akıntıya karsı
ültür ve sanatta
Mücadelenin yayın organıdır
Temmuz
-
Sayı: 2
ederi: 1 TL
Yayin Kurulu Can EMİROĞLU Cem GÖKMEN İbrahim CEM Serdar NÂZIM
Yazarlarımız Anıl UZUN Burak CAN Can EMİROĞLU Caner ATASOY Ege YEŞİM Ebru ER Hasan ERKİN Hasret CAN İbrahim CEM İdil BİROL Mehmet S. ÖZAYDİL Onur KEREM Serdar NÂZIM
<
A KINT I YA K A RŞI SANAT
Utku GÜNDÜZ
1
İmla ve Düzeltme Yağmur EGE
Dergi Tasarımı
DAVET
Elinizdeki kâğıt parçası bizim göz bebeğimiz, dergimizin ikinci sayısı… Gururluyuz… Çünkü mailler alıyoruz, teşekkürler alıyoruz, başarı dilekleri alıyoruz ve en önemlisi de eleştiri yapılacak kadar önemseniyoruz; eleştiri alıyoruz. Biz de dostlarımızı, okurlarımızı önemsiyoruz. İnsanların kadrajlarına girebildiğimiz ölçüde bu alanda var olabileceğimizi ve mücadele hattımızı ancak bu yolla sağlam örebileceğimizi biliyoruz. Eksiklerimizi görmeyi ve ayağımızı yere daha sıkı basmayı buyüzden önümüze hedef olarak koyuyoruz. Birinci sayımızı dağıtmaya başladığımız andan beri çok sayıda dost edindik. “Bende sizinleyim” diyen, akıntıya kapılma hevesli olmayan, aklıyla, yüreğiyle ve kalemiyle mücadele etmeyi önüne tarif olarak koyan birçok yeni insan… Emekten, onurdan taraf olan, kişisel dürtüleri bir kenara bırakıp kolektif bir yaratının mimarı olmaktan gocunmayan birçok insan… Eğer biz akıntıya karşı duracaksak ve akıntıya karşı kürek çekmek gibi çetrefilli bir hedefi sırtımızda taşıyorsak; bu derginin büyümesine, daha geniş bir alana ve daha geniş bir kitleye seslenmesine olanak bulmak durumundayız. İşte Akıntıya Karşı’ya ‘ bizim dergimiz ’ diyenlerin ve diyeceklerin yapması gereken budur. AKINTIYA KARŞI, hepimizin aklı, emeği, özverisi ile çıkmaya devam edecek ve akıntıya karşı duracak gönüllülükte olanların katkılarıyla ‘hepimizin’ olacaktır. Bizi yalnız bırakmayan dostlarımıza teşekkürü bir borç biliriz. Edebiyat, tiyatro, sinema, müzik, fotoğraf, resim, karikatür gibi alanlarda; yani sanatın her alanında desteğinize ihtiyacımız var. Sanattan, emekten ve insanlıktan yana olan herkese dergi ekibi olarak kapımız ardına kadar açık, bunu unutmayın.
Çalışmalarınızı bizimle paylaşmak için: Cem GÖKMEN
akintiyakarsisanat@gmail.com AKINTIYA KARŞI DERGİSİ YAYIN KURULU
“Canlar’ı” ve “Motoru” Yakanlara…
İ
lk önce Canlardan bahsedelim. 2 Temmuz 1993’te gerici-şeriatçı binlerce kişi ve devlet işbirliğiyle yakılan 33 aydın ve sanatçıdan bahsediyoruz.”Sivas Aziz’e mezar olacak!” diye bağıra çağıra gelen binlerce gerici Madımak’ı kuşatıp oteli ateşe verdiğinde “Müslüman Türkiye!” diye bağırıyorlardı. O gün içeride yanan sadece 33 beden, 33 can değil memleketin ilerici, çağdaş geleceğiydi. Katliamın sorumluları bugün devlet desteğiyle milletvekili, savcı, yüksek mahkeme üyeleri ve iş adamı oldular. Katliam sonrasında bilime, hayata, insana karşı olan gerici müdahale daha da arttı. Sivas’ın hesabını sormak için; kaybettiğimiz aydınların eserlerini anlamak, yorumlamak, tartışmak ve gerektiğinde gericilerin suratlarına fırlatmak gerekiyor! Gelelim ‘Motoru yakanlar’a! Kutuplarda oruç ve namaz saatleri sorununu çözmeye çalışan İÜ İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Abdulaziz Bayındır’dan gece-gündüz oluşumuna ilişkin duyanları şaşkına çeviren açıklamalar geldi. Bayındır’a göre gece ve gündüz güneşe bağlı olmayan varlıklar.
Bu açıklama bir ‘öğretim üyesi’ne ait. Şaka yapmıyorum. Ciddiyim, “Kameralar nerde lan?” diye de etrafa boşu boşuna bakmayın.
Hangi ülkede adının önünde “Prof.” unvanını taşıyan-belli ki o da sadece adının önünde taşıyor bunu- hangi öğretim üyesi çıkıp böyle bir açıklama yapabilir? Böyle bir açıklama yapmaya kime güvenip cesaret edebilir?
Yanıtlar belli! Türkiye’de geçmişinde onlarca katliam yapıp aydınları, sanatçıları bilim insanlarını yakan gericilere güvenip bu açıklamayı babalar gibi yapar! Tabii yapar! Memleketin Maliye Bakanı ülkesini ‘babalar’ gibi satarken onun yaptığı az bile! Artık gericilere sadece Madımak yetmiyor ki motorlarını bile yakıyorlar böyle açıklamalarla! Not: Açıklamayı yapanlara teşekkürler. Tam da dergiye ne yazsam diye düşünürken hem elime malzeme hem de yüzüme kahkaha oldular.
Hasret Can
A KINT IYA K ARŞ I SA NAT
Memleketin üniversiteleri işte böyle bir gericilikle yönetiliyor! Bilim dünyasının yıllar süren onca araştırmasına, raporlarına rağmen böyle bir açıklama yapmak için ya motoru yakmış ya da dalga geçiyor olmalısınız. Bu açıklama o kadar fantastik ki üstüne birkaç bilim-kurgu veya komedi filmi çekebilirsiniz. Zaten yukarıda açıklamasına yer verdiğim muhterem insan sıkı bir evrim düşmanı.
2
İNSAN KİRLENMESİ 2 Temmuz’ da yitirdiğimiz değerli sanatçı METİN ALTIOK’ un öldürülmeden kısa bir süre önce kaleme aldığı yazısını sizlerle paylaşıyoruz.
K
< A KINT IYA K ARŞ I SA NAT
oca derya kirlenir mi hiç! Akarsu pislik tutmaz. İşte size kulağınızda yer etmiş çocukluğumdan kalma bazı sözler. O zamanlar bu sözlere tartışılmaz doğrular olarak bakılırdı. Ama günümüzde koca derya bakın nasıl da kirlendi. Akarsu pislik tuttu alabildiğine. Çevre kirlenmesi öyle büyük boyutlara ulaştı ki, bu konuda en duyarsız kişileri bile kaygıya düşürdü. Kirlilik önlem alınması gereken en yaşamsal sorunu haline geldi dünyamızın. Bugün aklı başında herkes çevreyi koruma konusunda yıllar önce gösterilmesi gereken bir duyarlılığın bayraktarlığını yapıyor. Zararın neresinden dönülürse kârdır ama böylesine küçük bir kâr payıyla dönülen zarar görülmemiştir herhalde.
