Felsebiyat Dergisi Mart '13

Page 1


www.felsebiyatdergisi.com


İm yaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni: Arda Özgüven Editör: Cansu Kızılpınar Ar-Ge Koordinatörü: Anılcan Us Basın Yayın ve Halkla İlişkiler: Yaşar Menderes Çe n

YENİ EKİMİZ FELSEBİYAT BLOG’A SİZLER DE ÇALIŞMALARINIZIGÖNDEREBİLİR, SİZLER DE BİZİMLE BİRLİKTE BU ÇATIALTINDA TOPLANABİLİRSİNİZ! DETAYLAR: www.felsebiyatdergisi.com/blog

Reklam Sorumlusu: Abdullah Yaşar Felsebiyat Blog Moderatörü: Tuğba Ekşioğlu Sosyal Medya Sorumlusu: Halil Taşkın Yılmaz Grafiker: Sadi Gökay Gadış Yazarlar: Abdullah Yaşar, Anılcan Us, Arda Özgüven, Berk Çelikten, Cansu Kızılpınar, Çağrı Çankaya, Ece Mozakoğlu, Ezvelez, Feyyaz Alaçam, Gönül G. Temiz, Gürkan Adlim, Hüseyin Soydağ, İlker Toruk, Kübra Al0ntaş, Mert Gülbay, Mustafa Yakışan, Özge C. Küçük, Sena Türkmen, Sıla Paylar, Sinem Ergün, Tuğba Ekşioğlu, Yaşar Menderes Çe n, Yusuf Ayhan, Zerrin Somuncu Fotoğrafçılar: Cem Nesli ve Ersin Bahadır Çizer: Efecan Sezer, Levent Kavak, Tugay Doğrayıcı ve Turgut Özalp

Derginin içerisinde yer alan tüm çalışmalar Felsebiyat Dergisi’ne ai2r… İzinsiz kullanılması ya da paylaşılması suçtur. Dergide yer alan tüm eserler, sahiplerinin sorumluluğundadır...




Sergi

Nickolas Portresi 2 Müzesind

1920’lerde N fotoğrafçısı o toğrafçı Nick verlerle ilk k

İstanbul Modern’in yeni sergisi Modernlik? Fransa ve Türkiye’den Manzaralar, “Haset, Husumet, Rezalet" 24 Ocak – 7 Nisan Arter’de "Haset, Husumet, Rezalet", bireyler ve toplumlar arasındaki düşmanlık ve kavganın giderek körüklenip savaşın evrenselleştirildiği bir dünyada, "dostluk", "dayanışma" ve "birlikte var olma" kadar "düşmanlık", "bencil bir güç istenci" ve "ayrımcılık" potansiyellerini nasıl birlikte üretip var ettiğimizi sorguluyor. Bir yandan hepimizin paylaştığı ortak bir yakın tarihi –kısmen de olsa – yeniden ziyaret ederken; başkaları için olduğu gibi kendimiz için de yıkıcı, başkalarına göstermekten çekindiğimiz gibi kendimize de itiraf edemediğimiz, sessiz bırakmayı tercih ettiğimiz olumsuz duyguları ve bunlara ilişkin travmaları da mesele ediniyor.

Comité Colbert’in sponsorluğunu üstlendiği, 16 Ocak- 16 Mayıs tarihleri arasında sürecek sergi, sanatçıların modernleşmeyle hesaplaşmalarını ve bugün hala gündemde olan modernlik olgusunu ele alıyor. Çelenk Bafra ve Levent Çalıkoğlu’nun küratörlüğünü üstlendiği Modernlik? Fransa ve Türkiye’den Manzaralar 11 sanatçının 17 eserine yer veriyor. Görsel sanatların bir yandan eleştirdiği öte yandan sayısız araştırma alanı açan bir kaynak olarak gördüğü modern hayatın dinamiklerine odaklanan sergide Nevin Aladağ, Fikret Atay, Kader Attia, Ayşe Erkmen, Cyprien Gaillard, Thomas Hirschhorn, Pierre Huyghe, Chris Marker, Sarkis, Hale Tenger ve Nasan Tur yer alıyor.

sında Pera M

Greta Garbo lor’dan Mart çı ve yazarla özellikle Luc markalara a New York Ti per’s Bazaar gazine’e dön rak yer alan lo’nun sanat ediyor.


Muray - Bir Fotoğrafçının 25 Ocak - 21 Nisan 2013 Pera de

New York’taki en başarılı portre ve moda olarak bilinen Macar asıllı Amerikalı fokolas Muray (1892-1965), Türk sanatsekez 25 Ocak – 21 Nisan 2013 tarihleri ara-

TİYATR Yeni Yasaklar Caddebostan Kültür Merkezi 15 Mart saat 20:30 Büyük Salon’da Kandemir Konduk’un “Yasaklar” isimli oyunu yıllar önce “Zeki ALASYA - Metin AKPINAR” ile Devekuşu Kabare Tiyatrosu tarafından oynanmış ve çok büyük ilgi görmüştü. Konduk, şimdi de “Yeni Yasaklar”ı yazdı. Günümüzdeki çeşit çeşit yasakların eleştirel komedisini yapan yazarın bu yepyeni oyununu Roots Sanat sahneye koydu. Kahkaha tufanı yaratacak bu neşeli oyunda genç - yaşlı birçok sanatçı da rol alıyor. “YENİ YASAKLAR” kimi yasaklardan iyice bunalan ama “yasak olduğu için” ağzını açamayanları çok güldürecek nefis bir komedi.

Müzesi’nde buluşuyor.

o’dan Marilyn Monroe’ya, Elizabeth Taytha Graham’a oyuncular, dansçılar, sanatar gibi birçok ünlüyü fotoğraflayan Muray cky Strike, Coca Cola, General Foods gibi it ilk renkli fotoğraflarla tanınıyor. The imes’tan Vanity Fair’e ve Vogue’a, Harr’dan Dance, Shadowland ve Theater Manemin belli başlı dergilerinde düzenli olabu fotoğraflara, büyük aşkı Frida Kahtçı tarafından çekilmiş portreleri de eşlik

Masal Müfettişi Ortaoyuncular Ferhan Şensoy'un Masal Müfettiş'i, ileri demokratik bir güldürü. Artık masalların da denetlenmesi, teftiş edilmesi zamanı geldi! Sonu pek de güzel bitmeyen bir masallar dünyasında dolaşıyor müfettişimiz. Böyle korkunç masallarla kimse eremez muradına, biz çıkalım klozetine! İyi uykular Türkiye!


TİYATR

Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi (+16) -6 Üstü Oyun Yazan: Ebru Nihan Celkan Yöneten ve Oynayan: Sumru Yavrucuk

“Dün de insandım, bugün de insanım. Sadece insanım. Beraber şarkı söylemek varken, dans etmek varken… Neden bunları giydiriyorsunuz bana? Neden beni hizaya çekiyorsunuz? Neden? Bak, gözlerim gözlerinden farksız, kahkaham şen şakrak… Ben Umut, sen?” Bu oyun insanlığımızın trans bir kadınla imtihanıdır…

Vizyondakiler

Bugün’ün dünden farksız olduğu bir coğrafyada, varoluşunun tehdit olarak algılandığı bir kadının tek kişilik gösterisine hoş geldiniz… Hep büyük bir hayatın figüranı olan Umut, bu kez anılarını paylaşmak için sahnededir. Aile bağları, “madilik”, hayal kırıklıkları, çocukluk düşleri, muhatabını bulamadığından insanın dilini ekşiten her şey…

Uzun Boylu Esmer Adam – Wo-

Sefiller – Victor Hugo’nun dünyaca ünlü romanı bu kez bir müzikal olarak beyaz perdede. Anne Hathaway’ın filmdeki performansıyla En İyi Yardımcı Kadın Oscar ödülünü alması kesin gözüyle bakılıyor. Gösterim Tarihi: 1 Mart

ody Allen’dan yine muhteşem bir romantik komedi. Gösterim tarihi: 8 Mart

Hitchcock – Anthony Hopkins’in Hitchcock’u canlandırdığı filmde Phsyco’nun yapım süreci ve Hitchcock’un karısı ve sevgilisi ile olan ilişkileri biyografik olarak ele alınıyor. Gösterim Tarihi: 29 Mart


Duman 3-4 Mart’ta Jolly Joker İstanbul’da! Türk rock müziğinin önemli gruplarından olan Duman, 3 ve 4 Mart gecesi olmak üzere iki gün boyunca Jolly Joker İstanbul’da sahne alıcak. Avea Sıra dışı Müzik Konserleri , İstanbul Kongre Merkezinde Müzik hayatlarının çeşitli noktalarında ortak çalışmalar yapmış olan Sezen Aksu, Fahir Atakoğlu ve Ara Dinkjian aynı coğrafyadan yetişmiş müzisyenler olarak, bizleri değişik müzik türleri, renkleri ve tatları arasında sihirli bir yolculuğa çıkaracaklar.

Mad Season Box Set Geliyor! Mad Season Box Set 2 Nisan'da geliyor! Albümde, ''Above'' albümünün yanı sıra, 5 bonus parça da yer alıyor. Bunların arasındaki Locomotive, Black Book Of Fear, Slip Away adlı üç parça Mark Lanegan'a ait.

Mudhoney’den yeni albüm! Mudhoney'in yeni stüdyo albümü ''Vanishing Point'' 2 Nisan'da piyasada!

Mika Yeniden İstanbul’da! Eğlenceli sahne performansları ve yaratıcı kişiliği ile tüm dünyada beğeni toplayan Mika, 17 Mart gecesi KüçükÇiftlik Park’ta Türk hayranlarıyla buluşmaya hazırlanıyor.

Pentagram Ankara’da! 25 yılı geride bırakan Pentagram; yeni vokalisti Gökalp Ergen ile birlikte, MMXII albümü sonrası konserlerine devam ediyor. Geçtiğimiz ay İstanbul Bostancı Gösteri Merkezi’nde sahne alan grup, 6 Mart gecesi Jolly Joker Ankara’da hayranlarıyla buluşmaya hazırlanıyor.

Mark Lanegan & Duke Garwood’dan Black Pudding! Mark Lanegan & Duke Garwood ortak yapımı olan ''Black Pudding'' isimli albüm yakında çıkıyor. Albümdeki parçalardan ''Pentacostal'' ise şimdiden yayınlandı.


Türkiye’nin yeni teknoloji portalı Felsebiyat Teknoloji,

Teknoloji hakkında merak e9klerinizi teknoloji@felsebiyatderg

YENİ HASTALIK: ‘SOSYAL FOBİ’ Teknolojinin gelişmesi ve yaygınlaşmasıyla beraber, gençlerin dışarıda harcamadıkları vakti telefonda, bilgisayar başında bir nevi bağımlılık şeklinde harcamaları, yüz yüze konuşurken çekinmeleri ve yüzlerinin kızarması gibi problemlerin yine internet ile internet üzerinden yapılan terapiler yoluyla giderilmeye başlanacağı bildirildi.

‘’Psikoloji alanında yapılan yeni araştırmalar, sosyal fobisi olan gençlerin internet başında da- sosyal etkileşimi internet ortamında bulmaya ha çok zaman geçirdiğini ortaya koydu. Gençle- çalıştığı ifade edilirken, internet üzerinden uygulanan terapi programında başarı elde edildi.’’ rin, kendilerine yardımcı olabilecek bilgiyi ve farelerin vücutlarının, üretilen dokuyu reddetmediğini ve 2 sene sonra hastanelerde denemelere başlıya bileceklerini belirtti. Kemiği kırılan ve derisi zarar gören insanların bu yöntem ile tekrar sağlıklarına kavuşması sağlanacak. Hastaların hem fiziksel, hemde ruhsal açıdan sosyal hayata kendi vücudundan alınan hücrelerle oluşturulmuş aparatlarla daha hızlı dönüşü mümkün olacaktır. TÜRK BİLİM ADAMLARINDAN YAPAY DERİ VE KEMİK BULUŞU

PİCASSONUN RENKLERİNDEKİ CANLILIK BULUNDU

Prof. Lazoğlu,’’ Hastanın vücudunun başka yerinden alınmış deri örneği üretilerek yanık bölgeye sorunsuz yerleştirilecek. İnsanın kendi hücresini vücut reddetmiyor’’ diyerek bu büyük buluşun nasıl işlediği ile ilgili ipucu veriyor.

ABD’nin Illinois eyaletindeki Argonne Ulusal Laboratuvarı’ndaki fizikçiler, Chicago’daki Sanat Ensititüsü’nden analiz için borç alarak, Picasso’nun 1931’de tamamladığı ‘The Red Armchair’ adlı tablosunu inceledi. Çok küçük ölçekte inceleme yapabilen ‘nanoprobe’ optik cihazını kullanan araştırmacılar, bağımsız pigment parçacıklarının seviyesine inerek resimdeki

TÜBİTAK desteği ile Koç üniversitesi Üretim ve Otomasyon Araştırma Merkezinden Prof. İsmail Lazoğlu, Kimya bölümünden Prof. Dr.İskender Yılgör ve Biyoloji Bölümünden Prof. Dr. Halil Kavaklı farelerin üstünde yaptıkları deneylerde,

kimyasa lerin dü neksel b olan Rip

yapısıyl dan elde nan ve o ait nunu


‘in kaleminden sizlerle!

gisi.com adresine yollayın, cevaplayalım! RENK KÖRLÜĞÜNÜ ORTADAN KALDIRAN GÖZLÜK ABD’nin Boise State Üniversitesi’nde 2AI Laborotuvarları’nda çalışan bilim insanları, renkleri ayırt edememe durumunu ortadan kaldıracak gözlük geliştirmeyi başardılar.

Gözlük, derideki oksijenleşmeyi ayırt eden bir sistemle, hemoglobin yoğunluğundaki değişimin algılanmasını saf dışı bırakıyor. Gözlük bu filtreleme sayesinde kırmızı-yeşil ayrımını keskinleştiriyor. Ancak bunu yaparken, (gözlükler

al elementüzenini inceledi. Ünlü ressamın geleboyalar yerine, parlak bir ev boyası polin tercih ettiğini öğrenildi.

LiveScience sitesinin haberine göre, analizler, Picasso’nun kullandığı parlak boyanın, 1897’de üretilmeye başlanan ev boyası markası Ripolin’in kimyasal la birebir uyuştuğunu gösterdi. Tabloe edilen bulgular, eBay üzerinden alıon yıllar öncesine ait Ripolin boyasına umelerle karşılaştırdı.

takılı oldukları zaman) sarı-mavi ayrımını güçlestiriyor.

Dr. Changizi, bir sonraki aşamada, sarımavi ayrımı hiç etkilenmeden daha net çözüm aramak istiyor. Ve ekliyor’’Günlük hayatta taktığımız gözlükler insanların dünyasını gölgelemekle kalmıyor: aynı zamanda sosyal iletişimimizi de gölgeliyor. Bizim teknolojimiz de dünyayı gölgeliyor: ama sosyal hayatı gölgelemiyor.’’ İfadesini kullandı. Fiyatları şu an 297$ olan bu gözlükler internet üzerinden de sipariş verilebilmekte. Sipariş : www.o2amp.com Nasıl Çalışır?

Biyonik el, yumruk haline gelebilir ve parmaklar kıvrılarak hareket edebilir ya da işaret edebilir ayrıca nesneleri tutabilir, taşıyabilir.

Temas sonucu oluşan algı avuç içi ve parmaklarda bulunan sensörler sayesinde beyine iletilerek his yaratılır.

Biyonik el, kol üzerinde bulunan sinirlere bağlanır. Hasta elini hareket ettirmek istediğinde, beyin sinyalleri elektrotlarca toplanır ve hareket kaslarını aktive eden el üzerindeki küçük bilgisayara iletilir.

Elin hareketini sağlayan elektrotlar

Hissedebilen Biyonik El

Sinirler Beyine dokunma hissini ileten elektrotlar

Biyotik el

Micera çalışmayla ilgili şu bilgileri verdi; “Bu, uzuvları kesilenler için i-LIMB nin geliştirilmesinden bu yaumut olacak. Şimdiye kadar beyinden na teknolojinin gelişmesi ile cok fazla aldıkları sinyalleri değerlendirerek yol kat edildi diyebiliriz. bunu harekete dönüştüren el protezleri üretildi ancak hissi sağlayan pro( i-LIMB, Biyonik protez el, dünyanın tez konusunda bu çalışma bir ilk.” ilk ticari olarak bulunmuş, tam eklemli, bağımsız olarak güç verilmiş, parmak ve parmak uçlu takma eli. Yeni biyonik el, koldaki iki ana sinire 2007 yılında satışa çıkmıştır.) iliştirilen elektrotlar sayesinde sinir sistemiyle direkt bağlantı kuruyor. İcadın, bu yıl sonunda adını açıklaŞimdilerde ise İsviçre’nin Lozan ken- madıkları bir hastaya nakledilmesi tinde doktor Silvestro Micera’nın liplanlanıyor. Bu hastada olumlu sonuç derliğindeki ekip “hisseden” biyonik alındığı takdirde ise biyonik ele son el geliştirdi. ABD’nin Boston kentin- şekli verilerek 2 yıl içinde daha yaydeki bir konferansta tanıttı. gın olarak denenmesi hedefleniyor.



VE PLAYSTATION 4 DUYURULDU Sony yedi senelik bir aradan sonra yeni nesil oyun konsolu PlayStation 4′ü (PS4) New York’taki özel bir etkinlikte resmen duyurdu. Etkinliği izleyenlerin ise kafasındaki soru işareti ise PlayStation 4′ün neye benzediği idi çünkü Sony PS4′ü göstermeden tanıtımı bitirdi. PlayStation 4′ün çıkış tarihi ise 2013 yılının sonu olarak belirtildi.

karar verdi. Gaikai, herhangi bir oyunu satın almadan önce denemenize, farklı oyunlar oynarken dahi arkadaşlarınızla görüşmenize, hatta takıldığınız anda arkadaşınızın oyunun kontrolü eline alarak bölümü sizin yerinize geçmesine olanak sağlayan özellikleri bulunuyor.

Gaikai ile sahip olmadığınız bir oyunu arkadaşınızın paylaşması halinde birlikte oynayabiliyorsunuz. Ayrıca kumandanın üzerinde bulunan PS tuşuyla direkt olarak Gaikai sistemine bağlanılabiliyor. Paylaş tuşu ise arkaPlayStation 4′ün en belirgin dış özellik ise resmi daşlarınızla dilediğiniz oyun veya videoyu payyayınlanan Dual Shock 4 adlı oyun kumandası laşmanızı sağlıyor. oldu. Dual Shock 4 diye adlandırılan kumanda, PlayStation 4′ün tanıtımında birbirinden farklı dokunmatik ekran, ‘paylaş’ tuşu ve hareket sen- bir milyon objenin yer aldığı bir de demo sunulsörü gibi özelliklerle donatılmış. Kumandanın du ve konsoluun gücü gösterilmeye çalışıldı.PS4 önündeki mavi ışık ise PS4′te bulunacak yeni duyurusuyla beraber tanıtılan oyunlar ise şöyle: nesil hareket algılayıcı kameradan daha kolay Killzone: Shadowfall, inFAMAOUS: Second Son, takip edilebilmesi için konulduğu belirtiliyor. The Witness, Drive Club, Watch Dogs, Destiny, Diablo III. Kullanıcılara daha sosyal bir oyun tecrübesi sunmayı hedefleyen Sony, PS4′ü ‘Gaikai’ adını PlayStation 4 fiyatı konusunda herhangi bir biltaşıyan ‘bulut oyun servisi’ ile entegre etmeye gi vermedi.

