Sanatta Mücadelenin yayın organıdır
Sayı: 3
Eylül 2011
Ederi: 1TL
Akıntıya Karşı Yayın Kurulu
Davet Ciddi bir özür dileme merasimiyle başlamamız gerekiyordu bu sayıya… Öyle de yapalım. Okuyucularımızdan af dileyelim; yazın rehavetine kapıldığımız için, dergiyi bir ay çıkartamadığımız için…
Can Emiroğlu Cem Gökmen Mehmet S.Özaydil Serdar Nazım
Yazarlarımız Agâh Şimşek Burçak Şahin Can Emiroğlu Ebru Er Ercan Köksal Gökdelen Ruble Hasret Can Kadir Soy Kerem Cemgil Mehmet S.Özaydil Serdar Nazım Şafak Anışoğlu Şubat Tuncay Umut Yolcu
imlâ ve Düzeltme Yağmur Ege
Ama biz, değerli gördüğümüz okuyucumuzdan sadece kuru bir özür dileyip, onların gönüllerini almak istemiyoruz. Biz, çıkmayan bir ayın hesabını kendimizden sorarak, telafi sayısı için canımızı dişimize takarak okurumuzun karşısına çıkmayı yeğ tutuyoruz. Üretimi basitleştirmemek, ele ayağa düşürmemek gerekir çünkü. Kültür-sanat üretiminde, genellikle ayı kurtarma taraftarı çoktur; “hele bu sayıyı çıkaralım da, artık bir sonraki sayıya…” tarzında söylemler yerleştirilmiştir dergicilik literatürüne. Aslında bu ‘sonu olmayan yola giriş’ gibi bir şeydir, ertelemeciliktir, kolaycılıktır. Gerçekten de sonu yoktur bunun. Kültür-Sanat yayıncılığında, hastalıklı ‘trendleri’ yıkmanın, kendini tekrar etme alışkanlığını söküp atmanın zamanıdır. Burada, Akıntıya Karşı Dergisi’ne düşen görev ise ‘boyuna posuna’ bakmadan bu alışılagelmişliğin karnına yumruğu atmaktır. İşte bu hedeften hareketle üçüncü sayımızı sizlere sunuyoruz ve okurumuzdan özür diliyoruz Aklın, vicdanın ve emeğin harmanı olan dergimizle kaldığımız yerden kürek çekmeye devam ediyoruz. Usanmak, yorulmak, geri düşmek yok! Üretimi sekteye uğratmak hiç yok! Aksine, şimdi daha da ileriyi hedefliyoruz. Küreklere daha sıkı sarılmanın, akıntıya karşı durmanın tam vakti!
Mehmet S.Özaydil
Dergi Tasarımı Cem Gökmen
Edebiyat, tiyatro, sinema, müzik, fotoğraf, resim, karikatür gibi alanlarda; yani sanatın her alanında desteğinize ihtiyacımız var. Bu sayfalar, ‘sorumluluk’ duyanların yazı tahtasıdır; bunu unutmayın…
Yazı, eleştiri ve önerileriniz için; akintiyakarsisanat@gmail.com
Yeni Döneme Merhaba Derken...
Bunu, dergimizi çıkartmaya başladıktan sonra çok daha iyi anladık. İşlenmesi elzem konular, biriken tartışma başlıkları, okur ile sıkı bir diyalog kurma çabaları ve diğer yandan edebiyattaki yıkılamayan (yahut toplumculardan sonra yeniden yapılandırılan) koyu feodal anlayış, subaşını kapma hevesi, cinsiyetçi – kadına ve erkeğe özel kitap pazarlayan vesaire - yazarlar, popülistler, ‘eski’ diye diye toplumcu kuşağın mezarını kazan yamyamlar ve daha niceleri... Neresinden tutmalı, ne açıdan bakmalı derken AKINTIYA KARŞI tabii ki bunların büyük bir bölümüne yanıt üretemedi yahut kimi zaman cılız sesler çıkardı. Ancak bu durum, Akıntıya Karşı’nın hiçbir zaman ‘edebi ağalarla’ hesaplaşmayacağı anlamına gelmemeli; bunu mazeret olarak göremeyiz. ‘ Hele biraz büyüyelim de, sonra…’
AK INT IYA K AR Ş I S aNAT
Yolumuz uzun mu uzun
Evet, hele büyüyelim de, sonra… Olası bir tehlikenin adı. Bize henüz uğramasa da genel olarak kültür-sanat alanında yayın yapan bütün çevrelerin bir süreliğine de olsa mücadele etmek durumunda kaldığı bir tehlike bu. Peki, bize niye henüz uğramadı? Akıntıya Karşı, büyük iddialarla küreklere asılmış, çizgisinden taviz vermenin, müdahil olduğu alandan uzaklaşmak anlamı taşıdığını iyi bilen bir dergi. Bu nedenle fırsatımız olduğunca, dilimiz döndüğünce daha fazla insana ulaşacağız, dostlarımıza kaygılarımızı ve hedefimizi lafı gevelemeden anlatacağız. Bizim kültür ve sanat alanında farklı bir rota izlememizi sağlayacak en önemli etken de budur zaten. Yeni dönem ve yenilikler… Akıntıya Karşı yeni dönemini aslında bu sayısıyla birlikte başlatmış oldu. Dergi yeni döneme birçok yenilikle giriyor. Her sayımızda elimizden geldiğince yapacağımız ve yorumlayacağımız bir bölümümüz olacak. Bu bölümde ilgi uyandıracağını düşündüğümüz bir konu üzerine yazılar, şiirler yayınlayacağız. Konunun gerek tarihsel incelemesini yapacağız, gerekse kültürel analizini… Akıntıya Karşı Yorum bölümünü dergi içinde daha etkin bir araç olarak kullanmak gerektiği kanısındayız. Daha geniş, daha bütünlüklü bir Akıntıya Karşı Yorum, şüphesiz dostlarımızın tartışma olanağı bulacakları bir alan olacak. Akıntıya Karşı’nın her alana değinebilmesi için bir takım düzenlemeler yaptık. Edebiyat, sosyal bilimler ve güzel sanatlar genel başlıklarında üç ekip kurduk. Son halini ilerleyen zamanlarda alacak olan ekipler derginin daha sistemli, periyodik ve üstlendiği alan çerçevesinde daha birikimli yayınlanmasını sağlayacak. Bu ekiplerin daha sağlam ve disiplinli işleyebilmesi için dostlarımızın da dergiye katkı koymasını istiyoruz. Öykü, şiir, deneme, resim, müzik, sinema, tiyatro, siyaset, felsefe, psikoloji gibi alanlardaki çalışmalarınızı bizimle paylaşmanızı bekliyoruz.
2
AK INT IYA K AR Ş I SANAT
Çalışmalarına başladığımız www.akintiyakarsisanat.org ‘u yakın bir tarihte açıyoruz. İnternet sitesi kurmamızdaki temel neden dergideki üretimlerimizi desteklemek… Örneğin bir yönetmeni tanıttığımız yahut eleştirdiğimiz sinema bölümünü desteklemek için o yönetmenin bir filmini siteden yayınlayacağız. Güncel kültür-sanat haberlerinin de yer alacağı sitede ayrıca dergideki sayfa sıkıntısından dolayı yayınlayamadığımız yazıları okurlarımıza sunacağız. Okurlarımızla iletişimimizi daha sıkı hale getirmek için dördüncü sayıdan itibaren yazar-okur toplantıları düzenlemeye başlayacağız ve bu toplantıların haberlerini gerek internet sitesinde gerekse dergide sizlerle paylaşacağız.
Kürek çekmeye devam... Yeni döneme hazırız artık. Heyecanlıyız: okurumuza anlatacaklarımız var çünkü. Yapacağımız çok çalışma, söyleyeceğimiz çok söz, tanıtacağımız çok insan, üzerine düşüneceğimiz-düşündüreceğimiz çok konu ve mücadele edeceğimiz çok alan var.
Akıntıya Karşı, barışı, insanlığı simgeleyen anıtlarının yıkılıp, yerine ‘peynir-ekmek’ heykelleri dikildiği, Sümela Manastırı’nın dışının betonla kaplandığı, sanatçılarının ucuz siyasal projelere alet edildiği bir ülkede, çetin bir mücadele verilmesi gerektiğinin farkında olanların yayınıdır. Akıntıya Karşı, aydın diye tanıtılan-dayatılan şahısların bu ülkenin aydını olamayacağını; gericiliğin içinden aydınlanma fikrinin çıkamayacağını bilenlerin ve bu şarlatanlığın karşısına kendi aydın kuşağı ile çıkma kararlılığını gösterebilecek cesur insanların yayınıdır. Bütün bunlar yaşanırken Akıntıya Karşı ‘okul’ olma hedefiyle sahneye çıktı. Bize düşen; önümüzdeki dönemde bu hedefe daha da yaklaşmak, hatta bu hedefi bizzat gerçekleştirmektir. Şimdi küreklere daha sıkı sarıldık. Rotamız belli: emekten, insanlıktan, barıştan yana olan her şey… Emekle, kararlılıkla, mücadeleyle ve dostlukla dolu yeni bir döneme merhaba!
3
Serdar Nazım
Üzeri din, dil, renk, millet ayrımına girmeden kardeşçe bir yaşamın yaşanılmasının sırlarını haykırır gibi el ele tutuşmuş çocukların resmiyle dolu bir örtüyle örtülü olan masanın üzerindeki beyaz kağıda düşüncelerimi dökmeyi planlarken, düşüncelerimden önce düştü beyaz kağıda, yeryüzündeki bütün çiçekleri kanla sulamamıza sebep olan savaşların karanlığı. “Bu dünya soğuyacak günün birinde, hatta bir buz yığını yahut ölü bir bulut gibi de değil, boş bir ceviz gibi yuvarlanacak zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız. Şimdiden çekilecek acısı bunun, duyulacak mahzunluğu şimdiden. Böylesine sevilecek bu dünya” “Yaşadım” diyebilmen için...”diyerek yaşamın güzelliğinin bilincini şiir kokulu bir tepsiyle, koklayarak anlayabilenlere sunmuş şairimiz. Yaşam bu denli güzelken ve yaşamı insan bu denli “yürekten gelerek” sevebiliyorken, toprağın üzerinde güneşin ısısını hissederek yaşayabilmek, toprağın altına zehirli meyveler verecek olan bir ağacın tohumu gibi ekilmekten daha güzelken, insanların bu denli birbirlerini toprağın altındaki tohum gibi toprağa ekmeye çalışmaları neden? Parlak ekran karşısında oturup okumaya koyulmuşken, yaşamda ancak kaza sonucu kanın akması için bilenmiş kelimeleriyle savaşan yazarların yazılarından bir cümle çarptı gözüme, çarptığı için özür dileme gereksiniminde bulunmadan bir casus gibi sızdı düşüncelerime:”Sadece barışçı değil, militan bir barışçıyım. Barış için savaşmaya hazırım.” cümlesiyle vardım savaşsız bir yaşam için savaşmamızın gerekliliği bilincine. Sırtında taşıdığı soğuk siyah silahın içindeki merminin kim bir hırsız gibi girmesini ister ki bedenine? Düşüncelerim, el ele tutuşmuş çocukların resmiyle bezeli örtüyle örtülü masanın üzerindeki beyaz kağıdın üzerine afallayıp düşerek incitiyor belini. Boş sayfalarla çaresiz bakışmalarımdan ötürü sorular sorumlu tutuyor beni sorunlardan.
Doldurulmalı o boş sayfalar ve yazarlar kelime sapanıyla kan emicilerin kafalarını kırmalılar. Anlatıyor bir savaşta ailesini kaybetmiş bir adamın ağzından şair, savaşın götürdüklerini yaşamdan. “Bombalar düşüyor: koparıyor başlarını çocukların, Yakıp kül ediyor bir anda ihtiyarları Kardeşinin gelini değil mi şu parça parça olan Annenin göğsünde bak işte bir onmaz yara” Şimdi ise savaşa karşı savaşma sırası bizlerin omuzlarında. Bombalar düşüyor akşam eve götüreceği ekmeğin telaşındaki madencinin ocağına, “güzel ölebilmeleri” için. Yakıp kül ediyor atom bombası, fabrikadaki emekçinin yeşeren tüm umutlarını. Göğsünde onmaz bir yara açıyor, dershane parasını ödeyemediğinden bir annenin evladının intihar etmesi. Böyle bir şavaş alanında kolay mıdır insanın düşüncelerden sıyrılıp gülebilmesi?
AK INT IYA K AR Ş I sanat
Çorap Kokulu Şiir
“Sen de katılmalısın yaşamı savunmaya” çağrısıyla çıktık biz de sokaklara, dökülen bu “yaşamın” durdurulması maksadıyla alanlara ve dönüşte evde yorgun bedenimi bıraktım ben de boş bir koltuğa. Burnuma gelen kötü bir kokuyla kalkıp çıkarıp makineye attım çoraplarımı temizlenmesi umuduyla. Ve dinlenmek için elime Sunay Akın’ın kitabını aldım ve başladım karıştırmaya. Birden “madalya” şiiriyle geldik burun buruna. “Bayram yerinde canlandırılırken kentin kurtuluşu ayakları kesilen gazi hiç düşünmeden değişir madalyasını çorap kokusuna” Siz hiç çorap kokusuna hasret kaldınız mı kardeşlerim?
Gökdelen Ruble
4
AK INT IYA K AR Ş I kültür
Bir Daha Anadolu!
