; kirlenmiş sular, zehirli atıklarla ilgili bir şey. Kız "Birleşmiş Milletlerin öngördüğü çevre kirliliği değerlerini aşan çevresel kirlenme seviyeleri" dedi "'Mor." Lavanta renkli noktalar belirince Renie bakakaldı. "Ne boktan iş." Karanlığın içinden !Xabbu'nun sesini duydu. "Sorun nedir?" "Mor yerler, aşırı kirlenen yerler. Burada ve güneydoğu Asya'da koma vakalarının nasıl deniz ve ırmak kıyılarında yoğunlaştığını görüyor musun? Bir bağlantı olabileceğini düşünmüştüm ama düşündüğüm şey görünüşe göre Amerika için geçerli değil, vakaların yarısı aşırı kirlenmiş herhangi bir bölgenin uzağında. Birinci Dünya Ülkeleri'nin hiçbirinde o kadar çok vaka yok ama bence onlar için ayrı bizim için ayrı iki farklı neden olması ihtimaline inanmak zor." Kız iç çekti.
-123-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
"Moru söndür. Belki iki farklı neden vardır. Belki yüzlerce neden vardır." Bir an düşündü. "Nüfus yoğunluğu. Sarı." Küçük sarı ışıklar parladığında kız yine küfretti. "İşte bunlar bütün sahil ve nehir vakaları, elbette çünkü bütün büyük şehirler oralarda. Bunu yirmi dakika önce akıl etmeliydim." !Xabbu "Belki de yorgunsundur Renie," diye önerdi. "Yemek yediğinden beri epey vakit geçti ve sıkı çalıştın... " Kız, kırmızı ve sarı noktalarla dolu yerküreye bakarak "Pes etmek üzereyim ama bir gariplik var !Xabbu. Nüfus yoğunluğunu da hesaba katsak bile bunun akla yatmayan bir yanı var. Afrika, Kuzey Avrasya ve Hindistan'daki vakaların neredeyse tümü nüfus yoğunluğunun fazla olduğu yerlerde. Ama Birinci Dünyada, büyük şehirlerde biraz daha yoğun olmasına rağmen, aslında her tarafta bu vakalara rastlanıyor. Amerika'nın ortasındaki şu kırmızı noktalara bir bak." "Stepnen gibi komaya girmiş çocuklar arasında ortak bir nokta bulmaya çalışıyorsun, değil mi? İnsanların yaşadığı ya da maruz kaldığı bir şeyler, bir bağlantı?" "Evet. Ama sıradan hastalık çizelgelerinin konuyla ilgisi yok gibi görünüyor. Çevre kirleticileri de öyle. Görebildiğim kadarıyla hiçbir neden ya da aralarında bir benzerlik yok. Bir an için elektromanyetik kirlenmeyle ilgili olabileceğini düşündüm biliyor musun, güç dönüştürücülerin neden olacağı cinsten bir şey ama Hindistan'ın ve Afrika'nın tümü yıllar önce elektrik ağına bağlandı, yani eğer elektromanyetik rahatsızlıklar bu komaların nedeni olsaydı, niye sadece kentsel alanlarda bu sorun ortaya çıksın ki? Üçüncü dünyada sadece büyük şehirlerde olan ama birinci dünyada her yerde olan ne var?" Yerküre önünde asılı duruyordu, ışıklar bilinmeyen bir alfabede yazılmış kelimeler kadar anlamsızdı. Durum umutsuzdu, çok fazla cevapsız soru vardı. Çıkış işlemini hazırlamaya başladı. !Xabbu birdenbire "Başka bir açıdan bakarsak kentlilerin 'azgelişmiş' dediği bölgelerde bulunmayan şeyler nelerdir?" dedi. Sesi bastırılmış gibiydi sanki önemli bir bilgi ifşa ediyordu ama garip bir şekilde mesafeli bir ses tonuyla konuşuyordu. "Renie, Okavango Deltası gibi yerlerde bulamayacağın şey nedir?" İlk önce oğlanın ne demek istediğini anlamadı. Sonra içinde serin bir rüzgar eser gibi oldu.
-124-
ALTİN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
"Bana net kullanımı bölgelerini göster." Sesi biraz titriyordu. "Günde ev başına en az bir, hayır iki saat kullanım. Turuncu." Yeni göstergeler parlayıp belirerek yerküreyi küresel bir yangına boğdular. Her parlak turuncu dalgasının ortasında en az bir tane kızgın kırmızı nokta vardı. "Aman Tanrım," diye fısıldadı. "Aman Tanrım, uyuşuyorlar."
-125-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
BÖLÜM 6
Tarafsız Bölge
NET HATTI/MODA: Mbinda sokakları podyuma taşıyor (görüntü: Mbinda'nın bahar defilesi podyumdaki modeller) SO: Tasarımcı Hüseyin Mbinda bu yılı "sokak yılı" ilan etti ve Milano'daki bahar defilesinde evsizlerin hamaklarını, kentli "mahalle piçleri" ile özdeşleşmiş "paraşütçüleri", son moda dönüşmüş sentetik kumaşlarla yeniden yorumlayarak sözlerini destekledi. (görüntü: Mbinda karton bir kulübede konuşuyor) MBİNDA: "Sokak bizimle, sokak içimizde. Sokağı yok sayamazsınız."
Nefesi tarçın kokuyordu. Göğsüne koyduğu elinin ağırlığı bir yaprağınkinden farksızdı. Adam gözlerini açmadı, açarsa daha önce milyonlarca kez olduğu gibi kadının kaybolup gitmesinden korkuyordu. "Unuttun mu?" uzak bir ormandan gelen belli belirsiz ve tatlı bir kuş sesi gibi bir ses. "Hayır. Unutmadım." "Öyleyse bize geri gel, Paul. Bize geri gel." Kadının hüznü adama da bulaşırken adam kollarını kaldırıp onu sarmalamak istedi. "Unutmadım" dedi "Unut..." Bir patlama Paul Jonas'ın sıçrayarak doğrulmasına sebep oldu. Alman yirmi beş santimliklerinden biri kükreyerek hayata dönmüştü. Yer sallanıyor ve ilk gülleler yarım metre ötelerine düşerken siper
-127-
TAD VVILLIAMS OTHERLAND
kalasları çatırdıyordu. Tüfek ateşleri, gülle izlerini kırmızıya boyayarak gökyüzünde kayıyordu. Bir yağmur serpintisi Paul'ün yüzünü ıslattı. Kolları boştu. Aptalca "Unutmadım..." dedi. Açılan ateşin aydınlığında önüne uzattığı ellerini inceliyordu. "Neyi unutmadın?" Finch bir metre ötesinde çömelmiş, evine mektup yazıyordu. Paul'e dönerken gözlüğünün camları kızıl pırıltılar yaydı. "İyi bir rüyaydı, değil mi? Kız güzel miydi bari?" Bakışlarındaki keskinlik sesinin oyuncu edasını yalanlıyordu. Paul utançla başka tarafa baktı. Arkadaşı niye ona böyle bakıyordu? Sadece bir rüyaydı, değil mi? Onu hiç rahat bırakmayan o rüyalardan biri daha. Bir kadın, hüzünlü bir melek.... Deliriyor muyum? Bu yüzden mi Finch bana öyle bakıyor' Suratını buruşturarak oturdu. O uyurken ayaklarının altında oluşan bir su birikintisi ayaklarına sızmıştı. Eğer bu konuda bir şey yapmazsa kangren olacaktı. Tanımadığın insanların durmadan kafana patlayan metal parçaları atmaları yetmezmiş gibi, bir de kendi beden uzuvlarının gözlerinin önünde çürüyüp gitmesine engel olmak zorundaydın. Botlarını çıkardı ve daha çabuk kurumaları için ayakkabı dillerini dışarı çekerek gaz ocağının üzerine tuttu. Ama hiç olmadığı kadar hızlı ve hâlâ korkunç derecede yavaş olabilir, diye düşündü. Nem, Almanlar'dan bile sabırlı bir düşmandı. Noel ya da Paskalya kutlamak için bile bir' akşamcık izin almıyordu; Beşinci Ordu'nun bütün silahlan ve bombaları onu öldürmeye yetmezdi. Her yana sinmeye devam ediyordu, siperlerin, mezarların, botların her yerine... hatta insanların bile içine doluyordu. Siper ruhu. Seni insan yapan her şey çürüyüp ölürken. Ayakları derisi yüzülmüş hayvanlar gibi solgundu, buruşmuş ve yumuşak; kanın düzgün gitmediği topuk bölgeleri morarmaya başlamıştı. Onları ovuşturmak için öne doğru eğildiğinde soyut bir ilgi ve sessiz bir dehşetle topuklarını da, onları ovuşturan ellerini de hissetmediğini fark etti. "Bugün günlerden ne?" diye sordu. Finch, soruya şaşırarak başını kaldırıp ona baktı. "Kör olayım, Jonesie, bilmiyorum. Mullet'e sor. O hesap tutuyor, çünkü yakında izne çıkacak."
-128-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Finch'in diğer tarafında, Mullet'in yuvarlak bedeni gözüne çarptı, su başında rahatsız edilmiş bir gergedana benziyordu. Tıknaz kafası yavaşça Paul'e döndü. "Ne istiyorsun?" "Sadece bugün günlerden ne diye sordum." Bombardıman bir an için durduğundan sesi olağandışı yüksek çıkmıştı. Paul sanki ona, ayın dünyaya uzaklığı kaç deniz milidir diye sormuş gibi, Mullet yüzünü buruşturdu. "Mart'ın yirmisi, değil mi? Blighty'ye geri dönmeme yirmi altı gün kaldı. Kaçı olduğu seni ne bok yemeye ilgilendiriyor ki?" Paul başını salladı. Bazen sanki hep 1918 Mart'ında; o, Mullet, Finch ve yedinci bölüğün diğer homurtulu elemanları ile beraber bu siperde yaşamış gibi hissediyordu. Finch "Jonesie yine o rüyayı görüyordu" dedi. O ve Mullet, birbirlerine kısa bir bakış fırlattılar. Paul, onun delirdiğini düşündüklerinden emindi. "Kimdi o Jonesie, lokantadaki o küçük garson kız mı? Yoksa bayan Entroyer'in küçük Madeleine'ini mi görüyordun?" İsimleri, her zamanki gibi Fransızca'ya duyduğu aşağılamayı vurgulayarak söylüyordu. "O senin için fazla genç ihtiyar dostum. O daha adet bile görmüyordun" Paul, iğrenmiş bir şekilde dönerek "Tanrı aşkına susun," dedi. Botlarını aldı ve her tarafı tek göz ocaktan eşit ısı alsın diye çevirdi. Mullet "Jonesie romantiğin teki," diye anırdı. Dişleri gergedanımsı görüntüsünü tamamlıyordu; yassı, geniş ve sarı. "Yedinci bölükteki, senin dışında herkesin o Madeleine ile yatmış olduğunu bilmiyor muydun?" "Çeneni kapa dedim, Mullet. Konuşmak istemiyorum." Koca adam yine sırıttı ve Jonas'a doğru dönen Finch'in arkasındaki gölgelere karıştı. Zayıf adamın sesinde "Niye sen de uyumaya davam etmiyorsun Jonesie? Bela çıkarma. Burada yeterince bela var" derken kızgınlıktan fazlası vardı. Paul büyük paltosunu çıkardı, ayaklarının daha az ıslanacağı bir yer bulana kadar siperde ilerledi. Paltosunu çıplak ayaklarına doladı ve destek kalaslarına yaslandı. Ahbaplarına kızmaması gerektiğini biliyordu, kahretsin, tek arkadaşları onlardı ama nihai bir alan saldırısı tehdidi günlerdir tepelerinin üzerinde dolanıyordu. Onları yumuşatmak için araya konan top ateşleri ya da daha kötüsüne yönelik bir
-129-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
beklenti arasında bir de onu rahat bırakmayan rüyalar... yani sinir uçları cayır cayır yanıyormuş gibi hissetmesinde şaşılacak bir şey yoktu. Paul göz ucuyla soluk lamba ışığında mektubunun üzerine eğilmiş olan Finch'e baktı. Emin bir şekilde sırtını siper arkadaşlarına döndü ve yeşil tüyü cebinden çıkardı. Işık soluyor olsa da tüy sanki kendi soluk ışığını yayar gibiydi. Tüyü yüzüne yakın tuttu ve derin bir nefes aldı, bir zamanlar kokusu varsa da artık yoktu ve etraftaki tütün, ter ve çamur kokusu baskındı. Bu tüyün bir anlamı vardı ama ne olduğunu çıkaramıyordu. Onu nereden aldığını hatırlamıyordu ve günlerdir cebindeydi. Bir şekilde ona melek rüyasını hatırlatıyordu ama sebebini bildiğinden emin değildi, sanki rüyalar tüy tarafından tetikleniyorlardı. Ve rüyaların kendileri de çok gariptiler. Sadece kırıntılar hatırlıyordu, melek ve onu rahat bırakmayan sesi, onu öldürmeye çalışan bir makine ama bir şekilde bu kırıntıların kıymetli olduğunu hissediyordu, onlar olmadan yapamayacağı vazgeçilmez iyi şans muskaları. Saman çöplerine sarılıyorsun Jonas,dedi kendi kendine. Tüylere sarılıyorsun. Parlak nesneyi cebine geri koydu. Ölen adamlar komik şeyler düşünür, biz de buyuz işte değil mi? Ölen adamlar? Düşünceyi kafasından atmaya çalıştı. Böyle karamsarlıklar yorgun yüreğinin atışını sakinleştinmez ya da titreyen kaslarını gevşetmezdi. Gözlerini kapadı ve onu uykuya götürecek yolu aramaya başladı. Öte yanda bir yerlerde tarafsız bölge vardı ve silahlar yine gümbürdemeye başladılar. Bize gel... Büyük bir patlama göğü ikiye yardığında Paul uyandı. Yağmur alnını ve yanaklarını kaplayan teri yıkıyordu. Gök aydınlandı, birdenbire geri planları alevler içinde olan beyaz kenarlı bulutlar belirdi. Bunu bir gök gürültüsü daha takip etti. Gürültü bir saldırıya ya da silah seslerine ait değildi. Doğa, sadece insan zulmüne benzer şekilde ezici ağırlığını koyuyordu. Paul oturdu. İki metre ötesinde Finch, koca paltosu ile başını ve omuzlarını örtmüş, ölü bir adam gibi yatıyordu. Bir şimşek, arkasındaki uyuyan bir dizi adam şeklini aydınlattı.
-130-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Bize gel.... Rüya sesi hâlâ kulaklarında yankılanıyordu. Onu yine hissetmişti, öyle yakınındaydı ki! Bir merhamet meleği ona fısıldamaya, onu çağırmaya gelmişti... Nereye? Cennete mi? Bu yoksa yaklaşan ölümünün alameti denilen şeylerden biri miydi? Gök gürültüsü yeniden patlak verirken, Paul elleri ile kulaklarını örttü ama ne sesi susturabiliyor ne de kafatasının içindeki acıyı dindirebiliyordu. Burada ölecekti. Zavallı kaderi çoktan bu şekilde yazılmıştı; sonu nasılsa sükunet olacaktı, sessiz bir dinlenme. Ama birdenbire ölümün bir rahatlama olmayacağını anladı. Ölümün eşiğinde daha kötü bir şey onu bekliyordu, çok daha kötü bir şey. Bu o melekle ilgiliydi, gerçi ondan kötü bir şey gelebileceğine inanamıyordu. Her yanını bir titreme sardı. Ölümün ötesinde olan bir şey onun peşindeydi, onu neredeyse görebiliyordu! Gözleri ve dişleri vardı, onu çiğneyip sonsuza kadar parçalanacağı midesine atmak istiyordu. Midesinden yukarı, boğazına doğru bir dehşet duygusu tırmandı. Şimşek yeniden çaktığında ağzını kocaman açtı ve bir sürü su yuttu. Suyu tükürdükten sonra çaresizlik içinde bağırdı ama sesi fırtınanın zonklayan cehenneminde kayboldu. Gece, fırtına, rüya ve ölümün sayısız dehşeti üzerine çöktü. Yarım yamalak hatırlanan başka bir rüyadan gelen bir ses onu, dışarı çıkmayı düşün, diye uyardı. Gerçekten dışarı çıkmayı. Sıcak bir şeye sarılır gibi bu anıya sarıldı. O yıkılan dakikada tek tutarlı düşüncesi buydu. Paul sendeleyerek ayağa kalktı ve bölüğünün geri kalanından uzaklaşarak siperden aşağı doğru birkaç adım attı, sonra en yakındaki merdivenin basamaklarına yapıştı ve kendini düşman ateşine atmak ister gibi yukarı tırmandı. Ama ölüme doğru koşmuyordu, ölümden kaçıyordu. En tepede duraksadı. Firar etmek. Arkadaşları onu yakalarlarsa vururlardı. Bir keresinde bir saldırıya katılmayı reddeden kızıl saçlı bir adamı nasıl vurduklarını izlemişti. Oğlan on beş, on altı yaşlarından fazla değildi, gönüllü asker olmak için yaşı hakkında yalan söylemiş ve bölüğün mermileri bir anda onu bir insandan kanayan bir et yığınına çevirirken durmadan ağlayıp özür dilemişti. Paul başını siperden dışarı çıkardığında rüzgar uluyor ve yağmur damlaları yere paralel uçuşuyordu. Bırak vurulsundu, yakalayabilirse her iki taraf da vursundu. Deliydi, Kral Lear kadar deliydi. Fırtına tüm -131-
TAD VVILLİAMS OTHERLAND
duyularını kaybetmesine sebep olmuş ve aniden kendini özgür hissetmişti. Çıkmak... Paul merdivenin tepesine tırmandı ve düştü. Gök yeniden parladı. Önünde dikenli teller enlemesine uzanıyor ve Tommy'leri Alman saldırılarından koruyorlardı. Ötesinde tarafsız bölge vardı ve o lanetli yerin ardında da sanki Batı Cephesi'ne koca bir ayna yerleştirilmiş gibi karşı karşıya duran karanlık iki İngiliz Cephesi vardı. Fritz, birbirlerinden ayırt edilmeyen askerlerin arasına sığınmak için süründüğü kendi siperlerine de tel çekmişti. Ne tarafa gitmeli? İkisi de neredeyse umutsuz olan seçeneklerden hangisini seçmeli? Alman nişancılarının ve nöbetçilerin öte yanda beklediği bir gecede tarafsız bölgeyi aşmalı mı yoksa kendi saflarının arkasındaki özgür Fransa'ya mı geçmeli? Yaya askerlerin ordular arasındaki boşluğa karşı doğuştan duydukları dehşet neredeyse ona hükmedecekti ama esen rüzgar gibi kanı da vahşiydi, rüzgannkine benzer gem vurulmamış bir özgürlük istiyordu. Kimse onun ilerleyeceğini tahmin etmezdi. Bölüğünün siperlerini birkaç yüz metre geçene kadar bir maymun gibi eğilerek koştu. Telin önünde diz çöküp kemerinden çakısını çıkarırken birinin sessizce güldüğünü duydu. Gülen kişinin kendi olduğunu anladığında dehşet içinde donakaldı. Uyuyan güzelin şatosuna dalan prensi dağlayan dikenler gibi kesilmiş tel orasına burasına batarken ilerledi. Yeni bir şimşek göğü beyaza boyayınca çamura uzandı. Şimşeğin hemen ardından gök güültüsü geldi. Fırtına yaklaşıyordu. Kafası seslerle dolu olarak dizlerinin ve dirseklerinin üzerinde süründü. Tarafsız bölgede kal. Oralarda bir yerde kaçacak bir yer vardır. Bir yerlerde. Safların arasında kal. Dünya çamur ve telden ibaretti. Göklerde süregelen savaş, insanların yaratmayı Öğrendikleri dehşetin sadece küçük bir örneğiydi. Yeri bulamıyordu. Kaybetmişti. Paul, çamuru gözünden silmeye çalışarak yüzünü ovuşturdu ama çamurun sonu yoktu. Çamurun içinde yüzüyordu. Destek alacağı katı hiçbir şey yoktu. Yerin var olduğunu ona söyleyecek hiçbir dirençle karşılaşamıyordu. Boğuluyordu. -132-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Çabalamayı bırakıp nefes alırken çamur yutmaya engel olmak için eliyle ağzını kapatarak uzandı. Solunda bir yerlerde makineli tüfek ateşi başladı, tüfeğin kulak tırmalayan sesi rüzgara ve uluyan fırtınaya cevap verir gibiydi. Baş dönmesi ve şaşkınlık duygusu geçene kadar başını iki yana yatırdı. Düşün! Düşün! Saflar arasında güneye doğru sürünmeye çalışarak tarafsız bölgede bir yerlere gelmişti. Karanlığın şimşek ve açılan ateşlerle bölündüğü yer göktü. Daha karanlık olan, sadece su birikintilerindeki ışık yansımaları ile bölünen ise savaşın işkence ettiği yerdi. O, er Paul Jonas, ölmekte olan bir köpeğin sırtındaki bir pire gibi bu karanlığın sırtına yapışmıştı. Göbeğinin üzerinde yatıyordu. Bunda şaşıracak bir şey yoktu. Ezelden beri göbeğinin üzerinde yatıyordu, değil mi? Dirsek ve ayaklarıyla yeri kazarak çamurda kendini ileri itti. Yıllardır süren bombardıman tarafsız bölgenin çamurunu vıcık vıcık etmiş ve yer bok rengi sonsuz bir denize dönüşmüştü. Yaralı bir arı gibi, garip ve mekanik hareketlerle saatlerdir bu çamurda emekliyordu. Bedenindeki her hücre acele etmesi, açıklığa çıkması ve kendini bu yaşam belirtisi göstermeyen kasvetli yerden çıkarması için haykırıyordu ama daha hızlı hareket etmesi mümkün değildi; ayağa kalkarsa her iki tarafın tüfeklerine de hedef olacaktı. Şarapnel ve fırtınanın altında sadece santim santim sürünerek kendine yol açabilirdi. Parmakları çamurun içinde sert bir şeye dokundu. Şimşeğin aydınlığında bunun, çok başlı su sürüngeninin dişinden doğmuş bir şeyi andıran bir at kafatası olduğunu gördü. Büzüşmüş dudakların arasından çıkan dişlerin üzerinden elini dehşetle çekti. Gözler çoktan yok olmuş, göz çukurları çamurla dolmuştu. Ardındaki topraktan, bir zamanlar çekmiş olduğu cephane arabasının keresteleri çıkıyordu. Buranın bir zamanlar sakin Fransa'nın huzurlu bir yeri, bir köy yolu olduğunu düşünmek garip, neredeyse imkansızdı. Bunun gibi bir at burada arkasındaki arabayı çekerek pazara süt satmaya ya da köylere postayı dağıtmaya giden bir çiftçiyi taşıyor olabilirdi. Her şeyin bir anlamının olduğu zamanlarda. Bir zamanlar her şeyin bir anlamı var dı. Dünya düzenli bir yerdi. Ne zaman olduğunu tam olarak hatırlayamıyordu ama başka türlüsüne inanmak da içinden gelmiyordu. Bir zamanlar uygarlıkları içlerine sızmaya çalışan karanlıktan ayıran her -133-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
şey; köy yolları, evler, yük atları, dünyanın ilk oluştuğu zamanlardaki gibi homojen bir balçığa karışmışlardı. Evler, atlar, insanlar. Geçmiş, ölüler. Şimşeğin anlık aydınlığında etrafının kıvrılmış asker cesetleri ile kaplı olduğunu gördü, belki onun gibi Tommy'ler ya da Almanlar: ayırt etmek mümkün değildi. Millet, itibar, nefes, her şey silinip gitmişti. İçine para saklanmış bir Noel tatlısı gibi, çamur da parçalanmış hayat kırıntıları ile doluydu; kol ve bacak parçaları, bombaların uzuvlarını uçurduğu bedenler, içinde hâlâ ayaklar olan botlar, deri parçalarına yapışmış üniformalar. Parçaların arasında, bombaların oyuncak bebek gibi kırdığı daha bütün bedenler de vardı, toprak önce onları yutmuş sonra da yağan yağmur yeniden ortaya çıkarmıştı. Boş bakan gözler, açık ağızlar; hepsi, her şey çamurda boğuluyordu. Her şey darmadağınıktı, bir zamanlar yaşamış olsun olmasın aynı dehşet verici dışkı renginde. Bu çok derin bir bunalımdı. Cehennemin dokuzuncu halkasıydı. Ve eğer bunun sonunda bir kurtuluş yoksa evren kötü tasarlanmış berbat bir şaka olurdu. Paul titreyip homurdanarak sürünmeye devam etti, sırtını kızgın göğe vermişti. Müthiş bir darbe onu balçığa itti. Yer, onu yutarak yarıldı. Tekrar yukarı yüzerken tıslayan bir ıslık daha duydu ve yer yine ayaklandı. İki yüz metre ötesinde koca bir çamur kütlesi fışkırmaya başladı. Yanından uçarak küçük şeyler geçti. Ateşlenen tüfekler Alman hattının ardından yeri göğü döverken ufukta bir ateş bulutu oluşturarak sıçrayan çamur damlalarını aydınlattılar. Bir gülle daha düştü. Çamur yerden havalandı. Gömleğini ve derisini parçalayan bir şey sırtına ateşten bir pençe attığında Paul gök gürültüsünü bastırarak haykırdı ve sonra yüzü yeniden çamura düştüğünde sustu. Bir an için ölmekte olduğundan emindi. Kalbi o kadar hızlı atıyordu ki neredeyse yerinden fırlayacaktı. Parmaklarını açarak kolunu oynattı. Sanki biri onun içini açıp omurgasına bir iğne batırmıştı ama vücudunda bir sorun yok gibiydi. Kendini yarım metre öteye sürükledi sonra, toprak ve beden parçalarını havaya sıçratarak ardında bir gülle daha patlayınca donup kaldı. Kımıldayabiliyordu. Yaşıyordu.
