ISSN:2149-0023
AY L I K K Ü LT Ü R V E F İ K İ R D E R G İ S İ / M A R T 2 0 1 5 / S AY I 3 / 1 2 . 5 0 T L
Medeniyetimizin yüz akı
Çanakkale
Şehadetinin 6.Yılında Yerli Bir Lider Muhsin YAZICIOĞLU Yalçın Prof. Dr. Recep TOPÇU BOZLAĞAN
Nizam ŞAHİN
Röportaj
Prof. Dr.Turan GÜVEN
Hasan CAN
Mart 2015
"
"100 Yaşında
2
MART 2015 Yıl: 1 Sayı : 3
Yerli Düşünce Basın Yayın Medya Dan. İnş. Taahhüt Bilgi Tur. Tic. Ltd.Şti. Adına İmtiyaz Sahibi Metin GÜNDOĞDU Sorumlu Yazı İşleri Ayşe Selva BEKTAŞ Yayın Editörü Onuralp SEFEROĞLU Redaksiyon Mehmet Akif CAN Ahmet Serdar ARSLAN
Yazı Kurulu Yalçın Topçu Prof.Dr. Bilal Kemikli Bayram Yılmaz Hasan Can Nizam Şahin Kadir Başar Hilmi Daşdemir Metin Gündoğdu Dağıtım Sorumlusu Hakan AKDİ Reklam Kevser Naz Gündoğdu Abone Servisi 0312 285 71 71 Tasarım AFS MEDYA 0312 472 9 666 www.afsmedya.com ISSN:2149 - 0023 Fiyatı Yıllık 150 TL Abonelik İçin Hesap Numaraları Ziraat Bankası Mustafa Kemal Mah. Şubesi ANKARA Şube Kodu : 2486 Hesap No: 70854725-5001 Basım Yeri Afşar Matbaacılık 1372. Sokak No: 29 İVOGSAN/Ankara T: (0312) 394 39 22 www.afsarmatbaacilik.com Dergi İletişim Mustafa Kemal Mah. 2128 Sok.15 / 7 ÇANKAYA / ANKARA yerlidusuncedergisi@gmail.com 0312 285 71 71 http://www.yerlidusunce.com
EDİTÖRDEN
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürtmede yer O ne müthiş tipidir, savrulur enkazı beşer
Akif’in küllerinden doğmak için çırpınan bir zümrüdü ankanın arkasından yaktığı bu ağıt, yüzyıllardır uykuda olan bir medeniyetin sahip olduğu kudreti yeniden hatırlamasının tezahürüdür. Çanakkale asla bir devrin battığı yer değildir. Bu küçük kara parçası “ölürsem şehit, kalırsam gazi” düsturunu benimsemiş binlerce mücahidin, batırılmaya and içilmiş bir medeniyeti yeniden ayağa kaldırma mücadelesidir. 20. yüzyılın son destanının yazıldığı bu cephe bütün “akvamı beşer”e karşı yapılan bir başkaldırının, öldürülmek üzere olan yaralı bir aslanın son kükreyişinin davudî sesidir. Dergimizin üçüncü sayısında, siz değerli okuyucularımıza milli şuurumuzu tekrar hatırlatması ümidiyle Çanakkale Savaşının destansı öyküsünü sunuyoruz. Biz “Yerli Düşünce” olarak Çanakkale Muharebelerinin Türk-İslam medeniyeti inşasında bir mihenk taşı görevi üstlendiği düşüncesindeyiz. Hiroşima’daki büyük hezimetten bile kaynaşma ve ilerleme basamakları çıkarılabiliyorken, bizim böyle bir zafere gereken önemi vermiyor oluşumuz en hafif tabiriyle kendi tarihimize ihanettir. Çanakkale’yi ve Çanakkale kahramanlarını anlattığımız bu sayımızda, Maraş’ın karlı dağlarına gömdüğü başka bir kahramanı, Muhsin Yazıcıoğlu’nu anmak Türk-İslam ülküsüne bir saygı duruşudur. Muhsin Yazıcıoğlu Türk siyasetinde Çanakkale ruhunu yeniden diriltmeye çalışan kutlu bir “alperen” olarak çok mücadele etmiştir. Her daim milletinin yanında ve medeniyetinin arkasında duran bu büyük “adam”ın yokluğu her geçen gün biraz daha fazla hissedilmekteyken bizler Muhsin Yazıcıoğlu gibi bir şahsiyetin Türk siyaseti için rol-model oluşturabileceği kanaatindeyiz. Sızlasa da gönüller gidenlerin yasından Koşar adım gitmeli onların arkasından İnanıyoruz ki bu büyük medeniyet dinî ve millî şuurunu kaybetmedikçe, Muhsin Yazıcıoğlu gibi büyük şahsiyetlerini unutmadıkça ilelebet payidar kalacaktır.
iÇiNDEKiLER
13 ÇANAKKALE RUHU KALİTELİ HİZMET Hasan CAN
19 BİR HAÇLI SEFERİ ÇANAKKALE SAVAŞI Doç. Dr. Abdullah ÜNALAN
34
ÇANAKKALE BOĞAZI’NA JEOSTRATEJİK PERSPEKTİFİNDEN BAKIŞ Prof. Dr. Recep BOZLAĞAN
23 YÜZÜNCÜ YILDÖNÜMÜNDE ÇANAKKALE SAVAŞINA FRANSIZ KALMAK Hilmi DAŞDEMİR
36 ADANMIŞ KOCA BİR YÜREK NİZAM ŞAHİN
RÖPORTAJ
Mart 2015 4
O BİZİM AYNAMIZDI Yalçın TOPÇU Eski BBP Genel Başkanı
16
40 ANADOLU ÇOCUKLARININ ÜLKÜCÜ HAREKET ÜZERİNDEN SİYASETE MÜDAHALESİ VE MUHSİN YAZICOĞLU Selçuk KÜPÇÜK
44 MUHSİN YAZICIOĞLU VE SİYASET Prof. Dr. Turan Güven
52 SEN BU YERLERDEN GİDELİ Abdurrahim KARAKOÇ
8
BİR MABET YER BURSA Mehmet Akif CAN
73 İBN-İ HALDUN VE ASABİYET TEORİSİ Ahmet ARSLAN
77 MAVİNİN GİZEMLİ BÜYÜSÜ ÇİNİ Kutay ALPTEKİN
24
İNGİLİZ SAVAŞ MUHABİRİ MOSLEY SİDNEY’İN GÖZÜYLE ÇANAKKALE HAKİKATLERİ
27
ÇANAKKALE PEYGAMBER AŞKIDIR
29 1915’TEN GÜNÜMÜZE TÜRK
EDEBİYATINDA ÇANAKKALE
48 TÜRKİSTANIMDA BİR EFSANE 54 MİLLETİMİZİN EN ÇOCUĞUNA
DELİKANLI
56
MUHSİN YAZICIOĞLU VE GENÇLER
58
KAFKAS İSLAM ORDUSU TURAN YOLUNDA
61
YENİLGİ AYNASI
70 İSMAİL HAKKI BURSEVİ HAZRETLERİ
79
KİTAP TANITIM
80
SON MEKTUP ÇANAKKALE FİLMİ
Mart 2015 5
64
VAHDETİN DİRİLİŞİ
Çanakkale " Ecdadımızın kanıyla sulanmış topraklar
Güvenal Gaz A.Ş. tamamı yerli sermaye ile 1997 yılında kurulmuş olup 1999 yılında faaliyete geçmiştir. Kuruluşundan günümüze Kalite Güven ve Doğruluk ilkelerinden taviz vermeyerek LPG Sektöründe kendini ispatlamıştır.
Ülkesine hizmet etmeyi kendine ilke edinme bilinciyle hızlı ama emin adımlarla hizmet yelpazesini ve dağıtım ağını genişleterek, başta Güneydoğu Anadolu Bölgesi olmak üzere ülkenin 7 bölgesinde 400 ü aşkın otogaz bayisi ile LPG sektöründe iddialı bir konuma gelmiştir.
"
Müşteri memnuniyetini her şeyin üzerinde tutan şirketimiz bayilerine en kısa sürede cevap vermek amacıyla araç filosunu arttırmış ve teknik servis ağını geliştirmiştir.
" Vahdetin Dirilişi "
Mart 2015 8
Onuralp SEFEROĞLU
Tarihin yeniden yazıldığı yerde, Çanakkale’de günümüzden yüz yıl önce yaşanan ve gerek milli tarihimizde gerekse dünya tarihinde önemli bir yer tutan Çanakkale Savaşı; askeri, tarihi ve siyasi açıdan sonuçları itibariyle milletimizin geleceğini derinden etkilemiş en büyük ve en zorlu sınavlardan biridir. Etkileri günümüze kadar süren ve havada mermilerin çarpıştığı savaş olarak nitelendirilen Çanakkale Savaşı’nda yaşanan onlarca hadise yalnızca bizim için değil insanlık tarihi için de örnek teşkil etmiş ve milli tarihimizin şanlı bir zaferi olarak tarihe yazılmıştır.
Milletimizin varlık ve yokluk mücadelesi verdiği bu savaş; bütün imkânsızlıklara rağmen, vatan sevgisinin işgal arzusuna üstün gelişinin tüm dünyaya gösterildiği bir kahramanlık destanıdır. Sanayi devriminin çok gerilerinde kalmış, Avrupalıların ekonomik ve mali boyunduruğu altında kalan Osmanlı devleti henüz Balkan Savaşları’nın yaralarını saramadan kendisini 1. Cihan harbinin içerisinde bulmuştur. İtilaf Devletlerinin, Osmanlıyı saf dışı bırakıp Almanlara darbe vurmayı hedeflediği bu savaşta amaç Çanakkale Boğazı’ndan geçerek İstanbul’u ele geçirmek ve müttefik Rusya ile bağlantı kurmaktı. Almanların ise gayesi müttefiklerin Karadeniz’e açılarak zayıflamış bulunan Ruslara askeri desteğin gitmesini önlemekti… Liman von Sanders, ülkesinin kendisinden beklediği gibi, müttefik filolarını önce Çanakkale Boğazında durdurmak, olmaz ise İstanbul Boğazından geçirmemekti. Geneli aynı inanç ve kültürü paylaşan Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arap vs. etnik kökenlerden oluşan aynı hedef ve gayeleri, aynı misyonda bütünleştirmiş Osmanlı ordusu, 18 Mart deniz harekâtının başarı ile püskürtülmesini
Sonuç olarak bir yılı aşkın süre devam eden Çanakkale Savaşları sonunda Osmanlı İmparatorluğu İçin bir var olma savaşından başarı ile çıkılmış Birinci Dünya Savaşı daha geniş coğrafyaya yayılıp uzamış ve İngilizlerden destek alamayan Rusya’da devrim olmuştur. Savaşın sonucunu Sami Paşazade Sezai şu sözlerle nitelemiştir; “Çanakkale müdafaası, üç mucizeler muharebesidir: Hâli kurtardı; mâziye azametini iade etti; vatanımızı ebedi vatan yaptı.” Donanma ordusu ile Çanakkale Boğazı’nın geçilebileceği konusundaki ısrarcı tavrıyla müttefik ordusunun tarihi yenilgisine yol açan Winston Churchill, Çanakkale Savaşını şu sözlerle ifade etmiştir; “Türkler, Çanakkale’yi zorlayan, çağının en ileri
tekniğine sahip güçler karşısında adeta bir kale gibi dikilmişlerdir.” Türk milletinin, en güç şartlarda bile başarı kazanabileceğine olan inancı artmış ve bu yüzden Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna varan ulusal bağımsızlık mücadelesinin ilk ciddî sınavları da, Çanakkale muharebelerinde, Gelibolu yarımadasının kıyı ve tepelerinde verilmiştir. Şair Fazıl Hüsnü Dağlarca ‘’Çanakkale, Türkiye Cumhuriyetinin önsözüdür’’ diyerek, Çanakkale’nin Millî Mücadelemizin dayandığı kuvvetli zeminlerden olduğunu söylemiştir. Çanakkale’de, eğitimli, okur-yazar ve aydın binlerce insanımızın kaybedilmesi ülkenin sosyal yapısını da olumsuz olarak etkileyecek, hatta bu etki, Cumhuriyet döneminde de yakın zamanlara kadar yansıyacaktır. Cumhuriyet’in ilânından yıllar sonra bile, iki kuşak arasında kapatılamayan bu yetişmiş beyin gücü eksikliği, kendini her alanda hissettirecektir. Binlerce öğretmen, mülkiye ve tıp öğrencisinin, harbiyelinin, lise öğrencilerinin, aydın ve eğitim görmüş insanımızın, Çanakkale’de kaybedildiği
unutulmamalıdır. Çanakkale savaşları için Atatürk “Biz Anafartalar’da bir üniversite gömdük.” derken, bu acı gerçeği dile getirmektedir. Arıburnu ve Conkbayırı’nda şehit olan üniversite öğrencilerinin büyük bir kısmı İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi ( O dönemde Darülfünun Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane) öğrencisidir. Fakülte, öğrenciler ordu hizmetine alındığı için 1915 yılında mezun verememiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ün Çanakkale savaşlarındaki başarıları ve tanınması, 1919’da milli mücadelenin başına geçtiğinde, Türk halkının ona güvenerek, onun yanında yer alıp, onu izlemesini sağlayacaktır. Bu da bağımsızlık mücadelesinin en kritik yıllarında ciddi bir liderlik sorununa yol açacak gelişmeleri önleyen en önemli etken olmuştur. Ayrıca Çanakkale Savaşları, Mustafa Kemal’in gelecekte gerçekleştireceği başarılar için önemli deneyler kazandığı bir süreç olmuştur. Burada Atatürk, öncelikle Türk milletinin ve ordusunun tüm yorgunluk ve tükenmişliğine rağmen yurduna olan bağlılığına tanık olacaktır. Bu savaşlar sırasında Mustafa Kemal, Mehmetçiğin
Mart 2015 9
sağlamıştır. Bunun üzerine Çanakkale’nin sadece deniz harekâtı ile geçilemeyeceğini anlayan itilaf devletleri 25 Nisan’da kara harekâtı başlatmıştır. Ancak Haçlı ordularının bütün güç, donanım ve saldırılarına rağmen Osmanlı orduları tüm dünyaya Çanakkale’nin geçilmez olduğunu göstermiştir.
manevî gücünü, direniş azmini ve bağımsızlık arzusunu çok yakından tanıma fırsatı bulmuştur. Bu savaşın bize bir başka mirası da Mustafa Kemal tarafından adı koyulan “Çanakkale ruhu” denilen o ‘’biz’’ duygusudur. Her bir ferdin, kardeşinden önce şehadete atıldığı ve yaşama hakkını yanındakine verdiği bu ruhla savaşıyor ve adım adım zafere yaklaşıyordu. Çanakkale Savaşı, isimsiz kahramanlarının ‘insanlık’ öyküleri açısından da eşsizdir. Özellikle Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerler, Osmanlı askerlerinin kahramanlığını, mertliğini, yiğitliğini, insanlığını övmekten hiç çekinmemişlerdir. Şu satırların samimiyetinden kim kuşku duyar: “ Çanakkale’de bulunduğumuz günlerde, bir gün bizim dini bayramımızdı. O günü neşe içinde geçirmek ve eğlenmek istiyorduk. Ama harp halinde bulunduğumuz için bunu imkânsız görüyorduk. Son çare olarak, Türklere bir elçi gönderip onlardan bugün olsun ateş açmamaları için söz aldık. Ama hile olup olmayacağı kuşkusu içindeydik. Bununla beraber eğlencemize devam ederken, bize Türk tarafından hediyeler gönderildiği haberini alıp, elçiyi kabul ettik. Bize adına ‘ayran’ dedikleri içeceklerini göndermişlerdi. Türklerin bu hareketi beni son derece duygulandırmıştı.” “..karşımızdaki Türk siperlerinden silahın ucuna takılmış beyaz bir mendil yukarı kaldırılarak sallandı. Her taraf sessizliğe gömülmüştü. Her iki tarafın da askerleri silahlarını doğrultmuş, dikkatle mendili takip ediyorlardı. Siperin içinden iri yapılı bir er çıktı. Ucuna mendil bağladığı silahını yere attı. İki kollarını açtı. Sonra kendine güvenen tavırlarıyla yavaş yavaş yaralı yüzbaşımıza doğru yürümeye başladı. Karşı tarafla, çevresiyle, hiç kimseyle ilgilenmiyor, herkes donmuş kalmış,
Mart 2015 10
Kaynaklar Prof. Dr. Cemalettin Taşkıran. Çanakkale Savaşlarının Önemi 2012 Özakman, Turgut; “Çanakkale…”, Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, 95. Yıl Özel Sayısı, s. 9.
cesur Türk askerini hayranlıkla seyrediyordu. Şaşkınlıktan kurtulan İngiliz askerleri ona nişan almaya çalışıyorlardı. O ise hiçbir şeye aldırmadan yüzbaşının yanına geldi. Nazik ve yumuşak hareketlerle yaralının kıyafetini düzeltti. Onu yerden kaldırdı. Omuzlayarak yavaş yavaş bizim siperlere doğru yöneldi. Siperlerimizin hemen önüne yüzbaşıyı nazikçe yatırdı. Sonra arkasını döndü. Yine kendinden emin adımlarla siperlerine doğru yürüdü. Hepimiz donmuştuk. Hayrete düşmüştük. Sonradan her iki tarafın siperlerinden alkışlar ve ıslıklar yükseldi.” Savaştan sonra ülkelerine dönen bu insanların, Türk halkı ve askerlerini nefret ve kinle anmak yerine saygı ve onurla anmaları ne kadar büyük bir ecdada sahip olduğumuzun en açık göstergesidir. Unutmayalım ki Çanakkale’yi de İstiklâl Harbi’ni de zaferle sonuçlandıran ruh ‘’biz’’ ruhudur, cennet arzusudur. Bak mezar taşlarına… Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arap… Ensar-Muhacir gibi ne kardeşlik bu Ya Rab! Yanar Anafartalar kurşunla, kanla harap, Çanakkale imanla, yeniden diriliştir. Çanakkale tarifi imkânsız büyük iştir. Çanakkale şereftir, onurdur, diriliştir. Çanakkale tarifi imkânsız bir iştir… Çanakkale: son kale, ölürken diriliştir. Çanakkale tarifi imkânsız büyük iştir. Çanakkale şereftir, onurdur, diriliştir. Çanakkale tarifi imkansız bir iştir…
Mart 2015 11
"
Çanakkale müdafaası, üç mucizeler muharebesidir: Hâli kurtardı;mâziye azametini iade etti; vatanımızı ebedi vatan yaptı.
"
Mart 2015 12
" Çanakkale Ruhu Hasan CAN
"
hasancan36@gmail.com
Mehmet Akif’in şehitlerini, doğrudan doğruya Efendimiz’in komuta ettiği Bedir Gazvesindeki şehitlere benzetmesi Çanakkale’deki ordunun da Bedir’deki gibi İslâmın yegane ordusu olması saikasıyladır. Orada bin yıllık Müslüman bir toplumun evlatları seküler dünya hesapları uğruna değil, Allah yolunda mücadele etmeyi seçerek mükâfatların
büyüğüne talip olmuştur. 215 kiloluk top mermisini tek başına kaldırarak topun ağzına süren Havran’lı Seyit onbaşının Hayber’de savaşın kızıştığı anda elinden kalkanı düştüğünde kalenin kapısına asılarak onu yerinden söküp kalkan gibi kullanan Hz. Ali Efendimiz’i model almış olması pek tabiidir. Uhud’da kolları kopan ve sancağı kucaklamaya çalışan Mus’ab bin Umeyr’in hedefi, gayesi ve mefkûresi ne ise düşman askerinin attığı bombayı geri fırlatırken kolu kopan Mehmet Çavuş’un da davası ve sevdası odur. Yanıbaşındaki arkadaşının şehit düştüğünü gören mehmetçiğin üç dakika sonra kendisinin de şehit düşeceğini bile bile son sürat harp meydanına fırlayarak oracıkta can vermesi fizik akıl ile izah edilemez. Böylesine diri bir iman geleneğine sahip bir neslin Hamilton’un Çanakkale’ye getirttiği toplardan korkması elbette beklenemezdi. Nitekim, İngiliz Deniz Bakanı W. Churchill de, “Biz, Çanakkale’de Türklerle değil Tanrı ile savaştık, o yüzden yenildik...” demiştir. Çanakkale, bir medeniyetin emânetini bütünüyle omuzlamış geçit vermez, korkusuz bir
belde olarak tarihimizde yer almış ve müstevli toplarıyla yok edilemeyecek bir iman kal’ası olduğunu tescillemiştir. Bu öyle bir kal’adır ki, her köşesi “ni’mel ceyş” kabirleriyle tezyin edilmiş olan İstanbul’un da kilidi hükmündedir. Burada ehl-i salibin devasa zırhlıları, mühimmatı, topu, uçağı boy göstermiş göstermesine lakin mü’minlerin îman dolu göğsü gibi serhaddinin olduğu hakikati göz ardı edilmiştir. Ehl-i salip, Anadolu insanının gencecik çocuğunu kınalayıp tıpkı Hz. İsmail (a.s.) gibi kurban etmek niyetiyle Çanakkale’ye yolladığını hesap edememiştir. Zaten Çanakkale’yi geçilmez kılan da bu ruhtur. Akif’in hissiyatıyla söylersek, bu milletin evlatları medeni denen o maskara mahlûkun hayâsız yüzüne iman dolu bu sine ve bu ruh sayesinde tükürebilmiştir.
"
Akif’in hissiyatıyla söylersek, bu milletin evlatları medeni denen o maskara mahlûkun hayâsız yüzüne iman dolu bu sine ve bu ruh sayesinde tükürebilmiştir
"
Çanakkale ve Akif’ten söz etmişken burada Muhammed İkbal’i anmamak elbette bir eksiklik olacaktır. Büyük mütefekkir ve şair M. İkbal, o yıllarda mitingler tertipleyerek Hint kıtasındaki Müslüman halkı Anadolu insanına destek olmaya çağırır. Lahor meydanındaki konuşmasında der ki,
"
İslâm’ın iman geleneğine sahip mektepli genç nesil, Hamilton’un Çanakkale’ye getirttiği zırhlılara galip gelince bu tablo Churchill’e, “Biz, Çanakkale’de Türklerle değil Tanrı ile savaştık, o yüzden yenildik...” dedirtmiştir.
Mart 2015 13
Tarihimizin olduğu kadar dünya tarihinin de önemli dönüm noktalarından olan Çanakkale Zaferi’nin yüzüncü yılını idrak ediyoruz. Yenilmez sanılanlara mağlubiyeti tattıran bu iftihar tablosu, sebep ve sonuçları itibariyle tarihin yapıtaşlarını yeniden örmüştür. Adeta bir mahşer yeri olan Çanakkale’de yalnızca iki ordu değil, iki medeniyet çarpışmıştır. On beş asır önce Bedir Savaşı’nda müşrikler tarafından uygulanan toptan yok etme politikası burada da tekrarlanmış, bununla Batılılar yeryüzünde İslâm inancını yaşayan, yaşatan Osmanlı’yı Avrupa ve Anadolu’dan çıkartmayı, hatta mümkünse daha da öteye atmayı planlamış, ama çok şükür ki başarılı olamamışlardır.
"
dün gece rüyamda Hz. Resulullah’ı gördüm. Efendimiz bana, “Söyle bakalım İkbal, dünyadan ne gibi bir hediye ile geldin? Ben de utana sıkıla dedim ki Ey Allah’ın Resulü, Çanakkale’de i’lâ-yı kelimetullah uğruna can veren Mehmetçiğin tekbirlerle kutlanmış kanını hediye getirdim ki bunun eşi yoktur. Bu namusudur, vicdanıdır bütün Müslüman âleminin.” Bu hadise üzerine Lahor meydanında İkbal ile birlikte herkes hüngür hüngür ağlamaya başlar. O meydanda tarih, Hint dünyasının (bugünkü Pakistan) yoksul Müslüman halkının varını yoğunu Anadolu’ya gönderilmek üzere bağışladığına şahit olur. Öyle ki, bağışlayacak maddiyatı olmayan yeni doğum yapmış kadınlar zengin ailelere bebeklerini evlatlık olarak satmayı teklif ederler. Çünkü onlar da bilir ki Osmanlının son kalesi olan Çanakkale geçilirse, kendilerini de çok kötü bir akıbet bekleyecektir. Bedir’de Hz. Peygamber’in: “Ey Allah’ım! Sana inanmış sayıca küçük bu topluluk burada yok olursa yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmayacak, bize yardım et ki, İslâm yeryüzünden silinmesin!” diye gözyaşları içerisinde dua ettiğini hepimiz biliriz. Çanakkale’de de sahne hemen hemen aynıdır. Oradaki şanlı ordu İslâm’ın son ordusudur. Akıl, izan sahibi her Müslüman idrak etmiştir ki Çanakkale’deki savunma aynı zamanda Mekke’nin, Medine’nin, Darüsselâm’ın, İstanbul’un, Konya’nın, Diyarbakır’ın, Erzurum’un, Buhara’nın, Semerkand’ın, İslâmad ve Bingazi’nin topyekun savunmasıdır. Allah muhafaza orada mağlubiyet mevzubahis olsaydı, bugün elimizde ne İstanbul kalırdı, ne Bingazi, ne de İslâmabad. Deyim yerindeyse Çanakkale’nin kaybı hepimiz için yolun sonu olurdu. Yüzyıllarca Mekke’nin, Medine’nin, Ravza-i Müttahara’nın hâdimi (hâdimu’lharameyn) olan bu milletin evlatları bu yüzden ruhun ilham seferine çıkarcasına Çanakkale’ye koşmuş, Allah’a giden yolda meleklerle karışmışlardır. Akif’in “Şu boğaz harbi nedir, var mı ki dünyada eşi” diyerek zorluk derecesini tarif
ettiği Çanakkale tam manasıyla bir mahşer yeridir ve kahramanları ise umumiyetle okumuş yazmışlar, yani mekteplilerdir. Burada adeta mektep ile cephe birleşmiştir. Öyle ki, hocalar tedrisat yapmak için sınıflara girdiklerinde kendilerini dört gözle bekleyen talebeler yerine kara tahtalarda; “Muhterem hocam! Ayasofya camiindeki hutbelerinizden ve dershanedeki derslerinizden; Çanakkale’de milletimizin namusunun direnmesi gerektiğine inandığımız için gidiyoruz” notları ile karşılaşmışlardır. O yıl (1915) çok sayıdaki mektep ve medresenin mezun vermediği bilgisi kayıtlarda mevcuttur. İstanbul Tıbbiye Mektebi, Kabataş Lisesi, Galatasaray Lisesi, Vefa Lisesi, Kastamonu Abdurrahman Paşa Lisesi bunlardan yalnızca birkaçıdır. Arıburnu ve Conkbayırı’nda şehit düşenlerin önemli bir yekûnu İstanbul Tıbbiye Mektebinin talebeleridir. Fatih Medresesi müderrisi Hasan Fehmi Bey’in “Çanakkale 25 bin talebemi yedi” sözü ile Atatürk’ün “Biz, Anafartalar’da bir Darülfünun gömdük...” sözü milletimizin Çanakkale’de aydın ve entelektüellerini kaybettiğine dikkat çeken iki önemli tespittir. Behzad Kerim isimli bir genç, Çanakkale’ye gitmek üzere İstanbul’dan yola çıkarken günlüğüne şunları yazar: “Oh, artık emelime nail oldum. Ben de dinim, yurdum, şen ve mesut hatırat-ı hayatım İstanbul’um için canımı feda edeceğim. Çünkü Çanakkale’ye; hayır haşa, Çanakkale değil, demir ve Kankale’ye gidiyorum. Mesrurum... Selam sana ey kalbimin Kâbe’si İstanbul, ölüme gidenler sana veda ediyorlar...” Yahya Kemal’in veciz ifadesiyle söyleyecek olursak, genç bir mekteplinin günlüğüne düştüğü bu not; orada can veren lise çağındaki gençlerin Fatih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ile Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’ân kadar güzel iki şey için Çanakkale’de dövüştüklerinin şuurunda olduklarını gösteriyor. Milletimiz de; evlatları, ruhunu şeytana satan bir dünyaya karşı böylesine hasbî ve klas bir duruş sergilediği için mesrur olmalıdır!.. Vesselâm…
Mart 2015 14
DİPNOTLAR 1 Hz. Ali’nin (r.a.) Hayber’de yerinden sökerek kalkan gibi kullandığı kapıyı sonraki tarihlerde yedi kişinin yerinden kaldıramadığını tarihçiler kaydetmektedir. 2 Ne yazık ki şanlı ecdadın Çanakkale’de geçit vermediği o maskara ruh bugün evlerimize kadar girmiş, kalpleri ve beyinleri işgal etmiştir. 3 Anadolu’da Haçlı güçlerine karşı çarpışan Mehmetçiğe yardım olsun diye Asya Müslümanlarının gönderdiği yardım paralarıyla CHP’nin de ortak olduğu bugünkü İş Bankası kurulmuştur. 4 Kastamonu Abdurrahman Paşa Lisesi 1916’dan 1921’e kadar hiç mezun vermemiştir. Her yıl 60 mezun veren Galatasaray Lisesi 1916’da yalnızca dört, 1917’de de 5 tane mezun vermiş, Tıbbiye Mektebi ise harp süresince tedrisata ara vermiştir.
"
Haçlı kuvvetler, Anadolu insanının gencecik çocuğunu kınalayıp tıpkı Hz. İsmail gibi kurban etmek niyetiyle Çanakkale’ye yollayabileceğini hesap edememiştir.
"
" Mart 2015 15
Çanakkale’de can veren millet evlatları; Fatih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ile Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’ân kadar güzel iki şey için dövüştüklerinin şuurunda olmuşlardır.
"
"
Prof. Dr. Recep BOZLAĞAN 1
Çanakkale Boğazı’na Jeostratejik Perspektifinden Bakış
"
Birinci Dünya Savaşı esnasında İtilaf Devletleri Balkanlar üzerinden İstanbul’a saldırmak yerine, daha
Bu makalede millî birlik ve bütünlüğümüzün sembolü haline gelen Çanakkale Savaşları’nın yaşandığı Çanakkale Boğazı’na jeostratejik perspektiften bakılmıştır. Makale üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Çanakkale Boğazı’nın coğrafî konumu, ikinci bölümde hinterlandı ve üçüncü bölümde jeostratejik konumu ele alınmıştır
Harita 2: Çanakkale Boğazı’nda Yüzey ve Dip Akıntıları ile Ters Akıntıların Yönü
1. Çanakkale Boğazı’nın Coğrafî Konumu Çanakkale Boğazı Ege Denizi ile Marmara Denizi arasında güney batı - kuzey doğu istikametinde uzanır. Coğrafî koordinatları 40°13' kuzey ve 26°26’ doğudur. Boğazın toplam uzunluğu kuş uçuşu 61,2 kilometre, deniz yüzeyinden ise 63,8 kilometredir. Boğaz’ın en geniş yeri Kerevizdere ile Karanlık Liman arasında olup yaklaşık 7.450 metredir. En dar yeri ise Kilitbahir ile Sarıçay’ın denize döküldüğü mevki olup yaklaşık 1.390 metredir
kolay gördükleri Çanakkale Boğazı’nı işgal ederek İstanbul’u ele geçirmeyi planlamıştır.
"
Kaynak: http://www.tudav.org, 18.02.2015
2. Çanakkale Boğazı’nın Hinterlandı İstanbul Boğazı, Karadeniz gibi kapalı bir denizin Marmara’ya açılmasına imkân sağlamakla birlikte, kendisi de kapalı bir deniz olan Marmara’nın Ege’ye açılması ancak Çanakkale Boğazı ile mümkün olabilmektedir. Günümüzde Ren-MainTuna Kanalı (bkz. Harita 3), Baltık DeniziMoskova-Volga Nehri Kanalı (bkz. Harita 4), Don-Volga Kanalı (bkz. Harita 5) gibi kıta içi suyolları da dikkate alındığında, Boğazların hinterlandının bütün Karadeniz ve Hazar Denizi havzasının yanı sıra Kuzey Balkanlar, Orta ve Doğu Avrupa, Orta Asya, Kafkaslar ve Batı Rusya’yı da içine aldığı görülecektir. Dolayısıyla bu boğaz, Marmara ve Karadeniz’in ötesinde bir stratejik derinliğe sahiptir. Harita 3: Ren-Main-Tuna (Kuzey Denizi-Karadeniz) Suyolu
Mart 2015 16
Kaynak: http://www.canakkaleili.com, 20.02.2015
Boğaz’ın ortalama derinliği 55 metre, en derin yeri ise 103 metredir. Çanakkale Boğazı’nda tıpkı İstanbul Boğazı gibi çift yönlü akıntı vardır. Yüzey akıntısı Marmara’dan Ege Denizi’ne doğru ve yüzeyden itibaren 10-25 metre derinliklere kadar gerçekleşir. Dip akıntısı ise Ege Denizi’nden Marmara yönünedir. Ayrıca altı farklı yerde ters akıntı dolayısıyla küçük yüzeysel girdaplar oluşur.