3
Çevre kirliliğini önemsemediğim ya da hafife aldığım sanılmasın sakın. Ama bu yazının konusu çevre kirlenmesi değil. Bir bakıma ondan daha vahim sonuçlar doğurabilecek olan, henüz tam fark edilememiş, bu nedenle de önlemi alınmamış başka bir kirliliktir. Geleceğe olduğu kadar, geçmişe de yönelik bu kirliliğe ben “insan kirliliği” diyorum. Düşünsel ve duygusal planda beşeri diye bildiğimiz hemen her değerin içini boşaltan ve bu değerleri anlamsızlaştıran insan kirliliği, bir yandan geçmişi silip unuttururken, diğer yandan insan ne getireceği belli olmayan karanlık bir gelecek hazırlamaktadır. Bugün toplumun büyük çoğunluğu giderek artan bu kirlenmeyle iç içe yaşıyor. Sözünü ettiğimiz bu insan kirlenmesinin kaynağı insanın öz değerlerine yabacılaşmasıdır. Ama burada faturayı bireye kesmek insafsızlık olur. Çünkü yabancılaşmanın temelinde, insanın toplumsal yaşam içinde yürekten inandığı değerlerin geçerliliğini yitirip erimesi yatmaktadır. Yani sorun bireysel olmaktan çok toplumsal bir düzen kirliliği olarak çıkmaktadır karşımıza. İşte bu düzen kirliliği, içindeki insanı da kirletmek-
tedir. Emeğin değil paranın para kazandığı, dürüstlüğün değil sahtekârlığın prim yaptığı bir düzende, insandan saf ve temiz kalması beklenemez. Çünkü her şeyden önce, karnını bile doyuramayan, emeğine yabancılaşan insana kirlenmekten başka yol kalmamaktır. “Tanrı olmasaydı her şey mübah olurdu” diyor Dostoyevski. İşte günümüzde, bize özgü ilkesiz bir pazar ekonomisinde yaşanan budur. Gerçi tanrının varlığını yadsıyan yoktur ortada. Ama mukaddesatçıların da katılımıyla gerçekleştirilen bir by-pass operasyonuyla tanrı sanki devre dışı bırakılmış gibidir. Çünkü her şey garip bir biçimde mübah olmuş, en utanılacak işler bile herkesin gözü önünde yapılmaya başlanmıştır. İşte böylesine çarpık bir çıkar ortamında aşk bile alınır satılır olmuş, insan onuruna fiyat konmuştur. Artık insanlar kaygan bir zeminde birbirlerinin ayağını yerden kesmek için itişip durmaktadır. Yani insan kirletilmiş, dahası bunun iyi olduğuna inandırılmıştır. Sözün burasında medyaya bir atıfta bulunmak gereği vardır. Çünkü medya bu kirlenmenin en büyük destekçisidir. Televizyon kanalları yarışma programlarıyla, 900 900’lü telefon hatlarıyla insanı küçültme ve kirletme yarışına girmişlerdir. Her gün yüz binlerce Ali’den topladıkları paranın bir kısmını verdikleri Veli’lerle halkın önünde bir kurtarıcı edasıyla çıkan bu kanallar, bir yandan milyarları bulan cirolarıyla keselerini doldururken, diğer yandan kirlenme sürecinde üstlerine düşen görevi yapmanın sinsi keyfini yaşamaktadırlar. Şu bir gerçektir ki, günümüz insanı medyaya çok gafil yakalanmış ve şimdiye kadar hiç görmediği bu tuzağa biraz da gönüllü olarak düşmüştür. İşte burada aydına düşen görev... Boş versenize; hangi aydın, hangi görev! O aydın
GÜMÜŞ ELBİSELİ KIZ
Öyle güzel Ve öyle mutsuz ki Aynaya bakınca Kendi hüznünden kendisi ağlıyor Çocuksu gözlerini Bir de yağmurlu günlerde Dudaklarından geçen gülümsemeyi gören Buraya yeni geldiğini sanıyor Hâlbuki o getirdi yaşamı buraya Çağlar geçti Gümüş elbiseli kız ayak basalı bu topraklara Her şey değişti etrafta Bir tek insanın içine işleyen Bembeyaz karanlık baki kaldı Ne savaşlar gördü, ne kıyımlar Bağrında açan çiçekler Soldular, birer birer Talipleri birbirini kırarken O hep aynı yol kenarında tecavüze uğradı Âşık oldu Hem de kaç kere Ama her defasında Aldılar sevdiğini elinden Sökercesine Gözyaşı ve hüzün kaldı Gümüş elbiseli kıza yine Ağladı Pir Sultan’ına Ağladı Bedrettin’ine Ağladı Deniz’ine Mahir’ine İbrahim’ine Ve hala ağlıyor
Koynundan uzakta ölmüş Nazım’ına Gizlice Hep ağladı, hep ezildi Ama korkak ta değildi Kimi zaman açtı bir sır gibi sakladığı kanatlarını Kalbine koydu Promete’den armağan ateşi Baş kaldırdı Artık yeter dedi Ah, görebilseydiniz onu Bir isyan vakti Nasıl da parlıyordu gümüş elbisesi Ve dosta güven, düşmene korku veren kara gözleri Ama yırttılar kanatlarını her defasında Söndürdüler kalbindeki ateşi Dayanamadı güçlerine Büktü yeniden boynunu Geri döndü kadim görevine Gümüş elbiseli kız Hala aynı yol kenarında Aynı ucu küt iğneyle Aynı kuyuyu kazıyor Kazdığı kuyuya ne zaman düşeceğini düşünüyor Bir daha kalkmamacasına Tepesinde dönen akbabalara bakıyor Korkuyor Kör kuyunun başında Sessizce Onu kurtaracak beyaz atlı prensi bekliyor İşçi tulumu içinde Göstermiyor umudunu kimselere Onu da çalmasınlar diye
Mehmet S. Özaydil
< A KINT IYA K ARŞ I SA NAT
Gümüş elbiseli bir kız Oturmuş yol kenarında Ucu küt bir iğneyle Kendi kuyusunu kazıyor
4
Ateş İçinde Sivas Sanki hepsi başlarına geleceklerin farkındaymış. Kim bilir, “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.” sözüne dayanarak belki de… Ya da yaşadıkları toplum üzerine yaptıkları analizin sonucunda gördüler gerçeği. Ateşi gördüler. Bir ülkenin karanlık gerçeğini ateşler içinde yaşadılar. Kalabalık güruh büyük bir kinle, gözü dönmüşçesine saldırıyordu. Hâlbuki karşısında karıncaya bile “hor bakmayan” insanlar vardı. Sivas’a propaganda yapmaya gelmemişlerdi. Onların derdi zalimlerleydi. Giderek kirlenen bir dünyada, temiz kalmaktı tek istekleri. “Sevdanın güzelliğinde, Canın cana hasretinde, İnançlı yürekleriyle, Kavganın ateşlerinde, Yananlara selam olsun.” dizelerini seslendiren ‘Ütopyalar ülkesinin ateş hırsızı’ Hasret Gültekin, bilemezdi yirmi bir yaşında doğduğu yerde can vereceğini. Ama inançlı bir yüreğin, kavganın ateşlerinde yanacağını bilirdi elbet. Kürtçe konuşmanın yasak olduğu bir ülkede Kürtçe müzik yasağını delen ilk kişi olmak, ateşi göğüslemekti. Biz onu yuvarlak çerçeveli gözlükleri, ağzında sigarası, elinde bağlaması ile hafızamıza kaydettik. Sivas’a etkinliklere geldiğinde eşi hamileydi. Oğlunun, aydınların yakıldığı bir ülkede dünyaya gelmesini hangi baba isterdi.
< AKINTI YA K AR Ş I S ANAT
“…Beyaz bir gemidir ölüm Siyah denizlerin hep çağırdığı batık bir gemi, Sönmüş yıldızlar gibi Yitik adreslere benzer ölüm, yanık otlar gibi, Sen bu şiiri okurken Ben, belki başka bir şehirde ölürüm…”
5
Ölüme beş kala bile koşuşturan bir doktora, Behçet Aysan’a aitti bu dizeler. Ankara’daki evine birkaç kilometre ötedeki bir otelin merdivenlerinde en sevdiği dostlarıyla ölümü beklerken görüldü en son “Sesler ve Küller” in yazarı Behçet Aysan. Merdivenlerde umutsuzluğa kapılmış veya korkak biri değil; düşünceli ve cesur bir adam oturuyordu. Kim bilir, neler geçiyordu aklından? “Ömrümce kendimi hep sözde buldum. Söz cehennemdi, yanıp kavruldum. Yeniden doğdum kendi külümden. Ben Anka’ydım, konuşuldum.” Sevgisiz bir çocukluğun, acı dolu bir hayatın içinde; her şeye rağmen gülen ve güldürebilen, hayatla dalga geçebilen; hem iyi bir şair, hem iyi bir dost Metin Altıok. Şiiri insanı sevmekte bir araç olarak görmesi boşuna değil. O, dört bir yanı insan olan denizin ortasında koskocaman bir ada. Sıcak bir yaz günü soğuk ve boğucu bir hastanenin köşesinde can verdi Metin Altıok. Otelin merdivenlerinde beklerken “ Ya burada olaylar büyür de birimize bir şey olursa? O zaman ne yaparız?” diye soran dostuna “Kalanlar, ölen için şiirler yazar.” cevabını vermişti –ki Aziz Nesin yazdı nitekim.
Muhlis Akarsu Anadolu halkının isyancı ozanıydı. “Kula kulluk bitsin.” sözünü sık sık dile getiren ve türküleriyle halkın bağrından beslendiği besbelli olan bu ozanı ateş ile susturulabileceklerini sandılar. Oysa insanlık tarihi bunun aksini kanıtlıyordu bize. Gönlü hoş bir şekilde gitmedi Akarsu. Bu ‘keşmekeş’ bitmeden hoş olacağa da benzemiyordu gönlü. Onlar “dönmüyor” diyince, dönmez olmuyordu. Hayatını kaybedenlerin en yaşlılarından ve Türkiye’nin en değerli aydınlarından Asım Bezirci’nin 2 Temmuz’da ateşle savaşını kazandığını bugün daha net görüyoruz. Bu toprağın insanını tanımadan; bu topraklarda yetişmiş edebiyatçıları, şairleri, ozanları bilmeden; bu halka inilemeyeceğini düşündüğü için yapmıştı pek çok çalışmasını. Rıfat Ilgaz ile yakın arkadaşlardı. O; aklın özgürleşmesini isteyen, kalemi kılıçtan keskin olan, yüzünden gülüşü eksik olmayan bir aydındı. Bizlere Vanini’yi tanıtmıştı. Giulio Cesare Vanini… Dinsizlik ‘suç’undan dolayı yakılan, doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen eski bir din adamı. Senaryolar hep aynı aslında. Kim bilir, bıraksalardı Asım’ı kaç inceleme daha yapardı. O, asla sesi kısılamayacak olanlardandı… “Nesimi der ki ey füze yapanlar acımasız zalim cana kıyanlar bırak ey yaşasın bütün insanlar barış güvercini uçsun dünyada dostluklar kurulsun insanlar gülsün son bulsun savaşlar kimse ölmesin”
“Sen ey denizin oğlu deli rüzgâr batık gemi İnsan azıya aldı mı gemi Aşkın gümüşten oltasına takılı sudan yeni çıkmış balık gibi güneşin altındayken ölmeli ölmek yeter mi?” Uğur Kaynar’ı Sivas’a çeken doğduğu toprak olmasıydı. Zara’ lıydı. Zara için şiirler kaleme almıştı. O, özlem dolu bir ozandı. Öldükten sonra, çantasından çıkan peçetenin üzerinde yazan dizeler onu bize daha iyi anlatır: “Öldüğümde / doğduğum yere gidiyorum / yıllarca süren bir hasret ve bilinmezliği / işte böyle yeniyorum.”