-134-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Bir su birikintisine doğru süründü ve ellerini başının üzerine koydu, insanı deli eden gök gürültüsünü bile bastıran silah seslerini duymamaya çalıştı. Tarafsız Bölge'yi dolduran ölü bedenler kadar hareketsiz bir şekilde uzandı, aklında dehşetten başka hiçbir şey olmadığı halde bombardımanın bitmesini bekliyordu. Yer sallandı. Kor gibi parlayan kızıl şarapnel parçaları başının üzerinden uçtu. Alman silahlarının yirmi üçlük gülleleri anlamsız bir şekilde yeri göğü dövmeye devam etti, güllelerin İngiliz siperlerini boydan boya tarayarak arkalarında çukurlar, kıymıklar ve toz olmuş et yığınları bırakan ağırlıklarını hissedebiliyordu. Istırap verici gürültü dinmiyordu. Durum umutsuzdu. Bombardıman asla sona ermeyecekti. Bu muhteşem sondu, finaldi; savaşın nihayet gökleri de ateşe vereceği ve bulutların yanan perdeler gibi, gökten yere yağacağı andı. Çık ya da öl. Burada saklanacak bir yer, bir sığınak yoktu. Paul bir kez daha karın üstü döndü ve altındaki yer dikleşirken sürünmeye devam etti. Çık ya da öl. İlerde, gülleler düşmeye başlamadan uzun yıllar önce var olmuş bir dere yatağına benzer hafif eğimli bir yamaç vardı. Yamacın dibinde bir sis bulutu uzanıyordu. Paul için burası sadece, beyaz bulanıklığın üzerini bir battaniye gibi örteceği bir saklanma yeriydi. Saklanıp uyuyabilirdi. Uyku. Bu tek kelime, azap çeken beyninde karanlık bir odada yanan bir alev gibi parladı. Uyumak. Yatmak ve gürültüyü, korkuyu ve sonu gelmeyen sefaleti kapının dışında bırakmak. Uyku. Hafif eğimli yamacın kenarına vardı, sonra eğildi ve kendini aşağı bıraktı. Tüm duyuları çukurun dibindeki serin ve beyaz sise odaklanmıştı. Sisten içeri dalarken, yer hâlâ titrese de silah sesleri artık azalmış gibiydi. Sis başının üzerini örterek gökteki kızıl yolları görmesine engel olana dek içeri girmeye çabaladı. Serin beyazlık onu tamamen sarmıştı. Kafasını döven çekiçler sustu. Yavaşladı. Önündeki çamurda bir şey, aslında birden çok şey vardı, yamacın her tarafına koyu renkli dörtgen şekiller dağılmıştı. Kirli gözlerini acı verecek kadar açıp bunların ne olduğunu anlamaya çalışarak ileri süründü.
-135-
TAD VVILLIAMS OTHERLAND
Tabutlar. Dalgalan göğüsleyen gemiler gibi kimisi yerden bitmiş düzinelerce tabut tepenin eteğine dağılmıştı. Pek çoğunun içindekiler dışarı dökülmüş; sanki tabut sakinleri de savaştan kaçıyormuş gibi, rüzgarda titreyen solgun kefenler hafif eğimli araziden aşağı yuvarlanmışlardı. Tüfekler hâlâ gümbürdüyordu ama sesleri garip bir şekilde azalmıştı. Paul sürünerek etrafı inceleyebileceği bir pozisyon aldı, aklı başında bir hareketti. Burası bir mezarlıktı. Yer çökerek mezar taşları çoktan parçalanmış olan eski bir mezarlığı ortaya çıkarmıştı. Artık ölülere doymuş olan yer onları tekrar dışarı tükürmüştü. Paul sise daha da daldı. Bu bedenler de şimdi yukarıdaki kardeşleri kadar yurtsuzdu, kitle ölümlerinin gürültüsünde kimsenin duymadığı yüzlerce trajik hikaye. Bir gelinliğin çamurlu beyazlığından mumyalaşmış bir kafa fırlamıştı, onu ölümün sunağında yalnız bırakan damadı çağırmak istercesine çenesi açıktı. Hemen yanında teneke bir tabutun kapağı altından küçük bir iskelet eli çıkıyordu, bebek veda etmeyi öğrenmişti. Paul'ün kahkahaları neredeyse onu boğacaktı. Sayısız çeşitlilikteki ölüm her tarafındaydı. Burası Ölüm Meleği'nin mucizeler diyarı, karanlık kişinin özel parkıydı. Sere serpe uzanmış bir iskeletin üstünde eski bir ordunun üniforması vardı, sanki şimdiki anlaşmazlığın düğümünü çözmek için topraktan sürünerek yukarı çıkmıştı. Rüzgarda dalgalanan parçalanmış bir kefen, ağızlan ilahi söyleyen melekler gibi açılmış yuvarlak delikler haline gelmiş, birlikte gömülmüş iki mumya çocuğu ortaya seriyordu. Yaşlı ve genç, küçük ve büyük sivil cesetler, her şeyi birbirine katan çamurun içinde yukarıda sırayla ölen yabancılara katılmak için dışarı dökülmüşlerdi. Demokrasiye yakışır bir kara mizah örneği. Paul sisli ölüler köyünde kendine yol açtı. Savaşın sesleri giderek uzaklaşıyor, bu da onu daha da ileri gitmeye zorluyordu. Anlaşmazlığın sızamayacağı bir yer bulacak sonra da uyuyacaktı. Çukurun kenarındaki bir tabut dikkatini çekti. Bir deniz dibi bitkisinin yapraklarını andıran koyu renk saçlar tabutun kapağından dışarı taşmış, dalgalanıyordu. Tabutun kapağı kayıptı ve daha yakına gelince tabut sakininin garip bir şekilde çürümemiş olan yüzünü gördü. Kadının kanı çekilmiş profilindeki bir şey duraklamasına neden oldu.
-136-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Bakakalmıştı. Titreyerek tabuta yaklaştı ve tutunup kendini çekebilmek için tabuta ellerini koydu. Elleri çürüyen kumaşı çekti. Bu oydu. O. Rüyalarının meleği. Lekeli bir kefene sarılmış ve onun için sonsuza dek kaybedilmiş olarak. Damarlarındaki kan çekildi, bir an için kendi kendinin içine göçeceğinden, bir saman alevi gibi söneceğinden korktu. Sonra kadın siyah ve boş gözlerini açtı ve solgun dudakları hareket etti. "Bize gel, Paul." Adam çığlık atarak sıçradı ama ayağı tabut sapına takıldı ve yüz üstü çamura kapaklandı. Her yanını saran çamuru yaralı bir hayvan gibi yararak uzaklaştı. Kadın kalkıp onu takip etmedi ama onun çağıran sakin sesi kendi karanlığı sesi yutana kadar sisin içinden duyuldu. Garip bir yerdeydi, hayatında gördüğü her yerden daha garip. Burası... hiçlikti. Tarafsız Bölge'nin gerçeği. Paul oturdu, kendini garip bir şekilde uyuşuk hissediyordu. Kafası hâlâ savaşın yankıları ile zonkluyordu ama etrafını sessizlik sarmıştı. Üstünde metrelerce kalınlıkta bir çamur tabakası vardı ama üzerinde yattığı yer ne sert, ne yumuşak, ne kuru, ne de ıslaktı. İçinden süründüğü sis incelmişti ama ne yana baksa inci beyazı bir hiçlikten başka bir şey göremiyordu. Titreyen bacaklarının üzerinde doğruldu. Kaçabilmiş miydi? Ölü melek, tabutlar köyü... tüm bunlar güllenin şokuyla gördüğü rüyalar mıydı? Önce bir, sonra da bir düzine adım attı. Hiçbir şey değişmedi. Sisin içinden her an tanınabilir şekillerin belirmesini bekliyordu; ağaçlar, kayalar, evler... ama boşluk da onunla birlikte ilerliyor gibiydi. Bir saatlik anlamsız görünen bir yürüyüşün sonunda oturup ağlamaya başladı, şaşkınlık ve yorgunluk gözyaşları döküyordu. Ölmüş müydü? Burası Araf mıydı? Ya da daha kötüsü, sonuçta Araf tan günün birinde çıkma umudu vardı, burası insanın ölümden sonra gittiği ve sonsuza dek kalacağı yer miydi? "Yardım edin!" sesi yankılanmadı, eriyip gitti ve ona dönmedi. "Birileri, bana yardım etsin!" Yeniden iç geçirdi. "Ben ne yaptım?" Hiçbir cevap gelmedi. Paul olmayan yere kıvrıldı ve yüzünü ellerine bastırdı.
-137-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
Rüyaları neden onu bu yere getirmişti? Melek onu umursuyormuş gibi görünüyordu ama o şefkat insanı nasıl bu yere götürürdü? Herkesin ölümü bu şekilde şefkatliyse ölüm sonrası yaşamları çok kasvetli olacak demekti. Paul karanlığına sarıldı. Sisi görmeye daha fazla dayanamıyordu. Meleğin solgun yüzü zihninde belirdi, talan olmuş mezarlıktaki gibi soğuk ve boş değil de uzun zamandır rüyalarında gördüğü tatlı, yaslı yüz. Tüm bunlar delilik miydi? Burada, bu yerde miydi yoksa bedeni çamurlu siperin dibinde ya da diğer başaramamışlarla beraber bir sahra hastanesinin morgunda mı yatıyordu? Eli neredeyse bilinçsiz bir şekilde yavaşça çamurlu gömleğinin cebine gitti. Göğüs cebine varınca birdenbire neyi aradığını kendiliğinden anladı. Daha ileri gitmeye, keşfedebileceği şeyi bulmaya korkarak durdu. Ama geriye başka hiçbir şey kalmamıştı. Elleri cebine daldı ve o şeyin etrafına dolandı. Gözlerini açtığında ve onu solgun ışığa tuttuğunda yanardöner bir yeşillikle parladı. Gerçekti. Paul avucundaki tüye bakarken bir şey daha parlamaya başladı. Yakında, ya da bu hiçbir şeyin olmadığı yerde yakın gibi görünen bir yerde, sis erimiş altın gibi bir renkte ışıdı. Tökezleyerek ayağa kalktı, yorgunluğunu ve yaralarını neredeyse unutmuştu. Sisin içinde bir şey, bir çeşit kapı ya da geçit şekilleniyordu. Suyun üzerindeki yağ gibi hareket eden kehribar rengi ışıktan başka hiçbir şey görünmüyordu, yine de aniden ama kendinden emin bir şekilde diğer tarafta bir şeyler olduğunu biliyordu. Bu başka bir yere giden bir kapıydı. Altın ışıltıya doğru adım attı. "Acelen ne Jonesie?" "Evet, arkadaşlarına haber vermeden kaçmazsın, değil mi? " Paul durdu ve yavaşça döndü. Her şeyi örten sisin içinden biri büyük biri küçük iki şekil çıkıyordu. Solgun yüzlerden birinde bir şeyin parladığını fark etti. "F... Finch? Mullet?" Büyük olan araba kornası gibi bir ses çıkararak güldü. "Sana evin yolunu göstermeye geldik." -138-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Gitmiş olan dehşet akarak geri geliyordu. Altın ışımaya doğru bir adım daha attı. Finch sert bir şekilde "Bunu yapma!" dedi. Tekrar konuştuğunda ses tonu daha yumuşaktı. "Hadi eski dostum, kendini zorlama. Eğer sorun çıkarmadan bizimle gelirsen, sadece gülle yüzünden şoktaydı deriz. Belki kendini toplaman için hastanede biraz zamanın bile olur." "Ben... ben geri gelmek istemiyorum." "Firar yani?" Mullet yaklaşmıştı. Eski haline göre garip bir şekilde yuvarlak ve kaslı hatta daha iri görünüyordu. Ağzı hiç kapanmıyordu çünkü içinde çok fazla diş vardı. "Ya, bu çok kötü. Gerçekten çok kötü." "Aklını başına topla, Jonesie." Finch'in gözlükleri ışığı yansıtıyor ve gözlerini görünmez kılıyordu. "Her şeyi bir yana atma. Biz senin arkadaşlarınız. Sana yardım etmek istiyoruz." Paul'ün nefesi daraldı. Finch'in sesinden etkileniyordu. "Ama..." Küçük adam "Başından kötü şeyler geçti, biliyorum" dedi. "Kafan karışmıştı. Sanki deliriyormuş gibi bile hissettin kendini. Sadece dinlenmeye ihtiyacın var. Uykuya. Biz sana bakarız." Dinlenmeye ihtiyacı vardı. Finch haklıydı. Ona yardım edeceklerdi, tabi ki edeceklerdi. Arkadaşları. Paul sallandı ama onlar yaklaşırken geri çekilmedi. Arkasındaki altın ışıma titreyerek ? solgunlaştı. "Bana sadece şu elindekini ver eski dostum." Finch'in sesi sakinleştiriciydi ve Paul kendini tüyü ona uzatırken buldu. "İşte böyle, bu yana ver." Altın ışık solgunlaştı ve Finch'in gözlüklerindeki yansıma da solgunlaştı, böylece Paul camların ardını görebildi. Finch'in gözleri yoktu. "Hayır!" Paul arkaya doğru bir adım attı ve ellerini kaldırdı. "Beni rahat bırakın!" Önündeki iki şekil dalgalanarak bozuldu, Finch daha da inceldi ve örümcek benzeri bir şekil aldı, Mullet ise başı omuzlarının arasında kaybolana dek şişti. Finch "Sen bize aitsin!" diye bağırdı. Artık bir adama hiç benzemiyordu. Paul Jonas tüyü sıkıca kavradı, döndü ve ışığa doğru atladı.
-139-
KOMŞU EVREN
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ
BÖLÜM 7
Kopuk İp
NET HATTI/HABERLER: Pasifik'te Balık Katilinden korkuluyor. (görüntü: limanda ağları boşaltan İskoç balıkçılar.) SO: On yıl önce Kuzey Atlantik'te yüz milyonlarca balığın ölmesine neden olan kamçılı mikroorganizma, Pasifik Okyanusu'ndaki avlanma bölgelerinde mutasyon geçirmiş olarak yeniden belirdi. (görüntü: derisi ciddi şekilde bozulmuş ölü balık). BM otoriteleri, mikroorganizmanın geçen seferki dehşet verici hükümran lığına son vermede kullanılan laboratuarda üretilmiş virüse karşı, bu halinin dirençli olabileceğinden korkuyorlar.
Stephen, kehribar taşında hapsolmuş bir sinek gibi plastik çadırın yapışkan derinliklerinde hareketsiz yatıyordu. Kollarında, burnunda, ağzında borular vardı. Renie, oğlanın yavaş yavaş hastanenin bir parçası oluyormuş gibi göründüğünü düşündü. Bir makine daha. Bir vaka daha. İçinde yükselen umutsuzluk dalgasını bastırmak için yumruklarını sıktı. !Xabbu ellerini çadırın duvarına iliştirilmiş eldivenlere soktuktan sonra izin istercesine kıza baktı. Kızın tek yapabildiği başıyla onaylamak oldu. Konuşamamaktan korkuyordu. Küçük adam, "O çok uzaklarda," diye fısıldadı. Adamın ırkının doğal özelliklerini yansıtan tenini plastik bir boşluğun ardında görmek garipti. Renie, kardeşinin değişmeyen durumunun sefaletine rağmen küçük adam için korkuyla kasıldığını hissetti. SG, karantina; sanki !Xabbu'ya sunduğu her yeni deneyim bir başka dokunmama biçimini
-141-
TAD VVILLIAMS OTHERLAND
gösteriyordu. Bütün bunlar oğlanı hasta eder miydi? Ruhu şimdiden zayıf düşüyor muydu? Bu düşünceyi aklından uzaklaştırdı. !Xabbu hayatında tanıdığı en sağlıklı düşünen ve ayaklan yere basan insandı. Erkek kardeşi ve !Xabbu hemen hemen aynı boyda oldukları, her ikisi de plastik katmanlarının altında oldukları için endişeleniyordu. Onu köşeye sıkıştıran kendi çaresizliğiydi. İlerleyip eldivenli eliyle !Xabbu'nun omzuna dokundu. Oğlan Stephen'a dokunduğu için o da bir şekilde kardeşine dokunuyor gibiydi. !Xabbu'nun elleri, sadece dokunmaktan çok bir şeyler yaparmışçasına dikkatli ve belirli bir şekilde Stephen'ın yüz hatlarında dolaştıktan sonra boynundan göğüs kafesine doğru indiler. Oğlan yeniden "O çok uzaklarda, güçlü bir iyileştirme transına girmiş gibi." "O da nedir?" !Xabbu cevap vermedi. Bir süre kızın eli onun omzunda, !Xabbu'nunki ise Stephen'ın göğsünde kaldı. Uzun dakikalar boyunca küçük insan zinciri sessizdi, sonra Renie hafif bir hareket hissetti; dairenin torbamsı bölmeleri içinde !Xabbu hafifçe ileri geri sallanmaya başlamıştı. Tiz bir arı vızıltısı ya da uzun otların arasındaki böceklerin sesine benzer yumuşak bir ses odadaki yaşam destek ünitelerinin mekanik gürültülerine karışıyordu. Birkaç saniye sonra !Xabbu'nun şarkı söylemekte olduğunu fark etti. Hastaneden ayrıldıklarında küçük adam sessizdi. Otobüs durağında, Renie otururken o ayakta bekledi, zor bir soruya sanki trafiğin içinde cevap ararmış gibi geçen arabalara baktı. "İyileştirme transını açıklamak kolay değildir" dedi. "Ben kent okullarına gittim. Sana orada ne dediklerini söyleyebilirim, kişinin kendi kendine oluşturduğu, hipnotik bir durum. Ya da sana, Okavango bataklıklarında büyürken öğrendiğimi söyleyebilirim; kişi bu durumdayken iyileştirici büyücü ruhlarla, hatta tanrılarla konuşabildiği bir yere gider," Gözlerini kapayıp sanki kendini bir transa hazırlıyormuş gibi bir süre sessiz kaldı. Nihayet gözlerini açtı ve gülümsedi. "Bilim hakkında yeni bir şeyler öğrendikçe kendi insanlarımın gizemlerine daha fazla saygı duyuyorum." Bir otobüs yanaştı ve içinden çıkan topallayan, oflayıp puflayan, ayaklarını sürüyen, bir grup yorgun görünüşlü insan hastanenin ram-142-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
pasından yukarı tırmanmaya başladılar. Renie, otobüsün kaç numara olduğunu görmek için gözlerini kıstı. Bu bekledikleri otobüs değildi. Hafif sinirlenerek sırtını döndü. Kendini fırtına öncesi gök gibi rahatsız hissediyordu. "Eğer bilim işe yaramaz diyorsan sana katılmıyorum... tabii ki tıptan bahsediyorsan o başka. Kahrolası şey kesinlikle işe yaramaz." İçini çekti. "Bu haksızlık." !Xabbu başını iki yana salladı. "Bunu demek istemiyorum, Renie. İfade etmesi güç. Sanırım bilim adamlarının keşifleri hakkında ne kadar çok şey okursam, insanlarımın zaten bilmekte oldukları şeylere o kadar saygı duyuyorum. Benim insanlarım bu kavramlara aynı yollardan varmamışlar, kapalı laboratuarlarda ya da düşünen makineler yardımıyla değil ama milyonlarca yıllık deneme yanılma yönteminin de güçlü tarafları var; özellikle de bir deneyde başarısız olmanın, hata yapmanın ölüm anlamına gelebileceği Kalahari Çölü'nde." "Anlamıyorum... ne tip kavramlardan bahsediyorsun?" "Ebeveynlerimizin, büyük anne babalarımızın, atalarımızın bilgeliğinden bahsediyorum. Öyle görünüyor ki, bireysel yaşamlarımızda önce bilgeliği reddedip sonra kıymetini anlıyoruz." Gülümsemesi hafifçe geri dönmüştü ama bu sefer düşünceliydi. "Dediğim gibi açıklaması güç... ve sen de yorgun görünüyorsun, dostum." Renie geri yaslandı. "Yorgunum. Ama yapacak çok şey var." Plastik bankta rahat bir konum bulabilmek için kıpırdandı. Bunları kim yapmışsa oturmak dışında bir kullanımı da göz önünde bulundurmuş olmalıydı ama kendini nasıl yerleştirirsen yerleştir rahatsız hissediyordun. Sonunda vazgeçip bankın ucuna kaydı ve bir sigara çıkardı. Sigaranın yanma şeridi mekanizması bozuktu ve yorgun bir şekilde çantasında çakmak aradı. "O söylediğin şarkı neydi? Onun iyileştirme transıyla bir ilgisi var mıydı?" "Yok, hayır." Oğlan, sanki biri onu hırsızlıkla suçlamış gibi hafifçe utanmış görünüyordu. "Hayır, o sadece bir şarkıydı. İnsanlarımdan birinin yazdığı hüzünlü bir şarkı. Erkek kardeşini öyle kayıp ve ailesinden uzaklarda dolanırken gördüğüm için üzgündüm ve o şarkıyı söyledim." "Bana o şarkıdan bahset."