1 Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı
Kaynak: http://inea.ec.europa.eu, 19.02.2015
Harita 4: Baltık Denizi-Moskova-Volga Nehri Suyolu
Harita 4: Baltık Denizi-Moskova-Volga Nehri Suyolu
" 3. Çanakkale Boğazı’nın Jeostratejik Konumu Yakınçağ’a kadar, Karadeniz üzerinden Boğazlara saldırmak kolay değildi. Büyük güçler, ister Avrupa ile Asya arasında geçiş yapmak için isterse de Boğazları ele geçirmek için tarih boyunca Çanakkale Boğazı’na saldırmayı veya burasını geçiş güzergâhı olarak kullanmayı tercih etmiştir. Pers kralı Kserkses ilk defa Çanakkale Boğazı üzerinden Trakya’ya çıktı. Büyük İskender buradan Anadolu’ya geçti ve Pers İmparatorluğu’nu ele geçirdi. Osmanlılar Orhan Gazi döneminde 1352 yılında Çanakkale Boğazı üzerinden Trakya’ya geçti ve Avrupa kıtasındaki fetih hareketlerini başlattı. Yunan İsyanı esnasında İngiliz, Fransız ve Rus donanması Çanakkale Boğazı’nı müştereken ablukaya aldı. Roma İmparatorluğu ve Osmanlı Devleti gibi Balkanlar ve Ortadoğu’yu egemenliği altında tutarak bu bölgelerde istikrarı sağlayan büyük güçlerin döneminde, Boğazlar daha çok ticarî amaçlı suyolları görünümüne bürünürken; bu bölgelerde siyasî otoritenin zayıfladığı zamanlarda ise askerî açından stratejik suyolları hâline gelmiştir. Sözgelimi, Osmanlı Devleti’nin gerilemesine paralel olarak Rusya’nın yükselişi ve bölge barışına yönelik tehditleri dolayısıyla, Boğazlar askerî açıdan dünyanın en stratejik suyollarından biri konumunu tekrar elde etmiştir. Rusya’nın sıcak denizlere erişme hedefi, Osmanlı Devleti karşısında elde ettiği askerî başarılar
Kaynak: http://www.garmin.sk, 19.02.2015
ve Mısır’daki Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanını bastırma konusunda Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü acziyet, Boğazların güvenliğinin uluslararası bir soruna dönüşmesinde etkili olmuştur. Sonuçta, 1774 tarihli Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla başlayan ve 1841 tarihli Londra Boğazlar Sözleşmesi’ne uzanan süreçte, başta Rusya olmak üzere bütün ülkelerin ticaret gemilerine Akdeniz-Karadeniz arasında karşılıklı geçiş hakkı tanınmış; savaş gemileri için bir takım sınırlamalar getirilmiştir. Bu sözleşme, 1833 yılında Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanan Hünkâr İskelesi Antlaşması’nın Rusya’ya Boğazlar konusunda sağladığı avantajları ortadan kaldırmıştır. Boğazların bütün ülkelerin ticaret gemilerine açılması, Karadeniz-Akdeniz ekseninde ticaretin gelişmesine katkı yapmış; jeoekonomik ve jeostratejik önemini artmıştır. Diğer taraftan, Rusya’nın 1853 yılında Osmanlı Devleti’ne saldırmasına karşı İngiltere ve Fransa’nın ortak müdahale etmesinde, Boğazların Rusların eline geçmesini önleme hedefi etkili olmuştur. İngiltere’nin Hindistan’ı, Malezya’yı, Singapur’u ve Güneydoğu Asya’daki birçok adayı sömürgeleştirmesi; Çin ile yapılan Afyon Savaşları sonrasında bu ülkenin adeta yarı sömürge hâline getirilmesi; 1869 yılında Süveyş Kanalı’nın açılması; Mısır, Sudan ve Kuzey Somali’nin sömürgeleştirilmesi, Akdeniz’i İngiltere ile Asya ve Kuzeydoğu Afrika sömürgeleri arasındaki en kısa ve en güvenli güzergâh hâline getirmiştir. Ancak, Rusların Boğazları ele geçirme hedefi,
İngiltere için Akdeniz’in ve dolayısıyla da sömürgeleri ile olan hayatî bağların güvenliği açısından büyük tehdit oluşturmuştur. Rus ordularının 1878 yılında Osmanlı ordusunu yenerek Yeşilköy’e kadar ilerlemesi, bir yandan Osmanlı Devleti’nin ve İstanbul’un ne kadar kırılgan bir jeopolitik konuma düştüğünü gösterirken, diğer yandan da İngiltere ve Almanya gibi ülkelerin, Rusya’nın Boğazları ele geçirme ihtimaline karşı barış sürecine müdahale etmesine yol açmıştır. Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanan ve şartları çok ağır olan Ayastefanos Antlaşması’nın yerine Berlin Antlaşması’nın imzalanması, bu müdahalenin bir sonucudur. Büyük devletler arasındaki mücadelenin sıcak çatışmaya dönüşmesiyle başlayan Birinci Dünya Savaşı esnasında İtilaf Devletleri Balkanlar üzerinden İstanbul’a saldırmak yerine, daha kolay gördükleri Çanakkale Boğazı’nı işgal ederek İstanbul’u ele geçirmeyi planlamıştır. 1915-1916 yılları arasında Birinci Dünya Savaşı’nın en destansı harpleri burada cereyan etmiştir. Bir milletin kenetlenerek Mehmet Âkif Ersoy’un ifadesiyle “bütün akvâm-ı beşer”e karşı mücadele ettiği ölüm-kalım savaşları Çanakkale’de gerçekleşmiştir (bkz. Harita 6). Çanakkale Savaşları Boğazların stratejik önemini bir defa daha göstermiştir. Savaş’ın Osmanlı orduları tarafından kazanılması, müttefiklerinden yardım alamayan Rusya’nın, iç karışıklıkların da etkisiyle yenilerek savaştan çekilmesinde etkili olmuştur.
Mart 2015 17
Kaynak: http://www.garmin.sk, 19.02.2015
Harita 6: Çanakkale Savaşlarında Cephe Hatları
Kaynak: http://www.tarihportali.org, 20.02.2015
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmesiyle birlikte, 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr (Sèvres) Antlaşması, sahip oldukları jeostratejik önem dolayısıyla Boğazlar ve Marmara Denizi üzerinde Osmanlı Devleti’nin egemenliğini tamamen kaldırmış ve bunların yönetimini uluslararası bir komisyona bırakmıştır (bkz. Harita 7). Harita 7: Sevr Antlaşması’na Göre Boğazlar Bölgesi
Mart 2015 18
Kaynak: http://www-personal.umich.edu, 20.02.2015
Sevr Antlaşması’nı tanımayan Ankara Hükümeti tarafından yürütülen Millî Mücâdele’nin zaferle sonuçlanması sonrasında, 24 Temmuz 1923’te İsviçre’nin Lozan (Lausanne) şehrinde imzalanan Lozan Barış Antlaşması’nın müzakereleri esnasında, yoğun olarak tartışılan ve bir ara formül bulunarak nihaî çözümü sonraya bırakılan konulardan biri de Boğazların statüsüdür. Barış antlaşmasının bir eki olarak kabul edilen Lozan Boğazlar Sözleşmesi, Türkiye’nin İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerindeki egemenlik haklarına önemli ölçüde sınırlama getirmiştir (bkz. Harita 8).
Harita 8: Lozan Antlaşması (ve Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ne) Göre Boğazlar Bölgesi
Kaynak: http://www-personal.umich.edu, 20.02.2015.
Türkiye, dünyada silahlanma yarışının başlaması, Nazi Almanyası’nın ve Mussolini İtalyası’nın Avrupa’da bir tehdit unsuru hâline gelmesi ve Sovyetler Birliği’nin ekonomik ve askerî açıdan hızlı bir gelişim sürecine girmesi karşısında Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesini talep etmiştir. Bu talebin İngiltere ve Fransa gibi zamanın büyük devletlerince de desteklenmesiyle 20 Temmuz 1936 yılında İsviçre’nin Montrö (Montreux) şehrinde Montrö Boğazlar Sözleşmesi imzalanmıştır. Bu sözleşme ile Türkiye’nin Boğazlar bölgesindeki egemenlik hakları, bazı istisnalar haricinde yeniden tesis edilmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetler Birliği’nin Boğazlar üzerinde hak iddia etme girişimleri, Türkiye’nin NATO’ya girme teşebbüsünde etkili olmuştur. Batı Asya’nın ve Doğu Avrupa’nın birbirine eklemlendiği bu bölge, küresel hâkimiyet mücadelelerinin ana gerilim alanlarından biri olma vasfını, yirminci asrın ikinci yarısında da sürdürmüştür. Soğuk Savaş esnasında Batı ve Doğu bloklarının, birbirlerine karşı geliştirdiği stratejilerin temel uygulama sahalarından biri de Boğazlar olmuştur. Söz konusu stratejiler ise küresel hâkimiyet teorilerinin gölgesinde geliştirilmiştir. Doğu ve Batı bloklarının başlıca mücadele alanı olan Balkanlar-Ortadoğu-Kafkaslar, kuşatma altına alınan eski Sovyetler Birliği’nin ve günümüz Rusya’sının kalbine giden en kısa ve stratejik bölgedir. Bu bölgenin odağında ise Boğazlar yeralmaktadır. Türkiye’nin Soğuk Savaş süresince sahip olduğu jeopolitik önemde Boğazların büyük payı vardır.
KAYNAKLAR Bozlağan, Recep (2012), İstanbul: Derinlik, Değişim ve Güç, 2. Baskı, Hayat Yayınları, İstanbul, ISBN: 978-605-5878-88-7. http://www.tudav.org/index.php?option=com_content&view=article&id=299%3Astanbul-ve-canakkale-boaz-akntharitalar&catid=35%3Atuerk-boazlar&Itemid=79&lang=tr, 18.02.2015 http://inea.ec.europa.eu/en/ten-t/ten-t_projects/30_priority_projects/priority_project_18/priority_project_18.htm, 19.02.2015 https://www.uwgb.edu/dutchs/EarthSC202Notes/PIRACY.HTMhttps://www.uwgb.edu/dutchs/EarthSC202Notes/PIRACY.HTM, 19.02.2015 http://www.garmin.sk/bluechart-g2-ru001r-russian-inland-waterways-regular_d3498.html, 19.02.2015 http://www-personal.umich.edu/~sarhaus/Larimore/MartinLausannemap.jpg, 20.02.2015 http://www-personal.umich.edu/~sarhaus/Larimore/sevrestolausanne.html, 20.02.2015 http://www.tarihportali.org/xx-yuzyilda-osmanli-haritalari/9855-canakkale-savasi-haritalari.html, 20.02.2015 http://www.canakkaleili.com/uydudan-canakkale.html, 20.02.2015
"
Bir Haçlı Seferi Çanakkale Savaşı
"
Doç. Dr. Abdullah ÜNALAN*
Osmanlı İmparatorluğuna ağır bir darbe vurup tarihe gömmek için planlar uygulanmak istendi ve harekete geçildi. İngiliz gazeteci Ellis Bartlett (18811931), ‘Son Haçlı Seferi’nden beri Batılılar ilk defa Doğuya yönelmek istediler. Hıristiyanlık dünyası, Fatih Sultan Mehmed’in 29 Mayıs 1453’teki Bizans İmparatorluğuna indirmiş olduğu uğursuz şiddetli darbenin intikamını almak üzere harekete geçti. Osmanlı Türklerine karşı yapacağı son Haçlı Seferi için diğer
savaş alanlarından alınan bütün gemiler buraya sevkedildi. Son Haçlı Seferi’nden beri Anglo Sakson süngüsü tatmayan Osmanlı Türklerine 25 nisan sabahı, saat beşi beş geçe ilk süngü vuruldu. Bundan son derece eminim’ demektedir. Fitnenin kaynağı Yahudi kuklası İngiltere başbakanı Winston Leonard Churchill (1874-1965) anılarında 19 Ağustos 1914’te, Yunanistan’ın, kuvvetlerini İngiltere’nin emrine vermek şartıyla henüz tarafsız olan Osmanlı İmparatorluğuna savaş açmak için Çanakkale’ye saldırılmasını önerdiğini yazar. Osmanlının Irak, Mısır ve Ortadoğu’ya yönelik korumasını kaldırmak ve özellikle Filistin, Mısır ve Süveyş kanalını kaybetmemek için Osmanlı kuvvetlerini buraya çekmek de İngiltere’nin amaçları arasındaydı. Zira Çanakkale’nin düşmesi İstanbul’un ve Osmanlı’nın düşmesi demekti. Bunu bilen Osmanlı zorunlu olarak ağırlığını
* Doç. Dr. Siirt Üniversitesi 1 Bartlett, Ellis Ashmead, Çanakkale Gerçeği, Yeditepe Yayınları, s. 46, 77, 108. 2 Karal, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu yayınları, IX. 430
buraya kaydırdı. Bu arada Osmanlı, Kuzey cephesinde Ruslara karşı başarı sağlıyordu. Rusya Genel Kurmay Başkanı Grandük Nikolas (1856-1929), Aralık 1914’te İngiltere Savaş Bakanı Horatio Herbert Kitchener’den (1850-1916), kara veya deniz harekatıyla Osmanlı kuvvetlerinin bir kısmını Kafkasya cephesinden kaydırmanın, Bolşevikleri (Leninist) iç çekişmelerde rahatlatmak için bir cephe açma talebi İngiltere’nin düşüncesiyle örtüşüyordu. Churchill Başkanlığında toplanan İngiltere Savaş Konseyi 13 Ocak 1915’te Çanakkale’ye saldırma kararını aldı. Ancak Haçlı ordularının bütün güç, donanım ve saldırılarına rağmen 9 Ocak 1916’ya kadar cepheyi terkedip kaçtılar. Osmanlı ordusu da, bütün imkansızlıklarına rağmen Çanakkale’nin geçilemeyeceğini dünyaya gösterdi. Osmanlı toplam 250 bin şehit verirken
Mart 2015 19
Hıristiyanlık dünyası, ‘İstanbul mutlaka fethedilecektir, onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır; onu fetheden asker ne güzel askerdir’ hadîsiyle Hz. Peygamber (s)’in methine mazhar olan olan 21 yaşındaki Fatih Sultan Mehmed’in bir çağı kapatıp bir çağı açan ve Bizans İmparatorluğu’nu tarihe gömen 1453 yılında fethettiği İstanbul’un acısını hiç unutmadı.
"
Düşman,
öldürülme korkusuyla öldürme peşindeyken Müslüman, vatan müdafaasında şehit olma arzusuyla ebedî yaşamanın heyecanını yaşar.
"
ASKERÎ DURUM
‘Öteden saikalar parçalıyor âfâkı;
Çanakkale’yi Osmanlı’nın 5. ordusu savunacaktı. Ordu, düşmanlara nisbetle hem donanım ve techizat bakımından çok gerideydi, hem eğitimsiz derme askerlerden oluşmaktaydı, hem de açlık ve yoksullukla boğuşuyordu. Cephane üretecek bir fabrika yoktu. Hatta donanmayı modernize etmek için getirtilen İngiliz subayları sinsice gemileri kullanılamaz hale getirmişlerdi. Türkler, Kürtler, Araplar vs. etnik kökenlerden oluşan Osmanlının 5. Ordusu, İngiltere, Fransa, Kanada, Hint, Anzak (Avustralya, Yeni Zelanda) ve Rusya ordularından oluşan İtilaf cephesiyle kara ve denizde karşı karşıyaydı.
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’makı
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam, Atılan her lağamın yaktığı yüzlerce adam.’ Bu saldırılarda Osmanlı maalesef 250.000 vatan evladını şehit vermiştir. ZAFERİN ALT DİNAMİKLERİ
Düşman 200 gemiye sahipti. Günün en ileri teknolojisine sahip biri Rus 20 savaş gemisi bulunuyordu. Osmanlının ise, demode olmuş, bir kısmı küçük 11 gemisi vardı.
Bunca düşmana, gücüne, topuna, tankına, savaş gemilerine rağmen yorgun, aç ve techizzattan yoksun Osmanlı nasıl Çanakkale’de geçit vermedi ve düşmanı kanla sulanmış topraklara, kızıla boyanmış sulara gömdü? Bunun cevabını Akif’in şu beytinde buluyoruz:
MAHŞER
1. İman
Avustralya, Kanada nerede, Çanakkale nerede?..İşleri yoktu ama hedefleri büyüktü. Dörtyüz yıl dünyaya nizam veren ve onları da yönlendiren bir imparatorluğu çökertmek ve tarihin intikamını almak istiyorlardı. Öyle saldırdılar ki Çanakkale’yi mahşerdeki cehenneme çevirdiler. Bu mahşeri içli duygularla en iyi dile getiren Mehmet Akiftir:
‘Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?’
‘Şu boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
Sağlam kaleleler, güçlendirilmiş savunma silahları bertaraf edilebilir ancak ‘Beşerin azmini tevkif edemez sun-i beşer.’ İmanla güçlendirilmiş insan irade, azim ve kararlılığını durdurmak, kontrol altına almak mümkün değildir. Tarih boyunca, namazdaki ‘O, rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar’ın, bir milletin vatanına göz diken düşmana baş eğip teslim olması mümkün müydü?
En kesif orduların saldırıyor dördü beşi. ... Eski Dünya, yeni Dünya, bütün akvam-ı beşer, Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer..’
Hedef bütün İslam dünyasını işgal ederek ortasına bir çıbanbaşı görevini yapacak, bölgeye sürekli terör ve anarşi tohumlarını serperek sömürülmesini sağlayacak bir İsrail devletini kurmak da başlıca hedeflerinden biriydi. Bu amaçla Yahudilerin Sion birlikleri katılmış ve asırlarca onları bağrına basan Osmanlı’yı sırtından hançerlemiştir. Bölgede hatt-ı müdafaa kalkmış, sath-ı müdafaaya dönüşmüş, her taraftan ölüm fışkırır hale gelmişti. Yine Akif’in ifadesiyle, ‘Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaz-ı beşer... Mart 2015 20
Bomba şimşekleri beyninde inip her siperin
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, Boşanır sırtlara, vadilere sağnak sağnak.’ Bir taraftan havada şimşekler gibi patlayıp parlayan, şiddetli depremler gibi toprak ve kaya parçalarını havaya fırlatan mermiler; diğer taraftan etrafı cehenneme çeviren ve üstündekileri paramparça edip havaya fırlatan mayınlar..
‘Hakiki imanı elde aden adam kâinata meydan okur’ken, dünyanın öbür ucundan gelen derme çatma bir güruha bu imana sahip bir ordu boyun eğer miydi? Hele bu iman, vatan topraklarını küfür güruhundan temizlemek duygusuyla yoğrulursa ‘Hangi kuvvet onu, hâşâ edecek kahrına râm?’
Churchill, ‘Türkler, Çanakkaleyi zorlayan çağın en ileri tekniğine sahip güçler karşısında bir kale gibi dikilmişlerdir’ derken, bu ‘kale’nin silahla ilgisinin olmadığını, şehadeti hayattan daha çok sevdiren bir imanın eseri olduğunu anlayamazdı. Fiziksel olarak normal bir insanın kaldırması mümkün olmayan 215 kg. mermiyi sırtına alarak topun namlusuna süren ve savaşın seyrini değiştiren Seyit Onbaşı’nın bu şehameti, ‘İmandır o cevher ki İlahî ne büyüktür; İmansız olan paslı yürek sinede yüktür’ gerçeğinden başka bir şey olamazdı. 2. Şehadet arzusu Dünyanın en korkunç silahı ölümden korkmayan insandır. Bu duyguyu oluşturan faktörlerin başında şehadet arzusu gelir. Düşman, öldürülme korkusuyla öldürme peşindeyken Müslüman vatan müdafaasında şehit olma arzusuyla ebedî yaşamanın heyecanını yaşar.
3. Vahdet Ruhu Her ne kadar Osmanlı ordusu, onun insanî kültürüyle yetişen bazı azınlık mensuplarını da içeriyorsa da, hangi ırktan olursa olsun geneli aynı inanç ve kültürü paylaşan Müslümanlardan oluşuyordu. Aynı gayeleri, aynı hedef ve aynı misyonda bütünleşmiş ve kaynaşmışlardı. Her bir ferdi, kardeşinden önce şehadete atılıyor ve yaşama hakkını yanındakine veriyordu. Bu ruhla savaşıyor ve adım adım zafere yaklaşıyordu. Bu ruhu, savaştıkları düşmanlarının hatıratındaki itiraflarında da görmek mümkündür. 4. ‘İnsan’ Olmak İman ‘insan’lıkla birleşirse, ideal bir ‘insan’ profili ortaya çıkarır. Çanakkale’de savaşan askerlerimiz, bu insan profilini düşmanlarına da göstermiş ve onlara insanlık dersi vermiştir. Bu başarının faktörlerinden birisi de budur. Bununla ilgili pek çok hatırattan bir örnek verelim: Bir kolunu ve bir bacağını kaybeden Fransız general Bridges anlatıyor: ‘Her iki taraf da ağır zayiat vermişti. Yerde bir Fransız askeri ve gömleğini yırtıp Fransız askerinin yarasına saran bir Türk askeri vardı. Türk askerine,
-Biraz önce seni öldürmek isteyen düşmanının yarasına niçin gömleğini yırtıp sardın? dedim. -Bana, annesi olduğunu sandığım yaşlı bir kadının fotoğrafını gösterdi. Yaşayıp annesine kavuşmasını istedim’ dedi. Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Tarih boyunca düşmanlarla bu ruhla savaştık ve zaferlere ulaştık. Bugün ise asırlardır beraber yaşadığımız, beraber yiyip-içtiğimiz, beraber aynı vatanı savunup kanımızı döktüğümüz, aynı imanı taşıdığımız, aynı dine inandığımız bizler birbirimizle savaşıyoruz. Acı ve tehlikeli olan budur. Pişman olan bir PKK’lı mektubunda şöyle yazıyor: ‘Babam bana, ‘Oğul! Birgün bu ülkeye ihanet etmek istersen, Çanakkalede şehit düşen dedenin mezarını ziyaret etmeden karar verme. Oraya gittikten sonra karar ver ve ne yapacaksan yap’ dedi. Buna rağmen örgüte katıldım, profesyonel bir bomba uzmanı olarak insanın kanını donduracak bir eylem yapmak üzere İstanbul’a gönderildim. Malzemeyi beklerken içimdeki his beni Çanakkale’de şehit düşen dedemi ziyarete gitmeye zorladı. Oraya gidip dedemin mezarını bulduğumda hüngür hüngür ağlamaya başladım.’ Bu dava ve bu topraklar için şehit olanlara diyebileceğimiz bir tek söz vardır: ‘Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, Sana âğuşunu açmış duruyor Peygamber...’
"
"
Churchill, ‘Türkler, Çanakkaleyi zorlayan çağın en ileri tekniğine sahip güçler karşısında bir kale gibi dikilmişlerdir’ derken, bu ‘kale’nin silahla ilgisinin olmadığını, şehadeti hayattan daha çok sevdiren bir imanın eseri olduğunu anlayamazdı.
Mart 2015 21
İmanın verdiği şehadet arzusu karşısında herhangi bir gücün durması mümkün değildir. Tarih boyunca, düşmanlarına, ‘Bizansın serpoşunu görmektense, Osmanlının sarığını görmeyi tercih ederim’ dedirten ruh işte bu iman ve onun dışa yansıyan tezahürleridir.
Mart 2015 22
"
Yüzüncü Yıldönümünde Çanakkale Savaşına Fransız kalmak
"
Hilmi DAŞDEMİR*
Çanakkale yakın tarihimizin en önemli savaşlarından biri olmasının yanında millet şuurumuzun oluşmasının temel yapı taşlarından en önemlisidir. Bir başka söyleyişle; Çanakkale, Yeni Türkiye’nin önsözüdür. Çanakkale bu toprakların çocuklarının vatan savunmasında kanlarının birbirine karıştığı ve aynı havuzda toplandığı, millet harcına katıldığı evvelimiz ve ahirimizdir. Çanakkale milletimizin ruhudur. Ehl-i salibin İslam’ı haritadan silme girişimine milletimizin top yekûn cevabıdır. Dirilişimizin arakasındaki güçtür. Bu muhteşem varoluş ve ruhen diriliş destanını yeni nesillere doğru anlatmak, bu destanının tarihini, romanını, hikayesini, sinemasını ve belgeselini Çanakkale ruhuna şamil bir şekilde gerçekleştirmek bize düşen bir borçtur. Günümüzde genç kitlelere ulaşmanın en kestirme ve etkili yöntemi sinemadır. Çanakkale milletimizden abidevi hatırasına yaraşır, tüm yönleri ve şahsiyetleri ile temayüz edeceği bir film beklemektedir. Bugüne değin yapılan filmler Çanakkale ruhunu kavramak ve anlatmaktan uzaktır. Film tekniği ve altyapısı bir tarafa; tarihi gerçeklik ve verilen mesaj anlamında Çanakkale’yle * Optimar Yönetim Kurulu Başkanı
örtüşmediği gibi milletimize de hitap etmekten uzaktır. Çanakkale savaşı ile ilgili yapımcıların bir türlü görmek / göstermek istemediği emperyalist ülkelerin bir milletin mevcudiyetine yönettikleri namlulardır. İşin acı tarafı sadece yapım imkanlarının yeterli olmaması ile ilgili bir durum da değildir. Yapılan filmlerde bütçeler çok daha büyük olsa idi durum değişir mi idi? Mesala Sinan Çetin yapmış olduğu film için kullandığı bütçenin 10 katını kullansa idi daha farklı birşey söyleyebilir mi idi? Bu bakış açısıyla sanmıyorum. Türk Film edüstrisi her geçen gün büyüyor. Balkanlar’dan tutun da Latin Amerika’ya kadar film ve dizi ihraç ediyoruz. Tarihimize baktığımızda, şanlı zaferlerle, mücadelelerle doludur. Fetih 1453 gibi devlet tarafından da rekor düzeyde destek almasına rağmen taklitçilikten kurtulamadı. Fetih 1453 bir geçiş süreci olarak değerlendirilebilir. Bazı eksiklikleri gözardı edilebilir. Ancak, temel olarak yapımlarımızın bakış açısı ve kalite ile ilgili problemi olduğu da aşikardır. Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un ilahi bir ilhamla nakşettiği “Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.” mısralarıyla başlayan “ Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.” mısralarıyla biten Çanakkale ruhunu seyirciye aktaramayan her film eksiktir. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında tarihi kopuşa bir parça da olsa kök yaratabilmek için tek kişi üzerinden masa başında kurgulanan; hadisenin ana aktörleri Harbiye Nazırı ve
Başkumandan şehit Enver Paşa, Kolordu komutanı Esat Paşa, Çanakkale Boğazı Müstahkem Mevkii Komutanı Cevat Paşa ve nice üst düzey komutan anılmadan sadece Kaymakam (Yarbay) Mustafa Kemal üzerinden servis edilen Çanakkale senaryolar artık terk edilmelidir. Büyük tarihi hadiseleri anlatan filmlerde illa ki baş kahramanın öyküsü işlenmek zorunda değildir. Senarist / yönetmen istediği ya da kurguladığı bir şahsiyet üzerinden de bir Çanakkale filmi yazabilir / çekebilir. Lakin senaryo yaşanmış bir olay üzerine oluşturulursa, tarihi şahsiyetlerin gerçek konumlarıyla film içine yerleştirilmesi de ahlaki bir meselesidir. 1. Dünya savaşında imparatorluğumuzu kaybetmenin travması ve canhıraş son bir gayretle gerçekleştirdiğimiz milli mücadele neticesi kurtarabildiğimiz vatanımıza bir zeval gelmesin endişesiyle bir dönem için ayıya dayı denmek mecburiyeti hasıl olmuş olabilir. Lakin Cumhuriyetin kuruluşunun üzerinden artık 92 yıl geçmiştir. Köprü geçilmiştir. O dönemin mecburiyetlerinden kaynaklanan kabulleri gerçek sananlar derin uykularından uyanmalı ve ayının dayı olmadığını hatırlamalıdır. Çanakkale bir asır önce organize edilmiş bir turistik festival değildir. Türk Milleti’nin emperyalist “Düvel-i Muazzama” karşısında canları kanları pahasına verdiği bir varoluşun, bir dirilişin; milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un “Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? Gömelim gel seni tarihe’ desem, sığmazsın” ifadelerinde sübut bulan bir kıyamın
Mart 2015 23
Çanakkale zaferinin 100. yıldönümünü idrak ettiğimiz bugünlerde, Çanakkale’de bir asır önce ne oldu? Biz bugüne kadar Çanakkale şehitlerinin aziz hatırası için neler yaptık? sorularını herkes, her kurum kendine sormalıdır.
Mart 2015 24
Çanakkale Savaşının İngiltere’de oluşturduğu olumsuz anafor basın vasıtasıyla da dile getirilmekten geri durulmamıştır. Mosley Sidney de İngiltere’nin önde gelen gazetecisi ve savaş muhabirlerindendir.
"
"
"
İngiliz Savaş Muhabiri Mosley Sidney’in Gözüyle Çanakkale Hakikatleri
"
Ulaş Salih Özdemir
Yakın tarihimizdeki Çanakkale Savaşları ise bizim için önemli olduğu kadar bu savaşa katılan İngilizi, Fransızı, Anzakı için de aynı önemi arz eder. Bu savaşı genel olarak Türk ve Müslüman gözüyle yıllardan beri yorumladık. Fakat tarihin tozlu rafları karıştırıldığında durumun hiç de böyle olmadığı görülmektedir. En az bizim kadar bu savaş İngilizi de, Fransızı da, Avusturalyalıyı, Yeni Zellandalıyı da etkilemiştir. Bu etkilerden en önemlisi ve en efektif olanı kuşkusuz İngiltere’de olmuştur. Bu savaş sonrası İngiltere’de önemli siyasi, askeri, sosyal ve ekonomik değişiklikler olmuştur. Bu noktada Çanakkale Savaşının İngiltere’de oluşturduğu olumsuz anafor basın vasıtasıyla da dile getirilmekten geri durulmamıştır. Mosley Sidney de İngiltere’nin önde gelen gazetecisi ve savaş muhabirlerindendir. Yazdıklarının “Çanakkale Hakikatleri” adı ile İngiltere’de gazetelerde yayınlanması ile mevcut hükümet hırpalanmış ve bir süre sonra ise hükümet düşmüştür. Mosley Sidney’in yazdıkları hatıralar gerçekten ilginç, ilginç olduğu kadar da tarihe tanıklık etmektedir. Bir İngiliz gözü ile Mosley Sidney savaşı nasıl okumuştur?
Değerlendirmeleri nasıldır? Objektif şekilde olayları analiz etmiş midir? Bu soruları ileride detaylı bir şekilde değerlendireceğiz. Ancak bu noktada Hüsameddin Bey’in İngilizceden transkribe ettiği metinin, Osmanlıcadan çevirisinde dikkat çeken iki hususu nakletmek isterim. Bunlardan ilki “İki Büyük Meşakkat” başlığı adı altında yazılan sinek ve sıcak ( hararet )ikilisinin ve susuzluğun zorluklarının ayrıntılı olarak anlatıldığı bölüm; bir diğer husus da avcı taburlarımızdan namı diğer keskin nişancılarımızdan İngilizlerin çekinceleri, korkuları ve hatıraları yer alacak. İKİ BÜYÜK MEŞAKKAT Bu mücadele-i müdhişede bize ait iki müdhiş ve büyük meşakkat var. Bu iki şey ne şarapnel ve ne de sudur. Bunun her ikisi de bizde pek mebzuldür. Bunlardan birincisi ara sıra münasebetsizlik ikdas etmekde ise de ikincisi çok ve iyi bir halde temin ediliyor. Su meselesi yalnız Anzak’da ara sıra endişe ve heyecan tevlid etmektedir. Efradımızın duçar olduğu mezâhim ve meşâkin en mühim ve müessirleri hararet ile sineklerdir. Efradımızı izaç ve tazyik eden bunlardan başka hiçbir şey yoktu. Pek müthiş soğuklara karşı göğüs gerecek elbise ve mahrukatımız var. Fakat hiçbir şey şedid ve kesif bir hareketin şiddetini izâle edemiyor. Pek zeki ve çalışkan olan (Tümenlerimiz İngiliz kara efrâdını murad etmektedir.) Tabiatın bu müthiş ve öldürücü silahına karşı tertibat yapmakda izâr-ı acz ediyoruz. Siperlerden avdet ederek
fırsat bulduğu zaman istirahat edeceği çadırlar korkunç bir derece-i hararet altında kaynıyor. Burada insanlar her türlü kuyddan âzâde, ağır ve sakil elbiselerden müarra mamafih güneşin harareti altında yanmaya mahkûm. Efrâdımızın pek çoğu güneşin derece-i hararetinden o derecede yanmıştır ki siyah bir Türk’ü andırmaktadır. Bazıları da telebbüs ettikleri elbiselerin derecelerine göre yarı siyah yarı beyaz bir renktedir. Bir İngiliz neferi tarafından yakalanıp karargâha getirilen ve getirildiğinden dolayı şikâyetlerde bulunan bir Fransız ancak tekellüm ettiği lisanıyla sihrinin bir Türk’ten tefrik edilebilmiştir. Şube-i cezirede en ziyade meziç ve mâlik-aver olan şeyler sineklerdir. Bazılarımız sivrisinekten tahfiz etmek üzere bazı vesâit ile mücehhez olduğumuz halde geldik. Mamâfih sivrisinek bulmak imkânı yoktur. Fakat âdi sinek milyonlarca mevcuttur. Fecirden guruba kadar bunlar sizin hayatınızı azap ve ıstırap içerisinde bırakır. Livaları andırır bir kesretle tabağınızdaki eti imha ve efnâ edinceye kadar tabaklarınızın üzerine konar. Siz bir elinizle yemeklerinizi yemek diğer elinizle bu sinek kâfilerini def ve tard etmek için sarf-ı mesâi etmeye mecbur kalırsınız. Fakat meziç ve hüneriniz sinek pulad gibidir: Katiyen tevehhüş etmez. Bir gün hizmetçim tesadüfen üzerime biraz çay döktü. Derakab dökülen mevkie bu haşerat ile mestur bir halde kaldı. Bu mıntıkada sinekler daima galip ve mütehakkim bir vaziyettedir. Efrâdın kendilerini ne suretle muhafaza ettiklerine pek ziyade müteaccim ve bu hususu anlamakta izhâr-ı acz ediyorum. Çünkü benim
Mart 2015 25
Bazı savaşlar vardır ki milletlerin kuvveyi hafızalarına kazınır ve onları adeta bir arada tutar. Kahramanlık destanlarının yazılmasına vesile olur. Bizim şanlı tarihimiz bu türden birçok savaş ile bezelidir. Birçok kahramanlık öyküsünü içinde barındırır.
Bu haşerat-ı mucize; bugün güneş altında aç ve susuz dolaştıktan sonra taam edeceğim sefereyi istila etti ve et yemeyi yemek hususunda bana müsaade etmedi. En nihayet yemek tabağını onlara terk ederek biramı alıp savuştum. Tabak derakap sineklerle doldu. Fakat geri kalan sinekler biramı elimden almak için beni takip etmeye başladı. Ateş hattında ölenler geceden evvel nakil edilemez. Çünkü sema bu müziç haşerat bulutlarıyla kaplıdır. AVCILIK VE AVCI EFRÂDI Bu seferde avcı efrâdının mesai ve mahsulini mebzul idrak ettiği bir derece-i hasda hiçbir seferde tesadüf edilmemiştir. Harekâtı askeriye hatta bir saat bile iştirak eden insanlar, yarı hayret ve yarı takdirkâr bir suretle düşmanın nâmemül nukât-ı muhtelifeden efrâd-ı askeriyemize karşı tatbik ettikleri planlara ve vesâite atfı nazar etmesin.
