Kültür ve Sanatta AKINTIYA KARŞI

Page 1

Sanatta Mücadelenin Yayın Organıdır.

Ederi: 1 TL

Sayı: 4

Ekim 2011


Akıntıya Karşı Yayın Kurulu Can Emiroğlu Cem Gökmen Mehmet S.Özaydil Serdar NâZIM

Yazarlarımız Ali Kın Can Emiroğlu Efe Çınar Ege Yeşim

İÇİNDEKİLER 3 ‘Akıntıya Karşı’ Bir Söyleşi 5 Çürüyen Gençlik 6 Şiirler 7 Sosyal Demokratlarla Antipatik İlişkiler 9 Bana Bir Tanrı Verin 11 Şiir 12 Sanat Ve Kadın 13 Tek Kişilik Çok Sesli Koronun Dramatik

Sopranosu

17 Şiir Kadir Soy 18 Şiir Kerem Cemgil 19 Akıntıya Karşı Yorum Kübra Çağlayan Mehmet S. Özaydil 23 İstanbul’dan Sesleniş M. Şubat Tuncay 25 Tonguç Vural’la Söyleşi Serdar NâZIM Sezgin Adıgüzel 30 Şiirler Simge Yılmazer 31 Fotoğraf Bir Sanat Mıdır? Suphi Alkın 33 Feodal Bağların Gölgesinde ‘Gelin’ imlâ ve Düzeltme 35 Yarım Kalan Şarkı 37 İdeoloji (Fikir Bilim) Can Emiroğlu Serdar NâZIM 38 Albert Camus 39 Arkadaşım Behice Boran Dergi Tasarımı 41 Duyurular Cem Gökmen Gökdelen Ruble


Dördüncü sayımızla tekrar buluşmuş bulunmaktayız. Gören gözler bu dört sayının bize çok şey kattığını da farketmiştir. Her zaman bir adım fazlasını hedefleyerek yürümek gerektiğini düşündük. Aynı, yola ilk başladığımızdaki gibi... Malum, bir yere gitmek için önce ilk adımı atmak lazım. Gidilecek yol göz önüne alındığında o atılan ilk adım çok küçük gelir. Gelgelelim o küçücük adım bir sonraki adımla ve adımlarla sürüklenip devam ederse eğer hedefe varabiliriz. Aksi takdirde bir gıdım ilerleyemeyiz. Fakat maalesef pasif kalmanın ve tüketmenin meşrulaştığı bir toplumda, bir şeyler üretmek giderek zorlaşıyor. Zaman zaman, kendini bu tüketim kültüründen soyutlamış insanlar bile bu zorlaşmada bir etken oluveriyor. Öyle ki üslupları, yaşayışları, bakış açıları gelişmeye ve değişmeye tamamen kapalı oluveriyor. Bir bakıyorsunuz ki, Akıntıya Karşı Yorum Bölümü’nde işlenecek derecede sözler sarf edip dogmalarla ve bir takım kalıplarla hareket ediyorlar. Hâlbuki tüketim kültürüne veya kapitalizme karşı olup yeniden, güzelden, aydınlıktan yana olan insanların diyalektiğe, değişime, yeniliği ve üretime önem vermesi gerekir. Bir şeyler yapmaya çalışan genç insanların umutlarıyla alay etmek, onları aşağılamak veya küçük görmek akıntıya kapılıp gidenlerin yapması gereken şeylerdir. Akıntıya Karşı duranlara düşen ise yapıcı olmak, üretmek ve daha iyisi yapmak için emek vermektir. Elbette şuan ki düzeyimizi veya seviyemizi biliyoruz. Eleştirilecek pek çok noktamız, tamamlanması gereken pek çok eksiğimiz var. Ama bunun karşılığı “okumadan eleştirilmek” midir? Evet, doğru okudunuz. “Bu ülkenin insanı okumuyor” diye şikâyet edenler de okumuyorlar. Öyle bir yozlaşmanın içerisindeyiz ki, her yanımız kuşatılmış durumda. Bu kuşatmayı yenmek için ilk yapmamız gereken kendi kuşatılmışlığımızla mücadele etmek olacaktır. Yoksa dar kalıplarımız, egomuz, çürümüşlüğümüzle biz de akıntıya dâhil oluruz. Tabii bir de gerçek dostlarımız var. Onlar eksiğimizi, gidermemiz için söylüyorlar. Kaygı duyuyorlar, hata yapmamızı gerçekten istemedikleri için uyarıyorlar. Onlar bizim doğrulmamızı sağlıyor bir bakıma. Birikimlerini sevgi ve samimiyetle, böbürlenmeksizin paylaşıyorlar. Olması gereken de bu değil mi? Yani kimisi bağcıklarımıza basıp düşürerek bağcığımızın açık olduğunu belirtirken kimisi ise yanımıza gelip uyarıp direkt bağlama zahmetine girişiyor. Fark bundan ibaret.

dav et

Sevgili Okur,

“Teorik bir anlayış açıklığına varmak için, kendini, kendi öz yanılgıları ile yetiştirmekten, acı deneylerle öğrenmekten daha iyi bir yol yoktur.” F. Engels’in bizi heyecanlandıran bu sözü, düşüncelerinde samimi olmayan insanların üzerinde pek bir etkisi olmayacaktır muhtemelen. Ama her başarısızlıkla biten deneyinden “nasıl yapılamayacağını” çıkaran Edison üzerinde çok daha farklı bir iz bıraktığı kesin. Düşündüğümüz şey şu ki, akıntıya karşı üretimleri desteklemeyenler veya geliştirme kaygısı taşımayanlar akıntıya karşı durmanın sorumluluğunu yerine getirememiş olurlar. Burada da çemberin içinde olamayanlar dışında olmak zorunda kalacaklardır. Evet sevgili okur, sana iyi okumalar diliyoruz. En yakın zamanda bizle irtibata geçmen dileğimizin gerçekleşmesi için mail adresimizi de paylaşma gerekliliğini duymaktayız.

akintiyakarsisanat@gmail.com Unutmadan bir sözü de sizle paylaşmak isteriz.

Her nehrin kemali zevalindedir.

2


AKIN TIYA KARŞI Söy leşİ-1

‘AKINTIYA KARŞI’ BİR SÖYLEŞİ…

Dergi ekibi, ustalarla birlikte Bir güzel haberimiz var size. 6 Ekim Perşembe günü Kuledibi- İnciraltı Cafe’de, “Kuledibi’nden Bâb-ı Âli’ye” başlığındaki ilk söyleşimizi düzenlendik. Bu söyleşileri belirli aralıklara düzenlemeye devam edeceğiz. Bu söyleşiler ile “Akıntıya Karşı” duruşu olan edebiyatçılarla, tiyatro oyuncularıyla, müzisyenlerle, akademisyen ve aydınlarla, sinemacılarla ve farklı disiplinlerden değerli isimlerle okurlarımızı buluşturacağız. Gerçekleştirdiğimiz ilk söyleşinin konuşmacıları Güngör Gençay ve Bülent Habora idi. Fakat etkinliğimize Bilgesu Erenus, Cengiz Gündoğdu, Berrin Taş, Kadir İncesu ve Yar Yayınları’ndan Osman Yeşil de katılarak bizleri onurlandırdı. Hedefimizin çok üzerinde bir etkinlik oldu. Farklı alanlardan değerli isimleri bir araya getirmek etkinliğimizi daha anlamlı kıldı. Çağlar Mirik’in yönetiminde gerçekleşen söyleşide sanattan yayıncılığa, sanattaki kirlilikten mücadeleye pek çok konunun üzerinde duruldu. Gerçek Sanat dergisinin ve yayınevinin sahibi, onlarca kitabı olan yazar ve şair Güngör Gençay’ın Kuledibi’yle; şuan İzmir’de yaşayan, yüzlerce kitap basmış Habora Yayınevi’nin sahibi, yazar, gazeteci, şair Bülent Habora’nın Bâb-ı Âli’yle özdeşleşmesi üzerinden etkinliğin alt başlığı “Kuledibi’nden Bâb-ı Âli’ye” idi. Etkinliğimize katılan Cengiz Gündoğdu, dergiciliğin zorluklarından bahsederek bu zorlukların aşılması için kolektif üretimin, dostluk ve dayanışmanın altını çizdi. Akıntıya Karşı dergisine çeşitli önerilerde bulundu. Günümüz edebiyatına dair de kısa bir değerlendirme yapıp toplumcu-gerçekçi edebiyatın seyrine vurgu yaparak konuşmasını bitirdi. Kendi gelişim sürecini anlatan şair Berrin Taş, dergicilikle ve edebiyatla uğraşan insanların hayat biçimlerinin değişmesi gerektiğini dile getirdi. Ayrıca dergiciliğe dair edindiği deneyimleri bizlerle paylaştı. Bilgesu Erenus ise akıntıya karşı tavır alma gerekliliğine, tüketim kültürüne karşı daha fazla üretmek gerektiğine, sanatın insana ve topluma katkısına değinen konuşmasını, yedi yaşında yazdığı ilk şiirinin anısını paylaşarak ve “Masalların Sonu” adlı şiirinin bestesi ile sonlandırdı.

3


AKIN TIYA KARŞI Söy leşİ-1

Ardından söyleşi programı Bülent Habora ve Güngör Gençay’ın yayıncılık anıları, hayata karşı tavırları, edebiyata dair düşünceleri, edebiyat-toplum ilişkisi üzerinden günümüz edebiyatının tahlili, Türkiye’nin trajikomik tarihi, yasaklı yıllar, Bâb-ı Âli anıları ile Bâb-ı Âli’nin dönüşümü, gençlere önerileri ve dostluklarını anlatmaları ile devam etti. Güngör Gençay; şairliğe dair bir konuşma yaparak emek vermeden üretimin gerçekleştiremeyeceğine değindi. Ayrıca güncel meselelere dair yorumlarını da ileterek söyleşiye devam ettiler. Bülent Habora ve Güngör Gençay anıları üzerinden tarihe Güngör Gençay, kitaplarını imzalıyor. tanıklıklarını bir defa daha gösterdiler. Etkinlik keyifli ve samimi bir şekilde sonlandı. Etkinliğin sonunda ise kitaplarını imzalayan Güngör Gençay ve Bülent Habora genç okurlarla konuşmaya devam ettiler.