CRYSIS 3 SATIŞA ÇIKTI

GTA V ÇIKIŞ TARİHİ ERTELENDİ

Özellikle grafik hayranı oyun severlerin büyük bir merakla yayınlanmasını beklediği Crysis 3 sonunda çıktı. Avrupa'daki gururumuz Yerli kardeşlerin bu yeni şaheseriyle 2007 yılında yayınlanan Crysis ile başlayan üçleme de sona ermiş olacak.

Oyun sektörünün en hareketli ayı olmaya aday olan Mart ayında çıkması beklenen en önemli isimlerden Grand Theft Auto 5, bir sonraki bahara kaldı. Aralık ayında başlayan GTA V koşuşturması, Rockstar’dan gelen bir açıklama ile iyice zirve yapmış, serinin son oyununun bahar döneminde raflardaki yerini alacağı yönündeki inanç bir hayli artmıştı. Ne yazık ki firmadan yapılan açıklamaya göre GTA V, ancak 17 Eylül tarihinde sevenleri ile buluşabilecek.

Crytek'in patronu Cevat Yerli Crysis 3'ün grafiklerine oldukça güveniyor. Hatta geçtiğimiz günlerde yaptığı bir açıklamada yeni nesil konsolların çıkış oyunlarının Crysis 3'ten pek de farklı görünmeyeceğini ifade etmişti. PS4 duyurusuyla birlikte, konsol için duyurulan oyunlara baktığımızda da Yerli'nin bu iddiasında haklı olduğunu gördük.

Yapımcı Rockstar’ın resmi sitesinde yer verilen açıklamanın hemen ardından ortaya atılan, “GTA V iptal edilecek” gibi komplo teorileri ise öyle görünüyor ki firmanın canını çok sıkmış durumda. Oyunun çıkış tarihinin gecikmesi hakkındaki envai çeşit iddiaya, Rockstar tarafından yapılan bir basın açıklaması ile cevap geldi.

Yapılan açıklamada yaşanan 4 aylık gecikme için kullanıcılardan özür dilenirken bu gecikmenin oyunun en hazır şekilde piyasaya sürülmesi amacıyla yapıldığı ve tüm ekibinde Crysis 3 için şu ana kadar geliştiril- bunun için çok yoğun şekilde çalıştığı belirtildi. Ayrıca yapımiş en iyi görsellere sahip oyunlar- lan açıklamada oyunun PC sürümü hakkında herhangi bir dan biri diyebiliriz. Oyun PlayStore bilgi verilmiş değil. üzerinden 12 ay taksit avantajıyla 96 TL'den satışa sunulmuş durumda. Oyunun kutulu versiyonu ise Bundan önceki çıkış tarihini bir anda 17 Eylül tarihine atan AralGame'de 120 TL, PS3 ve Xbox GTA V, Xbox 360 ve PS3 için piyasaya çıkacak. PC ve Wii U 360 versiyonları ise 180 TL'den sa- sürümleri ise halen gizemlerini koruyorlar. tışta.


AKSAYAN YÖNLERİ İLE AVRUPA BİRLİĞİ

Ece Mozakoğlu’nun

Kaynakça: İlber Ortaylı, Avrupa ve Biz Avrupa Birliği Kurucu Antlaşması ve Birliğin İşleyişi Hakkında Antlaşmahttp://www.abgs.gov.tr/files/ pub/antlasmalar.pdf Avrupa Komisyonu; Avrupa Komşuluk Politikası web sayfası http://ec.europa.eu/world/enp/index_en.htm Cansu Nur Gezer, Avrupa Birliği Komşuluk Politikası

Avrupa Birliği’ni diğer uluslararası örgütlerden ayıran en önemli özelliği kendine ait ekonomisi ve ortak politikalar geliştirme yeteneği ile bir ulusarüstü örgüt oluşudur. Ancak buna karşılık Avrupa Birliği’nin meşruiyeti sorgulanmıştır.

2001’de yayımlanan, Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan “Avrupa Yönetişimi” başlıklı Beyaz Kitap’ta; Avrupa Birliği’nin İşsizlik, Gıda Maddelerinin Güvenliği, Kriminal Meseleler, Komşularda Yaşanan Çatışmalar, Göç ve Mültecilik sorunlarına yeterli çözümler geliştirememesi ve birliğin üye devletler ve üye devletlerin vatandaşlarınca anlaşılamaması ve buradan hareketle ortak politikalar geliştirilmesinde zayıf kalınması hususları dikkate alınarak Avrupa Birli-

ği’nin, Açıklık, Tutarlılık, Katılım, Hesap Verebilirlik, Verimlilik olmak üzere beş ana başlık altında toplanan kriterlere uyması gerektiği vurgulanmıştır.

“Meşruiyet Sorunu” 2002 yılında, bu tarihe kadar meşruiyetini Avrupa Topluluğu’nun organlarından alan ve onlar aracılığıyla uluslararası anlaşmalar yapabilen birliğin fiil ehliyetini kazanması amaçlı ilk girişim gerçekleşmiş ve Avrupa Birliği Anayasası fikri ortaya atılmıştır. 2004 yılında hazırlanan anayasa taslağı, Fransa ve Hollanda’nın halk referandumları sonucu veto vermeleri ile rafa kalkmıştır. Burada dikkat çekici nokta bir


üst bölümde bahsi geçen açıklık hususuna ne kadar dikkat edildiğidir. Üye devletler ve vatandaşlarınca, maksadı örgüte uluslararası alanda güç ve hukukilik kazandırmak olan bir metin, tehdit olarak algılanmış, açıkça anlaşılamamıştır.Bir diğer çarpıcı örnek ise anayasanın başarısızlığı sonucu oluşturulmuş 2007 yılında hazırlanarak 2009 yılında yürürlüğe giren Lizbon Anlaşması’nda görülmektedir.Bu anlaşma üç ek protokole sahiptir. Bu protokollerde; Avrupa Birliği’nin üye devletlerin savunma politikalarına ve iç işlerine müdahale etmeyeceğine ve İrlanda’nın tarafsızlık politikasına dikkat çekilmektedir. Çünkü İrlanda tarafsızlık politikasını öne sürerek anlaşmayı kabul etmemiş ve ancak protokollerin eklenmesiyle anlaşma imzalanabilmiştir. Bu anlaşma Avrupa Birliği’nin en güncel hukuki metni olup birliğe meşruiyet ve fiil ehliyeti kazandırmıştır. Ancak yine görüyoruz ki ortak bilinç ve açıklık bu konuda da zayıf kalmıştır. ( Lizbon anlaşması, savunma konusunda açık bir başlık içermemektedir)

“Avrupa Komşuluk Politikası” Avrupa Birliği’ne getirilen bir diğer eleştiri ise “European Neighborhood Policy” (ENP) ya da Türkçe adı ile Avrupa Komşuluk Politikası’nın başarısızlığıdır. Avrupa Birliği, Balkan Savaşları (90’lar) ve bölgede yaşanan krizler nedeniyle, statükoyu korumak amaçlı bu politikayı ortaya atmıştır.Ve bu konuda birliğin en önemli siyasi aracı olan mali gücünü kullanarak çevre ülkelerde refahı sağlamak amacını gütmüştür. Komşu ülkelerle karşılıklı bağımlılık üzerinden yürütülen bu politika, 3 temel başlıkta, Doğu Ortaklığı, Karadeniz Sinerjisi, Akdeniz İçin Birlik olarak adlandırılmaktadır.Ancak Akdeniz çevresinde başlayan Arap Baharı ile birlikte bu politikanın yetersizliği gözler önüne serilmiş ve Avrupa Birliği göç ve mültecilik sorunlarıyla da karşı karşıya kalmıştır.

“Euro Bölgesi”

Avrupa Birliği’nin en önemli siyasal politikasını ve mali araçlarını şekillendiren “Euro” bir yönüyle dolar karşısındaki durumuyla bir diğer yönden ise Euro bölgesinin tam anlamıyla oluşturulamamasıyla eleştiriye hedef olmaktadır. İngiltere, Danimarka ve İsveç bugün yaptıkları referandumlar sonucu euro yerine kendi para birimlerini kullanan birlik üyeleridir. Bu ülkelerin yanı sıra genişlemenin son iki dalgasında birliğe üye olan devletlerin çoğu henüz euro kullanımına geçmiş değildir. Ancak diğer ülkelerden farklı olarak bu yeni üyelerin 2015 yılında dek euroya geçişleri beklenen (olması gereken) durumdur. Buradan da hareket ile euro konusunda da Avrupa Birliğinde tam bir birlikten söz edemeyeceğimizi söylemek gerekir.

“Eğitim Programları” Life Long Learning Program kapsamında üye ve aday ülkeler arası eğitim entegrasyonunu oluşturmayı, serbest dolaşıma teşviki ve birlik için büyük önem arz eden AB vatandaşlığı fikrinin benimsetilmesini amaçlayan birlik bu konuda da hedefine tam anlamıyla ulaşmıştır diyemeyiz. Bilhassa bu yıl içerisinde söz konusu olan Erasmus hibe desteğinin kesilmesi , Avrupa’nın içinde bulunduğu mali krizlerin de bir göstergesidir.Ancak buradaki en önemli husus köklü tarihleri ve eğitim kurumları bulunan Avrupa ülkelerinin eğitim sistemlerinin entegrasyonu konusundaki zorluk ve hatta imkansız durumdur.

Sonuç olarak, İngiltere’nin birlikten ayrılma düşüncesinin gündeme gelmesi ve yaşanan ekonomik krizler dolayısıyla oluşan güvensiz ortam göz önüne alındığında Avrupa Birliği günümüzde zor bir dönemden geçmektedir. 14.yydan bu yana sözü edilmiş, amaçlanmış bu birliğin geleceğini okumak güç olsa da geniş çevrelerce gelişimini üst düzeye taşıyacağı ve varlığını sürdüreceği fikri öne sürülmektedir.





Ülkemizde Oryantal Blues tarzının en önemli temsilcilerinden birisi olan Luxus konuğumuz oluyor bu ay.

önce onunla yolda karşılaştık ve bize “Salı günleri barda çalmaya başlayın.” dedi. Ben de önce mekânı bir göreyim, dedim. Gittim, gördüm, dedim ki; 2 kişi az gelir buraya. Çünkü oldukça çok kişinin gittiği bir dans mekânı orası… “Bana izin ver bir kaç kişiyi arayayım.” dedim, o da “Tamam.” dedi. İki arkadaş buldum, bir tanesi şu an hala bizimle, adı İsmet. O zamanlar gitarist bir arkadaşım vardı; Cihat. Onlara söyledim ve birlikte bir prova yaptık. Bizim Ozan ile hazırladığımız repertuarları çalıştık. Bir gün, denemek için çıktık sahneye. Karşılıklı çok keyif aldık, sonra devam edelim dedik. 5 ay kadar böyle devam ettik. Şu an anHer grubun bir kuruluş hikâyesi vardır. lattıklarım, 2005’in Şubat ayında oldu. 2005’in Temmuz ayında çok teklif aldık. Yine aynı re8 kişinin bir araya gelmesi de kolay olfleksle ben şunu söyledim; “4 kişiyle olmaz.” mamıştır sanıyorum. Söyleşimize Sonra 5 kişi olduk. Davul ve basgitar da lazımdı. bununla başlayalım isterseniz. LUXO zaman da, değişik kararlarla, bir davulcu ve US’un kuruluş hikâyesini okuyucubasgitarist bulduk ve hala bizimleler. Böylece 7 larımız için biraz anlatır mısınız? kişilik programı başlattık. Araf’ta çalarken 5 İlk başta 8 kişi değildik. Bir grubu 8 kişi ile kur- kişiydik, başka yerlerde 7 kişi… Bu bir süre öyle mak çok zor. Çok spontane oluştu bizim grup. 2 devam etti. kişi ile başladık. Ozan (akordeon) ve ben repertuarlara başladık ve grubu ciddi bir şekilde oluşturmuştuk. Her zaman çaldığımız yerler dı- Benim önceden yapmış olduğum bestelerim şında farklı yerlerde de çalmaya başladık. Bu vardı ve o besteleri denemeye başladık. Çıktığıböyle başlayan bir hikâye... mız yerlerde bizi sahneye çok yakıştırdılar ve biz buna çok sevindik. “Gelin o zaman albüm yapalım.” dedik. Yaptığımız orijinal coverlar Araf diye bir mekân var İstanbul'da, özellikle Erasmus öğrencilerinin takip ettiği bir bar bu- var, onları da albüme aldık. Bir de benim besterası. Barın sahibi olan ve aynı zamanda oranın lerime albümde yer verdik. 10 parçalık bir alDJ’liğini yapan bir arkadaşım var. Bundan 2 yıl büm oluşturduk. Albümü 2008’de yaptık. 2. albüm 2012 yılında çıktığında, 8 kişi olmuştuk.

Röportaj:

Arda Özgüven Çağla Öznacar Derya Taşdemir


2011’de artık öyle bir hale geldik ki, 7 kişi az gel- lamasın, bu farklı bir kavram değil, kültürel bir di. Biraz daha fazla enstrüman ve tromboncuya kavramdır. ihtiyacımız vardı. O yüzden trombon aldık ve 8 kişi olduk. Bir buçuk senedir 8 kişiyiz. İlk albümünüzü 2008 yılında çıkardınız yanlış bilmiyorsam. “Acayip Şeyler” alTürkiye'de pek rastlanmayan Oryantal ve bümüne baktığımızda Türk Sanat Müziği Blues’in harmanlanması olarak adlandı- ve Arabesk cover’larınızın çok beğenildirılıyor müzik tarzınız. Buna katılıyor mu- ğini görüyoruz. Sizce eski müzikleri yenisunuz? Siz yaptığınız müziği hangi terim- den ve farklı bir tını ile seslendirmek nasıl bir duygu? Bu çalışmayı yaparken, o le açıklıyorsunuz? Oryantal Blues ismini biz verdik. Çoğu insanın dönemden ya da o isimlerden ilham aldınız mı? bunu formal olarak algılayacağından emindik. “Bunlar oryantal müzik yapıyor ve aynı zamanda bunu Blues ile harmanlıyorlar.” deniyor. Biz bunu kültürel bir üst baslik olarak ortaya koyduk. Tangosu da var, arabesk de geliyor, gypsy’si de giriyor. Tabi ki, alt yapımız Rock üzerine… Bunların hepsine ortak bir isim vermek mümkün değil. Biz üst başlık olarak, kültürel bir simge seçtik. Bir baktık ki, Blues dediğimiz müzik, Afrika’dan Amerika’ya siyahlarla birlikte gitmiş ve oranın müziği ile harmanlamış. Bu da apayrı bir durum… Oryantal dediğimiz de, Avrupalıların Kuzey Afrika’dan başlayıp, tüm bölgeyi tarif ederken kullandıkları bir kavram. İşte bu iki kavramla tüm dünyaya hitap edebiliyor olduğumuzu düşündük. Bu yüzden kimse yanlış an-

Biz yüzlerce yıldır müzik yapan ne kadar insan varsa, hepsinden ilham alıyoruz. Biz oynamayı seviyoruz elimize geçen malzemelerle. Çocukluğumuzdan kalan bir parça çıktığında, biz ona daha önceden bakıldığı şekliyle değil, ters çevirip bakıyoruz. İçimizden geçenlerle bir oluyor o bakış. Bambaşka bir şey çıkarıyoruz. Cover’ların hepsi tesadüfen seçildi. Bu albümden sonra, sanırım 2011 yılında, bir albüm daha çıkardınız. Peki, bu verdiğiniz iki yıllık aranın ardından yeni bir albüm çıkaracak mısınız? Hazırlıyorum şu an. Birkaç parça oturdu ama zaman istiyor biraz. Bir kere, her bir albümden sonra, biraz daha sorumluluk yükleniyor. İyi bir şeyler çıkardığını düşünen insanlar varsa orta-


da, bu iyi bir şey çıkarmış olan insanlara ruz. daha iyisini vermek gerekiyor. Bu böyle devam ediyor ve işler daha da zorlaşıyor. Yakın tarihte bir turne ya da konser planınız var mı? İlk albümünüz cover’lardan oluşan Bugün Belçika - Sazz and Jazz’dayız, bir albümdü. İkincisi ise genellikle yarın Köln’deyiz. Döner dönmez başlayacağız. sizin parçalarınızdan oluşuyordu. Mart ayı dolu. 13-14 Mart tarihinde Ankara’da, Üçüncü albümünüzde nasıl parça15-16 Mart tarihinde de İstanbul’da olacağız. lar bizleri bekliyor, cover yapmayı Her yeri dolaşacağız. düşünüyor musunuz? Bunlar tamamen tesadüf. Bir şey çıkar karşımıza, onu yapmayı severiz ve insan- Konser dışında sürekli çaldığınız bir yer var mı? Sizi dinlemek isteyen müzikselarla paylaşmak isteriz. verler nereden ulaşabilir size? Müzik gruplarının sahnedeki performansları çok göz önünde olur genelde. Konsere ya da turneye çıkarken nasıl hazırlanıyorsunuz? Ben dua ediyorum. Kendimi dua ederek motive ediyorum. Ben 25 yıldır sahnede müzik yapıyorum. Sanki bütün hayatın boyunca o sahneye hazırlanmış gibi oluyorsun. Başka özel bir hazırlık gerekmiyor. Kalabalık bir grup olduğunuzdan dolayı sahnedeki duruşunuz oldukça önemli olmalı. Dünya çapında baktığımız zaman, sahne gösterisini iyi bulduğunuz ve size ilham kaynağı olan bir grup ya da isim var mı? Koreografik şeyler sahnede oluşuyor. Anahtar kelime ‘oluş’, biz oluş halinde olmaya inanıyo-

Özelikle bir yerde çalmayı sevmiyoruz. Sonuç olarak İstanbulluyuz ve İstanbul’da çok ciddi bir izleyici oluştu artık. Onlara da ulaşmak lazım. Taksim’de, Taverna İstanbul adlı mekânda, ayda iki kez çalıyoruz. Ankara’da, Bodrum’da, ayda bir kez değişik yerlerde çıkmaya çalışıyoruz. Son olarak okuyucularımıza veya sizi dinleyenlere Felsebiyat Dergisi aracılığı ile bir şey söylemek ister misiniz? Felsebiyat… Şahane bir şey… İki alanda da okumayı çok seviyorum. Bizler de, zaten ne kadar karışık bir ekibiz. Oryantal ve Blues, felsefe ve edebiyat. Bizi okumaya devam etsinler demeyeceğim; ama ben onların okuduğu şeyleri okumayı tercih edebilirim. Onlar sadece bizi dinlesinler ve okumaya devam etsinler. Selamlarımı gönderiyorum hepsine!


En Azından - Belki Bir Gün? -Bir şeyin alışkanlık haline gelmesi, aklınızı, vücudunuzu, fikrini ne kadar uyuşturduğuyla alakalı. Bu yüzden kitap okumak da dahil, tüm alışkanlıklarda sınırı bilebilmek önemli. -Bokunu çıkarmamak gerek, diyorsun yani. -Aynen öyle.

Ev arkadaşım, hayatımın alışkanlıklar üzerine kurulu olduğunu iddia ediyordu. Psikoloji mezunuydu, yüksek lisans yapıyordu ve tez konusu: "İnsan Hayatına Ket Vuran Psikolojik Rahatsızlıklar ve Alışkanlıklar" idi. Beni denek olarak kullanmakta da herhangi bir sakınca Hayır, ona göre bu kadar basite indirgeyemgörmüyordu. ezdim. Psikolojide sorunun büyüğü küçüğü olmazdı çünkü en ufak bir problem bile insanın kaliteli yaşamasına engel olurdu. Balkona geçtim, bir sigara yaktım. Yanımda belirdi anında: -Kızım sen ders çalışsana. Daha ne kadar uzata- -Emre aradı mı? caksın bu okulu? -Evet, bu akşam gideceğim. -Hiç içimden gelmiyor şu an. Sabah bakacağım -İkinizin de ağzına tüküreyim! artık. -E sınav öğlen değil mi? -Evet. -Evet diyor bir de. Tövbe ya. Gel bir yarım saat çıkalım hava alalım bari.