Mart 2015 26
Avcı muharebeleri harbin mantıki ve mükemmel vesâit-i istifade perverinden biridir. Mamâfih bu tarz, harbin açık bir saha-i harekat üzerinde icrâsı hakkında peyda ve fikir etmiş olanlara karşı, acı bir istihza teşkil eder. Bu günlerde Avcı muharebeleri harbin küçük hilelerini ihtiva etmekle beraber; Türkler bunu kabul ve tatbik etmekte daha mâhir görünmektedir. Gelibolu şube-i ceziresi tabiatın hassa-i mahsusasına mâlik olacak bir tarzda teşkil etmiş olduğu cihetle, Türkler bu münaat-ı tâbiyyeden layıkıyla istifade etmekte lakayd ve mühmel davranmadılar. Ağaç, çalı, kaya, kum Türkler tarafından kendilerine has bir tarz-ı hilekâranede kullanılmıştır. Türkler’in tarz-ı hilekâranesine inzimam-ı eşhas itibarıyla fedakârlıklarıvaziyeti öyle bir hâle inkılab ettirdiği bunlara karşı hususi bölükler tertib emek mecburiyeti hâsıl oldu. Son muharebede bu avcı efrâdı garib
vakayı ihdas etti. Vakıa facia aver bir mahiyeti hâizdir ve okuyanlara aynı tesir verir. ( London Teritoryal ) livasına mensub bir yüzbaşı, kendi efrâd-ı askeriyesinin saha-i harekâtı civarında bulunan tek bir ağacı geçtikden sonra geriye dönüb bakmak lüzumunu his etti ve o anda ağacın üzerinde bir cismin hareket ettiğini gördü. Bu cisim müteharrik yeşil renk bir kuşa benziyordu. Yüzbaşı, kuş üzerine tevcih-i silah ederek ateş ettiği zaman cisim müteharrik tüfeği ile beraber birden bire yere düştü. Düşen cismin, elleri, yüzü, tüfengi yeşile boyanmış, elbisesi biraz daha koyu bir renkde olmak üzere telvin edilmiş bir türk neferi olduğunu teyin etti. Bütün orada bulunan İngiliz efrâdı kendilerine müdhiş ve mahv bir korku ilka etmiş olan bir avcı neferinin akıbeti hayatiyesinden dolayı alkışlarla izhar-ı şâdümani etti. Sahne-i harbin aksâmı şimâliyesinde körfez istikametinde bir kadın kıyafetine girmiş olan bir avcı bin türlü müşkilatla yakalanarak İngiliz hudud-u harbiyesine kadar getirildi. Merhum feryad ve figan ederek yakalandığı çalılığın bir tarafını gösteriyor ve oraya götürülmesini rica ediyordu. En nihayet birkaç efrad terkik edilerek yakalandığı mevkiye kadar götürüldü. Orada mestur bir zeminliğin bir köşesinde efrâdımızın üzerlerinden alınmış pek çok “alâmet-i farika “lar bulunmakta ve pek çok mühimmat durmakta idi. Kendisini düşmandan mestur bir halde bıraktıran yaşmağını da beraber alınmasına müsaade edildi. Avcılık hususunda daha garib, daha cüret aver bir vakada bugünün zevalinden sonra hadis oldu. Hudud-u harbiyemizin biraz gerisinde bölüğün cerrahi olan binbaşı yakın bir mesafeden vurulmuşdu. Vakanın fâili olan zâtı yakalamak için pek dikkatli surette sarf-ı mesâi edildiyse de kâbil olamadı. Ancak biraz zaman sonra ikinci bir askerin vurulması meseleyi tekmil vuzuhuyla meydana çıkardı. Efrâdımızı birer birer avlayan bir avcı
neferi karagâhımızın hemen yakınında derin bir çukur içerisinde icrâ-i faaliyet etmekde idi. Bittâbi bu avcı burada pek âşikar bir surette bir hayli zamandan beri durmakta idi. Çünkü yanında pek çok levâzım ve yiyecek bulunduğu gibi gelmesi memul olan diğer avcılar içinde kâfi derecede mühimmatı vardı. Aynı zamanda hazır pek çok malzemesi de beraber bulunmakta idi. Seferin sonlarına doğru hakikaten cüret-i aver ve fevkalade calib-i dikkat bir hadise zuhur etti. Avustralya efrâdından mürekkeb bir bölük ekseriyetle Türk avcılarının icrâ-i faaliyet ettiği ve pek çok zabit ve efrâdımızı adem, abad, nisyane yuvarladığı menâtıkı karış karış teharri etmek mecburiyetinde kalmışdı. Taharri mesmur olmadı. Cesur avcı faaliyet-i mahsusasına devam etmekte idi. Bir gün bir yar üzerine tırmanmak mecburiyetinde kalan bir Avustralyalı ayağı kaymak tehlikesine mâruz kalacağını anlayarak mahal-i mezkurede bulunan ufak bir çalılığı tutmak lüzumunu his etti. Avustralyalının tuttuğu çalı elinde kaldı. Bu suretle Avustralyalının dikkatini celb etti. İcrâ edilen dakik bir muayene neticesinde mezkûr çalının kapı vazifesini ifâ ettiği bir avcı ilticagâhı keşf edildi. Cesur Türk avcısı on gün evvel Avustralyalılar tarafından işgal edilen bu saha üzerinde bî fütur-u icrâ-i faaliyet etmekde idi. Artık yanında levâzımı harbiyesi kendisinin izhar ettiği birkaç fişenkden ibaret kalmışdı. Geçen akşam devamsız bir ateşden sonra hudud-u harbiyemiz arasında dolaşıyorum. Hava serd ve kızgın bir harbin icrâsına müsâid olmayacak derecede sıcak idi. Bu gün harb yok “ Terenasi” efrâd-ı askeriyemiz lisanında dolaşmakta ve bu Tereneler bittabî size bir yarın olduğunu hatırlatmak maksadıyla sarf edilmekde olmakla beraber efrâd-ı askeriyemiz yarının tulu-u fecrini ebediyen temenni etmemekte idiler.
" Çanakkale Peygamber Aşkıdır Haşim AKTEN
"
gozyas@gozyasi.com.tr
devlet olmayacaktı.
Çanakkale Zaferi’nin bugünümüzü ilgilendiren en önemli gerçeği ise, Çanakkale kahramanlarının taşıdıkları ruhtur. Bu ruh yaşadığı müddetçe kimse Çanakkale’yi geçemeyecektir. Onlar insanlığı öldürmeye gelen insanlık suçu, savaş suçu işleyenlerin karşısında insanlık onurunu ayakta tutarak insanlık destanı yazdılar. 100 yıl sonra bugün eli kanlı emperyalistlerin Müslüman ülkelerinde oynadıkları kirli oyunlarla yeryüzünü kana boyadılar. Bu ruh yaşamalı ki bu zulümler durdurulabilsin. O arslanlar ki; Mevlânâ’nın aşk sofrasına oturup, Yunus’un “Yaradılanı
severim, Yaradan’dan ötürü” mısralarını içen, Bedir’de Hamza, Kudüs’te Selahaddin-i Eyyûbi, Malazgirt’te Alparslan, İstanbul’da Fatih, Plevne’de Gazi Osman Paşa ruhunu taşıyorlardı. O Çanakkale arslanları ki her biri Mevlânâ’nın “Böylesine kuvvet ve kudret sahibi bir Allah’a canını vermeyen namerttir” sözündeki aşkla ve şehitler, peygamberlerle haşr olacaklar müjdesiyle şehadete yürüdüler. Peygamber aşkıyla koştular cepheye. Sevmek benzemek demektir. Onlar öyle benziyorlardı ki sevdiklerine. Aynı Bedir’deki sahabeler gibi. Öyle seviyorlardı ki canlar canının ahlakıyla savaşıyorlardı.
Mart 2015 27
Çanakkale zaferinin 100. yılındayız. Tarihi bir olay mı? Evet. Bir savaş mı? Evet. Bir kahramanlık mı? Evet. Daha da sıralayabiliriz… Hepsi bir gerçek. Bazılarına göre, Rusya’daki 17 Ekim ihtilali durdurulacaktı. Biz Müslümanlar içinse önemi çok büyüktü. Milli şairimiz koca Akif(mekânı Cennet olsun) Çanakkale’yi Bedr’e benzetmekte haklıydı. Müslümanların ilk savaşı Bedr’de Müslümanlar yenilseydi belki de şimdi yeryüzünde İslam dini olmayacaktı. Bu yüzden Sevgili Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem çadırında secdelere kapanmış ağlayarak Allah’a yalvarıyordu “Ya Rabbi bu bir avuç kulunu da helak edersen, yeryüzünde sana kim kulluk edecek?” Eğer Çanakkale geçilseydi yeryüzünde şimdi İslam devleti diye bir
Ölmek üzere olan Mehmetçik kendine verilmiş ekmeğini arkadaşlarına verip “yazık olmasın ben nasılsa öleceğim” derken Yermük harbindeki sahabelere benziyorlardı. Çünkü Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem nefsinden önce kardeşlerini düşünmeyi öğretmişti onlara. Anzak yaralıyı “Benim bekleyenim yok, hiç olmazsa o annesine kavuşsun” diyerek kendine verilmiş sargı beziyle yarasını sarıp, kendi yarasına da ot basan ve düşmanını kurtulsun diye düşman cephesine kadar götüren o kahramanlar insanlığı kurtarmaya gelmiş Sevili’ye ne kadar benziyorlardı. Merhamet Peygamberi sallallahu aleyhi vesellemin kadınlara dokunmayın, yaşlılara dokunmayın, çocuklara dokunmayın, ağaçlara dokunmayın, hayvanlara dokunmayın fermanını ne de güzel uyguluyorlardı. Hem de cehennem gibi bir savaşın ortasında. Esirlere bir misafir gibi davranırken ona benziyorlardı. Namazlarını nöbetleşe aksatmadan kılarken Bedr’in arslanlarına benziyorlardı. Cehennem gibi bir savaşın ortasında iman ettikleri Allah’a tertemiz gidebilmek için çamaşırlarını yıkıyor cephelere asıyorlardı. “Temizlik imanın yarısıdır” buyuran sevgiliye benziyorlardı. Sevmek benzemek demekti. Vatanlarını imanları için seven, vatan topraklarında Ezan dinmesin, bayrak yere düşmesin, camilerin kandilleri sönmesin, mahremimize yaban el değmesin diye savaşıyorlardı. Uhud savaşçıları gibiydiler. Masal değildi yaşananlar, hepsi birer gerçekti. Çörçil, savaş sonrasındaki Lordlar Kamarasındaki konuşmasında Çanakkale savaşında neden yenildiklerini anlatırken “Biz Türklerle değil Tanrı ile savaştık” diyordu. Çörçil haklıydı. Çanakkale kahramanları güçlerini Allah’tan alıyorlardı ve Allah, onlarla beraberdi. Ve onun bilmediği bir şey var ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onlarla beraberdi.
Mart 2015 28
Bir Türk kafilesine Mescid-i Nebevi’de görevli bir türbedarın anlattığına kulak verelim: “Ben Peygamber Efendimizin sallallahu aleyhi ve sellem’in türbedarıyım. 1915 yılında siz Çanakkale harbini yaparken buralara gelen hacıların içinde bulunan Hintli bir alim burada ki vaazlarında olsun, diğer zamanlarda olsun gözünden hiç yaş eksik olmaz, türbenin de kapısına kadar gelir ağlar ağlar giderdi. Bir müddet sonra dayanamadım ve kendisine sordum. Niçin devamlı ağlıyorsunuz ve niçin
kabrinin başına kadar geldiğiniz halde, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e bir selam vermiyorsunuz? Bana soran sen olmasaydın asla söylemezdim der gibi bir müddet baktıktan sonra şöyle dedi. Ben Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin kokusunu Hindistan’da iken bile duyardım. Lakin buralara kadar gelmeme rağmen şu ana kadar böyle bir hissiyatım olmadı. Düşünüyorum da acaba ben bir günah mı işledim. Yoksa O sallallahu aleyhi ve sellem burada yok mu? İşte bu sorunun cevabını bulamadığım için ağlıyorum. O anda bir anlam verememiştim bu söylediklerine. Fakat aynı akşam rüyama Peygamber Efendimiz (sav) geldi ve bana; O Hintli kardeşime söyle, herhangi bir günahından ötürü değil, onun da tahmin ettiği gibi ben şu anda burada değilim. ŞU ANDA BEN ÇANAKKALE’DE KARDEŞLERİMLE BİRLİKTEYİM. Sabah, Hintli alime bunu söylediğimde büyük bir rahatlama hissetmiş olacak ki onu bir daha ağlarken görmedim. İşte bu yüzden Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin Kardeşlerim dediği siz Türklerin buralara gelişini uzun yıllar bekledim. Türklerin geldiğini duyduğum an o rüya aklıma gelir ve sizlerle kucaklaşmak için yanınıza gelirim.” Şehitler ölmez de o, ölür mü hiç. Bu kıssaya inanmayanlar olabilir. Onları hiç kale almıyorum. Bu ülkede Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin aşığı bu milletin evlatlarında o kadar çok onu rüyalarında ve yakaza halinde görenler olmuştur ki, şahitleri çoktur. Nice ev sohbetlerinde ve Kur’an Kurslarında geldiğini görenler ve dahi kokusunu alanlar o kadar çok olmuştur ki. Bu aşk Gözyaşı Geceleri’nin sloganı gibi; anlatılmaz yaşanır. Yaşamayan ne bilsin? Bu kıssa gönüllerimizde yaşanmaktadır vesselam. Dara düştüğümüz her anımızda da sevgilinin bizi bırakmayacağına olan inancımızla hep yaşayacağız. “Ol deyince olduran” Rabbim her şeye kadirdir. Gözyaşı Geceleri olarak Çanakkale muharebelerinin 100. Yılına armağan ettiğimiz “ZAFERİN GÖZYAŞLARI” programını Peygamberimize hakaret karikatürleri yayınlanan Avrupa’da, hatta Fransa’da icra ederken izleyicilerimizin Çanakkale programını izlerken, gözyaşlarını tutamazken, böyle bir Peygamberin ümmeti olmaktan ve Peygamber aşığı böyle bir milletin çocuğu olmaktan gurur duyduklarını hissettim. Gözyaşı Gecelerinde bir metne dayalı olmadan yaptığım anlatımlarımda Avrupa’da gurbette yaşayan bayrağı
görünce, Çanakkale heyecanlanan izleyicileri şöyle haykırdım.
deyince görünce
“Ey Avrupa bu ümmet, bu millet ne kadar günahları, hataları olsa da Peygamberini sevmeyi asla bırakmamıştır, bırakmayacaktır. Çanakkale ruhu Peygamber aşkıdır. Ne zaman ne yandan gelirseniz gelin, isterseniz TV ekranlarından aşkımızı çalmak için gelin ama bilin ki bu millet aşkını asla bırakmayacaktır. Çanakkale geçilmedi, geçilmeyecektir” ACI BİR AKTÜEL HABER İÇİN Kardeşlerim ne oldu bize? Gavur mahremimize dokunmasın diye 259 günde 253 bin şehit verdik Çanakkale’de… Sadece Çanakkale’de değil 1915’te dokuz cephede savaştık, bir milyon şehit verdik. İstiklal savaşında nice canlar gitti. Vatan için namusumuz için. Şimdi ne oldu da toplumumuzda sayıları az da olsa ayrık otları gibi boy atan ahlaksızlar kendi mahremimize dokunuyor? Gencecik bir üniversiteli kıza tecavüz etmeye kalkışıyor. Namusunu vermemek için canını veren cesur kızımızı öldüren yüzkarası katil, yetmiyormuş gibi bir de yakıyor. O nasıl bir baba ki duyduğunda cezalandırmak yerine, elleriyle polise teslim etmek yerine bu suçu işleyen oğluna yardım ve yataklık ediyor. Bilirseniz eğer, kısasta sizin için hayat vardır. Geride kalan nice Özgecanların hayatı vardır. Özgecanlar Özgecanlar Çanakkale korumaktır.
bizim kızımızdır. bizim namusumuzdur. ruhu namusumuzu
Yavuklusunun gözlerini kendi gözlerinden sakınan bir milletin çocukları olarak bu gidişata dur demek vakti geçmek üzeredir. Bu TV yayınları insanları nefislerinin kölesi yapmaktadır. “İnadına mini etek, inadına dekolte” diyecek kadar alçalan Uğur Dündar gibi kendini gazeteci sanarak her türlü sözü söyleme cüretinde bulunan bu ne idüğü belirsiz insanlara dur deme zamanı geçmek üzeredir. Ben de buradan Cumhurbaşkanımızın sözüne canı gönülden katılıyor ve “inadına dindar bir gençlik” riya haykırıyorum yazımda. Bu yüzden Çanakkale ruhu yaşamalı ki yeryüzünde ne ahlaksız kalsın, ne de terörist. Anneniz, bacınız, hanımınız ve nişanlınızın namusunu koruduğunuz gibi tüm hanımların namusunu da Çanakkale arslanları gibi korumalısınız. Vesselam...
" 1915’ten Günümüze Türk Edebiyatında Çanakkale Gökhan DEMİR
kahramanlık örneği sergileyen ordusu sayesinde Balkan Savaşı’ndan kalma ezikliği üstünden atarak büyük bir askeri başarı kazanmıştır. Bu zafer bütün İslam dünyası ve ezilmiş milletler için yeni bir ışık olmuş, Türk edebiyatında halkın hislerini dile getiren pek çok esere de konu teşkil etmiştir. 4 Çanakkale Zaferi dolayısıyla Yeni Mecmua 1918’de bir özel sayı çıkarmıştır. Bu özel sayı birçok yazar ve devlet adamıyla yapılan mülakatları, çeşitli şiir ve yazıları ihtiva etmektedir. Aynı yıllarda çıkan Donanma Mecmuası ile Harb Mecmuası’nda Çanakkale savaşlarıyla ilgili kahramanlık şiirleri yayımlanmıştır. Bunların bir kısmı Çanakkale Savaşları Kahramanlık Şiirleri Antolojisi adlı derlemede yer almıştır. 5
Ayrıca bu sayıda Ruşen Eşref’in Mustafa Kemal Paşa ile yaptığı mülakata yer verilmiştir. Ruşen Eşref’in Mustafa Kemal ile yaptığı röportajın dışında savaş kahramanlarının anlattıklarından oluşan, Çanakkale’de Savaşanlar Dediler ki adlı bir eseri de mevcuttur. Süleyman Nazif’in “Çimentepe” adlı yazısında okuldan gönüllü olarak ayrılıp, zabit adayı olarak Çanakkale’ye giden gençlerin hayatlarına son veren yiğitlikleri anlatılır. Yine aynı kitapta bulunan “Çanakkale’nin İstanbullu Şühedasına” bir bakıma bu yazının devamı gibidir. Ziya Gökalp “Çanakkale” adlı şiirinde Türklük ve İslam âlemi için en tehlikeli düşman olarak gördüğü İngilizlere dikkat çeker.
1 Duman, Halûk Harun-Güreşir, Salih Koralp; “Yeni Türk Edebiyatının Kaynakları: Savaş ve Edebiyat (1828-1911)”, Turkish Studies, Volum 4/1-I Winter 2009, s. 29. 2 Özakman, Turgut; “Çanakkale…”, Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, 95. Yıl Özel Sayısı, s. 9. 3 Enginün, İnci; “Çanakkale Zaferinin Edebiyata Aksi”, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Dergâh yay., İstanbul, 2007, s. 516. 4 Kurşun, Zekeriya; “Çanakkale Muharebeleri”, TDVİA, c. 8, 1993, s. 208. 5 Uzun, Mustafa; “Çanakkale-Edebiyat”, TDVİA, c. 8, 1993, s. 208.
Mart 2015 29
Türkler insanlığın ortak tecrübesi olan savaşları en çok tatmış olan bir millettir. Bu bağlamda Çanakkale deniz savaşı ile kara savaşları Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır. İleriye dönük çok önemli sonuçları olmuştur. 2 Kaldı ki komutanıyla, erleriyle, büyük bir destan olarak yorumlanan Çanakkale zaferi Millî Mücadelemizin dayandığı en kuvvetli zemin sayılabilir. 3 Türk milleti bu savaşta çok sayıda yetişmiş insanını kaybetmesine rağmen kendine has bir
"
Uygarlık tarihinin dönüm noktalarını belirleyen savaşlar, trajik içerikleriyle edebiyatın ana kaynakları arasında yer alır. Cephe ve gerisinde yaşanan trajediler edebiyat vasıtasıyla gelecek nesillere bir ibret vesikası olarak aktarılır. 1
Enis Behiç Koryürek millî edebiyat şairlerinin en gür seslisidir. İbrahim Alaattin’e ithaf ettiği “Çanakkale Şehitliğinde” adlı şiirinde, şehitlere karışmamış olmanın ıstırabını hissettirir. İbrahim Alaattin Gövsa Çanakkale İzleri adlı kitabındaki şiirlerinde Çanakkale savaşlarının çeşitli sahne ve portrelerini işler. Faik Âli de Elhan-ı Vatan’da yer alan “Kal’a-yı Sultaniye Müdafiilerine” adlı şiirinde gazi ve şehitleri saygıyla anarken, üç yıldan beri ilk defa yüz güldüren bu zaferle Süleyman Paşa’yı birleştirir. Son devrin Çanakkale hakkındaki en güzel şiirlerinden biri Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Çanakkale Destanı”dır.
Mart 2015 30
Yaşadığı devrin hemen hiçbir olayını ve şahsını şiirlerine geçirmemezlik edemeyen Abdülhak Hamit Tarhan 1915 yılında zafer üzerine, eski coşkunluğuna kavuşarak “İlham-ı Nusret” şiirini yazmıştır. II. Meşrutiyet dönemi romancılarından Halide Edib’in Ateşten Gömlek, Kalb Ağrısı, Zeyno’nun Oğlu romanlarında Çanakkale Millî mücadele ile birleşir. Yakup Kadri’nin çöküş dönemini anlatan romanlarında (Yaban, Kiralık Konak) Çanakkale çöküş içindeki dirilişi temsil eder. Reşat Nuri’nin roman kahramanlarından birçoğu Çanakkale’ye gitmiştir. Gizli El’deki Süleyman ve vurgunculardan bahseden Yeşil Gece romanı örnek gösterilebilir. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın, Aka Gündüz’ün, Peyami Safa’nın ve diğer bazı yazarlarımızın eserlerinde ise,
içinde Çanakkale savaşının da yer aldığı I. Dünya Savaşı yıllarının cephe gerisi, maddi sıkıntılar ve onların yol açtığı ahlak düşkünlüğü dile getirilir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Sahnenin Dışındakiler adlı romanında bu tem, savaş yıllarının başka meseleleriyle birlikte büyük bir başarı ve zenginlikle işlenmiştir. Çanakkale’ye savaş sırasında giden bir grup edebiyatçı arasına katılan Ömer Seyfettin oradaki bir gözlemini anlattığı gibi, konusunu Çanakkale’nin teşkil ettiği “Müjde”, “Çanakkale’den Sonra”, “Kaç Yerinden” ve “Bir Çocuk Aleko” adlı dört hikâye yazmıştır. Kendisi de Çanakkale’de bulunmuş olan Fahri Celâl de hatıralarına dayanarak iki hikâye yazar. “Mustafa’nın Hilesi” ve “Düşmana İpucu Veren Eşşekler.” Kenan Hulusi Koray da bazı hikâyelerinde Çanakkale savaşındaki kahramanlık sahnelerini çok beşeri planda işlemiştir. Mehmet Akif Ersoy’un “Asım’dan Bir Parça” adıyla yayımlanan, Çanakkale şehit ve gazilerine hitap ettiği için “Çanakkale Şehitlerine” adıyla tanınan şiir gerek kuruluş gerekse muhteva bakımından bu savaşı, Mehmetçiğin kahramanlıklarını realist tablolar halinde, çok heyecanlı coşkun ve duygulu bir ifade ile tasvir etmiştir. Çanakkale muharebeleri için yazılan en tanınmış şiirlerden biri de dönemin padişahı Sultan V. Mehmet Reşat’ın beş beyitlik gazelidir. Şair Safi Efendi tarafından manzum olarak Arapça’ya
" Çanakkale Zaferi dolayısıyla Yeni Mecmua 1918’de bir özel sayı çıkarmıştır. Bu özel sayı birçok yazar ve devlet
adamıyla
yapılan
mülakatları, çeşitli şiir ve yazıları ihtiva etmektedir
"
da çevrilen bu şiire o yıllarda birçok tahmis ve nazire yazılmıştır. Bunların arasında bilhassa Yahya Kemal’in tahmisini çok beğenen padişahın ona bir altın saat hediye ettiği rivayet edilir. Ayrıca Ahmet Nedim’in “Çanakkalenin Ölmez Hatıralarından” üst başlığı ile yayınlanan ve ateş altında süngüsünden kurduğu mihrap önünde namazını kılarak Kanlısırt’taki nöbetine koşan eri tasvir eden “Namaz” adlı uzun şiiri bir iman ve vatan destanı olarak kabul edilmiş ve büyük rağbet görmüştür. İdris Sabih’in Çanakkale muharebelerinde şehit olan kardeşi için hece vezniyle ve samimi duygularla yazdığı “Kardeşime” adlı dramatik şiiri de o yıllarda çok beğenilmiştir. Aslında İstiklal Savaşı için yazılmış olan, fakat Çanakkale cephesinde gösterilen kahramanlıkları da kuvvetle ifade eden, belki de bu sebeple Çanakkale tepelerine yazıldığı için Çanakkale ile adeta özdeşleşen Necmettin Halil Onan’ın “Bir Yolcuya” adlı epik şiiri de hafızalarda yer etmiş bir manzumedir.
Halk edebiyatı mahsulleri arasında, Çanakkale’de şehit olanlar için bazen onların ağzından yazılmış çeşitli destanlara da rastlanır. Bunların içinde, Boyabatlı Ömer oğlu Mustafa adlı bir şehidin üstünden çıkan kendisine ait “Çanakkale Destanı” en tanınmış alanıdır. Eyüplü Mustafa Şükrü’nün Çanakkale Bombardımanı ve Şanlı Askerler Destanı (İstanbul ts.) Çanakkale Şarkısı (İstanbul 1915) ile Çanakkale Kabatepe Muzafferiyat Destanı (İstanbul 1915) adlarını taşıyan üç destanı yanında Abdülgaffar Kemali’nin Çanakkale Önünde Düşmana Kan Kusturan Arslan Yürekli Kahraman Mehmet Çavuşun Müdafaa-i Vatan Destanı (İstanbul 1915) ve nazımı meçhul Çanakkale Destanı (İstanbul 1331) tespit edilebilen diğer destanlardır. Behçet Kemal Çağlar’ın “Ankaralı Aşık Ömer” takma adıyla yazdığı Çanakkale Destanı da daha sonraki yıllarda yazılmış güzel örneklerden biridir. Çanakkale’ye bir şehitler abidesi dikmek için gençliği harekete geçirmek maksadıyla kaleme alınan Çanakkale
Abidesi adındaki küçük kitap da (İstanbul 1936) neticesi itibariyle önemlidir. Halûk Nihat Pepeyi Çanakkale savaşlarını Çanakkale Destanı (İstanbul 1936) adlı kitabında işlemiştir. Galip Çaka 18 Mart 1915 Çanakkale Destanı (Hasan-Mevsuf) (Çanakkale 1952) adlı manzum kitapçıkta Dardanos bataryası kumandanı Hasan ile takım subayı Mevsuf’un şahadetlerini destanlaştırmıştır. Oğuz Ermumcu aynı konuda Çanakkale Destanı (Ankara 1986) adlı bir eser hazırlamıştır. Sadri Karakoyunlu, Türk Askeri İçin Savaş Şiirlerinden Seçmeler 1914-1918 (Ankara 1987) adını verdiği antolojisinde Çanakkale için yazılmış birçok şiire yer vermiştir. Mustafa Necati Sepetçioğlu, “Çanakkale İçinde Bir Dolu Desti” ismiyle Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu için hazırladığı senaryoyu daha sonra ... Ve Çanakkale-Geldiler (İstanbul 1989), ... Ve Çanakkale-Gördüler (İstanbul 1989), ... Ve Çanakkale-Döndüler (İstanbul 1989) adıyla üç ciltlik bir roman serisinde ele almıştır. Çeşitli vesilelerle Çanakkale’ye atıfta bulunan romanlar dışında Çanakkale savaşını bir konu alanı olarak ele alan Sepetçioğlu’ndan sonra yazılan romanlar ise şunlardır: Sezen Özol’un Çanakkale Askerine Rütbe Gerekmez, Mehmed Niyazi’nin Çanakkale Mahşeri, Buket Uzuner’in Uzun Beyaz Bulut Gelibolu, Serpil Ural’ın Şafakta Yanan Mumlar, İsmail Bilgin’in Çanakkale’ye Gidenler-Şu Boğaz Harbi ve GeliboluYenilmezlerin Yenildiği Yer, Rahmi
Özen’in Zulüm Dağları Aşar-Çanakkale İçinde, Mehmet Kaplan’ın Tarihe Sığmayan Destan Çanakkale ve SevinçSalim Koçak’ın Çanakkale’de Çocuklar Da Savaştı. Türk tarihi açısından son derece önemli olan Çanakkale Savaşlarını, Cumhuriyet dönemine kadar tiyatro diliyle, sadece üç eserin doğrudan anlattığını görüyoruz. Bunlar, Mithat Cemâl’in Yirmisekiz Kânunuevvel (1334), A. Fahri’nin Solgun (1335), Faik Âli’nin Pâyıtaht’ın Kapısında (1337) isimli oyunlarıdır. Ayrıca, Bulgurluzade Rıza’nın Caniler Saltanatı (1919), Muhiddin Mekki’nin Vatan Daha Güzel (1330), Aka Gündüz’ün Muhterem Katil (1330), Muhittin Baha’nın Halife Ordusu (1331), Abdulhalim Hadi’nin Şefika (1920) gibi eserleri de, bu savaşları, Birinci Dünya Savaşları içinde ele alır. Cumhuriyetten sonra ise, sekiz oyunda bu savaşların sanatkârlarımızın gündemine geldiğini görüyoruz. Bu oyunlar, yazılış sırasına göre, Lütfi Özdemir’in Çanakkale (1955), Kâzım Işıktaç’ın Anafartalarda Kemal Yeri (1986), Kemal Demirel’in Anafartalar’ın Beş Günü 6-10 Ağustos 1915 (1989), İbrahim Keskin’in Çanakkale Bir Destandır (1990), Kemal Karapıçak’ın Cihanda Bir Türk (1991), Rahmi Özen’in Çanakkale Diye Diye (1999), Sezen Özol ve Olcay Kolçak’ın birlikte kaleme aldıkları Çanakkale Askerine Rütbe Gerekmez (2005) ve Erol İpekli’nin Çanakkale (Devlet Tiyatroları Arşivi, Ç 44) isimli eserleridir.
Mart 2015 31
Çanakkale zaferi ile ilgili eserler arasında Nihal Atsız ve sekiz arkadaşının 3 Ağustos 1933 tarihinde Çanakkale’ye yaptıkları gezinin anlatıldığı Çanakkale’ye Yürüyüş (İstanbul 1933) adlı eserin bazı aşırı tarafları dışında Çanakkale şehitlerinin bütün yurt genelinde ve resmi törenlerle her yıl anılması gerektiğini gündeme getirmesi bakımından ayrı bir yeri vardır.
Mart 2015 32
Rahmetle Anıyor, Özlemle Arıyoruz...
Şehadetinin 6. Yılında Yerli Bir Lider Muhsin YAZICIOĞLU
Mart 2015 33
"
"
" O Bizim Aynamızdı Yalçın TOPÇU
"
Eski BBP Genel Başkanı
Ona bakınca Anadolu insanının kavruk fakat imanlı yüzünü; Ona bakınca Müslüman Türk insanının samimiyet ve saflığını; Ona bakınca yüzyıllık yorgunluklara ve aldatılmışlıklara rağmen ayakta kalabilmeyi başarabilmiş bu ülkenin çocuklarının tam bağımsız güçlü Türkiye özlemini;
Mart 2015 34
Ona bakınca bir ömür adanmış koca bir yürekten süzülen ülkü sevdasının imrenilesi tebessümü ve huzurunu görürdük… Ona bakınca bu toprağın hüznü ve neşesini, özlem ve umudunu, kavga ve sevdasını, ağıt ve zılgıtını, esaret ve hürriyetini, hulasa bu toprağa ait olan her şeyi görür, duyar, hisseder ve yaşardık… O, bu toprağın çocuğuydu…
hormonsuz
O, bu toprağın nimetlerinden hissesine
düşen her zerrenin bedelini ödemeye ilk gençlik çağlarından başlayarak kendisini adamış ve edebiyatını yaparak değil bizzat yaşantısıyla ispatlamış bir Anadolu delikanlısıydı… Olgunluk çağlarında ise siyasi ve sosyal hayatıyla bütün ömrü boyunca kendi deyimiyle ‘ düz duran, dik yaşayan, doğru giden’ çizgisiyle bütün iyi insanlar için model şahsiyet olmayı başarabilmiş, ‘adam gibi adam’ diye tabir edilen istikamet ve dava sahibi bir liderdi… O, dünlerimizde bizim için efsanevi Muhsin Başkan, müstesna karakteriyle Büyük Lider ve örnek teşkil eden siyasi yönüyle de Ebedi Genel Başkanımızdı… O, bizim aynamızdı… Ona bakınca kendimizi görür; onda kendimizi bulurduk… Şahadetiyle birlikte aziz milletimiz ve hatta dünyanın bütün iyi insanları için de ayna oldu… Herkes onda
kendisinden bir parça gördü, hayal ve ideallerini onda buldu… Çeşitli nedamet cümleleriyle insanlar ondan özür diledi; beraber yürüyememiş olmanın eziklik ve hüznünü yaşadı… Evet, şehadetiyle o, bütün iyi insanlar için de ayna oldu… Mamak’tan Meclis’e uzanan çileli hayatıyla sadece belli kesimlerinin efsanesi olan Muhsin Yazıcıoğlu, Maraş’tan Firdevs’e giden tertemiz uçuşuyla da bütün iyi insanların rol model şahsiyeti oldu… Ne yazık ki bugün artık ondan ayrı hayata devam ediyoruz. Fakat bu ayrılık anlamıyla var…
sadece
fiziksel
Yoksa her anımızda, aklımızdan çıkmayan dilimizden düşmeyen anılarımızda her daim yaşamaktadır.
"
Mamak’tan Meclis’e uzanan çileli hayatıyla sadece belli kesimlerinin efsanesi olan Muhsin Yazıcıoğlu, Maraş’tan Firdevs’e giden tertemiz uçuşuyla da bütün iyi O, bu toprağın nimetlerinden hissesine düşen her zerrenin bedelini ödemeye ilk gençlik çağlarından başlayarak kendisini adamış ve edebiyatını yaparak değil bizzat yaşantısıyla ispatlamış bir Anadolu delikanlısıydı… Çünkü onsuz yaşamanın anlamsızlığını, onsuz yürümenin tatsızlığını, onsuz siyasetin renksizliğini, onsuz Türkiye’nin huzursuzluğunu, onsuz dünyanın umutsuzluğunu birçoğumuz halen aramızdan uçup gittiği ilk günkü gibi çok yoğun ve acılı bir şekilde hissediyoruz.
Onu çok özlüyoruz… Onu hep arıyoruz…
Onun için dava arkadaşları göz bebeği nispetindeydi…
insanların rol model şahsiyeti oldu…
"
Türk ve İslam dünyasının yegâne güvencesi olarak gördüğü bu aziz millet, onun ayak izlerini takip ederek tam bağımsız güçlü Türkiye ve İlay-ı Kelimetullah uğruna Nizam-ı Âlem davasının yılmaz savunucuları olarak eskisinden daha kararlı ve inançlı yürümek zorundadırlar. Evet, o, bizim ve bütün iyi insanların aynasıydı…
kendimizi
bulmaya
Fakat titreyip kendimize dönmemiz lazım. Onun manevi şahsiyetini her daim yanı başımızda hissederek değerlerimize hizmet noktasında onun gibi olmamız gerekiyor. Onun ideallerini her platformda en gür sedayla dile getirip ona karşı manevi sorumluluğumuzun farkında olarak hayatımızı sürdürmemiz, daha fazla çalışarak, daha fedakâr davranarak, daha candan bağlanarak davamıza hizmet etmek, onun manevi şahsiyeti açısından hepimizin boynunun borcudur.