Söyleşiden bir kare. Gerçekleştirdiğimiz ilk etkinliğimizdeki enerji bizler açısından anlamlıydı. Söyleşi etkinliğinin devamı açısından da bize güç kattı. Özgür Gündem ve Evrensel Gazetelerinde de söyleşimizin haberi yayınlandı. Çeşitli kanallar sayesinde kültür ve sanatla uğraşan ve akıntıya karşı durmayı tercih eden daha fazla insana ulaşmamızın da bizim için önemli bir hedef olacağını belirtmek isteriz.

Akıntıya Karşı Yayın Kurulu 4


AK INT IYA K AR ŞI kültür

Çürüyen Gençlik Toplum içinde kendini öne çıkarmaya çalışan birey içki içtiğinde toplumun onu “saygın” duyduğunu düşünüyor veya uyuşturucu kullanıp o “saygın” olduğu konumu daha da “saygın” hale getirdiğini düşünüyor. Televizyondaki gibi aşk yaşamak istiyor veya en sevdiği kahramanın sigarayı nasıl ciğerlerine çektiğini görüp o da bunun aynısını yapıyor. Aslında bu durumu on beş ila on sekiz yaşları arasında görüyoruz. Kişi kendine kimlik arayışına girdiği zaman kendi düşüncelerini belirlemeye başlıyor. İşte bu durumda düzen kendine karşı düşünceyi engellemek için televizyonları ve sinemaları kullanıyor. Kişiye insan gibi değil de cinsel meta gözüyle bakmayı öğretiyor. Genci-mizin önüne bir de sınav koyuyor. Kişi sınavı geçmek, iyi bir üniversiteyi kazanmak için çalışıyor. Artık kendi kimliğini belirlemeye çalışan genç yavaş yavaş her şeyi kabul etmeye başlıyor. Çünkü sorgulamıyor; her sorgulayışında ise düzen onu seks, içki ve uyuşturucuya yönlendiriyor...

Zaten gençliğin çürümeye başlaması düzenin ne kadar çürümüş olduğunu gösteriyor. Düzen, eğitim ve öğretimin ilk yılların çürümesini engelleyecek durumları ortadan kaldırıyor. Çocuk yaştaki birisine ticareti öğretiyor. Kadının sınırını ve erkeğin sınırsızlığını gösterip bunlara örnekler vererek pekiştiriyor. Aile içinde cinsellik konuşulmayıp bunu arkadaş çevresine taşınmasına yol açıyor. Görünüşüyle de var olmaya çalıyor gencimiz; düzen onu istediği düşünceye büründürdükten sonra görünüşünü de istediği hale getirdiğini görüyoruz. Bir giydiğini bir daha giymeyen arkadaşlarına para gözüyle bakıp ondan kâr sağlamayı düşünen, kendinden başkasına önem vermeyen gencimiz düzenin istediği şekle bürünüyor. Son bir şey kalıyor, düzen bir görüş arama çabasında olan gencimizin korkaklaştırıp susturuyor. Gencimiz toplum içinde kaybolmuş bir yer bulma arayışındayken tamamen kayboluyor… Ve gençlik böyle kaybedilmeye çalışıyor...

Sezgin Adıgüzel 5


AKIN TIYA KAR ŞI Ş İİR

BENİM SANDIK Sandık yırtılmış fotoğraflarla dolu Yaralı tutkularla, Öyle ki hatırlamıyorum başka ne var - Hiç açmadım ki. En altında ezilmiş bir hikâye vardır Rengi atmış bir aşk resmi Ya da bir yaş günü hediyesi Bilemem! Hiç yaşamadım ki!

ONLAR GİBİ Lokmalarımı saymadan hiç yemek yemedim Yoldaşımda yoktur diye Giymedim cicilerimi mesela Özlemi hatırlatır diye burada, gurbette Hiç köyümden bahsetmedim Ve yedi asırlık yaramı hatırlatır diye Hiç sevmedim.

Serdar Nâzım 6


AKIN TIYA KARŞI sİyaset

Sosyal Demokratlarla Antipatik İlişkiler Sosyal demokratlara karşı ciddi bir antipatim olduğunu söyleyebilirim. Böyle olmasının birçok nedeni var elbet; düşünüp karar kıldığım bazı tezler… Yazımın sonunda da umarım sabitlemiş olurum tezlerimi. Öncelikle bir sosyal demokratları tanıma merasimi yapalım. Aile yapım sayesinde ben de bu kökeni tanıma bahtiyarlığına nail oldum. Onun için rahatlıkla söyleyebilirim ki sosyal demokratlar, günümüzde (hatta bunu ‘on yıllar boyu’ olarak algılamak gerekir bence) mücadele alanını terk-i diyar etmiş zat-ı muhteremlerdir. Hatta aralarında ‘bize dokunmayan yılan’cılar da gördüğüm kadarıyla bir hayli fazladır, gün geçtikçe üremektedir, örgütlenmektedir. Açalım mı biraz? Sosyal-demokrasinin alt yapısına, teorisine falan girmeyeceğim. Direkt olarak onların eylem sahasındaki kar-nelerine bakacağım. Türkiye’ de sosyal demokrat deyince akla gelen bütün özneler, tarihsel bir çıkış olarak ulusal kurtuluş mü-cadelesiyle bağı olan insanlardır. Miras dersek eğer; bir hak sahibi de onlardır. Yükseliş ve iktidar yaşayan Cumhuriyet kadrolarının devamcıları sayarlar kendilerini. Bu noktada burjuva devrimini yapan bu özneyi ilerlemeci-mücadeleci olarak sayabi-liriz. Ama sadece bu alanda… Çünkü burjuva devrim bileşenleri, zaferden sonra klasik hamlelerini yapmakta tereddüt edemezler. Onların böyle bir olanakları yahut doğrultuları yoktur. Kapitalizmi güçlendirmek ve kurulan düzeni kökleştirmek için söylediklerini yalamak elzem görev olmuştur adeta. Kolay değil; düzeni koruyacaklar, katılaşmayı, körü körüne bağlanmayı işten sayabilir miyiz? Kuruluştan çözülüşe bir uçuş yapalım. Çözülüş diyorum, çünkü Cumhuriyet, ‘Allah ne verdiyse’ girişen gericilerin elinde ‘yakar top‘ olmaktan çıkarılmış, tarihe gömülmekten kurtulamamıştır. İkinci Cumhuriyet lakırdıları boşuna değildi; o yıllarca tartışılan konu hani. Geldi, zebillah gibi dikildi işte bugün karşımıza. Mücadeleperver sosyal-demokrasi sağ olsun. Aklıma iki yıl önce, çok etkilenerek ve bağlanarak okuduğum bir roman geldi. Yazılama Yayınevi’nden çıkan Tuğrul Bal’ın ‘Kar Kapanı’ adlı romanı… Romanın konusu başka ama içine çok başarılı bir şekilde yedirilmiş bir başka olaylar örgüsü var; işte oradan bir alıntı (kitap elimde olmadığı için doğaçlama olacak, affola!):

7


AKIN TIYA KARŞI sİyaset

“Gericilerle- Cumhuriyetçilerin karşı karşıya geldiği dönemlerden biri. Açık bir savaş var ortada. Kemalistler “Cumhuriyeti size kaptırmayız” diyorlar, gericilerse “ bir kaptık mıydı var ya!” diye karşılık veriyorlar. Bu Kemalistlerden birçoğu ilticayı protesto etmek için arabalarına Türk bayrağı asıyor. Doğal olarak da gericiler bu arabalara saldırıyorlar, camları, kaportaları haşat ediyorlar. Mağdurlarımız ise bu durumu gurur meselesi yapıyorlar ama ne fayda! “ Aman başımıza bir şey gelir” diye ses çıkaramıyorlar gericilere ve çözümü kırık camlı siyah mercedeslerini satıp yerine kırmızısını falan almakta buluyorlar.” Çevremden de birkaç örnek vermek istiyorum. Bunlardan ilki sigara meselesi… Biriki senedir sigara içiyorum. Sigara içmeye başladıktan bir süre sonra ailem bunu öğrendi doğal olarak. Ne ilk öğrendikleri zaman ne de şimdi çok ciddi bir direnişle ya da saldırıyla karşılaşmadım. Sürekli olarak “oğlum, yapma etme” diyen anne-babayla muhatap oldum, hepsi bu. Tabii ki istisnalar vardır ama siyasi mücadele veren insanların böyle bir duruma, bu kadar sessiz kalacaklarını, retorik öğütlerle yetineceklerini düşünmüyorum. Onlar, sosyal-demokratlara göre daha mücadeleci olacaklardır bu gibi durumlarda. Aynı şekilde biri, sokak ortasında çocuğuna bağırıyorsa (hatta şiddet uyguluyorsa), , o kişiye tepki veren pek olmaz. Belki yaşlı Kemalistler, gençliklerinin mücadele ile dolu olmasından, kavgalarla geçmesinden dolayı bir şeyler derler. Onun haricinde mücadelesizliği ilke edinmiş demokratlarımız “vah vah, yazık çocuğa yahu” derler ve geçer giderler. İki dakika sonra neye ahlandıklarını-vahlandıklarını bile unutabilirler. Tekrar etmek gerekir; istisnalar kaideyi bozmaz ama ben çevremdeki sosyal demokratlardan hep böyle gördüm! Örnekler çoğaltılabilir. Ancak buna gerek yok. Çünkü bu konu üzerine biraz düşündüğünüzde belki de benden daha fazla örnek bulacaksınız. Uzun yıllar çevresi etkisinde kalmış, eski bir sosyal demokrat olarak şunu belirtmeliyim ki; sosyal demokrasi artık bu toplumda kronik muhalif, pasifist kanat ve benzerleri olarak algılanmakta. İnsanların, yıllarca süren mücadelelerinden yorulup soluğu CHP ve türevlerinde alması bir tesadüf değil. CHP’nin ‘eski solcu’larla dolup taşması bir tesadüf değil! “Ne yapalım, bu solun kaderi” demek de bize yakışmayacağına göre elimizde kalan son seçenek bu tür hastalıklarla mücadele etmektir. Sadece siyasal hattı doğru tutmak değil benim bahsettiğim. Siyasal hattını sağlam kurmayanlar, bu hattı ellerinde tutmayı bilmeyenler, hayatlarının birçok noktasında sıkıntılarla karşılaşırlar; benim meselem bu. Siz isterseniz hoca baskısına maruz kalmış bir öğrenci olun, isterseniz bir işçi olun, isterseniz de iktidarın gazabına uğramış bir sanatçı. Omurgayı doğrultmamak, hayatınızı sadece hezimetlerle taçlandırır. Oysa mücadele etmek, insanın üretmesini, daha fazla üretmesini ve böylece kendisini yenileme şansı bulmasını sağlar. İnsanın hayatını hep tekrardan üretmesi onun hem siyasal çıktılarının törpülenmesini engeller hem de sıkılıp-yorulup toplumsal alandan inzivaya çekilmesini. Ne toplumsal alandan ne de siyasal konumlanışımızdan geri düşmek bize yakışmaz. Biz hep üretmek, hep daha iyisini üretmek durumundayız. Hatta mücadele alanından ‘kaçanların’ da açığını kapamaz zorundayız. Zor mu tüm bunlar? O zaman cepten yemeye değil, üretmeye başlayalım!