Her zamanki çay bahçemize gittik. Her zamanki yerime oturdum. "Neden hep aynı yere gidiyoruz yaa" diye sormaktan çoktan vazgeçmişti çünkü uzun zaman önce teşhisi koymuştu hanımefendi; ona göre ben obsesiftim.

Eski erkek arkadaşımla, belki yirmi defa terkedildiğim tuhaf bir beraberlik yaşadıktan sonra ayrılmıştık. Sözde... Ne zaman çağırsa giderdim, ne kadar istese kalırdım.

-Kendini kullandırma artık, yapma! -Çocuk musun ya? Kendi isteğimle gidiyorum oraya ben, kimsenin kullandığı yok.

-Aç gözünü be salak! Kaç yıl psikoloji okudum ben. Bütün bilgilerime dayanarak söylüyorum ki, o adam ego Benliğime huzur veren bir kaç mekan vardı ve sadece oralara gitmek isterdim. Ne yani, patlaması yaşayan koca bir zavallı! gayet normal değil mi? Çayı da hep açık, Sense ona bağımlı çaresiz bir kölesin. büyük cam fincanda içerdim. Çay önemliydi, büyük takıntıydı benim için. Cam, büyük bardak... Ve açık olacaktı... Onu takmıyordum. Ben takmadıkça sözlerini ağırlaştırıyordu. O ağır Çok mu büyük bir sorundu yani?


konuştukça ben daha çok takmıyordum.

leyim, içten içe demek ki hala sevdiğini sanmışım. Çağırıyordu. Biliyorsun. Gidiyordum, sarılıyordu, öpüyordu. Haklıydı belki de. Hatta muhtemelen haklıydı. Ya öyle hayvan gibi saldırmıyordu işte Eski sevgilime bağımlıydım. Ben gitmesem ben- hemen. Bazen umursamaz davranıyorim yerime başkasını çağıracaktı. Daha önce on- du ama bazen de öyle sıcak ve şefkatli oluyordu larca kez yaptığı gibi. Bu düşünce beynimde ki. Ya bilmiyorum Selin. Allahın belası herifin garip bir uyuşma hissi yaratırdı ve giderdim. bana yaşattığına bak! Halime bak! Her defasında adeta bir robot gibi onun istikametine yürürdüm. -Sana anlattım Banu. Bir kerecik kulak ver sesime. Hepimiz temelde kötü insanlarız. Ego Emre'ye gitmeden önce yanıma geldi, sarıldı. denen şeyin pençesindeyiz. Ne kadar törpülersek kendimizi, ne kadar arınırsak o kadar iyi insanlar oluruz. O hiç arınamamış ne yazık ki, sen "Gitme desem de gideceksin biliyorum. Ama en de kendine seçtiği zavallı kurbansın. Kimi zaazından bugün onun yanındayken, şu an olman man saçını okşuyor, babalık içgüdüsünü, gereken yerin gerçekten onun yanı olup olmakoruma içgüdüsünü tazeliyor. Kimi zaman da dığını düşün. Bunu senin bir arkadaşın olarak seni kırıp, yıkıp dökerek içindeki canavarı rica ediyorum senden." dedi. ortaya çıkarıyor. İzin verme. Uzaklaş. Egosunu başkalarıyla tatmin etsin. Yapma! Evden çıktım. On dakika sonra Emre aradı. "Banu başka bir şey çıktı. Başka zaman görüşürüz, olur değil mi?" dedi. O kadar rahattı ki bunu söylerken. Ağzında bir şeyler geveleyip cevap vermemi beklemeden telefonu kapattı. İlk defa yapmıyordu bunu. Muhtemelen başka bir kızla buluşacaktı. Ama uzun zamandır ilk defa bu kadar zoruma gitti bu durum. Belki tam evden çıkmadan Selin'in söylediklerinin üstüne olması. Yanlış ata oynuyordum, saçmalıyordum, en başından beri de farkındaydım. Ama ilk defa çok zoruma gitti bu durum. Eve dönerken ağlamamak için kendimi öyle bir kasmıştım ki çeneme ağrılar girdi. Apartmana girer girmez de bıraktım kendimi. Deli gibi ağlamaya başladım. Selin halimi görünce hiçbir şey sormadı. Sarıldı. "Ağla, zehrini akıt." dedi.

-Bir daha gitmeyeceğim. -Gitme.

Kalktım. Yüzümü yıkadım. Sigara içmeliydim. Sıcak bir çayla birlikte.

"Büyük cam bardaklarımız kirli malesef" dedi Selin. "Küçük bardaklarla içeceksin, olur mu?"

"Hayır, olmaz" dedim. Dolaptan iki tane viski bardağı alıp, ikisinin de yarısına kadar çay doldurdum. "Bunlarla içeceğiz."

Gülümsedik, kadehlerimizi tokuşturduk.

Belki kendimi kandırıyordum. Bilemiyordum. Yarım saate yakın ağladım. Başım Belki, yarın arasa yine gidecektim. Ama o gün zonkluyordu ama uyumak istemiyordum. asla, asla gitmezdim. Kızgındım, kırgındım ve kararlıydım o gün. "Bugün asla ona gitmeyeceğim, bugün o yok!" dedim içimden; "Bugün -Selin, bu adam beni zerre kadar umur- sadece ben varım!" samıyor. Ya bunu biliyordum ama ne bi-


ÖLÜ M

Gecenin karanlığında, kaldırımda yürüyen sarışın kadının topuk sesleri yankılandı tenha caddede. Mini eteği, beline kadar uzun sapsarı saçları, kan kırmızı rujuyla ve baştan çıkarıcı adımlarıyla direğe yaslanmış sigara içen adama gülümseyerek yaklaştı. Siyah deri eldivenli elinde yanmayan bir sigara vardı. Kadını görünce adamın gözleri parladı, nefesi hızlandı ve hemen seri hareketlerle cebinden çakmağını çıkarıp kadına uzattı. Kadın sigarasını yakıp şuh bir ifadeyle dumanı adama üfledi. Adam pis pis sırıttı. ‘Şuradaki parkta olur mu? ‘Olur.’ ‘Kaç para?’

‘100 dolar’ ‘Yuh be. Çok pahalı!’ ‘Canın isterse be! Seninle mi uğraşacağım? Paran yoksa siktir git!’ ‘Dur kızım sinirlenme hemen. Tamam, gel hadi.’ Kadın sigarasından bir nefes daha çekip gözlerinde saklamaya çalışmadığı bir nefretle gülümsedi, sigarasını yere attı ve yürümeye başladı. Adam arkasından kadının dolgun kalçalarını, biçimli uzun bacaklarını izleyerek hevesle seğirtti.


Biraz sonra insanların tek tük yürüdüğü sokakları geçip tenha parkın en karanlık köşesine gelince durdular. Kadın adama bakıp bekledi. Adam hayvani bir istekle elini kadının göğüslerine uzattı ve işte tam da o anda kadın ani bir hareketle adamın kolunu tutup çevirdi. Acıyla haykıran adam arkasını dönüp yere diz çöktü. Kadın adamın kolunu bıraktı ama adam daha ne olduğunu anlayamadan sağ eliyle çenesini, sol eliyle başını kavrayıp kafasını var gücüyle sağa doğru çevirdi. Adamın kırılan

boynunun sesi ıssız parkta yankılandı ve adam cansız bir halde yere yığıldı. Kadın aceleyle cebinden çıkardığı kısa, beyaz bir saç telini adamın üzerine bıraktı. Kendine bir numara büyük topuklu ayakkabısıyla izi çıkana dek adamın siyah ceketine bastı. Çantasından 6 numara, kalın çerçeveli bir gözlük çıkardı, ortadan ikiye kırıp cesedin yanına attıktan sonra olay yerine şöyle bir bakıp gülümsedi. Bu sefer de başarmıştı. Arkasını dönüp ağır ve kendinden emin adımlarla parkın arka kapısından çıktı. Dört sokak ileride, ıssız bir ara sokakta karanlık bir köşeye park edilmiş Honda Shadow Black Widow choppera doğru yürürken önce peruğunu çıkardı ve çenesi hizasında kesilmiş, düz kahverengi saçlarını elleriyle karıştırarak düzeltti. Motosikletin yanına geldiğinde topuklu ayakkabılarını ve siyah bir taytın üzerine giydiği mini eteği çıkardı. Chopperın arkasındaki sırt çantasından çıkardığı postalları ve siyah deri ceketi giydi. Peruğu, eteği ve topuklu ayakkabıları ve deri eldivenleri sırt çantasına koydu. En son kaskını da takıp motora atladı ve gaza bastı. Ana yola çıkmadan, arka sokaktan geçerek bir sonraki ara sokağa çıktı. Karanlık sokakta bir grup evsiz, üzerlerinde hırpani giysilerle içinde devasa bir ateş yanan büyük bir teneke bidonun başında ayakta dikilmiş şarap içiyorlardı. Yanlarından geçerken yavaşladı. Evsizler onu aynasız sanıp korkuyla bir adım geri çekildiler. Kadın onları umursamadı. Sırt çantasını bidona attı. Ateş kızıl kıvılcımlarla havalanarak evsizlerin üzerine yağdı. Arkasına bile bakmadan gaza bastı, ana yola çıkarak karanlık gecenin içinde kayboldu.

aldığı saç teli üzerinde adli analizler yapılacak, 6 numara gözlük takan yaşlı birinin nasıl hem topuklu ayakkabı giyip hem de 30 yaşlarında iri yarı bir adamı boynunu kırarak öldürdüğü tartışılacak, kurbanın ailesi ve yakınları sorgulanacaktı. En sonunda da o pisliğin son iki yıldır cinayet büronun peşinde koştuğu ve dokuz fahişenin cinayetinden sorumlu Fahişe Katili olduğu anlaşılıp büyük bir rahatlama ve sıfır delille dosya rafa kaldırılacaktı. Tıpkı daha öncekiler gibi… Eva kaskın ardından gözlerinde zafer pırıltılarıyla gülümsedi. O iğrenç yaratık bunu sonuna kadar hak etmişti. Aslında işkence edip öldürmeyi tercih ederdi ama çok fazla delil kalacağı için bu oldukça riskliydi. Şimdi gidip şehri bir pislikten daha kurtardığı için rahat bir uyku uyuyabilirdi. Motosikleti evinin önüne park ettikten sonra aceleci adımlarla apartmandan içeri girdi, en üst kata çıkıp teras katındaki dairesinin kapısını açtı. Burası Haliç’e bakan bir tepede, duvarları kitaplar, filmler ve plaklarla kaplı küçük bir çatı katıydı. Her gece yaptığı gibi sistemi son bir kez kontrol etmek üzere bilgisayarını açtı. Bir sigara yaktı, birkaç tuşa basıp esneyerek ekrana baktı ve siyah gözleri bir anda şaşkınlıkla büyüdü, heyecanla ayağa kalktı. Bu aylardır beklediği fırsattı. Hemen hesapladı. İhbar 5 dakika önce... Polisin o sokağa gelmesi 9 dakika... İhbarı alır almaz yola çıkmaları 3 dakika... 7 dakikası vardı. Sigarasını aceleyle söndürdü, anahtarı alıp fırladı. 3 dakika sonra oradaydı ve polisler gelene kadar tam 4 dakikası vardı. Karanlık, dar sokakta, sokak lambasının altında anne karnındaki bir cenin gibi dizlerini karnına çekmiş yatan genç kızın yanına üzüntülü gözlerle, yavaşça yaklaştı. Kızın upuzun, dalgalı saçları Arnavut kaldırımlı sokağa dağılmıştı. Yüzünde çok acı çeken insanlara özgü o tuhaf ifade vardı. Elleri, daha öncekiler gibi arkadan bir fularla bağlanmıştı. Ve dizleri… Her iki

dizi de bıçaklanmış, akan kanlar sokakta koyu kızıl bir göl oluşturmuştu. Eva başını sağa çe-

Yarın sabah ceset bulunacak, Komiser Kaya bıraktığı delillere yoğunlaşacak, sokakta yanından virip yerdeki kanlı bıçağa baktı. Daha öncekiler geçen 80 küsur yaşındaki bir kadının omzundan gibi… Derin bir nefes aldı. Korkunç bir deja vu yaşıyordu. Ancak aradaki tek fark daha önce re-


a Ev

simlerini gördüğü bir sahnenin şu anda içine düşmüş olmasıydı. Ya da bir fark daha vardı…

Duyduğu siren sesiyle aniden kendine gelip saatine baktı, yere eğilip cesedin yanından bir şey aldı ve koşarak oradan uzaklaştı. Ertesi sabah erkenden uyandı. İki kişilik geniş yatağının yanındaki giysi dolabını açtı. File çoraplar, siyah dizüstü bir etek, dantelli şık bir bluz giydikten sonra siyah, topuklu ayakkabılarını ayağına geçirdi. Banyoda insan saçından yapılmış uzun, kızıl peruğunu taktı, gözlerinin üzerine düşen perçemlerini eliyle düzeltti. Yeşil, numarasız lenslerden sonra siyah kemik çerçeveli bir gözlük taktı. Hafif bir makyaj yaptı ve boy aynasında son bir kez kendine baktı. Hazırdı.

ls Fe

t i ya eb

yıp gaza bastı. Bir süre sonra şirkete varmış, asansörle plazanın en üst katına çıkıyordu. Odasına doğru ilerlerken koridorda asistanı Güneş ile karşılaştı. Kız elinde bir not defteri ve kalem, her zamanki gibi telaşla konuşmaya başladı. ‘Günaydın Nora. Birazdan toplantı odasında olmamız gerek. Yeni bir web programı ve Demir bey bugün yine çok asabi. Herkesin hemen gelmesini istedi.’ ‘Tamam, sakin ol.’ diyerek gülümsedi ve yürümeye devam etti. Güneş koridordan sağa dönüp kaybolduğu anda gülümsemesi yüzünde dondu. Nefret dolu gözlerle boşluğa baktı. Dün geceki aynı şekilde öldürülen üçüncü dansçı kızdı ve dördüncü asla olmayacaktı. Katil cinayeti orada işleyerek ölümcül bir hata yapmıştı ve Eva dün gece öyle bir şey görmüştü ki artık ona ulaşmasına ramak kalmıştı.

Sokağa çıkıp gördüğü ilk taksiyi durdurdu. Bindikten hemen sonra ‘Maslak Ve aniden zihninde çok sıra WeProg Şirketi.’ dedi. Şoför başını salla- dışı bir plan canlandı…



Yanlış hatırlamıyorsam, Türk halkının İngilizce ile imtihanı ilkokulun dördüncü sınıfında başlıyordu. Tabi meraklı ebeveynlerin, bize, biz çocuk yaşlarda iken "Yes" ya da "No" gibi kelimeleri veya ona kadar saymayı öğrettiğini saymazsak. Ben de ilkokuldan beri uğraşmaktayım İngilizce ile. Bakmayın, bu ailemin merak etmesinden değil, benim Türkçe'yi zor kavramamdan kaynaklanıyor; daha önce başka bir dil öğrenemeyişimden... Konumuza dönmek gerekirse, okuma yazmayı erken yaşta öğrensem de, yabancı dile pek ilgim yoktu. Olmamıştı, olacağını da düşünmüyordum. Benim için yabancı dil; Tetris'te yazan "Start", "Power On/Off" ve ataride geçen anlamını bilmediğim bazı kelimelerdi. Ne zaman ki bir bilgisayarım oldu, o zaman yavaş yavaş kelimeleri de öğrenmeye başladım. Öğrendikçe keyif veriyordu, yalan yok!

Gün, okulda İngilizce görme günüydü!

boşluğu doldurmam isteniyordu. O kadar kelime, o kadar kalıp öğreniyorduk; ama tek istenen o boşluğu doldurmamdı. Hem de neyle? "YES" or "NO"!!! Tam “İngilizce böyle devam etmez!” diyordum ki; aynı şekilde devam etti! Kimisi tek tek kelimeler kullanarak cümle kurduğunu düşünürdü, "Sex, Cam, Yes" gibi; kimisi de bir İngiliz gördüğünde bağırarak konuşurdu, sistemin bize öğretmedikleri yüzünden. Ülkenin en meşhur futbol adamlarından birisi, çıkıp "The Katliamı" cümlesinde, ya da biz, hep İngilizce bir şarkıyı bilmediğimizi çaktırmamak için 'salladık' yıllarca. Neden peki? Hepsi o lanet olası boşluklardan dolayı! Yıl 2013 oldu, üniversitede bile o boşluklarla dönüyor İngilizce... İngilizce bilmek için, boşluk doldurun yeter!

…….. you later!

Kendimi dünyanın en önemli insanı sanıyor(Yukarıdaki boşluğu istediğiniz gibi doldurun, dum; çünkü ben daha önceden birkaç kelime de benden size tam puan!) olsa İngilizce biliyordum! Bu beni, süpersonik güçleri olan bir kahramana dönüştürüyordu kendi hayal gücümde. Fakat ben o gün, aslında öğrendiğim İngilizce kelimelerin hiç de öğrenilmediğini anladım. Suç bende değildi bu sefer. Suç eğitim sistemindeydi! Ben İngilizce gördüğüm ilk gün anladım, bu dilin sadece boşlukları doldurmak olduğunu. Hangi sayfayı açsam, noktalarla bırakılmış bir


@YakisanMustafa

Mustafa Yakışan

İnsan ölür, sinyal ölmez!

mekten! “Bu sefer mars edeceğim!” diyerek başladığı oyunların sonundaki pis bakışları ve olUzun zamandır İstanbul dışına çıkmadı- dukça hızlı bir şekilde tekrar taşları dizmesi, bağımı fark etmiştim. Cebimde beş kuruş olmadan na “Yenilen pehlivan güreşe doymaz.” sözünü hatırlatıyordu. “Edersin.” diyordum, gidebileceğim yerler sınırlıydı. Bir an evvel İstanbul’dan kurtulmam gerekiyordu. Ben de bir “Etmelisin!” Benim gibi bir çaylak dahi onu dekısım akrabalarımın bulunduğu Sakarya’ya gide- falarca mars edebiliyordu. bileceğimi düşündüm ve gittim. Çevremdekilere Eğer ki Odin’den kendimizi dışarı atabigöre kısa bir tatil, bana göre kafa dinleme, aslına lirsek, üç - beş cadde üzerine kurulu çarşıda birbakılırsa bir eziyetten ibaretti Sakarya günlerim. kaç tur atarak, çirkin hatunları seyre koyulurSakarya’da uyanmayı unutmuştum. Çoğunlukla uyandırılıyordum. Lanet olası sabah kahvaltıları benim büyük kâbusumdu. Zaten uyanır uyanmaz insanlar neden yemek yer ya da nasıl bunu başarır, bunu hiç anlamamıştım. Bunun bir alışkanlık olduğu belliydi. Fakat doğru olan neydi, henüz bilmiyordum. Zaten doğru olan da umurumda değildi. Ben birkaç sigara ve kahveyle kahvaltımı yapar, yeterince doymuş olarak odama çekilirdim. Bazen masadakilerin kızgın bakışlarına dayanamaz, birkaç dilim ekmekle tatlıya bağlardım mevzuyu.

duk. Gerçekten çok çirkindiler. Bu kadar çirkinlik, sigarasızlıkla daha çekilmez bir hale geliyordu. Ceplerimizde üç kuruş para, ellerimizde birkaç kitapla, şehrin tüm çirkin hatunlarına zor da olsa katlanarak bütün şehri turlar, sinyalcilik yapardık. Değerli bir ağabeyimizin de dediği gibi, “İnsan ölür, sinyal ölmez!”di.