5
İlk sayının heyecanıyla “Anadolu” temalı bir yazı yazmıştım. Bu yazımdan dolayı pek çok eleştiri aldım. Sanırım yazı biraz daha uzun ve detaylı olsaydı vermek istediğim mesaj daha belirgin olacaktı. Kendi üzerimden bunun vebalini atmak için konuyu biraz daha açmam gerekecek. Zira eleştirmek için, eleştirenleri elemek için bunun gerekli olduğunu biraz geç olsa da öğrendim. En azından “köylücülüğü kutsamak” gibi bir derdimin olmadığının anlaşılması bile benim açımdan yeterli olacaktır. Yazıyı duyduğum bir takım rahatsızlıklardan dolayı kaleme aldım. Beni eleştirenlerin böyle bir derdinin olmayışı sadece üzücü... Fakat benim için ilk sayıda çıkacak kadar acil olan bir konuydu; kendi benliğimize ve özümüze yabancılaşmış olmamız. Aslında 12 Eylül’ün özellikle de gençliğe armağanıydı bu. Bizi can evimizden vurmuşlardı. Fiziki saldırılarda yenilemeyenler ideolojik saldırılara karşı o kadar dirençli değildi. Bir kuşağı devrimcileştiren tüm nesnel durumları yok etmek istediler. Öngörülen aklı bulanıklaşmış kayıp gençliği veya günümüz gençliğini yaratmak için yeni nesnellikler yarattılar. Kültürel boyutuna baktığımızda popüler kültürün ve arabeskin ön plana çıkartıldığını görecektik. En basitinden şarkılar bile umutsuzluğun ve kötümserliğin propagandasını yapıyordu artık. Sanatsal faaliyetler ikinci plana atılarak, “sanat-sepet” denerek küçümseniyordu. Kitap okuma alışkanlığı yerini televizyon izlemeye bıraktı. Kitap okumak artık gençler için keyifli gelmek bir yana, anlam ifade etmiyordu. Bir zamanlar okudukları kitapları tartışan gençler artık izledikleri dizileri tartışıyordu. Kitap okumak isteyenlere de Orhan Pamuk, Elif Şafak gibi “Best Of”lar okutuldu. Kısacası kültürel kıyım yaşandı. Aslında Soğuk Savaş döneminin zekice bir taktiğiydi bu –ki nitekim işe de yaramıştı. Süreç gene aydınların ve sanatçıların basiretsizliği ve sessizliğiyle sonuçlandı. Bana kalırsa 12 Eylül’ün yapılış sebebi (tek sebep olmasa bile büyük oranda) buydu. “Problem sanırım buradan kaynaklanıyor: aydınların, kendi kültürlerine, kendi topraklarına, kendi insanlarına ilgisiz kalmaları ve onların elinden tutmayışı.” diyordu keman sanatçısı Cihat Aşkın bir söyleşisinde. Gerçekten de aydınlar saldırılara yeterli oranda direnemediler. Bir kısmı hemen teslim oldu, bir kısmı ise ne yapacağını bilemeyip sustu. “payına kavga düşen”leri ise pasifize etmek için her yol deneniyordu. 12 Eylül’ün kelepçe vuramadığı fikirler artık ideolojik bir saldırıyla karşı karşıyaydı. 2000’ler kültürel yozlaşmanın boğucu havasını hissettirmeye başlamıştı. Bu çağın çocukları türkü dinlemeyi bile komik bulacak, sevginin ne olduğunu bilmeyecek, sinir haplarıyla mutlu olacaktı. Böyle bir gençlik düzen için zararsızdı. Bahsettiğimiz sönümlenen kültür büyük orandan Anadolu kültüründen beslenmekteydi. Nitekim Ruhi Su’lar, Sümeyra Çakır’lar, Âşık İhsani’ler, Âşık Veysel’ler, Nesimi Çimen’ler ve daha pek çoğu Anadolu kültürünü temsil ediyordu. Tülay German kendi özgünlüğüyle Yunus Emre’nin, Pir Sultan’ın, Karacaoğlan’ın dizelerini yorumluyordu. Âşık Veysel’in öğrencisi olan Ruhi Su, ondan öğrendiklerini kendi öğrencilerine öğretiyordu. Sümeyra Çakır, Pir Sultan’ın dizelerini haykırıyordu. Âşık’lar köy köy gezerek muhalif tavırlarını aktarıyorlardı bir dönem. Âşık Veysel Köy Enstitülerinde saz öğretiyordu öğrencilere. Köy enstitülü öğrenciler konser veriyor.
A K INT IYA K ARŞI k ültü r
Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Ahmed Arif, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Rıfat Ilgaz, Şükrü Erbaş, Dursun Akçam, Arif Damar, ve de özellikle 1940 sonrası pek çok edebiyatçı, toplumcu gerçekçilerin çoğunluğu edebiyat üzerinden Anadolu’ya sahip çıkıyordu. Fakir Baykurt, sonradan “komünizm propagandası” yapıldığı gerekçesiyle kapatılan Köy Enstitülerinde öğrenim görmüştü –ki köy enstitüleri Anadolu edebiyatının geliştirilmesinde büyük bir rol oynamıştır. Boşuna komünizm propagandası yapmakla suçlanmamış yani. Mecliste köy enstitüsünden çıkmış bir edebiyatçı vardı; TİP Yozgat Milletvekili Yusuf Ziya Bahadınlı. Rahmi Saltuk, Timur Selçuk, Tolga Çandar, Cem Karaca, Selda Bağcan, Sevinç Eratalay, Erkan Oğur, Ahmet Kaya, Arif Kemal, Leman Sam gibi değerli sanatçılar ise çöküş döneminde müzikal alanda direniyorlardı. Anadolu ozanlarının eserlerini, türkülerini seslendiriyorlardı. Koskoca bir kültür deryası, halkların buluşma ve ortaklaşma mekânı Anadolu adeta çoraklaştırılmıştı. Yeni kuşak sanatçıların Anadolu kültürü ile hiçbir bağı bulunmamaktaydı. Onlar piyasaya oynayıp, para kazanmaya, popüler olmaya çalışıyordu. Herkeste bir Amerika sevdası başlamıştı. Âşık Veysel, Ruhi Su gibi sanatçılar üzerine ölümlerinden yıllar sonra dahi akademik çalışmalar yapılırken, yeni kuşak sanatçının temel kıstası iyi pazarlanmaktı. Oysa Anadolu kültürünün içerisinde hümanizm vardır. İnsanı temel alan, insanların hoşgörüyle birbirine bağlı olduğu, kin ve nefretin içerisinde yer almadığı, toplumsal mutluluğu hedefleyen bir kültürde piyasanın, paranın, mülkün hiç önemi yoktu. Aşktı ulaşılmak istenen. Tüm bunlar üzerinden tekrar düşündüğümüzde, Anadolu kültürüne sahip çıkmak bizler için bir zorunluluk olacaktır. Her toplumun benimsediği bir kültürü vardır ve bu kültürlerin biri diğerinden üstün değildir. Toplumlara olan saygımızı, kültürlerine de göstermek durumundayız. Kendimizi o kültüre ait hissetmiyor olabiliriz. Kaldı ki ben evrenselleşebilmiş bir kültürden yanayım. Ama bu kültürü oluşturabilmek için de yaşadığımız toplumun kültürünü iyi bilmemiz veya bu kültürel savaşımda emperyalist kültürün yok etmek için saldırdığı kültürü veya kültürleri savunabilmemiz gerekiyor. Kültürel savaşımda; tek tipte bir kültürü yayma, özellikle de sömürülen ülkeler üzerinden bu yayma işlemini gerçekleştirme, kitleler üzerinde yayılan bu “kültür”e hayranlık yaratmak, hiçbir müdahale gerekmeksizin kitlelerin bu kültürü benimsemesi, kendi özlerinden kopuşu gibi şeyleri görmekteyiz. Egemen güçler kültürü de kendi istedikleri şekilde yön vermektedirler. Bu durumda yok edilen kültürleri savunmak, direnmek olacaktır. En azından “kapsayıp aşma” bunu gerektirmektedir. Köy, köylülük meselesine gelince elbette tarihsel olarak geri olan bir şey savunulamaz. Biz her zaman ileri ve ilerletici olanı savunmalıyız. Onun için mücadele etmeliyiz. Fakat bu ülkenin köy gerçekliğini de görmezden gelemeyiz. Bu ülkede pek çok tarım emekçisi, köylü, ekmeğini topraktan çıkaran insan mevcut. Köylerde, yoksul mahallelerde, varoşlarda yaşayan bu insanlarla bir bağ kurmak durumundayız. Oralarda sanatı yaşatmalıyız. Toplumsallaşmak denilen olgunun bir ayağı budur. Anadolu’ya, Anadolu insanına laf atarak, o kültürle alay ederek, yok sayarak hiçbir kazanım elde edilemez. Neye üzülüp neye sevindiğini, tepkilerini, yaşam tarzını, kültürünü bilmediğimiz, dilinden anlamadığımız bir toplumun neresini nasıl düzeltebiliriz ki? İsteğimiz herkesin Şostakoviç dinlediği bir toplumsa şimdiden yenilgiye hazır olmalıyız. Bu, bir dönem gene bu topraklarda alaturka müziğin yasaklayanların zihniyetidir. Biz bir halkı, dolayısıyla da bir halkın dilini, kültürünü, ozanlarını, değerlerini, geleneklerini yok sayamayız. Portekiz kültürü, Latin Amerika kültürü, Avrupa kültürü derken nasıl gocunmuyorsak Anadolu kültürü veya Doğu kültürü diyince de gocunmamalıyız.
6
AK INT IYA K AR Ş Ikültür
Bir asırdır tartışılmakta olan bu meseleye artık daha farklı bir pencereden bakalım. Köylülüğü ve köy toplumunun dar mantığını, dışa kapalılığını, gelişime karşı kayıtsızlılığını aşmamız gerekmektedir. Şükrü Erbaş’ın “köylüleri söyleyin nasıl kurtaralım” dizesindeki samimiyetle bakalım artık bu meseleye.
Ruhi Su (solda) , Aşık Veysel (sağda) ile.
Bir kültür bu kadar önemli mi, diye düşünebilirsiniz. Ama şöyle düşünelim bundan kırk sene önce türküler, şarkılar, şiirler, resimler hep umut vericiydi. Halka umut aşılayan bir sanat ve kültür vardı. Dönemin siyasi gelişmeleri ile bağlantılıydı bu. Karşılıklı bir etkileşim söz konusuydu. Günümüze gelindiğinde ise karamsar, hazcı, düş kıran, ölüm temasını sıkça işleyen kısaca arabesk nitelikte veya popülerleşmiş sanat eserleriyle karşı karşıyayız. Günümüz gençliği de aynen böyle biçimci, hazcı ve sahteleşmiştir. Bireyleri umutsuzluk üzerinden apolitikleştirmektedirler. İşte alın size kültürün önemi. Son olarak; köyü, köylüyü iyi tanıyalım. Köylücülüğü savunmayalım. Köy toplumunun geri olduğunu ve çıkış olamayacağını elbette bilelim. Fakat köylerle, köylülerle, Anadolu ile bağımızı da koparmayalım. Onlara sırtımızı çevirmeyelim. Bizim onlara sırtımızı çevirmemiz, onların daha fazla sömürülmesi anlamına gelecektir. Anadolu kültürünü ise köylücülük üzerinden değerlendirmek, bu kültürü yok etmek için harcanan çabayı bilmemenin gafilliğindendir. Bu gafletle Ruhi Su’yu bile dinleyemez hale gelecekler.
7
Can Emiroğlu
AK INT IYA K AR Ş I şİİR
920’den Gelen
Bu ses, bu yiğit ses Ve daha binlercesi kol kola Göğsünde bebesini taşır gibi Taşıyorlar ya 20’den beri Zalime inat partilerini Kardeş! Bilirsin aslında bu sesi Bu, saltanatın karanlığından çıkıp gelenin Devrim yolunda dövüşenin ve de düşenin Bu ses TKP’nin sesi!
Ve biz başka âlem isteriz diyen
Mustafa Suphi
Türkiye Komünistleri Kurdular 920’nin Eylülünde Zafer kokan gözlerle ve de sözlerle Kardeş Baku ‘ de TKP’yi...
Serdar Nazım
8
b u lg arİstan Dosyası
EYLÜL
ve taşlaşmış gökkubbenin altında gümbür gümbür gümbürdedi doğa kükremiş çığlıklarla: -KALK atıldı ileri yiğitçe, coşkun ve taşkın, korkunç ve yüce: HALK!
Geo Milef
(Eylül Destanı)
Bundan 88 yıl önce bugün, altında yürüdüğümüz aynı tembel Eylül güneşi altında, Bulgaristan ayağa kalktı. Binlerce işçi, köylü, öğrenci, aydın; Çar III. Boris’in faşist devletini yerle bir etmek için yürüdü. Yıllarca Osmanlı egemenliği altında ezilmiş Balkanların bu yoksul ve güzel ülkesi; ekmeğe, suya hürriyete açtı. Osmanlı’dan kurtulur kurtulmaz başa geçen Çar; daha fazla açlık, daha fazla baskı, daha fazla zulüm demekti. Bulgar halkı, zar zor kazandığı kısıtlı “seçme” hakkını köylücü nitelik taşıyan Bulgar Tarım Birliği’nden yana kullandı. Kralın altındaki bu zayıf meclisin olanaklarını kullanmaya çalışan Bulgar Tarım Birliği hükümeti, bazı zengin toprak ağalarının mülklerine el koymaya çalışınca, egemenlerin tepkisiyle karşılaştı. 9 Haziran 1923’te, ordu, yaptığı darbeyle ülkedeki son demokrasi kırıntılarını da süpürdü. Artık köylü kanı akmaya başlamıştı. Darbe ile iktidara yerleşmiş faşist Beyaz Muhafızlar hükümeti, Tarım Birliği gibi Bulgaristan Komünist Partisi’nin de tasfiye edilmesini istiyordu. Generallerden, toprak ağalarından ve burjuvalardan oluşan hükümet, Çar’ın da desteğiyle, ülkede o güne kadar görülmüş en büyük antikomünist harekâtı başlattı. Komünistlerin, dergileri, partileri, dernekleri kapatıldı. Bunun üzerine Georgi Dimitrov önderliğindeki Bulgaristan Komünist Partisi, Tarım Birliğiyle birlikte Beyaz Muhafız faşizmine karşı işçi ve köylülerin birleşik cephesini kurdu. Bütün askeri güçlerine rağmen Cephe’den ölesiye korkan Bulgar egemenleri, antikomünist harekâtı bir adım ileriye götürerek, 12 Eylül’den itibaren komünistleri kitleler halinde tutuklamaya başladılar. Herhangi bir legal mücadele olanağının kalmadığını gören komünistler ise, dağa çıkmaya. Ülke çapında düzenlenen grev ve protestolara devlet silahla cevap verince, 23 Eylül 1923’te Bulgaristan Komünist Partisi ve Bulgar Tarım Birliği’nden oluşan Birleşik Cephe, faşist Beyaz Muhafızlar hükümetine savaş ilan etti.