Serdar Nâzım 8


AKIN TIYA KARŞI YAŞ Am

Bana Bir Tanrı Verin... Ben size diğer sayfalara kıyasla belki biraz “boş” şeyler anlatacağım. Ama yine de tahammül edin. Hâlbuki konum hiç böyle “boş” şeylerden değildi, değiştirdim, beceremedim. Konuyu siyasetten hatta belki akıntıya karşı durmaktan alakasız göreceksiniz. Günlük şeyler denebilir, bir ara oturmuş, düşünmüş, sorgulayıp yazmış da denebilir. Hatta şiiri düz yazıya dökmüş de denebilir. Denebilir işte, her neyse… Tanrı’yla anlaşma yapsam, sanırım aç gözlü olur yokluk denen şeyin bende var olmamasını isterdim. Karşılığında ne isteyeceğini bilmiyorum gerçi. Ama anlaşma gereği bir şeyimi yok edemezdi. Herhalde görev gibi bir isteği olurdu ya da lambadan bir cin çıkarsam ilk dileğimi daha fazla dilek istemek için kullanırdım. Üç çok az… Tüm bu aç gözlülüğüm kaybetmektendir; kapitalizmden değil, zira sosyalizmde de bu tip kayıplar yaşayabilirdim. Bir şeye inanılmaz ihtiyacım var. Sürekli var olmasına alıştığım bir şeye özellikle... Su mesela… Eminim bir gün yoldayken annenizin, babanızın veya arkadaşınızın “suyumuz kalmamış” demesi sizi yok yere susatır. Ya da sigara... Farkında olmadan son dalını içiyor olmanız, içiyorken fark etseniz bile bir yokluk hissi uyandırır. Cep telefonu! Cep telefonunuzu belki tüm gün kullanmayacak olsanız bile şarjının bitmiş olması huzursuz edicidir, gibi… Bir de Tanrı’lara olan ihtiyacı düşünün. Ben Tanrı’sız yaşayamam mesela. Burada söz konusu olan şey ya ihtiyaç ya korku ya da ihtiyacın yarattığı korku... Hislerimi meşrulaştırmaya çalışıyorum, sizde de benzerleri olmalı. Ortaya bir teori atmaya çalışmıyorum, sadece düşünüyorum. Hem zaten kendimi özne olarak alıyorum. Sanırım zamanında Tanrı gibi bir şeyle anlaşma yaptım, farkında olmadan. Karşılığında ne yaptığımı da bilmiyorum. Ama bahs-i mühim olan şey, yokluk nedir bilmiyor olmamdı o sıralar. Aynı zamanda bir cin çıkartmıştım lambadan ve nicelik, saymak gibi kavramları unutmuştum, gerek yoktu. Cinin kafasına sonsuza kadar devreder anlamında bir çizik çakmıştım, o da anlamıştı beni. Ve bu halde yaşamak sanıldığının aksine (oyunlarda hile yapınca zevk vermez mantığında bir şey hissettirmek yerine), rahatlığının kaynağını unutturacak bir ukalalık ve daha fazla rahatlık veriyordu. Gayet memnundum halimden. Renkler coşkulu, sesler iç dinlendiriciydi, her anlaşmamda olduğu gibi. Bir Vosvos dilemiştim. Renklerini de tarif etmiştim. Cin zevkime hayran kalmıştı, Tanrı bile yukarıdan başparmak kaldırıp onaylıyordu. Vosvos’un temel rengini gün vakti güneşle, gece vakti ayla anlaşmalı diledim. Çamurluklarını yeşillikle, jantlarını rengârenk çiçeklerle anlaşmalı diledim. Ve yukarı bakıp Tanrı’dan bir yol yaratmasını istedim; güneye giden, yaratılmış bir yol... Hatta Tanrı’nın bana eşlik etmesini de istedim, arabada yer vardı sonuçta. +Gel aşağıya! Hem Tanrı’yı seviyordum…

9

-Hay hay!


Anlaşmam sayesinde benzin derdimiz yoktu, Vosvos da bozulamazdı. Para harcanacak da bir yer yoktu. Ceplerimiz para yerine, renkli çiçek yapraklarını sürterek boyadığımız dere kenarlarındaki pürüzsüz çakıllarla doluydu. Üzerimde kimlik yerine Tanrı’nın beni çizdiği resimleri taşıyordum. Gömlek cebimde elimi atar atmaz “beni al” diye yükselen sigaralarla dolu bir paket vardı. Öyle bir rüzgâra sahiptik ki… Olanlar tek bir fotoğrafla anlatılmak istense rüzgârın bizi yalarkenki şımarıklığı ön planda olurdu. Ahlâklıydı da... Camdan uzattığım sol elimdeki sigaradan otlanmaya yeltenmezdi mesela…

AKIN TIYA KARŞI YAŞ Am

Yola çıktık. Her şey yaratılmıştı, mükemmeldi. Gerçekten ne emekli olmuş hissi ne de mücadele ediyor hissi veriyordu, farklıydı. Bahçesi çiçek dolu bir ev gördüğümüzde sağa çekerdik Vosvos’u. Hem Vosvos dinleniyordu hem de Tanrı işemek için bir yer bulabiliyordu. Sevimliydi… Tanrı’m diye söylemiyorum, övmeye çalışmıyorum çok güzel kek yapardı. Hala mor çiçekli bahçesi olan beyaz evin içinde pişirdiği kekin tadı damağımdadır. Kahve de yapardık. Şimdi düşünüyorum da çok bir şey istememişim. Aç gözlülük yapmamışım. İstediğim şey temelde mutlulukmuş. Hor kullanmamışım.

Tanrı mutlu etmek nedir çok iyi biliyordu. Hatta işini keyifle yapanlardandı. İlk defa bir insanı mutlu etmeye baş koymuş olsa da daha iyisini bulamazdım, aramazdım. Aramadım da aslında. Ama sanıldığı gibi bu hikâye kötü bitiyor. Hani bahsetmiştim yukarıda ihtiyaçtan. Su ve sigarayı da örnek vermiştim. Şimdi bir kere beni yormayın siz de düşünün. Sadece iki şeye sahip olduğunuzu ve bunların suyla sigara olduğunu düşünün. Su son yudum, sigara son dal. Şimdi suyu içerken dökün, son sigaranızı da tersten yakın. Geçmiş olsun. Tanrılar küfrü kabul etmezmiş, tahammülleri yokmuş, oysa baya samimiydik, ne bileyim ben. Hem ben genelde çok fazla küfür ederim. Zaten cesaret gibi sorunlarım da yoktu(r) anlaşma gereği. Bir gün, varsa eğer kendi Tanrı’nıza gidip küfür edin. Ben birkaç kez yaptım. Ya da önce bir küfretmeyi düşünün. Yer mi Allah aşkına? Yememeli. Rahatlığımın kaynağının Tanrı olduğunu unuttuğum anlardan birinde, Vosvos’un içinde oturup Tanrı’yla anlaşmanın süresinin bitip bitmemesi hakkında konuşurken def(f word) olup gitmesini söyledim, yine! Benim Tanrım onur-gurur meselesine çok takar, affeden cinsten değildir pek. Gözünün yaşına bakmaz, acımaz, kovar cennetinden. Sana da peygamber falan demez, hele hele ilk olduğunu hiç söylemez, zulmeder. Ve baya baya neye ihtiyacım varsa kısıtladı. Tanrı dediğin bu kadar da çirkinleşmez, sevimsizleşmez ki! Her zaman bir yudum suyum, bir dal sigaram ve şarjının biteceğini sürekli belirten bir telefonum var. Sanıldığının aksine Tanrı kin de tutar. Bir yudum suyumu döker, son sigaramı tersten yaktırır, cep telefonumu da bozar. Ve bana her zaman cennete geri dönme yollarını düşündürür. Heveslere boğar, boşa çıkarır, boş şeyler yazdırır. Aslında Tanrı’lar konusunda tecrübeliyimdir de ne işse… Huylu huyundan vazgeçmez, ben anlaşmalara açığım hala. Bana bir Tanrı verin!

Efe Çınar 10


AKIN TIYA KARŞI K ü ltü r

AÇ İDİK, YEDİK HAYALLERİMİZİ Hayaller dökülür düşüncelerden dile, dile gelir hayaller “ah bir olabilseler” ümidiyle. Kış ayının ortalarında, doğanın sunmuş olduğu derelerinin satılmasına karşı duruş sergilediklerinden dolayı öldürülen veya hapse atılan insanların haberlerinin geldiği günlerde, şiir kokulu Nazım’ın, üzerine kar yağan çatısının altında görmekte olduğumuz atölye eğitimlerinde, sevgili hocam Fırat Tanış’ın bir sorusu kemiriyordu beynimi. Sahne üzerinde duran genç kadına sorulmuş bir soruya nasıl bir cevap verebilirdik sınıfça. Ne olabilirdi, konuşurken gözlerimizin içinin parlamasına, asık suratımızda mutluluğun yeşermesine sebep olacak olan hayalimiz? Bir müzik aletini çalarken yaşadığımız huzur muydu yoksa tiyatro dünyasında, sahne üzerinde en çok alkış sesini duyan kulaklara sahip olan bir oyuncu mu olma başarısını görebilmekti hayalimiz? Gözlerinde şiir okuduğum kadının gözlerine bakarak dokunmak mı yaşama yaşarken bir akşamüstü? Hayal kuramıyor olmanın yada kurulan hayalin bir türlü huzur vermemesinin sebebinin üzüntüsü düştü yine bir akşam üstü. Düşüncelerin prangalanması düşüncesizliğiyle kurulan bir sistemin tasmalı bekçileri tarafından korunan karanlık, alarak içine boğmaya çalışır hayal kurabilmeye çalışanların cesaretlerini. Düşünce suçu gerekçesiyle kurulmuş olan bir siyasi partinin kapatıldığı dönemde, düşünce birliğinin liderlerinin ceza”evi”ne gönderilmeleri doğuruyordu ülkemde “ölü bebekleri”. Esirliğe doğanların özgürlüğünü savunanlar esir edilir, özgür esirlerin dünyasında. Ama bilmez ki aptallar “ses geçirmez sanılan demir parmaklıklardan konuşur yine, hayallerini gerçekleştirmek adına dört duvar arasında özgürlüğü yaşayanlar “ Suya aç kaldığım bir yaz günü, içebilecekleri suya yanlarında duran masanın üzerindeki sürahiden ulaşabilecek olmaları sebebiyle ceza”evi”nde bulunan düşünce “suçlusu” insanların yerinde olmak istediğimin farkına varmam, var olan hayalimi keşfetmeme yardımcı olmuştu.