-143-
TAD WILUAMS OTHERLAND
!Xabbu kahverengi gözlerini bir kez daha trafiğe dikti. "Bu kaybolan bir dost için tutulan yasla ilgili bir şarkı. Sözlerinde bir de ip oyunundan bahsedilir. O oyunu bilir misin?" Renie parmaklarıyla havada hayali bir şeytan merdiveni çizdi. !Xabbu başını sallayarak anladığını belirtti. "Sözlerini tam olarak çevirebilir miyim bilmiyorum. Şunun gibi bir şey: "İnsanlar vardı, bazı insanlar ipimi kopardılar Ve şimdi Buralar benim için hüzünlü yerler Çünkü ip koptu, İp benim için koptu, Ve şimdi Buralar bana Eskisi gibi gelmiyor Çünkü ip koptu. Buralar sanki Önümde açılmışlar Ama bomboş artık Çünkü ip koptu Ve şimdi Burası mutsuz bir yer Çünkü ip koptu. Oğlan sessizleşti. diye tekrar etti. Küçümsediği Renie "Çünkü ipim koptu" kederinin durgunluğu, mütevazılığı, içinde kaybolmuşluk duygusunun kabarmasına neden oldu. Dört hafta, artık tam bir ay dolmuştu. Küçük kardeşi tam bir aydır uyuyordu, ölü gibi. Bir hıçkırık bedenini sarstı ve gözyaşları dışarı çıkmak için onu zorladılar. Bu perişanlık hissini bastırmaya çalıştı ama bastıramıyordu. Daha çok ağlamaya başladı. Konuşmaya ya da !Xabbu'ya durumunu açıklamaya çalıştı ama yapamadı. Utanç ve dehşet içinde kontrolünü kaybettiğini, kamuya açık bir
-144-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
bankın üzerinde, bir otobüs durağında ağlamakta olduğunu fark etti. Kendini çıplak ve aşağılanmış hissediyordu. !Xabbu onu kucaklamadı ya da tekrar tekrar, her şeyin yoluna gireceğini, her şeyin hallolacağını söylemedi. Bunun yerine, yanındaki plastik koltukta oturarak kızın ellerini tuttu ve fırtınanın geçmesini bekledi. Ama fırtına çabuk dinmedi. Renie bittiğini, hislerini yeniden kontrol altına aldığını her düşündüğünde yeni bir perişanlık dalgası üzerine geliyor ve onu yine gözyaşlarına boğuyordu. Gözyaşlarının bulanıklaştırdığı bakışlarıyla bir otobüs dolusu yolcunun daha yerlerine teslim edildiğini izledi. Birkaç kişi, çağlar öncesinden kalma bir takım giymiş bir Buşman'ın sakinleştirdiği, ağlayan uzun boylu kadına baktı. !Xabbu ile kendisinin ne kadar garip görünmekte oldukları fikri sinirini iyice bozdu; sonunda gülmeye de başladı ama ağlamaya da aynı şiddette devam ediyordu. Fırtınanın göbeğinde sakin bekleyen bir parçası, ağlaması sona erecek mi yoksa hava kararana kadar burada oturup takılmış bir program gibi aralıksız devam mı edecek, merak ediyordu. Sonunda bitti, Renie kontrolü ele geçirdiği için değil de artık yorulduğu için bittiğini kendinden tiksinerek fark etti. !Xabbu ellerini bıraktı. Henüz ona bakacak halde değildi, o yüzden elini cebine daldırıp daha önce rujunun fazlasını almak için kullandığı bir mendil çıkardı ve yüzünü kurulayıp burnunu silmek için elinden geleni yaptı. Arkadaşınınkilerle yeniden karşılaşan gözlerinde, çocuğun sanki bu zayıflığından yararlanması için bir tür meydan okuma vardı. "Şimdi kederin daha mı az acı verici?" Yeniden sırtını döndü. Oğlan, Durban banliyösü tıbbi kompleksinin önünde kendini salak durumuna düşürmek tamamen normal bir şeymiş gibi davranıyordu. Belki de öyleydi. Utancı şimdiden azalmıştı ve artık sadece beyninin derinliklerinde zayıf bir sese dönüşmüştü. "Daha iyiyim," dedi. "Sanırım otobüsümüzü kaçırdık." !Xabbu omuz silkti. Renie öne eğildi ve kısa bir an için oğlanın elini kavrayıp hafifçe sıktı. "Bana karşı bu kadar sabırlı davrandığın için teşekkürler." Oğlanın soğukkanlı kahverengi gözleri sinirlerini bozuyordu. Ne yapması gerekiyordu ki, böyle krize girdiği için kendiyle gurur mu duymalıydı? "Bir şeyler. O şarkıdaki bir şeyler."
-145-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
"Evet?" oğlan onu dikkatle izliyordu. Nedenini bilmiyordu ama bu tetkike dayanamazdı. Şimdi değil, gözleri şişmişken ve burnu akıyorken değil. Şimdi güvenli bir şekilde kendi kucağındaki ellerine baktı. "insanlar, bazı insanlar, ipimi kopardı" dediği kısım... Yani, birileri var. Olmalı." !Xabbu gözlerini kırpıştırdı. "Anlamıyorum." "Stepnen sadece... hasta değil. Artık buna inanmıyorum. Aslında, hislerimi tam olarak anlayamasam da buna başından beri inanmamıştım. Binleri, şarkıdaki gibi bazı insanlar, bunu ona yaptılar. Kim, nasıl, neden bilmiyorum ama öyle olduğunu biliyorum." Kızın kahkahası boğuktu. "Sanırım bütün deliler böyle der 'açıklayamam ama sadece öyle olduğunu biliyorum.'" "Yaptığın araştırmadan dolayı mı böyle düşünüyorsun? Kütüphanede gördüklerimizden dolayı mı?" Kız, doğrularak başıyla onayladı. Gücünün geri geldiğini hissediyordu. Eylem, gereken buydu. Ağlamak işe yaramazdı. Yapılması gereken işler vardı. "Aynen öyle. Ne anlamının olduğunu bilmiyorum ama netle bir ilgisi var." "Ama netin gerçek bir yer olmadığını söylemiştin, orada olanların gerçek olmadığını. Orada bir şey yersen karnın doymaz. Netteki bir şey nasıl birine zarar verebilir, genç bir çocuğu, nasıl bir türlü uyanmadığı bir uykuya daldırabilir?" "Bilmiyorum. Ama bulacağım." Renie birdenbire, insanın hayatındaki en önemli anlarda nasıl klişelere sarılma eğiliminin olduğunu fark ederek gülümsedi. Bu tip laflar dedektif romanlarında söylenirdi, Stephen'a okumakta olduğu kitapta bu laf en az bir kere geçmişti. Ayağa kalktı. "Bir otobüs daha beklemek istemiyorum, bu bankta oturmak da beni hasta ediyor. Hadi gidip bir şeyler yiyelim, yani istersen demek istiyorum. Şimdiden benimle ve sorunlarımla koca bir gün harcadın. Ya derslerin ne olacak?" !Xabbu belli belirsiz sırıtışını takındı. "Ben çok çalışıyorum Bayan Sulaweyo. Bu haftanın ödevlerini çoktan bitirdim." "Öyleyse benimle gel. Yiyecek ve kahveye ihtiyacım var, özellikle kahveye. Babam da kendi başının çaresine baksın. Ona da iyi gelir."
-146-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Kaldırımdan aşağı yürürken sanki üzerinden ıslak bir kıyafeti atmışçasma kendini haftalardır hissetmediği kadar rahatlamış hissediyordu. "Öğrenebileceğimiz bir şeyler olmalı" dedi. "Her meselenin bir çözümü vardır. Sadece üzerinde çalışmak gerekir." !Xabbu ona cevap vermedi ama kızın uzun adımlarına ayak uydurmak için adımlarını sıklaştırdı. Turuncu ışık küreleri her yanlarında yanmaya ve akşam karanlığı çökmeye başlamıştı. Sokak lambaları yanıyordu. "Merhaba Mutsie. İçeri gelebilir miyiz?" Eddie'nin annesi, şüphe ve merak dolu bakışlarla Renie ve !Xabbu'yu süzerek kapı eşiğinde duruyordu. "Ne istiyorsunuz?" "Eddie'yle konuşmak." "Niye? Bir şey mi yaptı?" "Sadece onunla konuşmak istiyorum." Renie sinirlenmeye başlıyordu, bu da konuya iyi bir giriş olmazdı. "Hadi, beni bilirsin. Yabancıymışım gibi kapıda bekletmene gerek yok." "Özür dilerim. İçeri gelin." İçeri girmeleri için yana çekildi ve üzerine renkli bir kilim atılmış bir koltuğa hafifçe işaret etti. Renie, !Xabbu'yu koltuğa doğru iteledi. Zaten oturacak başka yer de yoktu. Apartman, Stephen'ın hastalandığı günkü kadar dağınıktı. diye düşündü ve Renie, büyük olasılıkla hâlâ aynı dağınıklık, ardından kendini kötü huylulukla suçladı. "Oğlan banyoda." Mutsie onlara hiçbir şey ikram etmemiş ve kendi de oturmamıştı. Ortam garip bir şekilde gergindi. Eddie'nin iki kız kardeşi, bir duvar ekranının önüne dua eder gibi diz çökmüşler, parlak renkli eşofmanlar giymiş iki adamın yapışkan denizde dolanışlarını seyrediyorlardı. Mutsie de durmadan omzunun üzerinden ekrana bakıyor, belli ki o da oturup şovu seyretmek istiyordu. En sonunda "Stephen'a olanlara çok üzüldüm" dedi. "İyi çocuktu. Şimdi nasıl?" "Aynı." Renie kendi sesindeki gerginliği fark etmişti. "Doktorlar ne olduğunu çözemediler. Sadece... uyuyor." Başını salladı ve gülümsemeye çalıştı. Mutsie'nin bir suçu yoktu. Gerçi o harika bir anne değildi ama Renie Stephen'a olanların bununla bir ilgisinin olduğunu düşünmüyordu. "Belki bir ara Eddie benimle gelip onu ziyaret edebilir. Doktorlar, tanıdık sesler duymasının iyi olacağını söylüyorlar." -147-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
Mutsie başıyla onayladı ama kararsız görünüyordu. Hemen ardından koridora çıktı. "Eddie! Acele et oğlum. Stephen'ın ablası seninle konuşmak istiyor." Kadın başını sallayarak zorlu bir iş başarmış gibi yeniden belirdi. "Saatlerce banyodan çıkmaz. Bazen etrafa bakınıp 'Bu oğlan nerede? Öldü mü ne?" Sonra duraksadı. Gözleri büyüdü. "Özür dilerim, irene." Renie başını salladı.!Xabbu'nun kaşlarını kaldırdığını neredeyse hissedebiliyordu. Ona gerçek ismini hiç söylememişti. "Önemli değil, Mutsie. Hay Allah, sana !Xabbu'yu takdim etmedim. Öğrencimdir. Stephen'ın durumu hakkında bir şey bulabilir miyiz diye araştırma yapmama yardım ediyor." Mutsie, koltuğunda oturan yerliye bir bakış fırlattı. "Araştırma derken neyi kast ediyorsun?" "Doktorların fark etmediği bir şey var mı diye bakıyorum, bir tıp dergisindeki bir makale falan." Renie daha derine inmemeye karar verdi. Mutsie şüphesiz !Xabbu'mm Renie için ne anlama geldiği konusunda çoktan kararını vermişti: netin Stephen'ın hastalığı ile bir ilgisinin olabileceğini söylemek hikayeyi sadece daha da inanılmaz kılacaktı. "Sadece elimden gelen her şeyi yapmak istiyorum." Mutsie'nin dikkati yeniden duvardaki ekrana yönelmişti. Yapışkan maddeyle kaplı iki adam şimdi sarsılan saydam bir fıçıdan yukarı tırmanmaya çalışıyorlardı. "Tabii. İnsan elinden geleni yapıyor." Renie bir an, bir defasında kız kardeşinin Pinetovvn'a taşındığını unutup çocuklarını otobüsle kız kardeşinin eski evine yollayan bir kadının ağzından çıkan bu özlü söz üzerine düşündü. Renie bu olayı biliyordu çünkü çocuklar sonunda onun kapısına dayanmışlar ve kendi de o hafta sonu tüm bir akşamüstünü teyzenin yeni adresini bulmak ve çocukları oraya ulaştırmakla uğraşarak geçirmişti. Ya öyle Mutsie, sen ve ben elimizden geleni yapıyoruz. Dairenin arka kısmından üzerine büyük gelen çubuklu pijamalar giyen ve ıslak saçları kafasına yapışmış olan Eddie belirdi. Pijamanın birkaç kez kıvrılmış paçaları hâlâ yerlerde sürünüyordu. Sanki kamçılanmayı beklermiş gibi başını yana yatırmıştı. "Gel oğlum. Irene'e merhaba de." "Selam, irene." "Merhaba Eddie. Otursana. Sana birkaç soru sormak istiyorum."
-148-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Mutsie, omzunun üzerinden "Hastaneden gelen adamlar zaten ona bir sürü soru sordular." dedi. Sesinde neredeyse gurur vardı. "Bazı adamlar gelip buzdolabındaki yiyeceklere baktılar ve defterlerine notlar aldılar." "Benim sana sormak istediğim başka şeyler var Eddie. Bana cevap vermeden önce dikkatlice düşünmeni istiyorum, tamam mı?" Oğlan, yeniden müdahale etmesi için yalvarırcasına annesine baktı ama kadın çoktan ekrana dönmüştü. Eddie yere !Xabbu ve Renie'nin önüne oturdu. Havı dökülmüş kilimin üzerinden kız kardeşlerinin plastik kahraman figürlerini aldı ve evirip çevirmeye başladı. Renie ona !Xabbu'nun kim olduğunu açıkladı ama Eddie pek ilgili davranmadı. Renie kendisi de çocuğun yaşlarındayken yetişkinler hakkında nasıl hissettiğini anımsadı, aksi kanıtlanana kadar koca bir düşman bloğunun bir parçası gibi görünürlerdi. "Seni hiçbir şeyden dolayı suçlamıyorum, Eddie. Sadece Stephen'a neler olduğunu anlamaya çalışıyorum." Oğlan hâlâ başını yerden kaldırmıyordu. "O hasta." "Bunu ben de biliyorum. Ama onu hasta edenin ne olduğunu bulmaya çalışıyorum." "Hiçbir şey yapmıyorduk. Sana anlatmıştım." "Belki o gece yapmadınız. Ama ben Stephen, Soki ve senin daha önce nette dolanıp gitmemeniz gereken yerlere gittiğinizi biliyorum. Biliyorum Eddie, hatırladın mı?" "Evet." Oğlan omuz silkti. "Hadi anlat bana." Eddie elindeki oyuncağı öyle bir burdu ki, Renie oyuncağın parçalanmasından korktu, lanet şeyler çok pahalıydı. Renie Stephen'a çok sayıda Net Sörfçüsü Dedektifi oyuncağı aldığı için bunu iyi biliyordu. Özellikle "Maskeleyici" hasar görmeye çok müsaitti çünkü- kafasında, kendi boyunun en az yarısı uzunluğunda gayet kırılgan ve plastikten yapılma egzotik bir saç modeli taşımaktaydı. Oğlan en sonunda "Herkes yapıyordu" dedi. "Sana söylemiştik. Sadece oraya buraya takılıyorduk." "Herkes ne yapıyordu? İç Bölge'ye mi giriyorlardı?" "Evet." "Ya o yer... Bay J'nin Yeri? Oraya da herkes gidiyor muydu?"
-149-
TAD VVILLIAMS OTHERLAND
"Evet. Yani herkes de değil. Büyük oğlanların bir çoğu oradan bahsediyordu." Renie arkasına yaslandı ve tüm gücüyle oğlanın gözlerine bakmasını sağlamaya çalıştı. "Ve pek çoğu da büyük olasılıkla yalan söylüyordu. Orası hakkında ne duydunuz ki, oraya gitmek istediniz?" !Xabbu "Orası nasıl bir yer?" diye sordu. "Pek hoş değil. Nette bir yer, sanal bir kulüp; seni götürdüğüm o sanal kafe gibi." Kız yeniden Eddie'ye döndü. "Büyük oğlanlar orası hakkında ne diyorlardı?" "Orada... orada bir şeyler görebileceğinizi. Bir şeyler alabileceğinizi." Oğlan dönüp annesine baktı ama kadının birbirlerini parlak uzun çubuklarla dürtükleyen adamlara tamamen dalmış gibi görünmesine rağmen sustu. Renie öne eğildi. "Nasıl şeyler? Kahretsin Eddie, bunu bilmem lazım." "Çocuklar bir şeyler... hissedebileceğini söylüyorlardı. Yani uygun internet taklavatın olmasa bile." "Taklavat mı?" Yeni bir internet çocuğu terimi. Öyle çabuk yenileri çıkıyordu ki. "Netteki şeyleri hissetmeni sağlayan şeyler." "Duyu vericiler? Duyusal reseptörler?" "Evet, kalite şeyler. Onlardan sende olmasa da, Bay J'nin Yeri'nde hissedebileceğin şeyler var. Hem orada... bilmiyorum. Oğlanlar diyor ki her çeşit..." çocuğun sesi yeniden kesildi. "Bana ne dediklerini söyle!" Ama Eddie belli ki bir yetişkinle, net çocuklarının kapalı kapılar ardında yaptıkları dedikoduları konuşmaktan oldukça rahatsız olmuştu. Bu sefer yardım için Eddie'nin annesine dönen Renie'ydi ama Mutsie kendini sorumluluktan sıyırmıştı ve onu yeniden üstlenmeye de hiç niyeti yoktu. Sorgulamanın devamından pek bir bilgi çıkmadı. O kulaktan kulağa fısıldanan deneyimlerden bazılarını yaşamak ve "bir şeyler" görmek için kulübe gitmişlerdi (Renie bunun pornografik içerikli şeyler olduğunu düşündü, ya seks ya da şiddet) ama kaybolmuşlar ve saatlerce Bay J'nin Yeri'nde dolanıp durmuşlardı. Olayın bazı kısımları çok korkutucu ve kafa karıştırıcıydı; bazı kısımları da tuhaf bir şekilde ilginçti ancak Eddie gördüklerinin gerçekten de pek azını hatırlayabildi-150-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
ğini iddia ediyordu. Sonunda bazı adamlar, ki aralarında oldukça sevimsiz şişman bir adam (ya da öyle görünen bir sim) da vardı, onları alt kattaki özel bir odaya yollamışlardı. Soki bir çeşit tuzağa düşmüş ve diğer ikisi de kaçıp Renie'yi çağırmışlardı. "Yani bundan fazlasını hatırlamıyorsun öyle mi? Stephen'm iyileşmesine yardımcı olacak şeyler bile olsa?" Tüm akşam boyunca çocuk ilk kez Renie'yle göz göze geldi ve bakışlarını kaçırmadı. "Sallamıyorum." Kız "Yalan söylemek yani" diye !Xabbu'ya açıkladı. "Sallıyorsun demedim Eddie. Ama umarım biraz daha fazlasını hatırlarsın. Kendini biraz zorla lütfen." Oğlan omuz silkti ama kız o an çocuğun gözlerinde açıklaması zor bir şey gördüğünü düşündü. Gerçeği mi söylüyordu? Korkmuş görünüyordu ama Renie'nin onu cezalandırmasından korkmaktan çoktan vazgeçmişti. "Tamam, başka bir şey hatırlarsan beni ara. Lütfen, bu çok önemli." Koltuktan kalktı. Eddie yeniden dosdoğru koridora yöneldi. "Bir şey daha var," dedi kız. "Soki'ye ne oldu?" Eddie, kocaman gözlerle kıza dönüp "Hasta oldu. Teyzesinde kalıyor." dedi. "Biliyorum. Siz beraberken nette olanlar yüzünden mi hasta oldu? Söyle bana Eddie." Oğlan başını iki yana salladı. "Bilmiyorum. Okula geri gelmedi." Renie sonunda pes etti. "Tamam." Eddie suyun altında tutulup bırakılan bir mantar gibi odadan fırladı. Renie, kilimin üzerinde kızlarının yanına uzanmış olan Mutsie'ye döndü. "Sen de Soki'nin teyzesinin numarası var mı?" Mutsie, sanki ondan Drakensberg dağlarının tepesine birkaç yüz kiloluk taşlar taşıması istenmiş gibi iç geçirerek doğruldu. "Buralarda bir yerlerde olabilir." Renie patlamaya hazır öfkesini paylaşmak için !Xabbu'ya döndüğünde küçük adamın ekrandaki yapışkan adamlardan birinin canlı bir tavuğu yakalamaya, öldürmeye ve yemeye çalışmasını kendinden geçmiş bir şekilde seyrettiğini gördü. Küçük oda bir makine gürültüsüne benzer seyirci kahkahaları ile dolmuştu.
-151-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
Günün son dersleri de bitmiş öğrenciler koridorlara doluşmuştu. Renie insanlar ve insanların iletişim kurma ihtiyaçlarını düşünürken büro penceresinin ötesindeki renk cümbüşünü seyrediyordu. Geçen yüzyılın sonlarına doğru, insanların artık sadece video bağlantıları üzerinden ders göreceği hatta öğretmenlerin yerini tamamen enteraktif öğretmen makinelerin ve üst - metin içerikli bilgi bankalarının alacağı tahmin ediliyordu. Tabii ki insanların bu tip konularda daha önceleri de yanıldıkları olmuştu. Renie üniversite hocalarından birinin ona söylediği bir şeyi hatırladı "Bir yüzyıl önce, donmuş yiyecekler ilk kez piyasaya sürül düğünde insanların artık hiç yemek pişirmeyeceği düşünülüyordu. Oy sa otuz yıl sonra tam tersine, Birinci Dünyanın tüm kalbur üstü ma hallelerinde insanlar kendi sebzelerini kendileri yetiştirmeye ve kendi ekmeklerini kendileri pişirmeye başlamışlardı.'" Benzer şekilde, insanların birbirleriyle iletişim kurmayı bırakmaları zor gibi görünüyordu. Canlı seminer ve dersler, kitapların kayıtlı bilginin tek kaynağı olduğu zamanlardaki kadar eğitimde yer kaplamıyor olabilirdi ama iletişim kurmanın zaman ve kaynak israfı olduğunu ve zamanla ortadan kalkacağını söyleyenler belli ki yanılmışlardı. Renie'nin üniversitenin ilk yıllarından kalma bir arkadaşı bir polisle evliydi. Arkadaşı ile bağlantısı kopmadan önce hep beraber birkaç kez yemeğe gitmişlerdi ve arkadaşının kocasının da kriminoloji ile ilgili olarak benzer şeyler söylediğini hatırlıyordu: Hakikati ortaya çıkarmak için ne kadar çok elektronik numaralar, kalp atışı, beyin dalgaları, ses titreşimleri ya da elektro kimyasal deri tepkisi ölçerler geliştirilirse geliştirilsin polisler kendilerini en çok şüphelinin gözlerinin içine bakıp sorular sorunca rahat hissediyorlardı. Öyle görünüyordu ki, gerçek iletişim kurma ihtiyacı evrenseldi. Çevrelerinde yaşanan değişimler ne kadar büyük olursa olsun, ki bu değişimlerin çoğunu da kendileri yaratıyorlardı, insan beyni hâlâ bir milyon yıl önce Olduvai vadisindeki atalarımızın kafalarının içinde taşımış oldukları organın aynısıydı. Bilgi ediniyor ve bundan bir anlam çıkarmaya çalışıyordu. Korku, arzu ve kendi kendini koruma gibi en temel dürtüler söz konusu olduğunda "gerçek" ve "gerçek olmayan" arasında bir ayırım yapılmıyordu. Renie bu konulara Stephen'ın arkadaşı Soki yüzünden kafa yormaya başlamıştı. O günün sabahı Soki'nin -152-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
annesine ulaşmayı başarmıştı ama Patricia Mwete, ki Renie kadınla hiçbir zaman yakın olmamıştı, Renie'nin evlerine gelmemesi gerektiği konusunda çok kararlıydı. Kadın, Soki'nin hastalığının bir süre devam ettiğini ve çocuğun yeni yeni iyileşmeye başladığını söylemişti. Renie'nin ziyareti çocuğun moralini bozabilirdi. Uzun ve ateşli bir tartışma sonucunda Patricia, çocuk ne olduğu belirsiz bir "randevudan" döndüğünde Soki ile telefonda konuşmasına izin vermişti. Renie'nin aklına önce, telefon bağlantısının yüz yüze görüşmeye göre ne kadar az tatmin edici olduğu takıldı ama duruma daha geniş bir çerçeveden baktığında Stephen'ın hastalığının nedenlerini araştırmaya devam edecekse ve özellikle de sorun Stephen'in neti kullanmasından kaynaklanıyorsa gerçek ve gerçek olmayan arasındaki ayırımı yapmakla epey vakit geçirmesi gerekeceğini fark etti. Bu noktada şüphelerini tıbbi ya da yasal yetkililer ile paylaşamayacağı kesindi. Özellikle ilk zamanlar SG'in tehlikeli olduğuna dair insanlar alarma geçmişti (tüm yeni teknolojiler böyle karşılanırdı). Aşırı şiddet içeren simülasyonlar kullanıcılarda şüphesiz travma sonrası bazı etkiler yaratabiliyordu ama kayıtlı vakalardan hiçbiri Stephen'ın durumuna benzemiyordu. Yani tam olarak tanımlayamasa da Stephen'm netteyken hastalığı kaptığı varsayımından emin olmasına rağmen, net kullanımı ve koma durumunun birbiriyle ilgili olduğuna ' dair elinde gerçek bir kanıt yoktu. İlgili olabilecek binlerce başka faktör de öne sürülebilirdi. Ama daha da ürkütücü olan nette gerçeği belirlemeye çalışma fikriydi. Eğitim almış ve kanunun bütün gücüne sahip bir polis dedektifi için bile net kullanıcılarının kendileri için tasarladığı maske ve görüntülerin arasından yolunu bulmak çok zordu, üstelik kullanıcıların BM garantili mahremiyet hakları da vardı. Ya ben, diye düşündü. Eğer haklıysam, ki öyle görünüyor, Hari kalar Diyarında bir cinayeti çözmeye çalışan Alice gibi olacağım. Bürosunun kapısının çalınmasıyla kasvetli düşüncelerinden sıyrıldı. !Xabbu kafasını içeri uzatmıştı. "Renie? Meşgul müsün?" "İçeri gel. Ben de sana mesaj atacaktım. Dün benimle o kadar çok vakit geçirdiğin için minnettarım. Seni evinden ve derslerinden uzak tuttuğum için kendimi çok kötü hissediyorum."