9
“Herkesin bildiği gibi, ayaklanma, zorbalıkla iktidarı ele geçirmiş bugünkü gaspçı hükümetin devrilmesi ve yerine işçi ve köylü hükümetinin geçirilmesi için yapılıyordu.”* Halk, elindeki yetersiz imkânlara rağmen, Beyaz Muhafızlar’ın üstüne saldığı en son teknolojiyle silahlandırılmış karşıdevrimci Wrangel çetelerine karşı on beş gün direndi. Bu kısa süreli savaşı kazanan devlet, halkın üstüne o güne kadar görülmemiş bir öfke ve nefretle yürüdü. Daha yeni oluşmaya başlamış ürkek burjuvazi, iktidarına karşı yapılan bu güçlü saldırıya katliamlarla karşılık verdi. Bulgaristan proletaryası kana boğuldu. Bu ayaklanma Bulgar egemenlerini o kadar derinden etkiledi ki, bundan iki yıl sonra, 1925’te, Eylül isyanını destanlaştıran Geo Milef, yine Beyaz Muhafız hükümeti tarafından, yargılanmasına bile gerek duyulmadan infaz edildi. Egemenler, kazandıklarını sanıyorlardı. Kendilerini kutsal rejimlerinin sonsuza kadar süreceğine ikna ettiler; 23 Eylül’ünden 11 yıl sonra, 1944’te, Kızıl Ordu kıtalarıyla birleşen Bulgar emekçilerinin faşist diktatörlüğü ülkeden Georgi Dimitrov atacağını bilmeden. Bulgar Devrimi bugün yenik… Burjuvalar, tekrar tahtlarındalar. Proletarya hala eziliyor. Fakat tarih, bize sabretmemizi söylüyor. Nasıl 44 Eylül’ünde 23 Eylül’ünün hesabı sorulduysa sömürgenlere, 90 karşıdevriminin hesabı da mutlaka sorulacaktır. Bulgar Proletaryası faşizme karşı direniş tarihiyle bize; belki geç, belki erken, belki yarın, belki yıllar sonra, ama mutlaka, zaferi işaret ediyor.
b u lg arİstan Do syası
İşte Eylül destanı böyle başladı.
Bulgaristan’da Eylül’den sonra Ekim gelir. “Sizi budala çakallar! Sizin ‘düzen’iniz kumdan inşa edilmiştir. Yarın devrim bir kere daha ayağa kalkacak ve trompet sesleri ortasında sizi dehşete düşürerek haykıracaktır: ‘Buradaydım, buradayım, hep burada olacağım’.” Rosa Luxemburg *Georgi Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Bölüm VII: Bulgar işçi ve köylülerine açık mektup
Mehmet S.Özaydil 10
b u lg arİstan Do syası
Özgürlük Rüzgârı Doğumunda insanı soğuk, sevimsiz ve umursamaz bir dünya karşılar. Üstelik buraya gelip gelmemek konusunda kendisine bir karar hakkı tanınmamış, ona burada ne yapması gerektiği belirtilmemiştir. Aman vermeyen doğa karşısında insan yalnızlığının farkına varır. O güçsüz, o çaresiz, o umutsuzdur... İşte böylesi bir zorluklar silsilesine karşı durarak umudu yaratmak, yalnızlığını yenebilmek, her türlü acizliğin üstüne, ileri, daima ileri yönelmek insanı fiziksel olarak primatlar ailesinin bir mensubu olmaktan insanlık mertebesine taşır. Eğer ki savaşılarak kazanılan bir paye ise insanlık, sizlere geçen yüzyıldan esaslı bir insan portresi sunacağım. O doğduktan kısa bir süre sonra öğrendi boyacı olan babasından Bansko dağlarının vahşiliğine düşlerin rengini çalmasını ve daha okula başlamadan anasının eline tutuşturduğu kitaplardan yaşadığı dünyanın gizemlerini öğrenmeye başladı. Ne var ki zor dönemler geçirmekteydi dünya, çok geçmeden o açlığı ve sömürüyü tanıdı; savaşı tattı. Sefalet vardı var olmasına, ama sessiz gecelerinde dağların, yoksulluğun olmadığı günleri düşleyenler de vardı. İlkokul hocasından ve uzak, soğuk diyarlardan gelen onulmaz bir asiden öğrendi, çeliğin bile dayanamayacağını inatçı vuruşlara direnmeyi. O tarihe kadar çocuksu ve şekilsiz olan hayallerinin artık bir formu, bir de rengi vardı: kırmızı. Sonra hızlı üniversite yılları geldi. Babasının isteğiyle denizcilik okuluna yazıldı. Sonrasında edebiyat ile eğitimine devam etmek istediyse de ekonomik olanaksızlıklar yüzünden isteğini gerçekleştiremedi. Babasının yanına, sonrasında tutkuyla seveceği fabrikaya döndü. Orada başka hayalperestlerle iletişime geçti. Ülkesine ve özgürlüğüne göz dikenler bu sefer de elinden fabrikasını almaya kalkınca fabrika işçileriyle beraber greve çıktı. Hain kurşunlarla tanıştı, fakat ölüme teslim olmadı. Sürüldü, demiryollarında ateşçilik yaptı. Tutuklandı tekrardan sürüldü. Ülkesi yabancı sömürücülerin işgaline uğradığında, Bulgaristan Komünist Partisi’nin merkez komitesindeydi. Bir ihanet üzerine halk düşmanlarınca ölüme mahkûm edildi. İdam mangasının karşısına çıkarıldığında bir avuç yoldaşı ile “Özgürlük Uğruna Düşen Ölmez” türküsünü söylemekteydi... Katledilişinin üzerinden 70 yıl geçmiş olsa da, söz verdiği gibi Pirin Dağlarında özgürlük rüzgârının kanatlarında savaşmaktadır Nikola Vaptsarov ve doruklardan aşağıya, Sofya ovasına inerek oradan tüm dünyaya halkına omuz vermeye koşar baharları...
11
Kerem Cemgil
Her şehir birbirine benzer ne kadar şatafatlı olursa olsun meydanlar isterse envai çeşit anıtla bezeyin çiçekli parkları kömür dumanına boğulmuş bir semtte köhne bir evin sızdıran damının altında yırtık brandalarından camın bir görünüp bir kayboluyorsa araba ışıkları her şehir birbirine benzer İşte benim Sofyam -halkın Sofyası-da bir avuç yorgun gecekondudan ve kışla duvarlarında bir kurşun deliğinden ibarettir Tabiidir ki şehrin çocukların ve kedilerin işgalindeki sokaklarında nice destanlar yazılmıştır ve sizlerin kalbinizin atmasının sadece tıbbi bir vaka olmadığından şüphelendiğiniz o nadir anlarda daha niceleri hayat bulmaktadır Küt kalemim, sağır kulaklarımla ben o hikayelere söz verebilecek sese sahip değilim yine de sizlere suskun zamanlardan garip havadislerle geldim Bakın yenilmiş gecelerinde dünyanın Sofya kışlasının duvarındaki delikten sızan ayışığı kara panterlerle savaşmaktadır hala inatçı ne kelime mermer gibi kaya gibi bir buruk ses ileriye uzanmaktadır “Özgürlük adına düşenler ölmez!” Nikola Vaptsarov sarp dağların kaptanı yoldaş! gönlüm seninle beraber
zindan duvarlarını sarsacak son bir türkü yakma isteğiyle tutuşmaktadır gizleyemem Küçük bir köy evinin tavanına attığın ilk bakışından çelik bakışlarınla tarayana kadar çaresiz idam mangasını yanlızca bir kere yanlıdın sen sen sevgiyle kavganın yerini ayırdın Kalbimizi verip fırtınalara bir kısa yaz yağmuru gibi yağmaya gelmişiz biz tarihin üstüne kurşun gibi yanmaya yanmaya gelmişiz gelecek baharı tütümüze karıp yalana hacet yok kaderimiz değil güneşi görmek belki biz değil ama tan vaktini karşılayacak birileri olacak elbet ayağa fırlayacak göçüklerden gökyüzüne zaferini kazımak için İNSAN! Söyle bana nasıl nasıl sevebilir biletle insan eti satılırken Almanyalarda insan nasıl sevebilir yardan yırtılıp hoyrat bir çocuğun oyuncakları gibi vurulup birbirine atılmak varsa sonra izbe köşelere açlık varsa işsizlik varsa bok yoluna ölmek varsa tezgah başında söyle bana nasıl nasıl nasıl?
b u lg arİstan Dosyası
Aşk Türküsü
Namlularda açar en güzel nergisler Yalnız tırmanmaya cesaret edenler görebilirler dağ çiçeklerinin ihtişamını
12
b u lg arİstan Dosyası
Yaşadım Diyebilmek İçin Seni Halk Adına Ölüme Mahkum Ediyorum Her devrimcinin devrimi bir düşleyiş şekli vardır. Devrimci çoğu zaman bu düşünce ve hayaller sayesinde harekete geçecek güç bulur kendinde. Hayalleri ile geleceğinin buluştuğu son nokta için sürekli mücadele eder. Tüm bunlara paralel olarak sever ve yaşamak için kavga verir. Sosyalizm fikriyle tanışan birçok insan için devrimcilerin hayatını incelemek son derece önemli ve de ilgi çekicidir. Beni sömüren bir sistemi istemiyorsam yenisini kurarım, yenisini kurmak için eskini ortadan kaldırmam gerekir ama nasıl? İşte devrimcilerin hayatı bu soruya çözüm aramak hususunda birçok fikir verir insana. Mitka Grıbçeva da insanca bir düzen için yaşayan ve hayatını buna göre kurgulayan bir efsanedir. Efsane dememin sebebi hayatını incelediğimde karşılaştığım gerçeklerdir. Hayatta kalabilmek için, mücadeleye devam edebilmek için insanca çırpınışıdır efsane olan. Bulgaristan halkı zorlu bir süreçten geçmektedir. Ülke iyice arsızlaşan kapitalizmden sonra şimdi de Nazizm belasıyla karşı karşıya gelmiştir. Nazi Almanyası Lenin’in Ülkesi’ne saldırmıştır. Daha üçüncü güne gelindiğinde bilanço radyoların verdiği rakamlara göre şudur: 400.000 Sovyet askeri esir alınmıştır ve 4.000 Sovyet savaş uçağı (bu sayı Sovyetlerin savaş uçağı sayısının tamamına yakınıdır) kullanılamaz hale getirilmiştir. Bulgar radyolarında Sovyet hükümetinin Sibirya’ya kaçacağı ve birçok bölgede halkın ayaklandığı bildirilmektedir. Sovyet radyoları her ne kadar Hitler’in propagandasını çürüten, çıkan haberleri yalanlayan yayınlar yapsa da Bulgar halkının bir kısmı umut bağladığı ülke için ‘sonu geldi’ diyordu. Diğer kısmı ise Sovyet radyolarında ki haberler sayesinde Almanların kendilerinden bu kadar emin olmasıyla alay ediyordu: ‘İki yüz Sovyet uçağı Sardı bugün gökyüzünü Bizim erler kolaylıkla Düşürdüler dört yüzünü’ [1]
13
Bulgaristan Komünist Partisi ise Bulgar halkını silahlı direnişe hazırlamak için girişimlerde bulunmuş ve 24 Haziran 1941 tarihli bir bildiri yayınlamıştı. Bu bildiride ‘Bulgaristan’ı ileri karakol olması için işgal eden Nazilere karşı mücadele etmek’ yazıyordu. BKP, komünistlerin öncülüğünde bir partizan savaşı başlatacaktı ve tüm yurtsever güçlerle birlikte Nazilere karşı Vatan Cephesi’ni kuracaktı. Bulgaristan’ın tamamında eylemler gerçekleştirilecek, işbirlikçiler dersini alacak ve Naziler dünya halkları adına Bulgaristan’dan kovulacaktı. ‘ Alman faşist ve soyguncularına Bulgaristan’dan tek bir buğday tanesi verilmemeli! Tek bir Bulgar onlara hizmet etmemeli! ‘ [2] Tüm yurtseverlerin olduğu gibi Mitka’nın payına da bu savaşta görev almak düşüyordu. Mitka annesini kaybetmiş ve babası onu acımasızca evlatlık vermişti. O da kaçıp şehre gelmiş ve iş aramaya başlamıştı. Bir fabrikaya girmiş ve orada RMS [3] üyeleriyle tanışmış, böylece mücadeleye büyük bir heyecanla atılmıştı. Bildirileri ve gazeteleri okuyabilmek için okuma-yazma öğrenmişti yoldaşlarından. Toplantılarda konuşanların ağzının içine bakmıştı meraklı meraklı. Partisi için neler yapmamıştı ki… Elbette ona düşen görevi bundan önce olduğu gibi bundan sonra da layığıyla yerine getirmek için uğraşacaktı. Hem sevgili yoldaşı ve hayat arkadaşı Dimitır [4] işbirlikçilerin hapishanelerinde çürürken nasıl durabilirdi? Mitka da illegale geçti ve partizan oldu… Kinini bundan böyle daha farklı bir yolla bileyecekti ve onlarca kez söyleyecekti şu sözleri:
b u lg arİstan Dosyası
“ Seni halk adına ölüme mahkûm ediyorum! “ [5]
1942 ve 1943 yılları Bulgar komünistleri için zorlu yıllar oldu. Vatan Cephesi’nin kuruluşunu takip eden günlerde direnişin büyüdüğünü gören işbirlikçi hükümet, polisini komünist avına çıkardı. Şüpheli görünen hemen herkes kovuşturmaya alındı, yurtseverler hapishanelere tıkıldı, işkencelerden geçirildi. Dimitır’da erken ele geçirilen illegaller arasındaydı. Polis neredeyse her taşın altına bakıyordu. Tabii komünist ‘kelle’si başına koyulan ödülden dolayı muhbirlerin, işbirlikçilerin sayısı da her geçen gün artıyordu. Artıyordu ama düşen her yurtseverin yerine onlarcası geliyordu. Bebeklere söylenen ninniler değişmiş; halk, partizan marşlarını bebeklerine ninni yapmıştı. Çocuklar oyunlarında bu marşları ve türküleri kullanıyordu: ‘ Halkım benim, halkım benim, hazırlan! Fırtınalı savaş günleridir gelen Bu savaşın fırtınasıyla yürü, Yürü ve inan ki: Mutlaka kazanacaksın sen! ‘ [6 ]
Mitka’nın partizanlık hayatı da tüm bu yaşananlarla beraber diğer partizan yoldaşlarının ki gibi zorlaştı. Yiyecek, giyecek, mühimmat, sığınak gibi birçok temel ihtiyaç zaman zaman karşılanamaz hale geliyordu. Ancak Mitka ve yoldaşları, yaşamayı kavga etmekle eş gördükleri için tüm bu eksikler yüzünden yapacaklarını yapmaktan geri kalmıyorlardı. Polisin hiç beklemediği anlarda köylere ve kasabalara iniyor, silahlı eylemler yapıyor, karakolları basıp silah ve mühimmat topluyor, halktan çalınıp Almanlara gönderilmek üzere saklanan yiyeceklerin bulunduğu depolara girip, yiyecekleri halka dağıtıyor ve köylerde mitingler düzenleyip bağımsızlık savaşının önemini anlatıyorlardı. Diğer yandan Sovyetlerin başarılı karşı-saldırıları sonuç veriyor, Naziler yeneceklerine emin oldukları Sovyetlerin gazabından kurtulmaya bakıyorlardı artık. Bu durum Bulgaristan’da dalgalanmaya neden oldu. Evet, partizanların saldırıları etkiliydi, etkiliydi ama Bulgar halkının yıkılan umutlarını tek başına canlandırmaya yetmeyecekti. Sovyetlerden gelen güzel haberler mücadeleye katılımı arttırıyor, Bulgaristan’da ki Nazi birliklerinin ve onların yerli işbirlikçilerinin yoluna taş koyuyordu.