Cengiz vardı bir de. Odin adlı, birkaç züppenin takıldığı bir cafede alırdık soluğu her gün Cengiz’le birlikte. Birkaç çay, paramız var ise kahve, ama her daim tavla! Bıkmıyordu yenil-

Haa, bir de vitrinlerinden Elif Şafak’ın eksik olmadığı kitapçılar vardı! Tanrım… Ne güzeldiler! Aşk… Şemspare… Shafak… FAK ELİF, ELİF FAK!

Gündüzlerin standart olması kadar, gecelerin de pek değişik olduğu söylenemezdi. Günün yorgunluğunu, parasını zar zor denkleştirerek satın aldığım birkaç birayla atıyordum. Geceleri genellikle sevgilimle sevişmelerimize ara Evdekileri de mutlu ettikten sonra doğru- veriyor ve kendisini kötü müziklerle aldatıyordum. Bir de hatırladığım kadarıyla, gün doğmaca kitaplarıma koşuyordum. Kitaplar, benim sevgilim gibiydiler. Asla ihanet etmezlerdi. Şid- dan uyumuyordum. Geceye ve karanlığa saygıdetli sevişmelerimiz eşliğinde, her geçen gün aş- sızlık yapamazdım. kımızı tazelerdik. Onlarda bir kadından, insanSakarya’da yapılabilecekler bunlarla sıdan, hatta hayattan fazlası gizliydi. Yatağımın nırlıydı. Her ne kadar monoton günler geçirsem başucundan eksik olmuyorlardı, bazense onlarla dahi, diğer insanlara nadiren fazla kötüydüm ve birlikte uyuyorduk. Uzun saatler kendisiyle vakit mutsuz eğlencelerim vardı. Sakarya, ruhuma geçirmeme rağmen asla sıkılmıyordum. Evet, sıçmayı şart edinmiş bir şehirdi ve hatunları çok kesinlikle insandan fazlaydılar. çirkindi!


İzlediğimi hatırladığım ilk kıyamet filmi 1997 yapımı Dante’s Peak idi. 6-7 yaşlarında olmalıyım. Film hakkında hiçbir şey hatırlamıyorum. Ne bir sahne, ne bir oyuncu ismi... Aklımda kalan tek şey film boyunca bir grup insanın hayatta kalmaya çabalamasıydı. Filmin özeti buydu benim için.

Yıllar geçti. Büyüdüm. Bir 15 sene kadar büyüdüm. O filmin ardından milyonlarca kıyamet filmi de seyrettim. Çoğu kişisel tercihlerimin dışında, grupta mızıkçılık yapmamak adına kabullendiğim filmlerdi. Ama değişmedi. Lanet olsun ki değişmedi. İnsanlar doğdu, öldü, mevsimler geçti, dünya değişti fakat kıyamet filmlerinin o dayanılmaz tekdüzeliği baki kaldı. Bazen zombiler indi, bazen uzaylılar dünyayı istila etti, bazen göktaşı düştü, 21 Aralık kehaneti gerçek oldu… Her ne olursa olsun bizim IQ seviyesi 3 olan bir avuç kahramanımız hayatta kalmayı başardı.

Her şeyden önce, enerjisi yüksek genç neslin “ekşın” ihtiyacını karşılayarak evine ekmek götüren bu sinema çalışanlarının sanatkârdan çok mühendis olduğunu düşünüyorum. Milyon dolarlık oyuncaklarıyla “Dalga yaratmalıyım, insanları dalgadan kaçırmalıyım, daha büyük dalga yaratmalıyım, dalga tanrısını yaratmalıyım!” özündeki fikirleri, bir esere değil ancak bir piyasa ürününe referanslık edebilir.

Seyirci ne zaman bu başı belli sonu belli kıyamet filmlerinden bıktığını fark edecek orası muamma. Ondan önce seyircinin zekâsını nasıl bu kadar küçümseyebildiklerinin hesabı sorulmalı.

Farklı kıyamet filmleri yapılmıyor mu? Elbette yapılıyor. Kıyamete denk gelen insanların yaşadıklarından ziyade psikolojisiyle ilgilenen yapımlar, teknoloji ürününden çok bir “zeka” ürünü olduğu için elbette kendini belli ediyor. Fakat kıyametin o yanında da benzer ve insanı rahatsız eden bir nokta var. O da hepsinin karamsar bir atmosfere sahip olması. Karakterler hep mutsuz, vaat edilen son hep buruk.

İşte “Seeking a Friend for the End of the World” filminin farkı da burada başlıyor.

Öncelikle insanın aklına “Bir kıyamet filmi en fazla ne kadar sempatik olabilir ki?” sorusu gelebilir. Gelmelidir de. Şöyle söylemeliyim;

İnsana kıyametten önceki o 3 haftayı arzulatacak kadar…

Matilda adlı göktaşının dünyayı yok edeceğinin kesinleşmesiyle başlıyor film. Bu çarpışmaya ise yalnızca 3 hafta var. Çoğu bu 3 haftayı, hayatta o ana kadar yapamadıkları ama gerçekleştirmeyi en çok istedikleri şeyi yaparak değerlendiriyor. Bazısı normal hayatına devam ediyor, bazısıysa o korkunç sona dayanacak gücü kendinde bulamayıp intihar ediyor. Bizim elemanımız Dodge ise kıyamet haberinden sonra karısı tarafından terk ediliyor ve dairesinde çaresizce kıyamet gününü beklemeyi seçiyor.


Derken ulu güç Dodge’a son hediyesini veriyor ve yıllardır aynı apartmanda oturmalarına rağmen birbirlerini hiç görmedikleri komşusu Penny ile ilk aşkını aramak üzere yola çıkıyor.

Lorene Scafaria’yı kutlamak lazım. Keira Knightley’in oyunculuğunu bile katlanılabilir kılacak sevimlilikte bir karakter yaratmış. Bazen suratını insanı sinir krizine sokan gereksiz mimiklerle doldursa da, “Kıyamet bir an önce kopsa da ölse!” gibi dilekler dilememize sebep olsa da, izlettirmeyi başardı Knightley’yi Penny. Steve Carell ile uyumsuzluğu filmin kendisinden daha çok gündemdeydi. Ben absürd bir husus göremedim aralarında. Aksine Carrel’in canlandırdığı “loser” aromalı Dodge karakterini Knightley’in uçarı mimiklerle tamamlamaya çalışması biraz acınası olsa da; takdire şayandı.

Daha önce Nick and Norah’s Infinite Playlist filmini çeken Lorene Scafaria, konu bulmakta sıkıntı çekmemesine rağmen, onu oluşturmakta biraz çekmekte. Kariyerindeki iki filmde de başkarakterleri arkadaşlıkla başlayan aşklara sürüklüyor olması biraz dikkat toplasa da göz ardı edilebilir. Ayrıca Sayın Scafaria’nın film isimlerini bu kadar uzun yapmaktan ekstra bir zevk aldığını düşünmüyor değilim.

2012 yılının en göz ardı edilen filmi sıfatını, bizzat ben, Seeking a Friend for the End of the World’e veriyorum. İşime de gelmiyor değil. Bazı filmleri keşfetmek için çaba sarf etmek gerekir. Bu da onlardan biri…

Sinema filmleri bence basit olarak ikiye ayrılır: Mesaj veren ve mesaj vermeyen filmler. “Seeking a Friend for the End of the World” elbet bir mesaj taşıyordu. Ama ondan önce seyircisini büyük bir romantizmin içinde boğarken onlara şu soruyu sordu:

Hangisi daha kötü? Hayatınız boyunca hiç âşık olmamak mı, yoksa o aşka dünyanın sonunda kavuşmak mı?

Özgünlükten ziyade anlam arayanlar için türünün en iyisi bile olabilir. İyi seyirler.


Tarihe gömülen, tarihi şehir!

Mert Gülbay

Almanya'nın Rus topraklarında yarattığı kıyımı anlattım/anlatacağım. Fakat bugün sizlere, Alman topraklarında gerçekleşen bir kıyımdan, bir katliamdan da bahsetmek isterim.

Dresden... 1890’larda Dresden

akvimler 1945'in Mayıs ayını gösteriyordu... Ruslar Berlin'e girmiş ve İkinci Dünya Savaşı'nı bitirmek üzereydiler. Erkekler için savaş çoktan bitmişti. Ya teslim olmuşlar ya da savaşta ölmüşlerdi. Fakat kadınlar için savaş bitmemişti. Ruslar gördükleri Alman kadınlara hiç düşünmeden tecavüz ediyorlardı. Alman bir bayanın anlattıkları buna en büyük örnekti : "Bir tane Rus askeri beni yere fırlattı. Başım merdiven basamaklarındaydı. Askerlerden biri etrafı gözetlerken, biri elbiselerimi yırtıp, bana acımasız bir şekilde tecavüz etmişti.". Fakat aynı kadın şunları da demişti: "Fakat o sıralar, tepemde bir Amerikan olmasındansa, karnımda bir Rus çocuğunu taşımayı tercih ederim". Bu Alman kadının bahsettiği, müttefik kuvvetlerinin Almanya üzerinde gerçekleştirdiği inanılmaz ölçülerdeki hava saldırılarıydı. İngiliz ve Amerikan kuvvetleri bütün Almanya'yı acımasızca bombalamışlardı.

T

Bugüne kadar sizlere hep Joseph Mengele'i, Yahudilere yapılan soykırımları,

Almanya'nın kültür ve tarih başkenti-ydi bir zamanlar. Bir çok müzeye, tarihi binaya ev sahipliği yapıyordu. Elbe Nehrinin kıyısında olan bu şehre, "Elbe'nin Floransa'sı" denirdi... 1200'lerde büyümüş, onlarca savaş ve yıkım görmüş, fakat 1945'e kadar bütün tarih ve kültür kaynaklarını korumayı başarmış bir şehirdi. 2. Dünya Savaşı başlamadan önce 500 bin nüfusu varken, 2. Dünya Savaşının son yılına kadar hiç bombalanmadığı için halk tarafından "güvenli şehir" ilan edilmiş ve nüfusu 1 milyonun üzerine çıkmıştı.

Şehrin en cezbedici noktası da buydu müttefikler için... Şehirde büyük bir nüfus vardı ve hava saldırılarına karşı koruyacak hiç bir önlem yoktu. Bu tarihi şehrin bombalanması için şehir dışında bulunan askeri mühimmat depoları haricinde bir sebep yoktu. Fakat Rusların ilerlemesini kolaylaştırmak, Alman askerinin başına yeni bir bela açmak ve en önemlisi; yer yer teslim olmuş Almanlardan, savaşın bitmesine yakınken, son bir seferliğine intikam almak için yapılmış bir saldırıydı bu...

Saldırı 13 Şubat akşamı başlamıştı. İngiliz ve Amerikanlar gerçekten harika bir plan kurgula-


mışlardı (!). İlk adımda şehre bombaları bırakacaklardı, aradan 3 saat geçtikten sonra, Almanlar ölülerini toplamaya, yangınları söndürmeye ve sığınaklarından çıkmaya başlayınca diğer bir hava saldırısı gerçekleşecek ve katliamda ölenlerin sayısı arttırılacaktı.

Bu planı başarıyla uyguladılar. İlk hava saldırısını gerçekleştirecek olan filo, saat 22:14'te Dresden üzerinde bombalarını bıraktılar. Bu bombaların içeriği patlayıcılar ve fosfor bombaları yani alev çıkartıcılar olarak bilinen "incediaries" bombalarıydı. Amaç, patlayıcılarla şehri tahrip etmek ve alev rüzgarları oluşturarak bütün şehri yakmaktı.

İlk bombada sirenler erkenden çağrı yapmış ve halkın büyük bir bölümü saldırıdan kurtulmuştu. Bir çoğu 1-2 saat sonra sığınaklarından çıkmış, ya birilerine yardım ediyor ya da birilerinden yardım istiyorlardı. Büyük yangınlar her bir yanı sarmıştı ve insanlar panik halinde kendilerini sokağa atmıştı.

Fakat kabus sona ermemişti... Gece tekrardan Müttefik kuvvetlerin saldırıları başladı. Bu sefer de sirenlerle halk uyarılmaya çalışılmıştı. Fakat ilk bombardıman sebebiyle elektrikler kesilmiş ve sirenler sadece şehirde bulunan görevliler tarafından çalınıyor ve ancak o sirenin bulunduğu sokaktaki halkın haberi oluyordu yeni bombardımandan…

İngilizler kendileri için harika fakat Alman siviller için bir o kadar korkunç bir hedef seçmişlerdi: Merkez tren istasyonu ve yanında bulunan büyük park. Yani halkın yangından kaçmak için sığındığı iki büyük yer…

01:21 ile 01:45 arasındaki yaklaşık 25 dakikalık sürede, bu bölgeye 2000 tona yakın patlayıcı ve fosfor bombası bırakılmıştı bile... Artık insanlar için kaçacak yer yoktu! Alev rüzgarları insanlar nereye kaçarsa oraya kadar takip ediyor, sıcaklık 1500 dereceye çıkıyor, binalarda bulunanlar ya yangınlardan yanarak ya da dumandan zehirlenerek ölüyor, dışarıda bulunanlar ise asfalta


yapışan derilerini çıkartamadan alevlere kurban tulanlar yaraları sarmak, yangınları söndürmek gidiyordu. ve ölüleri toplamak için yavaş yavaş sığınaklardan ya da korundukları yerlerden çıkıyorlardı. Fakat İngiliz ve Amerikan birliklerinin durmaya Bir dönem Rusya'da savaşmış, Barbarossa Ha- niyeti yoktu. Aynı günün ortasında yani 14 Şubat'ta müttefik birlikleri tekrar şehrin üzerinde rekatı'nın acılarını derinden yaşamış olan ve sonrasında gazi olarak şehri Dresden'e geri dö- uçmaya başlanen Rudolf Eichner o günleri şöyle özetliyordu: dılar. İlk he"Hiç bir yerde siren sesi yoktu. İkinci saldırı bi- def doğal olazim için büyük bir sürpriz olmuştu. Biz daha ne rak Dresden'di. Eğer olduğunu anlamadan hastanenin mahzenine girmeye çalıştık. Bombardıman o kadar şiddet- Dresden'in liydi ki, insanlar ayakta bile duramıyordu. Her- üzerinde hava kes dizlerinin üzerine çömelmiş bir şekilde ha- bombalama reket etmeye çalışıyordu. ...Yangınlar yüzünden yapmak için mahzende tıkılmış insanlar nefes almakta zorla- yeterli derecede iyi değilse, nıyorduk. Havada yangınlar sebebiyle oksijen kalmamıştı. Yangın bulutları yanmış eşyalarla, ikinci hedef kor haline gelmiş demir parçalarıyla ve yanmış olarak Cheminsan bedeni parçalarıyla doluydu. ...Her yerde nitz seçilmişti. dağlanmış insan bedenleri vardı. ...Burada yaşa- 3 filo yola çıkdıklarım, ön cephede savaştığım Rusya saldırı- mıştı. Fakat bu filolardan sından bile daha kötüydü..." sadece bir tanesi 771 ton patlayıcısıyla O gece daha saldırı olmamıştı. Hatta erbirlikte Dresden'i bombalamayı başardı. Diğer tesi gün öğlene kadar hiç bir saldırı oliki filo Prag ve Pilsen'i bombalamıştı. Sadece 15 mamıştı. Şanslı olan ve saldırıdan kur-


kendi kendime sürekli aynı şeyi söylüyordum: Ben burada yanarak ölmemeliyim..." diyordu.

Bombardıman bitmiş, fakat arkasında ölü bedenler, yanmış bedenler, ağlayan insanlar, yanan insanlar, umutsuz insanlar bırakmıştı. Dresden şehrinin %80'i ya tamamen yıkılmış ya da büyük çapta zarara uğramıştı. Bombardımandan sonra şehre gelen SS birlikleri, kentteki ölüleri çürümeden yakmak için şehir merkezinde toplamaya çalışmış ve bu çalışmalar için 2 haftasını harcamıştı.

Şubat'ta yapılan bombardıman savaş mantığına uygun olarak Alman endüstrisine yapılmaya çalışılmış saldırılardı. Fakat o bölgelerde bulutlanma olduğu için uçaklar hedeflerini açık bir şekilde görememiş ve Dresden'in kenar mahalleleri sayılabilecek yerlere bırakmıştı bombalarını…

Bombardımandan sağ kurtulan Margaret Freyer " ...hemen solumda bir kadın gördüm. Bugün bile o kadın gözümün önündedir ve asla unutamam. Kadın koşarken tökezlemiş, düşmüş ve çocuğuyla birlikte alevlerin içine düşmüş. Sağımda başkalarını gördüm. Çığlık atarak elleriyle bir şeyler söylemeye çalışıyorlar sonra kendilerini yere bırakıyorlardı. Maalesef sonradan öğrendiğime göre, Oksijen yetersizliğinden nefes alamadıkları için kendilerini bırakıp, kül olmaya başlamışlardı. Her yerde bu tür manzaralar görüyordum ve

İngiliz ve Amerikanların şehirle işi bittikten sonra Dresden'e Ruslar girmiş ve ayakta duran diğer binaları da yakmış, yıkmış ve şehri deyim yerindeyse haritadan silmişlerdi.

Bugünkü rakamlara bakılırsa, müttefik kuvvetlerine göre 25 bin, Alman kuvvetlerine ve mantıkların algılayabildiğine göre 150-250 bin arası sivil öldürülmüştür. Bu katliam, Hiroşima ve Nagazaki ile birlikte insanlık tarihinde yapılan en büyük katliamlardan biridir. Fakat savaştan sonra bu katliamla yargılanan İngiltere ve Amerika yakınlarını kaybedenlere ve Almanya'ya bu katliam için tazminat ödemeyi reddetmiştir.

Sonuç olarak onlar savaşı kazanmıştı. Tarihin en önemli gerçeği burada da gözümüzün içine sokuluyordu. "Tarihi her zaman KAZANANLAR yazar! ". Bugün bile internette "Dresden Katliamı" diye aratsanız, karşınıza Dresden Katliamından çok, "Dresden Bombardımanı" çıkar. Çünkü bu tarihi kazananlar yazmış ve onlar bunun katliam değil, bombardıman olarak kayıtlara geçmesini istemişlerdir...




Oyunculuk mu bu be! Ben daha iyi oynardım! Yaşar Menderes Çetin www.twitter.com/ymenderescetin

Bazen de yetersiz, eksik kalıyorsun. Kurduğun senaryoya, senaryoyu üstüne yazdığın kadına, sen bile uzak, olanaksız

Şaşar Veysel bu ne haldir, Hakikat de hep hayaldir... Hayat filmi hep misaldir, İşler güçler hep sinema... (Âşık Veysel Şatıroğlu)

Ne çok benziyor hayat sinemaya, hem de her alanı ile... Senarist gibi başlıyorsun kurmaya; en güzel hayali, en güzel kadını, en güzel şehirleri, en güzel mekânları yazıyorsun. Koyuyorsun önüne, canlandırıyorsun önce zihninde... Varsa yeterliliğin Chaplin gibi, o düşlediğin şehirde, düşlediğin kasabanın en mavi sahilinde, sevdiğin kadının kokusunu içine çekerek, başlıyorsun yazdığın senaryonun ilk çekimlerine...

kalıyorsun. İzleyici oluyorsun o zaman da. Düşlediğin kadının, düşlediğin yerlerde çizdiği mutluluk tablosuna bakakalıyorsun. Son sahne geliyor önüne, kadın imzayı atıyor, öpüşüyorlar ve "SON" yazıyor koskocaman... İçini geçirip "Oyunculuk mu bu be! Ben daha iyi oynardım!" demekle yetiniyorsun. Bunlar en iyi ve en kötü durumlar tabii. Bir de tamamen hayatına seyirci kalabilmek var ki, bu da kötünün kötülerinden. Hep nötr, hep "o", hep "öteki" kalmak. Yaşayamamak hayatı; ne boktan, ne acınası, ne aptalca!