-153-
TAD WILL1AMS OTHERLAND
!Xabbu biraz utanmış görünüyordu. "Ben senin arkadaşın olmak istiyorum. Arkadaşlar birbirine yardım eder. Hem de itiraf etmeliyim ki, bence ilginç ve garip bir durumla karşı karşıyayız." "Olabilir ama senin de kendi hayatın var. Sen genellikle akşamlarını kütüphanede çalışarak geçirmiyor musun?" Oğlan gülümsedi. "Okul kapalıydı." "Doğru ya." Kız suratını buruşturdu ve ceketinin cebinden bir sigara çıkardı. "Bomba alarmı. Birisi hatırlatmasa olanları unutuyorum, bu da olaylara ne kadar alıştığımızın kötü bir işareti. Hem biliyor musun senden başka kimse de lafını etmedi. Büyük şehirde sıradan bir gün daha." Kapı bir kez daha çalındı. Renie'nin iş arkadaşlarından biri, yeni başlayanlar için programlama dersini veren kadın gelerek bir kitap ödünç aldı. Kadın büroda olduğu süre boyunca hiç susmadan konuşarak erkek arkadaşının onu götürdüğü harika bir lokanta ile ilgili birkaç hikaye anlattı. !Xabbu'ya hiç bakmadan sanki çocuk sıradan bir dekormuş gibi davranarak, hiçbir şey söylemeden odadan çıktı. Renie kadının davranışına sinir olmuştu ama !Xabbu durumun farkına bile varmamış gibiydi. Büro yine onlara kaldığında "Geçen gece öğrendiğin şey hakkında biraz daha düşündün mü?" diye sordu. "Erkek kardeşinin başına gelenin ne olduğunu düşündüğünü hâlâ tam olarak bilmiyorum. Gerçek olmayan bir şeyin nasıl böyle bir etkisi olabilir? Hele donanımı o kadar basitse. Eğer ona bir şey zarar verdiyse niye başlığını çıkartmadı?" "Çıkarttı, ya da en azından onu bulduklarında üstünde değildi. Sorduğun soruya da bir cevabım yok. Keşke olsaydı." Stephen'ın nette hastalanmasının nedenlerini bulmanın güçlüğü, hatta belki de komik imkansızlığı birdenbire kendini çok yorgun hissetmesine neden oldu. Sigarasını söndürerek son duman halkalarının tavanda yok olmasını seyretti. "Bütün bunlar kederli bir yakının kuruntuları olabilir. Bazı şeylerin gerçek nedenleri olmasa bile insanların bazen neden bulmaya ihtiyaçları vardır. İnsanların dinlere ya da komplolara, ki belki ikisi de aynı şeydir, inanmalarının nedeni de budur. Dünya fazla karmaşık, bu yüzden de basit cevaplara ihtiyacımız var."
-154-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
!Xabbu, Renie'ye bakarken gözlerinde hafif bir onaylamama ifadesi vardı. "Ama her şeyin birbiriyle ilişkisi vardır. Bilim de din de böyle söyler. Öyleyse bize düşen hangi ilişkilerin gerçek olduğunu ve ne anlama geldiklerini bulmak gibi güç ama onurlu bir görevi üstlenmektir." Kız, algılama yeteneğine bir kez daha hayran olarak ona kısa bir bakış attı. "Haklısın elbette. Bu durumda ben de sanırım bu özel ilişkiyi aramaya ve bir anlamının olup olmadığını araştırmaya devam edebilirim. Stephen'ın diğer arkadaşına telefon ederken yanımda kalmak ister misin?" "Varlığımın karışıklık yaratmayacağını düşünüyorsan." "Yaratmaz. Senin 'okuldan bir arkadaş' olduğunu söylerim." "Gerçekten de 'okuldan bir arkadaş' olduğumu umuyorum." "Öylesin ama umarım senin de öğretim görevlisi olduğunu düşünür. Şu kravatı çıkarsan iyi olur. Eski bir filmden çıkmış gibi görünüyorsun." !Xabbu biraz hayal kırıklığına uğramış gibi görünüyordu. Kıyafetinin resmi ciddiyeti ile gurur duyuyordu - Renie ona, altmış yaşın altında olup da kravat takan tanıdığı tek insan olduğunu söyleme cesaretini hiç bulamamıştı - ama oğlan sözünü dinledi, bir iskemle çekip sırtını dikleştirerek yanına oturdu. Patricia Mwete telefonu açtı. !Xabbu'ya şüpheyle baktı ama Renie'nin açıklaması sonucu rahatlamış göründü. Kadın "Soki'ye çok fazla soru sormayın" diye onları uyardı. "Yorgun. Hastaydı da." Kadın da oldukça resmi giyinmişti. Renie kadının bir mali kuruluşta çalıştığını belli belirsiz hatırlayarak işten yeni gelmiş olduğunu tahmin etti. Renie "Amacım canını sıkacak bir şey yapmak değil" dedi. "Ama kardeşim komada Patricia ve kimse nedenini bilmiyor. Sadece bulabileceğim her bilgiye ulaşmaya çalışıyorum." Diğer kadının endişeli gerginliği biraz geçmişti. "Biliyorum İrene. Üzgünüm. Onu çağırayım." Soki geldiğinde Renie, oğlanın ne kadar iyi göründüğüne şaştı. Hiç kilo kaybetmemişti, her zaman biraz tombuldu zaten, çabucak ve güçlü bir şekilde gülümsedi. "Selam, Renie." "Selam Soki. Hasta olduğunu duyduğuma üzüldüm."
-155-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
Oğlan omuz silkti. Annesi, ekranın dışından Renie'nin duyamayacağı bir şeyler söyledi. "Ben iyiyim. Stephen nasıl?" Renie ona kardeşinin durumunu anlattı ve oğlanın neşesi fark edilir şekilde azaldı. "Duymuştum ama geçende bizim okulda sarsıntı geçiren çocuğunki gibi onunkinin de kısa süreceğini düşünmüştüm. Ölecek mi?" Kız sorunun doğrudanlığı karşısında sarsılmıştı. Birkaç dakika geçtikten sonra cevap verebildi. "Sanmıyorum ama onun için çok endişeleniyorum. Nesi var bilmiyoruz. Bu yüzden sana bazı sorular sormak istiyorum. Bana senin, Stephen'ın ve Eddie'nin nette yaptıklarınız hakkında bir şeyler söyleyebilir misin?" Soki, ilk anda soruya şaşırarak kıza garip bir bakış attı, sonra nete takılan çocukların sık sık ziyaret ettiği bir sürü yasal ve sözde yasal labirenti uzun uzun anlatmaya başladı. Geçici olarak görünmez olan annesinin hoşnutsuzluk belirten sesleriyle sözleri sık sık kesiliyordu. "Soki benim esas bilmek istediğim şey geçen seferki olay, yani sen hasta olmadan hemen önceki. Üçünüz İç Bölge'ye girdiğinizde olan şeyler." Oğlan ona anlamsız gözlerle baktı. "İç Bölge mi?" "Ne olduğunu biliyorsun." "Tabii. Ama biz oraya hiç girmedik. Sana sadece girmeye çalıştığımızı söylemiştim." "İç Bölge'ye hiç girmediğinizi mi söylüyorsun?" Oğlanın genç yüzündeki ifade sertleşti. "Eddie girdiğimizi mi söyledi? Öyleyse palavra atmış! Büyük palavra atmış!" Renie bir an durdu, sarsılmıştı. "Soki ben girip Stephen ve Eddie'yi oradan çıkarmak zorunda kaldım. Senin de onlarla birlikte olduğunu söylediler. Senin için endişeleniyorlardı çünkü seni nette kaybetmişlerdi." Soki sesini yükseltmişti. "Atıyorlar!" Renie'nin kafası karışmıştı. Sadece annesi orada olduğu için mi böyle yapıyordu? Durum buysa çok inandırıcıydı: gerçekten de kızgın görünüyordu. Yoksa Eddie ve Stephen, Soki'nin kendileriyle olduğu konusunda yalan mı söylemişlerdi? Ama neden? Annesi ekrana eğildi. "Onu üzüyorsun irene. Niye oğluma yalancı diyorsun?" -156-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Kız derin bir nefes aldı. "Öyle demiyorum Patricia, sadece kafam karıştı. Onlarla değildiyse niye yalan söylediler? Bu onları kurtarmadı. Stephen'a net yasaklandı." Kız başını salladı. "Neler olduğunu bilmiyorum, Soki. Tüm bunları hatırlamadığından emin misin? İç Bölge'ye girdiğini, Bay J'nin Yeri diye bir yere gittiğini? Bir çeşit kapıdan düştüğünü? Mavi ışıklar?..." "Ben oraya hiç gitmedim!" Oğlan öfkeliydi, öfkeli ve ürkmüş, ama yine de yalan söylüyor gibi görünmüyordu. Alnında birkaç ter damlası belirmişti. "Kapılar, mavi ışıklar... ben hiç...!" Patricia "Yeter irene!" dedi "Yeter!" Ama Renie cevap dahi veremeden Soki, başını geri atarak gargara yapar gibi garip bir ses çıkardı. Uzuvları kasıldı ve tüm bedeni şiddetle sarsılmaya başladı: annesi atılarak çocuğun gömleğini yakalamayı başardı ama iskemleden kayıp yere düşmesine engel olamadı. Gözleri ekrana mıhlanmış olan Renie, !Xabbu'nun yanı başında yutkunduğunu duydu. Patricia "Lanet olsun irene Sulaweyo!" diye haykırdı. "İyiye gidiyordu! Buna sen sebep oldun! Bu evi sakın bir daha arama!" Kadın oğlunun yanına diz çöküp onun şiddetle kasılan kafasını kucağına aldı. Oğlanın ağzının kenarından salyalar akmaya başlamıştı. Kadın "'Bağ lantıyı kes\" diye bağırdı ve ekran karardı. Renie'nin gördüğü son şey Soki'nin göz aklarının oluşturduğu yarım ay şekilleriydi. Oğlanın gözbebekleri gözkapaklarının altına kaçmıştı. Kız, Patricia'nın öfkeli sözlerine rağmen hemen tekrar aramayı denedi ama Soki'nin teyzesinin ev telefonu gelen telefonlara kapalıydı. "Bu bir nöbetti!" Kızın parmakları sigaranın yakma şeridini çekerken titriyordu. "Muazzam bir nöbetti. Ama o çocuk epileptik değil ki. Kahretsin !Xabbu, o çocuğu yıllardır tanıyorum. Hem ayrıca Stepnen'in okul gezilerinde yeterince gözetmenlik yapmak zorunda kaldım; çocuklardan birinin ciddi sağlık sorunları varsa daima önceden belirtirler." Nedenini bilmediği halde öfkeliydi. Aynı zamanda korkmuştu ama bunun nedeni belliydi. "O gün o çocuğa bir şeyler oldu, onları İç Bölge'den çıkarmaya gittiğim gün. Sonra aynı şey Stephen'a da oldu ama daha kötü şekilde. Tanrım, keşke Patricia sorularımı cevaplasa." -157-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
!Xabbu'nun sarımsı kahverengi teni normalinden bir ton daha solgundu. Oğlan "İyileştirme transından bahsetmiştik" dedi. "Bana öyle bir şeye tanık oluyormuşum gibi geldi. Tannlarla karşılaşan birine benziyordu." Renie, "Lanet olsun bu trans falan değildi ve işin içinde tanrıların parmağı da yoktu. Bu kelimenin tam anlamıyla bir nöbetti" dedi. Renie genelde başkalarının inanışlarına saygı göstermek konusunda özenli davranırdı ama şimdi dostunun batıl inançlarına sabırla yaklaşamayacaktı. Alınmış görünmeyen !Xabbu, kızın öfke ve üzüntüyle homurdanarak odayı bir aşağı bir yukarı arşınlamasını seyretti. "Bir şey o çocuğun beyniyle oynamış. İnternette gerçekleşen ama gerçek dünyadan gelen fiziksel bir etki." Kız büro kapısına gidip kapıyı kapattı. Soki'nin krizi, ismini koyamadığı bir tehlike içinde yüzüyor olma duygusunu arttırmıştı. Daha tedbirli davranmasını söyleyen iç seslerinden biri onu, düşüncelerinde fazla ileri gittiği konusunda uyarıyordu; bilimsel anlamda sağlam olmayan iddialarda bulunuyor olabilirdi ama şu anda o sese kulaklarını tıkamıştı. !Xabbu'ya döndü. "Oraya gidiyorum. Gitmek zorundayım." "Nereye? İç Bölge'ye mi?" "O kulübe, Bay J'nin Yeri. Orada Soki'ye bir şeyler oldu. Eddie'nin evindeyken, Stephen'in yine oraya sızmaya çalıştığından eminim." !Xabbu başını sallayarak "Orada kötü, tehlikeli bir şey varsa... Bunun ne anlamı olabilir ki? Bu sanal kulübün sahipleri bundan ne kazanabilirler?" "Tüm bunlar küçük sevimsiz eğlencelerinden birinin bir yan etkisi olabilir. Eddie orada, kullanıcı nasıl bir donanım kullanıyor olursa olsun, satın alınabilecek deneyimler olduğunu söylemişti. Belki daha fazla duyusal algı hissi uyandırmanın bir yolunu bulmuşlardır. Korkunç yan etkileri olan ve bilinçaltının algı sınırlarını genişleten yoğunlaştırıcılar, ultrasonikler ya da yasadışı bir şeyler kullanıyor olabilirler." Kız oturup masasının üzerindeki kağıt yığınlarının arasında bir kül tablası aradı. "Ben de gidip her ne oluyorsa anlama işini kendi başıma yapacağım. Birilerini araştırma yapmaya ikna etmek sonsuza dek sürer, BMiletişim dünyanın en korkunç bürokrasisine sahiptir." Kül tablasını bulmuştu ama elleri öyle titriyordu ki, neredeyse yere düşürecekti. -158-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
"Ama kendini tehlikeye atmıyor musun? Ya sana da kardeşine olanlar olursa?" Küçük adamın genelde kırışıksız olan alnı endişeyle kırışmıştı. "Ben Stephen'dan çok daha dikkatli ve çok daha bilgili olacağım. Hem sadece muhtemel nedenleri araştıracağım, vakayı yetkililere taşımaya yetecek kadar." Sigarasını söndürdü. "Ve belki neler olduğunu anlarsam zararı tersine çevirmenin bir yolunu bulabiliriz." Yumruklarını sıktı. "Kardeşimi geri istiyorum." "Gitmeye kararlısın." Kız, avuç içi bilgisayarına uzanırken başıyla onayladı. Kafası yoğun ama baş döndürücü bir şekilde berraktı. Yapacak çok iş vardı, öncelikle sahte kimlik oluşturmalıydı: kulüp sahiplerinin saklayacak şeyleri varsa kendi adı ve bilgileriyle içeri dalması salaklık olurdu. Hem kulüp ve sahipleri hakkında biraz araştırma yapmak istiyordu. İçeri dalmadan önce öğreneceği her şeyin, içeri girdikten sonra işe yarayabilecek kanıtları bulmasına yardımı dokunurdu. !Xabbu sakince "Öyleyse tek başına gitmemelisin" dedi. "Ama ben... dur bir saniye. Sen kendinden mi bahsediyorsun? Benimle gelmekten?" "Sana bir yol arkadaşı lazım. Ya sana bir şey olursa? Yetkililere durumu kim bildirecek?" "Not ya da bir mektup bırakırım. Hayır !Xabbu gelemezsin." Gücü tükeniyordu. Harekete geçmeye hazırdı ama bu dikkatini dağıtacak bir şey gibi görünüyordu. Küçük adamı yanında götürmek istemiyordu. Bir kere kendisi de içeri yasadışı yollardan girecekti; yakalanırsa ve yanında bir öğrenci olursa suçu çok daha ağır görünecekti. !Xabbu onun düşüncelerini okumuş gibi "Sınavlar iki gün içinde başlıyor" dedi. "Ondan sonra artık senin öğrencin olmayacağım." "Bu yasadışı." "İnsanlar büyük şehre yeni gelmiş, modern adetleri bilmeyen, benim gibi birinin yaptığının yanlış olduğunu bilmediğini düşüneceklerdir. Ben de gerekirse bu inancı güçlendirmek için elimden geleni yaparım." "Ama senin de sorumlulukların var!" !Xabbu üzüntüyle gülümsedi. "Renie, sana bir gün kendi sorumluluklarımdan bahsederim. Ama şu anda bir arkadaşıma karşı çok önemli sorumluluklarım var. Bunu bir iyilik olarak istiyorum, lütfen -159-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
sınavlar bitene kadar bekle. Hem bu sana hazırlanmak için zaman verir. Eminim o insanlarla karşılaşmadan önce sorulması gereken pek çok soru ve bulunacak bir sürü cevap vardır." Renie duraksadı. Oğlan haklıydı. İş temposunun arasında, en az birkaç gününü hazırlığa ayırması gerekecekti. Ama oğlanın varlığı ona yük olur muydu yoksa aksine işine yarayabilir miydi? !Xabbu dimdik kızın gözlerine baktı. Tüm gençliğine ve ufak tefekliğine rağmen Buşman'ın gözü pek bir görüntüsü vardı. Sakinliği ve güveni inandırıcıydı. Kız en sonunda "Tamam" dedi. Beklemek güçlü bir irade gerektiriyordu. "Stephen kötüye gitmezse bekleyeceğim. Ama benimle geliyorsan içeride ben ne dersem onu yapacaksın. Anladın mı? Yeni başlayanlara göre çok yeteneklisin, ama yine de yeni başladın." !Xabbu'nun gülümsemesi genişledi. "Evet öğretmenim. Söz veriyorum." "Öyleyse büromdan çık ve derslerine çalış. Yapacak işlerim var." Oğlan hafifçe eğildi ve kapıyı ardından sessizce kapatarak çıktı. Sigara dumanı hareket eden havada dalgalandı. Renie sigara dumanının, pencereden sızan ışıkta oluşturduğu sürekli değişen anlamsız desenler halindeki girdapları izledi. O gece aynı rüyayı tekrar gördü. !Xabbu korkunç bir uçurumun kenarında durmuş bir cep saatini inceliyordu. Saat, bacakları olan gümüş bir böcek gibi avuç içinde yürüyordu. Uçurumun altındaki hava boşluğunda, sisten dolayı tam olarak seçilemeyen ama gittikçe daha da yakınlaşan bir şeyler havada uçuştu. Kanatlan ilk gördüğünde bunun bir kuş olduğunu düşündü. Hayır bu bir melekti, titrek duman mavimsi bir insan yüzüne sahip bir varlık. Yüz Stephen'ındı. Yaklaşırken kıza seslendi ama sesi rüzgarın hışırtısında kayboldu. Seslendi, !Xabbu'nun ürküp geri adım atarak uçurumun kenarından düşüp gözden kaybolmasına sebep oldu. Stephen küçük adamın düştüğü yöne doğru aşağı baktı, sonra yaşlı gözlerini Renie'ye çevirdi. Dudakları tekrar hareket etti ama Renie onu hâlâ duyamıyordu. Çocuk kanatlarını ayıran ve tüm varlığını dalgalandıran bir rüzgara yakalanmış gibiydi. Renie hareket yeteneğini yeniden kazandığında o çoktan sise karışarak kaybolmuştu. -160-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
BÖLÜM 8
Dread5
NET HATTI / HA BERLER: Polis, Tarikat Üyesi 22 Yamyamı öldürdü.
(görüntü: ceset torbaları binanın önüne taşınıyor) SO: Yunan askeri polisi insan eti yenilen ayinleri yaptığı öne sürülen tartışmalı "Yamyamlar" tarikatının 22 üyesini, Naxos şehir merkezini savaş alanına çeviren bir çatışma sırasında öldürdü. Çatışmada bir polis memuru öldü, ikisi yaralandı. (görüntü: sakallı bir adam elinde bir kemikle izleyenlere bağırıyor) Bedenlerden bir kısmı yanarak tanınmaz hale geldiği için, grubun lideri olan bir hükümet ajanı tarafınca çekilmiş görüntüsünü bir süre önce sizlere sun duğumuz - Dimitrios Krysostomos' un Sakristos'taki saldırıda öldürülenler arasında olup olmadığı bilinmiyor...
Hareket tarzını seviyordu - atlamaya hazır bir leopar gibi ağır tempolu bir yürüyüş. Sesi açtı ve gümbürdeyen davullar her yanı titretti. Kendini iyi hissediyordu. İç sistemindeki müzik fonu her şeyi... mükemmel kılıyordu. Kamera, kamera... diye düşündü, gözleriyle kadını takip ediyordu. Bu kadının hoş bir bedeni vardı, bu bedenin amacı belli hareketlerini izlemek gülümsemesine neden oldu ve gülümsemesini vurgulamak için müziğe bıçak kadar keskin ve soğuk bir trompet glissan 5 Dehşet anlamında. YHN.