‘ Dünya yangınından bir meşaleyiz biz…’
Özgürlüğe âşık olmak ve sosyalizme inanmak… Mitka yokluk çekmiş, hasret çekmiş, sevmiş, sevilmiş biri. Ölüm görmüş, öldürmüş, yedi yüz kadar silahlı işbirlikçiye yoldaşlarıyla beraber göğüs germiş ve yalnız o ağır yaralı olarak kurtulabilmişti. Kim düşünebilirdi ki on yedi gün boyunca aç, susuz ve ağır yaralı bir şekilde ölüme karşı gelebileceğini… 9 EYLÜL 1944… Türlü acılar yaşamış, Nazi zulmü altında ezilmek istenmiş, işbirlikçiler tarafından satılmış, aç kalmış, kıtlık çekmiş bir halkın zaferidir 9 Eylül… Boyun eğmemekte ısrarlı insanların tarihe adını yazdırmasıdır. Son ayaklanmayı gerçekleştiren partizan orduları Nazi kışlalarını işgal edip, devlet binalarını ele geçirerek üç yıl önce kurulan Vatan Cephesi’ni iktidara taşımıştır 9 Eylül’de. İktidar artık halkındır. Naziler ve onların uşakları tıpkı Sovyetlerde olduğu gibi Bulgaristan’da da arkalarına bakmadan kaçmaya başlamışlardır. Şimdi artık anneler kahraman partizanlarını; çocuklarını beklemektedir ve Mitka’da Dimitırını düşünmektedir.
14
b u lg arİstan Dosyası
Partizanlık bırakılmıştır ama komünistler için görev bitmemiştir henüz. Onlar şimdi de yeni düzeni; sosyalizmi ülkede büyütmeye çabalamalıdırlar. Karşı-devrimcilere geçit verilmemeli, Vatan Cephesi hükümeti ne pahasına olursa olsun korunmalıdır. Öyle ki insanlar dağa taşa Lenin’in şu ünlü sözünü yazmaktadır: “ İktidarı ele almak zordur, ama aldıktan sonra elde tutmak daha da zordur! “
Mitka Grıbçeva, kendi yaşamını ( çocukluğundan partizanlığa kadar ) ‘Seni Halk Adına Ölüme Mahkûm Ediyorum’ adlı eserinde anlatmıştır. ‘Yaşadım Diyebilmek İçin’ de ise eşi Dimitır’ı ve aile ilişkilerini anlatır. Ancak 9 Eylül sonrası için de önemli bir belge niteliğindedir bu kitap. Çünkü Dimitır karşı-devrimle mücadelede önemli bir isimdir. Yenik Bulgar burjuvalarının kurduğu birçok karşı-devrimci örgütü canını hiçe sayarak dağıtmayı başarmıştır. Bu yüzden başına çok bela açmış, ihanetçiler tarafından ihanetle suçlanmış ve baskı görmüştür. Ama Grıbçev ailesi, tüm zorlukları atlattığı gibi bu kara lekeyi de alınlarından silmeyi başarmıştır. Mücadele etmekle başarmak arasındaki açıyı inançla doldurmak gerekir; ideallere olan inançla… Tüm tarih çarpıtmalarına rağmen insanlığın onurunu kurtaran kavga insanlarını selamlıyorum; Nazizmi tarihinin karanlık sayfalarına hapsettikleri için, insanlığı sömürüden kurtardıkları ve eşit, adil bir düzeni yaratabildikleri için, tüm dünya halklarına “ başka bir dünya mümkün” dedirtebildikleri için onları yoldaşça, kardeşçe selamlıyorum. “… Ama zafer yakındır, er geç bizimdir zafer Gülecektir yakında çilekeş halkımız da Evet! İnanıyoruz, kopacak bu zincirler Işık seli akacak gökkubbenin altında.” ( Dimitr Grıbçev )
1. Veselin Andreev’in ( Bulgar halk ozanı ) şiirinden bir bölüm. 2. BKP Merkez Komitesi’nin 25 Haziran 1941 tarihli bildirisinde geçen ana slogan. 3. RMS: İşçi Gençler Birliği. Bulgaristan Komünist Partisi’ne bağlı olan bir örgüt. 4. Dimitır Grıbçev, BKP’nin önemli üyelerinden. Devrimden sonra Devletin birçok kademesinde görev yapmış, BKP genel sekreteri ve Bulgaristan halkının öğretmen ve önder olarak saydığı Georgi Dimitrov’un yakın arkadaşı olmuş ve Tümgeneral olarak hayata veda etmiştir 5. “ Seni halk adına ölüme mahkûm ediyorum! “ : Bu sloganı Partizanlar, işbirlikçileri ve Nazi askerlerini infaz ederken söylerlerdi. 6. Bu şiir Dimitr Grıbçev’in hapishanedeyken yoldaşlarıyla birlikte çıkardıkları Hapishane Edebiyat Cephesi adlı dergide yayınlanmıştır. Yıl 1943. Çeviri: S.Nazım
15
Serdar Nazım
Nikola Vaptsarov’a selam olsun!
Ölüm soğuk Karanlık Ve hırçın Kara toprak ürkütür Yaşamdan umudu kesmemiş herkesi Fakat ancak yaşamayı Mesela çiçek toplamayı Güneşin batışını Şiir yazmayı Kan lekesini Yağmur sesini Gerçekten seven kişi Göze alabilir ölmeyi Adına kavga denen O güçlü Güzel Ve hantal boğayı Bir adım ileri götürebilmek için Kendini hiç sızlanmadan yere serebilen Ya da bir çift dudak Bir tutam saç için Göğsüne gelen kurşuna Hasretle sarılan biri Bilir anlamını yaşamanın Uğruna ölecek bir ağacın yoksa Uğruna yaşayacak yeşil bir tohumun Hiç olmamıştır Ve gerektiğinde susmasını bilmek Konuştuğunu anlamlı kılar İnsanın yaşamı Ölümü göze alınca başlar Ve atabiliyorsa yirmi yaşındaki bedenini bir tank paletinin altına Ya da hınçla savuruyorsa tekmeyi altındaki sehpaya
İnsanın yaşamı Ölmekle bitmez Kavga yaşadığı müddetçe sürer Düşmana inat Bir gün daha Yeniden doğar Bir tüfeğin namlusunda Saplanır bir hainin ardına Yahut bir bayrak olur Dalgalanır nazlı nazlı Kızıl meydanda Madrid’de Reichstag’da Havana’da Ve şafağında o büyük günün İstanbul’da
b u lg arİstan Do syası
ÖLÜM
Bir türkü olur Yoldan geçen güzel bir kızın dudağında Ya da tomurcuklanır Çıkar toprağın bağrından Gelip geçenler Selam verirler ona -Merhaba ey kızıl çiçek Bundan yıllar önce Cesur bir yoldaşın Elleri arkadan bağlı Gözünde kara bir bant Sırtı duvara dayalıyken Bağıra bağıra söylediği gibi Celladının suratına -Özgürlük için savaşanlar ölmez!
Mehmet S.Özaydil
16
AK INT IYA K AR Ş I tarİh
Bataklık Askerleri Norveç’teki faşist katliamdan sonra siyaset ve toplum bilimciler, “Bu faşizmin yeni bir dalgası mıdır?” sorusuna “hayır” cevabını verdiler; Behring ve destekçilerinin İkinci Dünya Savaşı’nın faşist rejimlerinin varisleri olduğu vurgulandı. Bu durumda bütün ilerici ve anti-faşist odaklara düşen görev; bu rejimlerin insanlık dışı uygulamalarını, hedeflerini ve onlara karşı direnenleri hatırlamak ve hatırlatmaktır. Bunun en etkili yollarından biri Nazi Almanyası’nın kalbindeki toplama kamplarına bakmaktır, çünkü toplama kampları Nazizm’in eziyetinin en uç örneklerini sergilemekle kalmaz, utanmazca şehir merkezleri ve yerleşim yerlerinin yakınlarında kurulan toplama kamplarının krematoryum külleri üzerlerine yağarken yaşamaya devam eden, Nazizm’in postalı altında ürkmüş ve sinmiş Alman halkını da gözler önüne serer. Börgermoor Toplama Kampı bunlardan sadece biri.12 yıllık kısa ömründe siyasi tutuklulardan eşcinsellere, düşman askerlerinden Alman askeri tutuklularına kadar binlerce insanın ucuz iş gücü olarak kullanılmasına, işkence görmesine ve öldürülmesine ev sahipliği yapmıştır. Faşizmin olduğu yerde umut, direniş ve kavga da vardır. Börgermoor Toplama Kampı işkence ve ölümü bir araya getirirken, sanatçı ve direnişçileri de bir araya getirmişti. Almanya Komünist Parti (KPD)’li üç bataklık askeri; şair Johann Esser, oyuncu ve tiyatro yönetmeni Wolfgang Langhoff ve besteci Rudi Gaguel’i de buluşturan Börgermoor, kavgayı anlatan en güzel şarkılardan birinin, Moorsoldaten (Bataklık Askerleri)’in doğduğu yerdir. “Ufka kadar uzanıyor Bataklık ve çıplak toprak Tepemizde yorgun kuşlar Meşeler kavruk ve çıplak Bizler bataklık askerleriyiz, kazarız küreklerle bataklığı” Kendilerine “bataklık askerleri” diyorlardı, sanat ve kavgalarından koparılmışlar, günlerini bir çamur denizinde çalışarak geçirmeye zorlanmışlardı. Fakat toplama kampı onları hayatlarından uzun süre koparmayı başaramadı. Umutları ve ateşleri sönmemişti. Wolfgang Langhoff, sarhoş SS askerlerinin kalaslarla mahkûmları dövdüğü “kalasların gecesi” adlı eğlencelerine tepki olarak “Zirkus Konzentrazani” adını verdiği mahkûmlardan oluşan sirki kurdu. Sirk, mahkûmları sanatlarıyla yeniden buluşturmakla kalmıyor, kamptaki ilgisizliği ve teslim olmuşluğu ortadan kaldırarak mahkûmların dayanışmasını pekiştirmeyi amaçlıyordu. Kamptan sorumlu komutanın da izni ve katılımıyla 27 Ağustos 1933’te Zirkus Konzentrazani ilk gösterisini yaptı. Sirk orkestradan komedyenlere, palyaçolardan akrobatlara uzanan yelpazesiyle normal bir sirki aratmıyordu. Langhoff ve Esser’in yazıp Gaguel’in bestelediği ”Moorsoldaten” ilk defa bu gösteride Solinger Fabrikası İşçi Mızıkası tarafından seslendirildi. Rudi Gaguel gösteriyi şöyle anlatmıştı: “Solinger İşçi Mızıkası yeşil mahkûm kıyafetleri içinde, omuzlarında küreklerle uygun adım sahneye çıktılar. İkinci dörtlükten sonra 1000 mahkûmun hepsi nakarata katıldılar:
17
‘Bizler bataklık askerleriyiz, kazarız küreklerle bataklığı’
AK INT IYA K AR Ş I tarİh
Sesimiz her dörtlükte daha da yükseliyordu ve son dörtlükte komutanlarıyla oraya gelmiş olan SS askerleri de - anlaşılan onlar da kendilerini ‘bataklık askerleri’ olarak görüyorlardı – söylemeye başladılar: ‘Şikâyet değil harcımız Uzanmaz bu kış sonsuza Gün gelir sevinçle deriz: Yurdum, döndüm yine sana! O zaman bataklık askerleri bir daha kazmaz küreklerle bataklığı!’ ‘O zaman bataklık askerleri bir daha kazmaz küreklerle bataklığı’ dizesinde işçiler küreklerini kuma saplayıp sahneden uygun adım indiler. Kürekleri şimdi birer mezar taşını andırıyordu.”
1934’te Börgermoor’dan tahliye olan Langhoff aynı yıl İsviçre üzerinden İngiltere’ye kaçmayı başardı.1935’te Londra’da besteci Hanns Eisler’le tanıştı. Eisler besteye bugünkü haline getirdi ve şarkı ilk kez Ernst Busch’un sesinden kaydedildi. İspanya İç Savaşı’nda şarkı uluslararası üne kavuştu. Daha sonra Heiner ve Oskar Kröher, Paul Robeson, Pete Seeger, Perry Friedman, Pi de la Serra, Joan Baez ve Hannes Wader gibi birçok sanatçı tarafından kaydı yapıldı.”Bataklık Askerleri” hala faşizme karşı sanatın ve hayatın direnişini yaşatmaya, bize yol göstermeye devam ediyor.