Merhaba! Bu ay bahsedeceğim filme bir türlü karar veremedim. Her defasında olduğu gibi… İnanın, bu kadar güzel film arasında seçim yapmak o kadar zor ki! O yüzden size, son günlerde akımına kapıldığım ve en çok sevdiğim filmleri de içinde barındıran ‘İngiliz Komedisi’ni yazmaya, favorilerim olan İngiliz komedilerinden oluşan bir liste yapmaya karar verdim.

Bence kesinlikle ayrı bir tür olarak anılması gerek. Bir komedi var, bir de ‘İngiliz komedisi’ var. Kendi özgün kodlarıyla, bence sinema tarihine komedi olarak damgasını vurmuş filmlere sahip. Peki, nedir bu kodlar, nedir bu İngiliz komedisini diğerlerinden ayıran şeyler? Çok kısa olarak anZerrin Somuncu latmaya çalışaca(www.twi@er.com/zerrinsmnc) ğım.

Hollywood etkisindeki ‘slapstick’ dediğimiz jest ve mimiğin, kaba hareketlerin ağırlıklı olarak kullanıldığı filmlerin aksine, İngiliz komedilerinde ‘mimiksizlik’ ön planda. Yani bildiğimiz anlamda, Charlie Chaplin, Buster Keaton, Jim Carrey etkileri yok. Burada güldürü unsurları ironi ve sarkasizm. Kelime oyunları ve kıvrak zekâsı olan bu filmler, kesinlikle seyircisinin zeki olmasını ister. İzleyenin mutlaka belli bir alt yapısı olmalıdır, ki başka filmlere, şarkılara, tablolara hatta bilgisayar oyunlarına atıf yapma sürekli kullanılır. Filmin başında görünen çok küçük herhangi bir unsur o an için hiçbir şey ifade etmezken, sonraları çok önemli bir yere sahip olabilir. Absürtlük en önemli noktadır, ki absürt komedi bence yapılması en zor şeylerden birisidir. Saçmalamakla, çok fazla eğlendirmek arasında gidip gelir.

Bu türü diğerlerinden ayıran ve bence en değerli özelliği, gittikçe yaratıcılığın doruk noktasına ulaşan kurgu (montaj) mantığıdır. Filmde verilmek istenenin kısa kesmelerle, hızlı biçimde verilmesi, sinemasal bağlamaların, geçişlerin çok akıllıca kullanılması beni fetheden başlıca özellikleridir. Seyircinin alışmış olduğu klasik kurgulu filmlerin aksine, izlenmesi daha keyifli; ama tabii ki bu kurgu daha çok dikkat isteyen bir halde kullanılır. Hele ki bu tür kurgulu film-


leri izlemeye alıştıktan sonra, maalesef ki klasik kurgusu olan filmleri izlemek biraz zor gelebilir. İngiliz komedisi bir noktada da çok keskindir. Seveninin çok sevdiği, sevmeyenin de hiç sevmediği ve saçma bulduğu bir ‘türdür’.

zonluk bir televizyon dizisiyle haddinden fazla kanıtlamıştır. Favori filmlerim; Scott Pilgrim vs. the World (2010), Hot Fuzz (2007) ve Shaun of the Dead (2004)

Biterken; Genellikle yaptığım gibi ‘İzlenecekler Listesi’ vermeden önce, favori yönetmenlerimden ve onların filmlerinden de kısaca bahsedeceğim. En başta bütün filmlerini hayranlıkla izlediğim Guy Ritchie geliyor. Onu, diğer filmlerinden daha popüler olan Sherlock Holmes filmleri ile hatırlayabilirsiniz. Ancak ‘az kişi tarafından bilinen şaheser’leri olan Lock, Stock and Two Smoking Barrels (1998) ve Snatch (2000) filmlerinin kesinlikle izlenmesi ve bol bol gülünmesi gerek! İngiliz komedisinin bana göre bir diğer önemli yönetmeni ve senaristi Edgar Wright. İngiliz komedisinin bütün unsurları –ve hatta sayamayacağım kadar çoğuonun filmlerinde vardır. Parlak zekâsını genç sayılabilecek yaşta yaptığı filmlerinde ve iki se-

Dergimizin coşkuyla kutladığımız 1. yılında yanımızda olan, o değerli yorumlarını eksik etmeyen okurlarımıza çok teşekkürler. İnanın, sizden gelen güzel geri dönüşler hepimizi çok mutlu ediyor ve ortaya daha güzel bir dergi çıkarmamız için bizi ateşliyor! ‘’Teşekkürler, büyüyoruz sizinle…’’

İzleme Listesi; 1) Misfist (2009) -T.V Dizisi 2) Cashback (2006) 3) Trainspo9ng (1996) 4) Layer Cake (2004) 5) In Bruges (2008) 6) Death at a Funeral (2007) 7) The Big Lebowski (1998) 8) Exit Through the GiR Shop (2010) - Belgesel 9) The Hudsucker Proxy (1194) 10) Wristcu@ers: A Love Story (2006) 11) The Pink Panther (1963) 12) The Hitchhiker's Guide to the Galaxy (2005) 13) Lock,Stock and Two Smoking Barrels (1998) 14) Snatch (2000) 15) Sco@ Pilgrim vs. the World (2010) 16) Hot Fuzz (2007) 17) Shaun of the Dead (2004) 18) Spaced (1999)- T.V Dizisi 19) Sherlock (2010)- T.V Dizisi 20) Love Actually (2003)


Klasik Müzik Mi? O Da Neydi? Klasik müziği, özellikle duyduğumuz bir müzik türü; film ya da reklam müziği olarak algıladı günümüz ve modern zaman insanları. Ben de yazımda bu konuya, bu şekilde algılanan bir bakış açısıyla, yani daha yalın bir dilde değineceğim.

Duyduğumuz her an ve her dakika içinde, olduğumuz anda, içinde bulunduğumuz sosyal ortamda ya da kültürlerimizde müziğin yeri ayrı olduğu gibi, klasik müziğin yeri de ayrıdır. Aslında benim bakış açımda genelleme yapmak zor olsa da, günümüz koşulları ve kültürel, eğitimsel yapı nedeniyle bu müzik türünü dinlemek ayrıcalık ya da bir kültür gösterişçiliği gibi gözüküyor.

te, müzik endüstrisinin kolaya kaçması, daha çok kişiye kolayca maddi imkân sağlaması ve kendi gücüne de güç katması en güçlü nedenler... İlk cümlemde de belirttiğim gibi klasik müziğin artık bir reklam aracı, bir film müziği; yani ''arkadaki monoton fon'' oldurulması, endüstrinin bunun için bir çaba sarf etmemesi, sadece Amerikan filmlerinde burjuva kesimin, güzel ve şık kıyafetleriyle gittikleri etkinliklerde dinleyebileceği bir müzik türüymüş gibi yansıtıldı bilinçaltımıza.

Klasik müziğin, içinde sözlerin olmayışı, iniş çıkışlarının dengesiz gibi algılanması, çok enstrüman kullanılması, minör ve majör anahtarların farklılığı gibi sebeplerle komplike bir şekilde tasvir edilişi, onun modern zamanlarda, hep bir adım arkadan gelmesi anlamına getirildi. Aslında eğitimin ya da hayata bakış açısının “arabesk kültürü” olduğu bizim gibi ülkelerde başta olmak üzere, insanları bu müzik türüne ve Fazlasını istemediğimiz, dinlediğimizle yetindiondan daha çok ''sanata'' daha fazla teşvik etğimiz ve müzik endüstrisinin de desteklediği bir mek, araştırmalarına olanak sağlamak gerekidinleyici kültürü oluşturuldu günümüzde. Dinyor. leyiciler için müzik hâlâ önemli, hâlâ en klişe sözle ''ruhumuzun gıdası''; ama ruhumuz, aklımız, kalbimiz ve hislerimiz de azla yetinmeye, Bu yazımla ve bu düşüncelerle yetinmek yeterli belli başlı, kolayca bulunan ve her gün yenisi olmaz. Belki sizin için de bir başlangıç olur diye çıkan, eskisi hemen unutulan şarkılar imdadıyakın zamanda ülkemizde yapılacak olan klasik mıza yetişmeye başladı. Ressamlara, yazarlara, müzik etkinliklerini sizler için not aldım. Biraz heykeltıraşlara, müzisyenlere ve birçok sanat pahalı bilet fiyatları olsa da, verdiğiniz paraya dalına yıllardır ilham veren klasik müzik de bu değecek bir deneyim yaşayacağınıza eminim. şekilde sosyal hayat içerisinde unutuldu. Peki, bu kadar insanı etkileyen, anne karnındaki bebek için bile birçok faydası olan, okullarda ders * Franz Liszt Oda Orkestrası // İş Sanat Kültür olarak gösterilen bir müzik türü nasıl umursan- Merkezi, İstanbul (6 Mart) mıyor? Neden bu kadar az dinleniyor? Önceki * Fazıl Say // İKÜ Akıngüç Oditoryumu ve Sacümlelerimde de belirttiğim nedenler ile birlik- nat Merkezi, İstanbul (14 Mart)


TÜRKİYE’DE PSİKOLOJİK DANIŞMAN OLMAK! Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık alanında çalışan eğitimcilerin ve danışmanların görevlerinin, sosyal ve kültürel yapılarının, toplumsal çevre içindeki etki alanlarının toplum ve birey üzerindeki etkilerini anlamak ve OÇEM’lerde görevlendirilen rehberlik öğretmenlerinin genel durumu hakkında araştırma yapmak, toplumsal ve bireysel olarak rehberlik servisinin etkilerini analiz etmek amacıyla Antalya Ramazan- Hatice Savaş Otistik Çocuklar Eğitim ve İş Merkezi’nin Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık servisi ile röportaj yapmaya karar verdim. Gerekli görüşmeleri yaptıktan sonra artık röportajı gerçekleştirmek için her şey hazırdı. Şimdi gelin hep birlikte, ülkemizde nasıl bir psikolojik danışmanlık sürecinin olduğunu görelim. Keyifli okumalar.

Sıla Paylar

Merhaba, öncelikle röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık dediğimiz zaman neler düşünmek gerekiyor, nedir, ne değildir ve OÇEM’de rehber öğretmen olarak çalışmanın ne gibi farkları var? Rehber öğretmen önleyici hizmet veren, problemleri önceden tespit edebilme imkânı olan, bir tür yol gösterme ve yardımcı olma odaklı çalışan eğitimcidir. OÇEM’de ise, diğer okullardan farklı olarak özel çocuklarla çalıştığımız için dikkatli davranma, problemleri zamanında tespit edebilme gibi önemli ayrıntılarla karşı karşıyayız.

Rehberlik öğretmeninin genel olarak görevi nedir? Siz OÇEM’de bu görevi ne kadar yerine getirebiliyorsunuz? Özel çocuklarla bir arada olmak çalışma hayatı-


nızı zorlaştırabiliyor mu? OÇEM’de öğretmen olmak çok kolay değil. Sadece rehberlik servisinde çalışan öğretmenler için değil, bütün öğretmenler için burada çalışmak çok özveri, fedakârlık ve sabır istiyor. Buradaki çocukların birçoğu konuşamıyor, yani kendilerini ifade edemiyorlar. Oysa bir çocuk rehberlik servisine gelir, öğrencinin anlattıklarının etkisi ve rehber öğretmenin de yönlendirmesi ile birlikte bir sonuca ulaşılmaya çalışılır. Burada bunu yapmak daha zor…

kında konuşabilir miyiz? Burada kaç öğrenci var, siz birebir eğitimlere giriyor musunuz? Doğrudan öğrencilerle bağınız nasıl oluyor? Bütün rehberlik servisleri gibi burada da sabah saat 09.00’dan, öğleden sonra saat 14.00’a kadar okulda oluyoruz. Doğrudan, yani birebir eğitimlerimiz yok; OÇEM’de rehberlik servisi demek, aslında sıklıkla aile odaklı çalışmak demek. Biz burada aileler ile dostluk kuruyoruz; otizmli çocukların aileleri, çevreleri tarafından Peki, otizmli bir öğrencinin bir sıkıntısı- uzaklaştırılmış veya bu aileler kendilerini evlerinın olduğunu bir şeyler anlatmaya çalış- ne kapatmış oldukları için kendilerinde bir yaltığını nasıl anlıyorsunuz? nızlaşma hali mevcut, bu da anne ve babaları Bunu verdiği tepkilerden, hareketlerinden veya ister istemez depresyonun içine sürüklüyor. Biz her zamanki ile aynı olan/olmayan davranışla- ise burada daha çok aileler ile yapılan görüşmerından anlamaya çalışıyorsunuz. ler ve ailelere yönelik eğitimler, seminerler üzerinde çalışıyoruz. Tabi ki öğrencilerimizin ihtiÖrneğin, otizmli bir öğrenci, ailesi ile bir yaçları doğrultusunda da çalışmalarımız, yönproblem yaşıyor; mesela babası tarafın- lendirmelerimiz oluyor. Bahçe saatleri içerisindan dövülüyor veya annesi tarafından iyi de onlarla birlikte zaman geçirip gözlemler yabakılmıyor. Böyle bir durumu nasıl göz- parak onların psikolojik süreçlerini inceliyoruz, lersiniz, bundan nasıl haberiniz olur ve yolunda gitmeyen şeyler var mı bunları görmeye bununla ilgili görev ve yetki sınırlarınız çalışıyoruz. dâhilinde neler yapabilirsiniz? Güzel soru. Öncelikle ifade durumu kısıtlı oldu- Türkiye’de PDR (Psikolojik Danışma ve ğu için bunu dil ile öğrenmek güç, fakat hareRehberlik) için şöyle bir algı var; ketlerinden bir dayak olayının olup olmadığını “Rehberlik servisine gelen öğrenci, raanlayabiliyoruz. Sınıfları gezdiğimiz veya bahçe- hatsız bir öğrencidir.” veya de gözlem yaptığımız zamanlarda, mesela bir “Öğretmenleri tarafından servise göndeçocuğun kolunu tuttuğunu görüyorsunuz, bakı- rilen öğrenci problemli bir öğrencidir.” yorsunuz morlukları var; belli ki dövmüşler. Bu- Algı böyle olunca, ister istemez nu fark ettiğimizde hemen ailesine haber veri“Rehberlik servisine her isteyen gidemez yoruz. Fakat ailenin buradaki bilinç düzeyi çok mi, bunun bir sınırı mı var?” gibi bir soönemli, birçoğu bunu kabul etmiyor ve bizleri ru geliyor akıllara. Sizce bir çıkış yolu var suçlayacak boyuta varabiliyorlar. Hiçbir aile mı? “Evet, ben çocuğumu dövdüm.” diyemiyor. Gö- Bu algı toplumsal olarak var tabi. Bu algının rev sınırlarımız ise, bizi, ancak aile ile görüşme- oluşmasında, normal okullardaki öğretmenlerin mize izin verecek şekilde kısıtlıyor. Ailenin doğ- ve yöneticilerin, orası sanki bir ceza odasıymış ru davranış modelini öğrenmesine katkıda bu- gibi rehberlik servislerine gönderilen öğrenciler lunmaya çalışıyoruz ama ailelerin birçoğu eğiti- üzerinde oluşturdukları bir başka algının da pame oldukça kapalı oluyor çünkü suçlu aramak- yı var. Bir de, toplum olarak bizim zaten psikotan eğitime sıra gelmiyor. lojik danışmanlara giden, gitmeyi düşünen bireylere karşı bir ön yargımız var. Ancak bu süBir hayli dolusunuz, OÇEMde çalışma sa- reç, OÇEM’de elbette farklı gelişiyor. Burada atleriniz ve gününüzün nasıl geçtiği hak- zaten birçok çocuk bu ön yargının bilincinde de-


çocuğun, hem okul hem de ev içi genel karakteriyle ilgili olarak önemli bir yer tutar. Ama burada önemli olan, ailelerin bilinç seviyeleri, bu bilinç eğitim ile de orantılı bir şey. Örneğin; henüz tuvalet eğitimi almamış olan otizmli bir öğrenci ile başımızdan geçen kısacık bir olaydan bahsedeyim: Devlet tuvalet eğitimini tamamlaÖğrencilerin uyum veya öğrenme güçlü- mayan otizmli çocuklar için bez yardımı yapığü gibi problemlerinde aileler ile iş birli- yor, bu yıllardır böyle. Öyle aileler var ki, bez ği halinde olabiliyor musunuz? Bu duücretsiz olduğu ve okulda verildiği için çocuğun rum çocuğun gelişimi için, sizin bezini evde değiştirmiyor. Çocuk okulda giydirilen bez ile ertesi gün yeniden okula geliyor. Bu tecrübelerinize göre faydalı bir durum mu yoksa okul içinde aile- çocuğa işkencedir! Vicdansızlıktır! O çocuk kendini ifade edemiyor, konuşamıyor diye böyle bir nin genel bir etkisi yok mu? Aile ile işbirliği içinde olmak, otizmli bir şey yapmak anneliğe nasıl uyar? Bazı aileler ço-

ğil ve rehberlik servisi herkese kapıları açık olan bir yer. Buraya öğretmenlerimiz, çalışanlarımız, ailelerimiz de geliyor. Ziyaret için illa problemli olmak gerekmiyor, yolunda giden şeylerin sürekliliğini sağlamak için de rehberlik servisleriyle görüşmeler yapılabilir.


cuklarından çoktan vazgeçmişler ve onları buraya zaman geçsin diye gönderiyorlar. Böyle bilinçsiz aileler de var ve bu ailelerle işbirliği kurmak güçleşiyor. Bizler öğretmeniz, fakat aynı zamanda da anneyiz. Burada o kadar farklı ve acı örneklerle karşılaşıyoruz ki... Peki, Türkiye’deki mevcut eğitim ve öğretim sistemleri kapsamında baktığımızda, sizce rehberlik servisleri gereken ilgiyi görüyor mu veya insanlar tarafından hak ettiği gibi karşılanıyor mu? Diğer bir tabirle, mesleğinizi seviyor musunuz, memnun musunuz diye sorayım? Bu soruyu şöyle düşünmek gerek; OÇEM gibi bir yerde rehber öğretmen olmak ile bir ilköğretim okulunda, bir lisede rehber öğretmen olarak görev yapmak biraz farklı şeyler. Evet, mesleğimi seviyorum, isteyerek ve severek yapıyorum. Ancak rehberlik servisleri hala net olarak hak ettiği değeri bulamıyor.

lirtmek istiyorum ki, işini hakkıyla ve iyi yapacak felsefe - sosyoloji mezunu arkadaşlarımız olabileceği gibi, mesleğinin ve diplomasının hakkını veremeyecek olan rehberlik ve psikolojik danışmanlık mezunu arkadaşlarımız da olabiliyor. Bunun biraz can-ı gönülden severek, isteyerek ve idealist bir şekilde çalışmak ile ilgili bir konu olduğunu düşünüyorum.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederim, eklemek istediğiniz ve bizlere önerebileSon olarak, çok yakın zamanda karşılaş- ceğiniz şeyler var mı? tığımız MEB’de alan değişikliği ve alan Keyifli bir konuşma oldu, ben teşekkür ederim. dışı atamalar ile ilgili fikrinizi öğrenmek Bilinçlendirilmesi gereken bir toplum ve yüzleristiyorum. Bu durumları doğru buluyor ce aile var. El birliği ile bir şeyler yapmak geremusunuz? kiyor. Hepimize görevler düşüyor. Siz gençlerin Genel olarak bakıldığında alan değişikliği duru- güzel işler yapmak gayretinde olduğunuzu görmunu doğru bulmuyorum. Yine OÇEM üzerin- mek mutluluk verici. Kapılarımız her zaman den sorduğunuz için şöyle söyleyeyim; açık, istediğiniz zaman buyurun gelin. OÇEM'lerde ve özel eğitim merkezlerinde göTekrar teşekkür ederim. revlendirilmek üzere, sınıf öğretmenlerinin, zihinsel engelliler sınıf öğretmenliğine veya özel eğitim öğretmenliğine atandığını gördük. Birçok “Dip Not: Bu görüşme, OÇEM Rehberlik Servisi’nde, iki rehber öğretmen ile beraber gerçekleştirilsınıf öğretmeni şöyle düşündü: “Biz kendi sınıfımiştir. Rehber öğretmen Banu Öztürk, 15yılını bu mızda 40 çocuk ile başa çıkıyorduk, burada 2 mesleğe, 8 yılını da OÇEM’e vermiştir. Rehber öğtanesiyle mi çalışamayacağız!” Ve bir süre sonra retmen Derya Hanım ise tecrübeli bir rehber öğretbu düşüncenin yanlış olduğunu gördüler; sınıf men olup OÇEM’e 2012 Eylül ayında atanmıştır. Koöğretmenliği ile zihinsel engelliler sınıf öğretnuşmalarımızın, OÇEM ve otizmli çocukların genel menliği ve özel eğitim öğretmenliği farklı şeyler. durumlarını içeren kısımlarında Banu Hanım, RehAma tabi ki arada istisnalar olacaktır. Alan dışı berlik servisi hakkındaki genel bilgiler ile ilgili kıatamalar ile ilgili olarak, rehberlik servislerine sımlarında ise Derya Hanım sorularımıza yanıt veratanan felsefe ve sosyoloji bölümü mezunu olup miştir. formasyon eğitimlerini tamamlamış öğretmen adaylarını söylüyorsanız, bu da pek doğru olma- Her iki rehber öğretmenimize de can-ı gönülden teyan bir uygulama. Bizler tamamen bunun eğiti- şekkür ederim.” mini alarak yetişiyoruz. Ancak burada şunu be-




AYNASIİŞTİR KİŞİNİN skiden bilgiye önem verilirdi. Bilgi para da ederdi. Ustalar baş tacıydı. Google yoktu çünkü. Bilgiye ihtiyaç varsa bunun için başvuralacak kaynak eskilerdi. Büyükler hep anlatır, bir konu üzerine çalışırken hemen sorarlarmış “Ustam 1974 yılında şampiyon kimdi?” ya da “12 Eylül İhtilali’nin Deniz Kuvvetleri Komutanı kimdi?” diye. Usta şöyle bir düşünür cevabı yapıştırır, sonra imrenilen bakışlar arasında köşesinde kurulmaya devam edermiş.