-161-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
dosu6koydu. Gümüşi tonlar aklına kendi bıçağını, yassı sırtlı, şaşmaz sinir kesicisini getirdi, trompet feryat etmeye ve taş kesilmesine sebep olan yavaş bir çözülmeye doğru giderken bıçağını çekip bir kez daha yakından inceledi. Kadın, biraz aceleyle park yerine inen basamakları atladı. Bakışlarını bıçaktan uzaklaştırmasına sebep olan ince kalçaları hafifçe sallanıyordu. Jimnastik salonlarının kazandırdığı zayıflığıyla, kum rengi saçlı, zarif beyaz pantolonlu solgun zengin bir kadın. Kadın onu daha görmemişti ama onun peşinde olduğunu biliyor olmalıydı, hayvansı güdüleri bir ceylan gibi tehlikenin kokusunu almış olmalıydı. Merdivenlerin dibine ulaştığında dönüp arkasına baktı ve bir an için gözleri büyüdü. Biliyordu. Adam gölgeli merdiven altına kayarken davulları hızlandırdı: ritim kafasının içinde, ağır kum torbasına inen boks eldivenleri gibi zıplıyordu. Ama bu adımlarını hızlandırmasına neden olmadı, bunu yapmayacak kadar sanatçı ruhluydu. Yavaş yavaş ilerle, ağır ol, böyle daha iyi. Yavaş yavaş ulaşılan doruk noktasının kaçınılmazlığının tadını çıkarmak için, kayarak sıçrayan davulların sesini kıstı. Karışıma, bir karşı ritim sinsice sızmaktaydı, tekleyen bir kalp gibi dengesiz bir vuruş. Kadın şimdi, uzaktan kumandasını arayarak arabasına yaklaşıyordu. Kadın ve kadının beden ısısı garajda parıltı yayan tek şey kalıncaya dek görüntüyü ayarladı. Hızlanan müzik öyle kışkırtıcı bir hal almıştı ki, borular da işe karışmış ve kreşendo'ya doğru ritimler birbiriyle örtüşmüştü. Adamın parmaklan yavaşça indi ama yavaş dokunuşu yine de kadının çığlık atarak çantasını düşürmesine neden olmuştu. Çantanın içindekiler beton zemine yayıldı, aramakta olduğu uzaktan kumanda, Singapur işi pahalı avuç içi bilgisayarı, silah mermisine benzeyen ruj kartuşları. Düşen çantanın üzerinde, yavaş yavaş solmasına rağmen kadının elinin ısı izi kalmıştı. Yüzünde korkuyla karışık öfke vardı; onun gibi birinin kendine dokunmasından ve özel eşyalarını yere dökmesine neden olmasından ötürü duyduğu öfke. Ama yaklaşan adamın suratındaki çarpık sırıtışı görünce korkusu galip geldi.
6 Parmağı piyano tuşlarının üzerinden hızla geçirerek çıkarılan ses, kayma. YHN.
-162-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
"Ne istiyorsun?" Ses, kendi kafatasının üzerinde tıkırdayan yay garanın içinde zar zor duyuluyordu. "Kredi kartımı alabilirsin. Al, işte." Adam hafifçe gülümsedi, kreşendo yayılarak durdu. Bıçak parıldadı ve bir an için kadının yanağında durdu. "Dread ne ister? Her şeyini, tatlım. Senin her tatlı şeyini." Sonra, işi bittiğinde müziği bir günbatımı diminuendosuna7 dönüştürdü: çekirge sesleri, inleyen bir keman. Yere yayılan ıslaklığın üzerinden atlayıp suratını buruşturarak kadının kredi kartını aldı. Hangi salak böyle bir şeyi alırdı ki? Sadece bir geri zekalı suratında böyle bir katil damgasıyla dolaşırdı. Bıçağını kaldırıp kartın hologramlı yüzeyine kırmızı çizgiler halinde "ŞARKI SÖYLENDÎ" kelimesini çiziktirdikten sonra kartı yere, kadının yanına attı. Kendi kendine "Gerçek Hayat varken Sanal Gerçekliği kim ne yapsın ki?" diye fısıldadı. "Gerçek gerçeklik." Tanrı, Adı - Abydos - Olan'daki yüce tahtından eğilip önünde secdeye varmış, Nil kıyılarında güneşlenen kaplumbağaları andıran binlerce rahibinin sırtlarından öteye, binlerce tütsünün dumanından ve yüz binlerce lambanın ışığından öteye baktı. Muazzam taht odasının gölgeli derinliklerini bile delen bakışları, taht odasını ölüler kentinden ayıran labirentlerin bile ötesine gitti ama aradığı kişiyi hâlâ görememişti. Tanrı, koltuğunun altın kaplı dayanağının topuzunu parmaklarıyla sabırsız bir şekilde dövüyordu. Baş rahip Bilmem-kim - Tanrı tüm kullarının isimlerini bilemezdi, onlar fırtınadaki kum taneleri gibi sadece gelip giderlerdi - altın koltuğun üzerinde durduğu kürsünün altına büzüştü ve yüzünü granit yer döşemesine sürdü. Rahip "Ey parlayan Ra'nın sevdiği, Horus'un babası, İki ülkenin efendisi" diye monoton bir makamla lafa girdi "tüm insanların sahibi, buğdayı büyüten, ölen ama yaşayan; yüce efendi Osiris, zavallı kulunu dinle." Tanrı iç çekti. "Konuş." 7 Müziğin kademeli olarak azalması. YHN.
-163-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
"Ey güzel parlak kişi, ey yeşilliklerin efendisi, bu zavallı kulun sana bir huzursuzluktan bahsetmek ister." "Huzursuzluk mu?" Tanrı ölü yüzünü secdeye durmuş rahibe öylesine yaklaştırdı ki yaşlı hürmetkar neredeyse altına kaçıracaktı. "Benim krallığımda mı?" Rahip kekeledi. "İki hizmetkarınız, efendimiz, Tefy ve Mewat size tapanları kötü davranışları ile rahatsız ediyorlar. Şüphe yok ki siz rahiplerinizin tapınaklarda sarhoş olup taşkınlık yaparak zavallı dansözlere korku salmalarını istemezsiniz. Hem dediklerine göre, o ikisi özel dairelerinde daha da karanlık işler çeviriyorlarmış." Yaşlı rahip iki büklüm oldu. "Ben size sadece başkalarından duyduklarımı söylüyorum, Ey Uç Batının Kralı, sevilen ve ölümsüz Osiris." Tanrı, gülümsemesini maskesinin ardına gizleyerek arkasına yaslandı. Bu anlamsız bireyin kendisine yaklaşıp konuyu açabilecek cesareti toplaması için ne kadar zaman harcadığını merak ediyordu. Bir an için onu timsahlara atmayı düşündü ama bu rahip bir vatandaş mı yoksa kukla mı hatırlayamadı. Her halükarda bu çok zahmetli bir iş olurdu. Asasını ve topuzunu kaldırarak "Bu konuda düşüneceğim," dedi. "Osiris, en küçüğünden en büyüğüne kadar tüm hizmetkarlarını sever." Rahip "Kutsanmış kişi, Ölüm ve Yaşamın Efendisi," diye mırıldanarak gerisin geri süründü. Adam duruşunun zavallılığına rağmen bayağı iyi dayanmıştı, eğer bir vatandaşsa simülasyon becerileri çok gelişmişti. Tanrı onu timsahlara yedirmemekle iyi ettiğini düşündü, günün birinde işe yarayabilirdi. Tanrının kötü hizmetkarlarına gelince... yani, bu da onların işlerinin tanımı gereğiydi, değil mi? Tabii ki, o ikisi Tanrı'nın en sevdiği ve en güzel işçiliğe sahip olan tapınağından başka bir yerde kötülük yapsalar daha iyi olurdu. En iyisi tatillerini eski Şikago'da ya da Zanadu'da geçirmelerini sağlamaktı. Öte yandan, belki de sırf sürgün edilmekten fazlasını hak etmişlerdi. O şişkoyla sıska söz konusu olduğunda biraz disiplinin zararı olmazdı. Taht odasının arkalarından gelen bir davul gümbürtüsü ve tiz bir trompet çığlığı onu daldığı düşüncelerden uyandırdı. Oradaki gölgelerde sarı - yeşil gözler parlıyordu. "Sonunda," diyerek kollarını bir kez daha göğsünde kavuşturdu. -164-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Karanlıktan çıkan ve önünde rahiplerin, bir adanın etrafında iki kola ayrılan büyük bir nehir gibi yol açtıkları şey neredeyse on metre boyunda idi. Güzel, kahverengi bedeni kaslı, uzun uzuvlu ve canlıydı; ama boyundan ötesi bir hayvandı. Çakal kafası bir sağa bir sola dönerek rahiplerin kenara kaçışmalarını seyrediyordu. Dudaklar kıvrılarak uzun beyaz dişlerini açığa çıkardılar. Tanrı "Seni bekliyordum Ölüm Habercisi," dedi. "Fazla beklettin." Anubis, gelişigüzel bir jestle bir dizinin üzerine çöktü, sonra ayağa kalktı ve "Yapacak işlerim vardı," dedi. Tanrı kendini sakinleştirmek için derin bir nefes aldı. Bu yaratığa ve özel becerilerine ihtiyacı vardı. Bunu hatırlamak önemliydi. "İşler mi?" "Evet. Birkaç mesele." Uzun kırmızı dil ortaya çıktı ve köpek ağzını yaladı. Mum ışığındaki uzun azı dişlerinde kan lekelerine benzeyen izler parladı. Tanrı hoşnutsuzlukla yüzünü buruşturdu. "Senin anlamsız işlerin. Kendini gereksiz yere tehlikeye atıyorsun. Bu hoş değil." "Ne istersem yaparım, her zamanki gibi." Geniş omuzlarını silkerek parlak gözlerini tembel tembel kırptı. "Ama beni çağırdın ve ben de geldim. Ne istiyorsun, Büyükbaba?" "Bana böyle hitap etme. Bu hem terbiyesizce, hem de doğru değil." Yaşlı tanrı derin bir nefes daha aldı. Yıkıcılığını ve küstahlığını her fırsatta belirten haberciye tepki vermemek zordu. "Çok önemli bir şey keşfettim. Bir düşmanım varmış gibi görünüyor." Dişler bir an için yeniden parladı. "Onu öldürmemi istiyorsun." Tanrının keyifli kahkahası tamamen gerçekti. "Genç salak! Onun kim olduğunu bilsem ve seni onun izini sürmeye yollasam, o zaman onu düşmanım olarak nitelendirmem mümkün olmazdı. Kadın ya da erkek, her kimse." Yutkundu. Çakal, azarlanmış bir köpek gibi başını bir yana eğdi. "Öyleyse benden ne istiyorsun?" "Hiçbir şey, şimdilik. Ama yakında avlanman için bir sürü karanlık sokak ve o koca çenelerinde kırabileceğin bir sürü kemik olacak." "Görünüşe göre... keyfin yerinde büyükbaba."
-165-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
Tanrı gerildi ama sesini çıkarmadı. "Evet, keyfim yerinde. Denenmeyeli ya da en güçlülerle karşılaşmayalı o kadar çok oldu ki. Çok küçük bir pürüz yaratacak bile olsa birinin karşıma dikilip planlarımı bozmaya uğraştığını bilmek bana gerçekten zevk veriyor. Bu benim için büyük bir sınav ve direniş olmasaydı sanat da olmazdı." "Ama kiminle karşı karşıya olduğun konusunda en küçük bir fikrin bile yok. Belki de içeriden... Kardeşlik'ten biridir." "Bunu da düşündüm. Mümkündür. Pek sanmıyorum ama mümkündür." Yeşil - sarı gözler parladı. "Onu senin için bulurum." Bu kaba canavarı o tavuk kümesine salmak fikri kışkırtıcıydı ama işe yaramazdı. "Sanmıyorum. Sen benim tek hizmetkarım değilsin ve bilgi toplamak için daha gizli kapaklı yöntemlerim de var." Çakalın ses tonu edepsizleşti. "Yani sadece bana verecek bir işinin olmadığını söylemek için mi beni diğer işlerimden alıkoydun?" Tanrı mumya sargıları patlayıncaya kadar şişti, yüzündeki ölüm maskesi taht odasının yükseklerinden aşağı baktı. Binlerce rahip uyurken aynı kabusu gören insanlar gibi inlediler. Çakal geriye doğnı bir adım attı. "Ben çağırırım ve sen gelirsin." Ses boyalı tavandan yankılanarak gürlüyordu. "Vazgeçilmez olduğunu sanma, Habercü" Başını ellerinin arasına alan Çakal Tanrı dizlerinin üzerine çökerek acıyla ulumaya başladı. Rahiplerin inlemesi arttı. Uygun bir süre geçtiğine inandığı zaman Osiris elini kaldırdı ve acı çığlıkları durdu. Anubis titreyerek göbek üstü yere kapaklandı. Elleri ve dizleri üzerinde doğruluncaya kadar uzun dakikalar geçti. Başını önüne eğdi, dik kulakları tahtın önündeki yeri süpürüyordu. Tanrı normal boyutlarına döndü ve Anubis'in eğik sırtını tatmin olmuş bir şekilde seyretti. "Ama yine de sana verilecek bir görevim var. Gerçekten de iş arkadaşlarımdan biriyle ilgili ama gizli bir rakibi ortaya çıkarmaktan daha basit bir iş. Emirlerim sana şu anda gönderilmekte." "Minnettarım, Ey efendimiz." Çakalın sesi boğuktu ve dedikleri zar zor anlaşılıyordu. Adı - Abydos - Olan'da mum ışıkları parladı. Ölüm Habercisi bir görev daha almıştı.
-166-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Dread fiber kabloyu yuvasından çıkardı, koltuktan kurtularak yere serildi. Gözleri acıyla kapalı bir halde, banyoya doğru sürüklendi, küvetin kenarına tutundu ve öğle yemeği olan sarnıçta üretilmiş kebabı kustu. Midesi boşaldıktan sonra bile kasılmaya devam ediyordu. Kasılma geçince yutkunarak duvara yaslandı. Yaşlı adam daha önce böyle bir şeyi yapmayı hiç başaramamıştı. Biraz acı biraz morluk evet, ama böylesi daha önce hiç olmamıştı. Sanki bir iğne kulaklarının birine sokulup diğerinden çıkarılmıştı. Bir kovaya safra tükürdü, sonra zorlukla doğrulup dudaklarındaki ve çenesindeki sindirim sıvılarını yıkamak için kendini lavaboya doğru sürükledi. Birisi canını böyle acıtmayalı çok olmuştu. Bu konuyu düşünmesi lazımdı. Varlığının bir parçası, altı yaşında bir çocuğun suratına çekiçle vurduğunda yetkililerle tanışan içindeki sinmiş çocuk; yaşlı piçin gerçek ismini öğrenmek, gerçek dünyada nerede saklandığını bulmak sonra da onu jiletleyip derisini yüzmek istiyordu. Ama diğer parçası, çocukluktan çıkmış olan yetişkin kısmı, derinden ilerlemeyi öğrenmişti. Ancak her iki parçası da bu çıplak güç gösterisine hayran olmuşlardı. Bir gün o da en tepeye çıkarsa farklı davranmayacaktı. Zayıf köpekler diğer güçlü köpeklere kemik olurlardı. Kendi kendine çaresiz öfkenin insana engel olmaktan başka bir işe yaramadığını hatırlattı. Yaşlı adam her kimse, onun izini sürmek şeytana taşlar atarak cehenneme savaş açmaya benzerdi. O, Kardeşlik'teki büyük çarklardan biriydi, Dread'in bildiği kadarıyla belki de en büyüğüydü. Herhalde pis zenginlerin oturmayı sevdikleri, aşırı silahlı muhafızların koruduğu yeraltı barınaklarından birinde ya da netteki vurdulu kırdılı filmlerde gördüğü Malezyalı kötü adamlar gibi surlarla çevrili bir adada oturuyordu. Ağzında kendi mide asidinin tadını hissedince, Dread yeniden tükürdü. Şimdilik sabırlı olmalıydı. Öfke ancak dikkatle kontrol edilen bir yakıt olduğunda yararlı olabilirdi. Yaşlı Adam'ın istediklerini yapmaya devam etmek çok daha kolay ve akıllıca olurdu. Şimdilik. Bir gün gelecekti ve Çakal, efendisinin gırtlağına sarılacaktı. Sabır. Sabır. Başını kaldırdı ve aynada kendi görüntüsüne baktı. Kendini yeniden temiz görmek istiyordu, sert ve dokunulmamış. Uzun zamandır kimse kendini böyle hissetmesine yol açamamıştı ve daha önce bu-
-167-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
nu yapmaya kalkanlar ise şimdi ölüydüler. Onların da sadece ilk birkaçı hızlı ölmüştü. Sabır. Hata yapma. Nefesini düzenledi ve acıyan mide kaslarını kasarak doğruldu. Öne eğilip merceği yakın görüşe odakladı; karanlık, yassı gözlerle ona bakan kahraman acıyı yuttu. Durdurulamaz. Müzik yükselsin. Tüm gücüyle geri geliyor. Bir an için kusmukla lekelenen küvete baktı, suyu açtı ve kusmuk kahverengi bir girdap halinde aktı. Bunu düzelt, tüm küvet sahnesini düzelt. Konu bu değil. Durdurulamaz. En azından bu yeni iş GH'da olacaktı. O zengin geri zekalıların özel kıyafetli salaklıklarından bıkmıştı, en zavallı garibanın bile düşünmeye utanacağı fantezilerini sırf paralan var diye gerçekleştiriyorlardı. Bu işin gerçek riskleri olacak ve iş gerçek kanla sona erecekti. Bu iş en azından ona ve özel becerilerine layıktı. Ama hedef... kaşlarını çattı. Yaşlı Adam'a söylediklerine rağmen şu Kardeşlik kavgalarından birine bulaşmayı hiç istemezdi. Okuldayken nette gördüğü gibi komplolar düzenleyip birbirlerini zehirleyen kral ve kraliçelerin hareketleri fazlaca öngörülemez türdendi. Yine de böyle şeylerin gizli bir yararı vardı. Bırak birbirlerini öldürsünler. Bu sadece, onun işleri yöneteceği günün gelmesini hızlandıracaktı. Bir kez daha ağzını çalkaladı ve yine yatağına doğru yürüdü. Müziğine ihtiyacı vardı, dengesinin bozulduğunu hissediyordu. Müzik her şeyi doğru açıyla yerleştiriyor, hikayenin ilerlemesini sağlıyordu. Durakladı, kısacık bir an içine yerleştirilen cihazların az süre önce ona yaşattığı acıyı hatırladı. O, Dread'ti, seçtiği ad aynı zamanda seçtiği oyundu. Onun seçtiği. Hiçbir Yaşlı Adam onu korkutamazdı. Müziği başlattı. Acısız gelen sağlam bir esinti, sakin Konga davulları ve ağır ilerleyen bas. Üzerlerine bir dizi uzatılmış org akoru ekledi. Uğursuz ama serinkanlı. Müziği düşünmek. Müziği planlamak. Beni-asla-yakalayamazsın anlamına gelen müziğini. O şehir merkezindeki garaj şimdiden polis dedektifleriyle dolu olmalıydı; toz alıp ortalığı tarayan, kızılötesi resimler çeken, suçun kapalı devre kamera sisteminde niye belirmediğine şaşıran. Hepsi durmuş beyaz ve kırmızı paçavraları inceliyor olmalıydılar. Zavallı sürtük. Kimsenin orasına burasına dokunmasından hoşlanmazdı. -168-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Bir ölü daha, diyeceklerdi. Yakında tüm nette. Haberlerden birini seyretmeyi unutmamalıydı. Dread boş beyaz duvara yaslandı ve müzik etrafında bir nabız gibi attı. Biraz iş yapma zamanı. Yaşlı piçin ona yolladığı bilgileri açtı, sonra bazı görüntüler, önce haritalar sonra LEOS taramaları ve hedef bölgenin üç boyutlu görüntüleri. Diğer beyaz duvar arka planı oluştururken, önündeki havada ilahi hayaller gibi salınıyorlardı. Tüm duvarları beyazdı. Kendi resimlerinizi yapabilecekseniz başka resimlere neden ihtiyaç duyasınız ki?
-169-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
BÖLÜM 9
Çılgın Gölgeler
NET HATTI/HABERLER: Mayıs ayında en çok oy toplayan Beton Güneş (görüntü: patlamalar, beyaz paltolu adamlar koşturuyor) SO: Somut güneş dizisinin son bölümü, dünya çapında yüzde on altı reyting alarak (görüntü: Beyaz paltolu adam, tek bacaklı kadını öpüyor) Mayıs ayının en çok izlenen programı oldu. (görüntü: beyaz paltolu adam sargı bezlerinin içindeki köpeği taşıyarak su yolundan ilerliyor). KöprüVTünel adlı gecekondu yerleşiminde saklanan kaçak bir doktorun hikayesini anlatan dizi, dört yıldır gösterilen diziler arasında en yüksek reyting alanı oldu...
Renie başını sertçe çevirdiğinde test dokusu - kontrast renklerle oluşturulan domino tahtası gibi yerleştirilmiş sonsuz Izgaralar dizisi hafifçe dalgalandı. Kız yüzünü buruşturdu. Kafa setinin yanındaki çukurlardan birine dokunarak dolgudaki basıncı arttırdı. Başını salladı, şimdi görüntü sabitlenmişti. Ellerini kaldırdı ve sağ işaret parmağını kıvırdı. Parlak sarı renkli basit bir kafes olan Ön Izgara, olduğu yerde kaldı: tüm diğer ızgaralar, görülemeyen uzaklıklarda parçalanıp sonsuzluğun içine doğru tam bir intizam içinde uzayarak birbirlerinden bir parça uzaklaştılar. Parmağını biraz daha eğdi ve ızgaralar arası mesafe azaldı. Parmağını sağa salladı ve tüm ızgaralar yeniden durana dek, her kısmın kısa bir an dönmesiyle neon bir helezon yaratılarak tüm dizi devindi.