Ne mutlu bizlere ki onu tanıdık, onunla yürüme şerefine nail olduk… Bundan sonraki hayatımızda da onun ideallerini yaşatmak ve hayallerini gerçekleştirmek şerefine ulaşarak ebedi hayatta da onunla birlikte olmayı Sonsuzluğun Sahibinden niyaz ederken, siyaseten de kendimize kılavuz edindiğimiz onun şu sözleriyle son noktayı koymak gerekiyor; “Allah’ın izniyle, olsak da milletle olacağız, olmasak da milletle olmayacağız. Yarın ahirette Allah bize niye iktidar olmadın diye sormayacak…”
Mart 2015 35
Aynamızı arıyor, çalışıyoruz…
" Adanmış Koca Bir Yürek
"
Nizam ŞAHİN
Yazlar kışlar tanığımdır
uçan
kuşlar
Ayrılıklar yolum oldu Can yoldaşlar dil sırdaşlar tanığımdır Ölümlerden gülüm soldu Oy dağlar yalçın dağlar Dumanı hırçın dağlar…
Mart 2015 36
Dağına göre kar verilirmiş… Hayatını mertçe yaşayan yiğide de bu yakışırdı… Yalçın dağların başına dikilen şanlı bir bayrak gibi dalgalandı 3 gün boyunca… O dalgalandıkça bizlerin de yüreği dağlandı… Devlete, hükümete ve lâkin herkese ve her şeye isyan ettik. Biz isyandayken melekler misafirini tertemiz kar suyuyla yıkıyorlarmış bilemedik… O an
madalyonun öbür yüzüne bakamadık… Misafir kişi tam da niyaz ettiği gibi en sadık bildiği dostu olan kara toprağa yarpuzların arasında ve mis gibi nane kokan bir çeşme başında uzanmıştı… Toprağın karasına değil tabiatın en beyazı olan karlara sardı Rabbi onu… Dağın yamaçlarına yaslanarak dünyaya son kez bakan koca yürekli adamın yakamoz gibi bir anda kaybolmasına inanamayan yarenleri kendilerini ve yüreklerini dağa, taşa, tipiye, kara, buza vuruyor, arıyor fakat onu bir türlü bulamıyorlardı… Kaderin tecellisine bakın ki bu sıra dışı köylü çocuğunu kendisi gibi saf ve cesur yüreğe sahip köylüler bulmuştu. Devletin makineleri durmuş, teknolojisi iflas etmişti fakat milletin efendisi köylüler devletin efendiliğine nazire edercesine saf ve cesur yüreklerinin sesine kulak vererek enkaza ulaşmışlar ve ona son vazifelerini yapmaya mazhar olmuşlardı…
Bir büyüğümüzün ifadesiyle ‘şahadet süreci’ hikmet-i deryadan an be an damlalar akıtıyordu. Hakikatin şanını ve apaçık dirayetini ise ancak düğün gününde anladık… Hakiki adamı, adam gibi adam olan o adanmış koca yüreği En Yüce Sevgili sonsuzluğuna alırken milyonları da şahit tutuyordu. Sonsuz acılar yaşadığı zindanlarda yaptığı perdesiz niyazın vakti eseri gelince milyonlar huzurunda tecellisi capcanlı yaşanıyordu. Bütün Türk ve İslam dünyasını yasa boğan fakat garip bir aşkın dışavurumuyla tasalandırmayan bu hazin kazadan sonra gerek ailesi gerekse yakın dostları büyük bir vakar ve sabır örneği gösterdiler. Ortak kanaatin tarifleştirdiği klasik deyimle ‘mübarek naaşı’ Ankara’ya gelince sevenleri Gazi Hastanesinin morgu önünde kamp kurmuşlardı. Morgun iç kapısından çıkarken oğlu Furkan’ın kendisine yönelen
"
“Yüz binler naaşına dokunabilmek, son görevlerini ifa edebilmek için adeta birbirlerini eziyorlardı. Seçim sandıklarında ona sevgisini gösteremediği için vicdan yarasıyla kavrulan bazı saf
olarak değerlendirmiş, zihin reformu yaparak düşünce planında madden, tasavvufi terbiyeyle de manen olgunlaşma medresesine çevirmeyi başarabilmiştir. meraklı gözlere karşı elini havaya kaldırarak ‘ Muhteşem, mükemmel, ona da bu yakışırdı’ sözleri oradakileri derinden duygulandırıyor fakat bir o kadar da onurlandırıyordu. Aynı vakar ve teslimiyeti bütün aile bireylerinde görmek mümkündü. Fidan Anne’nin gözlerinden yaş akıyordu ama çok sakindi. Yüzünde mutluluk beliriyordu aniden. Belli ki oğluyla helalleşmiş ve hissi olarak onun lahuti durumundan haberdar olmuştu… Neden sonra memnuniyet ifadesi yayılıyordu çilekeş yüzünün her zerresine. Yüzü çok nurluydu. Yanağında kazadan kalma küçücük bir çizik vardı, hepsi bu kadar. O kendine özgü duruşundaki vakar yine üzerindeydi. Rabbim onun vakarını silmemişti. Sanki az sonra uyanacak gibiydi… Düğünü tam bir şölen gibiydi… 20 yıl önce Kocatepe’de gecikmiş peygamberi sünnete icabet ederken sadece kendi dostları vardı yanında; şimdi ise aynı Kocatepe’deki gerçek düğün gününde vakti gelen farza yüz binler ortak olmuştu… Kocatepe’nin seması böyle bir ‘haklarımız helal olsun’ nidasına şahit oldu mu bilemiyorum… Yüz binler naaşına dokunabilmek, son görevlerini ifa edebilmek için adeta birbirlerini eziyorlardı. Seçim
sandıklarında ona sevgisini gösteremediği için vicdan yarasıyla kavrulan bazı saf yürekler naaşın sandukasına el sürebilmek için kahroluyorlardı… Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun bütün ömrünü ‘Anadolu delikanlısı’ tabirinin terkibi olarak görmek mümkündür. İdealist yüreğinin sesine kulak vermeği nefes almak gibi gördüğü için ilk gençlik çağlarından başlayarak dikenlerle örülü hayat yolunda kendi iradesinin zirvesinde bir direnç ve kararlılık göstermiştir. ‘ Yufka yüreklerle çetin yollar aşılmaz’ gibi marşlar daha bıyıkları terlememişken onu yüreğinde en derin hislerle yer bulmuş; ‘ ölmez bu hareket ölmez bu dava’ ise Mamak zindanlarında acılarını hafifleten ve ruhunu coşturan mısralar olmuştur. Mamak zindanlarını, Anka kuşu misali küllerinden doğma fırsatı olarak değerlendirmiş, zihin reformu yaparak düşünce planında madden, tasavvufi terbiyeyle de manen olgunlaşma medresesine çevirmeyi başarabilmiştir. Madden çok yalnız bir adamdı fakat manen o yalnızlığı hiçbir zaman yaşamıyordu… Şöyle diyordu; ‘ Bizim kaderimiz zorlu bir kader… Hayatımın hiçbir döneminde refaha, rahata ermedim. Çok sıkıntılar
yürekler naaşın sandukasına el sürebilmek için kahroluyorlardı…”
"
Mart 2015 37
Mamak zindanlarını, Anka kuşu misali küllerinden doğma fırsatı
yaşadım ve yaşamaya devam ediyorum. Rabbim sıkıntılar yaşattı ama çok şükür hiç bunaltmadı. Hep son dakikalarda bir kapı araladı, bir fırsat açtı…’ Muhsin Yazıcıoğlu, mağrurdu fakat duruş ve hareketlerinde kuru kibir yerine ruhunun rengini verdiği bir vakar elbisesi vardı. Bununla birlikte en mağrur hallerinde bile tevazu yeleğini çıkarmazdı. Yakın dostları onun bu yönünün istismara açık olduğunu söylerken o bu türden eleştirilere karşı hep şu cevabı verirdi: “Ankara’da Kocatepe Cami de var Hacı Bayram Camii de var… Dikkat ederseniz Hacıbayram Camii’nin etrafında meczuplar, fakirler dolaşır. Ben de siyasetin Hacıbayram Camisi olmaya çalıştım hep. Etrafımda fakirler, meczuplar, ihtiyaç sahipleri oldu her zaman çok şükür… Ben bunlardan gocunmadım aksine mesut oldum. Hacıbayram Camii olabildimse ne ala, gurur duyarım…”
Mart 2015 38
Muhsin Yazıcıoğlu sabır abidesiydi adeta. Yakınları onun sabrına imrenmekle beraber bazen kınadıkları da olurdu. Bir siyasetçi için fazla sayılabilecek bir sabra sahipti. Hele bir de bu sabır merhametle katmerleşince siyaset çarşısında dolaşan bir dervişle karşılaşmış hissederdiniz kendinizi. Muhsin Yazıcıoğlu, vefa adamıydı. Dostları ve sevdikleri söz konusu olunca gözünü daldan budaktan sakınmazdı. Mesela, MHP’den ayrıldığı dönem özellikle MHP gençliği tarafından şiddetle eleştirilmiş, hatta bir kısım bölgelerde fiziki saldırı girişimleriyle de karşı karşıya kalmıştı. Siyaseten ayrı çatılar altında olunsa bile kardeşkanı akmaması için çok fedakârca ve anlayışla hareket etti. Rahmetli Alparslan Türkeş’in vefatı üzerine Muhsin Yazıcıoğlu, başsağlığı vermek için MHP Genel Merkezi’ne gitmeye karar vermişti. Yakın arkadaşları oraya gitmemesi gerektiğini bilahare Türkeş’in evine giderek başsağlığı vermesi gerektiğini söylediler. Çünkü MHP gençlerinin ters bir davranışıyla karşılaşmak riski vardı. O ise bütün uyarılara kulak tıkayarak, kendisinin MHP Genel Merkezi’ne gitmesinin vefa borcu olduğunu söyledi ve yanında sadece şoförü ve danışmanıyla oraya gitti. Birkaç kendini bilmez sloganlar ve saldırılar yapmak istediyse de onun bu vefası karşısında herkes şaşkına uğramış ve saygıyla davranmışlardı. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de hasta yatağındayken herkesten önce yanı başına varan kişi yine Muhsin Yazıcıoğlu’ydu. Bahçeli
de çok duygulanmıştı onu aniden yatağının başucunda görünce. Muhsin Yazıcıoğlu, hasta ziyareti, cenaze, düğün gibi hassas konuları hiçbir zaman ihmal etmezdi. Mesela bir ocak başkanı düğününü kendi köyünde yapıyordu. O dağ taş dinlememiş ve gidip o düğüne katılmıştı. Hasta ziyaretleri ise günlük rutindi onun için. Medya tarafından eleştirileceğini bilmesine rağmen zerre miktar çekinmeden eski arkadaşı Abdullah Çatlı’nın cenaze törenine de katılmıştı. Hatta Çatlı’nın ailesi için bir ağabey, bir baba olmuştu sonrasında. Bir baba gibi davrandığı ikinci kişi de Batı Trakya Türkleri lideri Sadık Ahmet’in kızıydı. Ailenin bütün eğitim masrafları dâhil birçok ihtiyaçlarını Muhsin Yazıcıoğlu karşılıyordu. Sadık Ahmet’in kızının Muhsin Yazıcıoğlu’nun taziye defterine yazdıkları gerçekten çok anlamlıydı: “Babama çok selam götür baba!!!” Muhsin Başkan şiir yazardı… En son Hrant Dink için şiir yazmıştı. Onun altı delik ayakkabısından, sırtındaki eski ceketinden çok etkilenmişti. Siyaseten ayrı olsalar bile insanî noktada onun Anadolu mayasının bir nüvesi olduğundan katiyen şüphe duymuyordu… Ve bu hazin suikastla hiçbir ilgisi yoktu. Ne hazin ki, ideolojik düşmanlığı hayatta tutunma simidi olarak gören zavallı aydın ve gazeteciler onun kalemini kırmak için bu olayı istismar ettiler… Son zamanlarda en fazla üzüldüğü konu buydu… Hrant Dink’in altı delik ayakkabısını gösteren resmi Muhsin Başkanı ağlatmaya yetmişti… Muhsin Başkan, 12 Eylül’den önce de sonra da şiddet yanlısı değildi. Şartlar imanî ve millî mücadeleyi mecbur kıldığı için kendisini ateş çemberinin içinde bulmuştu. Genç ve idealist yüreğini bir kor ateş gibi kuşatan vatan, millet ve din sevgisi mağdur bir neslin abideleşmiş şahsiyeti olarak onun üzerinde toplanmıştı. Birçok kişi mücadele iklimindeki kararlı ve doğru duruşuyla ona çok güvenirdi… Hiçbir zaman onları satmayacağını, onlar üzerinden kendisine ikbal ve menfaat sağlamayacağını bilirlerdi… O da bu şuurla özellikle gençliğin kullanılmaması için çok çaba sarf etmiştir. Bu noktada benim de çeşitli hatıralarım vardır. Ocak yönetiminde olduğum dönemde bir kısım kirli odakların bizleri kullanma hesapları yaptığı ve bu yönde çabalar olduğuna ilk dikkat çeken ve bizleri uyarak ve de onların bu oyunlarını boşa çıkaran Muhsin Başkan’dan başkası değildi… Muhsin Başkan, bu türden
engellemeleri yapmamış olsaydı veya görmezden gelseydi birçok gencin hayatı sönmüştü… O kendi tecrübelerini aktarma ve başkalarının hayatını düzen koyma noktasında çok cömert ve cesurdu… Muhsin Başkan özellikle kendisine güvenen ve inanan gençleri hiçbir zaman istismar etmediği gibi çok da severdi. Çok affedici bir yapıya sahipti. Hakkında birçok dedikodu yapan bir kişi bile gelip kendisinden bir talepte bulunsa elinden gelenin en iyisini yapmaya gayret ederdi. Birçok kişini mağduriyetini gidermiştir. Kendi döneminden birçok kişiyi evlendirmiş, iş güç sahibi yapmıştır. Sonraki kuşaklardan da başı sıkışanın en kolay çaldığı kapı onun kapısı olmuştur. Sanki dergâh kapısıydı… Gelen giden çoktu ve çeşitliydi… Birçoğu mağdur ve çaresizdi… Birisinin derdine çare bulunca çocuklar gibi şen olurdu… Derdini hallettiği adamdan daha fazla sevinirdi desek yeridir. Hiç kimseye de yaptığı iyiliği başına kakmazdı. Yapar ve unuturdu. Denize atardı yani… Muhsin Başkan tam bir alperendi. Osmanlının mirasına sahip çıkardı. Bosna, Çeçenistan, Irak, Karabağ, Filistin’de yanan ateşler onun da yüreğini yakardı. Çok kısıtlı imkânlara rağmen Bosna için, Çeçenistan için neler yaptığını anlatmaya bile gerek yok. … Müslüman ve Türk dünyasının mağdur ve çilekeş liderleri hep Muhsin Başkan’a sığınırlardı. Onların ekonomik ve diğer ihtiyaçlarıyla hep o ilgilenirdi. Türkmenler, Azeriler, Boşnaklar, Filistinliler, Doğu Türkistanlılar hep onun kanatlarına sığınırlardı nedense. Bilirlerdi ki onların dertleriyle dertlenen Türkiye’de başka bir siyasetçi, başka bir lider ve başka bir idealist yürek yoktu. O hiçbir zaman bir siyasetçi gibi düşünmezdi. O ne der bu ne der diye bunları sorun etmez ve mağdurun yanında olmayı kendine vazife ve sorumluluk olarak bilirdi. Kim ne derse desin onun hesap verecek makamı yüreğinde saklıydı zaten. O hep yüreğinin sesiyle yürüyen bir alperendi… Muhsin Başkan, halkın içinde dolaşmaktan haz duyardı. Bir bakarsınız manavda yalnız başına meyve alıyor bir bakarsınız sokakta yürüyor. Asla kendisini halktan üstün veya imtiyazlı görmezdi. Son kullandığı orta sınıf arabayı bile parti yetkililerinin zorlaması sonucu almıştı. Gittiği yerlerde orta sınıf otellerde kalmayı
"
Muhsin Başkan, halkın içinde dolaşmaktan haz duyardı. Bir bakarsınız manavda yalnız başına meyve alıyor bir bakarsınız sokakta yürüyor. Asla kendisini halktan üstün veya
Muhsin Yazıcıoğlu, hiçbirini diğerinden üstün görmediği bu ülkenin insanlarının, hem vicdanı, hem hafızası, hem de gür sesiydi. Bu ülkeye duyduğu sevdanın bedelini ağır şekilde ödemiş olsa da hiç kimseye küsmedi, hiç kimseden şikâyet etmedi.(ES) Her şeye rağmen hayalleri vardı. Kendi sözleriyle şöyle anlatıyordu en büyük hayalini: “Bir hayalim var; Bütün vatandaşlarımızın ay yıldızlı bayrağın altında şerefle yaşadığı, bir Türkiye hayal ediyorum. Bir hayalim var; Başını örtenle açanın aynı üniversitede yasaksız, kavgasız kardeşçe yaşadığı bir ülke hayal ediyorum. Bir hayalim var; Kürt, Türkmen, Alevi, Sünni ayrımı olmadan. Zengin, fakir, yoksul ayrıcalığı görülmeden imtiyazsız, sınırsız kaynaşmış bir Türkiye istiyorum. Kısacası balkanlardan Çin Seddi’ne kadar kaynaşmış güçlü bir Türk Dünyası hayal ediyorum.” O, soğuk savaş ortamından, darbelerden, şiddetten ve kamplaşmadan çok büyük zararlar görmüş idealist bir neslin temsilcisiydi. Dünün kavgalarından kendi payına dersini çıkararak geçmişi cesaretle sorguluyordu. Geçmişin kavgalarını değil ama idealizmini her zaman özlediğini söylüyordu ve gelecek
nesiller için tavsiyelerde bulunuyordu: “Bugün belki sokakları, okul kantinlerini paylaşamıyorsunuz fakat daha sonra aynı hücreyi paylaşmak zorunda kalabilirsiniz. Bu nedenle, fikri anlamda tartışın ama şiddetten, kavgadan uzak durun…” En dayanıksız itibar siyasi itibardır diye bir genel kanı vardır. Kimler geldi kimler geçti denir ya, niceleri siyasi tarihin tozlu raflarına kaldırıldı. Muhsin Yazıcıoğlu bunun istisnalarındandır. Halen hatırlayan herkesi duygulandıran, çeşitli sebeplerle pişmanlık hisleri yaşatan ve bütün bunlarla birlikte herkesin kendinden bir parça bulduğu özlenen sıra dışı büyük bir şahsiyettir. Muhsin Yazıcıoğlu, herkesin ‘bizim Muhsin’ diye kolaylıkla kabullendiği ve kendine yakın gördüğü bir gönül adamıdır aynı zamanda. O, artık tarihi bir model şahsiyettir. Muhsin Başkan ile son görüşmemizde hatıralarını kayıt altına alıp kitap çalışması yapmak üzere seçim sonrasına sözleşmiştik. Hatıra kelimesi aslında onu çok etkilemişti… Birden durağanlaşmıştı… Garipsemişti… Demek ki hak vaki olunca haber işaretle geliyormuş. Tıpkı son seyahatinden önce yaptığı konuşmalarda ölüm ile ilgili anlamı büyük sözleri ve miting alanlarında herkesten helallik istemesi, dar çevre sohbetlerinde çokça hatıralarından bahsetmesi gibi. Onun aziz hatırası o kadar büyük ki adının geçtiği her yerde boyunlar kendiliğinden eğilip, kalplerden dualar akıyor. Böyle bir makam kul eliyle olmaz fazla söze ne hacet…
imtiyazlı görmezdi. Son kullandığı orta sınıf arabayı bile parti yetkililerinin zorlaması sonucu almıştı.
"
Mart 2015 39
tercih eder, mümkün olduğunca kimseye harcama yaptırmazdı. Çoğu kez aç dolaşırdı. Yemek yiyince de karnı tok olarak kalkmaz, az yemek yerdi. Günlük uykusu ortalama 4 saati. Uykusuzluğunu yolculuklar sırasında şekerleme yaparak geçiştirirdi. Çok çalışkan ve çok heyecanlıydı. Fedakâr bir kişi görünce kendisi ondan daha fedakâr çalışırdı.
"
Anadolu Çocuklarının Ülkücü Hareket Üzerinden Siyasete Müdahalesi ve Muhsin Yazıcoğlu
"
Mart 2015 40
SELÇUK KÜPÇÜK
25 Mart 2009 tarihinde soru işaretleri taşıyan helikopter kazası(!) ile ülkücü hareket içerisinde tarihsel sürekliliği mevcut bir damarı temsil eden Muhsin Yazıcıoğlu aramızdan ayrıldı. Liderliğini yaptığı siyasal organizasyonun seçimlerde çok düşük yüzdelere karşılık gelmesine rağmen cenazesi, toplumun her kesiminden yüz binleri Ankara’ya sürükleyecek kadar gösterişli oldu. 22 yaşında ve hemen her gün cenazelerin kalktığı 70’lerin ikinci yarısında Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı gibi büyük bir sorumluluğu omuzlarına alan Yazıcıoğlu’nun, toplumun farklı katmanlarında meydana getirdiği kabul edilirliğinin köklerini 80 öncesinin şartlarından itibaren anlamaya başlamak gerekiyor. Şerif Mardin’in “çevre” dediği, İdris Küçükömer’in kazısını Tanzimat’tan itibaren başlatıp “Doğucu-İslamcı” olarak tanımladığı sosyolojik katman’ın özellikle Demokrat Parti döneminden
itibaren taşra’dan merkeze doğru yürüyüşlerinin bir yerinde Muhsin Yazıcıoğlu’nda temsiliyet bulan Anadolu çocukları var. Bahsettiğimiz bu katmanın tarihsel köklerini ise CKMP’nin MHP’ye dönüştüğü meşhur 1969 Adana Kurultayı’na kadar götürmek mümkün. Ancak bunu söylerken tarihsel sürekliliğine vurgu yapacağımız çizginin teorik ve pratik bir süreç olduğunu, kanımca bu sürecin şimdilerde dahi tamamlanmadığını belirtmek isterim. Bu süreci belirleyen temel paradigma ise beslenilen kaynakların yerliliği ile ilgidir. Ülkücü hareket üzerine ortaya konan hemen bütün metinlerde kronolojik bir skala çizildiğinde Osmanlı’nın son dönemlerinden Tek Partili yılların sivil Türkçülerine kadar uzanan geniş bir havza konur önümüze. Bu havza her ne kadar tarihsel izlek açısından bir veri ise de özellikle 70’lerin ikinci yarısı ortaya çıkan yayınlar, hızla dönüşen söylemler ve 1980 sonrasında BBP’ye kadar
uzanan, içerisinde eleştirel bir bilinç taşıyarak devlet, sistem dönüşümünün önerildiğini dikkate aldığımızda bahsettiğimiz ayrı damar daha iyi anlaşılacaktır. Özellikle 1930’lu, 40’lı yılların Türkçü yayınlarında beslenilen temel zeminin Batılı Türkolog ve Oryantalistlerin yaptığı çalışmalar olduğunu görürüz açık bir şekilde. Bu ise Türklerin İslam ile tanışmadan evvelki Orta Asya Tarihi’nin öne çıkarıldığı ve hatta Türklük tanımının dahi bu Batılı aydınlarca kurgulandığı bir birikimdi. “Her şey Türk için, Türk’e göre, Türk tarafından” sloganlarıyla hareket ederek Anadolu’da bin yıldır süre gelmiş tarihsel arka planı “önemsizleştiren” bu yaklaşımın özellikle Tek Parti döneminin resmi Türkçülük algı ve pratiği ile de benzer paradigmaya yaslandığını görürüz. Yani farklı dinsel, etnik toplulukların Anadolu’da gerçekleştirdikleri bir arada yaşama tecrübesi ve bu tecrübeyi
"
Nihal Atsız çevresinin “bozkurt” önerisine rağmen, Osman Yüksel Serdengeçti’nin “Biz Osmanlı torunuyuz. Amblem üç hilal olmalı” şeklindeki çıkışı
ardından maruz kaldığı şartların fevri tavırlardan ziyade statüko tarafından sistematik şekilde planlandığının anlaşılması ile yapı içerisinde zihinsel çatlamaların başladığını bizzat Yazıcıoğlu söylüyor. işlevsiz bırakmayı amaçlayıp, oradan kurguya daha elverir olduğu açık Orta Asya steplerinden esinle bir ulus yaratma(!) kaygısı dikkate alındığında resmi Türkçüler ile sivil Türkçülerin Kemalist paradigmadan hareket ettikleri tartışma götürmez.
CKMP’nin Alpaslan Türkeş’in operasyonel müdahalesiyle MHP’ye dönüştüğü 1969 Adana Kurultayı’nda, bahsettiğim bu salt Türkçü yapı ilk ciddi kırılmasını yaşadı. 27 Mayıs darbecileri arasında olan ve maruz kaldığı sürgün sonrası siyasete atılan Türkeş’in burada mevcut sosyolojiyi daha gerçekçi bir zihin ile okuduğunu da söylemek gerekli. -Bir parantez açmak gerekirse-, MHP evveli Türkçü yapıların Anadolu insanının duygu ve zihin kodlarında yaşayagelen kimlik ile bir irtibatlarının bulunmadığını, dar bir dergi çevresi yapılanması şeklinde ancak örgütlenebildiklerini belirtelim. Adana Kurultayı’nda yeni kurulacak partinin ambleminin ne olacağı çok ciddi şekilde tartışılır. Salt Türkçü Nihal Atsız çevresinin “bozkurt” önerisine rağmen, Osman Yüksel Serdengeçti’nin “Biz Osmanlı torunuyuz. Amblem üç hilal olmalı” şeklindeki çıkışı aslında kırılmanın semboller üzerine
yansıyan geriliminden başka bir şey değildir. O kurultayda bozkurt partinin daha içe dönük pratiğini gösteren gençlik örgütlenmesine bırakılır. Netice itibariyle Atsız çevresindeki Türkçü zihni yapılanmanın orada tavsiyesi ile nihayet bulan bir müdahale çıkar karşımıza. Bu, 1950’lerle beraber Türkiye’de ekonomi, kültür ve siyasette belirleyici olmaya başlayan, sosyolojik anlamda “çevre” dediğimiz Anadolu çocuklarının oyuna dâhil olmaya yönelik müdahalesi şeklinde de değerlendirilmeye açıktır. Aynı sosyolojik ve siyasal müdahalenin bir başka yerinde ise Milli Nizam Partisi’nin yer aldığını unutmamak gerekir bu arada. Sosyolojinin zihinsel kodlarına kayıtsız kalamayarak, kaba Türkçü yapıyı İslam ahlak ve fazileti ile bir arada ele almaya yönelen tarihsel çizginin bu ilk karılmasının ardından 1970’lerin ikinci yarısında yeni bir basınç ortaya çıkar. 31 Temmuz 1977 günü Ankara Konak Sineması’nda, çok genç yaşta Ülkü Ocakları Genel Başkanı olan Muhsin Yazıcıoğlu, teşkilatlarda kullanılmak üzere aralarında Naci Bostancı, Mümtaz’er Türköne, Burhan Kavuncu ve Lütfi Şehsuvaroğlu gibi arkadaşlarının yer aldığı bir kadroyla şu sloganları belirler: “Müslümanlar
aslında kırılmanın semboller üzerine yansıyan geriliminden başka bir şey değildir.
"
Mart 2015 41
Ağır işkenceler, 9 idam, hapishane uygulamalarında verilen kayıpların
Mart 2015 42
Küfre Karşı Tek Yumruk”, “İnananlar Kol Kola, Yürüyelim Hak Yola”, “Kanımız Aksa da Zafer İslam’ın”.. Aynı zaman dilimi içerisinde ülkücü şair Abdurrahim Karakoç’un “Hak Yol İslam Yazacağız” adlı şiirinin de elden ele dolaştığını hatırlayalım. Yazıcıoğlu dâhil olmak üzere, İslami kaygıların öncelendiği sloganları üreten bütün bu isimlerin hepsinin, benim “ortodoks ülkücülük” dediğim, 70’lerin Soğuk Savaş gerilimi ile örgütlenmiş ve dünyadaki dönüşümü algılayamayan yapıdan zamanla ideolojik biçimde ayrıldıklarını sanırım belirtmeye gerek yok. Ülkücü hareketteki bu yoğun İslamî söylemin salt sloganlarla sınırlı kalmadığını çıkan dergilerden de takip etmek mümkün. 1977-79 yılları arasında benzer isimlerce yayınlanan Genç Arkadaş, Hasret ve Nizam-ı Âlem isimli ülkücü dergilerde sloganlaştırılmış cümlelerin teorik arayışları vardır. Mesela 5 Ekim 1979 tarihli Nizam-ı Âlem dergisinin ilk sayısında şu cümleler dikkat çekicidir : “Nizam-ı Âlem davasının bayrağını ilk açan şanlı Peygamberimiz(SAV) efendimizdir. Açılan bayrağın altına, zulme, küfre başkaldıran bütün insanlar akın akın bölük bölük toplanıp, İslam medeniyetini kurmuş, insanlık tarihinin altın sayfalarını vücuda getirmiştir… ‘Cahiliye devri’ bitmemiştir. İnsanlar hâlâ küfre itaate zorlanmakta, zulüm görmektedir… Küfrün zulmüne, İslam adına, hakikat adına karşı çıkıyor ve küfre karşı açılmış mücadele bayrağını yükseltmek için saflardaki yerimizi alıyoruz”. Üzerine bastığımız topraklarda var olan, kolektif hafızalarda hâlâ işlevini sürdüren bin yıllık birikimin çerçevelediği ve sosyolojik karşılığı bulunan bu ülkücü kimliğin kabul edildiğinin en büyük göstergesi hiç kuşkusuz Muhsin Yazıcoğlu’nun cenazesi için farklı meşreplere sahip olmalarına rağmen Anadolu’nun her yanından kopup gelen insanlardır. Bütün bu söylem ve yayınlara rağmen 1970’lerin bir cinnet tarihi olduğunu, devrimcisi ve ülkücüsüyle ülkenin genç çocuklarının birbirine karşı kışkırtıldığını, şiddetin kutsanan bir eylem biçimine dönüştüğünü ekleyelim. Provokasyonlar, siyasi cinayet ve katliamlarla ülkenin darbeye hazır hale getirilmesinden sonra 12 Eylül 1980 darbesinin ülkücü hareket açısından yeni bir süreci hazırladığını da söyleyebiliriz. Kutsanan ve kendisi için sokağa çıkılan devlet’in sistematik biçimde 12 Eylül hapishanelerinde ülkücülere karşı giriştiği hayal kırıcı uygulamalar, yapının kutsiyet atfettiği devlet tahayyülü karşısında paradoksal tutumlara savrulmasına neden oldu öncelikle. Ağır işkenceler,
9 idam, hapishane uygulamalarında verilen kayıpların ardından maruz kaldığı şartların fevri tavırlardan ziyade statüko tarafından sistematik şekilde planlandığının anlaşılması ile yapı içerisinde zihinsel çatlamaların başladığını bizzat Yazıcıoğlu söylüyor. Kendisi ile yapılan söyleşide “Bir yerlerden bir haber gelirse, bir işaret gelirse işkenceler durdurulur, bu hayasızlık engellenmiş olur diye düşündük. Bende ve diğer arkadaşlarımızın hepsinde bu duygu hakimdi. Ama orda şahit olduğumuz şeyler gösterdi ki, kesinlikle işkencenin ve haksız muamelelerin sebebi alt seviyede birkaç tane komünistin ve muarızımız olan birkaç tane memurun işi değil(Zaman. 14-15 Şubat 1988)” demesi bunun en büyük delili. Mamak’ta çok ağır bedeller ödeyen ülkücülerin -yine Yazıcıoğlu’nun bir söyleşisinde belirttiği gibi(Zaman. 6 Temmuz 2003)- işkence şikayetlerini incelemek üzere Avrupa’dan gelen yetkililere “Türk Devleti işkence yapmaz. Bu bizim iç sorunumuz” şeklince cevap vermeleri, duygu dünyalarında yaşanan paradoksal çıkmazların netliğini göstermekte. Devlet’i eleştirmeye niyetlenseler bile mevcut teorik külliyatlarında böylesi bir birikimi olmayan bu genç çocukların bunu nasıl yapacaklarını bilmediklerini de söyleyebiliriz. Eli kalem tutan dışarıdaki ağabeylerin önemli bir kısmı ise zaten statükonun 80 sonrası dünyasına eklemlenmiş, pragmatik ilişkilerin yeni boyutunu çoktan inşa etmişlerdi. Bütün bu süreç yaşanırken Bursa Cezaevi’nde yatan ülkücü mahkûmlar tarafından 1988’de Bizim Dergâh isimli bir dergi yayınlanmaya başlanır. Dergi, biraz evvel bahsettiğimiz 70’lerin ikinci yarısı çıkan yayınların devamıdır adeta. Bütün sayılarını incelediğinizde bir tek bozkurt ve Ergenekon resmine rastlayamayacağınız gibi Orta Asya göndermeli hiçbir teorik ve simgesel yaklaşım da bulamazsınız. Ülkücü hareketi merkez alan metinler de dâhil olmak üzere hemen bütün yazılarda referanslar salt Kur’an ve sünnet’tir artık. Dergi çevresini oluşturan ocaklı çocukların moral liderinin ise Muhsin Yazıcıoğlu söylemeye bile gerek yok. Hatta Yazıcıoğlu’nun derginin ilk sayısında “Ölçü İslam” olmalı isimli, ülkücü harekete istikamet verici önemli bir yazısı da yer alır. Hareket açısından 70’lerde yoğunlaşan süreç daha sistematik hale evrilmiştir bir bakıma. Bizim Dergâh dergisinde sistematik hale gelen yoğun İslami söylemin tarihsel kökleri 70’lere kadar uzanmasının yanında, o yıllarda
hapishanedeki ülkücülerden bir grubun bildiri yayınlayarak, ülkücü düşünceden ayrıldıklarını deklare edip, ülkücü hareketi İslam dışı olmakla suçlayan girişimlerinin etkisinde de bahsetmek mümkün. Şok edici bu bildiri ardından Bizim Dergâh çevresi, mevcut bütün İslami gazete-dergilere yayınlanması için bir karşı-bildiri gönderir. “Mücadelemiz Allah’ın nizamı kurulana kadar bütün şer güçler ve küfrün hakimiyetine karşıdır. Ülkücü hareket, dünyadaki Tevhid mücadelesinin şerefli bir üyesidir” gibi cümleler içeren bu bildiri yapıdan kopan grubu da içine alan İslami camiaya mesaj olarak yorumlanabileceği gibi, bizatihi yapının merkezine yönelik pozisyon verici bir çıkış olarak da değerlendirilmeye açıktır. Ama dergiyi asıl işlevsel kılan husus, harekete dönük ilk ciddi iç eleştirilerin burada kendisine güzergâh bulmaya çalışmasıdır. Siyasal liderin o yıllarda ABD’nin Kuzey Irak’a konuşlandıracağı Çekiç Güce verdiği destek ve 1. Körfez Savaşı’nda ABD’in bölgeye girişine yönelik tutumu açıktan eleştirilir, hatta “Küfür ehli ile beraber olmak” anlamına geldiği vurgulanır. Güçlü hiyerarşik yapı, lider kültü ve militarist örgütlenme biçimi düşünüldüğünde, Bizim Dergâh’ta kümelenen ülkücü çevrenin böylesi eleştirileri, hareket açısından devrimci bir nitelik taşımaktadır. Ancak yaşanan iç gerilim bir müddet sonra derginin Ankara’daki bürosunun 2 Temmuz 1992’de basılıp, teşkilatlarda yasaklanmasıyla geri dönüşü olmayan bir sürece girer. Muhsin Yazıcıoğlu ve çevresinin ana gövdeden kopmaya zorlanıp BBP’ye kadar uzanan yeniden örgütlenmesinin kısa öyküsü aslında bu.