Şafak Anışoğlu
18
AK INT IYA K AR Ş I sp o r
Üç! Üç! Üç! Üç! Daha önce herkesin futbolla bir teması, ilişkisi mutlaka olmuştur. Maçları televizyondan, birahaneden veya stadyumdan izlemek, “Abi var ya bak yazıyorum, şu 11 ile ben bu takıma Şampiyonlar Ligi’nde final oynatırım”, “Ulan o ofsayt olur mu be! Bu hakemde tam i.neymiş!” demiş veya “Necla çekil televizyonun önünden bak golü göremedim!” tarzında kavgalar yaşamış, ‘ofsayt’ı anlamak veya anlatmak için yırtınmış olabilirsiniz. Tabi koca futbol endüstrisi bu kadar basit değil, hele oyunun akıbeti bir topun peşinden koşan 11 kişinin profesyonelliğine, hızına, gücüne pek de bağlı değil. Bugün bu koca endüstri büyük bahis yatırımlarından, milyon dolarlık transferlerden, orijinal takım formalarından, alışveriş merkezlerinden oluşuyor. Tabii ki para olan her yer gibi işler takımın renginden çok paranın rengine bakıyor. Dünyanın her yerinde veya liginde büyük şike skandalları dönüyor. Zaten birilerinin kârlı çıkması ve para kazanması için böyle oyunlar gerekiyor. Bahis şirketlerine büyük paralar yatıranlar iyi kazanç sağlamak için de bir şeyler yapıyorlar. Genelde futbol 11 kişilik takımlar ve bir topla oynanır ancak bugün durum farklı. Bugün futboldan kazanılan para bir top haline gelmiş ve para babaları bu topu hangi bankanın kalesine sokacağının hesabını yapıyor. Kapitalizm her şeye el attığı gibi buna da el atmıştır, atıyor da… Bir yandan da memlekette şike operasyonları yapılıyor. Tabii bu sadece ortada suç olduğu için değil, iktidarın çıkarları doğrultusunda sağdan soldan beğenilmeyen birkaç adamı kırpmak için de kullanılıyor. Bugün ülkemizde yaşanan olaylar da buna benziyor. Tamam, şike vardır -zaten para olan her yerde şike vardır- ancak bu bir ya da iki takımla sınırlı kalmış bir eylem değil, bütün futbola yayılmış bir eylemdir. Bugün siyasi iktidar beğenmediklerini değiştirme telaşı da içindedir. Bu yüzden ilk iki dalga gerçekleştirilmiştir.( Şu anda veya yazının yazıldığı tarihten itibaren dalga sayısı değişebilir.) Şimdi ise gelen tepkiler üzerine “efsane golcü” Tayyip geri çekilmiştir. Şimdi bütün taraftarlar stadyumlarda yaptıkları gibi beklemektedir üçüncü dalgayı, Üç! Üç! Üç! Üç! Diyerek… Tabii Yersen!
19
Hasret Can
Bizim kuşak kendisini “Bu Gece Uzun Olacak” şarkısıyla tanımıştı. “Sensiz geçen uzun geceler bir de yataklar” gibi bir nakarat bölümü vardı. Bizden öncekiler de Bulvar Gazetesi’nin düzenlediği yarışmadan veya İbrahim Tatlıses’le yaptığı filmlerden tanır. Müjde Ar kadar olmasa da onun da namı vardır Yeşilçam’da. İki sene önce yaptığı bir programda Ruhi Su’ya selam göndermişti. Hayatında hiç duymadığını da itiraf ederek… 72. Koğuş’ta oynadığını görünce Orhan Kemal’e karşı utanç duyduk hep birlikte. Geçen sayıda yorumladığımız “Çek Bakalım” adlı yarışma programın jüri üyelerinden birinin de Hülya Avşar olduğunu öğrendik. Okurlarımızdan bu ayrıntıyı atladığımız için özür dileriz. Birkaç hafta önceki programda kendisini epey gerdiler. Gerilme sebebi, bir grup yarışmacının TRT’de “Tosun Paşa” filminin hamam sahnesinin sansürlenmesini protesto eden bir kısa film çekmiş olmasıydı. Hülya Avşar’ın ilk yorumu sitemkârdı; “hep isyan, hep isyan!”. Sanat dünyasındaki sorunların “kendisini” daha çok ilgilendirdiğini ve sorunlara çözüm getirecek olanlardan biri olduğunu iddia etti. Sanat dünyasındaki sorunların en önemlilerinin mensup olduğu sınıftan geldiğinin farkında olmasını beklemek elbette saçma olur. Oysa kendisini “sanatçı” diye tanıtması bile bizi utandırmakta. İnsanların popüler kültür ile uyutulduğu bir dönemde bu poposunu sallayıp şarkı söyleyerek sürece destek olan bir insan, bugün sanat tartışmasına bile dâhil edilemez. Ne cürettir bu! Ama Hülya Avşar öfkesini kusmaya devam edip “Yıllarca yürüdünüz de, yürüdüler de ne oldu” diyor. Taksim’de sansürcü zihniyete dair yapılan eylemden konu açılırken tarafını daha da iyi belli ediyor. Biz bu cümleleri pek çok kişiden duymaktayız aslında. Bu cümleleri kullananların Hülya Avşar’la aynı dilden konuşmaları onlar açısından yeterince utanç verici değil mi? Gelelim sansür meselesine… Adile Naşit’in hamam sahnesine tahammül edememek toplumun sürüklendiği karanlığı gözler önüne seriyor. Elli yaşındaki kadınların hamamdaki kavgası bizleri tahrik ediyorsa tedavisinin aciliyeti olan bir hastalık ile karşı karşıya olduğumuzu bilmeliyiz. Bu tarz bir bastırılmışlık ciddi anlamda tehlikelidir. Diğer bir tehlike de sansürün meşrulaştırılması ve halkta tepkisizliğin örülüyor oluşu… Sansürcülerin, sansüre göz kırpanların zihniyeti ile sanat düşmanlarının, sanatçıların eserlerini yasaklayanların zihniyeti aynı karanlıktan çıkmıştır. Onların bize doğru attığı her adım, bir sonraki adımlarının da ‘teminatı’ aslında. Dolayısıyla ilk elden bu saldırılara karşı çıkmak zorundayız! Son olarak konumuza dönersek, Hülya Avşar’dan alacağımız pek çok ders olduğunu biliyoruz. Mesela kendini piyasaya pazarlama konusunda en başarılı öğretmenlerden biridir Avşar. Yeşilçam’a ve müziğimize ‘armağan ettiği’ o nadide sanatçılığı da cabası. Ama şunu unutmasın ki, “yürüdüler de ne oldu” dediği insanlar onun ağzına asla yakışmaz. Gün gelir, o salak yerine koyduğu insanlar tükürükleriyle boğar Avşar’ı. Konusu açılmışken sormak da gerek; o ‘birileri’ mücadelelerinden ötürü ölümü bile göze alırken, hatta tek tek öldürülürken, ülkeden sürülürken, işkence görürken, yasaklanırken Hülya Avşar ve onun gibiler ne yapıyorlardı? Hayat boyu uyutmaktan, uyumaktan, masal anlatmaktan, soyunmaktan, dökünmekten, rezil olmaktan başka ne yapabildiler?
AK INT IYA K AR Ş I yo rum
Sansürcü Avşar !!!
20
AK INT IYA K AR Ş I yo rum
Meral Tahta ve ‘Diğerleri’… Daha önce kadın cinayetleri meselesinin iki tarafı olacağına inanırdım. “Kadına şiddete dur” diyenler ve bu duruma yeterli tepkiyi gösteremeyenler…
Dergimiz baskıya girmeden bir hafta önce Meral Tahta yaşamını yitirdi, daha doğrusu yaşam savaşına yenildi… Neden mi düzeltme yaptım ve “yenildi” dedim? Kimimiz hatırlar; bundan yaklaşık elli gün önce polisler tarafından otobüs durağında “yarı ölü” olarak bulunan bir kadın vardı; Meral Tahta! Kocasından ayrılmıştı ve iki çocuğuna bakabilmek için bir mekânda garsonluk yapıyordu. İşsiz olan erkek arkadaşı tarafından parasızlığın üzerine kıskançlığın da binmesiyle birlikte eve hapsedildi, aç bırakıldı ve işkence gördü. Bu insanlık dışı olay dört gün sürmüştü ve Meral Tahta için her şey çok zorlaşmıştı. Çünkü Meral, dört gün boyunca aç-susuz kalmıştı, bundan dolayı da Böbrek Yetmezliği baş göstermişti. Aldığı yüzlerce darbe ise durumunu iyice kötületmişti. İşte o Meral, geçtiğimiz günlerde hayata gözlerini yumdu. Aslında ben, “kapitalizme ve onun yarattığı hastalıklı zihniyete yenildi” de diyebilirim. Çünkü araştırmaların gösterdiği bir gerçek var; 2002’den 2009’a kadar geçen sürede yüzde 1400 arttı kadın cinayeti sayısı. Bir başka deyişle 2002’de 66 olan sayı, 2009’un ilk yedi ayında bile 953 oldu. Peki, 2002’de ne olmuştu ya da hayatımızda ne değişmişti? Yanıt açık ve net; 2002’de hayatımıza AKP girmişti, resmi olarak parayla süslenmiş, allanıp pullanmış gericilik girmişti. Bugün ise o odaktan güç alanlar, “çocuklarınızı hemen kapatın, onlara asla makyaj yaptırmayın” diye ferman yazıyorlar. Sanki kadınlara yapılan baskı azmış gibi, her geçen gün bu fetvalara, fermanlara yenisi ekleniyor. Gericiler “kadın kısmısı…” diye başladıklarında karşılarına kim çıkabiliyor? Genel Başkanı “ Türkiye’de laikliğin falan tehlikede olduğu yok!” diyen Kemalistlerin partisi mi? Tüm bunlar birbirinden ayrı şeyler değil. Çünkü hep aynı kulvarda koşmak gericilerin işi değil. Onlar, her kanattan saldıracaklar ki, bu ülkede direngen bir unsur kalmasın, direnecek olanlar “kaderimiz buymuş” desin ve gerici kuşatmaya boyun eğsin! Onlar, bir yandan kadını eve kapatacaklar ki diğer yandan sokakta herkesin ortasında kadını dövebilsinler, “kadınlık görevini yerine getirmiyor” deyip sokağa atabilsinler. İşin içine para girince bu durum daha da meşruiyet kazanıyor tabii… Eee, bu dünya büyüklerin ‘küçükleri’ ezdiği dünya ya; patronundan azar yiyen erkek bunun acısını kimden çıkaracak? Gelelim yazının en başında bahsettiğim taraflara… Dediğim gibi önceleri meselenin şöyle iki tarafı olduğuna inanırdım: “Kadına şiddete dur” diyenler ve bu duruma yeterli tepkiyi gösteremeyenler. Ancak şimdi gelinen noktada, bir tarafta bu zulmün durması için mücadele edenler ve ‘diğerleri’ olarak tarif edebiliyorum bu tarafları. Çünkü…
21
AK INT IYA K AR Ş I yo rum
Gericilerin, kadına zulmü ‘allahın emri’ sayanların, cinsel tacizi “O da açık giyinmeseydi, açık giyen kadına bu kadarı bile azdır” diye savunmaya kalkanların mikrop gibi ürediği ‘güzel’ ülkemizde, her insanlık ayıbının karşısına dikildiğimiz gibi kadına ruhsal ve fiziksel saldırının da karşısına dikilmek boynumuzun borcudur. Mücadele etmemiz gereken ‘tepkisizler’ grubunda kimler mi var? Kadına şiddeti mazur görenler, “Allahın emrine karşı gelen kadın cezalandırılmalı” diyenler, bu duruma sessiz kalanlar, yani ferman yazanlar ve onların her türden yardakçıları… Şimdi fermanları yırtmanın zamanı! Bu arada ‘geçmiş’ Barış Gününüz de kutlu olsun. Kadıköy’de, Barış Mitingi’nde çıkan olaylara baktığımda, “her üç kadından birinin ‘aşırı’ şiddet gördüğü, dünya üzerinde terörist suçlamasıyla tutuklanan 35.000 kişiden 12.000’inin vatandaşı olduğu ülkemde insanlar ancak böyle barışabilirlerdi” demiştim. Olsun, bizim barışımız bahara kaldı. Evet, bahara… Dünya üzerinde, sadece birkaç kez yaşanmış büyük bir ‘bahara’ kaldı. Beklemekle gelmez, bunu da söylemeliyim. Hadi şimdi o baharı durduğu yerden söküp almanın, memlekete tohum tohum serpiştirmenin vakti!