11

Fırat Tanış hocamızın sorduğu sorunun birer cevabıydı, düşüncelerinden dolayı demir parmaklıklar ardına “gömülen” insanların sahip olduğunu düşündüğümüz tokluğa duyduğumuz açlık. Kurtulmaktı en büyük hayalimiz, birer virüs gibi bünyemizi saran açlıktan. Aç kaldığımız anda başka bir düşünce geçmez aklımızdan, aç ayının oynamaması da bundan. Peki, neydi bizim açlığımız? Bir koçbaşı gibi zorluyor duvarları çığlığımız açız çünkü açız... Hem sade o kadına ve kadınlara değil güneşe, yeşile, toprağa ve açık havaya açız, adam gibi çalışmaya insan gibi yaşamaya da açız. Aç Aç Aç yine de nazlanıyor sahnedeki rakkas bu açmaza son çare bi açık versin diye bakıyoruz. Canımız yanmış gibi değil canımız yana yana haykırıyoruz: Açamaz Açamaz Açamaz. Ama hala anlamıyor ki düzenbaz gönül hoşluğuyla o açmazsa eğer fırladığımız gibi bu tarih denen sahneye aç dediklerimizi biz kendi ellerimizle açacağız!...* Madem “Tüm sanatlar sanatların en üstünü olan yaşama sanatına hizmet etmelidir” ** Biz sanatçılar ya da sanatçı adayları olarak, insan gibi yaşamaya oruçlu insanlık için iftar topunu patlatmalıyız... *Can Yücel ** Bertolt Brecht

Gökdelen Ruble


Kadın ve Sanat; beş harf birer kelimeden oluşan bu kavramlar, zihnimizin en güzel köşesine ev sahipliği yapmış; anlamları, anlamlılıkları ve anlatmaya çalıştıkları en önemli parçaları olmuştur hayatlarımızın... Kadın olmak memleketimin en ücra köşelerinde de zirvenin uç noktalarında da dimdik sapasağlam durabilmektir. Hele ki Türkiye’de kadın olmak, sınır çizebilmektir. Hayatında deli gibi hürriyeti arzularken bile, çizilen sınırlar içerisinde şiir yazabilecek kadar âşık olmaktır varoluşuna… Sanat da bir kadın gibidir; çizilen sınırları şiirleriyle, şarkılarıyla, güzel cümlelerinin kudretiyle aşabilmiştir. “Kadın”, duyguyla eşdeğerde bir kavramdır; duyguysa sanatın yaratıcısıdır. Sanat ise, insanlığın yüzyıllardır vazgeçemediği bir aşktır. Kadın bu aşkın başrolündeki “ana”dır, “sevgili”dir, bastırılmış hürriyetin isyan şarkılarıdır… Yani tüm rolleri üstlenecek güçteki “kadın” sanattaki en güzel edebi cümledir. Çünkü “kadın”ı işleyen sanat, kendiyle bütünleşmiş bu cevherin farkındadır, onu toplumdaki yerinden sıyırarak hak ettiği sıfatları yükleyip en güzel şiirin mısralarına konu eder. Bu şiiri sanat aşkıyla yazmış kalem ve bu aşka yakıştırmış olduğu kadın güzelleştirir. Bu sebeptendir ki kadını sanat, sanatı kadın güzel kılar.

AKIN TIYA KARŞI YAŞ Am

SANAT VE KADIN

Çırılçıplak bir ruhun niteliksiz kelimelere bürünmüş en zayıf halinde bile en güzel şarkıları söylemek, en güzel şiirleri yazabilmektir sanat. Ve en güzel cümlelerle arzularını, isyanlarını, aşklarını dile getirebilmektir; tıpkı kadın olmak gibidir. Bastırılmış sessizliğimizin en güçlü haliyle dışavurumu… Ve ben sanatın bir sıfat olmasını arzulardım; kadını niteleyen. Çünkü bu kelime açıldıkça güzelleşiyor, bitmek tükenmek bilmeyen başlıklarla çıkıyor karşımıza. Belki de bu yönüyle kadına sanatı, sanata kadını bu kadar çok yakıştırabiliyorum. Sanat, hamurunda duyguyu yoğurmuş bir zenginlik ise, kadın da o duyguyu en güçlü haliyle yaşatan, sanatın muazzam emekçilerindendir.

Kübra Çağlayan

12


Akıntıya K arşı P ortrel er

Tek Kişilik Çok Sesli Koronun Dramatik Sopranosu Kültür-sanat alanında nüfus etme iddiasındaki bir yayının sayfalarında Behice Boran’ı görünce garipseyecek okurlarımız olacaktır. Bunun en büyük sebebi Behice Boran’ın daha çok siyasi kimliğiyle tanınıyor oluşu. Bunun üzerinde biraz duracağım. Başlarken; bilmelisiniz ki, ölümünün 24. yıl dönümünde dergimizin içerisinde adının geçmesinden tarifsiz bir onur ve heyecan duymaktayız. Fakat bu yazıyı sadece bir anma yazısı olarak görmenizi de istemem. Evet, Behice Boran çok farklı kimliklere sahip olmasına rağmen siyasi hayatıyla anılır hep. Bunun temel sebebi olarak, kendisinin sol içerisinde de hâkim olan feodal anlayışla verdiği mü-cadeleyi görmekteyim. Kadınların sosyalist mücadele içerisinde konumlanmasının meşru olmadığı yıllar -ki bu meşrulaşma 70’lerde bile tartışmalıdır… 1940’lı yıllardan bahsediyoruz. O dönem bir kadının akademide değerli bir yere sahip oluşu ve yaptığı nitelikli çalışmalar Türkiye’nin henüz alışık olduğu bir şey değildi. Böyle bir dönemde bu kadın Barışseverler Cemiyeti’ni kuracak, bu cemiyetin başkanı olacak ve Adnan Menderes’in Nato’ya girmek için Kore’ye asker göndermesi üzerine cemiyet olarak kaleme aldıkları “Kore Nere?” başlıklı bildiriyi Galata Köprüsü üzerinde halka dağıtacaktır. Askeri mahkemede yargılanmak veya 15 ay hapis yatmak da onu bu mücadeleden geri düşürmeyecektir. 60’lı yılların başında Türkiye İşçi Partisi’ne girecek, aydınların ve sanatçıların işçilerle birlikte konumlanışında örnek bir tavır sergilemenin ötesinde bu konumlanışı çevresinde örgütleyecektir. Ardından Türkiye’nin ilk kadın genel başkanı olarak tarihe ismi yazılacaktır. Emel Akal’ın İlerici Kadınlar Derneği’ne dair yaptığı çalışması “Kızıl Feministler”de o yıllarda (1975’ten sonraki yıllar) solcu erkeklerin solcu kadınlara dair feodal tavrını, “siz yapamazsınız” deyişlerini anlatmıştır. İşte tam da öyle bir dönemde Behice Boran TİP Genel Başkanı sıfatındadır. Tabii bir de öncesinde Urfa Milletvekili olarak meclise girişi ve yarattığı etki vardır. Behice Boran konuşma yaparken A.P. Milletvekillerinin salonu terk edemeyişleri, karşılarında kendisini dinleten bir kadın olduğunu fark edip ve buna karşı çıkamamaları örnek verilebilir. Bu saydığım bir takım sebeplerden ötürü siyasi kimliğiyle anılan bu kişiliğin, diğer kimliklerini de iyi bilmek biz gelmekte olanlar için gereklidir. Tüm diğer kimlikleriyle ona baktığımızda güçlü bir kadın silüetini göreceğiz. Gençlik yıllarında Halide Edip’in en sevdiği yazarlardan biri olması tesadüf değildir… Sevdiği kadar özellikle siyasi tavrından dolayı eleştirmiştir de. Hatta birkaç çalışmasında ona dair önemli tespitlerde bulunmuştur. Hayriye Erbaş; onun, Halide Edip’in romanlarındaki toplumu eleştiren kadınları kendisine model olarak aldığını söylemiştir. Bu kısmı geçmeden yaşadığı çevrenin ve işgal yılları döneminin onun karakterinin şekillenmesinde etkisi olduğunu söyleyelim. Behice Boran’ın siyasetteki tavizsiz, ileri görüşlü ve dik duruşunda aynı zamanda sosyolog oluşunun da etkisi var. Şöyle ki, 12 Mart Muhtırası’na solcular, işçiler, sendikacılar, aydınlar selam gönderip bu hareketi “ilerici bir atak” olarak değerlendirerek sahip çıkarken; Behice Boran ve Türkiye İşçi Partisi bu değerlendirmeye karşı çıkmış, çekinmeden sürecin giderek faşizanlaşacağı tespitini yapmıştır. Bundan ötürü de çokça suçlanmışlardır.

13


Ama sonuç tespit ettikleri gibi çıkmış, tarih a yaklaşımın haklılığını bir defa daha göstermiştir. Behice Boran’ın, Türk aydının şekillenmesinde önemli bir yeri vardır. Örnek bir aydın portresi çizmiştir. Çıkardığı yayınlarda Dünya edebiyatını ve kültürlerini tanıtmaktan, bilgisini paylaşmaktan ve yaymaktan hiç geri durmamıştır. Doğruda durabilen Türk aydınlarının omurgası incelendiğinde pek çoğunun genetik kodlarının Behice Boran’dan geldiğini görmek zor olmayacaktır. Nitekim akademide onun yolundan gitmiş öğrencileri, günümüzde sosyal bilimler alanında saygıyla anılmaktadır. Bu isimlerden birisinin, Mübeccel Kıray’ın Bağlam Yayıncılıktan çıkan Biyografya adlı çalışma için verdiği röportajdan bir bölümü de aktarıyorum: “İyi ders anlatıyordu; yalnız içeriğiyle değil, anlatış şekliyle de çok etkiliydi. Siyasal Bilimler Fakültesi asistanları bile, örneğin Aydın Yalçın falan, sonra Türkiye’nin politik hayatında öne çıktı; ya da Aziz Köklü, sonradan dekanlık da yaptı; Behice Hanım’ın derslerini –Behice Hanım birinci sınıf dersi veriyor yahut ikinci sınıf dersi; bunlar asistan, doktoralarını vermiş ya da vermek üzereler- gelip dinlerlerdi; o kadar etkileyiciydi.”