"
Genç Arkadaş, Hasret ve Nizam-ı Âlem isimli ülkücü dergilerde sloganlaştırılmış cümlelerin teorik arayışları vardır. Mesela 5 Ekim 1979 tarihli Nizam-ı Âlem dergisinin ilk sayısındaki cümleler dikkat çekicidir
Mart 2015 43
"
Mart 2015 44
RÖPORTAJ
" Muhsin Yazıcıoğlu ve Siyaset
"
Prof. Dr. Turan Güven / Röportaj
1. Muhsin Yazıcıoğlu ile nerede ve nasıl tanıştınız? Ankara Üniversitesi Fen Fakültesinde asistan olarak akademik hayata yeni adım atmıştım. Yıl 1973... İşte rahmetliyi de o günlerde tanıdım. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi denilince ilk akla gelen kişilerden biri olduğum için, zaten o da beni tanıyordu. Bizler 1968 kuşağıydık... Rahmetli ise bizden sonraki ülkücü kuşağın en tanınmış gençlik lideriydi. “Yıldırım grubu” diye bir arkadaş toplulukları vardı. Bunlar Yıldırım Beyazıt Yurdunda kalan ve oradaki solcu öğrencilere karşı varlıklarını korumaya çalışan gençlerdi. Onların lideri de rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’ydu. Öğrenci yurdunda kendilerine hayat hakkı tanımayan solculara karşı mücadele veriyorlardı. Bu yüzden de epeyi meşhur olmuşlardı... Türkiye’de 70’li yıllar, ideolojik savaşın silahlı savaşa dönüştüğü ve neredeyse her gün 8-10 gencin sokakta öldürüldüğü yıllardı. Allah ülkemize öyle günleri bir daha göstermesin... Yıldırım grubu bir gün beni yurda seminer vermek üzere çağırmışlardı. Sanırım bilim ve teknolojide neden geri kalıyoruz gibi bir konuda konuşmuştum. Uzaya gönderilen uydularla yeryüzünün nasıl gözetleneceğinden ve sonar cihazları ile denizin dibinde araştırmalar yapıldığından bahsetmiştim. Savaşın içindeki gençlerin böyle bir konuyu can kulağı ile dinlemelerine şaşırmıştım. Tanışmamız böyle olmuştu; birbirimize olan karşılıklı sevgi ve saygımız, onun aramızdan ayrılmasına kadar devam etti. 2. Yazıcıoğlu’nu diğer siyaset adamlarından ayıran en önemli unsur neydi?
“siyasetçi” kimliğini en sona bırakmak lazım. O her şeyden
Bence onu anlatırken “siyasetçi” kimliğini en sona bırakmak lazım. O her şeyden önce, Anadolu’nun saf ve temiz çocuğu olarak bozulmamaya ahdetmişti. İçi dışı birdi... Siyaseti de milletvekili olmak veya ne olursa olsun meclise girmek için yapmıyordu. İçinden çıktığı halkına hizmet için yapıyordu. Diğer siyaset adamlarından ayrılan en önemli özelliği, kendi bildiğini okumaz, arkadaşlarını dinlerdi. Siyasetçide az bulunması gereken bir saflığı ve temizliği vardı. Ahlaklı idi... Kendisini MHP’den ayırıp, daha sonra MHP’ye geçenler olmuştu. Partide onlara ateş püskürenler oluyordu; ama onun ağzından en küçük incitici bir söz çıkmıyordu. Bence bu, birçok siyasetçide az bulunan bir özellikti. Konuşmalarında kendini dinleyen topluluklara hiç yalan söylemezdi. Söz verdiği zaman yerine getirirdi. Ülkenin milli meselelerinde partizanlık veya kişisel hırslardan uzak olur; aklın ve milli hissiyatın gerektirdiği şekilde davranırdı. Tabii, o da her siyasetçi gibi hatalar yapmıştı; ama o hatalar tek başına onun üzerine yıkılamazdı. Yeni kurulmuş olmasına rağmen, o günün güçlü partisi ANAP’la seçim ittifakı yapması, bana göre büyük bir hata idi.... Bir partinin kurumsal siyasal tarihinde, önemli bazı dönemeçler vardır; bu dönemeçlerde yapılan hata, bazen uzun yıllar o partinin yakasını bırakmaz. Milletin ana gövdesine dayanan bir siyaset anlayışı vardı. Yürüttüğü siyaseti üç kavramla açıklıyordu: İslami, insani, demokrat... Haklı olduğu bir konuda korkmadan konuşurdu. Askeri vesayetin zirve yaptığı, korkunun dağları beklediği 28 Şubat “post-modern darbe” günlerinde, tarihe geçen şu söz ona aittir: “Namlusunu millete döndüren tanka selam durmam!”... Toplum vicdanı, ancak bu kadar kısa ve etkili bir cümle ile ifade edilebilirdi.
önce, Anadolu’nun saf ve temiz çocuğu olarak bozulmamaya ahdetmişti. İçi dışı birdi... Siyaseti de milletvekili olmak veya ne olursa olsun
" "
meclise girmek için yapmıyordu.
Mart 2015 45
Muhsin Yazıcıoğlu’na uzun süre yol arkadaşlığı etmiş ve Yazıcıoğlu’nun kurduğu ülkücü camianın ilk vakfı olan Selçuklu Vakfı’nın başkanlığını yürüten Prof. Dr. Turan Güven ile Yazıcıoğlu’nu konuştuk.
"
Onu anlatırken
3. Siz de onunla uzun süre siyaset yaptınız. Onun siyasi durumunu özetler misiniz? Aslında, rahmetli ile benden daha fazla beraber olmuş ve siyaset yapmış arkadaşlarımız var. Ben, 1992 yılında MHP’den ayrıldığı günden itibaren onunla gönül birliği içinde oldum; ama aktif siyasete girişim 1999 yıllarında oldu. Divan’da görev aldım; Ar-Ge’den sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı yaptım; Akademik Danışma Kurulu Başkanlığını da yürüttüm. Tabii ki, 2002 Erken Genel Seçiminde Osmaniye Milletvekili adayı oldum. Seçim öncesinde, partinin içinde “seçim işbirliği lobisi” çalışmaya başladı. DYP ve SADET Partisi ile seçim işbirliği yapılması isteniyordu. Ben, bu işbirliğine karşı çıktım; “Parti olarak halkımızla yüzleşmemiz gerektiğini” düşünüyordum. Hatta Divanda rahmetli Muhsin Başkana “Ben, sizin ittifak yapacağınızı bilseydim üniversiteden istifa edip gelmezdim” dedim. Bu söz onu çok etkilemişti ve ondan sonra işbirliği konusuna fazla asılmadı. Acaba doğru mu yaptım, yanlış mı yaptım, bilemiyorum... Büyük hezimet yaşadık... Kadirli’deki seçim bürosunda seçim sonuçları açıklanmaya başlayınca, hanım ve benim ne kadar bozulduğumuzu hatırlamak bile istemiyorum. Rahmetli Başkanın siyasi durumunu sormuştunuz. Dışarıdan bakan birisi için rahmetli Başkan “tek kişilik ordu” görüntüsü veriyordu. Kadrolarını halka ve Türkiye’ye tanıtamadı. Belki de etrafındaki görevli bazı adamlar böyle olmasını istiyordu. Parti binasındaki her odada ortak atan yüreklerin olmadığını görünce, rahmetliye “Başkanım, eğer BBP Genel Merkezini idare edebilirsek, işte o zaman ülkeyi de idare edebiliriz” demiştim. Rahmetli Başkan, belki de siyasetçiler arasında en çok zamanı çalınan kişilerden biriydi. En küçük bir toplantıya bile çağrılır ve yüzü yumuşak olduğu için reddedemezdi. Belki de onun yaptığı doğruydu; zira siyaset çok sayıda insanın elini sıkmak ve önemli günlerinde onlarla beraber olmaktı...
Mart 2015 46
4. Muhsin Yazıcıoğlu için milliyetçilik neydi? Müsaadenizle buna kısa cevap vermek istiyorum. Allah’ın insanlar için koyduğu ölçüleri esas alıyordu; milliyetçiliğinin dozunu ve çerçevesini İslam’a göre ayarlardı. Kendisini Türk milletinin ana gövdesinden hiç ayrı düşünmedi. Ruhu, bedeni ve kısaca bütün benliği ile oraya aitti. Milliyetçiliğin kuru bir “ırk” davası olmadığını, İslam’ın çeşnisini ve kuşatıcılığını taşımayan hiçbir fikrin
bu topraklarda yaşayamayacağını çok iyi bilenlerdendi. Bana göre asıl gücünü de buradan alıyordu. Selçuklu ve Osmanlı coğrafyasında yaşadığının derin bilincinde olan siyasetçilerden biriydi. Lutfi Şahsuvaroğlu’nun deyimiyle “Anadolu’nun 1000 yıllık terkibi peşindeydi.” İçe dönük milliyetçiliğin emperyalizmin bir oyunu olduğunu görmüştü; fakat bunu fazla telaffuz etmezdi. Allah’ın verdiği kimliklerle yere göğe sığmayacak övünmelerden de pek hoşlandığına rastlamadım. İslami çeşni taşımayan bir milliyetçiliği “ölçüsüzlük” olarak görürdü. Siyaset anlayışının temelinde İslami, insani değerlerle beraber Türk milletinin ve ülkenin geleceği vardı. Onun yüksek gayretini görenler, bugün için değil de, gelecek için siyaset yaptığını düşünürlerdi. Gerçekten de öyleydi. Türk milletinin geleceği için siyaset yapıyordu… Devlete hiç karşı olmadı; ama millete tepeden bakan sisteme karşı ciddi bir duruşu vardı. Belki de onun en iyi tanınan özelliği, mazlumların yanında zalimlerin karşısında yer almasıydı.
siyaset yapmaya zaman bulamadı. Gönüllerde yer eden bir insandı. Rastgele yerde sertleşen, kuru ve ham yiğitlik yapmayı sevmeyen biriydi. Bu özelliği, yeri geldiğinde, kendiliğinden ve tabii olarak ortaya çıkardı. Gece yarısı telefonlarıyla kıble değiştirip milleti satanların olduğu bir ülkede, cesaret abidesi bir insandı. Böyle bir özelliği, ancak hücrelerine kadar inanmış bir iman adamında görebilirsiniz. İşte o da öyleydi… Siyasi muarızları da dâhil, düşmanları bile ondaki güzel özellikleri teslim etmek zorunda kalırlardı. Dahası, ona yaklaştıkça sevgi ve muhabbetiniz artardı. Çünkü karşınızda yapay ve şişirilmiş bir siyasi figür değil, nefsinin taşkınlıklarına gem vurmuş gerçek bir Anadolu insanını bulurdunuz. Eğer Türk siyasetine “temiz siyaset” diye bir kavram yerleşmişse, onun adresi rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’ydu. Siyasetin bile bozamadığı bir adamı Türkiye’de kim bozabilirdi? Dosdoğru yaşadı ve öylece aramızdan ayrıldı.
5. Hepimiz bir kilimin desenleriyiz diyen Yazıcıoğlu siyasi hayatında hep birleştirici olmuştur. Bunun temel dayanağı nedir?
Onu bu dünyanın kısır ve kıytırık ölçüleri ile değerlendirenler hep yanıldılar. Onun gönül adamlığını ve yüksek ahlakını sonradan keşfettik. Yakınında olduğum zamanlarda, ağzından, kendisini yarı yolda bırakıp gidenler için bir acı söz çıktığını duymadım. Bu önemli bir ölçüdür. Dedikodu kokan bir konuşma açılırsa, yüzünün kırıştığını ve ruhen rahatsız olduğunu hemen belli ederdi. Kendisine işkence edenler hakkında bile onur kırıcı bir söz söylememeye dikkat ederdi. Vakıfı Lutfi Şahsuvaroğlu’ndan devraldıktan sonra, Necatibey Caddesinden taşınıp yeni bir yer kiralamıştık. Kötü bir ev sahibimiz vardı. Daha kira ödemeye beş gün kala telefon etmeye başlardı. Ben de buna sinirlenip vakıf için “bir yer alma kampanyası” başlattım. Çok güçlüklerle karşılaştık; ama bunun hiçbirini rahmetliye yansıtmadık. Herkese bir salma atıyorduk... Partinin zor durumda olduğunu bildiğim için rahmetliye de dilimin ucu ile 5000 TL salma attığımı söyledim. Aradan zaman geçti, yeniden hatırlatırken, acaba bunca işlerin arasında verdiği sözü hatırlayabilecek mi, düşüncesiyle “Başkanım, Vakıf için 15000 TL söz vermiştiniz, onu almaya geldim” dedim. Gülümseyerek Hocam bunun 5000’i doğru galiba demişti... Ben de “Başkanım dikkat sınavını geçtiniz” dedim. O da “Hocaların işi gücü sınav yapmak zaten” diyerek gülüştük. Vakfımızın bugünkü yerinin alınışında onun da 5000 TL katkısı var...
İmparatorluktan küçülmüş bir ulus-devlet olduğumuzu biliyor ve Türkiye’deki insan çeşitliliğini Selçuklu ve Osmanlı’nın beşeri bir mirası olarak görüyordu. 6.Bir yazınızda Muhsin Yazıcıoğlu için ‘Beş buçuk yıl hücrede kalıp, ruh sağlığını koruyan ender insanlardan biriydi’ demiştiniz. Sizce bunun sebebi neydi? Böyle bir özellik, ancak kendi nefsiyle olan problemlerini büyük çapta halletmiş, Allah’ı yürekten zikredenlerin harcıdır. İntikam peşinde değildi. Belki de cezaevinde kalmasını, günahlarının kefareti olarak görüyordu. Oralara takılıp kalsaydı siyaset yapamazdı zaten... 7.Herkes Yazıcıoğlu’nu dik duruşuyla ve temiz siyaset anlayışıyla tanıdı. Temiz siyaset ne demektir? Temiz siyaset halka doğruları söylemek, gerçeklerin anlaşılmasını geciktirmemek ve milli meselelerde partizanlığa sapmamak, hak ve adalete riayet etmektir. Bu bağlamda rahmetli Başkanın güven veren ve kucaklayıcı bir kişiliği vardı. İnsanı yarı yolda bırakmazdı. Ona hiç kimse “senin de bir sıkıntın var mı” demedi. Herkes ona problemini getirdi. Başkalarının işine koşuşturmaktan dinlenemedi ve hatta
8. Kendisiyle yaşadığınız en güzel anınızı anlatabilir misiniz?
"
Onu bu dünyanın kısır ve kıytırık ölçüleri ile değerlendirenler hep yanıldılar. Onun gönül adamlığını ve yüksek ahlakını sonradan keşfettik. Yakınında olduğum zamanlarda,
Kimse alınmasın, gerek ülkücü hareketin gerekse sol’un gerçek anlamda sivil toplum örgütleri olmamıştır. Partiler, kendi güdümlerinde dernek ve vakıf kuruyorlar. Hiç biri gerçek bir sivil toplum örgütü değil... Vakıf vakıfçılığını yapmalı, parti de partiliğini yapmalı. Rahmetli bu konuda çok titizdi; hiçbir gün Vakıf’ın çalışmalarına karışmadı. Bugün de Vakıf’ı bir arka bahçe gibi görmeye çalışanlara söyleyeceğim şey şudur: Herkes kendi işini düzgün yapsın... 10.Muhsin Yazıcıoğlu Selçuklu Vakfı’nı kurarken neyi amaçlamıştı? Selçuklu Vakfı, 1980 Darbesinin yarattığı mazlum ve mağdurların dertlerine çözüm getirmek için kurulmuştu. Şimdi daha geniş bir yelpazede hizmetlerine devam etmektedir. Hiçbir zaman bir partinin güdümünde olmadan, vıcık vıcık siyasetin içine girmeden gerçek bir sivil toplum örgütü olma yolunda ilerliyor. Bu arada yeri gelmişken önemli bir konuyu açıklamadan edemeyeceğim. Başkan şehit olduktan sonra, ailesinin Başkanın adına bir Vakıf kuracağına dair duyumlar almıştım. Mütevelli Heyet üyelerinden bir grup arkadaşla Gülefer Hanımı evinde ziyaret ettik. Vakıfı kendilerine devredebileceğimizi söyledik. Teklifimiz kabul edilmedi. Belki de böyle bir şeyin yakışık almayacağını düşünmüş olabilir... 11. Yazıcıoğlu’nun şehadeti ile birlikte birçok kişi kendisinin yakın dostu imajı verip
rant sağlamaya çalıştı. Bu hususta neler söylersiniz? Siyasetten ticarete kadar bu dediğiniz gerçekten yapıldı; ama şimdi giderek azalıyor. Allah rahmet eylesin... Geride çocukları için temiz bir miras bıraktı... Ölünceye kadar temiz kalmış ahlaklı bir insanın bırakacağı miras, somut ve elle tutulur bir miras değil elbette... Böyle bir insanın çocukları olarak gururla toplumun içinde gezebilirler... 12. Şehadetinin 6. yılında, bugünkü siyasi ortamda onun duruşuna ihtiyaç var mı? Kesinlikle evet... Türkiye Cumhuriyeti’nin milli sorunlarıyla ilgili eleştirilerini yapardı; ama her zaman çözümden yana tavır alırdı. Kendi kişiliği ve kimliğine de bir halel getirmezdi. Yıkıcı muhalefet yaptığına şahit olmadık... Bir gün CHP’ye yaptığı yıkıcı muhalefetten dolayı, “Sen bu memleketin başına bela mısın kardeşim!” diye çıkışını hiç unutmuyorum. Belki bazı insanlar, rahmetli Yazıcıoğlu’nun muhalefetini “cürmü kadar yer yakardı” diye küçümseyebilirler; ama şunu belirtmek isterim ki, önemli yol ayrımlarında onun siyasi özgül ağırlığı çok yüksekti... 13. Hocam son olarak söyleyeceğiniz bir şeyler var mı? Bir arkadaşımızın yerinde bir ifadesi ile çağımızın son Alperen’iydi… Aramızdan ayrılışının altıncı yılında onu rahmetle anarken, bıraktığı “güzel insan”, “iyi insan” ve “temiz siyasetçi” mirasının bu topraklarda yaşamasını temenni ediyorum.
ağzından, kendisini yarı yolda bırakıp gidenler için bir acı söz çıktığını duymadım. Bu önemli bir ölçüdür.
"
Mart 2015 47
9. Ülkücü hareketin vakıfçılığa önem vermediği görülüyor. Bu konuda eksik kalmalarının en önemli sebebi nedir?
Mart 2015 48
" Türkistan’ımda Bir 11 Nisan 2005-Türkistan Aziz Hatırasına Hürmet ile... Dr. FATMA SÖNMEZ / Ahmet Yesevi Kültür Derneği Yön. Kur. Başkanı
"
drfatmasonmez@hotmail.com
Günlerdir var olan telaşem bugün kendini daha çok heyecana ve yaptığım programda ortaya çıkabilecek aksaklık endişesine bırakmıştı… Türkistan’daki görevim; Türkistan’ımı Türkiye’den gelen her bir heyete en iyi şekilde tanıtmak olsa da asıl gönül niyetim; buraya gelen her bir ziyaretçiyi, Hazret sultan Yesevi Baba’mızın sadece adıyla değil onun kutlu niyeti, hayatının satırları ve elbette hala capcanlı hissedilebilen ruhaniyetinden gönüllerinde oluşan zevkle ayrılmalarını sağlamaktı… Her seferinde var olan bu samimi niyetim ile başlayan yeni bir heyeti ağırlama telaşem, bu sefer biraz farklıydı; çünkü gelen heyetin başı töre ağası; Muhsin Yazıcıoğlu…O,bugüne kadar bu diyarı ziyarete gelenlerin ötesinde farklı özellikler taşıyan,bilineniyle siyasetçi oysa siyasetçi kimliğinin çok ötesinde bir güzel insan, bir gönül adamıydı. Öyle ki; neredeyse çocukluğundan bu yana Orta Asya’da Rus Mezalimi altındaki ataları için, kardeşleri için bir yanıyla gayretle ömrünü geçirmiş, diğer yanıyla ise; gönlü bu toprakların hasretiyle ,Orta Asya’nın Manevi Başşehri Türkistan’ın hayaliyle yanıp kavrulmuş bir yiğit gönül, bir efsaneydi … Bu duygu ve düşünceler içinde Türkistan valimizle yaptığımız son hazırlık toplantısından ayrılıyor,Türkistan’dan Çimkent’e heyetimizi karşılamak üzere hareket ediyoruz. Karayoluyla yaklaşık bir saat mesafedeki Çimkent’te, havaalanında karşılama yapacağız. Karşılamada Türkistan ve Çimkent bölge valilik yetkilileri ile Ahmet Yesevi Üniversitesi yetkilileri olacak… Yol boyunca heyetin kalacağı günlerin programlarına göz atıyorum, protokol ziyaretleri, üniversiteye ziyaret ,öğrencilerle buluşma ve en büyük payı ise başta Ahmet Yesevi Külliyesi olmak üzere manevi ziyaretler kısmına ayırdım. Çünkü biliyorum ki o Hak dostlarının sevdalısı bir maneviyat aşığıydı aynı zamanda… Çimkent havaalanına yaklaşmıştık, Çimkent, Türkistan’a bakıldığında
daha büyük, eyalet olarak yönetilen bir bölgeydi, Türkistan’da geleneksel motifler ne kadar yaygın ise Çimkent’te yabancı kültür dejenerasyonu o kadar büyüktü. Bunun en belirgin göstergelerinden biri ,günlük hayatta kullanılan dilin aradaki kısa mesafeye rağmen birinde Rusça, diğerinde Kazakça olması, dinlenilen müziğin ,dinlenme tarzıyla bile farkıydı…İşte Çimkent sınırlarıyla birlikte ,Türkistan’dan çıkışta yol kenarlarında kımız ,kırman satan geleneksel kıyafetli teyzelerimin yerini ,burada kot pantolonlarla kulağında kulaklık pop müziği dinleyen genç insanların yoğunluğu alıyordu…Havaalanından içeri girip Vip bekleme alanına geçtiğimizde hayret verici bir manzarayla karşılaştık, zira müthiş bir kalabalık ,karşılama için bizden önce gelip çoktan konuşlanmıştı…Bu coğrafyada ikamet edenlerin yanında Türkiye’den eğitim ve iş sebebiyle burada bulunan çocuk, genç, ihtiyar, kadın ,erkek kalabalık o kadar heyecanlıydı ki onların heyecanı ellerindeki buket buket kırmızı güllere, karanfillere, ufka ümitle kısılmış gözlerine yansıyordu…Uçak inmiş ve heyet görünmüştü. Valilerimiz, yetkili heyet karşı aldık Muhsin Başkan ve beraberindekileri… 94 yılının başlarında Ankara’da bir ödül töreninde görüşmüştük. Kazakistan’a eğitim sebebiyle gideceğimi söylemiştim ayaküstü bir sohbette,ne kadar heyecanlanıp duygulandığını hiç unutamamıştım. Özellikle de üniversitemin adını ve gideceğim yerin Hazret Sultan Yesevi’nin şehri Türkistan olduğunu duyunca… ”Muhakkak git” demişti heyecanla ve “Bizden selam et,git başucuna de ki; seni öyle çok ,öyle çok seven ve bu topraklara hasret bir yürek var ki…adı Muhsin de,ona himmet et ve ruhaniyetini esirgeme nolursun Allah’ın izni inayetiyle de ve muhakkak gelecek rabbim ömrünü vefa ederse de” dedi. Yutkundu,durdu…Ötelere gitti sanki o anda: “Ve bizim adımıza da her ziyaretinde bir Fatiha oku emi? bu Muhsin torunundan de, bu Fatiha bu topraklara hasret yüreklerden Muhsinlerden de bize de arada bir mektup yazmayı ihmal etme”…
"
Rabbiyle baş başa olmanın hazzını, Yesevi yolunun izbasarı olma niyetini, adeta onun yüz sürdüğü her bir alanı en iyi şekilde koklayıp, özümseyip buradaki zamanını
" "
dolu dolu değerlendirmek istiyordu…
Mart 2015 49
Efsane Muhsin Yazıcıoğlu
"
Yesevili öğrenci arkadaşlarım bir kez daha Muhsin Başkan’a hayran olmuşlardı. Sadece sözlerle değil, özüyle de, hali ahvali, imanı, edebi, adabı, düsturuyla da gerçek bir Yesevi torunu, alperen… Yesevili oluşunu yaşıyor, belki de hem Alp, hem de Eren olup da pişenlerin otağı Türkistan’ımda tarihe tanıklık ediyorduk…
Mart 2015 50
"
Onun o zaman gösterdiği o heyecan, gözlerinden akmayıp yüreğine sızan hasret damlaları beni o kadar etkilemişti ki hiçbir ziyaretimde isteği olan Fatiha’ları ve dualarını ihmal etmedim. Her seferinde ya mektup satırlarına ya da belli zaman sonra kullanmaya başladığımız telefonlarla kendisine iletmeye çalıştım... Her birine ayrı sevinir, sanki bizden değil de Hazret Sultan’ımın büyük ruhaniyetinden Türkistan’dan ,Orta Asyalı kardeşlerinden selam alıyorcasına büyük bir hürmet ve duygu yüklü tebessümle karşılardı oradan gelen her bir duayı, selamı, bir esintiyi dahi… Yine o gönülden tebessümü, içten samimiyetiyle karşımdaydı Muhsin Başkan. Kalabalıkların kendisine yaptığı tezahürat, bulunduğu topraklar itibariyle ayrı etki ediyordu besbelli üzerine ki, hiç konuşmuyor, sanki yutkunuyor ve tebessüm ediyordu. Her bir kişiyi tek tek alıp bağrına basarken… Beraberindeki heyet de en az Muhsin Başkan kadar sevinçli ve heyecanlı görünüyordu… “Söz vermiştik hazret sultanımıza, onun kapısına dergahına hasrettik, geldik elhamdülillah...” derken biran önce Türkistan’a varalım dedi sessizce… Muhsin Başkanım ve heyetimizle artık Türkistan yollarındaydık, otobüsün en önünde oturuyor, mikrofonla anlattığım her bir kelimeyi pür dikkat dinliyor, sorular soruyor bir yandan da adeta; “Türkistan’a vardık” diyeceğim o anı bekliyordu… Dedim ki “Başkanım,kıymetli misafirler şimdi yolun tam ufkunda bir güneş misali turkuvaz kubbesiyle parlayan bir ışık görüyorsunuz, işte o ; Pir-İ Türkistan Hoca Ahmet Yesevi’nin Dergah ve Külliyesi’nin sülieti’dir. Yaklaştıkça daha belirgin bir hal alacak ve sağımızda kalacak şekilde şehre giriş yapmaktayız…Başkan o anı ,daha sonraları şöyle ifade etti; “…Kabe’yi İlk Gördüğümde Nasıl Heyecanlanmış Ve Ne Hissetmişsem Türkistan’a Giriyoruz Anonsu Ve Hazret Babamızın Dergahını Yolun Tam Ufkunda Adeta Bir Güneş Misali Gönlümüze Doğuşuyla Görünce, Aynı Duyguları Hissettim…” Başkan o andan itibaren sanki cismen vardı da, ruhen yok gibiydi… Yesevi Dergahı artık her türlü ihtişamıyla otobüsümüzün geçtiği güzergahın hemen sağında, turkuvaz mavisinin en güzel manevi coşkusundan bizleri kucaklıyor, Muhsin Başkanın Fatihaları, artık zaptedemediği, sicim sicim gözlerinden akan yaşlarla karışıyordu… Nasıl maneviyat yüklü bir yürekti bu Yarabbi… Türkistan’da konaklanacak Yesi Otelin önünde de heyet için ayrı bir karşılama heyeti bekliyordu, yine şehrin önde gelen yetkilileri ve geleneksel kıyafetleri içinde üniversite öğrencileri… Dinlenme için ayrılan vakti programdan o an çıkarttıran Başkan, bir an evvel şehrin asıl ev sahibine gitmek istercesine; ”Önce babamızı ziyaret edelim! zaten burada dinlenme de olmaz, biz buraya dinlenmeye gelmedik , buraya gelmek için bu hasret için,bu topraklar için,bu kardeşlerimizle kucaklaşmak için,yıllarca
bekledik…uzaktaki bavrım,kardeşim dedik ağladık…”dedi ve bu sözlerin üzerine,Yesevi Sultanımızın yolundayız, konaklama yeri olan Yesi otele yürüme mesafesinde olan Türbeye varış yolunda başkanın hiç konuşmadığı dikkatimi çekmişti, sorulan sorulara da nezaketen ve kısa kısa cevaplar veriyordu… Çünkü O yine cismen bizimleydi ama bu dakikalardan sonra, kalben, ruhen gönlünde sır ettiği maneviyatının derinliklerinde belki de çok ötelerdeydi… Külliye ve türbe Bölümünü tanıtarak gezdirdikten sonra Başkan heyetten ve bizlerden müsaade isteyerek bir müddet yalnız ziyarete devam etmek istediğini söyledi. Dışarıda beklerken hemen hemen onu tanıyan herkes bunun sebebini tahmin edebiliyordu; o maneviyatını ne kadar derinden yaşarsa yaşasın; yine de Rabbiyle baş başa ıssız bir köşede, gösterişten uzak, kendi halinde ,kalbindeki Hak aşkının coşkusuyla bunu harmanlamak istiyordu. Yesevi düsturunun prensiplerinden biri de bu değil miydi zaten… İlk ziyaretimizde Başkanın kendisini ,bizimde artık başkanı yitirdiğimiz onu en çok etkileyen ikinci durak külliye yerleşkesi içindeki “Çilehane” kısmıydı…Çilehaneye her ziyaretimde doğrusu yıllarca beni de alıp götüren bir atmosferi vardı,biraz toprak,biraz nem,ama hep aşk kokulu bu mekana birkaç iri adımlı merdivenle iniliyordu,inerken nereye bastığınızı dahi bilemeyeceğiniz zifiri karanlık tabiri bir hiçliği aşınca,tahmin edilenin tam tersi inildikçe yavaş yavaş aydınlanmaya başlayan bir varlığa ulaşılıyordu… Çilehane adı verilen bu bölümde Yesevi hz.leri rivayetlere göre 63 yaşından itibaren ,bir 63 yaş da burada kendini dünya nimetlerinden alıkoyan bir ömür daha geçirmişti. Burası bir kısa seccade serimlik dar bir alandı, rahat bir şekilde ayakta durulamayacak kadar tavanı alçak ve kolların iki yana açılamayacağı kadar küçük olan bu yer incecik kırmızı renkte geleneksel Yesevi toprağı ile kaplıydı. Oraya inmek özel ziyaretçilere özel izne tabi olup, sadece bir kişinin ziyaretine uygunlukta bir alandı… Muhsin Başkan da şimdi oradaydı. Rabbiyle baş başa olmanın hazzını, Yesevi yolunun izbasarı olma niyetini, adeta onun yüz sürdüğü her bir alanı en iyi şekilde koklayıp, özümseyip buradaki zamanını dolu dolu değerlendirmek istiyordu… Çilehanedeki ziyareti bitip de yukarıya çıktığında, bizlere dönerek “…çocukluğumdan buyana kokusu gelen bu diyarlar için, keşkelerim, binlerle hamdüsena oldu ve çilehanede geçirdiğim zaman ise ömre bedel bir maneviyat hazzı, Rabbim ruhaniyeti hala esen yele karışan bu büyüklerimizin himmetinden duasından bizleri koymasın. Onlar bizim yolumuzun, gönlümüzün ışığı…” dedi ve ekledi “Yerinizde olsam burada, tarihi şehir Yesi’de bulunduğum her bir anı en iyi şekilde değerlendiririm” Nitekim de, resmi kabuller,
protokol görüşmeleri dışındaki her bir anını Yesi(Türkistan)ile yıllarca baba ocağından, memleketinden uzakta kalmış bir evlat edasıyla sımsıcak bir ahvalde, manevi doyumun zirvesini yakalamaya çalışır bir tempoda geçirmek için gayret gösterdi. İlk günün yorgunluğu hepimiz üzerinde görünür bir haldeydi, heyetimizi oteldeki son çay sohbetinin ardından odalarına uğurlayıp, birkaç günlük uykusuzluğumla biraz dinlenmek üzere evime gitmek üzere ayrılacaktım ki, otel asansörü giriş salonunda durdu ve onca yorgunluk,onca geç bir saat olmasına rağmen aralanan asansör kapısından Muhsin Başkan göründü. Kol altına sıkıştırdığı seccadesi ve üzerinde daha rahat bir kıyafetiyle “Hazret Sultan’ıma bu kadar yakın bir mesafede üstelik o’nun ruhaniyetiyle varolmuş bu güzel beldede nasıl uzanır yatar uyurum,ona gitmeliyim, onun adıyla hakkın huzurunda olmanın hamdine ermeliyim”
cümlelerle paylaşan Muhsin Başkan Üniversite bünyesinde eğitim sebebiyle bulunan 29 Türk Bölgesinden gelen genç insanlarla buluşmaktan da ayrıca büyük bir mutluluk ve gurur duyduğu her halinden gözleniyordu… Programın diğer günlerinde Başkan Türkistan’a girerken yaşadığı o heyecan, huzur ve an be an Türkistan’ı değerlendirme gayretini hiç bozmadı. Neredeyse günlerce hiç dinlenmeye vakit ayırmaksızın dolu dolu bir Türkistan - Otırar - Çimkent - Sayram-Almaata programı geçirdi… Türkistan’da Yesevi Hazretleri’nin manevi huzurundaki coşkusu ruh hali, edebi adabı nasılsa;Tarihi Otırar’da hocası sahabelerimizden Arslan Baba’yı ziyaretinde de ahvali o oldu. Oradaki hatıra defterine el yazısıyla yazıp dualarını, yürek sözlerini ölümsüzleştirdi. Ahmet Yesevi Hazretleri’nin doğduğu şehir olan ve aynı zamanda annesi Ayşe Hatun(Karasaç ana),Babası Şeyh İbrahim Ata ve yakın akrabaları ile sayısız türbe ve dergahın bulunduğu Sayram şehrini ziyarette bir başka duygulanmıştı Muhsin Başkan. Sebebini soranlara ise “O’nu yetiştiren ana baba ne kutlu insanlarmış ki böyle bir güzelliği Rabbim onları sebep etmiş, asırlarca Yolumuzu aydınlatan bir ışık-oğul kime nasip olur ki…”diye özetleyecekti. Sayramın göz alabildiği yemyeşil düzlüğünde heyetimiz otobüsüyle ilerlerken yol kenarında durup, kendisine sevgi gösteren sayramlılara,aşağıya inip
beraberlerindeki ata en az onlar kadar iyi binerek karşılık vermesi yıllarca o yörelerde bir efsane misali anılmasına sebep olacaktı… Evet; söz konusu vatanı, milleti, tarihi, kısaca idealleri ise o, gözünü daldan budaktan esirgemeyecek kadar mert, yiğit, dik durup doğru yürüyen, bilge bir Alp… Hem de atalarını en iyi şekilde temsil etmek niyeti ile edebi, adabı , manevi azığının gayretinde bir eren. Alp-eren otağı Yesi’de şahid oldum ki; yaşadığı şekilde örnek olup, gönüllerde hoş bir sada bırakıp, hasretle yadedilen gerçek bir Alperen… Bir efsane geçmişti Yesi’den ve gerçekten konuk ettiklerimiz içerisnde sonraları hali ahvali ile dilden dile dolaşan bir efsane olmuştu… Ruhu şad olsun, Yesevi Hazretlerine, onun yoluna duyduğu derin, samimi muhabbet ve hürmet ,yine onun ruhaniyetiyle, sonsuzluğun sahibine ulaştığı o yolda, yoldaşı olsun … Binlerle Fatiha Başkanım…
ruhuna
olsun
Yesevi Sultanımı ve o ocakta yetişenleri her ziyarette Fatiha’n ayrı olarak okunmakta, söz verdiğim gibi…
Mart 2015 51
Çok duygulanmıştım, heyete çeviri, rehberlik yapmak üzere yanımda bulunan genç Yesevili öğrenci arkadaşlarım bir kez daha Muhsin Başkan’a hayran olmuşlardı… Sadece sözlerle değil, özüyle de, hali ahvali, imanı, edebi, adabı, düsturuyla da gerçek bir Yesevi torunu, alperen… Yesevili oluşunu yaşıyor, belki de hem Alp, hem de eren olup da pişenlerin otağı Türkistan’ımda tarihe tanıklık ediyorduk… Gece yarısını epeyce geçen bir saatten sonra karanlıkta, gönlündeki iman coşkusunun aydınlattığı patika yoldan büyük bir ihlas ve aşkla ardı ardına dizilen bir zincirin halkaları misali ulaştırdık torunu Muhsin Başkanımızı , dedesi Yesevi sultanın manevi huzuruna. Günün ilk ışıklarının aydınlattığı yer; her zaman olduğu gibi, turkuvaz Yesevi kubbesi değil, Muhsin Başkanın Yesevi Sultanın eşiğinde gözyaşlarıyla ıslanan seccadesinin kıblegahıydı sanki. Dualar ettiğini anlattı dönerken kuş seslerinin seherin sessizliğine ortaklık ettiği, toprak kokusunun ötelerden bir haberci misali benliğimize dolan nağmeleri eşliğinde; “Hayalleri olan, çileleri olan,idealleri olan bir kuşağız! milletimiz, memleketimiz için çok çalışmalı, birlik olmalı, iri olmalı, diri olmalıyız… unutulan, unutturulan atalarımızı çocuklarımıza gençlerimize daha iyi anlatmalıyız. Toplumumuz arasındaki kardeşliği sağlamak üzere ayrımcı unsurları ortadan kaldırmalıyız. başını örten de bizim kardeşimizdir, başı açık da, Türk de bizimdir, Kürt de, Çerkez de, Abaza da, Kazak da, Azeri de, Doğu Türkistanlı da, Gagavuz da, Bosnalı da… Kısacası Adriyatikten Çin Seddine kadar biz biriz, kardeşiz.” Bu dua ve görüşlerini aynı gün Ahmet Yesevi Üniversitesinde onuruna düzenlenen törende binlerce öğretmen ve öğrenciyle yaptığı konuşmada en samimi
Mart 2015 52
2012 yılında kaybettiğimiz Abdurrahim Karakoç’un Muhsin Yazıcıoğlu ile olan kadim dostluğu çok eskilere dayanır. Onlar iki gönüldaş, aynı ülküye inanan iki büyük fikirdi. Karakoç’un vefatından önce yazdığı son yazısını yeniden yayınlayarak, şehit başkan Yazıcıoğlu’nu onun kaleminden bir kez daha dinleyelim istedik. Allah ikisine de rahmet eylesin.