E

Hani Köroğlu “Tüfek icad oldu mertlik bozuldu” der ya, yeni dünya düzeni için de “Google çıktı, bilgelik bozuldu” demek gerekiyor herhalde… 18. doğum günümde değerli insan Tunca Yüğnük’den unutulmaz bir hediye almıştım. 3 güzel kitap ve paha biçilmez bir mektup… Bugün hala sakladığım ve onca şeyi unutmama rağmen aklımdan çıkarmadığım bir cümle ile başlıyordu mektup; “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma”… Çok anlamlı, çok derin bu mektup, bilginin değerini kavramak açısından yol gösterici nitelikte..

onlara. Bilgi de öyle… Tanığım pek çok genç insana; bilgi sahibi olmak için araştırma yapmak, iki kitap sayfası karıştırmak zor geliyor. Sıkılıyorlar hemen. Sahip olduklarını sandıkları küçük bilgilerle “oldum, piştim ben” hali zirveye çıkıyor.

Bilgi çağı güzel de tabii; ihtiyaç duyduğun her şeye, iki tuşa dokunarak ulaşmak enfes bir konfor. Ancak… Bu durum yeni nesli fazlasıyla kolaycılığa itiyor. Eskiden bilgi sahibi olmak için Ve gariptir bilgi dağırcığına, tecrübeye eğitim almak, bolca kitap karıştırmak gerekirdi. ehemmiyet de vermiyorlar. Sağdan soldan duydukları bilgi kırıntılarıyla kendilerini Şimdi buna gerek yok ki. Google’la gitsin! filozof gibi görüyorlar. Belki bu yüzden her şey gibi kendilerine paye vermek de zor değil onlaBu örnekleri şunun için verdim. Hani savaş ve ra… Sosyal medyada sörf yapmayı beceren heryokluk görmüş aile büyüklerimiz her şeyin kes kendini ‘Sosyal medya uzmanı’ ya da ‘sosyal kıymetini iyi bilir ya. Tüm hayat planlarını “Bir medya bilmem nesi’ unvanıyla ödüllerindiriyor. gün bu şeye muhtaç olursak” korkusu üzerine kurgularlar. Hep bir köşeye istif ederler, dişleMüthiş bir pazarlama tekniğiyle de kendilerine rinden tırnaklarından attırdıklarını. Ya da hep bir köşede ‘kefen param’ dedikleri bir birikimle- müşteri arıyor, ya da müşteri buluyor. Geçiniz bilgi ve birikimi piyasa kurallarına ait hiçbir ri vardır. öngörüsü olmayanlar bile Avrupa ve Amerika’dan aparttıkları düşünceleri yerli piyasaya Halbuki bizim nesilde bu alanda görülen uygulamaya çalışıyor. Yani öyle bir dünyada gevşeme hali, artık yerini tamamen yeni yaşıyoruz k; herkes aynı posta bürünmüş; kim bir hayat tarzına bıraktı. Şimdikiler için kurttur, kim kuzu ilk bakışta ayırt etmek malın, mülkün bir değeri yok. Her şeye mümkün değil. İşi bilenle bilmeyeni anlayabilkolay ulaştıklarından; sahip oldukları menin yolu ise, o meşhur atasözünde saklı: hiçbir şey fazlaca anlam ifade etmiyor Aynası iştir kişininç lafa bakılmaz…


Sıradan olan kadınların sıra dışı öyküleri…

Çağrı Çankaya

Kendine özgü bir mizahla, absürt bir tiyatro kla- dur ve hep aynı sayfa tekrarlanır durur. Umudun yavaş yavaş kayboluşu acı verir onlara. siği…

Ah şu kadınlar! Her birinin hayatları ayrı ayrı… Bu oyun 5 kadının yaşamlarından kareler sunuyor. Ailesi için saçını süpürge eden anneler, ne yapsalar yaranamazlar, ne babalara ne de çocuklara… Onların tek görevi vardır: Bütün merhametiyle ve hünerleriyle ev halkını mutlu etmek!

Bir de bütün hayatını başkalarıyla yarışarak geçirenler vardır. Zamanları arkadaşlarının aldıklarının daha iyisini almaya çalışmak, ondan hep bir adım önde olma arzusunun peşinde koşmakla geçer. Her saniyesi, günleri, haftaları, ayları, yılları hep “En iyisi benim.” düşüncesi içindir.

Peki, yaşamı boyunca hiç risk almak istemeyenlere ne demeli? Onların her şeyi alışkanlıktan Bazı kadınlarımız ise çevresindeki insanların dedikleriyle yaşarlar. Toplumun baskısını üzer- ibarettir. Kocaları ne derse onu yaparlar, horlalerinde hissederler, sanki görevleri sadece evle- nırlar, hak etmedikleri sözleri duyarlar; yine de nip çocuk yapmaktır. Bu yaşamlarıyla adeta iti- ses çıkarmazlar. Onlar her şeyi kabullenmişlerbar kazanırlar, övgüyle yaşarlar. Aile onlar için dir. Bulundukları kabuktan çıkmak korkutucu her şeydir; başka hayalleri, arzuları yoktur. Her- bir şey gibi gelir onlara. O kabuğun çatlaması kes gibi olurlarsa kendilerini güven içinde hisse- bile panik olmaları için yeter… derler.

Kimilerine göre de hayat bir şeylere bağlanmaktır; bir umuttur, hayata “Her şey çok güzel olacak.” diyerek pembe gözlüklerle bakmaktır. Ta ki, günün birinde gerçekleri fark edinceye kadar… Hiç bir şey değişmiyor-

1 saatlik oyun sadece bunları düşünmemi sağlamadı; bu aynı zamanda eğlenceli bir dille hayatlara dokunan, kadınları anlatan, kocaları sorgulatan bir oyun. İç içe harmanlanmış beş kadının öyküsü sizi yanıltmasın; Svava Jakobsdottir’in kısa öykülerinden çıkarak Vala Thorsdottir’in kaleme aldığı “Mutfak Söyleşileri”, mutfakta tatlı tatlı söyleşen kadınların değil, tuhaf kadınların sıra dışı hikâyeleri.

İyi seyirler.


Konuşulmayacak

bir keder var

içimde.. Boşalt o bardağı hancı, gereksiz bu baskın.

Tuğba Ekşioğlu

Zorlama işte. Yok tarifi. Dün okuduğum şiirlere önceki gün attığım nutuklara benzemez bu.

Hoş, suyun altından geçmemiş demek daha doğru olur sanırım.

Konuşulmayacak bir keder var içimde.

Ver hancı.

Sorma bunca soruyu hancı.

Benim görmeye tahammül edemediğim, senin her gece gelsinler diye beklediğin insanların ağızlarından akan pisliğe anlam yükleyip, salmak istiyorum kederimi.

Para kazanma endişenin olmadığı bu gecede, merakını giderecek cümlelerim yok. Hayır, bunun sormak için seçtiğin yol ile ilgisi yok.

Madem anlattırmıyor kendini, doldurayım aklımda ki yerini.

Çek o gözlerini üzerimden. Bakışlarında ki derinlik çözemez dilimi.

Deme hancı, dur deme öyle.

Anlasana, konuşulmayacak bir keder var içimde.

Keder bu adı üstünde. Değişik olan, anlattırmıyor olması kendini.

Dur hancı.

Yok ki tarifi.

Sakın yollama Arthur'u kimsesiz yanıma.

Hanına asalet getiren sesim bile geri çekti kendini.

Patavatsız tavrının kölesi eyleme kederimi.

Dilim zincirli, başım destekli.

Sen bi boş bardak ver hele hancı. Mümkünse kullanılmış olsun.

Zorlama hancı. Konuşulmayacak bir keder var içimde. Şu köşedeki barbarların kullandıkların- Zorlama.. dan. Yıkanmamış.


Daha önceleri birçok kez TV kanallarını ve programlarını eleştiren yazılar yazmıştım. Gelecek günler için temennim ise kaliteli yayın ilkesiydi. Sizleri bilmiyorum ama ben TV’de haberlerden başka izlenebilir hiçbir şey bulamıyorum. Gündüz kuşağında kadın, evlendirme, ne giysem ne alsam, yeme-içme programları, ardından da yayınlanan modası geçmiş diziler! Haklılar bir yandan, gündüz herkes işinde gücünde; kim neylesin programı, diziyi. Akşamları herkesin evinde olduğu saatlerde düzgün bir şeyler olsa bari... Arz-talebe göredir birçok dizi ve program; ancak halkımızda genel olarak bir ünlü olma, bir kısa yoldan zengin olayım hevesi BG’den beri halen devam etmektedir.

Bir de Türkiye’nin görünmeyen yüzü var ki; ne TV'ler ne de gazeteler dile getiriyor. TÜRK-İŞ tarafından, çalışanların geçim koşullarını ortaya koymak ve temel ihtiyaç maddelerindeki fiyat değişikliğinin aile bütçesine yansımalarını belirlemek amacıyla her ay düzenli olarak yapılan “açlık ve yoksulluk sınırı” araştırmasının 2012 Aralık ayı sonuçlarına göre: Dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken gıda harcaması tutarı (açlık sınırı) 985,00 lira, Gıda harcaması ile birlikte giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer harcamaların toplam tutarı (yoksulluk sınırı) ise 3.208,48 lira oldu. Herkese mutlu, huzurlu bol yarışmalı günler...

Abdullah Yaşar

Halk olarak her şeyden anladığımız ya da anlamamız gerektiği için bazı yarışmalara rekor başvurular varmış. Bilgi yarışmalarına sözüm yok. Bilgi olmazsa olmazımız. Benim sözüm yetenek ve çiftli, şarkılı-sözlü olanlara... Yetenek yarışması, adı üzerinde! Sen profesyonel ressamsındır, ben sirkte akrobatımdır, bir diğeri ise kırk yıllık dansçıdır. Kime ve neye göre seçilir birinciler ve sonuncular? Jüridekiler çok mu yetenekli sanki! Geçmiş yıllarda, bu yetenek yarışmasının birincisi Border Collie cinsi

siyah bir köpek oldu. Güler misin, ağlar mısın? Böyle olayların menşei hep Türkiye olmuştur zaten. Neymiş, oylama noter huzurunda sms ile yapılıyormuş. Böyle yarışmaları izleyenleri anlarım da, elin kedisi, köpeği ya da A şahsı yetenek yarışmalarında birinci olsun diye kim sms atar? Bu sms atanların hayattan beklentileri nedir? Ya da yakınlarında yarışma oylamalarını sms atan arkadaşlar ulaşsın bana...

İÇİMDEN GELDİĞİ GİBİ

-Bilim, kötülük yapmak için güçlü bir silahtır. (Fonvizin)


Kurduğu tiyatro ile hiçbir kurumdan destek almadan “Çanakkale Geçilmez!” destanını ve Mustafa Kemal Atatürk’ü oyunları ile sahneye uyarlayan ve bunları kitaplarına aktaran Utku Erişik ile gerçekleştirdiğim röportaj sizlerle… “Tiyatro Birileri” nasıl oluştu?

/Anilcanus

Mustafa Kemal Atatürk’ün 1930 yılında söylediği bir söz var. “Fikirler ve devrimler sanatla yayılır.” diyor. O’nun bu sözü bugün benim için bir emir gibidir. İşte bu sözden yola çıkarak, 2006 yılında kuruldu Tiyatro Birileri… Hiçbir şirketten sponsorluk desteği almayıp, yine amatör tiyatrolara bile destekte bulunan Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan tek kuruş almadan o Sizi tanıyabilir miyiz? günden beri yolumuza devam ediyoruz. İzleyiciBen Atatürk’ün sanatçısı Utku Erişik. Dün, Türk lerimiz ve bizimle aynı çizgide olan kurumların ulusunun yatılı okulda ve askerde üç öğün kar- verdiği güçle, yurtiçi ve yurtdışında dolaşıyoruz nını doyurduğu, bugün de bu büyük ulusa olan gece-gündüz. Biz bugünkü karanlık güçlere karborcunu ödemeye çalışan bir tiyatro emekçisi şı aydınlık mücadelesi veriyoruz. Bir mücadele Utku Erişik. Sahnedeki sesini kitaplarında da cephe cephe verilir. Biz, “Mustafa Kemal’in Sayükselten bir yazı emekçisi aynı zamanda… Baş- nat Cephesi”yiz. ta o yiğit devrimci Mustafa Kemal olmak üzere; Uğur Mumcu, Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan gibi gazetecilerle Muammer Neden “Birileri”? Aksoy ve Bahriye Üçok gibi bilim insanBurada aslında bir kelime oyunu yaptık. Yani larını sahnesine ışık yapan bir sahne hem izleyicilerimizin salondan çıkarken, emekçisi… “Birileri bunu yapmalıydı!” diyebileceği nitelik-


te oyunlar yapmak, hem de tiyatroyu “bir ileri” götürmek noktasında bir kelime oyunu… Türkiye’yi Atatürk’ün çizgisinden koparmak isteyen birilerine karşı Tiyatro Birileri olarak direniyoruz, direneceğiz. Hem tiyatro sergilemek hem de bunu kitaba dökmek daha önce olmayan bir şey. Bununla ilgili düşüncelerinizi alabilir miyim? Aslında sahne üstünde verdiğim savaşla kâğıt üstünde verdiğim savaş aynı… Yok edilmek istenen Mustafa Kemal’in, hem askeri, hem de aslanıyım. Yeteneğim doğrultusunda her alanda üretmeye çabalıyorum. Eğer kitaplarım ve oyunlarım bu kadar beğeniliyorsa, ben bundan kişisel bir tatmin duygusu almıyorum, bunu Atatürk’ten emanet olan ulusal değerlerimize bir katkı olarak görüyorum. Bugün memleketin geldiği durumda en büyük ihanetlerden biri, adına “sanatçı” denen müsveddelere aittir. Sesini çıkarmayan, rakı masasında esip gürleyip, ertesi gün boynunu eğer bir şekilde yaşayan asalaklardır bunlar. Ben tiyatroyu bu ülkenin değerli öğretmenlerinden öğrendim, evet; ama adam olmayı da Mustafa Kemal’imden öğrendim. O’ndan öğrendiğim, tıpkı Milli Mücadele’de olduğu gibi bugün de herkesin elinden geleni yapması gerektiğidir. Benim elimden bu geliyor. Karanlığa küfretmeyi hak etmek istiyorum, o yüzden de elime geçen her mumu yakıyorum böyle. 7 yıldır devam eden “Hoş Gelişler Ola” ve geçtiğimiz yıl başladığınız “Kan Ağlıyor Anadolu” isimli eserleriniz gerçekten olağanüstü. Ne düşünüyorsunuz? Ayakta alkışlanmak, bilinmeyenleri gün yüzüne çıkarmak nasıl bir duygu? Muhteşem bir duygu… Az önce de söylediğim gibi, ben bundan kendi adıma bir mutluluk duymuyorum, ulusum adına gururlanıyorum. Ne mutlu ki, bu hayat bana böyle büyük bir tarihi var gücümle anlatma olanağı sağladı. Her gün Atatürk’ün çocuğu olarak dünyaya gelmiş olmaktan ve Türklüğümü iliklerime kadar hissetmekten dolayı binlerce kez şükrediyorum. Bin kere dünyaya gelsem, en kötü zamanında bile olsa bu ulusun bireyi olmak isterim. 70 ili dolaştım, neredeyse tüm ilçeleriyle birlikte. Cennet vatanım, en büyük zenginliğimdir. Bu oyunları bana yaptıran ruhu ben bu topraklardan aldım. 1919’un mücadeleci ve 1923’ün devrimci ruhuy-

la doluyum; daha yapılacak onlarca oyun var sırada. Asıl ben dünyanın ilk ve en büyük anti-emperyalist savaşını veren, Atatürk gibi koca bir adamı yetiştirmiş bu ulusu ayakta alkışlarım. Bilinmeyenleri gün yüzüne çıkarmak, aslında tiyatrocunun işi değildir; ama bu yapılmıyorsa meydanı da şaklabanlara bırakacak değilim. 700’e yakın perde ve 2 kitapta “Mustafa Kemal’in Sanat Cephesinin Cesur Neferlerinden” tanımını kullanıyorsunuz. Bunu biraz daha açabilir miyiz? Ben bu tanımı çok önemsiyorum; çünkü ben Mustafa Kemal’in sahnedeki sesi olmaya çabalıyorum. “Bugün olsa ne derdi, ne yapardı?” sorusuna, dünkü benzer ya da aynı durumlarda ne dediği ve ne yaptığıyla yanıt arıyorum. İzleyicilerime ve okurlarıma da bunu sorgulatıyorum. Maalesef bugün “Mustafa Kemal” demek ve O’ndan bahsetmek cesaret istemeye başladı. Bende o cesaret var; çünkü en fazla canımı alabilirler. Bu can da, Mustafa Kemal’in yoluna binlerce kere feda olsun; eğer bu davaya en ufa-


Kitaplarıma ulaşmak isteyen okurlar, tiyatromuzun (www.tiyatrobirileri.com) adresli internet sitesini ziyaret edebilirler. Orada iletişim numaralarını bulacaklar. Kitapları imzalı olarak adrese gönderiyoruz.