< A KINT IYA K ARŞ I SA NAT
Yoksulluğa boyun eğip, kader diyenlere “ana avrat sövesi” gelen ozan Nesimi’nin Zeytinburnu’ndaki gecekondusu “dost kapısı” olarak anılıyormuş o dönem. TİP’li olduğu yıllar… Kimler girmemiş ki o kapıdan: Behice Boran, Tülay German, Yaşar Kemal, Can Yücel, Yılmaz Güney, Abidin Dino … Bir ‘barış güvercini’ sorumluluğunu taşıdığını hiç unutmadan aramızdan ayrıldı. Halkın türkülerinin karşılığının para olamayacağını gösterdi. Yazarları, şairleri ve aydınları Zeytinburnu’nda bir gecekonduya toplayabildi. Dayanışma, dostluk, sevgi ve yoldaşlıktı bu…
6
Ateş İçinde Sivas Koray ise çocuksu telaşıyla çevresine bakınıp, olan biteni anlamaya çalışıyordu. Hasret Gültekin ile aynı gün doğmuş, aynı gün öldü. 1 Mayıs günü dünyaya gelen ve yaşının üstünde bir olgunluğa sahip olan bu çocuk, henüz on iki yaşındaydı. Kim bilir ne planları vardı geleceğe dair, ablasıyla sarılarak ölen bu çocuğun kafasında. Ölüme mutlu mesut giden karikatürist Asaf Koçak’ı yakanlar, çizgilerinin yaşatılmasına engel olamadılar. Yaşasa kuvvetli ihtimal cezalı ve yasaklı bir karikatürist olarak mücadelesine devam ederdi. Teodor Kasap’tan beri mizahtan haz etmeyen bir toplumda karikatürist olmanın bedeli de yanmakmış. “dünya arsızındır, fırsat pirsizin, rağbet yalancının, refah hırsızın. azap yoksulundur, gocuk yersizin, sararıp da solmak reva mı bize...” diyen bir babanın kızıydı Edibe. Babasının kızıydı. Aşk ile kavrulan yüreği, yanıp tutuşan bedeninden büyüktü. Aslında saldırılar Aziz Nesin’e yönelikti ama onlar dostluğu ve sevgiyi ölene kadar korudular. Aziz Nesin’i bırakmadılar azgın yobazlara. Yandılar, yaktırmamak için. Bize örnek bir tavır gösterdiler. Baş eğmeden nasıl yaşanır, onu gördük onların hayatlarında. Yitirilmek istenen bir halkın diline türkü olmuşlardı. Aydınlık günler için kalemlerini ellerine almışlardı. Kim bilir daha ne gibi çalışmaları olacaktı. Onların yakıldığı yıllarda dünyaya gelen bizlere bir onur bıraktılar. ‘Mazlum’olan bizler ya da yakılan canlarımız değil, bizleri yakan zavallılar. Bu yüzden bunun edebiyatını yapmayı onlara bırakıyoruz. Biz ise mücadelemize kaldığımız yerden ve daha hızlı, daha sert bir şekilde devam edeceğiz.
“Ateşe semah duranların” önünde saygıyla eğiliyoruz.
< A KINT IYA K ARŞ I SA NAT
“Ve dünya yalnızca alışkanlıktan değil, sevgiyle dönsün diyor, hepinizi yüreğinizden öpüyorum.” Hasret Gültekin
7
Can EMİROĞLU
HASATI BEKLERKEN
Bir şeyler var içimde; kavga arifesinde bulunup da, meydanlarda kaybedilen sevgi gibi bir şeyler, anlamsız; fırtınalara duyulan özlem gibi bir şeyler, yarım, ve patavatsız… ağzımda acı kahve tadı, aklımda nikotin hasreti var. Memleketin görür mü insan, mısır saçlı bir kızım gözlerinde? oluyor; mayıs arifesiyse, ve kaçaksan, ve boşlukta bir misket gibi yuvarlanmaktaysa dünya , oluyor. Evsiz ateşlerinde dövülmüş, bir gazi madalyası kalbim benim; kaldırmıyor, yenilmez bir insan sevgisine, inen kanlı darbeleri. Onlarca savaşın, onlarca muharebenin, yorgunu benliğim, sözlerindeki umursamazlığı, kaldırmıyor.
Benim bardağımda, sonsuz bir çobanlık var telveler ardına gizlenmiş. Boş tarlalarda, kimsesiz gezinmek var başka mayıslarda hasattan hemen önce başlarını doğrultacak gelincikleri beklemek var -bir zaman kızıl yapraklarını güneşe gösterecek gelincikleriama mutlaka mutlaka açacak gelincikleri beklemek var Sen varsın, hasretin var kalemi elime aldığımdan beri deştiğim kapanmayan boşluğun var hızla kaybolan sesin ellerin var ılık sisli geceler var şehirlere inen uyuz kurtlar var gelincik beklentisi var sen yoksun rüzgarın yakıcı ıslığı var sen yoksun sen yoksun.
< A KINT IYA K ARŞ I SA NAT
Varlığın çiseliyor üstüme Yeni çıkmışım cenaze törenimden; kafam bulanık, kollarımın arasındaki sen boşluğunu, ıslak bir dumanla kapama uğraşındayım. Açıp kollarını yaylanarak, -taa Ziganalarayalnızlığa bir buruk türkü, yakmak isteyen bir şeyler var içimde, denize karşı; Girip toprağın altına; Sessizliğe kök salmak isteyen bir şeyler var…
Onur KEREM
8
< A KINT IYA K ARŞ I SA NAT
Onların Yakamadıkları...
9
PİR SULTANLAR ÖLMEZ, BİNLER YETİŞİR
Sivas, Cumhuriyet Tarihinin görüp görebileceği en büyük katliamlarından birine tanık oldu. Öylesine korkunç bir katliamdı ki, aralarında Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok ve Hasret Gültekin’in de bulunduğu otuz üç aydın, düşünür ve sanatçı ya yanarak ya dumandan boğularak yaşamını yitirdi.
Katliam ve Devlet ilişkisi... Pir Sultan Abdal Etkinlikleri’nin düzenleneceği çok öncesinden duyurulmuştu. Öyle ki, katliamdan günler önce halka kin ve nefret dolu bildiriler, broşürler dağıtılıyordu. Refah Partisinden AKP’ye savrulan dönemin belediye başkanı Temel Karamollaoğlu yaptığı açıklamalarla halkı bizzat katliama teşvik ediyordu. Temel Karamollaoğlu ve Abdullah Gül aynı dönemde Refah Partisi’ndeydiler. Karamollaoğlu, katliamdan saatler önce Madımak Oteli’nin önünde bulunan insanlara şöyle sesleniyordu; “Gazanız mübarek olsun. Bir defa şöyle bir Fatiha okuyalım. Sonra şunların ruhuna el Fatiha diyelim.” Vali Ahmet Karabilgin, Pir Sultan Abdal Heykeli’ni vinçle yerinden söktürüyor; gerici-yobaz grup ise heykeli iplerle bağlayarak cadde boyunca çığlıklar atarak sürüklüyordu.
Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve koalisyon Partileri ise tüm bu olanlara seyirci kalıyorlardı Devlet-yobaz ilişkisi açık bir şekilde ortadaydı. 1993’den günümüze 2 Temmuz…
Her 2 Temmuz’da olduğu gibi bu sene de Sivas’ta yitirdiğimiz aydınlarımızı anmak için toplanan parti ve derneklere gaz bombası ve tazyikli su ile müdahale edildi. Şehre girmek isteyen otobüslerde kimlik kontrolleri yapıldı, bazı otobüslere ise giriş izni verilmedi. Tüm bunların altında yatan neden, büyük bir korkudur. Bu hem psikolojik, hem de fizyolojik bir korkudur. Korkuyorlar aydınlıktan, hak arama mücadelemizden, kararlı duruşumuzdan, ödün vermeyişimizden... Korkuyor iktidar, korktukları aşikâr! O halde daha çok gitmeliyiz üstlerine, yılmadan, yorulmadan katliamı gerçekleştiren o büyük koltuk sahiplerinden hesap sormak için! Diyordu ya Pir Sultan: ”Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan.” Yolumuz ve düşmanlarımız bellidir. O halde mücadele etmek gerek, sonuna kadar!
Pir Sultanlar ölmez, binler yetişir...
DYP genel başkanı Tansu Çiller ise, “Çok şükür, otel dışındaki halkımız bu yangından zarar görmemiştir. Halktan kimsenin burnu kanamamıştır ve ölenler de çıkan yangından boğularak ölmüşlerdir.” diyebilecek kadar küstahlaşabiliyordu.
Ege YEŞİM
< A KINT IYA K ARŞ I SA NAT
2 Temmuz 1993, Sivas’ta Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nin düzenlediği Pir Sultan Abdal Şenlikleriydi.
10
AKINTIYA KARŞI YORUM Okan Bayülgen’in Hıncal Hoca’yla program yapacağını duyduk. ‘Yönetmenstar’ tarzında bir şey olacakmış. Yönetmen adaylarının kısa filmleriyle katılacakları bir yarışmaymış. Duyduk duymasına ama pek şaşıramadık doğrusu. Hep söyledikleri gibi “eee medya dünyası” deyip geçemedik de… Bir tarafta o dünyanın ara sıra da olsa çatlak ses çıkaran, as programının dışında katıldığı yahut yaptığı birçok programda medyayı sözünü sakınmadan eleştirebilen, “evet, şov dünyası ama bu dünya tam bir bataklık” diyebilen ismi: Okan Bayülgen; diğer tarafta ise medyanın yarattığı ve zamanla o camianın en hatırlılarından olmuş şahsı: Hıncal Uluç… Hıncal Ağa varken Okan Bayülgen’ e söz düşmez. Hıncal Ağa varken Okan Bayülgen’den söz edilmez. Neden mi? O zaman biraz Sayın Uluç’ u tanıyalım… Hıncal Hoca, gazetecilik yaşamına Demokrat Parti bozması Hürriyet Partisi’nin yayın organı Yenigün’de spor yazıları yazarak başladı. İlerleyen yaşamında birçok gazetede, dergide ve TV programında boy gösterdi. “Çok sıkı” dostlar edindi bu süre içerisinde. Öyle ki bu dostlar yahut bu dostların onu getirdiği konum sayesinde bugün, “bu yayınlanmayacak” dediği yazı yayınlanmıyor, hatta yazarlar “ Uluç hakkında yazma” türünden tehditlerle karşı karşıya bırakılıyor. Hoca’yı bir de ‘yılın en iyi kültür programı’nda* izleyin. Medyada geçen onca yıla karşın iki cümleyi bir araya getiremeyen bir Hıncal var karşımızda. Dahası biz, hiçbir alanda yetkinliği olmadan her konuda bu kadar konuşmaya çalışan bir medyatik daha görmedik.