Akıntıya K arşı P ortrel er

“Faşizm parlamenter bir kılığa büründürülmüş veya üniforma giydirilmiş şekliyle kapı ağzında boy göstermiştir.” Behice Boran (Basın Toplantısı’ndan)

Behice Boran, Uğur Mumcu’ya kendi hayatını aktarırken sosyoloji alanını kendi isteğiyle seçtiğini şöyle aktarıyor; “Bunları şunun için anlatıyorum. Sosyolojiyi bilinçli olarak ve belirli bir maksatla seçtiğimi vurgulamak için. Toplumsal gerçekliğin ne olduğunu, genelinde toplumların nasıl gelişip değiştiğini öğrenmek beni çok ilgilendiriyordu, ama kafamın ardında Türkiye’nin ‘muasır medeniyet’e erişmesi yatıyordu.” Behice Boran (Bir Uzun Yürüyüş – Uğur Mumcu) Üniversitede doktora tezi olarak iki köy çeşidini kıyaslıyor. Ankara ve Manisa köyleri arasındaki bu kıyaslama ile saha çalışmalarına başlar ve bunun üzerinde yaptığı sosyal gerçekçi analizlerle de durmuştur. Yaptığı bir tespit “dışa açılma”… Bunu Mübeccel Kıray şöyle aktarıyor; “Açık olan ile kapalı olanı, yani dışarıya ihracat yapan ovadaki köylerle çok tekdüze kalmış olan yukarıdakiler meselesi”… Öbür taraftan sosyal bilimlerin tarafsız olamayacağını da vurguluyor –ki nitekim bugün bunu çok net bir şekilde görmekteyiz. Aslında Behice Boran’ı sosyalist yapan temel noktalardan biri de sosyal bilimlere bu anlayışla yaklaşması ve sosyolojinin sınıfsal temeli olduğunu görmesidir. Bunun bir sonucu olarak Amerikan sosyolojisinin egemen oluşuna da sonuna kadar karşı çıkmıştır. Sosyolojinin görevini toplum yararına ve zararına olan değerleri toplum için aydınlatmak olarak görmüştür. Diğer bir vurgu ise bilginin “ne için” olduğuna dair yaptığı çözümlemeler… Behice Boran, bilgiyi; hayatı açıklayıcı, anlamlandırıcı, değiştirici ve dönüştürücü olarak görmüştür. Ona göre bilgi dışsal değildir ve o bilgisini hayatının tam orta noktasına yerleştirebilmiştir.

14


Akıntıya K arşı P ortrel er

Bunu Behice Boran’ın “sosyalist doğulmaz, sosyalist yaşanır” sözüyle de kanıtlayabiliriz. Yani o, sosyalizmi salt bir ekonomik düzen veya bir toplumsal yapı olarak görmemiş; bir yaşayış biçimi haline getirmiştir. Sosyalist veya Marksist olmanın teoriden ibaret olmadığını kendi hayatı ve yaşayışla da bizlere göstermiştir. Bilgiyi kullanabilmiştir. Kendisini ve hayatını bilgiyle örgütlemiştir. Toplumların evrimini, gelişim süreçlerini tarihsel materyalist ve yapısalcı bir şekilde inceleyen bu bilim kadını, Kürt meselesine dair sınıfsal bakışıyla da o dönem örnek olabilmiştir. Sınıfsal bakışından hiçbir zaman taviz vermemiş ve sosyal bilimlerin emekçi kitleler için yapılması gerektiğini belirtmiştir. Feodalite ve burjuvaziyle ve bunların ahlak ve kültürüyle her zaman savaşım vererek bir diğer aydın tavrını geliştirmiştir. Behice Boran’ın akademik hayatı Türkiye sosyolojisinin ilerleyiş ve eşik atlayış tarihidir. Tüm bu sebeplerden ötürü kendisinin o dönem yalnızlaştırıldığını söylemek abartı olmaz herhalde. Çünkü o, sosyolojiyi entelektüel gevezelik olarak değil; alana müdahale edebilmek olarak görmüştür. Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Nihat Nirun’a –Kenan Evren tarafından YÖK’e üye olarak atanmıştır, yani Evren Paşa(!)’nın yağlı elemanıdır- sosyoloji derslerinde Behice Boran’ın neden okutulmadığını sorduklarında büyük bir kinle tarihi bir cevap vermiştir:

“Ölsünler, tarihe mâl olsunlar, o zaman anlatırız.” Hâlbuki onlar için önemli olan tarihe mâl olmak değil, mal olmak… Sosyal bilimlerin ülkemizde geriye gidiyor oluşunda Behice Boran’ların akademiye katkılarının silinmesinin ve unutturulmasının etkisi var. Behice Boran gibi bilgiye aç, meraklı, araştırmacı, çok renkli, mücadeleci, umutlu ve umut verici aydınlara bugün daha çok ihtiyacımız var. Hiçbir zaman susmayan, her zaman arayış içerisinde ve çıkış noktası bulmaya çalışan bir aydın… 12 Mart sürecinde Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nda altmış bir yaşında inatla Almanca öğrenmeye gayret göstermiş, öğrencilerini yabancı dil öğrenmeleri konusunda teşvik etmiş, hapiste her şeye inat gülümseyebilmiş, türküler söylemiş, espriler yapmış ve tüm koğuşun annesi olabilmiş bir aydın… Toparlayacak olursak Behice Boran’ın taşıdığı anlamı pek çok boyutuyla görmemiz gerekir. Bir dönem ona “oportünist”, “revizyonist” v.s. gibi laf atan, onu hiç sevmeyen devrimci kadınların bile hapishanede onun saçlarını taradığını, saygı gösterdiğini, her tür konuda yardım ettiğini de unutmamak gerekir.

15


“Dostu düşmanı şunu kabul etmelidir ki, Boran sosyalizm kavgasında en soluklu ve dirençli olanlardan biriydi. Sosyalizm inancından bir an geri dönmedi.” Uğur Mumcu (Bir Uzun Yürüyüş- arka kapaktan) Her zaman üretimden yana tavır koymuş, tüketime ve tüketim kültürüne, burjuva kültür ve ahlakına karşı çıkmış, mücadelesini içselleştirmiş kısacası süregiden akıntıya karşı son nefesine kadar direnmiş bu şahsın anısı önünde saygıyla… “Özgürlüktür sosyalizmdir yolumuz, Varsın bu uğurda kalsın ölümüz”

Akıntıya K arşı P ortrel er

Her şeyden öte sadece dik duruşlu tavrı ve cesareti bile saygı göstermek için yeterlidir. 12 Eylül sonrası yurt dışına çıkmasında, ev hapsi ve ev hapsinde kalp krizi geçirmesi ve yaşadığı diğer zorluklar da temel belirleyendir. Kendisini TBKP girişiminde etkili olduğu için eleştiren de pek çok kişi vardır. Fakat burada da hayatının son dönemlerini sürgünde geçiren, hayat boyu iktidarların baskılarına maruz kalmış, yasaklı 1 Mayıs’larda altmış dokuz yaşında dipçik yeme pahasına direnmiş; kısaca hayatını sola adamış bir kadının taşıdığı samimi kaygılar etkilidir.

Not: Geçen sene katıldığım “Behice Boran 100 yaşında” etkinliklerinden aldığım notlardan da yararlandığımı belirtmek isterim. Fotoğraf Osman Kapusuz’un “Yürekten Gülerekten” çalışmasından alınmıştır.

Can Emiroğlu 16


AKIN TIYA KAR ŞI şİİR

SAVAŞ İLANI Yeter Durma Bakma yüzüme Kum gibi Kum değilsin sen Sakin, tekin, zararsız… Değilsin Olamazsın Saldır artık Vur bıçağı sırtıma Ve bir daha Bir daha Bırak ince ince akan kan Terime karışsın Nasıl sevmezsin Taze kürekkemiklerinin çıtırtısını Hiç mi ölmedin Bırak rol yapmayı Ne ruhuna Ne vicdanına Açık kulaklarına sesleniyorum Bul beni Otuz metre kar altında Yüreğini Kırık bir el arabasında Kızıla boyayan deliyi Üfleye üfleye soğuttuğun ruhunu ver bana Öfkeni dök üzerine benzin niyetine Korkma yitirmekten Acımasızca gri dikdörtgeni Canın yanacak Sırtüstü düşeceksin yere Ve o anda Ben bile el uzatamam sana Tutunacak bir şey yok İnancından başka Korkma gök mavisi güvercinlerin hücumundan Üstüne yürümen yeter Hepsini kaçırman için

Mehmet S.Özaydil 17

Sakın durma Savaş Sonuna kadar Ve kazanırsan eğer sen (istesen de kaybedemezsin) Birlikte alazlarız yeryüzünü Yasaklarız bulutlara ağlamayı Aya kararmayı Güneşe batmayı Bir şafak vakti Kurşuna dizeriz adaletsizliği Kör bir kurşunla Katlederiz cinayeti Hırsızlığı çalar Bencilliğe saklarız Ekin ekeriz açlığa Arkadan vururuz ihaneti Ben yenilirsem eğer (Ve bil ki asla kazanamam Senin yanında savaşmıyorsam) Vazgeçersem ateşe tapmaktan Göremezsem yağmurun içinde yıldırımları Gözyaşım kurursa bir gün Alnımdan akan kan durursa Sokaktaki kar erirse Ve silahıma dayarsam başımı Omzun yerine Yine sen olacaksın kafamda Öldükten sonra bile Adını yazacağım Silahın içine Koyacağım mermiye Siyah saçlarının altında bulacaklar beni Yarı çürümüş bedenim Lanet okurken Dünyadaki en eski cepheye


Ben İstanbul’dan

Bir kardan medetimiz vardı

ve onun boğuk, nemli sokaklarından

Çarpık çatıların üstüne yağ

başka memleket tanımadım

ört

eğer ki;

kapat

ağdasız ve kuruysa dilim,

temizle bizi

sanattan yoksunsa kalemim

diye diktik gözlerimizi ufuğa

genç ve görgüsüz oluşumdandır

havada uğursuz bir soğuk

mazur görün

bir de kurbağa gülüşleri Nişantaşılarda

Caddeler ağlıyor,

Umursamazlık çağın hastalığı

caddelerde;

umursuyorum

şişelerden ölüm çekercesine

elim ayağım, aklım başım da yerinde

ümitsiz bir sarhoş

çok şükür

Buralı ama buralarda yaşayıp,

boğaz kıyısında bir meltem olmak lazım

buralara engin bir tutkuyla

bileklerimden toprağa bağlıyım

bağlı olduğundan değil

uçamam

AKIN TIYA KAR ŞI şİİR

Şehit Bebeğin Türküsü

hazin reddedilişle ağzından hayatın tükürülüp bir balgam parçası gibi

Hasret büyüdüğüm dağlar

yapışmışçasına kaldırımlara buralı

adını ekmeğimle bir saydığım ovalar

ahval buyken

size sesleniyorum

ne yapsın ki caddelerim başka

ben aciz bir şairim bana yazacak bir şeyler verin

Direk konuya gireceğim:

Bakın aşındırıyor isimsiz bebek

Nehirlerin yoğun akıntılarında sallantıda

ağlayışıyla Dolmabahçe’nin taşlarını

yüreğim!

alttan

Ekmeklerimizde kan,

kız mı oğlan mı öğrenemeden

Yemeklerimizde şap

o kadar erken öldürdüler onu

Türkülerimizde hüzün ve yenilmişlik var

Dolmabahçe’de meydanlara sığmayan

Heyhat

bir çığlık yankıyor

Topal Memed’in sırtına binmiş dünya

Yirmi birinci yüzyıl ayağa kalkıyor

Kerem Cemgil 18


AKIN TIYA KARŞI Yoru m

VİTRİNDEKİ İSKENDER!