22
AK INT IYA K AR Ş I yo rum
Gül ile Diken Arasında 44 Yıl
23
Türkiye’de aydınlar ve sanatçılar kuruluş döneminden bugüne kadar pek çok baskıya maruz kaldılar. Pasifize edilmeleri için her yol denendi. Hatta uzun bir süre albüm yapmaları engellendi, konserleri iptal edildi, sansüre maruz kaldılar. Kasetleri toplandı, pek çok defa yapımcılarla karşı karşıya geldiler. Dolayısıyla düzenin kuyruğundan gitmeyen sanatçılar pek çok maddi zorlukla da uğraşmak durumunda kaldılar. Suavi de bu isimlerden bir tanesi. Şiirlerini bestelediği şairlere bakıp düzen açısından taşıdığı tehlikeyi görebiliriz; Ahmed Arif, Nâzım Hikmet, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Rıfat Ilgaz… Pek çok eylemde yanınızda görebilirsiniz mesela kendisini. Liseli öğrencilerin düzenlediği YGS eylemleri için kendisiyle görüştüğümüzde samimi olarak desteklerini iletmişti. Elli sekiz yıllık hayatı boyunca koruduğu tavrını kırk dört yıllık sanat hayatında da koruyabilmiş nadir sanatçılardandır. Öyle ki bu tavrı yüzünden midir bilinmez; kullandığı kredi kartının ait olduğu bankanın yöneticileri Suavi’nin öldüğüne dair resmi evrakın geldiğini görüp kendisinin kartını iptal etmişti. Bu trajikomik olay geçenlerde basına da yansıdı… Çok geçmedi ki Suavi’nin başına başka bir bela daha geldi. Hem bu sefer ölmediğini kanıtlayıp tekrar kredi kartı çıkarmak kadar kolay bir çözülebilecek bir hadise de değil. Suavi, beş yıldır üzerine titreyerek çalıştığı, yazdığı, bestelediği ve seslendirdiği eserlerini kaybettiğini öğrendi! Sanatçının son beş yıldır çıkardığı albümlerin yapımcı şirketlerinin batması sonucunda haczedildiğini duyunca biz de şok olduk. Suavi’nin yapımcı şirketlerine icra gelmişti, haciz ‘malı’ olarak da albümlerine el konulmuştu… Hatta bu eserler satışa bile çıkmıştı. Bu nedenledir ki hiçbir albümünün çoğaltımı yapılamıyor, hayranlarına sunulamıyordu. Suavi tabii ki bu olaya da sessiz kalmadı ve yasal süreci başlattı. Ardından bir de albüm çıkardı, ismi;”Gül ile Diken Arasında”. Albümün adındaki gülün de, dikenin de ne olduğu anlaşılıyor aslında. Bu yüzden Suavi’nin gül ile dikenin arasından geçerek geldiği kırk dördüncü sanatlı mücadele yılını candan kutluyoruz… İşte görüldüğü üzere Aziz Nesin’in mizah sanatının nereye dayandığı daha iyi anlaşılabiliyor. Ölmeden öldüren, satmadan sattıran garip bir ülke… Suavi’yi asla öldüremezsiniz deme gereği duymuyoruz. Onun yerine Hasan Hüseyin’in dizeleri daha anlamlı olacaktır; “Ekilir ekin geliriz Ezilir un geliriz Bir gider bin geliriz Beni vurmak kurtuluş mu”
Düşüneceksin ki farkına varacaksın yaşamın Farkındalıklar değil midir yaşamı güzel kılan Özgürleşmek için farkına varacaksın belki de Belki de tutsak kalacaksın müebbet yemişçesine Ama yaşayacaksın Özgür olsan da yaşayacaksın Yaşayacaksın tutsak olsan da
AK INT IYA K AR Ş I şİİr
Yaşamak Denilen Garip Hadise
Tadına varamayacaksın belki ama Bu hayatı sömürürcesine yaşayacaksın Beynindeki zincirlere Her gün yeni bir halka takacaksın Ve yabancılaşacaksın
Umut Yolcu
SAYIKLAMALAR Uyuyamadığım uykular biriktirdim sana, Hali vakti yerinde hüzünler.. Bakışlarım git gide yoksullaştı Sanki bu yaz güneşi beni hep ıslattı.. Elinden tuttum gecenin, Senin ellerinden tutar gibi ‘Yok’luğunun fotoğrafını çerçeveledim Kavga ettim yabancı hallerinle.. Sen, kıyısında üşüdüğüm deniz, Rüzgarına kapıldığım adam Tutunamıyorum artık zamanda Don kişot kadar yalnız ve yorgunum sana..
Burçak Şahin
24
fe ls efe ya z ıl arı
Edilgen ve Etken Yaşayış Üzerine İlk önce edilgen ve etkenin tanımı yapalım. Örneğin bir kalem edilgendir, genellemeye vurursak insan eliyle veya başka bir şey tarafından (üretim araçları) oluşturulan veya yeni bir şekle bürünen ve bürünürken veya oluşturulurken, bulunduğu oluşum veya bürünüm aşamalarında kendi kararı veya isteği bulunmayan oluşan veya bürünen şeyler edilgenlik halindedir (durumundadır). Etkenliğe gelecek olursak, etkenlik bir nevi bilinçlilik halidir. Etkenliğin, bilincin bulunduğu her ortamda bilincin bulunduğu her şeyde bulunması mümkündür işte tam bu yüzden etkenlikten biz (insanlar) bahsedebiliyoruz. İçinde bulunduğumuz sistem ve onun yaratmış olduğu bütün ortamlar( iş, okul, arkadaş çevresi) tarafından biz düşünen ve özellikle sistemin farkında olan insanlara edilgenlik halinde bulunulması ve onların veya başka kimselerin istediği biçimde bulunmamız gerekliliği dayatılır. Önemli nokta ise şudur, sistemin ve işleyişin farkında olan insanlar edilgenlikten rahatsız olurlar, özellikle de sisteme karşı olanlar. Yaşadığı sistem hakkında en ufak bilgisi olmayan biri ise ya kader deyip geçecektir, ya da içinde onu rahatsız eden duyguların barınmasına sebep olacaktır, bu duygular ise zaman ilerledikçe o kişiyi büyük psikolojik bunalımlara sokacak, kişiyi hayata karşı olan duruşundan mahrum edecektir. Önemli olan nokta dediğimiz bölümde aslında her şeyi açıklamış olduk. Etken insanlar işleyişin olan bitenin farkında ve bu işleyişe karşı direnmektedir, edilgen insanlar veya canlılar ise farkındalıksızlıklarından dolayı adanmışlık hali (durumu) içindedirler. Etken insan derken buyuran, erke (güce) sahip insanlardan bahsetmiyorum, hayatının her karesini yaşadığı her anı kendi kontrolünde geçiren insandan bahsediyorum. Bir gün boyunca yaşamış olduğunuz bütün olayları kaçar saat sürmüş olduklarıyla beraber bir kâğıda yazın, ee yazdık ne olacak diyorsanız, önünüzdeki kağıtta geçmişiniz ve geleceğiniz duruyor diyorum bende. Kâğıtta ne kadar gereksiz (fikirsiz, amaçsız) olay veya olgu bulunuyorsa emin olun yarın katlanmış şekilde daha da yoğunlaşmış ve kemikleşmiş şekilde karşınıza çıkacaktır, eğer yaptıklarınız gerekli (amaçlı, fikirli) ise yarın katlanarak ve daha kemikleşmiş şekilde yanınızda olacaktır. Eğer fikirsel olarak sürekli değişim içindeyseniz günlük yaptıklarınız sürekli değişecektir. Önemli olan neyi seçmemiz gerektiği ve bu seçimin edilgen değil, bizzat etken şekilde işi yapacak kişi tarafından belirlenmesi. Örneğin, televizyon karşısına geçince hepimiz sürekli kanal değiştiriyoruz. “Bir yerde sabit kalıp evet bunu izlemek istiyorum, benim için en yararlı olacak şey ve benim tarafımdan izlenilmeyi hak eden bir şey (program, belgesel, vs)” demeyi başaramıyoruz, desek de uygulayamıyoruz. İnsanoğlu doyumsuzluğunun farkında olup, etken bir şekilde hayatını biçimlendirmelidir, zaten biçimlendirmek etkenlik içeren bir faaliyettir.
25
Kadir Soy
Şimdi bütün anmalar bir uykunun içinde, Ve bütün düşler bir rüyanın Geçici bir ölüm sanki bu Dirilmeye hafif bir kıpırtı, sessiz bir haykırış Hepsi yaşattığım adamın düşlerinde… Üşünen gecenin derin karanlığında, Çığlıklar değil, susmalar uyandırıyor beni… Sakladığım senle, uyuttuğum beni duyuyorum Geçici bir ölüm sanki bu Donuyor her şey, her bakış, her söz Hepsi sakladığım sen, uyuttuğum benden ibaret…
AK INT IYA K AR Ş I şİİR
ŞAİRİN UYKUYA MEKTUBU
Ebru Er
RENKLİ UMURSAMALAR VE O MASA Bir pencere rüzgârıyla Tahta masanın oyuklarına gömdüm cesedimi Baktım, zavallıydım kendime, Baktım, deniz döktüm Masaya kazınmış bir harfin oyuklarına Gömdüm cesedimi Biraz sana benziyordu Öyle hissettim Baktığımda içimi okşadığından Oyuklarına gömdüm cesedimi... Çokça da kahverengiydi
Yeşil vernikleri Kalktığından Gözlerin de Kahveden çalardı yeşile Yol ortasında yakmıştın En siyah beyaz sigarayı Güz renkleri biriktirdim sonra Deste deste şişeledim Pastel pastel olurdu, hem onlar Hem dudakların Tanış idi
Şubat Tuncay 26
AK INT IYA K AR Ş I el eştİrİ
İskender ile Hesaplaşma Elif Şafak’ın ağustos ayında İskender adlı kitapla büyük çaplı reklam kampanyaları ve 200 bin adet ilk basım ile kitapçı raflarına yaptığı çıkartma, akabinde Elif Şafak’ın bütün kültür sanat programlarında katıldığı söyleşilere hepimiz aşinayız. Üstüne eklenen kitabın intihal olduğuna dair söylemler ise daha da kafa karıştırıcı. Peki ama bir edebi eserin arkasında bu denli sağlam sermaye niye var sorusunun eserle birlikte incelenmesi gerekmektedir, çünkü gerici odakların özellikle 1980 sonrası Türkiye’deki halkların üzerinde kurmaya çalıştığı baskının edebi ayağını oluşturan ve her fırsatta geniş çaplı gerici pompalamalarla ve taklitlerle halkların içerilerinde barındırdıkları ilerici damarların tıkamaya yönelik, insanları nasıl olabildiğince dogmatikleştiren, mevcut sistemi ve toplum yapısını koruyan veya olabildiğince küçük ve birbirinden soyut parçalara indirgeyen, buna kısa vadeli bir çözüm olarak biat ve mistik kültürün daha fazla yerleştirilmek isteyen yazarın ve arkasındaki sermayenin bu amaçlara sahip olduğunun kanıtları, hem yazarın daha önce yazdığı kitaplarında, hem İskender’in içerisinde, hem de hayatın gerici odaklar tarafından müdahale edilmiş her alanında; sokaklarda, tarikatlarda, camilerde, dershane ve okullarda, mecliste somut bir biçimde mevcuttur. Elif Şafak İskender’de mistisizm, töre ve kadına şiddet konularını, Toprak ailesindeki bireylerin öykülerini aile bireyleri arasındaki ikili ilişkilerle okuyucuya sunmuştur. Öykülerin ikili ilişkiler üzerinden ilerlemesi ise kitapta aile bireyleri arasındaki bütün bir diyalektik ilişkiyi yok saymakla birlikte, kitabın sonuna kadar aile birbirinden kopuk olsa da, bütün bir parça halinde kendini koruyabilmekte ve sonunda bireyler arası bütünlüklü ilişkiler kurulmaktadır. Kitaptaki bütün bir diyalektiğin yokluğu ise bireyler arasındaki devamlı kopuşlar ile giderilmeye çalışılmıştır. Kurgu ilerledikçe sıla-gurbet, doğu-batı gibi başlıklar da okuyucunun karşısına çıkmaktadır. Hikâye baştan sona kronolojik bir sıra izlememektedir, zamanlar arası geçiş çokça mevcuttur. Eser, 1946 i le 1991 yılları arasında geçmektedir. Kitap Toprak ailesindeki Cemile ve Pembe adlı ikiz kız kardeşin birbirlerinden ayrılıp, Pembe adlı kardeşin, kocası ve çocukları ile birlikte Londra’ya göç etmesi ile başlar. Hikâye ilerledikçe Pembe’nin İskender adlı en büyük çocuğunun yetiştirilme tarzına dikkatler çekilir ve en sonunda İskender’in, annesi Pembe’yi öldürmesi ile bir çözülüşe girer. Elif Şafak ise kitapta İskender’in yaşadığı trajik durumu sadece ve sadece anne Pembe’nin İskender’i yetiştirme tarzı ile açıklaması, kendi yorumu ile “ Ama annelik zaten takıntılı bir durum. (…) İskender’ e erkeklik kalıbı oturtan da büyük oranda annesi Pembe. “ açıklaması eksik bir cevaptır. Anneliğin takıntılı olması doğal bir olgu değildir, kadının anneliği, doğup büyüdüğü toplumun annelik olgusunun içerisinde barındırdığı ataerkil ve baskıcı etkenlerle birlikte öğrendiği, dolayısı ile kadının anne olduğunda annelik olgusunun barındırdığı etkenleri de kişiliğine katmaktadır ve takıntılı durum burada ortaya çıkmaktadır. Elif Şafak’ın, İskender’in yaşadığı toplumun sosyo-ekonomik ilişkilerini ve bu ilişkiler doğrultusunda şekillenen toplum kültürünün bireyde kurduğu baskı ve yönelimleri saf dışı bıraktığı gözlenmektedir. Elif Şafak vardığı bu sonuç ile toplumdaki bu kişilik sorununu eksik tespit etmiştir, fakat bunun çözümünü sorunun kaynağına gitmeden, tepeden inme, nokta atışlık bir girdi ile yapmak istemesi yetersiz kalmakla birlikte temelsizdir.
27
Pembe’nin en ufak çocuğu Yunus’un öyküsü ise, boş vaktinde gezerken fark ettiği işgal evine girmesi ile hayatında ilk kez solcu, felsefi anarşist, hippi ve “punk”çı gençlerle tanışmasıdır. Bu gruplar aynı fikirlere sahip olmasa da buluştukları ortak nokta “ … toplumla pek uyuşamama, reddetme, kıyasıya eleştirme. “ yönleridir ki Elif Şafak’ın ortaya koyduğu bu tatlı su devrimcileri ile Yunus ‘un farkını “ Emek, işçi, sömürüyü ilk kez duyuyor daha. Ama farklılıkları ne olursa olsun insan seviyor Yunus bir kere. “ şeklinde dile getirmesi, nasıl bu yıl Ortadoğu’daki “devrim”lerle emperyalistler kendi çıkarları doğrultusunda Ortadoğu’daki yönetimleri yeniden şekillendirdiyse, bunun bir sonucu olarak sosyalizmin ve devrimci mücadelenin altı boşaltılmaya çalışıldıysa, Elif Şafak’ta bu görevi edebiyatta çok açık bir şekilde üstlenmiştir. Devrimci, halka uzak bir örnek oluşturmaktansa, halkla beraber mücadele eder ve mücadele içerisinde kendisini ve halkı yeniden yaratır.