< A KINT IYA K ARŞ I SA NAT
Gelelim etiğe, ar-namusa ve insanlığa...
11
Hoca’yı çapkınlıklarıyla da tanıyoruz, tanıyoruz ama bunu nasıl çapkınlık olarak adlandırabiliriz bilmiyoruz: koluna takıp bar-bar gezdirdiği iki bayan arkadaşının da fuhuştan dosyasının bulunması… Hadi bunu adlandırmayalım, kalsın. Peki ama böyle bir şeyi yapabilen Sayın Uluç, nasıl oluyor da ölen bir insanın arkasından ‘fahişe’ tarzında imalarda bulunabiliyor. Aynı ‘dünya’ yı paylaştığı birine yapıyor bunu; sadece reklamını yapmak için, düşen trendlik durumunu kurtarmak için hem de. Nasıl bir ahlak anlayışı bu? Şimdi hep Hıncal’dan bahsettik. Okuyucumuz “Okan’ın hiç mi suçu yok” diyebilir. Onun için biraz da Okan’dan bahsedelim… Biz bu programda asıl onu merak ediyoruz. Hıncal Uluç’u biliyoruz çünkü. Ne halt edeceği de üç aşağı-beş yukarı belli. Peki ama Okan Bayülgen ne yapacak? O küfrettiği medyanın en ağır topunun yanında diz kırıp oturacak ve en iyi yönetmeni mi seçecek on dört hafta boyunca? Öyle olacağa benziyor… Okan Bey ilk bölümünüzü ve sizi ekip olarak heyecanla bekliyoruz. Ayrıca bol bol dua ediyoruz: Maazallah, bakarsınız Hıncal Uluç mankenlerle çıkagelir bir gün! *Yaşamdan Dakikalar
AKINTIYA KARŞI YORUM “Burada olmayan, hangi nedenle olmadığını bilmediğim büyük bir düşünür, din adamı bir insana teşekkür ederim. Ona teşekkür etmemin en önemli tarafı bu ülkeyi, bu insanları, bu dili sevdirdiği için, Orhan Pamuk’a ‘seni öldüreceğiz’ diyenlere bu ülkeyi bırakmadığı için. Bu ülkede, bu ülkeyi sevmenin bir suç olmadığını hatta gurur verici olduğunu dünya ile bütünleştirdiği için Fethullah Gülen’e teşekkür ediyorum.”
< A KINT IYA K ARŞ I SA NAT
Bu güzel sözlerin sahibi Sinan Çetin… Türkçe Olimpiyatlarının finalinde kendini tutamayıp sarf ediyor bu sözleri. Hoca efendinin bu denli önemli bir isim olduğunu bilmezdik, tahmin dahi edemezdik. Sinan Çetin’in cüzdanın kabarıklığının nedeni artık daha iyi anlayabiliyoruz. Geçen sene karşımıza “yetmez ama evet”çi olarak çıkmıştı. 12 Eylül’ün kendisini nasıl ele geçirdiğinin farkına varması için sadece çektiği fotoğraflara bakması bile yeterdi oysa ki. 12 Eylül öncesinde Maden-İş’in grev fotoğraflarını çekmiş bir insan, sol cenahın içerisinde yer alan bir sinemacı ne zaman gitmiş de gönlünü Gülen’lere kaptırmış. Fetullah Gülen mi öğretmiş kendisine sinemayı; yoksa Atıf Yılmaz, Zeki Ökten gibi değerli insanlar mı? “Okul yaptı” düşüncesi üzerinden Gülen’i destekleyenler, Akıntıya Karşı dergisi olarak biz de okul yapsak, bizi de desteklerler mi merak içerisindeyiz... Geçen senelerde Mustafa Altıoklar ile girdiği bir tartışmada “AKP’ye oy verdiğine” hiç pişman olmadığını dile getirmişti kendisi. Bu senenin başlarında da Tayyip Erdoğan’ı çok beğendiğini itiraf etmişti. “Akıntıya Karşı”, Sinan Çetin’den daha da fazlasını beklediğini belirtmek ister. Sanat camiasında Sinan Çetin’in bu tavrına dair bir tepki sunulamamıştır. Hatta desteklediğini söyleyen sanatçılar vardır. İşte bahsettiğimiz akıntı, tam da bu. Sinan Çetin’in, överken kelime bulamadığı bu kişiliğin Türkiye’ye gelmesinin konuşulduğu bir dönemde, bu teşekkür Sinan Çetin’i daha “başarılı” kılacaktır. Belki de çıkmayı bekleyen bir filme kaynak teklifidir bu övgüler… Akıntıya Karşı’nın sayfalarında asla göremeyeceğiniz garantisini verebiliriz. Rahatça takip edebilirsiniz…
AKINTIYA KARŞI 12
SİYASET SANATI ve TÜRKİYE
U
< A KINT IYA K ARŞ I SA NAT
mudun yok edilmek istendiği bir sistemin içindeyiz. Tam da orada yaşıyoruz işte. Üzerinden düşmekte olduğumuz çizgiye baktığımızda kimimiz sadece düşmeyi ve düşmemeyi görüyor kimimiz ise ölüm-kalım çizgisinin üzerinde seksek oynadığını fark ediyor. Bana göre mesele de burada başlıyor. “Bizim insanımız da şöyle-böyle ”dememeyi ve böylelikle klişeliğe yol açmamayı çok isterdim. İsterdim ama ben de aynı cümlelerle başlayacağım yazıma sadece bu tarz cümleleri kuran arkadaşlardan farklı olarak umutsuzluğa yol açmamakla, “Bir çıkış kapısı belirir mi? “ düşüncesi üzerine yoğunlaşmakla yetineceğim.
13
Çay bahçeleri gibi daha çok orta yaş ve üstü insanların gittiği yerlerde oturduğumda düzenli bir şekilde sıkılmakla meşgul oluyorum ve içimin içimi yemesine engel olamıyorum bir türlü. Neden mi? Çağdaşım olan insanların çay bahçeleri gibi yerlerde olmamalarından kaynaklanmıyor bu durum. Böyle açıklarsam eğer fazla basite indirgemiş olurum sorunu. Bir düşünün; sağınızda solunuzda eski topraklar toplanmış, havadan sudan konuşuyorlar. Genel olarak muhabbet birbirlerine hastalıklarını anlatmakla ve devamında alternatif tıpçıların masaya yumruğunu vurup rahatsızlığın teşhisini koymasıyla başlıyor. Laf dönüp dolaşıp siyasete geliyor elbette. Şu şöyle yapmış bu da bunu demiş derken memleket beş dakika içinde ameliyat masasına yatırılmış oluyor. Diyaloglar şu şekilde: -Bu parti kesin orayı da satacak arkadaş, bak demedi deme. -Yok canım sende… Mecliste bizim parti varken o iş biraz sıkar! Birkaç gün sonra, yani o kurum satıldığında dönen sohbet durumun sandığımızdan daha da kötü olduğunu gösteriyor bize:
-Gördün mü, ben ne demiştim sana? Satarlar arkadaş kim karşı koyabilir ki bu adamlara! Bunlar işi kılıfına uydurmuş sakız parasına gitti canım işletme! -Haklısın azizim ama içimizi ferah tutalım, yargı kararı bozacaktır… Memleketim insanı yıllar boyu bu gibi konuşmaları siyaset diye yaptı durdu. O masalarda ne plan-projeler çizildi, iktidarına-muhalefetine ne muhtıralar verildi, ne küfürler söylendi, ne kavgalar edildi. Kaç kez kurtuluş savaşı başlatıldı ve Türkiye kaç kez yıkıldı-kuruldu. Bunun sayısını gerçekten tahmin bile edemeyiz; bir eski toprağın her gün ‘siyaset’ yaptığını düşünürsek. Ancak insanımız bu kaybedilen zaman içinde “Biz nerede hata yaptık, yapıyoruz?” demedi. Siyasetin bir eleştiri, muhakeme, muhalefet ve savunma sanatı olmadığını göremedi. Zaten görülemediği için yıllar boyu birileri Erbakan, birileri Ecevit, birileri Erdoğan, birileri Kılıçdaroğlu olup durdu ya… “Şurayı elimizde tutamadık, bilmem ne şirketine kaptırdık; aman burayı da kaptırmayalım” düşüncesi şurayı kaptırdığımız gibi ‘burayı’ da kaptırmamıza neden oldu. Ama bizim insanımız bu gerçeği görmek yerine televizyonda birbirleri ile sidik yarıştıran siyasetçileri tartışmayı yeğledi ve yaptığı bir dizi hataya ‘siyaset’ konuştuğu her gün bir yenisini ekledi böylelikle kendini mücadele etmekten men etti! Unutanlara hatırlatmak, bilmeyenlere öğretmek gerekiyor ısrarla: Siyaset bir savunma sanatı değil! Siyasette çizgileri belirgin belirgin çekip “Burası bizim olsun.” demek, elinde tutmak istediğin yeri ya da değeri düşmana verip “Al, tepe tepe kullan” demektir.
Bu; hem insanlığın hem de Türkiye halklarının, Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihine ket vurma anlamı taşımaktadır. Devrimcilerin, yüreği solda atanların, aydınlıktan taraf olanların sahiplendiği mirası; ortak bir değer olan mücadele tarihini; direnerek, saldırarak, yılmayarak, büyük bir özveriyle elde edilen zaferleri ve kazanımları önemsizleştirmektir.
hesaplaşan odak olmaktan çıkarılmalıdır. Yoksa tekil olarak darbeye bakılırsa(mazlum edebiyatı yapılmasa bile) otuz yıl sonra bu güncel siyasal atmosferde kolu-bacağı kırık bir hareketlilik yaratılmış olur. Ayrıca bunun adı da ‘darbeyle hesaplaşmak isterken darbe ürünü AKP’nin kucağına düşmek’ olur. Başa dönecek olursak…
Şimdi bir ek daha yapmakta fayda var, 12 Eylül’ den nasiplenmek dedik ama bir yeri eksik bıraktık sanki: Türkiye solu otuz yıldır topu darbeye atarak, mazlum edebiyatı yaparak iş görmeye çalışıyorsa ortada büyük bir yanlış var demektir. Darbe ile hesaplaşmak mı? Öyleyse mücadele örülmeli, 12 Eylül’ün yarattığı gerici-faşist furyanın mimarları ile mağdurları yüz yüze getirilmeli, AKP gibi bir parti acilen darbe ile
Türkiye’de solu güçlü bir alternatif olarak sunmak demek, umudunu kesmişlerin umudu aramaya çıkmaları demektir. Çay bahçeleri ve kahvelerdeki siyasetin siyasallaşması demektir. İşçi sınıfının tekrar örgütlü bir güç olmasının önündeki engellerin kalkması demektir. Halklar arasındaki bağın tekrar sınıf-mücadele ekseninde kurulması demektir.