Geçen sayıda Elif Şafak’ın son ticari kitabına dair eleştiri yazısı yayınlamıştık. Meğer işin bir de öbür boyutu varmış. Bu boyutu İstiklal Caddesi’nin tam ortasında gördük. Başta gördüğümüze inanamadık. Korktuk. Yanıldığımızı hissettik. Yanılmak istedik. Ama ordaydı işte, karşımızdaydı. Biz bunu beklemezdik. Elif Şafak’ın son kitabının sözleri “Mavi” tişörtlerine basılmıştı. Tam bir kâbus! Biz gözlerimizi ovuşturaduralım rüyadan uyanmak için, içeriden ‘İskender’ tişörtlü birkaç genç çıksın. Olacak iş değil! Biz Elif Şafak’ın sözlerini öncesinde Hasankeyf’e dair basım yapmış tişörtler üzerinde değil, umumi tuvaletlerin duvarlarında görmek isterdik. Elif Şafak’ın sözlerine en uyumlu ortam orası olurdu. Bir dönem Orhan Pamuk’un kitaplarının kot pantolonlarla satıldığını duymuştuk. “Bir kot pantolon alana Orhan Pamuk yüzde elli indirimli” gibi ilanlar gözümüzde canlandı. Elif Şafak’ın kitapları hangi malla satılabilir diye düşününce hemen aklımıza odun geldi. İki paket odun alana odunun kendisi hediye… Bu tüccar sanatçılarına karşı bir an bile sinirimiz dinmesin, bir an bile kabullenmeyelim onları ve eserlerini! Kabullenirsek tükeniriz! Mavi Jeans’e gelince… Sizlere diyecek söz bulamıyoruz. Önce ‘Hasankeyf’siz’ diye tişört basacaksın, neymiş efendim, “sosyal sorumluluk”muş, sonra da Elif Şafak’ın ‘patlayan’ kitabından yararlanacaksın. Yok öyle yağma! Hasankeyf bizim kanayan (yükselen) yaramız, eyvallah. İskender’i nasıl açıklayacaksın? Bu memlekette bir sosyal sorumluluk varsa, o da kâr getiren her şeyin üzerine çullanıp nemalanmaktır. MAVİ JEANS ile İSKENDER HANIM, sosyal sorumluluğa devam!

19


Habertürk Gazetesi’nin bıyık altından gülerek sürmanşette yayınladığı bir fotoğraf pek çok tartışmaya neden oldu. Fotoğraf kocası tarafından bıçaklanarak öldürülen iki çocuk annesi Şefika Etik’e aitti. Şefika’nın ölü vücudu, Habertürk gazetesinin “tiraj”ını arttırmak için konulmuştu… 8 Martta mankenlerin “seksi pozlarını” yayınlayan(!) bir gazetenin bu olayda aklanması zaten imkânsız. Fatih Altaylı’nın konuya dair yaptığı açıklama ise samimiyetten çok uzak. “Fotoğrafı içinizi acıtmak için, yüreğinizi dağlamak için yayınladım” diyor mesela. Öyle bir açıklama ki, “ya biz ne kadar fesadız, adam gayet iyi niyetliymiş” dedirtecek neredeyse. Katil zihniyetin vahşet görüntüleri üzerinden prim yapan gazetenin bu görüntüyü yayınlaması, zihniyetle ortaklaştıklarının anlamına geliyor. Şiddetin her geçen gün arttığı ülkemizde bu durumun en çok meşrulaştığı kanal medya... Toplumun en saf duygularını kendi kârı için sömüren, ölüleri bile bu sürece dâhil edebilen medya kuruluşları değil şiddete karşı çıkmak, neredeyse yeni yöntemler öğretecekler henüz toy olan kimi katillere. Bir kenarda oturup “kavga çıksa da dedikodusunu yaysam” mantığıyla haber bekleyen yeni yetmeler gibi bakıyorlar etraflarına. Emin olabilirsiniz ki, toplumsal şiddetin bitmesinden en çok zarar görecek olanlar silah satıcıları ve bu para kazanma odaklı medya kuruluşları olacaktır. Yayıncılık etiğinin sorgulanmasına sebebiyet veren bu tartışmaya biz de bir yayın olarak müdahil olalım istedik. Kendimizi baktığımızda bizim de 7’den 70’e tüm insanların psikolojisinde derin bir zedelenmeye yol açabileceğini düşündüğümüz, bilinçaltında tedavisi imkânsız çatlaklara neden olabilecek bir takım görüntüler yayınladığımızı fark ettik... Birini de şimdi yayınlıyoruz mesela… Psikolojinizin bozulmasında etkisi olursa özür dileriz. Tam biz yazıyı buraya kadar yazmıştık, bir de ne görelim... Aynı kurumun televizyon kanalında sözleri Nevzat Çelik’e ait olan Ahmet Kaya’nın bestelediği “Şafak Türküsü” arka fonda çalıyor. Ama çalma nedeni şiirin anlamından çok uzak. Bildiğiniz üzere şiir 12 Eylül’ün faşizan baskıları altında hapishanede yazılmış bir devrimci şiirdir. Fakat TV’de bütün gün çalınmasının nedeni Tayyip Erdoğan’ın annesinin vefatıydı. Tam da yayıncılık etiklerinin olmayışından bahsederken yayımcılık etiklerinin de olmadığını bu vesileyle gördük. Konuya dair Nevzat Çelik’in yorumu ise şöyle oldu; “Sabah sekizde televizyonun düğmesine basıp yüzümü yıkmaya yönelmiştim ki, Şafak Türküsü’nün sözleri çalındı kulağıma. Ya devrim olmuştu ya da ben henüz uyanmamıştım! Başbakanın annesinin ölümü nedeniyle Habertürk saat başı haberlerini Şafak Türküsü’yle açıp onunla kapatıyor. Ne demeli-yiz?”

AKIN TIYA KARŞI yoru m

SİZİN O ‘HABER’ YAZAN ELLERİNİZ..!

20


AKIN TIYA KARŞI yoru m

ALTIN PORTAKAL’DA İSYANKÂRLAR GEÇİDİ!

21

İnternette ya da televizyonda izlemişizdir Rutkay Aziz’in söylediklerini. Altın Portakal’daki konuşmadan bahsediyorum. Rutkay Aziz, ‘nam-ı diğer Avrupa Yakası’nın çapkını’ konuştukça salondaki alkışlarda yükseldi hatta sıkılı yumruğunu kaldıranlar, slogan atanlar oldu. Kısacası Sayın Aziz, büyük bir hareketlenme yaratabildi davetliler arasında. Konuşmasında neyden bahsetmedi ki! Goethe’nin “dünyanın en tehlikeli hali, cehaletin örgütlü eyleme geçtiği haldir” sözünü kullanarak başladı Rutkay Aziz. Ardından da ekledi ‘ bu da benim halkımın gerçeğidir” dedi. Sömürüden işgale, baskıya, zulme lanet okuyan Aziz eşitlik, kardeşlik, özgürlük ve barış için sanatçıların üzerlerine düşenleri yapmaları gerektiğini, boyun eğmemek gerektiğini belirterek konuşmasını sonlandırdı ve ayakta alkışlandı. Rutkay Aziz, bir tiyatrocu… Ama Türkiye’de tiyatronun ‘aşırı’ ilerlemiş, her şeyin yazılmış, çizilmiş, oynanmış olmasından ve yeni bir şey üretilememesi yüzünden kendisini başka alanlara yöneltmesi gerekiyor, tıpkı diğer meslektaşları gibi. O da kendisini sinema-dizi sektöründe var edebilmiş. Yazının başında bundan dolayı ‘Avrupa Yakası’ adlı dizideki rolüne gönderme yaptım. Yoksa bir tiyatrocuyu böyle, dizilerden bilmek, tanımak, bizim gibi insanlara ancak ve ancak acı verir. Sonuçta herkes gibi bu düzende yaşayan bir insan olduğu için Rutkay Aziz de yaşamını idame ettirmek zorunda. İçine tükürdüğü, karşı-mücadele verdiği, kimi zaman uğruna ağzını bozduğu kapitalizm, O’nu bunu yapmaya zorlamaktadır. Yılmaz Güney’i, ‘Yol, Sürü, Duvar, Umut’ gibi filmlerinden değil de bir kabadayıyı oynadığı filmlerden tanıyanlar, O’nun hakkında ne düşünebilirler? En fazla “ o dönemde Cüneyt Arkın ile amma da yarışmışlardır!” diyebilirler sanırım. Doğruluk payı da vardır aslında. Çünkü o kabadayı filmleri, dönemin en çok talep edilen filmleridir ve Yılmaz Güney bu bağlamda, sükse yapan filmler de çekmiştir (yani Cüneyt Arkın’ı solladığı da olmuştur!). Ama Yılmaz Güney’in çok haklı bir nedeni var aslında. Güney, günlüklerinde (sanırım) bu meseleyi şöyle anlatıyor; “ çekmek istediğim bu filmleri (Sürü, Yol, Umut gibi) çekebilmek için, böyle filmler yapıp para kazanmam gerekliydi”. Zaten çektiği filmlerin tarih sıralamasına bakıldığında aşağı-yukarı bu savunması doğrudur.