AK INT IYA K AR Ş I el eştİr İ
Bir diğer önemli nokta ise Toprak ailesinin Londra’da yaşadıkları bölgelere (göçmenlerin çoğunlukta olduğu bölgeler) faşist saldırılar. Bir grup faşistin (Ulusal Cephe) göçmen mahallelerini zaman zaman basması, etrafa gamalı haç grafitileri yapmaları ve insanları tartaklamalarına karşı İskender ve arkadaşlarının kendi imkânlarında örgütlenmesi ve bu örgütlenmeye uzanan fanatik Müslüman yardımının tek kurtuluş yolu olarak pat diye gelivermesi, yazarın amacıyla ilgili çok şey anlatıyor. Fanatik Müslüman grubundan, İskender ve arkadaşları ile konuşmaya gelen temsilcinin ortaya attığı “ Geç kapitalizmin evrelerinden bahsetti Hatip, insanlığın Kıyamet Günü’ne yaklaştığını anlattı. Hep beraber uçurumdan aşağı bakıyoruz. Bu bozuk düzenin düşüşüne tanıklık edeceğiz. Sistemi sorgulamasınlar diye uyuşturuluyordu gençler… Bütün ideolojiler – sosyalizm, nihilizm, feminizm, anarşizm, çevrecilik – (…) sahte “izm”ler kitlelerin uyku ilaçlarıydı. “ teoriler, kitapta içerisinde bu soruna anlam verip tartışabilenin ve buna karşı bir çözümle ortaya çıkabilenin sadece fanatik Müslümanlar olduğunu gösterip, ne halkın kendiliğinden ırkçı müdahalelere verdiği tepkiye ne de devrimcilerin ve sosyalistlerin gösterdiği tepkiye yer verilmemiştir. En son olarak yıllardır hüküm süren, gelenekselleşmeye başlayan ve Elif Şafak’ın devam ettirdiği alkolik, ensest, sapık, mutsuz, fakir ve çok sigara içen sağlıksız sosyalist toplumda yaşayan insan tipi propagandası. Pembe’nin kocası Adem kumar hastasıdır. Tahmin edilebileceği üzere Adem kumarda sürekli kaybeden, aylık maaşını aldığı gibi kumarda harcayan dolayısı ile borçları bir türlü kapanmayan ve bu sebeple Pembe’nin de çalışmasına neden olan bir insan. Adem’in kendisinin ve ailesinin içine düştüğü durumdan duyduğu rahatsızlık ve Pembe’ye karşı hiçbir şey hissetmiyor olması, Pembe’yi babasından isterken bile Pembe’ye aşık olmaması, doğduğundan beri fakirlik içinde yaşaması ve şimdi bir de çocuklarının onun üzerine yüklediği sorumluluk ve Adem’in hayatına dair duyduğu hayal kırıklığı onu kendi hayatından kaçma noktasına kadar getirir. Kumarhanede tanıştığı Roksana da onun kaçış anahtarı olur ve daha sonra Roksana ile yaşamaya başlar. Roksana, asıl adı Elena, ise Bulgaristan Komünist Partisi’nin yönettiği Bulgaristan’da doğmuş ve büyümüştür. Genç yaşta annesininin bir trafik kazası sonrası ters giden bir kalça kırığı ameliyatı ile yatalak olması sonucu annesi ile tek başına ilgilenmek zorunda kalmıştır. Zaten daha önce çok içen babası eşinin durumu nedeniyle daha da çökmüş ve evde bile içmeye başlamıştır. Eşinin durumundan dolayı doktorları ve BKP’yi suçlayan baba, akşamları sarhoş olduktan sonra Roksana’nın kapısına dayanıp uzun süre kapıyı yumruklar ve açması için yalvarır. Bu duruma iki yıl daha göğüs geren Roksana bu “iç karartıcılıktan, sıradanlıktan ve kayda değer bir yaşam sürmenin imkânsızlığından da kaçıyordu“ . En sonunda kendini Sofya’nın sokaklarına atan Roksana durumu şöyle özetliyordu: “Onlarca işe başvurdu, reddedildi. 1971 yılında etrafta çok sayıda genç ve elinden iş gelen insan vardı. Ana babalarındakinden daha müreffeh (refah içinde yaşayan) bir yaşam umuduyla şehre gelmiş köylü çocuklarıydı çoğu. Çekoslovakya’da üç yıl önce yaşanan Prag Baharı bütün Balkanlar’da olduğu gibi Bulgaristan’da da umut kıpırtılarına yol açmış, buna karşılık BKP toplum üzerindeki baskıları artırmıştı. Parti halkın maksimum birlik ve istikrarı’nı sağlamaya yemin etmişti. Sovyetler Birliği’ne kayıtsız şartsız bağlılık ve muhalefete daha az hoşgörü anlamına gelen bu söz, aynı zamanda daha az iş olanağı demekti.” İlerleyen günlerde Georgi Dimitrov Bulvarı’nda kendine iş görüşmesi ayarlayan Roksana kitaplarla, dergilerle, dosyalarla ve ansiklopedilerle dolu bir evde kibar ve kültürlü bir felsefecinin yanına gelir. Felsefeci Roksana’dan sadece küstah ve buyurgan bir tavırla eteğini kaldırmasını rica edip, daha sonrada arkasını dönmesini ister. Gördükleri karşısında hoşnut kalan felsefeci Roksana’yı işe alır. Beraber olduktan sonra felsefeci bunun, Roksana’nın hayatında ilk kez birisiyle beraber olduğunu anlaması ile felsefeci hiddetle Roksana’ya şu sözleri söyler: “Ezelden beri kadınlar bedenlerini kullanarak erkekleri kandırır. Önce bekâretlerini kullanırlar. Sonra hamilelik gelir, çocuklar doğunca onları kullanırlar kocalarını tuzağa düşürmek için. Ama ben bu oyunlara gelmem, bilesin! Dünkü çocuk değilim!” Bu duruma daha fazla dayanamayan Roksana İngiliz bir müteahhitle tanıştıktan sonra onunla Londra’ya taşınır. İlişkiye bir süre devam ettikten sonra müteahhittin Roksana’ya olan ilgisinin azalması sonucu Roksana evden ayrılır ve şimdiki durumuna gelir.
28
AK INT IYA K AR Ş I el eştİrİ
29
Öne sürülen sosyalist toplumda bireyin ve toplumun durumuna geçmişte ve bugün hala devam eden sosyalizm deneyimlerinden cevap vermek yerinde olacaktır. Bugün Küba dünyada en çok üniversite mezunu ve dünyada neredeyse en ileri biyoloji ve sağlık uygulamalarına ve teknolojilerine sahiptir. Çocuk ölüm oranlarının çok az olduğu Küba’da ve Sovyetler Birliği’nde biyolojinin ve sağlığın bu kadar ilerlemiş olması ise bu alanlardaki üretimin ne denli nitelikli olduğu ve üniversitelerin sunduğu eğitimin ne kadar başarılı olduğuna örnektir. Kimsenin hastaneye giderken yüksek meblağlar hakkında endişelenmesi gerekmeden veya gittiği hastanenin vereceği hizmetin kötü olacağından şüphe duyması gerekmeden. Şunu iyi belirtmek gerekir, ülkeler arası sağlık konusunda karşılaştırma yapılırken uygulamalar ve teknoloji ile birlikte bunların yansıdığı sınıfa da dikkat etmek lazım. Farkın en kolay gözlemlenebileceği yer ise işçi sınıfıdır. Küba ve Venezüella ile Sovyetler arasındaki bu fark her gün kapanmaktayken, diğer ülkeler ile Sovyetler ve özellikle Küba karşılaştırması insanı bir kere daha düşündürüyor. Üstelik Küba üzerine çoğu emperyalist ülke tarafından uygulanan ambargo ve medya baskına rağmen! Bir diğer örnek ise iş olanakları ve kırsaldan kente göç meselesi. Kırsaldan kente göç kırsal alanda yaşayan insanların sahip oldukları eğitim, sağlık, ulaşım, meslek ve diğer hizmetlerin yoksunluğundan veya yetersizliğinden ve kentlerdeki yoğun iş gücü talebi, kırsaldakinden daha iyi sayılabilecek eğitim, sağlık ve diğer hizmetlerden ötürü ortaya çıkar. Küba’da, Sovyetler Birliği’nde bu durum ortadan kaldırılabilmişken, Venezüella’da bu sorunu ortadan kaldırmak için adımlar atılırken kendini neo-liberal ekonomik sisteme entegre etmiş veya halen entegre etme sürecinde olan ülkelerin temel sorunları arasında yer alır köyden kente göç. Özellikle Küba’da kent ile kırsal alanlar gezildiğinde kırsaldaki köylerin daha iyi yola, daha sağlam ve yeni evlere, okullara ve sağlık kurumlarına sahip oldukları görünür. Aynı şekilde Sovyetler Birliği’nde planı şehirleşmeye ve kırsaldaki bölgelerde nüfusa göre planlı yapılaşmaya gidildiği görülür. Bir diğer konu ise alkolizm. 2. Dünya Savaşı sonrası Sovyetlerde artan alkol tüketim oranları yürütülen kampanyalar ve sağlık hizmetlerindeki planlama ve programlı ilerlemelerle, Sovyetlerde bireyin ortalama yaşam süresi 60-65 yaşına kadar ilerletilmiştir. Eğitimde uygulanan kampanyalarla yeni kuşakların alkol tüketiminin de azaltıldığı görülmüştür. Aksine Sovyetler Birliği’nde 1970 sonrasından itibaren ve çözülüşten sonra alkolizm sorunu tekrar ortaya çıkmış, erkeklerin ortalama yaş ömrü 21. Yüzyılda tekrar 60’a inmiştir. Felsefe dediğimiz olgu ise sadece hayal dünyasında şekil alan ve pratiğe yansımayan bir olgu değildir. Felsefe pratikte ortaya çıkan sorunlar üzerinden yola çıkar, pratikten kopmadan teori ile sentezlenerek sonuca varır. Sapık ve aşırı cinsiyetçi bir felsefeci ise günümüzde sadece çok eşlilik, kadın hakları ve kadının toplumdaki yerini tartışmaya bile cesaret gösteremeyen, perde arkasından konuşan ve her imkânda topluma gerici girdiler yapan liberal islamcı kesimle örtüştürülebilir. Yazıyı İskender’i okurken çıkardığım başlıklar üzerinden karşılaştırmalı, olabildiğince çok örneklerle yazmaya gayret ettim. Umarım yazıda Türkiye’deki egemen ideolojinin halklar üzerinde kurmaya çalıştığı baskıyı ve gericileştirmeyi daha somut bir biçimde sizlere sunabilmişimdir.
Cumhuriyet Kitap eki, 18 Ağustos 2011, sayfa 16 A.g.e A.g.e A.g.e Elif Şafak, İskender, sayfa 280 A.g.e, sayfa 90 A.g.e, sayfa 91 A.g.e, sayfa 93
Agâh Şimşek
AK INT IYA K AR Ş I şİİr
Gidene Güzelleme
Güneş eskisi gibi gözlerimi almıyor; Sen gölge yapıyorsun. Küstüğüm sokaklar, caddeler Çekiyor kendilerine yeniden beni; Cesaret etmek Çıkarmak kafayı soktuğun dört duvardan Ahh! Buna yüreklenmek ne güzel
Toprak Kurumasın
Ne güzeldir gideni geri getirmek!
Düşlerinin metrekaresi kadardır hayatın
Serdar Nazım Aralık 2009
Yaşamın biter, soluk susar Ve gün geceye döner Camının önünde, Beslediğin kuşlar ötmez o gün Ancak toprağın kurumaz asla Eğer Düşlerinle dolu O çok oda artı çok salon eve Kilit vurmamışsan!
Serdar Nazım Eylül 2011
30
AK INT IYA K AR Ş I sİnema
31
Nuri Bilge Ceylan ve Koza’sı ‘’Basit anlatı (slight narrative) fotoğrafla iç içe bir sinemadır ve öykünün hayatın içinden gelmesine büyük önem verir. Filmin konusu, çoğunlukla ‘gündelik yaşantı’dır. Basit anlatı, çok sade yaşamın gündelik akışı içinde belli belirsiz seçebileceğimiz olaylar çevresinde gelişen bir öyküleme kalıbıdır.’’ (Kracauer’den Daldal, 2004: 263) Ceylan’ın filmleri de minimalist bir yapıdadır ve izleyicinin rutin yaşamında dikkat etmediği detayları izleyicinin gözleri önüne serer. Hep ‘’aynı’’ filmleri izleyen biz seyirciler için Ceylan filmleri ilk izlenildiğinde çok farklı karşılanacaktır ve bu doğal bir durumdur. Filmlerinde; farklı hayat tarzlarını benimsemiş insanları konuşturarak, bazı şeyleri ‘’sorunsallaştırır.’’ Filmin senaryosunun içine bir de senaryocuk gizler. Filmin akışını bozmadan anlattığı ufak öykülerle de karakterlerin iç dünyasını anlatma çabası içerisindedir. Ceylan, çok titiz çalışır. Filmlerine isim koymadan önce kelimelerin etimolojik yapısı hakkında araştırmalar yapar ve filmlerinde bolca kullandığı kavramlarla uyuşmasına dikkat eder. Bazı sahnelerdeki hâkim duygularla da filmin adına göndermeler yapar. Sinemada müzik kullanımının ‘’bazı duygulara koltuk değneği’’ olduğunu düşündüğünden, filmlerinde pek müzik kullanmaz. Onun müzik kullanımı; görüntü haricinde sese de dikkat çekmek, sesine dikkat çektiği nesnenin önemini vurgulamak içindir. Bazı filmlerinde çok sevdiği klasik müziği uygun bulduğu görüntülerin üstüne çalmadan edemez. Bunlar çoğu yönetmenin, sinemacının dikkat etmediği ufak detaylardır ama Ceylan bunlardan film yapar. O, A. Çehov gibidir. Hayatın önemsiz yanlarını olaya önem vermeden anlatır. Onun için işleyiş ön plandadır. Fotoğraf sanatından öğrendiği, onun tabiriyle ‘’altın açı’’ kavramıyla da bir mekânı en güzel gösteren noktayı bulur ve filmlerinde görüntüyü oradan almaya çalışır. Koza’dan bahsedecek olursak; Koza Ceylan’ı sinema dünyasına kazandıran filmdir. Rusya’dan aldığı tarihi geçmiş filmlerin üstüne çektiği Koza; diyalogsuz tavrıyla, özenle seçilmiş yerlere konumlandırılmış kamerasıyla, oyuncuların Ceylan’ın annesi-babası olmasıyla özgün bir tarzın doğuşunun sinyallerini vermektedir. Ceylan’ın ilk filmi oluşuyla da Nuri Bilge Ceylan sinemasını tanımak için ilk adımda güzel bir tercih olacaktır. Film 17 dakika 40 saniyelik bir kısa metraj filmdir. Film Ceylan’ın fotoğraf estetiğinin sinemaya uyarlanmış halidir. Filmin başında bir çiftin gençlik yıllarından evlilik yıllarına kadar olan sürede çektirmiş olduğu fotoğraflar gösterilir. Bu fotoğraflar sinemanın hareketli fotoğraf olarak tanımlanmasına göndermedir. Fotoğraflar ilerledikçe çift yaşlanmaya, birbirlerinden uzaklaşmaya başlar. Ceylan minimalist tavrını fotoğraflarla öykü anlatabilmesiyle de vurgulamıştır.(Hasan Akbulut- Nuri Bilge Ceylan Sinemasını Okumak) Bir Zamanlar Anadolu’da adlı Cannes 2011 Grand Prix ödüllü Ceylan filmi de yurdumuzda 23 Eylül’de sinemaseverlerle buluşacaktır. Yazımı okuyup Nuri Bilge Ceylan hakkında fikir sahibi olmaya karar veren ve Ceylan hayranı olacak olan okurlarım için benden güzel bir haber.