Peki, sol ne demektir?
< A KINT IYA K ARŞ I SA NAT
Türkiye; çok çetin dönemeçlerden geçen ve birçok örnekte olduğu gibi uçurumun eşiğine gelmek şöyle dursun, oradan bizatihi atlayan bir ülkedir. Bu durum sol tarafta, ideolojik savrulmalara, yön tayini yapılmamış (hatta yapılması da, bu konjonktürde hayli zor olan) salvolara neden olmuştur. Peki, şunu sormak lazım o zaman: 12 Eylül ile ağır bir darbe almış bir solun ayakta kalamadığı yahut ayaklanıp sağlam mücadele hattı öremediği bir ülkede, o ülkenin halkı, işçisi, köylüsü mücadele etmeye yanaşır mı? Tabii ki hayır!
Sol; tüm bunlar için mücadele etmeyi seçmektir ve kararlı duracakların, pozisyonundan milim geri basmayacakların tarafıdır. Mücadele dışında geliştirilecek her tarz ise kum havuzunda ‘devrimcilik’ oynamaktır.
Serdar Nâzım
14
< AKINTIYA K AR Ş I S ANAT
MÜZİK
15
“Öfke bir hediyedir.” 90’lı ve 2000’li yılların kitlesiyle en iç içe olan ve örgütlü protest müzik yapan grubu ya da sanatı bir
yasaklandıkları bilinmektedir. Resmi internet sitelerinde dinleyicilerine okuma listeleri sunarak kitaplar tavsiye etmektedirler.
ayna yerine çekiç olarak kullanan “öfke bütünü” diyebiliriz. Grup, 1990 yılında Kaliforniya, ABD’de Zack de la Rocha(solist), Tom Morello(gitar), Brad Wilk(Davul), Tim Commerford(bas gitar) tarafından kuruldu. Rage’in politik duruşu onu kendi müzik tarzı içerisinde öteki gruplardan ayrılmasını sağladı. Zack’in kelimelere olan hâkimiyeti ve rap müziğe yakınlığı; Tom Morello’nun rock müzik ve gitaristlik konusundaki yaratıcılığı ve Wilk’in net fakat vurucu tondaki davulları bir araya gelince politik duruşunun altını dolduran agresiflikte bir müzik yapısı ortaya çıktı. Grup sol görüşe sahip olduklarını ayrıca kesin ve kırmızı çizgilerle kapitalizme karşı olduklarını ifade etmekte. Fakat bu anlayışla ortaya çıkan grubun Sony’e bağlı olan Epic Records şirketiyle anlaşması, dinleyicileri tarafından oldukça büyük bir tepki ile karşılandı. Gruptan gelen açıklama fazla kişiye
Şarkı sözleri yanında grubun aktivist yönünün de vurgulanması gerektiğini düşünüyorum. 93 yılında bir konserlerinde sahneye çıplak çıkarak ABD’nin müzik piyasasını denetleyen sansürcü kurumları protesto etmişlerdir. 2009 yılında X-Factor, ülkemizde de Popstar vs. gibi, “yetenek avcılığı” yapıldığı iddia edilen İngiltere’de düzenlenen bir yarışmayı protesto etmek için grubun dinleyicileri örgütlenmiştir. Yarışma birincisinin paketlenip bir pazarlama ürünü olmasını ve her yıl aynı tekelleşmeyi engellemek için Rage’in albümlerini satın alarak tekelleşmeyi kırmışlar ve İngiltere’nin piyasacı müzik anlayışına karşın kendi enternasyonal müzik tarzlarını -direnişin müziğini- galip çıkarmışlardır. O yıl bunun üzerine BBC’ye çağrılan gruba şarkılarını çalabileceklerini söylemişler fakat sözlerini sansürlemeleri gerektiği uyarısında bulunmuşlardır. Grup
ulaşmalarının çok önemli olduğu, bunu da ancak kapitalist sistemin kanalları ile yapabilecekleri yönündeydi. Grubun hayranları ise haklı olarak bir samimiyet sorgulaması yaparak grubun açıklamasına hak verdiklerini, fakat satılan her albümün şirketlerin kâr hanesine yazıldığı gerçeğinin unutulmaması ve buna cephe alınması gerektiğinin altını çizdiler. Rage bugün çok geniş bir kesim tarafından severek dinlenilmektedir. Marx’ın ifadesiyle “doğanın yarattığına karşılık insanın yarattığı her şey olan kültür”ün tüm zenginliğini kullanmaktadırlar. Zaten bu çeşitlilik onları seyircileri ile birlikte itici bir güç haline getirmiştir. Grup tepkilerini şarkı sözleri ile açıkça ortaya koymaktadır. Örneğin Latin Amerika’daki gerilla hareketlerini açıkça desteklemiş ve selamlamışlardır. Ayrıca grubun solisti Zack, EZLN örgütünün aktif
önce “evet” diyerek olayı kendi lehine çevirip, performans esnasında sözlerini sansürlemeden İngiltere’nin en yaygın radyo yayınlarının birinde kendi görüşünü rahatça dile getirmiştir. Radyo ise olayı engellemek için her türlü teknik imkânını kullanmıştır. Bu noktada üzerinde tartışılması ve sorgulanması gereken bir iki detay kalıyor. Rage; samimiyet testini geçmiş, sistemin içinde var olabilen ve geniş bir kitleye yayılan bir grup olmayı becermiştir. Fakat bunu sistemin unsurlarını devreye sokarak yapmıştır. Bunların kullanımı, alanı ve nüfuzu ne kadar olmalıdır ya da olmalı mıdır yoksa tamamen reddedilmeli midir? Bunun çok farklı cevapları var ve ayrı bir tartışma konusu olarak önemini koruyor. Fakat piyasacı ve paketlenmiş, ambalajlanmış sanat anlayışına karşı üretici, farklılıkları selamlayan ve dinleyicisiyle bütünleşerek güçlenen bir yapı var karşımızda. Bunu
destekçisidir. Zapatista yanlısı oldukları için Meksika’da
da göz ardı etmemek gerekir.
Anıl UZUN
ÖZGÜRLÜĞE DOĞRU Özgürlük, belki de uğruna en çok can verilen ve en çok arzulanan şeydir. Herkes özgür olmak ister ve bunun mücadelesini verir bir şekilde. Bazen konuşarak bazense savaşarak... Peki, “Nedir özgürlük?” ya da “Biz gerçekten özgür müyüz?” 18. yüzyılda başlayan aydınlanma çağı, esasen bu özgürlüğe kavuşmak için başlayan bir mücadelenin ürünüydü. İnsanlar özellikle de aydın kesim artık Kilise’nin onlara dayattıklarını, onları bağlayan akıl almaz zincirleri kırmak istiyorlardı. Özgürlüğe kavuşmanın tek yolu savaşmak değildi. Esas yolu düşünmekti belki de. Düşüncelerini bağıra çağıra söyleyerek özgürleşebilirdi insan. Tabii bu haykırışları duyan kulaklar var olduğu sürece. O dönemde yaşamış J.J. Rousseau, Kant, David Hume, John Locke gibi Almanya’da, Fransa’da, Büyük Britanya’da yaşayan düşünürler yazdıklarıyla etraflarına deyim yerindeyse ışık saçtılar. Ancak ne yazık ki toplumun bir kısmını aydınlatabildi bu ışık. Kant’a göre aydınlanma, insanoğlunun ergin olmama durumundan sıyrılmasıyla mümkündür. Bu ergin olmama durumu aynı zamanda özgürlüğü de elimizden alır. “Aydınlanma nedir?” sorusunu yanıtlarken şu cümleleriyle bu durum net bir şekilde ortaya konmuştur: “Ergin olmama durumu çok rahattır.Kesinlikle benim için olan bir kitaba,benim için diyete karar veren bir doktora sahipsem kendi kendimi zahmete sokmama da gerek kalmaz.” Oysa işte o zahmettir insanı özgür kılan. Çünkü her özgürlük yanında verilmesi gereken kararları ve yerine getirilmesi gereken sorumlulukları beraberinde getirir. Bunlar olmadan özgür olmak düşünülemez. J.J. Rousseau ise özgürlüğün kendi kabul ettiğimiz yasalara uymak olduğunu dile getirmiştir. Bu tabir özgürlüğü sınırları olmayan bir şey olarak gören zihniyete ters düşebilir. Oysa bana kalırsa özgürlük her ne kadar “sınırları aşmak”, “dilediğini dilediğin şekilde yapabilmek” sanılsa da insanoğlu için her zaman uyulması gereken belli kurallar olmalıdır. Tabii ki Rousseau’nun dediği gibi kendi rızamızla kabul ettiğimiz yasalar… İlkokullardayken bile denirdi ya kendi özgürlüğümüz başkalarının özgürlüğünün başladığı yere kadardır. Başkalarının hayatına da “ben özgürüm” tavrıyla müdahale edemeyiz çünkü “o” da özgürdür. Özgürlüğümüz sadece kendi yaşantımızı kapsar. Peki, gelelim “Biz cidden özgür müyüz?” sorusuna. Günümüz yönetim şekli olan demokrasi tanım olarak her bireyin kendi yöneticisini seçebilme hakkının olduğu, özgürlükçü bir yönetim şeklidir. Uygulamada gerçekten böyle mi? İnsanların aç ve eğitimsiz olduğu bir toplumda gerçek özgürlükten ve demokrasiden söz edilebilir mi? Aç bir insanın yegâne isteği onu yüksek medeniyetler seviyesine getirecek bir yönetici değildir. Onun isteyeceği
< AKINTIYA K AR Ş I S ANAT
esas şey “karnını doyurabilmek”tir -ki bu istek gayet normaldir. Bu konumdaki biri tabii ki “karnını doyurabilecek” ya da bu vaatleri veren bir yöneticiyi seçecektir. Bu durum insanların zaaflarından ve yoksunluklarından faydalanacak politikacılar doğurabilir. Yoksul ve tek derdi bundan ötürü ailesini geçindirmek olan bir insan ne kadar özgür olabilir, sistemin ağır çarklarında ilerlemeye çalışırken ve aynı sistem onu tek bir yola sürüklemişken? Özgür bir toplum için öncelikle ekonomik durumu ve eğitim düzeyi iyi bir toplum oluşturulması gerekir. Bu şartlar sağlanırsa ancak insan özgür olabilir, belli kısıtlamalardan sıyrılıp “kendi” olabilir. Aslına bakarsanız kendiniz olabilmektir, özgür olmak. Kendi ruhunuzu, duygularınızı, düşüncelerinizi sınırlamadan ortaya koyup “ben de buyum” diyebilmektir. Her ne kadar özgür bir ülke olarak geçinsek de gerçekte duygularımızı ve düşüncelerimizi çok da rahat dile getiremiyoruz. Çünkü genel olarak toplumda bugüne kadar gelen gelenekler ve düşünce sınırları bir kalıba sokuyor bizi. Geleneklere aykırı davranan, halka doğduğundan beri empoze edilen duygu ve düşünce kalıplarından kopmuş biri (ki bu tamamen onun seçimidir, ister doğru ister yanlış) toplumda hiçbir zaman hoş karşılanmaz. İnsanlar, başkaları da onun gibi düşünsün ve o tarzda yaşasın isterler. Özgürlüğümüzü kazanmak için ne yapacağız peki? Kalıplara uysa da uymasa da yaşayacağız ve düşüneceğiz kendi doğru bulduğumuz yolda. Kalbimizin ve aklımızın götürdüğü yere emin adımlarla yürüyeceğiz. Bu cesarete sahip insanlar nerede olurlarsa olsunlar, hangi devirde yaşarlarsa yaşasınlar, özgürlüğün ışıltısına elbet erişeceklerdir. Ayrıca Albert Camus’nun da dediği gibi: “Özgür olmayan bir dünya ile başa çıkmanın tek yolu, kendini öyle serbest bırakmaktır ki varlığın bile bir başkaldırı halindedir.”