" Sen Bu Yerlerden "
Abdurrahim KARAKOÇ Beşeri ölçülere göre hayli bir zaman oldu sen bu yerlerden bizleri bırakıp gideli Muhsin Başkan. Bir daha eriştik Mart ayına… Kahramanmaraş dağlarında kar fırtınası yok. Seni sevenlerin gönlünde kopan hasret fırtınası bütün şiddetiyle devam ediyor. Genç Alperenler nöbet değiştirerek asırlar öteye taşıyacaklar BBP bayrağını… Gördüğüm kadarıyla emanetin emin ellerde. Kocatepe Camii’nden Tacettin Dergâhı civarında seçilen ebedi istirahatgahın olan yere yolcu ettiğimiz günkü acıyı her an duymaktayız. Az gelir bu dünyaya senin gibiler Muhsin Başkan… Böyle biliyor sevenin de sevmeyenin de. Arada bir gittiğimde, kabrin başında elleri göğe açılı dua okuyan her yaştan insanları gördükçe Muhsin Başkan sevgisinin asla bitmeyeceğini tahmin ediyorum. Sağlığında seninle fotoğraf çektirmek isteyenler ne kadar çoksa, aynı şekilde kabrin başında fotoğraf çektiren yaşlı amcalar, nineler, gelinlik giymiş genç kızlar, genç delikanlılar ve gül yüzlü çocuklar görüyorum. Bu sevgi hasbidir başkan… Sen nasıl ki Türkiye’yi sevdin, Türkiye de seni sevmişti. Milyonlar yürümüştü tabutunun ardından. Ben bu yazıyı yazarken emin ol senin tebessümlü yüzünü görüyorum karşımda. Muhtemelen memleketimin dağları ağlıyor arkandan. Kaç hanım yeni doğan çocuğuna Muhsin adını koymuştur kim bilir… Kaç yalancı kahraman senin cenazendeki sevgi halesine imrenerek ya da kıskanarak bakmıştır acaba… Sevgili Muhsin Başkan; Sen bu yerlerden gideli beri hiçbir şey olmadı diyemem. Belki de çok şeyler oldu fakat değersiz şeyler, emsali çok olan basit şeyler… Birkaç hafta sonra yine bir seçim yapılacak. T.B.M.M. senin gibi inançlı, mert, insan sevgisiyle dolu başka bir milletvekiline sahip olabilecek mi? Eskiden de vardı ama şimdi siyaset ticaret yüzüyle meydana çıktı. AKP yıllık bütçeyi tanzim ederken parti payını ayırıyor. Bir miktar da mecliste temsil edilen partilerin dudağına pekmez çalar gibi hisse veriyor. Türkiye’nin en büyük partisinin kazancı fevkaladenin üstünde.
"
Helikopterinizin düştüğü
İkinci parti ise CHP; kasetçilik sektörüne el attı. Birinci Baykal kaseti, İkinci Baykal kaseti derken ellincisi, yüzüncüsü çıkabilir. Nitekim, pek tanınmamış biri değil ki o yüzden henüz dumanı gözükmedi tali kasetçinin. Çarkçı Kemal diye birisi başkan oldu, dur durak bilmeden palavra savuruyor. Yakında onun da kaseti çıkacak diyorlar.
sümbüller açacak
Rivayet o ki Devlet isimli başkan “Elimi öpmeyeni yüce divana gönderirim, ipe çeker mort ederim” diyormuş. Celladiye mesleği…
devamlı. Eminim
BDP, bir ayağı mecliste, bir ayağı kandilde, esas gövdesi İmralı adasında bulunan bir parti. Beynelmilel ödeneklerle, siyah renkli paralarla geçinip gidiyorlar. Erbakan Hoca’yı da senin yanına uğurladık sevgili Muhsin Başkan… BBP, şahsiyetli, vakur duruşunu devam ettiriyor. İlerisi için umut verici. Helikopterinizin düştüğü yamaçlarda mor sümbüller açacak yakında. Biz seni hatırlayacağız devamlı. Eminim dağlar da seni hatırlayacaklar. Dağlar merttir, kadir kıymet bilir. En kıymetli varlığı olan, canını dağlarda veren konuğunu hatırdan çıkartmaz ve bağrına basar hayalini. Muhsin Başkan, sen bu yerlerden gideli, karlı dağlara düşeli sevenlerin mütemadiyen ismini söylüyorlar. Mart ayı geldiğinde başka meseleleri askıya alıyor Alperenler. Her yerde sen varsın. Dik duruşunla, yüzündeki tebessümle, firesiz imanınla, aşkınla… Yarınlar mutlaka mirasçın olan Alperenlerindir. Çünkü diğerleri şimdiden korkmaya başladı. Herkes kendi gölgesinden korkmaya başladı. Temennim o ki Alperen Gençliği, Muhsin Başkanlarının şaibesiz izinden yürümeye devam ederler. “Dağlar kış imiş, yolcum üşümüş” diye diye bir yılı tükettik. Emanetin emin ellerde Muhsin Başkan. Takdir elbette Yaradan’ındır. Yüce Mevla rahmetini üzerinden eksik etmesin, artırsın. Sana dağlar misali rahmet layıktır Muhsin Başkan!
yamaçlarda mor yakında. Biz seni hatırlayacağız dağlar da seni hatırlayacaklar. Dağlar merttir, kadir kıymet bilir. En kıymetli
"
varlığı olan, canını dağlarda veren konuğunu hatırdan çıkartmaz ve bağrına basar hayalini.
"
Mart 2015 53
Gideli
" Milletimizin En
Delikanlı Çocuğuna Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nu yetmişli yılların sonuna doğru Siyasal’da okumak için geldiğim Ankara’da tanıdım. İsmi bir efsane gibi ortalıkta dolaşıyor, iradesi, cesareti, gözü pekliği kadar insanlığı, merhameti, mütevazılığı da herkesin hayranlığını celbediyordu. Buradaki herkes sözü rastgele kullanılmış değildir. Hakikaten, ülkenin kurtarılmış bölgelere ayrıldığı, acımasız bir politik mücadelenin sürdüğü o yıllarda, ülkücülerin bu gençlik liderine, az çok onu tanıyan, karton bir karakter olarak değil bir vesile ile onun insanlığına, gönül derinliğine şahit olmuş başka dünyadan gençler de saygı duyuyorlardı. Esasen “insanlık” denilen o değerler dünyası, hepimizin bildiği gibi, politik mücadelelerin ötesinde bir anlama, yere ve bağlara sahiptir. Sıra dışı insanlar, kişilikleri, bu hayattaki
"
Mart 2015 54
Prof. Dr. Naci Bostancı
duruşları ile insanlığın o derin dünyası üzerinden kendi gönüldaşları kadar farklı dünyanın insanlarına da bir ses bir söz düşürürler. Muhsin Yazıcıoğlu işte o sıra dışı insanlardan birisiydi. O dönemde dernek kongreleri büyük salonlarda yapılır, izdiham dolayısı ile adeta o bölgede yer yerinden oynardı. 1978-80 arasında birçok dernek kongresinde ve başka tür toplantılarda bulundum. İnsanların her anlarının hayat memat kaygısıyla geçtiği o yıllarda, bu gergin durumun, aynı zamanda buna karşı oluşan öfkenin, heyecanın ve meydan okumanın kendini en çarpıcı şekilde açığa vurduğu yerler bu toplantılar olurdu. Sloganlar atılır, bir büyük heyecan ortak bir şekilde paylaşılırdı. Bu türden toplantıların en baş konuğu elbette Muhsin Yazıcıoğlu olurdu.
Önü iliklenmiş ceketi, koyu renk takım elbisesi ile coşkulu kalabalığın karşısına çıkar, konuşması öncesi yükselen coşkunun bir parça olsun azalması için bekler, nihayet bir yerden yavaş yavaş konuşmaya girerdi. Ona gösterilen heyecan, orada toplanmış olanların, ya da ülkenin başka şehirlerinde, kasabalarında, köylerinde bulunan, oraya gelemeyen ancak oradaki insanlar tarafından temsil edilen herkesin, tüm ülkücülerin kolektif kimliklerinin karşılığına, yani tam da böyle bir yere oturan Yazıcıoğlu’na gösterilen heyecan olurdu. Çünkü insanlar onda kendi gerçeklikleri kadar özlemlerini bulduklarını düşünürler, onun kararlı yüzü, parlak gözleri, dirayet dolu sesini çın çın daha ilk kelimelerde ortaya koyan konuşması ile kolektif suretlerinin somut, canlı, hayat dolu gerçekliğine şahit olduklarına
12 Eylül dönemi hepimiz için zor bir dönemdi. Ancak böyle vaktiler aynı zamanda insanların, ilgili oldukları fikirlerin, inançların, akıllarının ve kalplerinin hayatın sınamasından geçtiği zamanlardır. Çünkü size şu söylenmektedir: Artık sizin oynadığınız oyun bitti. Yeni birisi söz konusu. Burada yeriniz ve rolünüz yargılanacak ve ceza görecek bir konum. Geçmişi, geçmişteki inançlarınızı, bağlarınızı, arkadaşlıklarınızı, saf tutmalarınızı unutun. Bu badireden sağ salim kurtulmak istiyorsanız bizimle işbirliği yapın, siz de geçmişe bizim gibi bakın. Geçmişi yargılayın. Yanlış yaptığınızı kabul edin. Pişmanlık gösterin. Ancak o zaman bu yeni oyunda olumlu bir rol sahibi olabilir ve yeni bir hayata başlayabilirsiniz. Bu çirkin vaat, karşılığını bulmasa bile insanların zihnini karıştırabilir, onların yüzünde, duruşlarında kimi tedirginlikler, acaba düşünceleri doğurabilir. Sınamadan geçmek kolay değildir. Çünkü her sınama birbirinin tamamen zıttı iki denk durumun arasında, bıçağın keskin ucunda durmak gibidir. Tam da denildiği gibi olmak ya da olmamak halidir. Yazıcıoğlu böyle zamanlarda da sırtındaki yüke aldırmadan, onurla, vakarla, dimdik orada durulduğunda koyu bir karanlık olarak görülen geleceğe yürümekte tereddüt etmedi. Bunun neticesinde de yıllarca cezaevinde kaldı, zor şartlarda bir hayat sürdü. Bugünkü kuşakların o dönemdeki cezaevi
şartlarını ve uygulamalarını hayal etmeleri kolay değildir. Aradaki zıtlık büyüdükçe kimi insanlar için anlatım da zorlaşır. Çünkü söylenecek her söz, ne kadar saklarsanız saklayın, sizin cesaretinizi, kahramanlığınızı, dayanma gücünüzü belirten söze dönüşür. Her söz, bu tuhaf bağlamda kendinize övmeye dönüşür. O yüzden Yazıcıoğlu geçmişe ilişkin fazla konuşmadı, neler yaşadığını detaylı bir şekilde anlatmadı. Yaptığı her daima şu oldu: Ben bu geçmiş anlatısından bugüne ve geleceğe ne söyleyebilirim? Buradan herkesin hayrına ne çıkartabilirim. Yazıcıoğlu bir dava insanı idi. Bunun anlamı, hayatının her aşamasını, her saniyesini davası üzerine kurmuş, ona bağlı bir hayat yaşamış, başka türlü tek bir soluk bile almayı kendisine çok görmüş bir insandı. Hapishaneden çıktıktan sonra vakıf kurup sosyal faaliyetleri sürdürmesi, sonra siyasetle ilişkisi, nihayet ayrı bir partide yoluna devam etmesi, gerçekte istikameti hep aynı olan bir dava insanının hayatından sahneler gibidir. Doksanlı yıllarda, siyasetin güçsüz, sandıktan çıkmamış güçlerin ise siyasete müdahalede son derece istekli ve alanı boş gördükleri bir zamanda gerek meclis içinde gerekse dışında bu anlayışa çok canlı bir muhalefet gösterdi. Daima milli güçlerin, halkın, bu ülkenin değerlerinin yanında oldu. Kıblesi aynı olan insanlar için “Bizim Muhsin” oldu aynı zamanda. Yazıcıoğlu’nun hayata son noktayı koyduğu yer ve biçim de dava adamlarına hastı. Fırtınanın boranın içinde sisin içinde çıplak bir dağ başındaki o nokta sadece onun hayatının değil onun şahsında millet sevdalısı bir damarın geçmiş kuşaklara da uzanan hayatının veciz bir özeti gibiydi. Necip Fazıl’ın, bu dava öksüz, dediği halin bir başka şiirsel ifadesi gibiydi o son nokta. Her nefs ölümü tadacaktır! Hitap bu. Amenna. Yine her ölüm erkendir derler. O da doğru. Her şeye çare olsa da ölüme yok. Yazıcıoğlu’nun bir cümlede veciz özetlenmesi elbette mümkün değil. Fakat yine de bu manada bir söz söylemek gerekirse; milletimizin en delikanlı kişisiydi demek hiç de yanlış olmaz. Allah’tan rahmet diliyorum.
"
Yazıcıoğlu’nun uzun konuşmaları önce tok bir ses, durgun bir anlatım, komplike cümlelerle başlar, düzlükte akan ancak birazdan bir çağlayana doğru yönelecek olan
"
suyun enerjisini, ataklığını o sakinliğinde saklayan bir tonlamayla devam ederdi.
"
Mart 2015 55
inanırlardı. Yazıcıoğlu’nun uzun konuşmaları önce tok bir ses, durgun bir anlatım, komplike cümlelerle başlar, düzlükte akan ancak birazdan bir çağlayana doğru yönelecek olan suyun enerjisini, ataklığını o sakinliğinde saklayan bir tonlamayla devam ederdi. Dinleyiciler bilirlerdi ki bunlar girizgâhlardır, asıl söylenecek olana hazırlıklardır, birazdan bu ses yükselecek, heyecan dozu artacak, salonu bir büyük cerbezede toparlayan bir ahenge, vurguya kavuşacak, nihayet artık sadece söz ve o sözde toplanmış, tek vücut haline gelmiş ortak bamtelinin tınısında buluşmuş bir büyük nabız halinde bu yolculuk sürecektir. Öyle de olurdu. Bazen iki, iki buçuk saat süren o konuşma bittiğinde söylenecek bütün sözler söylenmiş olur, bütün duygular açıklanmış olur, kalplerde ne varsa açığa vurulmuş olur, her şey yerli yerine otururdu.
gençlere Muhsin Yazıcıoğlu’nu
Muhsin " Yazıcıoğlu ve Gençler
sorduk
Mart 2015 56
"
Savaş ÇALIŞIR Yıldız Teknik Üniversitesi /Sosyoloji “Doğru olsam ok gibi yabana atarlar beni, Eğri olsam yay gibi elde tutarlar beni.” Hazreti Mevlana’ya atfedilen bu söz bana menfur bir hadise sonucu şehit edilen, bana göre Türk siyasi hayatının en milli şahsiyeti merhum Yazıcioglu’nu hatırlatır. O islamin değerlerini milletimizin şahsiyeti ile yoğuran elif gibi dimdik, dosdoğru bir millet adamıydı. Bu yüzden yabana attılar ve siyaset sahnesinde başarı elde etmesinin önüne her dönem bir takım engeller koydular. Oysa eğri olsaydı, eğilip bükülseydi el üstünde tutulacakti, iktidar kapıları ardına kadar açılacaktı. Kim bilir bu tür vaatlerle eğilmesi için kimler kimler
"
"
Şehadetinin 6. Yılında
kapısını çaldı. Ama o hicbir zaman bunlara tevessül etmedi ve dedi ki; ‘Bir saniyesine bile hükmedemedigimiz bir hayat için, bir dünya için bu kadar fırıldak olmanın anlamı yoktur’. Bu yüzden bükemedikleri fidanı budama yolunu tercih ettiler. Belki ölümün kapıya dayandığini hissetmişti.Bu yüzden son zamanlarda tüm konuşmalarında ölümden bahseder olmuştu.Allah mekanıni cennet eylesin.
"
Sırp katliamına
Bir dava adamı düşünün ki anasından emdiği süt sonuna kadar helal, haramdan sonuna kadar sakınmış, zalimin karşısında mazlumun hep yanında olmuş. Türk Dünyasının biricik umudu, Turan’ın hükümdarı olmuştur. Muhsin Başkan deyince akla her zaman gülen bir yüz, vatan sevdası için yanıp tuştan mangal gibi bir yürek ve ömrünün son dakikalarında bile dilden düşmeyen tevhid gelir. Takvimler 25 Mart 2009’u gösterirken başsız kalan bir Türk Dünyası, lidersiz Türk-İslam ülküsü. Bir yanda fahri büyükelçisini kaybetmiş Kosova yüreği yanan binlerce alperen ve canlarından çok sevdikleri Muhsin Başkanlarını kaybeden ülkücü gençleri düşünün. Bu kelimeler Muhsin Yazıcıoğlu’nun büyüklüğünü anlatmaya asla yetmez yetmeyecektir de. O Alperenlerin babası, Ülkücülerin Muhsin ağabey’i, mazlumun yardımcısı, zalimin en büyük düşmanıydı. Türk Dünyasının son başbuğuydu Muhsin Yazıcıoğlu. Ruhun Şad. Mekanın Cennet Olsun Başkanım.
İbrahim YILMAZER
karşı defalarca
Yıldız Teknik Üniversitesi/ İşletme
çözüm üretme
Muhsin Başkan, bize göre yürekli bir Anadolu insanı olmanın gereği ve yıldız bir örneğidir. O, hayatı ve mücadelesiyle kendini milletine adayan ve Bosna’yı, Azerbaycan’ı, Filistin’i, Çeçenistan’ı, Kırım’ı, Kazan’ı aynı çizgide gören o kutlu alperen yolunu işaretlemiştir. Her tarafı küfrün, şirkin ve şeytaniliğin sardığı bir zamanda, Anadolu’da ellerini toprağa vurup ayağa kalkmanın ve insanlarımız üzerinde her türlü tasarrufa kendini yetkili gören çirkeflere , eblehlere karşı durmanın , dimdik durmanın adı olmuştur Muhsin Yazıcıoğlu... Ruhu ve kabri şâd olsun.
yollarına giren Yazıcıoğlu, bugün Kosova’daki Türkler için tartışılmaz ve inkâr edilemez şekilde “yiğit adam” olarak anılıyor, ruhuna Fatiha’lar, Yasitn-i Şerif’ler okunuyor.
""
Osman GÜNAÇ Priştine Üniversitesi/ Türkoloji Muhsin Yazıcıoğlu… İsmi belki de birçok anlamı ifade eden, birçok duyguyu aynı anda yaşamamızı sağlayan, var olmuş ve var olacak bir gerçek. Dürüstlük, istikrarlılık, yiğitlik abidesi… Yetime karşı merhameti, mazluma karşı yardımı, haksızlığa karşı yiğitçe, dağ gibi duruşu olan bu adam, sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde yaşayan Türkler için uğraştı. Benim memleketim Kosova için bile… Sırp katliamına karşı defalarca çözüm üretme yollarına giren Yazıcıoğlu, bugün Kosova’daki Türkler için tartışılmaz ve inkâr edilemez şekilde “yiğit adam” olarak anılıyor, ruhuna Fatiha’lar, Yasin-i Şerif’ler okunuyor. Sadece Türkler için mi? Tabi ki hayır. Ben Kosovalı bir Arnavut’um. Buna rağmen onun gibi biriyle tanışamadığım için üzülüyor, yine de mezarı başında dua edebilme şerefine nail olduğum için kendimi şanslı hissediyorum.
Ankara Üniversitesi/ Zihinsel Engelliler Öğretmenliği Her fırsatta Türk Islam Birliği’nin gerekliliğini anlatarak, İslam’a ve Kur’an’a olan bağlılığını dile getiren Büyük Lider Muhsin Yazıcıoğlu’na Rabbimden rahmet dilerim. Tek hayali ve özlemi Türk Islam Birliği’ni kurmaktı. Din, dil, Irk ayrımı yapmadan bu mubarek topraklarda, ezan sesiyle, Al bayrağın altında ve Islam coğrafyasında kenetlenmemizi isteyen büyük lider Muhsin Yazıcıoğlu... Tüm ömrünü Kur’an ahlakının Yeryüzüne hakim olması ve bir an önce Türk Islam Birliği’ni kurmak için geçirmiştir. Büyük Lider Muhsin Yazıcıoğlu’nun belirttiği gibi “ Haksız bir dava uğruna sultanlık yapacağıma, gerekirse haklı davada tek başıma yürüyeceğimi söylüyorum. “ Rabbim bizlere Muhsin Yazıcıoğlu’nun hayali olan Türk İslam Birliği’ni kurmayı nasip eylesin inşallah. Rahmet ve saygıyla anıyoruz.
Mart 2015 57
Arife HASKUKA
" Kafkas İslam Ordusu Turan Yolunda
"
Mart 2015 58
Ph. Dr. Cavid MÖVSÜMLÜ I.Dünya Savaşı sonlarına doğru büyük sömürge imparatorluklarından biri olan Rusya Çarlığı devrilerek bir iç savaşa gark olmuş ve hükümranlık ettiği topraklarda özgürlük adına milletleri ayaklandırmıştır. Bu karışıklıklar kendisini Kafkaslar’da daha şiddetli derecede göstermiş özellikle Kafkaslar’daki Türk ve Müslüman halklar bir yandan İngilizler diğer taraftan çar taraftarlarıyla (beloqvardeytsi) mücadele ederlerken bir de komünistlerin (bolşevikler) tepkisine maruz kalmışlardır. Savaş meydanına çevrilmiş olan Kuzey Kafkasya’da yaşayan Türk ve Müslüman ahali bu zor durum karşısında TemirhanŞura şehirlerinde 5 Mayıs 1917 tarihinde bir araya gelerek Dağıstan İcmalar Birliği adlı milli bir komite kurmuşlardır. Bu teşkilata o zamanlar meşhur Kafkas kökenli Türk (özellikle Kumuk Türkleri – C.M) aydınları önderlik etmişlerdir. Bu ünlü isimler arasında Abdülmecit Çermoyev, Heyder Bammat, Muhammet Qari
Dibrov, Pşemaho Kotsev, Necmetdin Gotsinski ( N. Gotsinski, Şeyh Şamilin en yakın müridlerinin birinin oğluydu ve aynı zamanda komite tarafından bütün Kuzey Kafkasya’nın imamlığını yapmaktaydı-C.M) gibi şahıslar bulunmaktaydı. Bu gelişmeleri gören çar taraftarları ve Bolşevikler Dağıstan’ın şehirlerini işgal etmeye başlamışlardır. 31 Mart 1918 tarihinde Bakü’de Ermeni taşnakların sivil Azerbaycan Türklerine karşı giriştiği katliamlara göz yummayan Kafkaslı Türk kardeşlerimiz, İncikale’den (Mahaçkala) gönüllü milis destekleriyle Bakü’ye doğru harekete geçmişlerdir. Onların Dağıstan’dan çıkmasını fırsat bilen Bolşevikler ise hemen Dağıstan’ın boş kalan şehirlerini işgal etmişlerdir. Bu acı hadiselerin ortasında kalan Dağıstanlılar kurtuluş yolunu Osmanlı’da görmüştür. 1918 yılının Nisan ayında Abdülmecit Çermoyev’in önderliğinde İstanbul’a giden elçi heyeti Enver Paşa ile görüşmüş ve Türk ordusundan himaye istemiştir. Enver Paşa, Türk ordusunun Kuzey Kafkaslara gelmesinin henüz mümkün olmadığını
ama geleceği zaman için Kuzey Kafkasyalı Türk ve Çeçenlerden kurulu bir ordu oluşturulmasını isteyerek Yarbay Nazım Bey’i ve Yarbay Ahmet Şükrü Bey’i bölgeye göndermiştir. Trabzon ve Batum konfranslarında görüşlerde bulunan Kuzey Kafkaslılar 11 Mayıs 1918 tarihinde ilan edilen Kuzey Kafkas Cumhuriyeti’nin Osmanlı tarafından desteklenmesi ve tanınmasına sebep olmuşlardır. Aynı yılın 8 Haziran’ında Batum’da Osmanlı ile Kuzey Kafkas Cumhuriyeti arasında dostluk ve kardeşlik antlaşması imzalanmıştır. Bu gelişmeler karşısında Bolşevikler Dağıstan’ın işgalini hızlandırmaya başlayarak Vladikavkaz’ın birçok bölgesini kendi kontrollerine almışlardır. Bunun ardından Türklerden kurulu Kafkas Ordusu ani bir hücumla on üç gün süren savaşlardan sonra 17 Ağustos tarihinde Vladikavkazı tekrar işgalci güçlerden temizlemiştir. Fakat o dönem bölgenin birçok yeri yine de Bolşeviklerin işgali altındaydı. Bu defa durumu iyileştirmek için Gence şehrinde konuşlanan Kafkas
"
İsmail Hakkı Bey Dağıstan’ın Aktı şehrine gelerek orada Rus esirliğinden kurtulan Türk
Bolşevik tehlikesi sürdüğü sırada çar taraftarı Albay Biçerahov da harekata geçerek Mohaçkala ve Derbent’i işgal etmek istemiştir. Harekete geçen Biçerahov 15 Ağustos’ta Derbent şehrini işgal ederek İncikale’ye yönelmiş daha sonra Güneyden, Azerbaycan Cumhuriyeti’nden ve ona yardım eden Kafkas İslam Ordusu’ndan gelebilecek tehlikelere karşı hazırlıklara başlamıştır. Bu arada kötü bir durumda olan Kafkas coğrafyası için Nuri Paşa Bakü’nün düşmandan temizlenmesinden sonra yaptığı toplantıda Kafkas İslam Ordusu’nun bir kısmının Azerbaycan ordusuyla beraber Karabağ’da bozgunculuk yapan Ermeni teröristlere karşı gönderilmesi, bir kısmının Bakü’de bırakılması büyük kısmının ise Kuzey Kafkaslara yapılacak harekat için hazırlanması emrini vermişti. 20 Eylül tarihinde ordu süratle harekat hazırlıklarına başlamıştır. Hazırlıklar sona erdikden sonra 1 Ekim tarihinde Kafkas İslam Ordusu Yarbay Süleyman İzzet Bey’in komutasında trenle Bakü’den Derbent’e doğru harekete geçmiş, 4 Ekim’de Nuri Paşa da bu yolculuğa katılmıştır. Bu arada Türk ordusunun yaklaştığını duyan Biçerahov İncikale’deki birlikleri Derbent şehrine getirterek şehri savunma hazırlıklarına başlamıştır. 5 Ekim 1918 tarihinde Kafkas İslam Ordusu tarafından Derbent şehrine karşı saldırı harekatına geçilmiştir. Biçerahov’un ordusunu şehrin stratejik yerlerinden çıkarmak ve fazla kayıp vermemek için akşam saatlerinde yapılan hücumu ertesi sabahki ikinci hücum izlemiş ve nihayetinde Türk ordusu
Rus ordusunu bozguna uğratarak sabah saatlerinde şehri tam olarak kontrol altına alabilmiştir. Bu çarpışmanın neticesinde Derbent’in ana cadde ve meydanlarına Türk bayrakları asılmıştır. Böylelikle Türk ordusu mühimmat bakımından kendisinden çok daha donanımlı bir orduyu görülmemiş bir kudretle yenerek Bakü zaferini Derbent’de de tekrarlamıştır. Bu yenilgiyi hazmedemeyen Biçerahov 7-13 Ekim tarihleri arasında ardı arkası kesilmeden Türk ordusuna saldırdıysa da her defasında yenilgiye uğramış ve neticede geri çekilmek zorunda kalmıştır. Türk ordusunun başarılar kazandığı bir zamanda Osmanlı müttefikleri Antant devletleriyle barış anlaşmalarına başlamak için müracaat etmişler ancak Türk ordusu Turan’a doğru gittiği yolda geri dönmek fikrinde olmadığını belli etmiştir. Bu nedenle Enver Paşa’nın emriyle, eğer Osmanlı devleti de barış görüşmelerine katılırsa o zaman Kafkas İslam Ordusu güçleri Dağıstan ve Azerbaycan Cumhuriyetlerinin milli ordusuyla birleşerek bu ülkelerin bağımsızlığının korunmasıyla görevlendirilmişti. Derbent’in tam olarak işgalcilerden arındırılmasından sonra 13 Ekim 1918 tarihinde Kuzey Kafkas Cumhuriyeti hükümeti kurularak devletin resmi bayrağı şehirde göndere çekilmiştir. Daha sonra Kafkas İslam Ordusu vakit kaybetmeden İncikale’nin işgalden kurtarılması için Derbent’den Kuzeye doğru harekete geçmiştir. 13 Ekim tarihinde Kuzey Kafkas Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı Abdülmecit Çermiyev Rus ordu komutanı Biçerahova nota göndererek işgal ettikleri İncikale ve etrafındaki bölgenin yeni kurulan cumhuriyete ait olduğunu bildirerek 20 Ekim tarihine kadar bu arazilerin boşaltılmasını talep etmiş fakat Biçerahov 16 Ekim tarihli cevap niteliğindeki mektubunda Dağıstan’ın Rusya toprağı olduğunu ve hiç kimsenin Rus ordusunun bu yerlerden çıkarılmasına etki edemeyeceğini bildirmiştir. Birleşik ordu 20 ekim tarihine kadar bekledikten sonra Rusların geri çekilmediğini görünce Süleyman İzzet Paşa komutasında hücuma başlamıştır. Derbent’den başlanan yürüyüşte karşılarına çıkan Biçerahov’un ordusu defalarca yenilerek geri çekilmek durumunda kalmış ve meydanda
askerlerinden küçük bir bölük oluşturarak yerli ahalinin de ordu içerisine katılımını sağlamıştır. Fakat yerli ahali arasındaki düşmanlıklar nedeniyle tüm
"
Dağıstanlıları bir araya getirmek mümkün olmamıştır .
" Mart 2015 59
İslam Ordusu’nun komutanı Nuri Paşa, Yarbay İsmail Hakkı (Berkok) Bey’i Dağıstan’a ordu düzenini sağlamak için göndermiştir. İsmail Hakkı Bey Dağıstan’ın Aktı şehrine gelerek orada Rus esirliğinden kurtulan Türk askerlerinden küçük bir bölük oluşturarak yerli ahalinin de ordu içerisine katılımını sağlamıştır. Fakat yerli ahali arasındaki düşmanlıklar nedeniyle tüm Dağıstanlıları bir araya getirmek mümkün olmamıştır. (Dağıstan’da günümüzde de otuzdan fazla irili ufaklı etnik gruplar yaşamaktadır-C.M). Durumun iyi olmadığını gören İsmail Bey merkezden bu bölgeye daha büyük ve nizami bir ordunun getirilmesini istemiştir.
"
Süleyman İzzet Bey ziyafette Azerbaycan ve Dağıstan devlet erkânından Kafkas İslam Ordusunun her şehirde baş veren savaşlar sonunda verdiği şehitler için bir şehitlik kurulmasını ve adlarının ebedileştirilerek tarihin sayfalarında yerlerini almaları ricasında
Mart 2015 60
bulunmuştur.