-171-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
!Xabbu'ya "Şimdi sen yap," dedi. Oğlan ellerini, vizörünün önüne üçüncü bir göz gibi takılmış sensör için her biri farklı bir mesafe ve duruş ifade eden bir dizi karmaşık hareketle dikkatlice oynattı. Renkli ızgaraların sonsuz sıraları dönüp büzüşerek, dörtgen yıldızlardan oluşan patlayan bir evren gibi, birbirleriyle bağlantılarını değiştirerek hareketine cevap verdiler. !Xabbu onu göremese de Renie başıyla onayladı, yalnızca test dokusu ve onu çevreleyen siyahlık görülebiliyordu. Kız "İyi" dedi. "Şimdi hafızamızı yoklayalım. Önlerden olmamak şartıyla, bu ızgaralardan istediğin kadarını al ve bir çokgen yap." !Xabbu dikkatle önündeki sıralardan seçimini yaptı. Geri kalanlar boşalan yeri doldurmak için ilerlerken, seçtiklerini alıp ortalarından katladı ve elde ettiği üçgenleri hızla çok yüzlü bir topa dönüştürdü. "İyi gidiyorsun." Kız hoşnuttu. Kendine çok fazla pay çıkaramazdı. !Xabbu kadar çalışkan bir öğrenciye hiç rastlamamıştı, oğlanda muazzam bir doğal yetenek vardı. Çok az insan onun kadar çabuk ve kapsamlı bir şekilde net ortamının doğadışı şartlarına uyum sağlayabilirdi. Oğlan "Artık bunu bir kenara bırakabilir miyim Renie?" dedi "Lütfen? Sabahtan beri hazırlık yapıyoruz." Kız parmaklarını şıklattı ve test dokusu yok oldu. Bir an sonra 360 derecelik gri renkli bir okyanusta iki şekilsiz sim olarak birbirlerine bakmaktaydılar. Kötü bir şey söylememek için dilinin ucunu ısırdı. Oğlan haklıydı. İç Bölge'ye basit bir bilgi toplama gezisine değil de sanki bir saldırıya hazırlanıyormuş gibi her şeyin üzerinden tekrar tekrar geçiyor ve yola çıkışı geciktiriyordu. Gerçi onlar gibi oraya ait olmayanlar için, İç Bölge'ye "basit bir seyahat" söz konusu olamazdı. Ne kadar iyi hazırlanmış olurlarsa olsunlar üstesinden gelemeyecekleri engeller çıkabilirdi ama kız aptalca ve önlenebilir bir hata yüzünden maskesiz yakalanmak ve dışarı atılmak istemiyordu. Hem Oyuncakkent'te yasadışı ve tehlikeli bir şeyler olup bitiyorsa, araştırmasının fark edilmesi suçluların önlem almasına ve Stephen'ı kurtarabilecek kanıtları yok etmelerine yol açabilirdi. "Kabalık etmek istemedim, Renie." !Xabbu'nun simi basit ellerini barışmak istercesine kaldırdı, dudaklarının kenarında mekanik bir gülümseme belirdi. "Ama sanırım bir şeyler yapmaya başlayınca sen de kendini daha iyi hissedeceksin." -172-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
"Belki de haklısın. Bağlantıyı kes ve çık." Her şey silindi. Kafalığının vizörünü kaldırdı ve Politeknik'in ciddi ama tohuma kaçmış koşum odası bir kez daha etrafını sardı. Buşman, sırıtarak kendi vizörünü kaldırıp gözlerini kırpıştırdı. Renie içgüdüsel olarak aklındaki hazırlık listesini bir kez daha gözden geçirdi. !Xabbu sınavlarını tamamlarken - ki hocasının söylediğine göre, hepsini beklendiği gibi kolaylıkla vermişti - sadece İç Bölge'ye girmeleri için sahte kimlikler hazırlamakla kalmamış, birkaç tane de yedek oluşturmuştu. Eğer işler kötüye giderse ilk kimliklerini, eskimiş bir deri gibi üzerlerinden atabilirlerdi. Ama bu işler kolay olmamıştı. İnternette sahte bir kimlik oluşturmak gerçek hayattaki kadar zordu ve neredeyse aynı şekilde yapılıyordu. Renie son birkaç gününün büyük kısmını netin kenarda köşede kalmış bölgelerini tarayarak geçirmişti. Lamda Çarşısı'nm karanlık sokakları sayılan yerlerde pek çok ne idüğü belirsiz kişi, her gün sahte kimlik hazırlıyordu ama en sonunda kız bu işi kendi başına yapmaya karar vermişti. İç Bölge'deki araştırmalarının sonucunda önemli bir şey yakalarlarsa işlerine burnunu soktuğu kişiler ilk olarak kaçak kimlik imalatçılarını sorguya çekerlerdi; bunlardan hiçbiri de işi ve belki de sağlığı tehlikedeyse bilgi vermekten çekinmezlerdi. Böylece, kafein ve şekerle doldurulmuş ve teorik olarak nikotin içermeyen sigaralardan fazlasıyla içerek eskilerin dediği gibi, biraz akisu yapmaya girişmişti. Yüzlerce belirsiz veri bankasını taramış, parçaları işine geldiği gibi birbirine eklemiş, savunmaları eskimiş ya da zayıflamış sistemlere yanlış veriler yüklemişti. İkisi için de yeterince sağlam sahte kimlikler oluşturmuştu ve işler ters giderse sigortalarının sağlam olduğunu umuyordu. Bu arada Bay J'nin Yeri hakkında da birkaç şey öğrenmişti, !Xabbu'yu sabahtan beri uğraştırıyor olmasının nedeni de buydu. İç Bölge kulübünün çok karanlık bir ünü vardı ve işlerine karışmak gerçek hayatta da hoş olmayan sonuçlar doğurabilirdi. İlk başlardaki sabırsızlığına rağmen, !Xabbu'nun kendisini beklemesi için onu ikna ettiğine memnundu. Hatta hazırlıklar için bir hafta daha beklenilebilirdi... Derin bir nefes aldı. Yeter. Dikkat etmezse, kapıyı kapattığından emin olmak için beş kere geri dönen takıntılı tiplerden biri olacaktı. "Tamam," dedi. "Hadi yola koyulalım." -173-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
Her ikisi de kullanıcılarına SG'de yeterince hareket serbestliği sağlaması ve gerçek duvarlara çarpıp düşerek canlarını acıtmalarını engellemesi için, bağlar ve kasnaklarla tavandan sarkıtılmış koşumları ile son birkaç test yaptılar. Kasnaklar onları yukarı çektiğinde duvarları dolgularla kaplanmış odada kuklacının boş gününde asılı bıraktığı kuklalar gibi yan yana sallanıyorlardı. "Ne söylersem, soru sormadan yap. Hata yapma lüksümüz yok, kardeşimin hayatı söz konusu olabilir. Sana istediğin cevapları dönünce veririm." Renie koşum bağlarındaki kabloların hiçbirinin kullanım esnasında gevşemeyeceğinden emin olmak için bir kez daha kontrollerini yaptı ve sonra vizörünü örttü; onu bekleyen netin griliğinde görüntüler parladı. "Ve unutma, İç Bölge'de özel konuşma hattı olsa da kulüpte olmayabilir, içeri bir kez girdikten sonra birilerinin dinliyor olabileceğini unutmamalısın." "Anlıyorum, Renie." Oğlanın sesi keyifli çıkıyordu, ona iki kez şunu yap bunu yapma nutkunu çektiği göz önüne alınırsa bu şaşırtıcıydı. Kız ellerini salladı ve gittiler. İç Bölge kapısında renkli ve gürültülü bir kalabalık bekleşiyordu. Kalabalığın çok dilli ricalarının yaygarası kulağında acı verecek şekilde gürlediğinde, hiçbir şeyi kaçırmamak için algı reseptörlerinin sesini fazla açmış olduğunu fark etti. Bileğini bir kez oynatmasıyla havada dönen bir parmak sesi katlanılabilir bir seviyeye indirdi. Renie'yi yerinde zıplatan sabırsız bir bekleyişten sonra nihayet sıra onlara geldi. Görevli bayan şaşılacak derecede kibardı, sorun çıkarmak istemezmiş gibi görünüyordu. Sahte kimliklerini inceledikten sonra kimlik bilgilerinde belirttikleri ziyaret nedenlerinin hâlâ geçerli olup olmadığını sordu. "Geçerli. Şikayet aldığımız bir yerleşimi kontrol edeceğim." Renie'nin sahte kimliğine göre o Nijeryalı büyük bir programlama şirketi için çalışıyordu ve !Xabbu da onun stajyeriydi. Şirket Renie'nin keşfettiğine göre çok dikkatsiz kayıtlar tutan bir hız ayarı fırmasıydı. "Peki ne kadar zamana ihtiyacınız olacak Bay Otepi?" Renie şaşakalmıştı, gerçek kibarlık! Net bürokratlarının bu kadar uysal olmasına alışık değildi. Yeni bir hiper - güncel müşteri hizmetleri kuklası ile karşı karşıya olup olmadığını anlamak için gülümseyen -174-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
sime dikkatle baktı. "Söylemesi zor. Basit bir sorun varsa ben halledebilirim ama sorunu bulmak için neler olduğunu kontrol etmeliyim." "Sekiz saat?' Sekiz! İç Bölge'ye o kadar uzun süre girebilmek için birkaç bin kredi ödemeye hazır insanlar tanıyordu, aslında işlerini bitirdiklerinde zaman kalırsa gidip onlardan birini bulmak fikri de çekiciydi. Biraz daha vakit almaya çalışsa mı diye düşündü, belki durmadan para tüküren bir kumar makinesi gibi bu kukla da bozuktu ama şansını fazla zorlamamaya karar verdi. "Bu süre yeterli olur." Kısa bir süre sonra içerideydiler ve anıtsal Giriş Kapısı meydanının zemininde süzülüyorlardı. !Xabbu'ya özel hattan "Farkında değilsin ama," diyordu "Biraz önce bir mucizeye tanık oldun." "Nasıl yani!" "Yapması gerekeni yapan bir bürokratik sistem." Oğlan, Renie'nin seyahat için hazırladığı siminin yüzünü aydınlatan yarım bir gülümsemeyle ona döndü ve "İçeride yasal bir işleri nin olduğunu iddia eden sahte kimlikli iki kişiyi içeri bırakmak mı yanil" dedi. Kız, "Komedyenleri kimse sevmez" diye belirtti ve özel hattan çıktı. "Artık rahatız. Şimdi özel bağlantı noktaları dışında istediğimiz yere gidebiliriz." !Xabbu meydanı gözden geçirdi. "Buradaki kalabalık Lamda Çarşısı'ndakinden farklı görünüyor. Yapılar da daha görkemli." "Çünkü burada güç merkezine daha yakınsın. Buradaki insanlar istediklerini yapabiliyor, çünkü bu lüksleri var." Havaya savrulan bir kara kül dumanı gibi aklından bir düşünce geçti. "Buradaki insanlar ne yaparsa yapsın başlarına bir şey gelmez. Ya da öyle olduğunu sanıyorlar." Stephen bir hastanede komada yatıyor ve ona zarar verenler ortalıkta serbestçe dolaşıyordu. Asla tam olarak sönmeyen öfke ateşi yeniden parladı. "Haydi gidip Oyuncakkent'e bir göz atalım." Ninni Yolu geçen sefere göre çok daha kalabalıktı, sanal ortam neredeyse kaynıyordu. Şaşıran Renie neler olduğunu anlayabilmek için !Xabbu'yu bir yan sokağa çekti. Kalabalık sokağın ağzından aynı yöne doğru akarak geçti, herkes şarkılar söyleyerek bağırıyordu. Bu bir çeşit tören alayı olmalıydı. Simler bir sürü tuhaf biçime bürünmüşlerdi: aşırı büyük, aşırı küçük, -175-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
fazladan uzuvlu, hatta bütünmüş gibi hareket eden bağlantısız beden parçaları. Cümbüşe dahil olanlardan bazıları kız onları iyice göremeden şekil değiştiriyordu: durmadan incelen mor saçlı bir şeklin yarasa kanatları gözlerinin önünde dağılarak uçuşan gümüşi tül yapraklarına dönüştüler. Pek çok katılımcı sürekli yeni uzuvlar geliştiriyor, kafalarını değiştiriyor, suya dökülen eritilmiş balmumu gibi fantastik biçimler alarak kıvrılıyorlardı. Kız Oyuncakkent'e hoş geldinizdiye düşündü. Görünüşe bakılırsa Hieronymous Bosch8 cemaatinin son toplantısına tam vaktinde yetiştik. Buşman'ı manzarası daha iyi olan en üst kata çıkardı. Kalabalıktaki birkaç kişi üzerinde "Özgürlük!" yazan parlak pankartlar taşıyor, bazıları da ateşten harflerle yazılmış aynı kelimeyi başlarının üzerinde tutuyorlardı. Bir grupsa 'Mutasyon günü' nün harflerini oluşturacak şekilde yürüyen harfler dizisine dönüşmüştü. Alaya katılan simlerin çoğunun tasarımı oldukça aşırı olmasına rağmen, aynı zamanda oldukça da istikrarsızdılar. Bazıları, pek de özellikle yapılıyor gibi görünmüyorsa da, düzensiz yüzeyler ve çizgiler halinde parçalanıyorlardı. Diğerleri ise yürürken arada bir titreşiyor, bazen de tamamen ortadan yok oluyorlardı. Kız, ev işi programlama diye düşündü. Kendi simini kendin yap tarzı. Sonra da !Xabbu'ya "Sanırım bir şeyi protesto ediyorlar" dedi. Oğlan, çizgi karakter yüzünde ciddi bir ifadeyle havada salınırken "Kimi ya da neyi protesto ediyorlar?" diye sordu. "Cisimleşme yasalarını sanırım. Ama burada takılabildiklerine göre bu konuda çok sıkıntı yaşıyor sayılmazlar." Kız küçük alaycı bir ses çıkardı. "Anne babaları giyinip süslenmelerine izin vermiyor diye şikayet eden zengin aile çocukları. Hadi gidelim." Alayın yanından kendilerini hızla ışınlayarak Ninni Yolu'nun kısmen tenha sayılan diğer ucuna geçtiler. Göz alıcı sokak tiyatrosu olmayınca mahallenin çökmüş hali hemen göze batıyordu. Son ziyaretinden beri erişim noktalarının çoğu daha da eskimişti, sokağın iki yanı iskeletimsi renksiz binalarla kaplıydı. 8 Hieronymous Bosch, 1450 - 1516, Hollandalı Ressam, Dünyevi Zevkler Bahçesi'nin
(Garden of Earthly Delights) yaratıcısı. YHN. -176-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Nihayet, uzaktan gelen canlı bir müzik havaya yayıldı ve onları sokağın ucundaki cafcaflı bir parıltıya doğru çekti. Bu puslu ortamda, Bay J'nin Yeri'nin nabız gibi atan korkunç canlılığı daha da meşum görünüyordu. !Xabbu ufak kuleli dev yapıya ve etobur sırıtışa bakakaldı. "Demek burası." Renie "Öze/ hattı aç" diye hırladı, "birilerine cevap vermen ge rekmedikçe de orada kal. Cevabım bitirir bitirmez özel hatta geri dön. Cevap vermede gecikirsen endişelenme, eminim içeride refleksleri ye rinde olmayan bir sürü insan vardır." Kulübün ön cephesinin parıldayan kıpırtısını seyrederek yavaşça ileri doğru süzüldüler. !Xabbu "Niye etrafta kimse yok? diye sordu. "Çünkü burası İç Bölge 'nin manzaralı kısımlarından sayılmaz. Herhalde Bay J'nin Yeri'ne gelenler kendilerini doğrudan içeri ışın latıyordur. Hazır mısın? " "Sanırım. Sen hazır mısın" Renie duraksadı. Soru alaycı gibiydi ama bu Buşman'ın tarzı değildi. Çok gergin olduğunu ve sinirlerinin tel tel titrediğini fark etti. Sakinleşmeye çalışarak birkaç derin nefes aldı. Girişteki dişli ağız bir şeyler vaat edermişçesine kırmızı dudaklarını araladı. Buraya ilk zamanlar Bay Jingo'nun Gülümsemesi denmişti. Niye ismini değiştirdikleri halde o korkunç yüzü olduğu gibi bırakmışlardı. !Xabbu birdenbire "Burası kötü bir yer" "Biliyorum. Bunu sakın aklından çıkarma." Kız parmaklarını büktü. Anında kendilerini gölgeli bir girişte buldular, mekan duvar yerine altın çerçeveli karnaval aynalanyla çevrelenmişti. Odayı gözden geçirmek için döndüğünde, belirtisizliğin -karmaşık SG ortamlarına özgü, eylemin başlangıcı ile gerçekleştirilmesi arasındaki anlık oynamanın- burada çok düşük, gerçek hayatın hatasız sayılabilecek bir kopyası olduğunu fark etti. Detayların inceliği de etkileyiciydi. Girişte var olan tek şey aynalar değildi, cümbüş halindeki binlerce hayalet etraflarını sarmış; erkek ve kadınlar, çoğu insandan çok hayvana benzeyen şekiller, hepsi kendi simlerinin çarpılmış yansımaları etrafında sıçrayıp oynuyorlardı. Yansımaları kendilerinden hoşnut görünüyordu.
-177-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
"Bay J'nin Yeri'ne hoş geldiniz." Ses garip aksanlı bir İngilizce konuşuyordu. Aynaların hiçbirinde sese uygun bir görüntü yoktu. Renie arkasını dönünce zarif giyimli uzun boylu gülümseyen beyaz bir adamın arkalarında durduğunu fark etti. Adam eldivenli elini kaldırdı ve aynalar, üçünü sonsuz bir siyahlığın ortasındaki tek bir ışık sütunun içinde bırakarak kayboldular. "Sizi aramızda görmek ne güzel." Adamın sesi, sanki kulağının içine fısıldanıyormuş gibi çok yakından geliyordu. "Nereden geliyorsunuz?" Renie, biraz nefes nefese "Lagos" dedi. Erkek sahte kimliğine uyması için bir oktav kalmlaştınlan sesinin adama da kendi kulağına geldiği kadar cırtlak gelmediğini umuyordu. "Biz... biz bu yerin methini çok duyduk." Adamın gülümsemesi genişledi. Kısa bir reverans yaptı. "Dünya çapındaki ünümüzden gurur duyuyoruz ve Afrika'dan gelen dostlarımıza hoş geldiniz deriz. Yaşınız, tabii ki yasal sınırlamanın üzerinde, değil mi?" "Tabii ki." Kız dijital parmakların o daha lafını bitirmeden sahte kimliğini kurcaladığını biliyordu ama çok da inceliyor olamazlardı çünkü müşterileri geri çevirmek böyle bir yerin işine gelmezdi. "Arkadaşıma îç Bölge'yi gezdiriyordum, daha önce buralara hiç gelmemiş." "Muhteşem. Onu doğru yere getirdiniz." İyi giyimli adamın onları oyalaması sona erdiğine göre kulübe girişleri onaylanmıştı. Adam teatral bir jest yaptı ve dumanlı kırmızı bir ışıkla kanayan bir dikdörtgen gibi karanlığın içinde bir kapı açıldı. Dışarı taşan sesler; gürültülü müzik, kahkahalar, yükselip karaya çarpan ses dalgalarıydı. Adam "Ziyaretinizin tadını çıkarın" dedi. "Bizi arkadaşlarınıza da tavsiye edin." Sonra adam yok oldu, kendilerini eflatun pırıltıya doğru sürüklenirken buldular. Müzik muazzam ama görünmez bir enerji kaynağının hortumları gibi onlara uzanıyordu. Boru sesine benzer gürültülü bir müzik kulağa geçen yüzyıldan kalma hareketli bir swing-caz parçası gibi geliyordu ama iz süren vahşi bir hayvanın kalp atışı gibi gizli ritimler derinlerde kıpırdanıyor, sesler garip hıçkırıklar ve kaymalarla dalgalanıyordu. İnsanın içine işliyordu: Renie daha sözleri anlayamadan melodiyi mırıldanmaya başladığını fark etti ama sözler de vaktinde belirdiler: "Hayrete düşmeye gerek yok' -178-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Orkestra arka planda bangırdayıp diğer sesleri bastırırken birisi de ısrarla şarkı söylüyordu, Gülümseyen bir yüz yeterince davetkardır Blöf yok! Yani sen de getir neyin varsa kutlamaya... Mekan inanılmaz derecede büyüktü, kırmızıyla aydınlatılmış canavar gibi bir sekizgen. Her biri birer gökdelen kadar geniş olan sütunlar gölgelere karışarak yukarılara doğru uzanıyorlardı. Sütunlara biçim veren dikey ışık huzmeleri giderek birbirlerine yaklaşıyor ve mesafe onları sıkıştırdıkça kesintisiz parlak çizgilere dönüşüyordu. Yüksek tavanın ışıkların bile aydınlatamadığı kısımlarında havai fişekler sonu gelmez parlaklıklarıyla karanlığı yarıyordu. Dumanlı havayı tarayan spot ışıkları hızla hareket eden parlak kınnızılıkları kadife duvarlarda sürüklüyordu. Sütunların arasına yüzlerce çardak serpiştirilmiş, kıvrılan duman bulutlan görüntüyü bulanıklaştırarak en az on iki kat boyunca sıralanan balkonları dolduruyordu. İlk katın parlak zemini sonsuz bir mantar ormanını andıran masalarla kaplanmıştı ve gümüşi kıyafetli şekiller masaların arasında bir langırt oyununun topları gibi gidip geliyordu. Hepsi cıva gibi hızlı ve hareketli bin, iki bin, belki de daha fazla garson koşturup duruyordu. Devasa odanın ortasındaki orkestra, yere yatırılmış bir dönme dolap gibi parlayan ve dönen, havada süzülen bir tekerleğin üzerindeydi. Müzisyenler gayet resmi, siyah beyaz takımlar giyiyordu ama hiç de resmi bir halleri yoktu. Çizgi film karakterleri gibi ince ve iki boyutluydular. Müzik bangırdarken şekilleri dalgalanıyor ve çılgın gölgeler gibi titreşiyordu; bazıları da yuvalarında dönen gözleri en tepelerdeki balkonlara ulaşıncaya dek büyüyorlardı. Parlak mezar taşı dişler, çığlıklar atarak daha güvenli bir yer aramak için koştururken gülen müşterilere uzanıyordu. Sadece şeffaf beyaz bir elbise giymiş ve dönen sahnenin en ucunda duran şarkıcının ölçüleri değişmiyordu. Gölgemsi müzisyenler onun etrafında dalgalanırken o bir radyum parçası gibi parlıyordu. "Bir yana at korkunu" -179-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