“Mustafa Kemal’in Yürekli Çocukları” ve “Aferin Çocuk!”, son iki kitabınız. Bu kitaplardan bahseder misiniz? Nasıl ulaşabilir okuyucular?

Önümüzdeki dönemde nerelerde sahne alacaksınız?

Fotoğraf: AYTAÇ SOLAK

cık bir emeğim geçtiyse de, binlerce kere helal olsun. Sanat cephesinde, O’nun ilke ve devrimlerini adam gibi anlattığımı düşünüyorum. Sapına kadar da Kemalist’im, bu gururla da nefes almaya devam edeceğim. Son nefesime kadar…

Yurtiçinde birçok nokta var uğrayacağımız. Neredeyse yedi bölgeye de gideceğiz. Çok yoğun bir ilgi ve talep var; arkadaşlarım onun programını yapmaya çalışıyorlar. Bu arada Avustralya, Azerbaycan ve Almanya da bu sezon oyunlarımı sahneleyeceğim yurtdışı durakları. Atatürk’ün aydınlığını nefesim yettiğince ve sesim kısılana kadar yaymayı sürdüreceğim. İster en küçük köyler olsun, isterse en büyük şehirler, hiç fark etmez…

Bu iki kitaptan, 2007’de yayımlanan “Mustafa Kemal’in Yürekli Çocukları” adlı kitap şu an beşinci baskıda. Büyük ilgi gördü; çünkü sahnedeki gibi cesur söylemlerim var. Lafı eğip bükmeden, ağzımda sakıza çevirmeden anlatmayı seviyorum. Okurlarım da bunu seviyor zaten. Bedri Baykam kitabın önsözünde biraz da buna vurgu yapmıştı. Yakın dönemin siyasal karanlığını Kemalist ideoloji ekseninde değerlendiriyorum bu kitapta. Kemalizm benim için bir siyasi görüşten çok yaşam biçimidir, başımı koyduğum kut- Son olarak okuyucularımıza neler söylemek istersiniz? sal bir yoldur. Az önce de söylediğim gibi, bir mücadele cephe cephe verilir. Bugün benim sahnede verdiğim Son kitabım ise “Aferin Çocuk!”. Atatürk’ün altı mücadelenin aynısını bir öğretmen sınıfında, ilkesini, çocuklara bir serüven romanıyla anla- bir doktor hastanesinde, bir mühendis fabrikatan bir kitap. Bu özelliğiyle de bir ilk. Önsözünü sında vermek zorunda. Yoksa başaramayız. Yokünlü Sümerolog-Yazar Muazzez İlmiye Çığ yaz- sa yaşayacağımız bir vatan bırakmayacaklar bidı. Resimlemesini ise, Cumhuriyet gazetesi çize. Durum bu kadar ciddi ve acildir! zerlerinden Mustafa Bilgin yaptı. Çocuklarımızı sıkmadan, onlara altı ilkeyi anlatıyorum. Altı ilkenin bizim toplumsal yaşamımıza katkılarını, cumhuriyetimizin değerlerini öğretiyorum. TED kolejleri bu yıl öğrencilerine zorunlu Tiyatro Birileri olarak okuttu bu kitabı. Öğretmenlerimizden ve öğrencilerden aldığım tepkiler muhteşem! Rıhtım Cad. İzzettin Sok. Bir emek ürünüydü bu kitap; emeğimiNo:52/2 Kadıköy – İSTANBUL zin karşılığını küçük okurlarımızın gözlerindeki ışıltıdan alıyoruz. Tel & Faks: 0 216 330 78 32

birileri@tiyatrobirileri.com




H

enüz 5 yaşındaki ufak bir çocuğun, çok ama çok eski tip bir çamaşır makinesinin karşısında durup, bu makinenin ritmi ile uyumlu bir şekilde dans ettiğini hayal edin. Sonra da bu çocuğun sesiyle, kendinizi gülmek ile ağlamak arasında bir yerde hissettiğinizi… Hayalinizde beliren ufaklık neye benziyordu bilmiyorum fakat dünya tarihinde gerçekten böyle bir çocuk yaşamıştı. Bu çocuk Michael Joseph Jackson’dı.

Efsanevi bir yaşam tarzına sahipti. Giysilerinden sofrasında bulunan yemeğe, cinsel tercihinden evliliklerine, fiziksel görünümünden estetik operasyonlara, çocuk tacizi suçlamalarından diğer pek çok şeye kadar hayatının her aşaması birileri tarafından didiklendi ve ortalığa döküldü. Ortalığa saçılanların çoğu gerçek dışı spekülasyonlardan oluşsa da, Michael Jackson dendiğinde akla gelen şeyler bunlardan ibaret değildi. Ailesi, sevenleri ve yakın dostları biliyorlardı ki, o Earth Song’u, Man In The Mirror’u, We Are The Her zaman zor bir yaşamı olmuştu Jackson’ın. World’ü, Heal The World’ü ve daha nicelerini Tüm dünya tarafından çevrelenmek, gözlenmek yaratan ve paylaşan adamdı. O, kendi kalbinde ve takip edilmek onun hayatının bir parçasıydı. bir Peter Pan’dı ve bunun önüne kimsenin geçmesine izin vermeyecekti.

THİS İS İT: 2009 YILI

"Londra'da yapacağım bu konserler son konserlerim olacak. This Is It turnesi boyunca sa5 Mart 2009 tarihinde müzikseverlerin özlemle dece hayranlarımın duymak istediği şarkılarıbeklediği ve gelişini büyük bir sevinçle karşıla- mı söyleyeceğim ve Temmuz'da görüşürüz, sizi kalbimin en derininden seviyorum." dığı haber bizzat Michael Jackson tarafından açıklandı. This Is It adını vereceği tur kapsamında muhteşem bir geri dönüş… Jackson, son büyük turnesi olan HIStory World Tour’un ardından ilk kez sahnede sevenleri ile buluşacaktı. Bu haber basında ve müzik dünyasında büyük yankı uyandırdı. Turne müjdesini alan hayranlar, bütçelerinden biletlere ayıracakları parayı hazırlamışlardı bile.

Michael Jackson’a olan olağanüstü ilgi, biletlerin çabucak tükenmesine neden oldu. Bununla beraber, 10 konserlik bir dizi olarak planlanmış turne, 50 konsere çıkartıldı ve yeni biletler satışa sunuldu.

Konserlerin yönetmenliğini Kenny Ortega üstlenmekle birlikte, Michael Jackson, konser hazırlıklarının hemen hemen her aşamasına dâhil olmuştur.

Başlangıçta belirlenen plana göre, This Is It turnesi toplam 10 konserden oluşacaktı. Londra’da gerçekleşecek bu konserler dizisi, Jackson için hem 8 Temmuz 2009 tarihinde başlaması beklenen bir geri dönüş, hem de bir veda niteliği taşıyor- bu büyük müzik olayı, hiç beklenmeyen bir olay du. sebebiyle asla gerçekleştirilemedi: Michael Jackson, turnenin başlamasına çok az bir süre kala yaşamını kaybetmişti.


KATİL KİM? Michael Jackson’ın ölüm sebebi olduğu öne sürülen ilaç, genel anestezi için kullanılan propofol adlı bir tıbbi malzeme idi. Bu ilacı biraz araştırdığımızda görüyoruz ki, propofol damar yolu ile vücuda enjekte edilerek ve kısa süreli anestezi gerektiren sağlık sorunları için kullanılıyor. Genellikle kliniklerde uygulanmakla beraber, sıkı bir gözetim ve doz kontrolü gerektiriyor. Öyle ki, en ufak bir doz aşımı dahi kişinin nefesini durdurmaya yetiyor. (Kaynak: sabah.com.tr)

Propofol’un kısa süreli ve güçlü anestetik etkisinden dolayı uykusuzluk problemlerinde de kullanılabildiği de öğrenebileceğimiz bilgiler arasında, ki Michael Jackson’ın bu ilacı uykusuzluk sorununa çare olması için kullanmak istediği de iddialar arasındaydı. Fakat her ilaç gibi, propofol da bilinçsiz ve gereksiz kullanım ile adeta bir kimyasal silaha dönüşebilir. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, bu ilacın kullanılacağı ortamda bulunan doktorun, oluşabilecek yan etkilere karşı tetikte olması ve herhangi bir doz aşımının söz konusu olmaması için gözünü dört açması gerekiyor. Fakat ne yazık ki, Jackson’ın şahsi doktoru olarak görev yapan Conrad Murray, tüm işleri eline yüzüne bulaştırmış ve hastasına yaptığı yanlış müdahaleler ile onun ölümüne sebebiyet vermişti.

Michael Jackson’ın ölümüne neden olan olaylar silsilesinin hala çözülmemiş yanları var. 25 Haziran 2009 tarihini takip eden süreçteki ilk iddia, Michael Jackson’ın aşırı doz sebebiyle öldüğü idi. Bu iddianın derinleşmesi ile birlikte, Jackson’ın kişisel doktoru olan Conrad Murray’ın, Jackson’a aşırı dozda propofol verdiği ortaya çıktı. Bunun ardından soruşturmayı yürütenlerin ve takip edenlerin merak ettiği bir şey oldu: Michael Jackson’a hangi sebeple propofol verilmişti? Bir kesim, Jackson’ın bu ilacı uykusuz-

luk sorununun tedavisi için kullandığını düşünüyordu. Ya doktoru, Jackson’ın isteğine karşı çıkamayıp propofolü enjekte etmiş, ya da doktor bu talebine karşı çıkmasına rağmen Jackson, doktor kendisini engelleyebilecek bir durumda değilken, propofolü kendi vücuduna kendisi enjekte etmişti. Diğer bir kesim ise, Murray’ın tedavi sırasında dikkatsiz ve özensiz olduğu, ilacı hastasına uygulamasının ardından gereken takibi yapmadığını, hatta ve hatta oldukça acemi olduğunu/acemi davrandığı kanaatindeydi.

Bu ölümün bir cinayet olduğu, ilerleyen zaman içerisinde oraya çıktı. Bunun üzerine görülen davalar sonucunda, Murray 4 yıl hapis cezasına mahkûm edildi. Fakat yine de, Murray’ın tam olarak nasıl bir tedavi uyguladığını, tedaviyi uygularken profesyonellik gösterip göstermediğini henüz kimse net olarak bilmiyor. Bir adım daha öteye geçmemiz gerekirse, Michael Jackson’ın ölüp ölmediği bile, ölümünün üzerinden 4 yıl geçmesine rağmen, kimi hayran grupları tarafından tartışılıyor. Michael Jackson, kişisel yaşamlarımıza olduğu gibi, toplumsal yaşamlarımıza da o kadar yerleşmiştir ki, bugün pek çok insan onun başarılarını alkışlamaktan fazlasını yapıyor ve ona gerçekte ne olduğunun peşine düşüyor.


Jackson’ın ölümü sırasında neler ya“CENAZE TÖRENİM DÜNYANIN EN BÜYÜK GÖSTERİSİ OLACAK!” şandığını tam olarak bilemediğimiz giMichael Jackson’ın cenaze töreni Los Angeles Staples Center’da yapıldı. Jackson ailesi başta olmak üzere, Stevie Wonder, Mariah Carey, Brooke Shields, Lionel Richie gibi pek çok ünlü isim ve hayrandan oluşan bir kitle, Jackson’ı sonsuzluğa uğurlamak için oradaydı. Onun şarkıları söylendi, onunla güzelleşen anılar paylaşıldı; gülümsemeler ve gözyaşları birbirlerine karıştı.

bi, cenaze töreninin hazırlık aşamasını, hangi süreçlerden geçildiğini de tam olarak bilemiyoruz. Ve hiçbir zaman da emin olamayacağız; ne bize anlatılanlardan, ne de sahip olduğumuz şüphelerin gerçeklik payından…

Michael Jackson’ın yaşamı, anlatılması zor olduğu kadar, yaşanması da zor olan bir hayattı. O, bugüne kadar en büyük hayran topluluğuna sahip olmuş, en büMichael Jackson’ın tabutu kardeşlerinin yardı- yük ödülleri kazanmış, en büyük müzik mı ile salona getirilirken, ortam Michael Jackolaylarını başson ile özdeşleşen latmış, en büne varsa hepsiyle yük müzisyenledonatılmıştı. Törin takdirini karen boyunca, sahzanmış, ancak neye çıkıp konuşyine de en büma yapan herkes, yük suçlamalaronun ne kadar iyi la, karalamalarbir baba, eş, arkala, iftiralarla ve daş, kardeş ve müboykotlarla sazik adamı olduğuvaşmak zorunnu anlatıyordu. da kalmış/ Yardımseverliği ve bırakılmıştı. sevgiye olan düşŞöhretin bedelikünlüğü, gidişinin ardından onunla birlikte anı- ni en ağır şekilde ödemiş, fakat tüm bunlıyordu. O gün, ne bir dava vardı, ne bir anlaşların içerisinden bir yaşama sevinci çımazlık… O gün yalnızca Michael Jackson’ın anı- karmayı bilmişti. Ve onun hakkında ansı yaşatılıyordu ve cenaze törenini izleyen tüm latılmayan ve dergi sayfalarına sığdırahayranlar, televizyonları başında aynı anda göz- mayacağımız çok şey var. yaşı döküyordu.

Söz konusu cenaze töreni, kimileri için gidişin bir tescili idi. Fakat kimileri için, salona getirilen tabutun içi bile bir soru işaretiydi. Michael, o gün gerçekten tabutun içerisinde miydi? Yoksa bu temsili tabut kamuoyuna sunulmuş ve cenaze başka bir yerde mi tutulmuştu? Ya da tören de dâhil olmak üzere her şey, herhangi bir oyunun bir parçası mıydı? Bunlar hala meraklı ve şüpheci hayranlar ve gazeteciler tarafından araştırılıyor ve tartışılıyor. Bu soruların cevabını vermek şimdilik güç… Fakat şu bir gerçek ki,

Temmuz ayından itibaren hazırlamış olduğum “Saygı Duruşu: Michael Jackson” adlı yazı dizime şu video ile son vermek istiyorum, onun nasıl bir dünya yaratmak için uğraştığını tek bir video klip ile anlamak isterseniz bu linke tıklayın. Dünyayı İyileştirmek İçin…

http://www.youtube.com/watch?v=BWfeARnf6U


85. Oscar Ödül Töreni’nden Akılda Kalanlar; ⇒

Oscar'lardan önceki gece ise sahne her zamanki gibi Ahududu (Razzies) ödüllerinindi. ⇒ Hollywood'un en kötülerinin seçildiği törende, 829 milyon dolar hasılat yapan

En iyi yönetmen: Ang Lee (Life of Pi) En iyi senaryo: Django Unchaıned (Quentin Tarantino)

En iyi yardımcı kadın oyuncu: Anne Hathaway En iyi yardımcı erkek oyuncu: Christoph Waltz En iyi kurgu: Argo (William Goldenberg) En iyi orjinal müzik: Life of Pi (Mychael Danna)

"Alacakaranlık Efsansi-Şafak Vakti 2. Bölüm" tam 7 ödül aldı. ABD'li oyuncu Kristen Stewart, Bella Swan karakterini canlandırdığı bu film ile Pamuk Prenses ve Avcı'daki performansıyla "En Kötü Kadın Oyuncu" seçildi. En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alan Jennifer Lawrence'un sahnede düştü. En İYi Film Ödülü'nü ABD Başkanı Obama'nın eşi Michelle açıkladı


En iyi orjinal şarkı: Skyfall (Adele)

En iyi belgesel film: Malik Bendjelloul ve Simon Chinn (Searching for Sugar Man)

En iyi uyarlama senaryo: Argo (Chris Terrio) En iyi sanat yönetmeni: Rick Carter (Lincoln) En iyi kısa animasyon: Paperman En iyi animasyon: Brave En iyi görüntü efekti: Life of Pi En iyi görüntü yönetimi: Life of Pi En iyi kostüm tasarım: Jacqueline Durran (Anna Karenina) En iyi makyaj ve saç tasarım: Lisa Westcott ve Julie Dartnell (Sefiller) En iyi kısa film: Shawn Christensen (Curfew) En iyi kısa belgesel film: Sean Fine ve Andrea Nix Fine (Inocente)

Yabancı dilde en iyi film: Michael Haneke (Amour) En iyi ses miksaj: Andy Nelson, Mark Paterson ve Simon Hayes (Sefiller) En iyi ses kurgusu: Paul N.J. Ottosson (Zero Dark Thirty) ve Per Hallberg ve Karen Baker Landers (Skyfall)




İskender gibi bütün dünyaya hâkim olmak ihtirası ile dopdolu bulunan Attila, bu büyük emelihuseyinsoydag@gmail.com ni tamamen gerçekleştiremedi. Ancak tarihin tanıdığı en ünlü cihangirlerden biri oldu. GençVerilen uzun aranın ardından, bu ayki yazıda liğini barış için rehin olarak Roma'da geçirmiş Tanrının Kırbacı Atilla’yı tanımaya çalışacağız. ve bu sayede Roma kültürünün yanı sıra, zaaflaBüyük Türk-Hun İmparatoru olan Atilla 395 rını ve karakterlerini de incelemişti. Latinceyi yılında doğdu. Hun Devleti'nin kurucularından ana dili gibi öğrenmişti. Hükümdar olduktan Muncuk'un oğlu olan Atilla, 434 yılında kardeşi sonra Romalılar hakkındaki bütün bu bilgilerini Bledu ile birlikte imparatorluğun başına geçti. en iyi şekilde değerlendirmeyi başardı. Bir süre sonra kardeşinin öldürülmesiyle, Tuna kıyılarından Çin Seddi'ne kadar uzayan imparatorluğun tek hâkimi oldu. 750 Atilla önce Doğu Roma'yı hedef aldı ve Bizans bin kişilik ordusuyla Galya şehirlerini üzerine yürüdü. Kendisinden aman dileyen imalt üst etti. Orleans'ı kuşattı. Kuzey İtal- paratoru yıllık vergiye bağladı. Bağladı bağlaya'yı silindir gibi ezip geçti. Avrupa'yı masına; ama o dönemde maddi açıdan çok iyi titreten bir cihangir oldu. Tıpkı Büyük durumda olmayan Roma, vergisini ödeyemedi.

Hüseyin SOYDAĞ


Atilla vergisini ödemeyen imparatora bunu pek pahalıya ödetti. Balkanlardan Mora'ya, oradan İstanbul kapılarına kadar olan bölgeyi ele geçirdi. Bizanslılar vergiyi iki misline çıkartarak İstanbul'u kurtardılar. Fakat bu arada Bizans İmparatoru III. Valentinianus, bir suikastçı göndererek Attila'yı öldürtmeye teşebbüs etti ancak bu teşebbüs sonuçsuz kaldı. İmparator bu kez, kendi emriyle suikastı hazırlayanın kafasını kestirip Atilla'ya göndererek kendisini temize çıkarmaya kalkıştı. Bu arada III. Valentinianus'un hayatı boyunca evlenmemeye mahkûm ettiği kız kardeşi, rahibe olarak kapatıldığı manastırdan Atilla'ya bir nişan yüzüğü göndererek, kendisiyle evlenmeye hazır olduğunu bildirdi. Bütün Avrupa'ya dehşet saçan Atilla, Bizans İmparatoru'na daha sert bir mesaj göndererek, nişanlısının kapatılmış bulunduğu manastırdan serbest bırakılmasını ve müstakbel eşine, çeyiz olarak Batı Roma İmparatorluğu’nun yarısının verilmesini istedi. III. Valentinianus, Büyük Türk-Hun İmparatoru'nun bu teklifi karşısında kara kara düşüncelere daldı. Bunun verdiği huzursuzluk bütün Bizans'ı kapladı. Doğu Roma İmparatorluğu sınırları içinde bitmek tükenmek bilmeyen korkulu günler ve aylar başladı.

adil bir hükümdar olmasına rağmen, bütün Avrupa kendisini barbar gözüyle gördü. Onun etrafına saçtığı büyük korku ve dehşetin psikolojik bir sonucu olmuştu bu yanlış teşhis. Attila yalnız büyük bir istilâcı ve yaman bir komutan değil, mükemmel bir hükümdardı. Tarih onu, milletine medenî bir düzen veren ve dünyada posta teşkilatını kuran ilk kişi olarak tanır. Atilla'nın ilk eşi ve baş kadını Arıkan idi. Ölümünden sonra yerine geçen oğlu İlek'in anası olan Arıkan'dan başka bir kaç kadın daha almıştı. 453 yılında büyük Türk-Hun İmparatorluğu'nun başkenti olan Etzelburg'da (Bugün Macaristan sınırları içinde bulunan Attila şehri) İlkido adında genç bir kızla evlendi. Elli sekiz yaşında olmasına rağmen son derece dinç ve kuvvetli idi. Zifaf gecesinin sabahında, bütün Avrupa'yı tir tir titreten cihangir, yatağında ölü bulundu. Ağzından ve burnundan boşanan kanlarla, bütün yatak kıpkırmızı olmuştu. Ölümünün şiddetli bir burun kanamasından mı, bir hastalıktan mı, yoksa bir suikast sonucu mu meydana geldiği kesinlikle anlaşılamadı.