Ercan Köksal
Sanatçı kendini tüm yaşanmışlıklar ve birikimler üzerinden yenileyebilmelidir. Geçmiş, güncelle bağını kurunca anlam kazanacaktır çünkü. Sanatçı bu bağı kurmak ve harmanlamak zorunda bana kalırsa. En azından görevlerinden biri bu olmalı. Aksi takdirde birikimlerin de pek işlevi kalmayacaktır. Eğer o birikimler yeni deneyimleri yaratamıyorsa veya yeni üretimlere aracılık edemiyorsa yok olup gidecek, geçmiş olarak nitelendirilmeye devam edecektir. Haziran ayında birkaç duvarda Tonguç Vural’ın albümünün afişlerine rastlamıştım. Albümün ismi ilgimi çekmişti, ‘Pir Sultan Abdal’. İnsanın aklına Ruhi Su geliyor tabii görünce. Zaten albümdeki şarkıların bir kısmı ondan dinlemeye alıştığımız şarkılar. Mesela; Hızır Paşa Bizi Berdar Etmeden… Aslında özlediğimiz bir tarzı var Vural’ın. Günümüzde Anadolu’nun kültürel birikimini ön plana çıkaran çalışmalar bulmak giderek zorlaşıyor. Bunu yapabilenler de gözümüzde daha değerli oluyor. Vural’ın müziğinde Anadolu kültürünün çağdaş bir yorumunu görmekteyiz. “Baba İlyas, Baba İshak, Börklüce Mustafa, Torlak Kemal, Şeyh Bedreddin’in selamını aldı, bozkırın orta yerinde, özünü öze, sözünü söze katarak, ezilmişlik, yoksulluk ve
AK INT IYA K AR Ş I müz İk
Özlenen Bir Tarz; Tonguç Vural
sömürü çölünde bir gül gibi açıp, dağların hoyrat rüzgârına eğilmedi, halkının dili ve yüreği oldu Pir Sultan Abdal.” Tonguç Vural; toplumcu sanat anlayışını benimsemiş, halk sanatını ve Anadolu kültürünü sahiplenen, onları yaşatmak için mücadele veren sanatçılardan. Albümün tanıtım yazısından da bu anlaşılabiliyor. “Sevgiye, paylaşıma ve dostluğa” diye bitiriyor albüm tanıtımını. “Onun yaşamının ve müziğinin anlamı ilericidir. Yaşam, içinde sevgi ve umut barındırdığı kadar, acılarla, kaygılarla ve engellerle de doludur. Onun zorluklara karşı verdiği mücadele müziğine de yansır.” deniyor ona dair bir yazıda. Sizleri bu yazı aracılığıyla Tonguç Vural’ı dinlemek üzere ortaklaşmaya davet ediyorum.
Can Emiroğlu
32
AK INT IYA K AR Ş I sö yl eyİşİl e r
33
AKINTIYA KARŞI: Söyleşimize başlarken okurlarımıza seni tanıtalım. Biraz kendinden ve çalışmalarından bahseder misin? MELİH BOYACI: Kendimle ilgili oldukça farklı bir özelliğim var desem herkesi beklentiye sokup hayal kırıklığına uğratmış olurum. 18 yaşında Alman Lisesi öğrencisiyim, bir de müziği seviyorum. Fazlası da detay zaten. Öyle ki ustalığına ve duruşuna hayran olduğum Erkan Oğur gibi çok nitelikli bir adam bile bundan fazlasını söylememişti gittiğim konserinde. Her neyse, müziğe olan ilgimi gitar çalıp şarkı söylemeyi öğrenerek hayatıma yansıtmış oldum. Saydığım veya benzer niteliklere sahip her öğrenci gibi arkadaşlarıma bir araya gelip bir müzik grubu kurdum. Bu esnada bireysel olarak çalışmaya da devam ettim. Pek iddiasız bir müzik hayatım var kısacası. Sokak müzisyenliğine atılmak belki de müzik adına yaptığım en cüretkâr hareket oldu. Buna da o zamanlar yapacağım Avrupa turu sebep oldu diyebilirim. Farklı ülkelerde sokak müzisyenliği yapmak türümün birçok örneği gibi bana da heyecan veriyordu. Ancak gitmeden evvel soru işaretleri vardı kafamda. “Dinlenecek miyim? Beğenilecek miyim?’’ gibi. Bunlardan kurtulmak için de İstiklal Caddesi’nde bir deneme yaptım. A.K: Genç bir müzisyen olarak sanata ve sanatın toplumsal işlevine dair düşüncelerin neler? M.B: Ben, her zaman sanatın bireysel bir tatmin aracı olduğu kanısındayım. ‘Sanat için sanat’ ve ‘toplum için sanat’ görüşlerinin tam ortasında duruyorum. Açıklamak gerekirse, sanatın, bireyin kendisini gerçekleştirmesi olarak görüyorum. Sanatçı eserine ideolojisini yansıtarak toplumunu yönlendirmek isteyebilir. Aynı zamanda onu katıksız bir estetik anlayışı içinde de sunabilir. Bu durumda da sanatın kalitesini belirleyen, sunuştaki ustalıktır. Oscar Wilde gibi estetiği hayatının merkezine oturtmuş bir yazar ile Emile Zola gibi bir dava adamını aynı anda üstün nitelikli sanatçı yapan da bu ustalıktır. Eserleri bu çerçevede değerlendirmeyi şahsen daha sağlıklı buluyorum. A.K: Günümüzde müziğin endüstrileşmesi ve üretimin popülist tarzlara kaymasını nasıl değerlendiriyorsun? M.B: Bu hususta öncelikle popüler kelimesiyle aramızı düzeltmemiz gerekiyor sanırım. Öyle kötü işler popüler oldu ki son zamanlarda, popülerlik sıradanlıkla, kalitesizlikle özdeşleşti. Hâlbuki Beatles, Beach Boys gibi oldukça kaliteli müzik grupları da ‘pop’ kategorisinde değerlendirilir. Popüler olmakla özgün olmak, son yıllarda oluşan bir çelişki. Çünkü ‘eski popülerlere’ baktığımızda onların popülaritesinin bir amaç değil, bir sonuç olduğunu görürüz. Eserlerini özgün bir şekilde üretmiş bu sanatçılar üretim sürecinde bilincinde olmaksızın geniş kitlelere hitap etmiş ve sonuç olarak popüler olmuşlardır. Modernite, popülarite kavramını da standartlaştırdığından beri taklitçilik veya sıradanlık, popülerle özdeşleşmiştir. Günümüz müzisyenlerinin ikon haline gelememesini, birer efsane olamamasını da bir yerde buna bağlıyorum ben. Elvis Presley’in, Michael Jackson’ın müzik dünyasına kattıkları yeni duruş ne yazık ki yok artık. Öyle ya, marjinal gözükmenin popüler olduğu bir dünyada yaşıyoruz biz! A.K: Beyoğlu’nda çok köklü bir sokak kültürü var, bunu biliyoruz. Bu kültür içinde var olan en önemli örneklerden biri de siz sokak sanatçılarısınız. Senin de mutlaka gözleme şansın olmuştur, geçtiğimiz günlerde Beyoğlu sokaklarından masa-sandalyeler kaldırıldı. Sokak kültürüne karşı bu saldırılar sence neden yapılıyor? Bu saldırılara karşı siz sokak sanatçılarına ne gibi görevler düştüğünü düşünüyorsun? M.K: Son zamanlardaki masa-sandalye toplama ve sokak müzisyenlerine müdahale konusunda ortada çift taraflı bir duyarsızlık var bence. Birincisi mekân sahibi veya müzisyenlerin suiistimalleri. Yani sokaktan tek kişi geçebilecek boşluk kalana kadar masa dizen, o tek kişilik yegâne boşluğa kendi garsonunu dikip, gelen geçeni kolundan tutup çekmeye varan hareketlerle mekâna oturtmaya çalışan işletme sahipleri ile kocaman hoparlörler kullanarak sokak müziğini bir halk konserine çeviren müzisyenler. Bu çapta hoparlör kullanarak yüksek seste müzik yapan arkadaşların sesinden çalacak yer bulamadığımı da hatırlarım. Gelelim duyarsızlığın karşı tarafına. Kurunun yanında yaş da yanar mantığındaki belediyeye. Az önce bahsettiğim ‘baskıcı’ mekânların yanında 50–60 yıldır hizmet veren, oradaki kültürün büyük parçalarını oluşturan mekânların da mağdur edilmesi nasıl haklı bulunabilir? Veya birkaç müzisyenin duyarsız davranışı sonucunda, sokağımızı sanatlandıran bütün değerli müzisyenlerin müdahaleye uğraması haksızlık değil midir? Bana bir müdahale gerçekleşmedi ancak böyle haberler almak oldukça üzücü ve yıldırıcı tabi. AKINTIYA KARŞI: Görüşlerini bizimle paylaştığın için çok teşekkür ediyoruz Melih ve sana Beyoğlu sokaklarında kolay gelsin diyoruz.
Mezarlık Köpekleri
Pazar günkü gazetelerden öğrendiğime göre, başkentin Bahçelievler semtinde geçtiğimiz çarşamba gecesi meydana gelen çatışmada ölen ve ülkücü oldukları bildirilen gençlerin Karşıyaka Mezarlığı’ndaki cenaze törenlerine ülkü ocakları ve MHP yanlısı kuruluşlara mensup çok sayıda kişi ile MHP’li bakanlar da katılmışlardır. Törenden sonra, ülkücüler mezarlıkta gömülü bulunan devrimci gençlerin mezarlarına yönelmişlerdir. Ülkücülerin tahrip ettiği mezarlar arasında Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hakan Yurdakuler, Mahir Çayan ve Ulaş Bardakçı’nın mezarlarının bulunduğu saptanmıştır! Ülkücüler mezarları tahrip ederken, “Kahrolsun Komünistler” sloganını söylemişlerdir.
u staya say g ı...
(Ustamız Can Yücel’in, 9 Temmuz 1977 tarihli Vatan Gazetesinde yayınlanan Mezarlık Köpekleri adlı yazısını sizlerle paylaşıyoruz.)
Bu ülkücüler Türk törelerine saygılı, bağlı ve onları korumak için gaza meydanına atılmış kimseler diye tanıtılır öteden beri! Komünistler de kozmopolit!.. Peki, ama bu ülkücü kahramanlarımızın “ölüye saygı” geleneğimize, “ölüyü hayırla yâd etme” töremize, “düşmanın bile olsa ölüyü günahlarından arınmış” belleme inancımıza karşı gelişlerine ne buyrulur?.. Bahçelievler’de vurulan arkadaşlarının acısından ne yaptıklarını bilmez hale geldiler diyelim hadi, cenazeye MHP’li bakanlar da gelmiş, ardından da bir sürü polis elbet!.. Onlar bari bu kederinden kudurmuş ülküdaşlarına o kutsal geleneklerimizi hatırlatsalardı ya!.. Ve polis, canlıyken “komünist” bile olsalar, ölülerin hiç değilse devlet güvencesi altında olduğunu göstermeliydi değil mi?.. Fi tarihinde Bulgar Mezarlığı’na çelenk koymuş olmamızla öğünüp dururuz ya hani... Kim bilir belki komünistlerin ölseler bile kahrolmadıklarını gördüklerinden ötürü, gazaba geldi ateşli ülkücüler, bakanlar ile polis de “Kahrolsun Komünistler” naralarıyla kabirlere savlet eden bu yaslı gidip şen gelen güruha hoşgörüyle davranmak gerektiğini düşündü!.. Bu onların milli birlik ve dayanışma çağrılarına, güvercinsel barış çığlıklarına gölge düşürmez elbet!.. Sadece, bütün yurdu yavaş yavaş nasıl civcivli bir mezarlığa dönüştüreceklerini göstermek istemişlerdir, o kadar. Hem canım, huzur dediğin de ne, muzur bir şey! Meskenet!.. Ölüyü bile ayağa kaldıracaksın ki, memlekete canlılık gelsin!.. Devrimciler kızsın sarılsın silaha! Dağa çıksın, düze insin. Karşıki dağlarla, bitişikteki apartmanda pusu kurmuş candarma ve polis de atış talimi yapsın kafaları gözleri budur diye! Taylancığı neden öyle çekip vurdular ki?.. Biliyorlardı arkadaşları arasında nasıl sevildiğini onun ölüm haberi üzerine gerginliğin nasıl yükselivereceğini kestiriyorlardı da ondan. Mahir’i gördüydüm olaydan üç ay kadar sonra, sırtında Taylan’ın parkası vardı...
34
Kavga amansız ve katı. Kavga, dedikleri gibi destansı. Ben düştüm. Yerimi başkası alacak... O kadar. Burda, bir kişinin lafı mı olur? Kurşuna diziliş, dizildikten sonra —kurtlar. O kadar yalın ve akla yatkın. Ama birlikte olacağız fırtınada, halkım, çünkü sevdik seni.
Vaptsarov
www.akintiyakarsisanat.org