Şarkısını söylüyordu, sesi sert ama bir şekilde cezbediciydi, geç vakte kadar yatmamaya zorlanan, büyüklerin sarhoş olup garipleşmesini seyreden bir çocuğunki gibi titrekti. Bir çeşit baygınlığa kay - itiraz yok! Otobüs Bizi ulaştıracak parti durağına... Şarkıcı çılgınca uzayıp kısalan orkestranın ve devasa mekanın ortasında sadece bir ışık noktasıydı ama Renie gözlerinin uzun dakikalar boyunca başka bir şey görmez olduğunu fark etti. Solgun yüzünün ortasındaki kocaman siyah gözleri kadının bir iskelete benzemesine neden oluyordu. Boyunun yarısı uzunluğundaki beyaz saç şelalesi kollarının altından itibaren dalgalanan ve ona bir çeşit egzotik kuş havası veren beyaz elbisesine karışıyordu. Şimdi doğruca otur Kaşlarını çatma! Oyuncakkent 'in şerefine kadeh kaldır! Bir şarkı seç, Sen de söyle Düzgün duran her şey dönecek tepe üstü . . . Şarkıcı, zonklayan ritmin darbelerine uyarak boraya kapılmış bir güvercin gibi bir ileri bir geri sallanıyordu. Koca gözleri kıvanç benzeri bir duyguyla kapanmış gibiydi ama kadının içinde bulunduğu ruh hali daha farklıymış gibi görünüyordu; Renie kafese kapatılmış bir insana bu kadar benzeyen birine hayatında hiç rastlamamıştı ama şarkıcı yine de parıldıyordu. Fazla enerji aktaran bir ampul gibi her an patlayabilirdi. Yavaşça, neredeyse istem dışı bir hareketle, Renie !Xabbu'ya uzandı. Oğlanın elini buldu ve parmaklan ile kavradı. "İyi misin?" "Oldukça... oldukça bezdirici bir yer. " "Öyle. Hadi... hadi bir dakika oturalım. " Oğlanı uzaktaki bir duvar boyunca sıralanan çardaklardan birine götürdü, gerçek hayatta bu yol dakikalar alırdı ama şimdi sadece bir-180-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
kaç saniye sürmüştü. Orkestradaki tüm müzisyenler el çırpıp baykuş gibi sesler çıkararak, kocaman ayaklarıyla sallanan sahneye vurarak, şarkı söylüyordu; müzik o kadar gürültülüydü ki, devasa bina her an kafalarına çökecek gibiydi. Kalbini şüpheden kurtar! Tüm ulus - devletlerin Havvaları ve Ademleri Kendinizi muhteşem hissedin! Bir federasyon yaratınca... Müzik şiddetlendi ve spot ışıkları, çit örgüleri gibi birbirlerinin içinden geçen ışınlar yayarak daha da hızlandılar. Davullar top ateşi gibi takırdadı, üflemeliler son bir patlama ile sarsıldı ve sonra orkestra yok oldu. Kocaman odayı derin bir alkış ve bağrış sardı. Renie ve !Xabbu kabarık kadife koltuklara tam çökmüşlerdi ki, yerden birkaç santimetre yukarıda süzülen bir garson önlerinde belirdi. Üzerinde krom renkli, üstüne oturan bir smokin vardı. Adamın sim bedeni eski zamanlardan kalma bir bereket tanrısına göre şekillendirilmişe benziyordu. Garson "Selamlar, sürüngenler" diye kelimeleri uzatarak konuştu. "Nasıl bir şey istersiniz?" Renie "Biz bu simlerle bir şey yiyip içemeyiz." dedi. "Başka neleriniz var?" Adam kıza bilgiççe ve hafiften eğleniyormuşçasına bir baktı, parmaklarını şıklattı ve ortadan yok oldu. Ardında, ışıltılı şeffaf bir not gibi parlak harflerle yazılmış havada asılı duran bir mönü bırakmıştı. !Xabbu şaşkınlıkla "'Duygular' başlıklı bir liste bu, " dedi. "Ke der; hafiften yoğuna kadar. Mutluluk; sakin memnuniyetten şiddetli keyfe kadar. Başarıya ulaşmak. Sefalet, iyimserlik. Çaresizlik. Hoş süpriz. Delilik... " Oğlan Renie'ye baktı. "Bunlar da nedir? Ne anlama geliyorlar?" "Genel iletişim hattından konuşabilirsin. Kimse bunların senin ya da benim için yeni olmasına şaşırmayacaktır. Unutma, biz büyük sanal şehre manzara seyretmeye gelmiş, Nijeryalı bir çift köy çocuğuyuz." Hattı değiştirdi. "Sanırım bunlar simüle ettikleri algılar. Eddie, yani o tanıdığımız tip var ya, bize ekipmanın yetersiz bile olsa
-181-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
burada sana duyusal deneyimler yaşatabildiklerini söylemişti. En azından yapabildiklerini iddia ediyorlar." "Şimdi ne yapacağız?" Muazzam odanın ortasında, Buşman'ın simi, sanki tüm hareketin ve yaygaranın ağırlığı altında eziliyormuş gibi daha da ufak görünüyordu. "Nereye gitmek istersin?" "Düşünüyorum." Kız, önlerinde asılı duran, pek az hususi alan sunan ve pek güven telkin etmeyen kelimeler perdesini oluşturan ateşli harflere bakıyordu. "Aslında biraz sükunet iyi olurdu. Tabii paramız yeterse." Hâlâ aynı çardaktaydılar ama renkler sessiz toprak renklerine dönüşmüş, çardak da artık sakin galerideki küçük odalardan biri haline gelmişti. Kemerli kapı aralığından, yine kemerli taş yolların ortasına yerleştirilmiş geniş mavi bir havuza bakılıyordu. !Xabbu "Ne güzel," dedi. "Ve buraya... şıp diye geldik..." sim parmaklarını şıklattı ama ses çıkmadı. "Paramız da hesabımızdan aynı anda şıp diye aktı. Burası masandaki gürültüyü azaltmanın kıyıda köşede bir oda kiralamaktan daha pahalı olduğu sanal dünyadaki tek kulüp olmalı. Sanırım insanları hizmetlerini kullanmaya teşvik etmek istiyorlar." Renie sırtını dikleştirdi. Havuz insanı ipnotize ediyordu. Yosunlu tavandan düşen damlalar, birbirine karışan yuvarlak halkalar oluşturarak meşalelerin aydınlattığı duvarlarda bulanık yansımalar oluşturuyordu. "Biraz bakınmak istiyorum. Diğer kısımlarının nasıl olduğunu görmek istiyorum." "Buna paramız yeter mi?" Kız özel iletişim hattına geçti. "Bu sahte kimliğin hesabına biraz kredi yatırdım ama çok değil, öğretmen maaşları pek yüksek değil. Ama bunun parasını vermemizin tek sebebi bunu istemiş olmamız. Sadece ortalıkta dolanırsak, hesabımızdan para çekmeden önce bizi uyarmaları gerekir." !Xabbu'nun yüzü, bir sim gülümsemesi ile gerildi. "Sen bu yerin sahiplerinin pek çok şeyi... yapabileceklerini düşünüyorsun ama müşterilerini aldatacaklarına olanak vermiyor musun? " Renie, adamların neleri yapabilecek tipte oldukları konusunu özel hatta bile tartışmak fikrinden hoşlanmadı. "Kimse, herkesi aldata rak iş dünyasında barınamaz. Bu böyledir. Victoria civarındaki, Bro derbund kulüpleri bile, fazla yukarıdan atıp masa altından kafası -182-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
güzel tiplerle ve uyuşturucu bağımlılarıyla iş yapıyor olabilirler ama yine de bazı konularda prensipli davranmaları gerekir." Ayağa kalktı ve genel hatta geçti. "Hadi gel, biraz bakmalım." !Xabbu'yla birlikte havuzu çevreleyen yürüyüş yoluna geçtiklerinde huzurlu suların derinliklerinde bir ışık parlamaya başladı. "Bu taraftan" Kız ışığa doğru yürüdü. "Ama... " !Xabbu arkasından bir adım geldiğe durdu. "Bunların hepsi hayal. Bunu unutma. Ve evrensel SG ara sembollerden vazgeçmedilerse bu bize çıkış yolunu gösteriyor demektir." Kız bir adım daha attı, duraksadı, sonra dizlerinin üzerine çöküp daldı. İniş uzun sürdü. Politeknik'teki gerçek bedeni yatay konumda koşumlara bağlıydı, yani hiçbir fiziksel düşme hissi yaşamıyordu ama burada, Sakin Galeri'de parlak mavi yarı saydamlığın ona doğru yaklaştığını gördü, sonra suya çarpışının etrafında yarattığı köpük girdabını izledi. Derinliklerde bir ışık halkası parlıyordu. Oraya doğru ilerledi. Bir an sonra, !Xabbu yanındaydı. Balıklama dalmış olan Renie'nin tersine, oğlan çivileme atlamayı seçmişti. Oğlan "Ne... " diye başladı ve güldü. "Konuşabiliyoruz!" "Bu su değil. Bunlar da balık değil." Kuyrukları fiskeler vuran, yüzgeçleri küçük pervaneler gibi dönen şekillerden oluşan yanardöner renkli bir balık sürüsünün oluşturduğu kocaman bir bulut etraflarını sararken !Xabbu yeniden kıkırdadı. Pulları parlak siyah, sarı ve kırmızı çizgilerle desen oluşturan bir tanesi geri geri yüzerek Buşman'ın önüne geçtiğinde burnu neredeyse onun burnuna değiyordu. Oğlan "Harika!" dedi ve balığa uzandı. Balık döndü ve ok gibi fırlayıp gitti. Kapı hâlâ parlıyordu ama etraflarındaki su kararıyor gibiydi. Havuzun, daha doğrusu simülasyonun farklı bir aşamasına gelmişlerdi, Renie altlarındaki taşlar, beyaz kum ve dalgalanan büyük kahverengi yosun ormanlarının kapladığı deniz zeminini görebiliyordu. Hatta ormanın gölgeli derinliklerinde bir an için; elleri, parmakları ve parlak gözleri olan ama aynı zamanda bir okyanus avcısının parlak kuyruğuna da sahip insan benzeri bir yaratık gördüğünü bile sandı. Kulaklıklarına pompalanan su şıpırtılarının gerisinde, daha derin bir ses, bir çeşit şarkı vardı. Bunu rahatsız edici buldu; bir el hareketiyle !Xabbu ile kendini parlayan çıkışa yönlendirdi. -183-
TAD WILL1AMS OTHERLAND
Yaklaşan ışık halkası, her biri farklı bir renkte olan parlak ışık zincirleri oluşturdu. !Xabbu'ya "Birini seç," dedi. Oğlan bir işaret yaptı ve kırmızı halka daha da fazla ışıdı. "Cehennem ve diğer aşağı Cinsiyetsiz sakin bir ses kulaklarına odalar" diye mırıldandı. !Xabbu ona baktı, kız sırtındaki rahatsızlık verici ürpertiye rağmen başıyla onayladı. Bu tam da Stepnen gibi gençleri çekecek yerlerden biriydi. !Xabbu halkaya yeniden dokundu ve tüm halkalar zinciri eriyik kırmızısına dönüştü, genişledi, taşarak üzerlerine aktı, öyle ki bir an için karanfil kırmızısı bir ışığa boğulmuş bir tünelin içinde kaldılar. Parıltı azaldığında artık daha bulanık olan suyun altındaydılar. Renie ilk önce geçişin çalışmadığını sandı. !Xabbu, parmağıyla işaret ederek "Yukarı bak," dedi. Üzerlerinde, yekpare kırmızı bir yuvarlaklık şeklinde ölen bir güneş gibi başka bir ışık halkası vardı. "Suyun derinliklerinden bakınca gök böyle görünür" oğlan nefes nefese kalmış gibiydi. "O zaman gidelim." Bir an için, sığ nehir deltalarının ve bataklıkların çocuğu olan !Xabbu'nun derin sular hakkındaki bilgisini nereden aldığını düşündü ama sonra düşünceyi bir kenara bıraktı. Belki de Durban'daki halka açık havuzlarda yüzmüşlüğü vardı. Yosun ormanlarının arasından süzülerek kırmızı ışığa doğru çıktılar. Yosunlar kara ve dikenliydiler, arada sırada yollarına çıkan su çalılıkları ışık halkasını görmelerini tamamen engelliyor ve onları garip bir su altı alacakaranlığında bırakıyordu. Su, altlarındaki çentikli okyanus yüzeyinde su baloncukları çıkartan buhar yarıklarından dolayı bulanıktı. Giriş yerlerini gösterebilecek tüm belirtiler kaybolmuştu ama kız yönlerini !Xabbu'yla birlikte değiştirirlerse Sakin Galeri'ye giden yola dair bir ipucuna rastlayacaklarından emindi. Fiziki varlığı bile olmayan sayılardan sert naylonumsu yüzey dokularının nasıl oluşturulabildiğine bir kez daha şaşarak yosunların kancalı kollarına dokundu, üstelik siminin eldivenindeki basınç reseptörlerine aktarılırsa, hissedilebilir her varlığın izleniminin sanal ortamda yaratılabildiğini biliyordu. !Xabbu koluna yapışarak onu yana doğru çekiştirdi. "Bak!" sesinde gerçek bir panik vardı. Kız, oğlanın işaret ettiği yöne doğru aşağı baktı. -184-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Buharlar çıkan derinliklerde kocaman ve karanlık bir şey hareket ediyordu. Renie yumuşak bir sırt ve bedenine göre fazla büyük görünen garip bir şekilde uzamış bir kafayı zar zor seçebildi, yaratık içeri girmiş oldukları noktaya yakın bir yerde taşlı zeminde kayıyordu. Yaratık köpekbalığı ve timsah karışımı bir yaratığa benziyordu ama ikisinden de büyüktü. Ortalığı tarayan ağzın on iki metre arkasındaki uzun silindirik beden karanlıkta kayboluyordu. "Kokumuzu alıyor!" Kız oğlanın ellerini ellerinin arasına alıp sıktı. Onunki kadar hızlı çarpan kalbine rağmen kararlı bir şekilde "O gerçek değil," dedi. Yaratık menfezleri koklamayı bırakmış tembel tembel yukarı doğru ilerliyordu ama izlediği dairesel rota yüzünden onu arada bir gözden kaybediyorlardı. Kız özel hatta geçti. "\Xabbu! Elimi hissediyor musun? Bu eldivenin altındaki benim gerçek elim. Bedenlerimiz Politeknikteki koşum odasında. Sakın unutma." !Xabbu'nun simi gözlerini sıkı sıkı kapatmıştı. Renie daha önce de böyle durumlar görmüştü, iyi kalite bir simülasyondaki korkunç bir deneyim, gerçek hayattaki kadar sarsıcı olabilirdi. Arkadaşının elini sıkı sıkı tuttu ve çıkışlarını hızlandırdı. Bir sürat treni kadar hızlı ve büyük bir şey az önce bulundukları yerden hızla geçti. Kızın kalbi ağzına gelmişti. Sonuna kadar açılmış diş dolu bir ağza ve kafası kadar büyük bir göze, bir de altlarından geçerken sonu gelmek bilmeyen karanlık parlak bir bedene bir göz atma fırsatı bulmuştu. Yukarı çıkış hareketlerini daha da hızlandırdı ve sonra da, !Xabbu'yu yapmaması konusunda uyardığı şeyi kendisi yaptığı için kendine kızdı; Gerçek Hayat mantığı ile hareket etmek. Dışarı zıpla yeter, seni salak! Bu gerçek su değil, yani yüzmek zorunda değil sin. Simülasyon olsun olmasın bu şeyin yakaladığı insanlara ne ya ptığını öğrenmek istiyor musun? Serbest elini oynattı ve kırmızı yuvarlak çarpıcı bir şekilde genişledi; sanki su yüzeyi kendini onlara doğru, aşağı itiyordu. Kısa bir an sonra buhar ve kızıl bir yağmur karmaşası içindeki oluşumunu henüz tamamlamamış geniş bir gölün üzerinde aşağı yukarı salınıyorlardı. Hâlâ deneyimin etkisinden kurtulamamış olan !Xabbu, suyun üzerinde kalmak için kollarını çırparak batıp çıkıyordu, oysa o anda bulunduğu konumu kendi hareketlerinden çok Renie'nin kontrolü belirtiyordu. -185-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
Kocaman parlak bir hörgüç, su yüzeyini yararak hızla üzerlerine gelmeye başladı. Renie !Xabbu'nun elini yeniden sıktı ve bir yandan da, onu ve kendini iki yüz metre ilerideki kıyıya doğru çekmeye başladı. Ama kıyı yoktu. Karanfil kırmızısı ışığın altında parlayan su, siyah mermer duvarlara çarpıp yukarı akıyor, arkası kesilmeyen ve dumanı tüten bir yağmur halinde geri dökülmeden önce, kocaman tabakalar halinde tıslayıp kaynayarak sarkıtlarla bezeli tavana sıçrıyordu. Gözleri neredeyse hiçbir şey seçemeyen Renie ve !Xabbu, başarıyla simüle edilmiş taş duvara şiddetle çarparak gölün kenarında acı içinde kalakalmışlardı. Hörgüç yeniden meydana çıktı ama bu kez ona ait olan kafa da kıvrımlı buharın arasından yükselerek avını ararcasına sağına soluna bakınmaya başladı. Renie bir an için olduğu yerde donakaldı. Muazzam bir beden olduğunu düşündüğü şey yaratığın sadece boynuydu. Kafa, etrafı tarayan bir vinç gibi üzerinden sular akıtarak onlara yaklaştı. Kız, büyükannesinin okuduğu İncil hikayelerini hatırlayarak Leviathan diye düşündü ve bir an, batıl bir korku hissetti, hemen ardından da basit bir SG eğlencesinin onu böylesine şaşırtmasından dolayı isterik bir neşeye kapıldı. !Xabbu boynunu ve omuzlarını kavrayınca kahkahaları sona erdi. Arkadaşı paniğe kapılmıştı. Kız, kaynayan suların ve yaklaşan hayvanın köpüklü hırıltısının arasından sesini duyurmaya çalışarak, "O gerçek değil!" diye haykırdı ama Buşman dehşete kapılmıştı ve kızı duymadı. Koca kursak, serpiştiren yağmurun içinde daha da korkunçlaşarak açıldı. Renie artık araştırmayı burada bırakmaya hazırdı ama daha hiçbir şey öğrenememişlerdi. Çok tedirgin edici olsa da bu tip şeyler Stephen gibi çocuklar için basit bir paten gezisinden farksızdı, onu nakavt eden şey her neyse bu kadar belirgin bir şey olamazdı. Koca mağaranın duvarları yukarı doğru akan şelalelerle kaplıydı ama su tabakalarının arasında, arkada açık yerler varmışçasına karanfil rengi parlayan düzinelerce nokta vardı. Yaratık kafasını aşağı sokarak onların bir dakika önce durduğu yeri kapmaya çalışırken Renie noktalardan birini rasgele seçip ona doğru ilerledi. Parlayan noktaya doğru atıldıklarında Renie mağara duvarlarının, sanki hepsi taş tarafından emilmiş gibi, çalkalanan suların altınTevrat'ta adı geçen büyük bir su canavarı. YHN. -186-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
da ağır ağır kıvranan, ağızları hayretle açılmış insan şekilleriyle kaplı olduğunu gördü. Parmaklar şelalelerin arasından kendilerine yol açıyor, onu yakalamaya çalışıyordu. Tavana yükselen su, uzanan ellerde köpürüyor ve sürüklenen mücevher dizileri gibi yukarı doğru damlıyordu. Renie ve !Xabbu bir su perdesinin içinden fırlayarak taş bir yola düşerken arkalarından hayal kırıklığıyla böğüren Leviathan'ın sesi duvarları titretiyordu. Renie "Cehennem" dedi. "Oyun oynuyorlar, hepsi bu. Orası cehennem olarak düşünülmüş." !Xabbu hâlâ titriyordu, kız oğlanın elinin altındaki omzunun nasıl sarsıldığını hissedebiliyordu ama artık havayı dövmeyi bırakmıştı. Siminin yüzü Renie'nin aslında hissettiğini düşündüğü şeyleri yansıtmakta yetersiz kalıyordu. Oğlan nihayet "Kendimden utanıyorum," dedi. "Gerektiği gibi davranamadım." "Saçmalama." Kız cevabı bilerek kısa tutmuştu. "Beni bile korkuttu, ki benim işim bu." Aslında söylediği pek de doğru sayılmazdı, çünkü kendi işinde çok nadiren bu türden varyeteler içeren sanal ortamlara giriyordu ama küçük adamın şevkini kırmak istemiyordu. "Öbür banttan konuşalım. Bu şey sana buradakilerin programlama ve işlem kapasiteleri hakkında bir fikir veriyor, değil mi? " !Xabbu'yu teskin etmek o kadar kolay değildi. "Kendime hakim olamadığım için utanıyorum. O şeyin hakiki olmadığını biliyordum Renie, dersleri o kadar çabuk unutmam. Ama ben küçükken, timsahın teki beni, diğeri de kuzenimi kapmıştı. Benimki sıkı yakalayamadığı için kurtuldum, üst kolumda ve omzumda hâlâ yaralar var ama kuzenim o kadar şanslı değildi. O timsahı birkaç gün sonra bulup öldürerek karnını yardıklarında, midesinde yarı yarıya erimiş süt beyazı rengindeki kuzenimi bulduk." Renie ürpererek ''Kendini suçlama. Tanrım, keşke seni o havuza sürüklemeden önce bunu bana söyleseydin. İşte böyle fobi ya da ço cukluk korkularına temas ettiği zaman SG zarar verici olabilir, kimse bunun tersini söylemiyor. Ama burası kontrollü bir ortam olduğu için bazı korkuların tedavisinde de kullanılabiliyor. " dedi. "Ben kendimi tedavi olmuş gibi hissetmiyorum" dedi !Xabbu perişan bir halde. -187-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
"Buna şaşırmadım." Renie yeniden oğlanın kolunu sıktı ve ayağa kalktı. Kasları ağrıyordu, herhalde gerilimden olmalı diye düşündü. Bu ve bir de şüphesiz !Xabbu'nun çekiştirmeleri. "Hadi gel. Şimdiden zamanımızın bir saatini harcadık ve daha hiçbir şey görmüş değiliz." "Neredeyiz?" oğlan da ayağa kalkmıştı ve birdenbire bir şey hatırlamış gibi durdu. "Çıkarken de aynı yoldan geri gitmek zorunda mıyız?" Renie güldü. "Elbette değiliz. Aslında, buradan istediğimiz zaman çekip gidebiliriz. Hatırlarsan tek yapman gereken 'çıkış' komutunu vermek." "Şimdi veriyorum." Koridor kaynayan göl motifini devam ettirmesi düşünülerek tasarlanmıştı. Duvarlar baktığında insana kendini korkunç hissettiren aynı siyah, sert volkanik taşlardan yapılmıştı. Kaynağı belirsiz kırmızı bir ışık her yanı dolduruyordu. Kız "Amaçsız bir şekilde ortalıkta dolaşabiliriz," dedi "ya da konuya daha bilimsel yaklaşabiliriz." Bir an durdu ama aklına anlamlı olabilecek hiçbir şey gelmedi. Yüksek ve net bir sesle "Seçenekler" dedi. Yanlarındaki duvarda ışıldayan bir liste belirdi. Kız, pek çok maddesi itici bir şekilde anlamlı gelen listeyi inceledi ve aralarından en zararsız görünen bir tanesini seçti. "Merdivenler". Koridorlar dalgalanarak önlerinde eğimli bir su yolu gibi aşağı doğru aktı. Aşağı ve yukarı doğru uzanan geniş ve kıvrımlı bir merdivenin ortasında duruyorlardı, her basamak tek parça parlak siyah taştan yapılmıştı. İlk anda yalnızdılar ama hemen sonra hava titredi ve etraflarını solgun şekiller sardı. !Xabbu "Atalarım adına... " diye içini çekti. Yüzlerce hayaletimsi şekil merdiveni doldurmuş, bazıları yorgun bir edayla ayaklarını sürüyor, bazılarıysa ağır çantalar ya da başka yükler taşıyordu. Varlıkları daha az belirgin olan diğerleri ise sis gibi basamakların üzerinde uçuşuyordu. Renie eski çağlardan kalma pek çok kültüre ait kıyafet gördü ve pek çok farklı dilde fısıltılar duydu, gölgeler sanki insanlık tarihinin çeşitli kesitlerini simgeliyorlardı. Kulaklıklarındaki sesi arttırmak için elini oynattı ama yine de fısıltılardan hiçbir şey anlamadı.