Yani uzun lafın kısası, sosyalizm mücadelesine katkı koyabilmek amacıyla Sürü’yü, Yol’u, Umut’u çekmek isteyen Yılmaz Güney’in adam dövmeli, pavyonlu, mafyalı filmler yapması ne kadar meşruysa, Rutkay Aziz gibi değerli isimlerinde ‘az popülerlik-bol sanat’ yapmaları o kadar meşrudur! Yani insanlığın uyutulmasında zerre kadar etkisi olan bir sanatçı, insanların uyandırılması ve hatta mücadele edebilmesi için de zerreye karşılık ‘deve yüküyle’ mücadele vermelidir.

AKIN TIYA KARŞI yoru m

Rutkay Aziz’in tiyatrosuna ve dizi çalışmalarına baktığımızda da buna benzer bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Yönettiği, rol aldığı oyunların arasında Bertolt Brecht’in, Nazım Hikmet’in, Maksim Gorki’nin, Bilgesu Erenus’un, Yaşar Kemal’in ve daha nice ilerici sanatçının eseri bulunuyor. Bu, zorunluluk duyarak yaptığına emin olduğum popüler dizi çalışmalarıyla karşılaştırıldığında önemsenmesi gereken bir veridir. Tabii ki şundan bahsetmiyorum; “abi adam iyi işler de yapmış yani, sırf bu yüzden desteklenmesi gerekir”. Hayır, sadece buna bakılarak beğenilemez bir aydın, bir sanatçı! Hep dediğim gibi, ‘kişi hayatını idame ettirebilmelidir’ ama savunduğu ideal düzen için, sosyalizm için mücadele etmesi gerekir.

“ Tarık Akan, Rutkay Aziz ve Nedim Saban 1 Mayıs’ta, Taksim’de. ‘

Altın Portakal para babalarına, sanat düşmanlarına, yıkıcılara, yamyamlara, sömürücülere ve yalakalara zindan olmalıdır. Her 1 Mayıs’ta DİSK kortejinde görürüm Tarık Akan’la Rutkay Aziz’i yan yana. Böyle olmaz, o alana yüzlerce ilerici, aydınlık sanatçı daha eklenmelidir. Tekrar Rutkay Aziz’le bitirelim… “Burada festival kadını konu alıyor ama dünyanın hiçbir yerinde kadın- çocuk bu kadar cinayete, tacize maruz kalmıyor. Goethe’nin dediği gibi “ dünyanın en tehlikeli hali, cehaletin örgütlü eyleme geçme halidir”, bu da benim ülkemin bir gerçeğidir. Dünyanın gerçeğine dönüyorsunuz, savaş çığlıkları, açlık, işgal, sömürü… İşte gerçek sanatçılar bunlara tanık olmakla yükümlüdürler.”

22


AKIN TIYA KARŞI yaşam

İstanbul’dan Sesleniş…

23

Ben İstanbul’um. Didik didik ettiğiniz, yaralamaya doyamadığınız İstanbul. Hani dünyanın bilmem kaçıncı güzel şehri, hani bilmem kaç tane parıltılı kulübü, sayısızca gökdelenlerinizi barındıran… Hani vakit geçirmekten haz aldığınız binlerce mekânı barındıran… İşte bu “hani”lerle süregiden şehrim ben, gördüğünüz bu. Benim yaşadığım acı ise hani o ilk cümlede bahsedip geçtiğim… Şimdi anlatayım mı; yüreğiniz, zihniniz alır mı bunu?

Anlatayım.

Nefretinizle didik didik ettiğiniz İstanbul’um ben. Nefret dolu adımlarınızla her bir parke taşımı arşınladığınız… Sinirinizi adımlarınıza kusarsınız siz, sert adımlarınız ezer geçer beni. Umurunuzda mı? Değil. Nefret dolu beyinler, nefret dolu adımlar… Nedir bu nefretin sebebi?

O kadar düşmansınız ki birbirinize, nefretle dolmuş benlikleriniz. Ne oldu insanların kardeşliğine? Sanki nereden geldiğinizi, ne için yaşadığınızı unutmuşsunuz. Bu muydu yaşam amacınız? Her gün sayısını bilemediğim kadar çok cansız beden, asfaltımı öperken, siz üzerlerine basıp geçer olmuşsunuz. Bu da yetmezmiş gibi onları cansız kılan siz olmuşsunuz, katil olmuşsunuz.

Katiller kadar bu düzene seyirci kalanlar da suçludur. Suçlu hissediyorum kendimi, ağlıyorum sessizce kendi halime. Sizlere mi üzülsem, sizi barındırmaktan başka elimden bir şey gelmediği için kendime mi üzülsem bilemiyorum.

Ben ki ne kitleler gördüm özgürlüğü haykıran, özgürlüğü arayan ne insanlar gördüm; bu uğurda yenik düşenler gördüm, acıdım. Ama hiç kimseye böylesine acımamışımdır. Acınacak haldesiniz! Çünkü siz her gün “sözde” özgürleşmek adına, daha fazla zincire vurulanlardansınız. En acınacak yanı da bu zincirleri gururla taşıyanlardansınız. Herhalde bu bir gösteriş olmalı siz insanlar için, “özgürlük zinciri”. Oysaki özgürlük zincirlerin kırılması değil midir?

Ben İstanbul’um… İşgal edilmemiş tek bir köşesi kalmayan, kazılmayan tek avuç toprağı kalmayan şehrim ben. Ne kadar uğraşırsanız uğraşın size yetmeyeceğim. Yetmek isteyen kim? Nefret dolu benlikleriniz, yeni bir kuşak yaratırken ve bu yeni kuşağı kendinizinkinden iki kat berbat bir hamurla yoğuracağınızı bilirken bir de size kucak mı açmalıyım? Yetmedi mi yaptıklarınız, yabancılaşmanız? Bir de durmadan çoğalmaya çalışıyorsunuz ya, kendi nefretinizle dolduracağınızı bildiğim masum bebekleri gördükçe kahroluyorum. Acaba hiç bilecekler mi kardeş olabileceklerini? Sanmıyorum. Aynı sizler gibi birbirlerinin leşleri üzerinden yükselmeye çalışacaklar.


Şimdi yüksekte çukura düşmeyeceğinizi mi sanıyorsunuz? Evet evet, öyle düşünüyor olmalısınız. Çünkü çukurda olup da yardım dilenenleri görmüyor gibi davranıyorsunuz. Ama gün gelecek orada çırpınanlar sizler olacaksınız.

Ben İstanbul’um… Gördünüz mü bana nefreti öğrettiniz. Ben de size nefretimi kusuyorum. Gün geçtikçe sizlere benziyorum; mutlu olmalısınız siz robotlaşmayı seversiniz çünkü. Düşünen beyinler yerine, sizin gibi düşünmeyen kopyalar istersiniz. Yürekler sizin gibi nefret ve bencillikle dolsun, savaşlarınız ve kaosunuz eksik olmasın istersiniz. Çünkü sizin düzeniniz bu.

AKIN TIYA KARŞI yaşam

Bir de düzen diyorsunuz buna. Modernleşme diyorsunuz olan bitenlere. Gelip de benim toprağıma kapak attığınızda kurtuluş var sanıyorsunuz. Her şeyi parayla, malla ölçmekten yorulmadınız mı? Dünyada bir ben ölümsüzüm -yani şehirler- bir de sizin sevginiz ölümsüz sanırdım. Ama anladım ki ölümsüz olan şey sizin kendi benliğinize duyduğunuz sevgiymiş. Birkaç sokak ötede açlıktan ve soğuktan titreyerek yaşamaya çalışan insanlar varken, yatağınızda huzurla keyif çatıyorsunuz siz. Söylesenize bu neyin sevgisi, nasıl sevgi?

Ben İstanbul’um… Bıkmış usanmışım. Kalabalığınızdan, hırsınızdan usanmışım. Özlediğim günleri, kardeşliğinizi bekliyorum. Yeniden yükselecek kardeşlik türkülerinizi bekliyorum. Nefretle doldurduğunuz benliğimde ben bu umudu hâlâ hissedebiliyorsam, sizin için de hâlâ umut var demektir.

Simge Yılmazer 24


Ezg İlİ Sohbetler

25

UMUTLARI CANLI TUTMAK ADINA GÜZEL BİR SÖYLEŞİ Bu sayımızda çok genç yaştan beri müzikle uğraşan kısa bir süre önce yeni çalışmasını dinleyicileri ile paylaşan (bizim de 3.sayımızda albüm tanıtımını yaptığımız) çağdaş yorumcu-besteci Tonguç Vural’la halk müziğine ve Anadolu kültürüne dair bir söyleşi yaptık. Bu keyifli söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz.

1. Müzikle uğraşmaya nasıl başladınız? Sizi müzikal üretim yapmaya iten nedenler nelerdi? Yaşamın bir ezgisi ve ritmi vardır, dünyaya gelişimizden, yolculuğumuzun sonlanışına dek geçen zamanların ezgisidir bu. Bütün insanların var olduğu coğrafyanın, denizlerin, dağların, ovaların, vadilerin ritmidir aynı zamanda. Çoğu zaman farkına varmadığımız ama hep yaşadığımız, içimize çektiğimiz kültürün sesidir. Taze toprak kokusu, harman yeri, başaklar, ağaçlar, rüzgâr, dereler, doğumlar, ölümler, çocuklar, göçler, karanlıklar, kaçışlar, yokluklar, kaygılar, çelişkiler, sürgünler, mahpuslar, kör karanlıklar, özlemler, acılar, kederler, umutlar, aşk, sevda ve daha daha nice tarifli-tarifsiz olgular... Anadolulu olmak, bozkırlı olmak budur. Hem acı hem umut. Her çocuk gibi bende bu seslerle, ritimlerle tanıştım ve hayatın farkına vardım. Birçok kere anlam veremeyip tanımlayamadığım anlarım oldu. Ve büyük olgunlukla karşıladığım acılarla dolu anlarım. Önce sesimi verdim bu ritimlere, arkasından bağlamamın tınılarını. 9 yaşındaydım, yıl 1979. Bağlama çalmak özenilir bir şeydi benim çocukluğumda. Çalışkan ve aynı zamanda düzenli bir öğrenciydim ama bağlamam çok çok öte bir çocukluğa taşıdı beni. Çevremde ki herkes bir şeyleri farklı söylemeye çalıştığımı anlıyordu. Kısa sürede, birçok türküyü hem çalar hem de söyler oldum. Büyüdüm ve lise yıllarımda küçük okul grupları ile müziği ve hayatı paylaştık. Küçük dinletiler, mini konserler. Ancak içimdeki türkü söyleme bilinci, ister istemez emekçiler ve sol düşünce çevreleriyle tanışmakla soyut halden yaşamı anlatan gerçekliği söyleme ve ifade etme şekline dönüştü. Ozanları taklit ederek, onları öykünerek türküleri yorumlamaya başlamıştım. 1988 yılı ve sonrası yerel gazete, dergi, dernek ve belediyelerin şölenlerinde genç bir ozan figürü içinde buldum kendimi. Derken üniversite yıllarım. Öğrenciliğim, politik duruş ve sanatın üzerime yüklediği misyon. Birçok konser ve resitallerde türkülerimi söyledim, halkımla paylaştım acı kokan, umut kokan ezgilerimizi.