İdil BİROL
16
AKP Demokrasisi ve Türkiye
S
< A KINT IYA K ARŞ I SA NAT
izi birkaç sene öncesine götürmek istiyorum. Belleğinizi şöyle sekiz dokuz sene geriye sarın. Hatırlayın, Tayyip Erdoğan hapse girdiğinden dolayı milletvekili olamıyordu ve o günlerde AKP’liler Tayyip Erdoğan’ın halk tarafından seçildiği halde milletvekili olamadığından yakınıyor; bunun demokratik olmadığını, halk egemenliğini yansıtmadığını söylüyorlardı. Bu sorunu çözmek için meclise bir yasa teklifi sundular. Bu yasa ile Tayyip Erdoğan meclise girip milletvekili olabilecek ve başbakanlık koltuğunun sahibi olabilecekti. Ahmet Necdet Sezer, yasa kendisine ilk sunulduğunda “toplumun tamamıyla ilgili bir karar olmadığı, bireysel olduğu” gerekçesiyle yasayı veto etti. Fakat AKP’lilerin tekrar meclise başvurmaları sonucu cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer yasayı kabul etti. Böylece Tayyip Erdoğan’a meclisin ve başbakanlığın kapısı açılmış oldu.
17
Günümüze döndüğümüzde ise yine halk tarafından seçilmiş Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin, Yüksek Seçim Kurulu tarafından düşürüldüğünü görüyoruz. Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesinin ardından sırasıyla eski bakanlar ve AKP’nin önde gelenleri açıklamalarda bulunup “YSK’nın kararıdır. Bir şey söyleyemem.” tarzında açıklamalarda bulundu. Bu açıklamalardan en manidarı AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in Yaprak Dökümü dizisinde her problemin ardından Ali Rıza Bey’e “Aman ağzımızın tadı kaçmasın Ali Rıza Bey.” diyen Hayriye Hanım gibi- “Sağduyulu olalım. Memleketin ağzının tadı kaçmasın.” demesi oldu. Anlaşılan Hüseyin Çelik, Yaprak Dökümü’nün iyi bir takipçisiymiş. Sıkıntılı durumlarda problem çıkmaması için Hayriye Hanım’ın uyguladığı taktiği iyi öğrenmiş. Fakat bu sefer tutar mı, orası meçhul. Konumuza dönersek… Tayyip Erdoğan meclise girerken “halkın egemenliğinden” bah-
sedenler, demokrasi naraları atanlar, her fırsatta haksızlığa uğrayanların ve ezilenlerin yanında olduğunu söyleyenler neden Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesine ses çıkartmıyor doğrusu ilginç! Demokrasi naraları atan, halkın egemenliğinden bahseden onlar değil miydi yoksa? Ya da işlerine geldiğinde mi okuyorlar demokrasi ve halk egemenliği mavalını? Halk egemenliği demişken Tayyip Erdoğan’ın seneler evvel halk egemenliğiyle ve laiklikle ilgili söylediği sözler aklıma geldi: “Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır.”, “Ya laik olacaksın ya Müslüman.”. Bu cümleleri kuran Tayyip Erdoğan; bugün ekibiyle birlikte her fırsatta halk egemenliğinden bahsedip, AKP’nin halkın iktidarı olduğunu iddia ediyor. Üstelik laiklik ile de problemlerinin olmadığını söylüyorlar. Yani karşılarındaki insanları bir nevi koyun yerine koyup “Nasılsa her dediğimize inanıyorlar ,bugün söylediğimiz bir sözü ve değişmez sanılan bir kanıyı yarın değiştirebiliriz.” mantığıyla hareket ediyorlar. Karşılarında koyun olmayanları, boyun eğmeyenleri ise polis copuyla, tazyikli suyla bastırmaya çalışıyorlar. En son Hopa’da yaşanan olaylar, Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi ve bu iki olayın ardından Taksim’e çıkan gruplara polisin müdahalede bulunması da AKP’nin kendi partisine münhasır bir faşizm inşa ettiğini bize kanıtlamaktadır. Bu faşist diktayı ise ancak AKP’nin durmadan bahsini ettiği halk indirebilir.
1950’de Demokrat Parti iktidara geldiğinde, tüm halk Demokrat Parti’yi bir kurtarıcı, demokrasi getirecek insanlar olarak görmüştü. Nitekim bu demokrasi kahramanları; işçilere verdiği grev hakkı sözünü tutmamış, üniversite akademisyenlerinin üzerinde baskı kurmuş, yargıyı denetimi altına almış, muhalif tüm unsurları devre dışı bırakmaya çalışmıştır. Bugün AKP’nin, Demokrat Parti’nin devamı olduğunu iddia etmesi boşuna değildir. AKP’nin bugün yaptıklarının, Demokrat Parti’nin 1950’den 1960’a kadar yaptıklarından bir farkı yoktur.
Kısacası, halktan kimin bu yetkiyi verdiği bilinmediği halde “halk adına” darbe yapabilecek bir askeri kadro kalmamıştır. Halkımız kendi göbek bağını kendisi kesmek zorundadır. AKP’den kurtulmanın tek çıkar yolu vardır: Baskıcı Cumhuriyet Halk Partisi’nden, işportacı Demokrat Parti’den, ülkenin ilericilerini astıran Adalet Partisi’nden, gerici Milli Selamet Partisi’nden ve ülkeyi ABD ile onun sermayedarlarına satan Anavatan Partisi’nden de kurtulmanın tek yolu olan, halkçı ve güçlü bir devrimci partiyle sosyalizme yürümektir.
Tayyip Erdoğan; işçi düşmanlığı yaparken, karşısına çıkan çiftçiye “Ananı da al git!” derken, hakkını savunan TEKEL işçilerini tehdit ederken, “Hiçbir üniversite öğrencisine dava açmam.” deyip kendisine “İşportacı Tayyip” diyen Beyoğlu Kumpanya grubuna dava açarken, liseliler şifreli sınava tepki gösterip “Hakkımızı yedirtmeyiz!” dediğinde ,“Onların karşısına 5-10 bin kişiyi çıkarırız” derken Adnan Menderes’ten farkı olmadığını hepimize kanıtlamıştır.
Bu yol tırmanması zor dik bir yokuş da olsa başarmaktan başka çaremiz yoktur.
Yolumuz açık olsun!
< A KINT IYA K ARŞ I SA NAT
Tayyip Erdoğan’ın buradan çıkartması gereken önemli bir ders vardır. Demokrat Parti halk desteği ile iktidara gelmiştir. Onlar da AKP gibi %50’nin üstüne çıkmıştır. Fakat Demokrat Parti, halk desteğiyle iktidara geldiğini söylese de; halk desteğiyle dolaylı olarak asker tarafından indirilmiştir. Tabii, bunu yaparken asker NATO’ya ve CENTO’ya da selam çakmayı unutmamıştır. Bu örnek dışa bağımlılığın ülkemizde nerelere kadar ulaştığını göstermektedir. Bugün asker, Ergenekon davalarıyla ve çeşitli yasalarla AKP tarafından tasfiye edilmiştir. AKP burada karşısına çıkabilecek potansiyel bir askeri darbeyi(dış güçlerinde etkisiyle) ortadan kaldırmak istemiş, Menderes’in yaptığı hatalardan biri olan “askeri unutmak” hatasını yapmamıştır.