-188-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
"Bir sürü kayıp ruh daha," dedi kız. "Birileri acaba bize bir mesaj vermeye mi çalışıyor diye düşünüyorum. 'Buraya ayak basan sizler tüm umudu ardınızda bırakın' ya da böyle bir şey." !Xabbu, yanından süzülen ve ağlayan başını bilekten kesilmiş ellerinden geri kalanların arasına dikkatlice gömmüş güzel bir Asyalı kadını izlerken rahatsız görünüyordu, "Şimdi ne yapacağız?" diye sordu. "Aşağı ineceğiz." Bu açıktı. "Dışarı çıkmadan önce aşağı inersin, bu işler hep böyle yürür." "Ha." !Xabbu, sim suratına yayılan ani bir gülümsemeyle kıza döndü. "Böylesi bilgeliğe kolay ulaşılmaz, Renie. Etkilendim." Kız bir an için ona bakakaldı. O sadece küçük bir kızken nette oynadığı sayısız mahzen oyununu kastetmişti ama oğlanın anladığının bu olduğundan pek emin değildi. "Gel öyleyse." İlk önce bir dirençle karşılaşıp karşılaşmayacaklarını ya da en azından oynamaları gereken herhangi bir senaryo olup olmadığını merak etti ama merdivenin ruhları sadece zararsız güvercinler gibi guruldayarak iki yanlarından akmaya devam etti. İçlerinden biri, üzerinde bir peştamaldan başka hiçbir şey olmayan yamru yumru yaşlı bir adam, gözyaşları ya da kahkahalarla sarsılarak merdivenin tam ortasında duruyordu. Renie adamın etrafından dolaşmayı denedi ama adam ani bir katılma hareketiyle kızın dirseğine dokundu ve anında duman dalgalan halinde dağılarak merdivenin daha yukarılarında hâlâ iki büklüm halde sarsılarak yeniden cisimlendi. Sadece huzursuz ölülerin eşliğinde yarım saat kadar dolanıp durdular. Merdiven sonsuz gibi görünüyordu ve Renie hortlakların mutsuz mırıltıları arasından bıçak gibi keskin bir ses duyduğunda her basamaktan yanlara açılan kapılardan birine girmeyi düşünüyordu. "Dişi bir köpek gibi. Ağır nefesiyle hırlıyor, ağzı köpürmüş, göreceksiniz!" Sözleri şiddetli kahkahalar takip etti. Renie ve !Xabbu bir dönemeci geçtiler. Önlerindeki basamakta, etraftaki hortlaklara oranla oldukça gerçek görünen dört adam duruyordu. İçlerinden üçü; uzun boylu, neredeyse inanılmaz derecede yakışıklı, koyu tenli, koyu renk saçlı yarı tanrılardı. Pek uzun boylu olmayan dördüncüsü ise, sanki birisi bir hipopotama beyaz bir takım
-189-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
giydirip tepesine yuvarlak, kel bir insan kafası oturtmuş gibi şişman bir canavarı andırıyordu. Adamın sırtı onlara dönük olmasına ve yaklaşırken hiç ses çıkarmamalarına rağmen, şişman adam anında Renie ve !Xabbu'ya döndü. Renie, adamın küçük parlak gözlerinin onu inceleyişini, sanki bir sürü parmak ucu ona dokunuyormuş gibi, neredeyse fiziksel olarak hissetti. "Vay, merhaba. Eğleniyor musunuz beyler?" Adamın sesi bir gamba viyolası gibi derin tonlarda zekice ayarlanmıştı. "Evet, teşekkürler." Kız, bir elini kararsız bir şekilde !Xabbu'nun omzunda tuttu. Şişman adam "Dünyaca ünlü Bay J'nin Yeri'ne ilk gelişiniz mi?"diye sordu. "Hadi, eminim öyledir, bunda utanılacak bir şey yok. Ben bu garip ve harika yeri avucumun içi gibi bildiğim için siz de bize katılmalısınız. Ben Strimbello." Yumuşak çenesinin ucunu göğüs kafesine doğru eğerek ufak bir reverans yaptı, gıdısı solungaç gibi yassılaşmış ve pörtlemişti. Renie "Tanıştığımıza memnun oldum," dedi. "Ben Bay Otepi, bu da iş arkadaşım Bay Wonde." "Afrika'dan mısınız? Harika, harika." Strimbello'nun yüzü sanki !Xabbu ve kız biraz önce muhteşem bir gösteri sunmuşlar gibi ışıldıyordu. "Diğer dostlarım, bu gün de amma dost edindim, Hint yarımadasından geliyor. Tam olarak belirtmek gerekirse, Mandras'dan. Lütfen size Pavamana kardeşleri tanıtmama izin verin." Üç ahbap başlarıyla belli belirsiz selam verdi. Üçüz oldukları söylenebilirdi, en azından simleri neredeyse birbirlerinin aynıydı. Yakışıklı SG bedenlerine çok para harcamış olmalıydılar. Renie adamların bu durumlarının büyük ihtimalle gerçek hayattaki fiziksel eksikliklerinden kaynaklandığına karar verdi, Pavamana kardeşler gerçekte şüphesiz çiçek bozuğu ciltli ve çökük göğüslüydüler. Kız "Tanıştığımıza memnun oldum" dedi. !Xabbu da onun söylediklerini tekrarladı. "Ben de bu harika beyleri tam cehennemin bazı seçkin atraksiyonlarını görmeye götürüyordum." Strimbello sesini alçalttı ve onları eliyle çağırdı. Bir karnaval çığırtkanını andırıyordu. "Bize katılmak ister miydiniz?" Renie birdenbire Stephen'ın şişman bir adamdan bahsettiğini hatırladı. Kalp atışı hızlandı. Her şey bu kadar çabuk ve kolay gelişebilir miydi? Ama bu bir fırsat olsa bile durum tehlikeli de olabilirdi. -190-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
"Çok kibarsınız." Grubun bir adım gerisinde kalarak !Xabbu ile bakıştılar. Renie, oğlanı özel hattan bile hiçbir şey söylememesi için uyarmak üzere bir parmağını dudağının üzerine koydu. Eğer bu adam Bay J'nin Yeri'nin çekirdek takımmdansa onun becerilerinin sınırları hakkında fikir yürütmek çılgınlık olurdu. Kocaman merdivenden aşağı süzülürlerken, yürümek gibi bir yere yetişmek amaçlı uğraşları ilginç bulmuyormuş gibi görünen Strimbello onları bir sürü hayalet ya da temsil ettikleri kişilerle ilgili hikayeler anlatarak eğlendirdi. İçlerinden biri, bir Haçlı Seferi şövalyesi, Renie ve !Xabbu'nun bile gülmesine neden olacak kadar hayranlık uyandıran çapraşık bir şekilde boynuzlanmıştı. Strimbello ses tonunu değiştirmeden zırhlar içindeki hortlağın birkaç adım gerisinden gelen bacaksız ve kolsuz şekli göstererek sonrasında neler olduğunu da anlattı. Renie kendini hasta olmuş gibi hissetti. Şişman adam, avuçları yukarı dönük olarak geniş kollarını ve ellerini kaldırdı. Tüm grup birden merdivenden ayrıldı ve diğer bir dönemecin ardında birdenbire yıkılan bir mağara duvarının ardına geçti. En az bir mil derinliğinde, kocaman bir boşluktan ibaret bir kuyunun üzerinde sallanıyorlardı. Merdiven kendi ekseni etrafında kıvrılarak, altlarındaki kırmızı loş parlaklığın içinde yok oluyordu. Strimbello "Fazla yavaş," dedi. "Ve size gösterecek öyle çok, öyle çok şey var ki." Bir hareketiyle yeniden düşmeye başladılar. Renie midesinin kasıldığını fark etti, görüntüler iyiydi ama bu kadar iyi olabilirler miydi? Koşumunun desteği içinde ve her şeyi düşük kaliteli siminin duyulan elverdiğince yaşarken bu hızlı düşüşü bu kadar da... iç organlarına kadar hissetmemesi gerekirdi. Yanı başındaki !Xabbu, düşüşünün etkisini hafifletmek ister gibi kollarını açmıştı. Biraz sinirli görünüyordu ama dar çenesindeki kararlı ifade Renie'nin kendini daha iyi hissetmesini sağladı. Küçük adam iyi dayanıyordu. Strimbello'nun yuvarlak kafası değişen aydınlık ve karanlığın etkisiyle bir ampul gibi yanıp sönüyordu. Adam "Tabii ki sağlam bir iniş yapacağız," dedi. "Umarım çok ukalalık taslar gibi olmuyorumdur, Bay... Otepi. Belki siz daha önce de böylesi sanal deneyimler yaşamışsınızdır." Renie, dürüstçe "Böylesini yaşamadım," dedi. -191-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
Altlarındaki kuyunun dibi görünmeyen derinliklerinde havada asılı kalmalarına rağmen düşüşleri sona ermişti. Strimbello'nun ani bir el hareketi üzerine hiçliğin içinde yanlamasına kaydılar ve çukuru, tiyatro balkonları gibi saran düzlemlerden birinin üzerine kondular. Pavamana kardeşler yanlarından geçenleri sırıtarak birbirlerine gösteriyorlardı. Kendi özel hatlarında konuşuyorlarmış gibi, ağızları oynuyor ama ses çıkmıyordu. Kıvrımlı gezi yolu boyunca açık kapılardan renkler, bir çok farklı dili konuşan insan sesleri, kahkahalar, çığlıklar ve anlaşılmayan ritmik şarkı mırıltıları taşıyordu. Çeşit çeşit simler - çoğunun erkek olduğu Renie'nin gözünden kaçmadı, araya karışmış dişi simlerin de zaten sunulan eğlencenin bir parçası olduğundan şüpheleniyordu - kapılardan girip çıkıyor ve merkezi kuyudan yayılan yollardan aşağı iniyorlardı. Bazıları Pavamana kardeşler kadar yakışıklıydı ama çoğu en basit simlere bürünmüşlerdi; küçük, gri ve neredeyse yüzsüz halleriyle acınası lanetliler gibi parlayan kardeşlerinin arasında koşturuyorlardı. Strimbello birdenbire kızı kolundan yakaladı. Adamın koca eli reseptörlerine o kadar kuvvetle bastırdı ki kız ürktü. "Gel, gel," dedi adam. "Şimdi buraya görmek için geldiklerinizi görmenin zamanı. Belki Sarı Oda?" Pavamanalardan biri "Ah evet," dedi. Diğer ikisi de heyecanla başlarını salladılar. "Orası hakkında çok şey duyduk." Şişman adam "Orası boşuna meşhur olmadı," dedi. Sim suratı kurnaz bir mizah duygusunu kusursuz bir şekilde yansıtarak Renie ve !Xabbu'ya döndü. "Ve siz, yeni dostlarım, masraflar için endişelenmeyin. Ben buralarda iyi tanınırım, kredim sağlamdır. Tamam mı? Geliyor musunuz?" Renie bir an duraksadıktan sonra başıyla onayladı. "Öyle olsun." Strimbello elini salladı ve etraflarındaki gezi yolu etraflarında kıvrılır gibi oldu. Bir an sonra, toprak kırmızısı ve asit sarısının hoş olmayan çeşitli tonlarıyla aydınlanmış alçak tavanlı uzun bir odadaydılar. Vurmalı çalgılarla yapılan müziğin monoton gümbürtüsü, Renie'nin beyninde zonkluyordu. Şişman adam sıkıca tuttuğu kolunu hâlâ bırakmamıştı; dönüp !Xabbu'ya bakmak için bayağı uğraşması gerekti. Arkadaşı, kalabalık odada etrafına bakmıyordu ve Pavamanaların arkasında kalmıştı.
-192-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
Gezi yolunu doldurmuş olan aynı yüksek ve düşük kalite simler karışımı, odanın bir yanını tamamen kaplayan sahneye keyifle tezahürat yaparak, sanal çanak çömlek yerlere düşüp parçalanana kadar masalarını yumruklayarak, Sarı Oda'nın masalarını doldurmuşlardı. İki renkli ışık, yüzlerine yüksek ateşli bir görünüm veriyordu. Bir kadın - ya da Renie'nin sürekli kendine hatırlattığı gibi bir kadın görünümündeki şey - hızla akan müziğe ayak uydurarak kesik kesik hareketlerle striptiz yapıyordu. Renie, böylesine eski moda ve tüm edepsizliğine rağmen merhametli sayılabilecek bir şey gördüğü için tam rahatlayacaktı ki kadının üzerinden çıkardığı şeyin kıyafet değil kendi derisi olduğunu fark etti. Kadının kalçalarından, kağıt kadar ince kırmızı benekli saydam bir et parçası, bir bale eteği gibi şimdiden sarkmaktaydı. En kötüsü de kadının - hayır, simin diye hatırlattı Renie kendine - ince yüzündeki bezgin sefalet ifadesiydi. Kadını seyretmeye dayanamayan Renie, yeniden !Xabbu'ya bakınmak için döndü. Oğlanın kafasının üst kısmını, birbirlerini bir komik çizgi film ekibi gibi dirsekleyen ve tepişen Pavamanalarm arkasında seçer gibi oldu. Sahneye bir bakış daha attığında ürkek striptizcinin midesinin ilk kas katmanlarını ortaya dökmekte olduğunu gördü ve seyircilere yoğunlaşmayı tercih etti. Ama bu da sıkışmışlık korkusuyla karışık huzursuzluğunu gidermeye yetmedi; seyircilerin simüle suratları açık ağızlardan ve ruhsuz kocaman gözlerden ibaretti. Burası gerçekten cehennemdi. Göz ucuyla fark ettiği bir hareket dikkatini çekti. Strimbello'nun kendisini seyrettiğini sanmıştı ama dönünce adamın gösteriye tamamen dalmış olduğunu ve geniş ağzının kenarlarının sert bir gülümsemeyle gerildiğini fark etti. !Xabbu'nun ve kendinin, iddia ettikleri kişiler olmadıklarından şüphelenmiş olabilir miydi? Nasıl bilebilirdi ki? Sıra dışı hiçbir şey yapmamışlardı ve kız sahte kimlikleri üzerinde çok çalışmıştı. Ama adam onlar hakkında ne düşünürse düşünsün bu kızı çok rahatsız ediyordu. O sert bakışlı küçük gözlerin ardında her kim ya da ne varsa çok tehlikeli bir düşman olabilirdi. Zonklayan müzik sustu. Üflemeli çalgılar striptizcinin sahneden ayrılışını haber verirken Renie sahneye bakmak için döndü. Kadın tökezleye tökezleye arkasında sarkık vıcık vıcık et parçalarını bir gelin duvağı gibi sürükleyerek sahne arkasına doğru ilerlerken birkaç dü-
-193-
TAD WILLIAMS OTHERLAND
zensiz alkış ona eşlik etti. Orkestradan gelen derin bir mırıltı bir sonraki numarayı sundu. Strimbello koca kafasını kıza yaklaştırdı. "Fransızca bilir misiniz, bay Otepi? Buna 'la Specialite de la Maison' derler. Sarı Oda'ya ününü kazandıran gösteri." Adam yeniden koca elini kızın koluna doayarak kızı biraz sarstı. "Sen yasal olarak buraya girecek yaştasın, değil mi?" Adam birdenbire büyük dişlerini ortaya dökerek güldü. "Tabii ki öyle! Sadece şaka yapıyordum!" Renie, bu sefer biraz da can havliyle, !Xabbu'yu aradı, bu adamdan bir an önce kurtulmaları lazımdı, ama arkadaşı üç Pavamana'nm arasında gözden kaybolmuş, üçlü ise öne doğru eğilmiş sahte yüzlerinde kendinden geçmiş bir ifadeyle hep beraber sahneyi izliyordu. Müziğin derin gümbürtüsü değişerek ayinsel bir hal aldı, biri dışında hepsi kukuletalı koyu renk giysiler giyen bir grup insan sahneye çıkmıştı. Renie şaşırarak pelerin giymemiş kişinin Locadayken gördükleri solgun şarkıcı olduğunu fark etti. Yoksa değil miydi? Yüz, özellikle de kocaman lanetli gözler aynı görünüyordu ama bu kadının saçları, kumral bir bukleler çağlayanı gibiydi, ayrıca kadın daha uzun boylu ve uzun uzuvlu görünüyordu. Renie kararını veremeden pelerinli şekillerden birkaç tanesi ilerledi ve onlara karşı koymayan solgun kadını kavradılar. Müzik sarsıldı ve vızıltılı nağmelerin arasından hızlı vuruşlar kendini belli etmeye başladı. Sahne çıkarılan bir dil gibi ileri uzandı. Duvarlar, masalar, hatta müşteriler bile şekil değiştirmeye başladı ve oda bir hastanenin operasyon salonunu temsil eden bir sahneyi çevreler hale gelene kadar, kadın ve ona eşlik edenlerin etrafında uçuştular. Her taraf gölgeler içinde kalana ve kadının kemik beyazı yüzü tek ışık kaynağıymış gibi görünene kadar asit pırıltısı yavaş yavaş söndü. Sonra kadının elbiseleri üzerinden yırtıldı ve solgun bedeni ani bir kıvılcım gibi gözler önüne serildi. Renie kesik bir nefes aldı. Her taraftan nefeslerin sıklaştığını ve seslerin yükseldiğini duyuyordu. Genç kadının bedeni, böyle bir yere gelecek erkeklerin hayallerini süsleyecek türden değildi: ince uzun bacakları, narin göğüs kafesi ve açık mor uçlu küçük memeleriyle ergenlikten yeni çıkmışa benziyordu. Kız nihayet koyu renk gözlerini kaldırıp izleyicilere baktı. Yüzünde korku ve sitem karışımı bir ifade vardı ama ifadesinde başka -194-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
bir şey daha seziliyordu, bir çeşit hor görme hatta neredeyse bir meydan okuma. Biri kadına, Renie'nin anlamadığı bir dilde haykırdı. Hemen yakınındaki başka bir müşteri patlarcasına bir kahkaha attı. Hiçbir fiziksel çaba göstermiyormuşçasma, pelerinli şekiller kızı dört uzvundan tutarak yerden kaldırdılar. Kız üzerine işaret konulması ya da biçim verilmesi için genişletilmiş saf bir şey gibi, parlak bir solgunlukla onların arasında havada yüzüyordu. Müzik beklenti dolu hafif bir mırıltıya dönüştü. Karanlık şekillerden biri kızın kolunu burktu. Kız kıvrandı, saydam teninin altındaki koyu renk damarlar ve bir araya toplanan kirişler belirginleşti ama kız sesini çıkarmadı. Kol daha da fazla burkularak çekildi. Bir kopma sesi duyuldu ve kız nihayet ağzından kaçmış bir ağlama şeklinde hıçkırıklı bir çığlık attı. Midesi kalkan Renie diğer tarafa döndü. Kendine bunlar sadece resim, gerçek değil, dedi. Gerçek değil, gerçek değil. Daha iyi görmek isteyenlerin şekilleri, iki tarafından geçerek öne ilerliyordu. Sesleri şimdiden kısılan insanlar bağrışıyordu; Renie seyircilerden akan garip karanlığı neredeyse hissedebiliyordu, oda sanki zehirli bir gazla doluyor gibiydi. Sahnede bir şeyler olmaya devam ediyordu; daha çok hareket, daha çok hıçkırıklı ağlayış. Bakmak istemiyordu. Madras kardeşler ellerini göz doldurucu kaslı kalçalarına sürüp duruyorlardı. Hemen yanında oturan Strimbello, oyunu küçük sabit gülümsemesiyle izliyordu. Bu uzun dakikalar boyunca böyle devam etti. Renie, haykırarak kaçma güdüsünü bastırarak yere bakmayı sürdürdü. Bu insanlar hayvandı, hayır hayvandan beterdiler, hangi vahşi yaratık böylesine kötü bir şeyi tahayyül edebilirdi ki? !Xabbu'yu alıp gitmenin vakti gelmişti. Kaçışları tahminen onların sahtekarlığının ortaya çıkmasına sebep olmazdı, şüphesiz böylesine iğrenç bir yerin bile bütün müşterileri böyle şeyler görmek istemeyebilirdi. Ayağa kalkmaya yeltendi ama Strimbello'nun geniş eli bacağına tüm ağırlığı ile bastırarak onu engelledi. "Gitmemelisin." Adamın homurtusu kafasının içinde çınlar gibiydi. "Bak, eve gidince anlatacak çok şeyin olacak." Adam diğer eliyle uzanıp kızın çenesini tutarak yüzünü sahneye çevirdi. Kızın beyaz uzuvları tuhaf açılarda bükülmüştü. Bir bacağı tuhaf bir yöne çevrilmişti. Kalabalık artık güdüyordu, kızın çığlıkları duyul-195-
TAD WILLIIAMS OTHERLAND
maz olmuştu ama kafası nöbet geçirir gibi, iki yana savruluyordu ve ağzı ardına kadar açıktı. Pelerinli şekillerden biri uzun, keskin ve parlak bir şey çıkardı. Kalabalığın uğultusu yeni bir hal aldı, artık daha çok bitkin bir şeyin etrafını sarmış ve öldürmeye hazırlanan bir köpek sürüsü gibiydiler. Renie, Strimbello'nun amansız kavrayışından kurtulmaya çalıştı. Islak ve kaygan bir şey önünden uçarak geçti ve gölgelere sığınmış koltuklara düştü. Arkasından biri onu yakaladı ve ifadesiz sim suratına doğru kaldırdı. Adam bir ayin maskesini takar gibi parçayı yanaklarına sürdü ve sonra salak ağzına soktu. Midesi yeniden kalkan Renie, ekşi sıvının tadını duyumsadı. Başka tarafa bakmaya çalıştı ama dört bir yanındaki müşteriler ellerini kaldırıyor ve sahneden atılan parçaları birbirlerinden kapmaya çalışıyorlardı. Dehşet içinde, uluyan kalabalığın sesine rağmen kızın çığlıklarını duyabildiğini fark etti. Buna daha fazla dayanamayacak, burada kalırsa çıldıracaktı. Sanal bir şeyin yakılması mümkünse buranın karanlık temellerine kadar yakılması gerekirdi. Deliler gibi oğlanın dikkatini çekmeye çalışarak elini !Xabbu'ya doğru uzattı. Ama küçük adam gitmişti. Pavamanaların arkasındaki yeri boştu. Kendini, umursamaz bir tavırla sahneyi seyreden Strimbello'dan kurtarmaya çalışarak "Arkadaşım!" dedi. "Arkadaşım gitmiş!" Strimbello "Boş ver," dedi. "Daha çok seveceği bir şey bulmuştur." Pavamanalardan biri deli gibi gülerek "O zaman salağın tekiymiş," dedi. Yanaklarındaki simüle kan yaşlı bir orospunun suratındaki ruj gibi parlıyordu. "Sarı oda gibisi yoktur." "Bırakın gideyim! Onu bulmam lazım!" Sırıtışı suratına daha da yayılan şişman adam kıza bakmak için döndü. "Hiçbir yere gitmiyorsun dostum. Senin kim olduğunu çok iyi biliyorum. Hiçbir yere gitmiyorsun." Oda üzerine yıkılıyor gibi hissetti. Adamın onu tutan karanlık gözleri korkunç bir şeye bir bakış atmasını sağlayan küçük delikler gibiydiler. Kalbi, Leviathan'ın havuzundakinden bile hızlı atıyor gibiydi. !Xabbu'yu hatırlamasaydı neredeyse bağlantıyı koparacaktı. Belki o da Stephen gibi bir şeye yakalanmıştı. Sistemden çıkarsa onu da kardeşi gibi aynı ölüm transında bulabilirdi. Oysa o da Stephen kadar masumdu. Onu burada bırakamazdı. -196-
ALTIN GÖLGELER ŞEHRİ KOMŞU EVREN
"Bırak gideyim, seni canavar!" diye bağırdı. Strimbello'nun koluna yapışmış olan eli gevşemek yerine, kızı geniş kucağına çekerek daha da yakınına sürükledi. Sonra, "Gösterinin tadını çıkarın saym bayım," dedi. "Daha sonra fazlasını da göreceksiniz. Çok daha fazlasını." Kalabalık bağırıyordu, sesleri kulakları sağır edecek kadar yüksekti ama Renie sesi alçaltarak için söylenecek emri düşünecek halde değildi. Şişman adamda, tüm dikkatli değerlendirme yeteneğini bir panik selinde boğan bir şey vardı. Hiçbir işe yaramayan, bir dizi el hareketi yaptı, sonra bilgisayar korsanlığı günlerinden beri kullanmadığı bir emri vermek için parmaklarını neredeyse acı verecek derecede açtı ve başını eğdi. Bir an için tüm sarı oda etrafında donar gibi oldu; hemen sonra yeniden hayata döndüğünde sahnenin önündeki yerde duruyordu ve Strimbello'dan birkaç adım ötedeydi. Geniş yüz hatlarında bir şaşkınlık ifadesiyle orada duran adam ona doğru uzandı. Renie Sarı Oda'dan hemen çıkıp gezi yoluna geçti. Ardında bıraktığı ile karşılaştırıldığında, dipsiz kuyu bile normal kalırdı ama Buşman'ın küçük simini hiçbir yerde göremiyordu. Strimbello bir dakika içinde ona ulaşmış olurdu. Kız özel hattan oğlana seslenerek "!Xabbu!" diye haykırdı, sonra sesi açtı ve yeniden haykırdı "!Xabbu! neredesin?" Cevap yoktu. Küçük adam gitmişti.
-197-