"
savaşamayacağını gören Biçerahov tüm kuvvetleriyle 27 Ekim’de İncikale’ye sığınarak savunma taktiğini uygulamaya koymuştur. 5 Kasım 1918 tarihinde Süleyman İzzet Paşa İncikale’ye doğru hücuma geçerek 6 Kasım tarihinde Terki dağı yakınlarında son defa olarak Rus ordusunu ağır bir yenilgiye uğratmıştır. Bu kanlı savaştan sonra Biçerahov’un bozguna uğrayan ordu birlikleri deniz yoluyla Heşterhan’a kaçmaya başlamış ancak bu defa da Fransız ve İngiliz elçileri Süleyman İzzet Paşa’ya gelerek Osmanlı’nın Antant devletleriyle barış imzaladığını ve savaşların durdurulması gerektiğini söylemişlerdir. Sonuca bu denli zor yollardan geçerek yaklaşmış Türk ordusu için İncikale’yi bırakmak doğru olmayacaktı. Bu nedenle Türk ordusu uğruna kan döktüğü İncikale’nin fethini 8 Kasım’da gerçekleştirmiştir. 10 Kasım tarihinde ise muzaffer Türk ordusu tarafından Tarki, Altınboyun, Kumterkala gibi stratejik yerler kontrol altına alınmıştır. Ayrıca İncikale’nin alınmasından sonra İngiltere ile anlaşarak Brest-Litovsk anlaşmasının kurallarına uygun şekilde Kafkaslardan geri çekilme fikri kabul edilmiştir. Kafkas İslam Ordusunun Dağıstan harekatında 192 şehidi olmuş, 362 askeri yaralanmış, 20 askeri ise kaybolmuştur. Bu kanlı savaşlar ve akabinde gelen zaferlerden sonra ordu için geri dönmek mecburiyeti doğmuştur. Bu arada Osmanlı’nın Antant devletleriyle varılan mutabakata rağmen Kafkaslardan ordusunu geri çekmemesi İngiltere’yi rahatsız etmiş ve amiral Tomson (o zaman Kacar devletinin Enzeli limanında karar tutmuştu-C.M) 12 Kasım tarihinde Nuri paşa’ya gönderdiği notada 17 Kasım’a kadar Kafkasları terk etmedikleri takdirde Bakü’nün işgal edileceğini bildirmiştir. Daha sonra Nuri paşa görevinden ayrılarak Azerbaycan Cumhuriyetinin hizmetine girmiş, yerine Mürsel Paşa Kafkas ordusunun komutanı olarak getirilmiştir. Nuri Paşa’nın bu
adımından sonra Kafkas İslam Ordusunda görevli birçok asker geri dönmekten vazgeçerek Azerbaycan ordu sıralarında görev almıştır. Dağıstan’da olan ordu birlikleri ise son olarak 26 Kasım tarihinde geri çekilerek Azerbaycan’a geçmişlerdir. İncikale’den trenle hareket eden Süleyman İzzet Paşa hatıralarında şunları ifade etmiştir: “Geri dönerken hep savaşarak kan döktüğümüz dağlara bakıyordum. Orada şehit düşen kahraman kardeşlerimizi bırakıp dönüyorduk”. Hem Dağıstanlılar hem de Azerbaycanlılar gözyaşları içinde Türk mehmetçiğiyle vedalaşmış ve ayrılmışlardır. Ayrılık öncesi Gence şehrinde Azerbaycan hükümeti Türk askerlerine veda ziyafeti vermiş ve bu ziyafette Nuri Paşa kahraman Süleyman İzzet Bey’i Bakü ve İncikale zaferlerinin asıl kahramanı gibi meclise takdim etmiştir. Süleyman İzzet Bey ziyafette Azerbaycan ve Dağıstan devlet erkânından Kafkas İslam Ordusunun her şehirde baş veren savaşlar sonunda verdiği şehitler için bir şehitlik kurulmasını ve adlarının ebedileştirilerek tarihin sayfalarında yerlerini almaları ricasında bulunmuştur. (Azerbaycan Cumhuriyeti tekrar özgürlüğünü kazandıktan sonra şehit düştüğü bilinen her şehirde Türk askerleri için abideler yüceltilmişti-C.M). Daha sonra Türk ordusu Azerbaycanı da terk ederek Gürcistan’a oradan da Anadolu’ya dönmeye başlamış ve son Osmanlı birlikleri de 30 Kasım 1918 tarihinde Azerbaycanı terk etmiştir. Kafkas İslam Ordusunun destanı acılarla, kanla, zorluklarla dolu bir yolda yazılmıştır. Fakat hafızalarda uzun zaman yaşayan bu destanı günümüze kadar Azerbaycan ve Dağıstan Türklerinin aklından kimse silememiş ve bu milletin tarihinde büyük iz bırakan Kafkas İslam Ordusu bu millet yaşadıkça hatıralarda yaşamaya devam edecektir.
KAYNAKLAR • Dr. Mustafa Görüryılmaz, Kafkas İslam Ordusu ve ermeniler, Bakı-2008. • Nasir Yüceer, Birinci Dünya savaşında Osmanlı ordusunun Azerbaycan və Dağıstan harekatı, Ankara-1996 • Birinci Dünya harbinde Türk harbi, Kafkas cephesi, III ordu harekatı, II cild. • Süleyman İzzet, Büyük Harpte (1334-1918) 15. Piyade Tümeninin Azerbaycan ve Kuzey Kafkasyadaki Harekat ve Muharebeleri, Askeri Matbaa-1936. • Rüştü Türker, Birinci Dünya Harbinde Bakü yollarında 5.ci Kafkas Piyade Tümeni, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı-2006. • Tadeusz Swietochowski, Russian Azerbaijan 1905-1920: The Shaping of a National Identity in a Muslim Community. Cambridge University Press-2004. • Azerbaycan Halk Cümhuriyyeti Ensiklopediyası, I cild, Bakı-2005. • Azerbaycan Halk Cümhuriyyeti Ensiklopediyası, II cild, Bakı-2005. • M. Süleymanov, Kafkas İslam Ordusu ve Azerbaycan, Bakı-1999.
" Yenilgi Aynası "
Gülnaz YÜCEL
Güzel günler göremedik. Laleliden kalkan tramvaya yetişemedik. Beklentiler içine giriyoruz, işlerimizden vakit arttırıp o vakitte kurduğumuz beklentiler... Hayallerin hazzına ulaşınca mı küstük dünyaya yoksa dünyaya küstüğümüz için mi hayal kurar olduk? Tercihler farklı görünür ama seçim nedeni aynıdır. Farkındayım, içimiz ısınmıyor annemizin şefkatli elleriyle. Dünya bizi çekip aldığı günden beri dönemiyoruz annemize, onun bereketli sevgisine. Birbirimizi yaptıklarımızla değil giydiklerimizle tanıyor, düşündüğümüz kadarıyla bildiğimiz kadarıyla kalıba koyuyoruz insanları. Tanımadan, saf bir önyargıyla. Mevsimler ne olursa olsun toplanmayacak karmaşası düşüncelerin. Muskalanacak yine kıştan kalma aforizmalar diğer bir kışa kadar.
Biz yine o safında güneşin, bir İncil daha fırlatacağız dünya devletlerine. Dünyayı umut kurtaracak kardeşim, dünyayı biz kurtaracağız elbette. Sen değil miydin “Özgür Suriye! Özgür Filistin!” diye umuttan sloganlar atan? Boyumdan büyük beylik lafların üstüne çıkarak bakıyorum dünyaya, Ankara’dan görüyorum Akdeniz’i. Bizde böyle işte, bizde yeryüzünün tüm “kollarımdan tutup bi’ kaldırır mısın”ları. Yenilmişliğimiz hırsımıza karşı aldığımız en büyük zaferdir. Gözlerimizin kanlanması belki de iyiye işarettir. Bırakalım ve sığınalım kendimize. Kendimizleşmeye başlayalım, elimizdeki katalogları bir kenara bırakalım. Kafka bunu yaptı diye, Dosto şöyle dedi diye bizi öyle yaşatan zinciri kıralım. Bizim tek kataloğumuz şehre koşarak giren o araptı abiler! Düzgün cümleler kurmak, birbiriyle bağlamak cümleleri, neye yarar? Anlatılan zaten anlaşılmayacak.
İçimdeki seslerin bana hükmedişini anlatsam içini susturanlar nasıl anlayacak? Güldüm bir gün, hayatıma bir insanı sevmekle başlayan bir neşe geldi. İnsanın canının içine alıp koyabileceği bir dostu olurmuş meğer onun yokluğunda anladım. İnsan herkese soruyormuş o gidince “Dostumu kaybettim orada mı” diye. Elimize dünya haritasını alıp bir şiir yazmaya başlıyoruz sırayla hangi acıları yazayım diyerek. Aman şunu unuttum dediğimiz ne varsa, şunu da yazayım dediğimiz ne varsa ağlıyoruz onlar için her duadan sonra. Kuşlar konunca anlıyoruz ki gökyüzünde yer kalmamış. İnsanlar gökleri de satın almış, yerleri de. Satılmayacak, sayılmayacak, dokunulmayacak ne varsa âmin Allah’ım, bereketin neredeyse âmin Allah’ım. Ölüm, ardından bütün acı kelimeler. Artık yaraya dokunulmayacak. Zorlanmayacak artık hayat şartları, anneleri bırakın ağlayacaklarsa. Uzun bir yürüyüşün başlıyor sancıları...
Mart 2015 61
Limon ağaçları kurudu.
Mart 2015 62
K端lt端r Sanat
Mart 2015 63
"
"
Mart 2015 64
Bir Mabed Diyar覺
Mart 2015 65
BURSA
" "
Mehmet Akif CAN
Mart 2015 66
Medeniyetler beşiği Anadolu’nun kadim kentlerinden birisidir Bursa. Marmara denizinin Güneydoğusunda yer alan bu kadim kent adeta yeşilin ve tarihin buluştuğu bir kültür kentidir. Türkiye’nin en büyük beş ili arasında yer almakla birlikte Asya ve Avrupa’nın buluşma noktasında olması stratejik bakımdan da ehemmiyetini arttırmaktadır. Bu sebepledir ki; tarih boyunca çok sayıda devlete ev sahipliği yapmıştır. Hitit, Lidya, Frigya, Roma, Bizans, Selçuklu ve nihayetinde Osmanlı bu beldede hüküm süren devletlerdendir. Cihan devleti Osmanlı’nın ilk başkenti olan Bursa 6 Nisan 1326 tarihinde Şehzade Orhan Bey komutasındaki Türk ordusu tarafından fethedilmiştir. Evliya Çelebi fetih hadisesini ünlü Seyahatnamesinde şöyle anlatır: “Konya’daki Selçuklular yedi defa yedişer, sekizer ay kuşatmışlar ise de kış geldiğinden muvaffak olamayarak Konya’ya geri dönmüşlerdi. Beyliği zamanında Sultan Osman dahi üç kere kuşatmış, üçünde de fetihsiz geri dönmüştür. Sonra kendisi nikris hastalığına tutulunca, oğlu Orhan Gazi’yi seksen bin askerle Bursa’ya göndermiştir. Onlar da önce, Kaplıca tarafında, Pınarbaşı’ndan birer büyük kule yapmaya başlamışlar ve yedi ayda tamamlayabilmişlerdir. Sonra tekrar kuşatma başlamıştır…Nihayet bir sene süren kuşatmadan sonra, kale yapılan anlaşma ile Orhan Gazi’ye teslim edilmiştir.” Fetih tarihinden I. Murat Hüdavendigar’ın Edirne’yi başkent yaptığı 1365 tarihine kadar da başkent olma özelliğini sürdüren kent Osmanlı’nın ihya ve inşa geleneğinden fazlasıyla nasiplenmiş ve çok sayıda eserle günümüze ulaşmıştır. Fetihten önce bir hisar içinden ibaret olan Bursa Osmanlı’nın nüfuzuyla kısa süre içinde imar edilmiş ve yerleşim geleneği hız
kazanmıştır.
Manevi bir iklime sahip oluşunda en büyük pay şüphesiz zengin bir mabet diyarı olmasından kaynaklanmaktadır. II. Murat da dahil olmak üzere ilk Osmanlı padişahları Bursa’nın imarına büyük önem vermişlerdir. Öyle ki; Osmanlı devletinin ilk iki yüz yılında Bursa barındırdığı mimari yapılarıyla hem ilmin hem de ticaretin merkezi hüviyetini kazanmıştır. Sayısı yüzleri bulan yapıtların yarısından çoğunu cami ve türbeler oluşturmaktadır. Yeşil Bursa diye de anılan kentte yer alan câmilerden birkaçını sayacak olursak: Orhan Câmisi, Ahi Hasan Mescidi, Hüdavendigâr Câmisi, Şehadet Câmisi, Koca Naib Câmisi, Hayrettin Paşa Câmisi, İzzeddin Câmisi, Yıldırım Câmisi, Ali Paşa Câmisi, Demirtaş Câmisi, Ertuğrul Câmisi, Gazi Timurtaş Mescidi, Molla Fenâri Câmisi, Yıldırım Bayezîd tarafından yaptırılan ve Evliya Çelebi’ye göre Bursa’nın Ayasofyası olan yirmi kubbeli Ulu Câmi, Çelebi Sultan Mehmet tarafından Hacı İvaz Ağa’ya yaptırılan ve İznik çinileriyle süslü ünlü Yeşil Câmi, Sultan II. Murat tarafından yaptırılan özel plânlı Muradiye Câmisi, Abdal Câmisi, Zeyniler Câmisi, Bursa câmileri içinde en geniş avluya sahip Emir Sultan Câmisi, Üftâde Câmisi ve daha onlarcası güzel Bursa’da tarihin ve ilmin sembolü konumundaki güzide eserlerdendir. Bu gönül aydınlatıcı mekanların haricinde görülmeye değer yüzlerce türbe, bedesten, kervansaray, medrese, han, hamam, müze ve surlar şehrin derinliğini oluşturmaktadır. Ayrıca bu medeniyet timsali kentte 6 padişah ve 20 şehzade mezarı bulunmaktadır. Osmanlı devletinin kurucusu Osman Bey’in türbesi Tophane’de bulunuyor. Türbede ayrıca oğlu İbrahim ve Sultan I. Murat’ın oğlu Savcı Bey ile Asburçe Hatunun mezarları da yer alıyor. Orhan gazinin türbesi de yine Tophane’de yer almakla birlikte türbesinde eşi
Nilüfer Hatun ve çocukları ile Yıldırım Bayezîd ve Cem Sultanın oğullarının mezarı bulunmakta. Yine Yıldırım Bayezîd’in, Çelebi Mehmed’in, Fatih Sultan Mehmet’in babası II. Murat’ın, Sultan I. Murat’ın mezarları da Bursa ili sınırlarında adeta şehrin tapusu niteliğinde. Lala Şahin, Hüdavendigâr, Molla Yegân medreseleri başta olmak üzere medreseleriyle, Abdülmecit Han tarafından 1844 yılında yaptırılan Hünkar Köşkü başta olmak üzere köşkleriyle, Kaza hanı, İpek hanı, Pirinç hanı gibi hanlarıyla, Kapalı çarşı ve Bedesten çarşısı gibi ticaret merkezleriyle görülmeye değer nitelikte bir dokuya haiz kent her yıl milyonlarca turisti ağırlıyor. Güzel belde Bursa’nın sahip olduğu kültürel ve tarihi derinlik bu bölgenin manevi büyükleri olmadan şüphesiz ki değerlendirilemez. Osmanlı devletine başkentlik yapmış Bursa’nın mayası da bu mübarek eller tarafından yoğrulmuştur. Mâna köklerimizin sahibi büyüklerden biri olup gerçek adı Şeyh Hamid-i Aksarayî olan halk arasında ise Somuncu Baba olarak bilinen Allah dostunun Bursa açısından ayrı bir önemi bulunmaktadır. Yıldırım Bayezîd Han’ın yaptırdığı Ulu Câminin inşaatında çalışan işçilerin ekmek ihtiyacını karşılayan Somuncu Baba’nın veli bir zat olduğu Ulu Câminin açılışı sırasında anlaşılır ve Somuncu Baba bilinmekten duyduğu rahatsızlık üzerine birkaç talebesiyle şehirden ayrılır. Ulu Câminin yapımı tamamlanmış ve bir cuma vakti açılış merasimi tertip edilmiştir. Yıldırım Bayezîd Han damadı büyük alim ve veli Seyyid Emir Sultan’a câminin açılış hutbesinin okuması için görev vermiş fakat Emir Sultan zamanın büyük alimi olarak Somuncu Baba’yı işaret ederek bu görevi onun yerine getirmesini uygun görmüştür. Padişahın emri üzerine minbere çıkan Somuncu
"
“Güzel belde Bursa’nın sahip olduğu kültürel ve tarihi derinlik bu bölgenin manevi büyükleri olmadan şüphesiz ki değerlendirilemez. Osmanlı devletine başkentlik yapmış Bursa’nın mayası da bu mübarek eller tarafından yoğrulmuştur.”
Mart 2015 67
"
Baba irat ettiği hutbeyle Bursalıları derinden etkilemiş, Fâtiha sûresinin yedi ayrı tefsirini yapmıştır. Molla Fenâri hazretleri bu durum hakkında şu ifadeleri kullanmıştır: “Onun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsîr, âdil bir şâhiddir. Fâtiha’nın ilk tefsîrini cemâatin hepsi anladı. İkinci tefsîrini bir kısmı anladı, üçüncü tefsîri anlayanlar çok az idi. Dördüncü ve sonrakileri anlayanlar içimizde yok idi.”
Mart 2015 68
Yine Yavuz Sultan Selim’in nedimi ve yol arkadaşı Hasan Can, ilk Osmanlı medresesinin ilk müderrisi Dâvudel Kayserî, sultanlara sultanlık etmiş ve makamı Üsküdar’da bulunan Aziz Mahmûd Hüdayî, Osmanlı devletinin ilk Şeyhülislâmı Molla Fenâri, Fatih Sultan Mehmet’in “zamanımızın Ebû Hanife’si” diye tanıttığı Molla Hüsrev, Hacı Bayram-ı Veli’nin talebesi ve damadı şair Eşrefoğlu Rûmî, Vesîlet’ün Necât isimli mevlid kasidesinin yazarı Süleyman Çelebi, Aziz Mahmûd Hüdayî hazretlerinin hocası Üftâde hazretleri, Emir Sultan, Geyikli Baba, Dâvud’î Halveti, Akbıyık Sultan, İsmail Hakkı Bursevi, Molla Yegân, Şeyh Ahmet Efendi, Vani Mehmet Efendi, Abdal Mehmet ve daha nice ilim irfan ehli büyük zatlar Bursa’nın manevi mimarları olarak bilinen ve güzel Bursa’nın değerini katlayan büyüklerdir. Marmara’nın güneyindeki asil şehir Bursa’nın on yedi ilçesi bulunmaktadır. Bunlar sırasıyla Osmangazi, Yıldırım, Nilüfer, Kestel, Gemlik, Mudanya, Gürsu, Orhaneli, Büyükorhan, Keles, Harmancık, Yenişehir, İnegöl, Orhangazi, İznik, Karacabey, Mustafakemalpaşa ilçeleridir. Görülmesi gereken çok sayıda kültür varlığı ve doğal güzelliği bulunan Bursa’nın bu çeşitliliğine hemen hemen bütün ilçelerinde rastlamak mümkündür.
Doğal güzellikleri olarak; Atatürk kent ormanı, Ayvaini mağarası, Botanik parkı, Ulubat gölü kıyısındaki Gölyazı köyü, 18.2 metre gövde genişliğine ve 35 metre boya sahip 600 yaşındaki İnkaya çınarı, Saitabat şelalesi, Uludağ milli parkı, Kültür parkı ve Mesire yerleri, on bir çağlayanın bulunduğu Suuçtu alanı doğanın tüm güzelliklerini fazlasıyla barındıran dinlenme yerleri olarak değerlendirilmektedir. Yine turistik amaçlı ziyaret edilebilecek tarihi surlar ve kaleler bakımından da şehir oldukça zengindir. Balabancık ve Gazi Aktimur Hisarı, Bursa Kalesi, Gölyazı iç kale ve kent surları, İznik surları, Kestel kalesi ve Kite kalesi sayılabilecekler arasındadır. Kış turizmi ve kıyı turizmi alanında da iddialı bir kenttir Bursa. Şehrin 36 km güneyinde yer alan Uludağ, Türkiye’deki en gözde kış turizm merkezleri arasındadır. 1961 yılında milli park ilan edilen Uludağ’da sadece kışın değil yazın da sportif faaliyetler ve piknikler yapılabilmektedir. Marmara denizinin güneyinde 135 km’lik bir kıyısı bulunan kentte geniş kumsallar ve plajlar da yaz turizmi açısından cazip yerler arasında görülmektedir. Bursa denildiğinde şehirle özdeşleşmiş çok sayıda simge de akla gelir. Bunlar; asırlık anıt ağaçlar, en gözde eğlence mekanlarından Arap Şükrü Sokağı, Avrupa’nın en büyük tarih öncesi parkı Arkeopark, meşhur Bursa bıçakları, Bursa ipeği, kumaşları, kadifesi, kaplıcaları, Osmanlı döneminde yetiştirilmiş bir ırk olan Bursa Oynar Güvercini, Bursa Saat Kulesi, Bursa İnegöl Köftesi, İskenderi, Kestanesi, Kemalpaşa Tatlısı, dağ çileği olarak bilinen Bursa Çileği, Şeftalisi, Zeytini, Türk kültür yaşamında önemli yeri olan Hacivat – Karagöz gölge oyunları, Bursa Çinisi ve Bursa yöresine ait müziksiz oynanan Kılıç – Kalkan
oyunu vs. Bursa’nın zenginliğine farklı boyut katan ve markalaşmasında etkili unsurlardandır. Termal sularıyla şifalı kaplıcalara da sahip yeşil Bursa tam bir medeniyet kentidir. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Bursa’dan şöyle bahseder: “Gördüğüm şehirlerin hiçbirisine benzer tarafı yoktur. Manevi havası fazla bir şehirdir. Buradaki büyük veliler, müfessirler ve hadisçiler başka diyarda yok. Meğer cennete benzeyen Bağdad’da ola… Güney tarafında olan Uludağ sanki Âb-ı hayat kaynağıdır. Çünkü bu yüksek dağdan bin altmış adet Âb-ı hayata benzer pınarlar akıp bütün imaretleri sular. Arazisi güzel, halkı mahbub, ekili yerleri çok, nimetleri bol, suyu ve havası lâtif, mâmur ve büyük bir şehirdir.” Tüm bunların haricinde medeniyetimiz bakımından çok derin anlamlar ihtiva eden Çanakkale Savaşında da ruhaniyeti yüksek Bursa tarihinden aldığı sorumlukla üzerine düşeni fazlasıyla yapmış ve yaklaşık 3737 yiğidini bu cephede şehit vermiştir. Bu rakam Bursa’yı tüm Anadolu şehirleri içinde en fazla şehit veren il konumuna yükseltmiş ve Anadolu bakımından kentin önemini bir kez daha teyit etmiştir. Velhâsıl, bu kutlu belde Anadolu yarımadası için kökü mazide, duygu yüklü, manevi büyüklerin harcıyla bezeli, kültürel dinamikleri yüksek, yeşili ve tarihi dokusuyla benzersiz, suyu bol bir yerdir. Bir Osmanlı çınarının tohum olarak düştüğü topraktır aynı zamanda Bursa. Yani umuda açılan kapıdır. “Seyahat ediniz ki sıhhat bulasınız!” (Ahmet b. Hanbel, 3/280) öğüdünün ilk uygulanacağı istikametler arasındadır. Son söz olarak, kıymeti bilinmeli ve tez zamanda görülmelidir.
Mart 2015 69
"
Orhan Gazi T端rbesi
"
" İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri Ruhat TÜRKÖNE
"
Mart 2015 70
İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri,1652 senesinde pazartesi günü (bugün Bulgaristan hudutları içinde olan ) Aydos’ta doğdu. Babası Mustafa Efendi aslen İstanbullu’dur.1650 yılında İstanbul Esir Han’ında çıkan büyük bir yangında evi ve eşyası yandığından maddi sıkıntıya düşüp, Aydos kasabasına yerleşmiştir. Üç yaşına girince, babası onu Celvetiyye yolunun büyüklerinden Atpazarlı Seyyid Osman Fadli Efendi’ye götürdü. Osman Fadli Efendi, elini öpen İsmail Hakkı ‘ya ”Sen doğumundan beri bizim halis talebemizsin” dedi. Yedi yaşında annesini kaybeden İsmail Hakkı ,on yaşına gelince, Osman Fadli Efendi’nin Edirne’de bulunan halifesi Abdülbaki Efendi’nin terbiyesine girdi. Abdülbaki Efendinin yanında yedi yıl kalan İsmail Hakkı Efendi ondan; sarf,
nahiv, mantık, beyan, fıkıh, kelam, tefsir ve hadis dersleri aldı. Fıkıhta Mülteka, kelamda şerh-i akaid adlı eseri okudu. Okuduğu bütün eserleri kendi el yazısı ile yazdı. İsmail Hakkı Efendi,1674 yılında zamanın büyük alimi Osman Fadli ’den ilim öğrenmek için hocası Abdülbaki Efendi’nin yazdığı bir mektubu alarak İstanbul’a gitti. Osman Fadli Efendi ile Atpazarı’nda bulunan Kul Camii’nde buluştu. Osman Fadli onu eskiden tanıdığından hemen kabul etti. İsmail Hakkı Efendi hocasına bir müddet hizmet etti ve Allah-ü Teâlâ’nın zikri ile meşgul oldu. Bir gün Osman Fadli onu yanına çağırarak “Senin istidadın gelmiş” dedi. Sonra besmele çekip ,Fatiha-i Şerife’yi okudu ve üzerine üfledi. “Seni Bursa’ya halife yaptım” buyurdu.
İsmail Hakkı Hazretleri şöyle anlatır: “Hocam beni Bursa’ya halife tayin ettiği zaman Mutavvel adlı eseri okuyordum. Hocamın Fatiha okuyup üzerime üflemesinden sonra, bende başka bir hâl zuhur etti .Hocamın bu duasından sonra ilahi marifet ve feyze kavuştum. Bundan sonra ayeti kerime ve hadisi şeriflerin tefsir ve tevilini yapmaya başladım. Muhyiddin-i Arabi, Abdülkadir Geylani, İbrahim Edhem, Üftade ve Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerinden manevi olarak faydalandım. Bursa’ya gittikten sonra hocası tarafından Üsküp şehrine gönderilen İsmail Hakkı Hazretleri burada hocasının gönderdiği mektupla talebe yetiştirmeye, insanlara vaaz ve nasihatte bulunmaya başladı. Mektup şöyledir: “Oğlum Şeyh İsmail Efendi! Aklen ve dinen güzel ve beğenilmiş olan
Mihnet ve acı, insanı bulunduğu mertebeden aşağı indirmez. Bilakis başa gelen musibet ve belayı kadere rıza ile karşılamak iyi akıbetlere vesile olur.
On sene Üsküp’te kalan İsmail Hakkı Efendi 1685 senesinde yine hocasının emriyle Tekfurdağı yoluyla Bursa’ya gitti. Bir Cuma günü Osman Fadli, İsmail Hakkı’yı yanına çağırdı. Bir tefsir şerhini uzatıp: “Al şunu, otuz altı yılık mahsulümdür, Allahü Teâlâ sana daha ziyadesini ihsan etsin” diye dua etti. O duadan sonra İsmail Hakkı Efendi’de daha yüksek haller meydana geldi. Seyyid Osman Fadli Efendi şöyle buyurdu: ”Allah -ü Teâlâ bana öyle yüksek bir talebe verdi ki hocam Şeyh Aziz Mahmud Hüdayi’ye böyle yüksek bir talebe vermedi.” İsmail Hakkı Efendi hocasının vefatından sonra Konya ,Seydişehir, Söğüt, İznik ve İstanbul yolu ile Bursa’ya geldi .Bu yolculuk sırasında Mevlana’yı, Sadreddin Konevi’yi ve Eşrefzade Abdullah Rumi’yi ziyaret etti. Sultan İkinci Mustafa Han’ın daveti üzerine 1695 senesinde Edirne’ye gitti .Nemçe seferinde, orduya cihadın sevabını ve büyüklüğünü anlatarak askeri coşturdu. Osmanlı ordusu önce Belgrat’a vardı, oradan Tuna’yı geçerek düşmanla çarpıştıktan sonra kışın bastırması üzerine Edirne’ye geri döndü. Ertesi sene ordu yine Edirne’den ayrılarak Belgrat’a gitti. O sırada sadrazam, Elmas Mehmet Paşa’ydı. İsmail Hakkı Efendi Elmas Paşa’nın hazır bulunduğu gazaların hepsine katıldı ve birkaç yerinden yara aldı. İsmail Hakkı Efendi ordunun zaferle geri dönüşünden sonra yaralı olduğu halde Bursa’ya döndü ve talebe yetiştirmeye, eser yazmaya devam etti. Hocası Seyyid Osman Fadli’nin vefatından yirmi sekiz sene sonra gördüğü bir rüya üzerine ailesiyle Şam’a gitti. Şam’da üç sene kadar kaldı.
Sonra Allah-ü Teâlâ’nın izni ve Resulullah Efendimizin işareti üzerine İstanbul’a gitti. Üç sene kadar Üsküdar’da kaldı, bu sırada otuza yakın eser yazdı. Kendisi şöyle anlatır; “Üsküdar’da iken bir gece şeyh Üftade ve Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri’nin ruh-i şerifleri gelip yanıma oturdu. Bursa tarafına gitmemi işaret ettiler. Sizi sağ tarafımıza alalım deyip, beni sağ taraflarına aldılar. Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri bana çok iltifat etti.” İsmail Hakkı Efendi,1722 senesinde Bursa’ya gitti. İlk iş olarak bir dergâh yaptırdı ve ismini “Cami-i Muhammedi” koydu. Ömrünün son günlerini evine çekilerek, eser yazmakla geçirdi. Yetmiş altı yaşında iken 1725 senesinde Hakkın rahmetine kavuştu. Kabri, yaptırdığı ve bugün İsmail Hakkı Tekkesi diye anılan Cami-i Muhammedi’nin mihrabının arkasındadır. Sultan İkinci Abdülhamid’in yakınlarından Hacı Ali Paşa hem türbesini, hem de cami-i şerifi tamir ettirmiştir. Kabrin üstü açıktır, etrafında ve üstünde demirden şebeke vardır.
"
“Manevi pederim, Şeyh Muhyiddin–i Arabî Hazretlerinin delaleti ile bir gün rüyamda Resulullah Efendimiz bana lütfedip arkamı sığadılar. Tatlı bir ifade ile “Ümmetim
"
için bir tefsir yaz!” diye emir buyurdular.
İsmail Hakkı Hazretlerinin çektiği çileler Kendisi şöyle anlatır: “Allah-ü Teâlâ, adet-i ilahiyyesi üzerine beni bulunduğum dereceden daha yüksek bir dereceye yükseltti. Daha önce sahip olmadığım bir meziyeti kalbime akıtarak, beni ilim ve irfan sahibi eyledi. Allah-ü Teâlâ’nın bu şekilde derecemi yükseltip, bana ilim ve irfan ihsan etmesi yedi senede meydana geldi. Fakat bu feyz ve bu yüksekliğe kavuşmak, başa gelen musibetlerin, meşakkatlerin acısını tatmaya bağlı olduğundan pek çok meşakkat ile karşılaştım. Bir taraftan diğer tarafa ,bir memleketten başka bir memlekete gitmek suretiyle çok meşakkatler ve sıkıntılar çektim. Mihnet ve acı, insanı bulunduğu mertebeden aşağı indirmez. Bilakis başa gelen musibet ve belayı kadere rıza ile karşılamak iyi akıbetlere vesile olur. İlk önce yolculuk yaptığım memleket Üsküp idi. Yedi sene sonra oradan Bursa’ya gittim. Yedi sene sonra Kıbrıs’a gitmem icap etti. Yedi sene sonra Harem-i Şerif’e gittim. Yedi sene
" Mart 2015 71
şeyleri yapmalarını halka söyle. Kötü ve beğenilmeyen şeyleri yapmaktan onları men et. Kalem suresinin 48. ayetinde yer alan hitaba hazır ol. Sabırlı ol. Şükür edici ol. Gecelerinde ibadet et. Gündüzleri oruç tut. Muttaki ol. Kötü zanna sebep olacak, töhmet altında bırakacak yerlerden sakın. Şayet böyle yerlere davet olunsan bile gitme. Nasıl olursa olsun halkı, ilme ve amele davet eyle. Onları itikadî ve amelî yönden terbiye eyle. Yanında bulundukları ve bulunmadıkları zaman onlar hakkında iyi konuş. Ne şekilde olursa olsun kendi varlığını ortaya koyma.”