İbrahim CEM
18
BİN YILLIK YALNIZLIK Koşun a dostlar koşun Sevişik yalnızlığın Son demleri bunlar Yürekte oynayan çengiye Para mı dayanır Cepteki son metelikte bunlar Yetişin a dostlar Sanırım kalbin motoru tekliyor Yakalayın hadi Yakalayamadınız mı Tren bu sefer kaçıyor Dayanın be dostlar Ha gayret be! Dayanın kapıya Zorladınız zorladınız Yoksa... Yoksa yok ölümden tecellinin Tarihte bir örneği daha
< A KINT IYA K ARŞ I SA NAT
Az kalmıştı ya dostlar Sıkmıştık dişimizi ya ha bire Yalnız ölümün Damgası basılmış Ömrüme ... Tek gidişlik
19
Belli... Hava da bozuk ama Ertelemek yok demek ki Bu geçit törenini Neyse dostlar Her şey için sağ olun Benden bu kadar Müsaadenizi istiyorum… Ve ben artık gidiyorum!
Serdar Nâzım
KİTAP Topluma duyduğu öfke giderek artar. Hep evden ve ailesinden kaçmak ister. Çünkü onlar, “çocukluğun soğuk geceleri” gibidirler. Kötü geçen çocukluktan kurtulmak için, önce o evden kurtulmak gerekir. Ardından akıl hastanesi günleri başlar. Elektroşoklardan dolayı gidip gelen bilinç, onda ciddi hasarlar yaratmaktadır. Tecavüzcü doktorlar, sapık hemşireler o hastanede bir araya gelmiştir. Orada, roman kişisinin topluma “uyum” sağlaması hedeflenmiştir. Hâlbuki akıl hastanesinde geçirdiği günler, onun sorgulayıcılığını arttırmıştır. Roman kişisi akıl hastalarının tedavi yöntemini de eleştirir. Akıl hastalarının tedavisinin “sosyalleşerek” gerçekleşmesi gerektiğini ve çevreden koparılmamasının önemini vurgular. Kitabın bölümleri bize romanda yazarın çevre ile psikoloji arasındaki bağı kurduğunu göstermektedir. Ayrıca romanda mekânlar birer simgedir. Örneğin son bölüm “Yeniden Akdeniz” roman kişisinin hayatının düzeldiğini ifade etmektedir. Artık mutlu bir hayatı vardır. Kendi varoluşunu anlamıştır. Kitabı okurken 20. Yüzyılın içi boşaltılmış insanlarıyla, bu insanlardan oluşan toplumla çatışmayı ve verilen mücadeleyi görebiliyoruz. Roman kişisi her ne kadar yaşadığı toplumdan şikâyet etmişse de, onu yaratanın da aynı toplum olduğunu bilmektedir. Kitap içindeki yoğun ve gerçekçi tasvirler ile de Tezer Özlü’nün temel derdinin kendini anlatmak olduğunu anlayabiliyoruz.
< A KINT IYA K ARŞ I SA NAT
Sahiplenilemeyen bir çocukluğun, karartılmış bir geçmişin romanıdır “Çocukluğun Soğuk Geceleri”. Tezer Özlü’nün öz yaşam öyküsü ile beslenen, keşfe çıkılan ve hayatın sorgulanışını konu alan bir kitap… Büyüdükçe ötekileşen ve yalnızlaşan bir kızın öyküsü… Yazar, çocukluk yıllarından bahsederken: “O yıllar öldü. O yılları bize öldürecek biçimde yaşattılar.” der. Bu yüzden kitabın adı da “çocukluğumun” değildir. “O yıllar”da toplumla girişilen çatışmalar travmatik izler bırakmıştır. Çevreyle yabancılaşma roman kişisinde erken başlamıştır. Fatih Çarşamba’da yaşayan, Avusturya Kız Lisesi’nde rahibeler tarafından eğitilen bu kız, çok küçük yaşlarında tanrıyı sorgulayarak ve reddederek başlamıştır toplumla çatışmaya. Giderek kendi özünü keşfetmeye çabalar. Pazar günleri, tüm fertlerinin banyo kuyruğuna girdiği bir ailenin parçası olmaktan kurtulmak ister. Kitabın ilk bölümünde babasını anlatır. Her sabah aynı saatte kalkan ve düdüğünü öttüren, kendini asker sanan, tipik bir orta sınıf sıkışıklığını temsil eden milliyetçi-muhafazakâr Türk babasıdır. Aslında o sadece babasını değil, babasının kuşağını ele alır. Radyoda İstiklal Marşı çalınca tüm aileyi hazır ola tutan, on cümlesinden biri “Vatan, Millet, Sakarya” ekseninde olan, görev ve vatan aşkıyla tutuşan, konuştukları konular “Okul, Görev, Başarı” üçgenine hapsolmuş bir kuşağın erkekleridir onlar. Kendisinin de içerisinde bulunduğu orta sınıfı eleştirir. Orta sınıf aile yapısını, kendi ailesi üzerinden eleştirir. Anne ve babasının davranışları üzerinden küçük burjuvaları eleştirir. Her yanı eşya yığılı ve her köşesine bir şeylerin tıkıştırıldığı orta sınıf evlerinin “ağır ve bunaltıcı havasını” anlatışı okura “sahiden öyle” dedirtmektedir. İntihar teşebbüslerinde bulunur fakat yıllar sonra eşi ve kızıyla İstanbul’da mutlu-mesut yaşarken, alt komşusu olan Doğulu genç kadar “başarılı” olamaz. Hayat onu giderek çevresinden soyutlamakta ve dışsallaştırmaktadır.
AKINTIYA KARŞI
20
2. DÜNYA SAVAŞI VE LIBERAL İKIYÜZLÜLÜK-2
B
< A KINT IYA K ARŞ I SA NAT
ir önceki yazıda Molotov-Ribbentrop Paktı’na kadar gelmiştim. Bu yazıda da kaldığım yerden devam edeceğim. Bu Paktın, batının Nazileri Sovyetlere karşı kışkırtmasına yanıt olmasının dışında da önemli anlamları var. Savaşın tanımı siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir. Sovyetler de bu paktı bu anlama uygun olarak imzalamıştır. Bu, şu anlama gelmekte; Sovyetlerin 1939’da savaşabilecek önemli bir gücü yoktu. Hele de Nazi Ordusu gibi ileri araç gereçlerle donatılmış, örgütlenmesi sağlam, kendini tam anlamıyla modern savaş mantığına uydurmuş bir orduyla...
21
Sovyetler bu paktla şunları hedefledi; sanayisini savaşın yaşanacağı bölgeden uzaklaştırmak(ki 1939’da Sovyet sanayi kuruluşlarının çoğu daha sonra işgal edilen bölgedeydi), tesislerini savaş araç-gereçleri üretmeye uygun hale getirmek, ordunun modernizasyonunu sağlamak ve örgütsel gücünü artırmak, en nihayetinde de Nazilerle savaşa uygun hale gelmek... Tabii bunlar Naziler Sovyetlere saldırdığında büyük ölçüde tamamlanmıştı, ancak bazı büyük eksiklikler vardı. Diğer yandan ise Naziler Sovyetlere saldırmadan önce Batıyı bitirmesi gerektiğinin farkındaydılar ve buna uygun hareket ettiler. Ama bazı aklı evvel veyahut güdümlü tarihçiler (ki bunlar liberal tarihçiler oluyorlar), bu gerçeği görmezden gelerek sanki Sovyetler Nazilerle anlaşmak istiyormuş gibi olayları anlatmaktalar. Hem de Batılı emperyalist ülkelerin Nazileri Sovyetlere karşı kışkırtmasını göz ardı ederek... Diğer yandan ise bunu Sovyetlerin Nazilere verdiği bir taviz olarak değil Sovyetlerin Avrupa halklarının kurtuluşu yolunda attığı ilk adım olarak görmek doğru olacaktır.
Savaşın Başlangıcından Nazilerin SSCB’ye Saldırısına Kadar Yaşananlar
Savaş 1 Eylül’de Nazilerin Polonya’ya saldırmasıyla başlar. Bu, Batı bilhassa da Fransa için şoktur. Ama el mahkûm, Nazilere savaş ilan etmek zorunda kalınır. Tabii ilan edilenin bir savaş olmadığı hemen anlaşılır. Savaş sadece Fransa - Almanya sınırında her gün atılan birkaç top, keşif uçaklarının seferleri ve Nazilerin batırdığı ticaret gemileridir. Batı, Polonya’yla meşgul olan Nazilere karşı, bırakın kara saldırısını, hava bombardımanlarında bile bulunmaz. Hatta Polonya işgal edildiğinde bilhassa Fransız siyasetçilerinin en fazla sözünü ettiği şey; Polonyalıların korkak bir ırk olduğu ve ondan dolayı yenildiğidir. Durumun Fransa açısından vehametini görmek için şu çok güzel bir örnektir: Savaşın başlamasından birkaç ay sonra Fransa parlamentosunda, Ruhr bölgesindeki demiryollarının Almanya’yla ortak kullanımına dair teklif konuşulur (bu teklifi Almanya savaştan önce yapmıştır). Tam teklif kabul edilmek üzereyken bir milletvekili çıkıp Almanya’yla savaş halinde olduklarını ve bu yüzden Ren Nehri üzerindeki köprüleri yıktıklarını, böyle bir şeyin artık mümkün olmadığını hatırlatır ve ancak bundan sonra bu teklifi tartışmayı bırakırlar. İşin diğer kısmı ise Fransız sermayedarlar Avrupa’daki tarafsız ülkeler üzerinden Nazilerle ticaretlerini sürdürmeye devam etmişlerdir. Bunun yanında Fransa hükümeti komünist partiyi illegal ilan eder ve militanlarının çoğunu tutuklar. Bu ise zaten niteliksiz olan savaş sanayilerinin iyice niteliksizleşmesine ve yavaşlamasına sebep olur. Kış Savaşı(SSCB’yle Finlandiya arasında) batının ikiyüzlülüğünü görmek açısından önemlidir. Sovyetler hem Fin saldırganlığına karşı hem de Leningrad’ı savunmak amacıyla Finlilerden topraklarının bir kısmının karşılığında daha kuzeydeki bu toprakların iki katı daha fazla toprak teklif ederler.