Cenazesi, ölümünün ertesi günü yapılan çok büyük bir törenle kaldırıldı. Cesedi altın bir tabuta konulmuştu. Bu tabut, önce gümüş, sonra da demir bir mahfazanın içine yerleştirilmiş ve böylece toprağa verilmişti. Atilla, ölümünden sonra, kimse tarafından rahatsız edilmeden ebedî uykusunu uyumak isterdi. Bunu, böyle vasiyet etmişti. Bu nedenle mezarını kazıp kendisini toprağa verenler okla vurulmak sureHükümdarlığı boyunca ordusu ile Batı ve Doğu tiyle hemen oracıkta öldürüldü. Sonra mezarıRoma İmparatorluklarını sık sık istila eden Atti- nın yanından geçmekte olan bir çayın mecrası la, Orta Çağ kaynaklarında acımasızlığı ile anı- değiştirildi. Sular başta tarafa, muhtemel olarak lır. Bu nedenle de Avrupa'da "Tanrı’nın Kırbacı" mezarın üzerinden verilen yeni mecrasına akıtıldı. Böylelikle büyük cihangirin son arzusu yeolarak tanınır. rine getirilmiş oldu. Roma'ya girmesinin gün meselesi halini aldığı bir sırada Papa III. Leon, bizzat Atilla'nın kaNe yazık ki, bugün bu büyük hükümdarın mezarargâhına giderek, ondan Roma'yı çiğnememesi rının yeri dahi bilinmez. için ricada bulundu. Hatta bunun için kendisine yalvardı. Papanın bu yalvarışı karşısında istilâyı durdurmayı kabul eden Atilla, Romalıları çok Bu ayki yazımızda Büyük Avrupa Hun İmparaağır bir vergiye bağladı. Sekiz yıl içinde bütün torluğu’nun en büyük lideri Atilla’yı genel hatlaAvrupa'da, eşi görülmemiş ölçüde büyük bir is- rıyla anlatmaya çalıştım. Başka bir gün, başka tilâda bulunan Atilla, korku ve dehşet ifade bir yazıda, başka bir tarihte görüşmek üzere eden tek isim oluvermişti. Bu yüzden son derece hoşça kalın. Atilla'nın bütün emeli, Batı ile Doğu Roma İmparatorluklarının kendisine karşı birleşmelerini önlemekti. İki cephede birden savaşmak istemiyordu. Doğu Roma'yı bu huzursuzluğun içinde bıraktıktan sonra ani bir kararla Batı Roma'ya yürüdü. Tabiri caizse, Batı Roma İmparatorluğu’nu adeta telef etti.


Gürcistan

Nazım'a Çıkan Yol ''Ben giderim Batum’a Batum’un batağına Bahçenizden içeri Al beni otağına''

Diye başlıyor kulağımdaki tüm şarkılar. Azerbaycan’ı, yani bol petrol - bol yozlaşmayı arkamda bırakırken, her daim mavi olacak bir kuş gibi inançla devam ediyorum yoluma. Gürcistan sınırına doğru pedal çevirirken, kara yolu ile bir

ülkeden bir ülkeye geçmenin hazzını, tekrar ve tekrar, dibine kadar yaşıyorum desem yeridir. Yeni ülke, yeni dil, yeni insanlar, yeni 'ben'... Bir duygu, her seferinde başka tür bir haz verir mi? “Biraz zor o iş.” diye düşünmekteyim. Demek ki, ‘yol’ hep yeni.

Toprak, toprak olduğunu hissettirmeye başlayınca yüzüm gülmeye başladı Gürcistan sınırına doğru. Türküler döndü durdu üşengeç aklımda, Âşık Veysel’in sofrasına bağdaş kurup, Erkan Oğur’un perdesiz gitarındaki nota gibi hissettim ara ara kendimi.

Medeniyetin acizliğini yüzüme vuran o pasaport kontrolünden geçtim ve kızaran yanaklarım ile Gürcistan'a giriş yaptım nihayetinde.

Ülkeye girer girmez, ülkenin Azerbaycan'a göre daha kaybedilmemiş bir doğasının olduğunu fark ettim. Eminim tüm düzen de buna göre şe-


killenmiştir. Yani insan ilişkileri, çocuk suratları ve sandviç ile neşemize baktık. ve illaki şarkılar, yozlaşmadan ve kirden nasibini çok az almıştır diye tahmin ediyorum. Ertesi gün, sabah ile düştüm yola. Batum'a doğru giderken, birkaç köyden Kendine has alfabelerinin gebelik yaptığı güzel geçtim. Tavuk ve ekmek kokusu birbirine karışdilleri ile karşılaştıkça Gürcülerin, kanım hemen tığı zaman, leziz bir sebze yemeği ile şenlendiriısınıverdi onlara. Hiçbir yerin yabancısı olmayorum ruhumu. maktı sanırım, bu anlıma yazdığım. Kan ısınması, yani samimiyet, pedal çevirmek için uçsuz bir güç verdi her zaman ki gibi ayaklarıma. Alabildiğine sürdüm.

Hava kararmaya yakın Batum'a giriş yaptım. Turistlik yerlerdeki o karışık parfüm kokusu anında çığırımdan çıkarttı beni. Ama bir gece bile olsa dinlenmem gerekiyordu artık. AkabinÇok geçmeden Tiflis'e vardım. Yine şehir, yine de ucuz bir otel bulup yerleştim otele. Şahane şehir arkadaş! Güzel doğasından sonra aklıma bir uykudan sonra, şehri dolaşmaya çıktım. Gühemen bir kenti terk etmek düşüyor. Şehir mer- zel kadınları ve sanat ile iç içe bir şehir olması, kezinde epey dolaştıktan sonra, artık dinlenBatum'u şehir olmaktan çıkartmadı belki; ama mem gereken şu günlerde, soluk almak özlemi güzellik de besler beni. ile hemen tekrar düştüm yola. Tiflis çıkışına doğru kararmaya başlayan havanın serinliğinde, bir piknik alanı kestirdim gözüme. Hemen çeGürcistan - Rusya sınırı kapalı olduğu için, Bavirdim Mavi Bulut'un direksiyonunu ağaçlar tum'dan direkt feribota binecektim. Ama dedim arasına. ki, “Yahu bir mıhlama yiyeyim Trabzon'da”. Bi-

Çadırımı kurdum, tam sevgili kemanım ile doğaçlama takılmaya başlamıştım ki, 20 kadar polisin bana yöneldiğini görüp, ensesi kalın herif taklidi ile onlara “Merhaba!” dedim. Bu daha çok, “Hayırdır bilâder!”vari bir “Merhaba!” idi. Zaten kavgacı bir herif olup çıkacağım sanırım sonunda. Neyse, biraz muhabbetten sonra anlaşıldı ki, şarkı dinlemek istiyorlarmış benden. İnce isteklerini, aynı incelikle kabul edip, Sarı Gelin şarkısını çaldım onlara. Ardından bol bira

sikletim Mavi Bulut'u yüklediğim gibi, Karadeniz'e doğru yol almaya başlayacağım. Haçen benu bekleyun da!


Böyle hayatlar var biliyorum, daha kötüleri de olabilir. Belki daha çok acı çekip öldüler, belki de hâlâ yaşıyorlar ölümsüz acılarıyla... İnançlı insanların yaşadıkları hayat ve kaderleri yüzünden nasıl inançsız ve nefret dolu hale gelebildiklerine ve ne kadar inançlı görünmeye çalışsalar da inançsızlardan daha günahkâr olduklarına şahit oldum. Yaşadığımız ve ölümden sonra yaşayacağımız hayattaki güzellikleri yaşamayı bu tür insanlar hak etmiyor... Benim hayatıma gelince; ben tecavüze uğramış küçük bir kız çocuğu ve evli bir kadınım. Tanrı bana hayatım boyunca kaderimi bahane ederek iki yol sunup birini seçmemi istedi: iyi-kötü, günah-sevap, ölüm-yaşam, cennet-cehennem. Hangi yolu seçersem seçeyim o benim kaderim olacaktı. Seçmediğim yol da benim kaderim, yaşamak istemediğim kaderim. Ve ben hep seçmediğim yolun kaderini yaşadım...

Bu romanın sarı sayfalarında gezerken nefesinizi tutamayacaksınız. Çünkü hayallerle gerçekler terazinin iki ayrı kefesindedir. Fantas k ve roman k – macera okurları kanesyayinlari.com’a davetlidir.




Arka Kapak Bir kadının kalbini fena kırmış bir adam... O adamı öldürmek için çölü geçmeyi göze almış dört kadın... Düğümlere Üfleyen Kadınlar bu yolculuğun romanı. Ne kadar sevilse de tamir olmayan o yaralı coğrafyada, Ortadoğuda geçiyor. Saraylar devrilip, meydanlar dolarken sorular kalıyor geriye. Her yola en az bir soruyla çıkılır çünkü: Bir kadın ya da bir ülke nasıl sevilir sahiden?

Kanadalı şarkıcı Justin Bieber'ın Never Say Never: The Remixes ve My Worlds Acoustic'den sonra çıkarttığı üçüncü remiks albümüdür.

"Amira, bize kadınları nasıl seveceğimizi anlatan bir kitap lazım. Yoksa hep böyle şapşal ve kavruk kalacağız. Bize kadınların nefesini genişletecek, o nefesin rüzgârına yelken açmamızı öğretecek bir kitap lazım. Yoksa biz ne kadar sevilsek tamir olmayız."

"Dahi bir yönetmenden, ustaca çekilmiş bir film." Kenneth Turan, Los Angeles Times Bölge Başsavcısı Harvey Dentin ölümünden kendisini sorumlu tutan Batman (Christian Bale), 8 yıl önce gizemli bir şekilde ortadan kaybolur. Ne var ki, dolandırıcı hırsız Selina (Anne Hathaway) ve acımasız deli Banein (Tom Hardy) ortaya çıkmasıyla her şey değişir. Banein yarattığı terör ortamı, Bruceun kendisini mahkum ettiği sürgünden çıkmasına ve Gotham Citynin kaderi için savaşmasına neden olur. Bu savaş Bruceun kaderini belirleyecektir.

Yıl 1775, Amerikan Kolonileri. Cesur, genç bir savaşçı vatanını korumak için savaşıyor. Ancak toprakları için verdiği bu mücadele onun Usta Suikastçi haline geleceği olağandışı bir yolculuğa dönüşüyor - ülkenin kaderinin sonsuza dek değiştirecek bir yolculuğa…


Sen yazdın, biz senin için seç k! İşte #felsebiyat1yasinda tabelasın

/felsebiyatdergisi

Felsebiyat Topic, arKk Facebook’ta da!

@BerkTokkuzun #felsebiyat1yasinda ve ben özellikle @ardaozguven abime teşekkür ediyorum.Okuduğum en iyi dergilerden

@gokceadlim Felsebiyat kocaman olmuşş.. #felsebiyat1yasinda

@FerhatkaraSt Herkesin içerisinde kendinden bir şeyler bulabileceği dergi #felsebiyat1yasinda !

@HeyyouPinkf

@aleynaylmz12

#felsebiyat1yasinda iyi ki doğdun!

Dergideki arkadaşları inşallah daha iyi yerlerde görürüz #felsebiyat1yasinda

@TanerCANLI

@BuyrukSokumu

#felsebiyat1yasinda beyler...@ardaozguven kalemi güçlü bu canım kardeşime desteğinizi bekliyorum

#felsebiyat1yasinda içinde eme var, istek var, senden benden bi parça var işte. Ha bir de çatlak bir patron! 1. yaşınız kutlu olsun!!

@senasonat Boş yazılar yazan değil ya da boş konuşan. Sağlam kalem ve sağlam bir çene var. #felsebiyat1yasinda

@medihashnlr #felsebiyat1yasinda duyduk duymadık demeyinnn :) @ardaozguven

TwiLer hashtaglerimiz Sosyal Medya Uzmanımız Halil Taş

seçilmektedir. Gelecek ay #kiminsucu Tabelasına


na verilen cevaplar!

!

h

ek ir k

/felsebiyat

@allkollog #felsebiyat1yasinda burada edebiyat,şiir,sinema,tiyatro ve felsefe var. Ev almak için 45 yil calisan insanlar yok. @ardaozguven destekcinim

Selçuk Helva 1 sene geç başladım:( ama bırakabileceğimi düşünmüyorum:) Yasemin Akçora Aksoy

@walsman_07 #felsebiyat1yasinda Çeşitlilik her daim güzeldir, iyidir. Felsebiyatta edebiyattaki çeşitlilikte yerini almış bir oluşumdur zannımca.

@_vodka_visne_ şimdiki gençler çok şanslı önlerınde onları doğru yola sürükleyen bir dergileri var herkesın emeğine sağlık #felsebiyat1yasinda

şkın Yılmaz taraVndan

a herkesi bekleriz!

#felsebiyat1yasinda iyi ki doğdun canımız dergimiz :) ♥

Semih Güren 1. yılını tamamlamış mükemmele yakın bir felsefe ve edebiyat dergisi... zevkle okunabilir... (kutup sözlük)

Dilara Burunsuz Evet evet Felsebiyat 1 yaşında oldukça farklı köşe yazılarıyla gündemleriyle röportajlarıyla aradığınız herşey bu dergide.... Mutlu yıllar FELSEBİYAT


Merhaba arkadaşlar, ben Yaşar Menderes Çetin. Bundan sonra bu köşeyi “Mesajınız Var!” istiyorum. Siz de bu sayfada arkadaşlarınızın doğum gününü kutlayabilir, ilan-ı aşk edebil de kağıda dökebilirsiniz. Siz de eğer “Mesajınız Var!” köşemize bir şeyler eklemek istiyors tin@gmail.com adresinden bana ulaşabilirsiniz.

Sinan Tunç Derginiz ve ekibiniz her geçen sayı kalitesini arttırıyor yurtta ve üniversitemizde yaygın bir dille konuşuyorsunuz, tebrik ederim. :)

Simay Bölük Yasemin Deniz Ailemizin yeni bebeği, halasının prensesi hoş geldin hayatımıza Tuğba’m… :)

Hep tanıdıklarımıza değil ya ben de buradan Mert Fırat’a ilan-ı aşkımı duyurmak istiyorum… :( Senin tipine ve sesine ölürüm be adam!

İslam Sarıoğlu

Baha Cangürgel Buradan tüm Ege’lilere selamlarımı gönderiyorum derginizi de beğenerek okuyoruz, ekibinizi tebrik ediyorum… :)

Buradan sevgilimin sevgililer gününü tekrar kutlamak istiyorum. İyi ki varsın iyi ki benimsin Büşra’m! :) İslam Sarıoğlu & Büşra Aydın

Rıza Gedikoğlu Tuğba Demirbay

Değerli arkadaşım Cem Özer röportajından beri derginizi sıkı takip ediyorum, bu genç kardeşlerime başarılar diliyorum…

Biricik oda arkadaşımın ve can dostumun yeni yaşını buradan kutlamak istiyorum iyi ki varsın Merve Bilgin ♥♥♥

Mahmut Ayhan Tüm COA fanlarına ve COA ablama saygılarımı sevgilerimi gönderiyorum… Allah seni başımızdan eksik etmesin sultanım… Bu dergiyle bile röportaj yapmışsınız :) COA FAN CLUP


” olarak geleneksel hale getirmek lir, söyleyemediklerinizi sayemizanız yasarmenderesce-

Mevlüt Öztuğ

Sinem Akdağ

Herkese merhaba, buradan oğlum Alp’in ilk doğum gününü kutlamak istiyorum. (1 Mart) ve canım eşimi, kızımı çok sevdiğimi söylemek istiyorum!

Ben derginizin daha çok blogunu sevenlerdenim tüm yazarlara selamlar… Ben de bir yazar adayı olarak hiç kaçırmadan herkesi okuyorum ve görüş bildiriyorum :)

Mehtap Kavalcı Finalleri başarı ile verip büte kalmayıp ve tatil dönemince kardeşimle evde Pepe izleyerek geçirdiğim için çok memnunum, çok iyiyim… :(

Sercan Çakıroğlu

Dilruba Akay

Tüm arkadaşlarıma selamlarımı yolluyorum, Of’ta yaşayan kuzenlerime, Ebrar’ıma, Dedeme, herkese selamlar! :)

Tüm Gürlek Nakipoğlu lisesindeki arkadaşlarıma ve 10/ E sınıf arkadaşlarıma selam gönderiyorum…

Miray Aydoğdu Sakarya Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünün hepsine selam gönderiyorum, bu yıl bu bölümü düşüneceklere de tavsiyem olsun, bu bölümü tercih etmeyin :) Pişmanlıktır…

Mesut Elmacı Artık şu kış ayları bitse… Yazın sahilde, havuz kenarlarında tabletimden sizin dergiyi okusam ne güzel olur… Gerçi tabletim ve havuzlu denizli bir yazlığımız da yok ama… :)

Eren Karacaer Ağabeyim Erdi’ye bir ömür mutluluklar diliyorum, bir yastıkta kocayın! Erdi & Semra :)


“Kapitalizm ne biliyor musun ? İnsanın ağzına sıçılması.”

“Komünistler, insana hep ne yapması gerektiğini söylerler.”

Scarface Yönetmen : Brian De Palma

Scarface Yönetmen : Brian De Palma

Saving Private Ryan Yönetmen : Steven Spielber

Gücü elinde bulundurmaktan çok, onunla ne yapacağını bilmek önemli. Che El Argentino Yönetmen : Steven Soderbergh

Hayat adil değil. Contre Enquête Yönetmen : Franck Mancuso Okuma-yazma bilmeyenlerle dolu bir ülkeyi aldatmak çok kolaydır. Che El Argentino Yönetmen : Steven Soderbergh

İki tane tuğlayı hayat dairesi olur ?

Devrimden Sonra Yönetmen : Mustafa Ken


rg

Her öldürdüğüm insanın beni evimden uzaklaştırdığını düşünüyorum.

- Anne, babam amiral mi ? - Tuğamiral. - Albay kalsaydı daha iyi olurdu. Albaydan daha çok hoşlanmıştım. Tuğamiral derken zorlanıyorum. Admiral Yönetmen : Andrey Kravchuk

tında üst üste koymamış bir adamın nasıl sekiz tane

nan Aybastı

Toplumlar, ahlak adını verdikleri birşeye göre işlediklerini düşünürler. Ama bu doğru değildir. Toplum, hukuk kurallları ile işler. The Reader Yönetmen : Stephen Daldry



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.