Mart 2015 72
sonra Hicaz’a gittim. Orada çocuklarım vefat etti. Hac yolunda çok sıkıntılar çektim. Hatta kıymetli kitaplarım ve eşyalarımın hepsi elimden gitti. Eşkıya tamamını yaktı. Çölde ölümle yüz yüze geldim. Her şeyden ümidimi kesip ölümü beklemeye başladığım bir anda Hızır Aleyhisselam geldi ve beni çölden kurtardı. Bu sırada bana manevi derecelerden Tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat, tevhid-i zat makamları verildi. Bütün bunlar karşısında ilahi emre boyun eğdim. Yedi sene sonra Ebu Yümn’ün kabrini ziyaret maksadı ile doğum yerim olan Aydos’a gittim. Yedi sene sonra ikinci defa olarak hacca gittim. Yedi sene sonra Bursa’dan Şam’a gitmem emrolundu. Bütün akrabalarımdan uzak kaldım. İşte birçok musibet ve çilelerle geçirdiğim bu yollar kırk seneyi geçiyor. Allah-ü Teâlâ dilediğini yapar. Kimse ona bunu niçin böyle yaptın diye soramaz. Karşılaştığım ve çektiğim bu sıkıntılar, tamamen manevi işaretlerle meydana gelmiştir. Güzel akıbet, ancak Allah-ü Teâla’nın fermanı üzere meydana gelendir. Resulullah Efendimiz “Benim çektiğim sıkıntıyı hiçbir peygamber çekmemiştir” buyurmuştur. İnsana gelen bela ve sıkıntılar, kalbi aydınlatır. Bela ve musibet zamanında tecelli-i ilahi meydana geldiği için kalp genişler. Bütün bunlardan dolayı en şiddetli meşakkat, peygamberlere gelmiştir. Onlarınkinden daha hafifi evliyada görülür. Bu itibarla büyük zatlar hep meşakkat ve sıkıntı çekmişlerdir. Resulullah Efendimiz kendisine çok eziyet ve sıkıntı veren kavmi hakkında “İlahi! Kavmime hidayet eyle. Çünkü onlar bilmiyorlar” buyurarak hidayetleri için dua ettiler. İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri kelime-i tevhid ile zikretmenin faydasını
talebelerine şöyle anlattı: “Kelime-i Tevhid; söyleyenin korkusunu ve hayalindeki düşünceleri giderir. Allah-ü Teâlâ’nın diğer isimleri ile yapılan zikirde hayale gelen düşünceler tamamen gitmez. Hayal galip olup, talebe, bir makamın sahibi oldum sanır. Halbuki kavuştuğu makam hayalidir. Makam, kalbî ve aynî değildir. Ben böyle iddiacılarla karşılaştım. Bunlardan bazısı “Ben her gece miraç ederim” diye iddia ederdi. Bazıları da “Bana günah zarar vermez” diyerek bozuk itikatta idi. Bu düşünceleri hayalden gelme idi. Bu ise mekr-i ilahidir, yani Allah-ü Teâlâ’nın aldatarak, nimet şeklinde gösterdiği musibetlerdir. Evliyadan Ebu Ali Rodbari “Bir kimse günah işler ve ‘bana helaldir, çünkü ben öyle bir dereceye yükseldim ki günahlar bana zarar vermez, bana tesir etmez’ derse, bu kimse hakkında ne dersiniz?” diye sorulunca cevaben “Öyle bir makama kavuştuğunu söyleyen, kavuştu ama cehenneme kavuştu. Yoksa cennete ve Hakka kavuşmadı. Çünkü haram olan şeylerin helal olacağı bir makam yoktur. Haram olan ,her makamda haramdır. Her âlim kendi makamına uygun amel işler. Yükselmeye mani olan işlerin yanına uğramazlar. İşte bir asırdır alemde hak ve doğru suretinde, batıl işler yapanlar meşhur oldu” buyurdu.
lütfedip arkamı sığadılar. Tatlı bir ifade ile “Ümmetim için bir tefsir yaz!” diye emir buyurdular. Bunun üzerine Allah-ü Teâlâ’dan ve Resulullah Efendimizin ruhaniyetinden yardım isteyerek üç ciltlik bir tefsir yazdım.” (Büyük boy nüshayı kastediyor.) Ruh’ul Beyan tefsiri en çok okunan ve başvurulan kaynak eserlerden biridir. İsmail Hakkı Hazretleri bu tefsirini Bursa Ulucami’de takrir etmiştir. Yani İsmail Hakkı Hazretleri bu tefsiri bir tarafta evinde yazmış, sonra da gelip ,yazdığı bu tefsirini bursa Ulucami’de halka anlatarak nasihatlarda bulunmuştur. Yaklaşık 12 sene gibi bir zaman içinde tefsirini tamamlamış,1707 senesinde tefsir dersi camide bittiğinde büyük bir hatim duası yapılmış cami yapıldığından o zamana kadar Ulucami böyle bir kalabalık görmemiştir. Bu mübarek tefsir hem İstanbul’da hem de Mısır’da basılmıştır. İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri aynı zamanda büyük bir şair olup divan sahibidir. Bir çok nat-ı şerif, kaside ve ilahi yazmıştır. Bir ilahisinde şöyle demektedir: Zikredelim hakkın güzel ismini Gelin Allah Allah diyelim ya hu!
Ruh’ul Beyan Tefsirinin yazılması.
Koymayalım dilimizden yâdını,
İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri’nin 106 kadar kitap yazdığı bilinmektedir.Fakat bu kitaplarının içinde en meşhuru ve en kıymetlisi hiç şüphesiz Ruh’ul Beyan tefsiridir. İsmail Hakkı Hazretleri bu tefsirinde şöyle buyurur: “Manevi pederim, Şeyh Muhyiddin–i Arabî hazretlerinin delaleti ile bir gün rüyamda Resulullah Efendimiz bana
Gelin Allah Allah diyelim ya hu! İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri ,günümüzde üniversitelerde tez çalışmalarına konu olan âlim ve evliyanın başında gelir. Onu tanıdıkça onun sevgi, hoşgörü, aşk, heyecan, ihlas ve takva dolu hayatından bütün bir insanlık nasibini almaktadır.
İbn-i Haldun" ve Asabiyet
"
Ahmet ARSLAN
Güney Arabistan’dan İspanya’ya oradan Tunus’a yerleşmiş olan Haldun, iyi ve soylu bir aileden gelmektedir. 14. yüzyılın büyük İslâm filozofu, kıraat ve fıkıh âlimi, devlet adamı, tarih felsefesinin kurucusu ve sosyolog olarak tanınmaktadır. Haldun’un eserinden hareketle onun hakkında yapılmış çok değerli
çalışmalarda genellikle ümran ve asabiyet terimleri üzerinde durulmaktadır. Bu iki kavram, tarihî ve sosyolojik olarak bir devletin fonksiyonlarını açıklaması açısından günümüzde dahi büyük bir önem arz etmektedir. Arapça’ da uygarlık, kültür, mutluluk anlamına gelen “ümran kelimesi ile insanın toplumsal yaşamının bütününü anlatmak isteyen İbn-i Haldun’a göre; “ümran”, uygarlık ya da kültür gibi toplumun yaşam faaliyetlerinin ürünü ya da sonucu değil, yaşam faaliyet sürecinin ta kendisidir (Bursalıoğlu, 2007:45).
yorumlanabilir. Asabiyenin sonuç ve amacı devlet kurmaktır. Asabiyenin oluşmasını sağlayan en temel bağ, kan bağı ya da nesep bağıdır. Doğal bir bağ olan bu bağ sayesinde insanlar kendi yakınlarının uğradıkları saldırıya karşı onları korumak üzere harekete geçer.” (Yıldız,2010:41)
İbn-i Haldun’un üzerinde durduğu bir diğer kavram ise asabiyettir. İbn-i Haldun bir devletin kuruluşu bağlamında en temel özelliğin asabiyet olduğunu söylemektedir. Arapça “tutmak, bağlı olmak” anlamındaki “asabe” kökünden gelen bu kavram Haldun’un toplumsal birliğin oluşması ve sürdürülmesini temellendirir.
İbn-i Haldun’a göre, toplumlar, biyolojik, hatta tüm doğal varlıklar gibi doğar, gelişir ve ölürler. İbn-i Haldun, ilk defa doğan, büyüyen ve ölen bir organizma kimliğine sahip olan devlet ile toplum ayrımını yapmış ve toplumsal yaşamın insanlar için zorunluluğunu dile getirmiştir (Özkalp, 2001: 56). İbn-i Haldun, bir devletin ortaya çıkması, gelişmesi ve en yüksek noktaya ulaştıktan sonra çözülmesiyle bir siyasi hanedanın ortaya çıkması, gelişmesi, yükselmesi ve çözülmesi arasında bir ilişki kurarak her devlete ortalama olarak 120 - 130 yıllık bir ömür tanımaktadır. Bu süreçte bir devlet çeşitli tavırlardan ve yenilenen bir takım hallerden geçmektedir.
“Bu kavram, İbn-i Haldun’un düşünce sisteminde toplumları ilkellikten uygarlığa doğru ilerleyişinin temel güdüleyici toplumsal bağı olarak
Yukarıda tavır olarak bahsedilen ve Tavırlar Nazariyesi, Asabiyet Teorisi vb. başlıklarla ele alınan Haldun’un görüşlerine yer veren Neşet Toku
Mart 2015 73
2023 yılında kuruluşunun 100. yılını kutlayacak olan Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulduğu ilk günden bu yana birçok siyasî, kültürel, toplumsal ve ekonomik olay yaşamış, tarihin içinde kendine bir yer edinmiştir. 100. yılına yaklaştıkça devletin üzerine kurulan temellerde bir değişme yaşamayan Türkiye devleti, doğal olarak hem dünyadan hem de iç amillerle ortaya çıkan olaylardan etkilenmiş ve devletin dinamik yapısını etkilemiştir. Bu nedenle 100. yılına yaklaşan Türkiye için gelecek sorunu, akıllara İbn-i Haldun ve onun asabiyet teorisini getirmektedir. Çözüm sürecinin ele alındığı bu sayıda İbn-i Haldun’a ve onun asabiyet görüşüne çeşitli eserlerden derlemeler yaparak yer vermeyi ve ünlü Mukaddime eserini tanıtmayı
İbn-i Haldun’un devletin doğal ömrünü yaşarken tıpkı insanlar gibi belirli süreçlerden geçtiğini söylediğini belirterek bu süreçleri şu başlıklarla ele almaktadır: 1- Zafer Devri: Refahı ve devlet olmayı hedefleyerek güçlenen asabiyet, inkıraz dönemini yaşayan bir devletin mirasına konunca zafer devri başlar.
Mart 2015 74
2- İstibdat Devri: Bu aşamada devlet istikrar kazandığından ve devletin nasıl kurulduğu da insanlar tarafından unutulduğundan, siyasî otorite devleti kuran asabiyete ihtiyaç duymamaya ve artık otoritesini kurucu kadrolarla paylaşmamaya başlar. Onları tasfiye ederek yerlerine, kendisine bağımlı yeni bir güç, paralı ordu ve devlet işlerini yürütecek bürokratik bir kadro teşkil eder. 3- Refah ve Sükûn Devri: Bu devir, siyasî otoritenin hasılatı topladığı dönemdir. Bu aşamada refahın çeşitli tezahürleri; saraylar, binalar, su kanalları, köprüler, bağ-bahçe, lüks
kabilinden yiyecek, içecek, giyecek gibi kendini ölümsüzleştirecek şeyler meydana getirilir. Genellikle servet biriktirme dönemidir. 4- Barış Devri: Bu dönemde devlet, geçmişin birikimlerine kanaat ederler ve diğer devletlerle barış içinde yaşarlar. 5- İsraf ve Yıkım Devri: Devlet, gücüyle orantılı olan tabii sınırlarına ulaşmış olup, onun ötesine artık geçemez. Siyasî otorite, devletin bütün imkânlarını taraftarları ve kendisi için savurganlık derecesinde harcamaya başlar. Devletin çözülme süreci başlar ve ekonomik bozulmalar görülür. Bu noktadan sonra devlet yıkıldığında başka bir devletin kuruluşu yine yeni bir asabiyet bağları çerçevesinde oluşacak ve bu süreçler kendini tekrar edecektir. Her şeye rağmen, yeni kurulan devlet de eski devlet gibi aynı aşamalardan geçerek yaşamını noktalayacaktır (Bursalıoğlu, 2007: 49).
Asabiyet kavramı, sosyal ve siyasî bir güç olarak toplumsal dayanışmaya bağlı olarak gelişen ve devlet için en temel unsurdur. Bu nedenle hiçbir topluluk, aralarında bir asabiyet meydana getirmedikçe bir devlet kuramaz. Türkiye Cumhuriyeti’nin geçmişini ve geleceğini anlamlandırmak için Haldun’un görüşlerini iyi değerlendirmek ve başta Mukaddime olmak üzere kaynakçada yer alan eserlerle birlikte, onun hakkında yapılmış çalışmaları okumak ve yararlanmak elzemdir. Sadece batıya yönelik bir tarih algısının çok eskilerden beri Doğu’nun hâkimi olan İslâm devletleri açısından yanıltıcı olacağına inanıyoruz. Bu nedenle modern dünya hakkında onun görüşleri üzerine çalışmalar yapacak, onu değerlendirecek ve İbn-i Haldun’un görüşleriyle bizleri aydınlatacak araştırmacılara ve araştırmalara çok daha fazla gereksinim vardır.
KAYNAKLAR Bursalıoğlu, Sibel. (2007). “İbn-i Haldun Sosyolojisinde Asabiyet Bağları, Devlet ve Kamu Maliyesi”. Celal Bayar Ünv. Sosyal Bilimler Dergisi, 5/2: 43-56. İbn-i Haldun. (1988). “Mukaddime I”. (Haz. Süleyman Uludağ). İstanbul: Dergah Yayınları. Toku, Neşet. Reel-Politiğin İlk Filozofu İbni Haldun. http://www.nesettoku.com/?p=548 [Erişim Tarihi: 12.01.2015] Okumuş, Ejder. (1999). “ İbn Haldun ve Osmanlı’da Çöküş Tartışmaları”. Divan. 1: 183- 209. Özkalp, Enver (2009). Sosyolojiye Giriş. Bursa: Ekin. Say, Seyfi. (2011). İbn Haldun’un Düşünce Sistemi ve Uluslararası İlişkiler Kuramı”. İstanbul: İlk Harf Yay. Ülken, Hilmi Ziya. (1967). İslam Felsefesi. İş Bankası Yay. Yıldız, Mustafa. (2010). “İbn Haldun’un Tarihselci Devlet Kuramı”. Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, Güz,10: 25-55.
" Mürekkeple Başlayan İsyan "
Süleyman NAZİF
Süleyman Nazif’in çok da uzun olmayan ömründe fazla hareketli zamanları olmuştur. Sultan Abdülhamid Han aleyhine yazdığı yazılar sebebiyle, Paris’e kaçmış, Paris’te kaldığı sekiz ay müddetince Meşveret Gazetesi’nde, Sultan Abdülhamid Han aleyhine yazmaya devam etmiştir. Ayrıca 1897 yılında yine Paris’te Malum-i ilan ve Namık Kemal adlı iki risale yazan Nazif, 1908’den sonra daha çok gazetecilik ve politika alanında çalışmıştır. Hak ve Hâdisât gazetelerinin başyazarlığını yapmış ve bu sayede fikirlerini cesurca ilan etmekten geri kalmamıştır. Gerçek bir vatanperver olan Süleyman
Nazif’in hem edebiyat hem de sanatla ilgili coşkun, duygu yüklü yazıları vardır. O, medenî cesaretin ve yurtseverliğin en güzel örneklerini vermiştir. Yazdıkları yankılar uyandırmıştır. İmparatorluğun çöküş yıllarında birbiriyle çatışan çeşitli ideolojilerin arasında onun asıl bağlı olduğu Osmanlıcılık ile İslamcılıktır. Ona Türk edebiyatı ve basınında ebedî bir yer kazandıran “Kara Bir Gün” başlıklı yazısıdır. Hâdisat gazetesinde 9 Şubat 1919 tarihinde yayımlanan bu yazıda İtilâf Orduları başkumandanı olarak Fransız generali D’Esperey’in, Fatih’i takliden beyaz bir at üzerinde İstanbul’a girişinden duyulan keder dile getirilmiştir. ¹ Aynı zamanda büyük bir hatip olan Süleyman Nazif, Pierre Loti’yi anmak için yapılan bir törende işgal kuvvetleri aleyhine yaptığı şiddetli konuşma dolayısıyla İngilizler tarafından Malta’ya sürülmüştür. Sürgünde yazdığı Daüssıla adlı şiirde, memleket özlemini şöyle dile getirir: Bu şeb de cûşiş-i yâdınla ağladım… Gel ey kerîme-i târîh olan güzel yurdum Süleyman Nazif Malta’ya sürülünceye
kadar Mehmet Emin ve Ziya Gökalp’in savundukları Türkçülüğe karşıdır. Malta’dan döndükten sonra Peyam-ı Sabah, Resimli Gazete, Servet-i Fünun başta olmak üzere çeşitli gazete ve dergilerde yazmayı sürdürür. Süleyman Nazif nazımda başarılı olduğu kadar nesirde de başarılıdır. Nesri kuralsız ve başıboş bir söz yığını olarak görmeyen Nazif, Türkçeye ifade estetiği getirmiştir. Üsluba verdiği önemin yanında Türkçeleşme hareketinin dışında kalmıştır. Nazif’i diğer Servet-i Fünunculardan ayıran en önemli özellik ferdî konulardan ziyade sosyal temalara yönelmesidir. Birinci Dünya Savaşı’nın ve sonuçlarının memleket hayatına yansıyan kötü etkileri onu fazlasıyla ilgilendirir. Toplumsal hassasiyetleri olduğu için özgürlükçü ve milli bir düşünceyi savunmuş, bütün yazılarında milli değerlerin bir koruyucusu olarak kalmayı başarmıştır. Batarya ile Ateş, Âsitan-i Tarihte, Malta Geceleri, Çal Çoban Çal, Tarihin Yılan Hikayesi adlı eserleri milli şuurla yazılmış yazılarını içerir. Süleyman Nazif savaşın kaderini tayin
Mart 2015 75
1869 yılında Diyarbakır’da doğan Süleyman Nazif, Türk edebiyatının ve fikriyatının önemli isimlerindendir. Faik Ali Ozansoy’un abisi, tarihçi ve yazar Diyarbakırlı Said Paşa’nın oğlu olan Süleyman Nazif özel bir öğrenim görmüş, Arapça ve Farsçanın yanı sıra Fransızca da öğrenerek kendini gerçek bir aydın olarak yetiştirmiştir. Nazif daha çok idarî görevlerde bulunmuştur. Bunların arasında en önemlileri Basra, Kastamonu, Trabzon, Musul, Bağdat valilikleridir.
edecek Çanakkale Savaşına gidip şehit olanlar için “Çanakkale’nin İstanbullu Şühedası” başlıklı bir yazı yazmış ve “Çimentepe”de onların maceralarını anlatmıştır.
Mart 2015 76
Üzerinde durulması gereken en önemli yazısı şüphesiz “Kara Bir Gün” dür. Nazif’in bu eseri yazmasının başlıca sebebi; yıllardır hiçbir özgürlüğü kısıtlanmamış, varlıklarını Osmanlıya borçlu olan gayrimüslimlerin İstanbul’un işgali sebebiyle düzenledikleri sevinç gösterileridir. Nazif yazısında bu duruma bir yandan kahrediyor bir yandan da bunun milletimize müstahak olduğunu düşünüyordu. Dönemin koşullarına göre büyük bir cesaret gerektiren bu yazının tam metni şöyledir: Fransız cenaralinin (generalinin) dün şehrimize vürûdu (gelişi) münasebetiyle bir kısım vatandaşlarımız (azınlıklar) tarafından icra olunan nümayiş Türk’ün ve İslam’ın kalbinde müebbeden
kanayacak bir cerihâ (yara) açtı. Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüzün ve idbârımız (talihsizliğimiz) şevk ve ikbâle münkalib olsa (yerini neşeye ve talihsizliğe bıraksa)yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzün ve teessürü evlâd ve ahfâdımıza (torunlarımıza) nesilden nesile ağlayacak bir miras ter edeceğiz. Almanya orduları 1871 senesinde Paris’e dâhil olarak –Büyük Napolyon’un Neşide-i mütehaccire-i muzafferiyâtı olan (Napolyon’un kazandığı zaferlerin taşlaşmış bir şiiri olan)- Tâk-ı Zafer altından geçerken bile Fransızlar bizim kadar hakaret görmemişti. Ve bizim dün sabah saat dokuzdan on bire kadar hissettiğimiz ye’s ve azabı duymamıştı. Çünkü (Fransız) namını taşıyan her ferd, çünkü yalnız Hıristiyanlar değil, Yahudi Fransızlarla Cezâyirli Müslümanlar o matem-i millî karşısında aynı telehhüf ve hicâb (üzüntü ve utanç) ile ağlamış ve kızarmışlardı.
KAYNAKLAR İnci ENGİNÜN, Yeni Türk Edebiyatı Tanzimat’tan Cumhuriyet’e, Dergah Yayınları, 2006 Kenan AKYÜZ, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, İnkılap Kitabevi, 1995 Ahmet Hamdi TANPINAR, XIX. Asır Türk Edebiyat Tarihi , Yapı Kredi Yayınları, 2006
Biz ise mevcûdiyet-i millîye ve lisâniyyelerini bizim ulûv-ı cenâbımıza (gönlümüzün yüceliğine) medyûn (borçlu) olan bir kısım halkın (azınlıkların) hây ü hûy-ı şemâteti (şamata çığlıkları) ile matem-i muazzezimize en acı hakaretlerin birer tokat şeklinde atıldığını gördük. Buna müstehâk değil idik diyemeyiz. Müstehak olmasaydık bu felakete dûçâr olmazdık (uğramazdık). Her kavmin sehâif-i hayatında (hayat sayfalarında) birçok ikbâl ve idbâr sahifeleri vardır. Fransa kralı birinci Fransua’yı (Şarl Ken)in mahbesinden kurtarmış ve koca viyana şehrini kerrât ile (birçok kere) sarmış bir ümmetin defter-i mukadderâtında böyle bir satr-ı elîm (çok acı bir satır) de mestûr imiş (yazılıymış). Her hâl, mütehavvildir (değişir). Arapların güzel bir sözü var: ‘Isbır feinne’d-dehre lá yesbır’(Sen Sabret. Çünkü nasıl olsa zaman sabretmez) derler.
" Büyüsü Çini Mavinin Gizemli "
Kutay Alptekin Nizamülmülk’ün kurduğu büyük medrese başta olmak üzere; çok sayıda câmi, ticari hayatın bel kemiğini oluşturan kervansaraylar ve birçok hamam inşa eden bu devlet için çinicilik süsleme sanatlarının başını çekmiştir. Bu masmavi sanat hemen her yapıda kendini göstermiştir.
Mavi... Bazen içinde bir su saflığı barındırır, bazen özgürlük olup bentlerden taşar, kimi zaman da bütün saflığı kenara bırakıp asi bir delikanlı heyecanıyla gözünü bütün budaklara sokarcasına tehlikeden tehlikeye savrulur. Anlaşılması güç bir paradoks gibi hem barış hem savaş... Bazen bir zeytin dalı bazen gözü kararmış kılıçlar. Barışın güçlü garantisi, savaşın yenilmez galibi...
büyük dille birleştiren bu ilk alperenler Türkçeyi resmi dil ola¬rak ilan ettiler.
Türklüğün yüzyıllar boyunca kullandığı manidar renklerin başında gelen bu gök renk, tarih boyunca büyüklüğün, doğruluğun, temizliğin simgesi olmuş; devlet isimlerinde kullanılmış, hatta yaratıcının isminin başında dâhi bu rengin kullanıldığı görülmüştür.
İnsanlık kadar eski olan estetik ihtiyacı, atalarımız için doğal bir ihtiyaçtı. Çünkü Türk, yaşam zevkini sanata yansıtmayı bilen bir milletti. Yapılan mimari eserlerin birçoğunda süslemeye başvu¬rulmuştur. Bu süslemelerin başında ise çini sanatı gelmektedir.
Mavi rengin nüfuzu, yüzyıllar boyunca hissedilmiştir. Bayraklarda, sancaklarda, kıyafetlerde göze çarpan bu renk nihayet sanat alanında da ken¬dini göstermiştir.
Çinicilik bu tarihlerden itibaren Türk Milletinin vazgeçmeyeceği sanat¬ların başında gelmiştir. Mavi rengin hâkim olduğu bu sanat hemen bütün süsleme sanatlarının başını çekmiştir.
Ancak bütün sanatsal alanlarda olduğu gibi çini sanatının da en şaşaalı dönemleri Devlet-i Âli dönemi olmuştur. İznik Yeşil Cami minaresiyle başlayan bu sanatın, Osmanlı macerası 600 sene boyunca değişimlere uğramış ancak hiç kesintiye uğramadan süregelmiştir.
Karahanlılar, İslamiyet’i kabul etmekle kalmayıp, devlet dini olarak hayatlarının başköşesine oturttular. “Din ayrı dil ayrı” düşüncesiyle kendi dillerinden taviz vermeden devrin ve coğrafyanın bütün baskılarına rağmen, en büyük dini, en
Karahanlıların ardından tarih sahnesinin altın sayfalarında kendisine yer bulan büyük Türk devleti Selçuklular da bu sanata hak ettiği kıymeti göstermişlerdir. Bilindiği üzere Selçuklular mimari alanında büyük gelişmeler kaydetmiştir.
Fatih döneminde Nakkaşbaşısı Baba Nakkaş’la beraber önemli gelişmeler kaydeden bu sanat, Yavuz Sultan Selim saltanatıyla sınırların da genişleme¬si sonucunda fethedilen topraklardan getirilen sanatçılarla
Kanlı Moğol istilasıyla beraber tarih perdesinin gerisine doğru geçen Selçuklulardan sonra Anadolu toprakla¬rında, kendilerine yaşama fırsatı bulan beyliklerle beraber çinicilik de hayatını idame ettirmekten geri durmamıştır.
Mart 2015 77
Zamanla tamamen yerleşik hayatı benimseyen Türkler hayatlarını da bu kültüre göre şekillendirmeye başladılar. Yerleşik hayatın ilk gerekliliğinin imar olduğunu bilmek çok zor olmasa gerek. Karahanlılar da yaşadıkları hayata uygun olarak binalar meydana getirdiler.
Selim saltanatıyla sınırların da genişlemesi sonucunda fethedilen topraklardan getirilen sanatçılarla beraber altın dönemini yaşamıştır diyebiliriz. Bu dönemler çinicilik için değişimin başlangıcı olmuştur. İran coğrafyasından getirilen sanatçılarla beraber mozaik tekniği bir kenara bırakılıp, sır altı boya tekniğiyle beraber çeşitli hayvan figürleri de kendisini bu sanatın içinde bulmuştur. Daha sonra gelen Nakkaşbaşı Karamemi döneminde ise hemen bütün çiçek figürleri çinicilikte yer alarak İznik çinilerinde yeni bir dönemin başlamasına önayak olmuştur. Bu dönemde Karamemi kadar Mimar Sinan’ın da büyük etkisi vardır. Çiniyi süslemesinin başına koyan büyük usta neredeyse bütün eserlerinde çini sanatından yararlanmıştır. Osmanlı Devleti’nin zamanla güç kaybetmeye başlamasının yanında İznik’te çıkan büyük yangın, çini sanatı için kaçınılmaz sonun habercisi gibidir ancak bütün zorluklara rağmen varlığını devam ettirmekte kararlıdır. Bir süre sonra çiniciliğin merkezi İznik’ten Kütahya’ya kaydırılmıştır. Lale devriyle beraber bütün sanat alanlarında olduğu gibi bu sanatta da bir canlanma göze çarpsa da bu kıpırdanış pek coşkulu olmamıştır. Çöküş döneminin padişahı 2. Abdülhamid Han’la beraber Avrupa’dan getirtilen makineler sayesinde hem üre¬tim hem de tamir imkânı bulunarak çinicilik yeni bir soluk kazanmıştır. Her alanda olduğu gibi sanat alanına da ikinci baharını yaşatan Abdülhamid Han porselen üretiminde de bu sanatın kul-lanılmasını sağlamıştır. Çöküş ve yeniden diriliş...
Mart 2015 78
İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla beraber sistemli bir çöküş dönemi başlamıştır. Bu çöküş hem siyasi, hem sosyal, hem de ahlaki tabanda kendini hissettir¬mekte geç kalmamıştır. Hasta adam artık beceriksiz yöneticilerin elinde son nefesini vermek üzeredir. Ve tüm güzellikler gibi çini sanatı da, Abdülhamid’le beraber tarihin karanlıklarına doğru yol almak zorunda bırakılmıştır. Kelimeler gibi sanatlar da yeniden dirilebilmekte.
KAYNAKLAR İnci ENGİNÜN, Yeni Türk Edebiyatı Tanzimat’tan Cumhuriyet’e, Dergah Yayınları, 2006 Kenan AKYÜZ, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, İnkılap Kitabevi, 1995 Ahmet Hamdi TANPINAR, XIX. Asır Türk Edebiyat Tarihi , Yapı Kredi Yayınları, 2006
Tarihin karanlıklarına doğru yol alan çiniyi karanlıktan aydınlığa çıkartmak için her geçen gün yeni araştırmalar, kazılar yapılmakta. İznik’te yapılan bu kazılarda “Türk çinisinin sırrı” araştırılıyor. Her geçen gün yenisi açılan çini atölyelerini görmek içimizdeki ümidin kıvılcımı oluyor. Eskiden karolara, tabaklara, vazolara süs olan çiniyi İznik’in zeytin karası gözlü kızlarının bileklerinde bileklik, kulaklarında küpe, gerdanlarında gerdanlık, saçlarında toka olarak görünce çininin kendisini takı olarak göstermesinden büyük bir haz aldığımı ifade etmek istiyorum. Bu takıların görücüye çıkmasıyla çinin tarihteki olduğu gibi yeniden milli zevkimiz olacağına inancım sonsuz.
"
Bir Devrin Bittiği Yer Çanakkale Yavuz BAHADIROĞLU
"
Panama Yayıncılık / Tarih Dizisi
Etrafında ihtilafsız ittifak edebileceğimiz ortak değerleri öne çıkarmamızı gerektiren günler yaşıyoruz…
Bu itibarla Çanakkale mücadelesini kazanan ruhu keşfetmeye ve kavramaya muhtacız.
Tarih ortak değerlerimizden biridir…
Hatırlayalım ki, Çanakkale Zaferi, Avrupa’nın “Hasta Adam” damgasını vurduğu bir milletin varlık mücadelesidir. Mücadele kaybedilseydi her şey biter, o moral çöküntüsü içinde İstiklâl Savaşı bile verilemezdi. Ama kazanıldı. Tarihin yolu ve yönü değişti.
Özellikle Çanakkale Zaferi, yakın tarih içindeki yeri bakımından, son derece anlamlıdır. Anlamlıdır, çünkü “Osmanlı bitti, bir daha dirilemeyecek şekilde yere serildi” denilen bir zamanda kazanılmıştır. Mahiyeti itibariyle bir diriliş cehdi, aynı zamanda da birlik-beraberlik sembolüdür.
Bir millet ateşle imtihan olundu Çanakkale’de, tarihle hesaplaştı ve kendi varoluş tarihini yeniden yazdı.
"
Mahşerin Kanlı Çiçekleri
ÇANAKKALE Ali KUZU
"
Yıl 1915; Yer gök top sesleriyle inliyordu. Her mermi düştüğünde ölenlerin kol, bacak, el, ayak gibi parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu. Bir gün önce şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar siperin bir köşesinde bir yumak gibi birbirine sarılmış tir, tir titriyorlardı. Onlar, bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı. Ancak, birden içlerinden biri ava,z, avaz bir marş söylemeye başladı!. Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı. Al sancağı teslim etti Allah’a ısmarladı. Boş oturma çalış dedi. Hizmet eyle vatana Sütüm sana helal
olmaz, saldırmazsan düşmana. Biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar. Avaz, avaz!.. Gözleri çakmak, çakmak... Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış dişler kenetlenmiş bekliyorlardı. O an geldi. Birden yüzbaşı “Hücum!..”diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladı. Tam o anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler. İşte o an, bir makineli yavruları biçiverdi. Başak taneleri gibi dökülüverdiler. Hepsi sipere geri düştüler…
Mart 2015 79
Parola Yayınları
Mart 2015 80
"
100 Yıl Önce Çanakkale’den…
"
Türk sinema tarihinin en yüksek bütçeli filmi olma özelliği taşıyan “Son Mektup” bu zamana kadar yapılan tüm Çanakkale filmlerinden ayrı olarak Çanakkale Deniz Zaferi üzerinde yoğunlaşıyor. Çanakkale Zaferi’nin 100. yıldönümü olan 18 Mart’ta vizyona girecek Son Mektup 100 ülkede birden yayınlanacak. Film için tanesi 180 kilodan 26 adet mayının yanı sıra Çanakkale Savaşı’nda kullanılan dört uçak ve beş top, orijinallerine sadık kalınarak üretildi. Tüm Türkiye’de sinemaseverlerle buluşacak olan filmin başrollerini Tansel Öngel, Nesrin Cavadzade, Hüseyin Avni Danyal ve Bülent Şakrak paylaşıyor. Filmin Konusu şöyle: Avrupa’da 1914’te 1. Dünya Harbi’nin başlamasından kısa bir süre sonra Türkler de kendilerini harbin içerisinde bulurlar. Harpte Almanya ile beraber hareket eden Osmanlı İmparatorluğu tarih
sahnesinde son yıllarını yaşar. O günlerde gönüllü olarak Çanakkale’ye giden ve orada tanışan Pilot Yüzbaşı Salih Ekrem ile Nihal Hemşire, bir yandan vazifelerini yerine getirmek için koştururken, diğer yandan da Fuat isminde kimsesiz bir çocuğu korumak için birlikte mücadele etmeye başlarlar. İngilizlerin bir hava baskınında Salih Yüzbaşı’nın ona yardımı sayesinde kurtarılan kimsesiz çocuk Fuat, Nihal hemşirenin kanatları altına sığınarak Salih Yüzbaşı ile Nihal’in daha da yakınlaşmasına vesile olur. Bu beraberlik kısa sürede “harp şartlarında dile getirilemeyen” büyük bir aşka dönüşür. 18 Mart’a kadar süren çatışmalarda Salih Ekrem Yüzbaşı, Nihal Hemşire, Nusrat Mayın Gemisi’nin Kaptanı Hakkı Yüzbaşı, Doktor Ragıp Yüzbaşı ve Erika Hemşire bir yandan bütün gayretleri ile vatan müdafaasına koşarken, diğer yandan da ayrılmaz dostluklar kurarlar...
Mart 2015 81
Son Mektup
Mart 2015 82
TUS BURADA KAZANILIR
2 TÜRKİYE TUS bİrİncİSİ
2 1 TÜRKİYE TUS TÜRKİYE TUS İkİncİSİ üçüncüSÜ
3 3 TÜRKİYE TUS TÜRKİYE TUS dördüncüSÜ yedİncİSİ
BİZİMLE KAZANDIL AR ŞİMDİ SIRA SİZDE
İSTANBUL–MERKEZ
İZMİR
TUSTIME–MANİSA
Molla Gürani Mah. Oğuzhan Cad. Akkoyunlu Sok. Transal İş Merkezi No:1 Fındıkzade / İSTANBUL Tel: 0212 521 77 85
Cumhuriyet Bulvarı No: 99/7 Kat: 2 M. Rıza İş Merkezi (Anadolubank Üstü) Pasaport / İZMİR Tel: 0232 425 11 55
Uncubozköy Mah. 5504 Sokak 13/A/25 MANİSA Gsm: 0530 047 00 58
TUSTIME–KADIKÖY
ISPARTA
İbrahimağa Zaviye Sokak Kat: 1 Bağımsız Bölüm No: 3 Koşuyolu – Kadıköy / İSTANBUL Tel: 0216 336 24 29
Gazi Kemal Mah. 1317 Sok. Henden Ap. No: 11 D: 9/10 Merkez / ISPARTA Tel: 0246 232 66 00
TUSTIME–BALÇOVA
AYDIN ANKARA Mamak Cad. Dikimevi Postahanesi Yanı Dikimevi–Mamak / ANKARA Tel: 0312 417 23 45
Hasanefendi Mah. Kızılay Cad. No:34 Merkez – AYDIN Gsm: 0530 047 00 58
TUSTIME–PENDİK Fevzi Çakmak Mah. Çınar Sokak No:2 D:9 Pendik – İSTANBUL Gsm: 0507 202 61 84
Poyraz Sok.No: 4/A Balçova – İZMİR Gsm: 0530 047 00 58
TUSTIME–BORNOVA Kazım Dirik Mah. 185 Sk. N:2/A Bornova – İZMİR Gsm: 0530 047 00 58
TUSTIME–KIRIKKALE Yenişehir Mah. Fevzi Çakmak Cad.No:47/3 Yahşihan – KIRIKKALE Gsm: 0507 349 53 26
Tustime Bireysel Ve Kitlesel Başarıda Daima Önde... twitter.com/timetus
facebook.com/timetus
www.tustime.com