Kış Savaşı ve Baltık ülkelerinin Sovyetler tarafından alınması olaylarına karşı liberal zevat tutumu bize şunu gösteriyor: Gerektiğinde olaylara bütünsel bakmasını, hatta emperyalist ülkelerin yaptığı haksızca hareketlerin güzel bir sonuca ulaşmayı amaçlayan hareketler olduğuna kanaat getirmeyi başarabilen bu zevat; iş Sovyetlere gelince hemen bir demagojiyle işi “Sovyetler kötüydü, aslında Nazilerden farkı yoktu” ya bağlamayı da çok iyi beceriyor. Bu durum liberal zevatın niyetini ve ikiyüzlülüğünü çok güzel gösteriyor. Norveç’in istilasına geldiğimizde ise İngiltere ve Fransa Finlandiya’ya karşı gösterdiği yardımseverliğin çok azını bu ülkeye gösteriyor. Şöyle ki Finlandiya’ya tümenler yollamaya hazırlanan Fransa, Nazi saldırısına uğrayan Norveç’e bir bölük bile göndermiyor. İngiltere ise iş işten geçtikten sonra ve çok az birlik yolluyor. Çünkü hâlâ bu devletler Nazilerle anlaşmanın ve Sovyetlere Haçlı Seferi düzenlemenin yollarını aramaktaydılar.
Bu arayışları Nazilerin bir anda Hollanda’yı ve Belçika’yı işgale başlamasıyla yerini büyük bir paniğe ve hayal kırıklığına bırakır. Müttefikler yenilmeye başlar başlamaz Fransız subayları, Nazilere teslim olmaya ve ordularını teslim etmeye başlar. Zaten örgütlülüğü düşük olan Fransız ordusu, moralden ve savaşma isteğinden yoksun olan subayların kontrolünde olunca hızla yenilir. Bu da Fransa’nın Nazilerle sürekli anlaşmaya çalışmasının doğal bir sonucudur. İngilizler ise gerek sayıca az olmalarından gerekse de Nazilerin başarılı bir harekâtıyla kuşatılmaları sonucunda İngiltere’ye çekilmek zorunda kalır. Belçika ve Hollanda hükümetleri Nazilere teslim olur ve önemli bir kısmı Nazilere çalışmaya başlar. Fransa ise Paris’i açık şehir ilan ederek Nazilere adeta paketleyip sunar ve kısa bir süre sonra teslim olur. Teslim olmasının ardından Mareşal Petain’in başkanlığında eski parlamentonun çoğuyla Vichy’de hükümet kurulur. Tabii bu Nazilerin kurulmasına izin verdiği bir kukla hükümettir. Bu hükümet bütün ağır silahları Nazilere teslim eder. Hatta silahları saklamaya çalışan görevliler Nazilere ihbar edilir. Daha önceki polis ve istihbarat raporları (tabii önemli kısmı komünistlerle ilgili bu raporların) Nazilere teslim edilir. Tabii bunları liberal zevat yazmayı tercih etmez çünkü o zaman sınıflarına ve sistemlerine ihanet etmiş olurlar.
< A KINT IYA K ARŞ I SA NAT
Finliler bu teklifi ve yapılan diğer teklifleri reddederler. Bunun üzerine Sovyetler Birliği, bu bölgeleri zor kullanarak ele geçirme yolunu seçer. Batı ise bu olaya karşı Nazi hayranlarının iktidarda olduğu Finlandiya’yı desteklemek için yöntem aramaya başlayarak karşılık verir. Tabii bunun asıl nedeni gerek Fransız gerekse İngiliz siyasetçilerinin bir kısmının açıkça ifade ettiği gibi, bu olay üzerinden Nazilerle birlikte Sovyetlere saldırmaktır. İngiltere ve Fransa’da sağcı çevreler kamuoyu oluşturmak amacıyla Finlandiya’ya yardım geceleri düzenlerler. Tam İngiltere ve Fransa Finlandiya’ya yardım için gidecek birlikleri hazırlamışken, Finlandiya’nın SSCB’yle barış görüşmelerine başladığını öğrenirler. Yine Sovyetlere karşı Haçlı İttifakı suya düşmüştür. Ama liberal zevatımıza göre bu, Sovyetlerin işgalciliğinin kanıtıdır. Yine aynı ‘çok özgürlükçülerimiz’ faşist diktatörlüklerin yönetimde olduğu ve hukuksuzca Sovyetlerden çalınmış olan Baltık ülkelerinin Sovyetler tarafından geri alınmasına karşı da aynı tezi ileri sürüyorlar.
Baktığımızda sırf bir yılda yaşanan bu olaylara bakış açısı ve çarpıtmaları bile bu hesapta ‘çok özgürlükçü’lerin maskesini düşürmek için yeterli. Tabii biz bununla yetinemeyiz. Bizim görevimiz tarihi doğru anlamak ve ona göre konum almaktır. Bu da ilk başta medyanın ve belli popüler kültürel çevrelerin (popüler entelektüel çevreler de dahil olmak üzere) parlattığı şeylere ve kişilere ilah gözüyle bakmamak, tarihi bütün yönleriyle incelemek yani aklımızı özgürleştirmekle mümkündür.
Hasan ERKİN
22
KALAN GİDEN - KARANLIĞIN GÖZLERİ Bir kırık ümitsizliğimiz kaldı gecelerden bize, Senden Benden Birbirimize… Bilinmez bir ses gibi giden, Kelimelerden, düşlerden büyük Ümitsizliğimiz, imkansızlığımız… Yaşamaların arasından kaçamaklı, Gözlerde saklı, düşlerde yasaklı Bir kırık ümitsizliğimiz kaldı gecelerden bize, Senden Benden Birbirimize… Gözlerde saklı Söylemelerde sessiz.
< A KINT IYA K ARŞ I SA NAT
Şimdi yoksun Dilediğim gibi düşünebilirim artık seni Dilediğim gibi var edebilirim hayalimde, Korkusuzca, sorgusuzca…
23
Tutar ellerini ,ağlarım uzun uzun Kimseler ayıplayamaz beni Senin olan ne varsa karşımda, Duruyor artık Sevdiğin şarkıları fısıldıyorum kulağına Ve hoyrat ellerimle seni Her an biraz daha var ediyorum Her an biraz daha güzelleştiriyorum
Ebru ER
KOCA ÇINAR - HERKESE BENZEMEZSİN
Açar kapıyı usta, Eğilir kapıya gelen gazetesini almaya. Tam o anda, Kalbine bir sancı sıkışır: Türk olupta, Rus olarak ölmenin sancısıdır bu. Memeleketine olan hasretin sancısı. Oğluna “Memet” adını veripte, oğlunu görememenin sancısıdır. Koca çınar bir şairin ölüm sancısıdır bu.
Aslında tamda şimdi Nazım Usta’nın dediği gibi: Şimdi sende herkes gibisin. Ama herkese benzemezsin. Öyle bir çekip gittin ki Kimse böyle gitmemişti senden önce... Öyle bir bakardın ki bana Kimse böyle bakmamıştı senden önce...
< A KINT IYA K ARŞ I SA NAT
Öyle bir ağlardın ki yanımda Kimse böyle ıslatmadı omzumu senden önce... Çünkü sen öyle biriydin ki Senden önce kimse kalbimde bu kadar, küçük bir kız çocuğu kadar masum olmamıştı.
Burak CAN
24
ARDIL -
< A KINT IYA K ARŞ I SA NAT
yedi günlük haftanın herhangi bir günü uzanıp ömür diliyorum kalkmaya üşeniyor dizlerim dizelerime sığınıyorum sevda sağıyorum ay yüzlerinden bayrak bilmez bebelerin o ağacı o zamanı seni görüyorum kendimi artırıyorum bir ömür seçiyorum içimden ben seni her sene seneye de giymelik seviyorum
25
.... uyanıyor şehir rengi beyaza bulaşıyor bulutların kuşlar uçuşuyor uzakta bir müzik sesi yankılanıyor kulaklarımda ve ben yaşıyorum..
Utku GÜNDÜZ - Caner ATASOY
USTALARI ANARKEN . . . GÖRÜŞ GÜNÜ KONUSMASI Oğul ben senin görüş gününe dağları devşirerek geldim -bizim oranın dağlarınısevincimi ırmaklarda arıtarak -bizim oranın ırmaklarındasabah yeliyle örerek saçlarımı -bizim oranın sabah yeliyleo şimdi özlemiştir dedim sesimi bizim oranın çiçeklerine değdirerek geldim: Nasılsın?
Bir tek sözcükle alırım ellerini elime -üşüdükçe ovalayıp ısıtmak içinbir tek sözcükle basarım bağrıma seni -en öksüz saatinde kuşluk vaktininbir tek sözcükle duyururum öğütümü -gördüğün zulum mayanı berkitsinbir tek sözcükle ulaşır sana dileğim -gün devrilsin ama sen devrilmeyesinboşuna bunca zulüm,bunca yasak ve engel, onları aramıza koyanlar utansın: Nasılsın?!
İşte yıllardan sonra oğul yüz yüzeyiz yine seninle aramızda duruyorsa bu telörgü sen de benim alnıma bakmalısın dağılana dek birer birer bulutlar görünene dek bizim oradan senin için taşıdığım gökyüzü. Bu telörgü durduramaz çünkü ne senin bakışını ne benim yeter ki gözlerimiz susmasın: Nasılsın...
< A KINT IYA K ARŞ I SA NAT
Oğul ben senin görüş gününde ninniler söylemeyi isterdim -avutmak için uykusuz gecelerinitürküler söylemeyi isterdim -düğününe sakladığım türkülerinice ağıtlar düğümlendi boğazımda -birer harman yangınıydı her birisöylemeyi isterdim yasak olmasa bana kendi dilimizi kullanmak. Ama bu da durduramaz oğul ne senin söyleyeceğini ne benim yeter ki bir tek sözcüğe sığsın: Nasılsın!
Kemal ÖZER
26
O gün sanatçıları eserlerinden dolayı alkışlayanlar yoktu. Sahnedekiler de yakanlardı, seyirciler de...