Ezg İlİ Sohbetler

90’lı yıllar ülkemiz sosyo-politik koşullar ve demokratik haklar açısından zor dönemlerdi. Gözaltılar, işkenceler, faili meçhuller, baskılar, sürgünler, hapishaneler, yasaklar, bitmek bilmeyen ızdırap dolu yıllar... Acıları, kaygıları, sevgiyi ve her şeye rağmen umudu anlatıyordum. ‘Umutsuzluk yasak direnmek gerek, diren diren çözülme sen diren’ diyordum. Sonra ‘Gülsün gözlerin Akdeniz olur, Gülümse biraz Akdeniz kokar, Haykırsın sesin Akdeniz coşar’ dizeleriyle umudun tohumlarını ekmek ve yeşertmek sevdasıyla şehir-şehir, kasaba-kasaba sazımla dolaşıyor, büyük halk topluluklarına sesimi ulaştırmaya çalışıyordum, bir albümüm olmalıydı, bu şekilde daha çok insana ulaşabilirdim, söyleyeceğim şeyleri defalarca söyleyebilirdim, bir daha, bir daha, sonra yeniden. Aynı yıl ’Kurbağalar ve Kartallar’ adı ile ilk albümümü yayınladım. Ardından 1995 yılında ‘Türkülerle Tonguç Vural’ ve nihayet, 16 yıl sonra büyük özlemlerimle gelen ’ Pir Sultan Abdal’’ adlı albümüm. Yıllar sonra yeniden varım diyebilmek. 2.Peki neden halk müziğine yöneldiniz? Türkülerimiz halk kültürünün en önemli öğelerinden biridir. Yüzyıllar boyu çaylar derelere, dereler ırmaklara, ırmaklar nehirlere dönüşür, hiç durmadan akar akar. Akarsular sürükledikleri taş ve kaya parçalarını yılların süzgecinden geçirir geriye saf ve berrak kum taneleri kalır. Sular kumları eler, iri kum taneleri süzüle süzüle bugünlere ulaşır. Türkülerde asırlar sonra en saf en güzel halleriyle bugünlere ulaşmıştır. Her insan türkü söyler. Her yerde söylenir, her yerde dinlenir. Türküler her söylendiğinde yeniden var olur, yeniden hayat bulur nefeslerde. Türküler Anadolu insanının özünden gelir, kanından ve canından var olur. Her dilde yeniden hayat bulur. Her türkü bir öyküdür. Zamanın aşındırıcı etkisine aldırmaz, dilden dile dolaşır. İnsan sevdiğini nasıl yüreğine koyarsa, türküleri de yüreğine koyar, onlarla yatar onlarla kalkar, onlarla yaşar. Türküler yürek kokar, insan kokar, sevgi kokar. Ozanların dilinde, nefesinde kişilik bulur, coğrafyadan coğrafyaya büyük ustaların yorumları ve katkılarıyla zenginleşir, çağların ışığı olur, nesilden nesile aktarılır. Yüzyıllar boyunca, halkın bütün değerlerinin sömürülmesine paralel, türküler de yozlaştırılmaya çalışılmış ancak, halkın öz benliğinde hayat bulmasıyla yozlaştırma düşüncesi başarıya ulaşamamıştır. Türküler halkın yasalarıdır. Halklar var oldukça türkülerde var olacak ve insanlık, kendi yeni türkülerini yazmaya devam edecektir. Türküler mücadelenin halka anlatılması sürecinde çok olumlu yararlar sağlamıştır, halkla iletişim kurmanın en etkili yoludur aynı zamanda. Bu duygularla, bu toprakların derin kültürünün etkisi ile çağdaş, eşitlikçi ve özgürlükten yana yaşama olan inancımla halk ozanlığı geleneği içinde yer aldım. Halk müziği ezgilerini yeniden yorumlarken yerel ve ulusal motifler, evrensel, zenginleştirici öğeleriyle bütünleşerek çağdaş ve otantik müziğin özgün renklerini ortaya çıkarmak bakış açımın temelini oluşturuyor. Çağdaş bir yorumdan ve yenilikler katmak yanında, gelenekten yararlanmak; toplumsal mücadelenin ve kimlik arayışındaki bir kültürün, yeni baştan yapılanması düşüncesini benimsedim. Çağımın ozanı olma bilinci, mutluluğu ve bahtiyarlığı ile aldığım her nefesi, diğer nefeslere ekleme ve bu halk mirasını geleceğe taşıma sorumluluğu bana onur veriyor.

26


Ezg İlİ Sohbetler

3.Halk müziği ile ilgileniyorsunuz. Kendinize özgü bir yorumunuz da var. Bu yorumunuzun içine Anadolu aydınlanmacılığını katıyorsunuz -ki türkülerini, deyişlerini seslendirdiğiniz ozanlar da aydınlanma açısından böyle görüşleri olan insanlar... Anadolu’da ki aydınlanma fikri hakkında söyleyecekleriniz nelerdir? Anadolu’da aydınlanma süreci çok eskilere dayanır. Eski çağlarda tanrıların hegemonyası, imparatorların baskıları, sömürü, eşitsizlik ve haksızlıklar karşısında ezilen halkların düzene başkaldırıları hep varolagelmiştir. İnsanlığın kurtuluşunu düşünen nice filozof ve düşünürler tarihte hep vardır. İyonya’da Pitagor’un filozoflarla buluşması insanlık adına yeni düşüncelerin gelişimine olanak sağlamıştır. Yunan mitolojisinde Prometheus, öteki kardeşleri gibi, tanrısal düzene kafa tutmuş, karşı çıkmış ne var ki öteki kardeşlerinden farklı olarak sonunda insanoğlunu yaratarak ve onlara ateşi (yaratıcılığı, bilimi, uygarlığı) vererek mevcut düzeni değiştirmeyi başarmıştır. Bugün ki Türk ve Yunan müziğinin kökeninde bu gelenek ve tarihten gelen ortak algılamalar vardır. Anadolu müziğinin kökleri buralara kadar ulaşıyor. Türküler, melodisiyle, sazıyla, ritmiyle, Anadolu tadıyla bu ortak tondan söyleniyor. İyonya ayağı, Frigya ayağı... Anadolu Türkmen geleneği içerisinde değerlendirmelerde bulunacak olursak; Selçuklu Devletinin kurucu gücü Türkmen akıncıları idi, Ne zaman ki, Selçuklu merkeziyetçi yapısının kurucu güç olan Türkmenleri yok sayması, baskı ve sömürüyle maruz bırakması devletin çöküş sürecini başlatmıştır. Tıpkı Osmanlı’nın akıncı Türkmen beyliklerini unutması, göçebe topluluktan zorla yerleşik bir toplum hayatı yaratma ve bu süreç için baskılama düşüncesi ile geleneksel kurucu gücün temellerinin sarsılması sonucu koskoca bir imparatorluğun çöküş süreci gibi… Yine Anadolu’da baskıcı ve egemen yapısına karşı hem Selçuklu hem de Osmanlı’da sömürü ve adaletsizliğe karşı pek çok isyan gerçekleşmiştir. Kimi hareketler başarılı olmuş kimileri ise derin travmalar ve yüzyıllarca kanayacak derin yaralar oluşturmuştur. Selçuklu’da Babailer ayaklanması çok çarpıcıdır. Devlet ayaklanmaları bastırmak üzere ordu gönderirken, Babailer Selçuklu başkentine saldırmış, düzeni sarsarak bazı önemli taşları yerinden oynatmış, geri dönüşü olmayan bir yola sürüklemiştir. Adalet ve eşitlik inancıyla verilen mücadele ve isyancı Babailik düşüncesi, Alevilik ve Bektaşilik felsefesinin temelini oluşturur. Yine Selçuklu’da Şeyh Bedrettin, Börklüce Mustafa, Torlak Kemal, Anadolu aydınlanma sürecinin önderleridir, Anadolu Ütopik Kolektivizminin ilk sembolleridir. Kardeşçe, hakça ve eşit paylaşım, temel felsefedir. Osmanlı’ya gelindiğinde, nice aydınlanmacı düşünür ve halk önderlerinin mücadeleleri destanlaşmıştır. Pir Sultan Abdal, halka yönelik zulmün yoğun olarak yaşandığı, sömürünün dayanılmaz boyutlara ulaştığı, yoksulun daha da yoksul, azgının daha azgın olduğu bir süreçte Anadolu insanının ortak belleğinin, paylaşmacı değerlerinin, toplu eyleminin ve söyleminin bir simgesi olarak Anadolu Ütopik Kolektivizminin öncülerindendir. Halkının bilinci, söylemi, kendi dili, kültür kaynağı ve devrimci tarihi olmuştur. Alevi-Bektaşi gelenekselliğini kucaklayan, o temelden beslenerek günümüze uzanan çağdaş bir tavrın, toplumsal ölçekte halk yararına bir kavganın bilincini yaratır. Benim yüreğimi koyduğum müzik bu süreci anlatır, yaşatır ve bu mücadeleyi geleceğe taşıma gücünü verir. Bir gün başarıya ulaşacağımız ve güzel günlerin habercisi olacağımız umudunu hep canlı tutar. 4.Sizin de bildiğiniz üzere halk kültürü yüzyıllardır sindirilmeye çalışılıyor. Ekonomik ya da mezhebi nedenlerle göç gibi sorunlar çıkıyor insanların karşısına. Peki, yaptığınız müzik, çeşitli sorunlarla boğuşan halkların kültürlerinde ne gibi bir yere oturuyor?

27


Göç insanın kendine ve çevresine ve doğaya yabancılaşmasına en büyük nedendir. Göç ülkemizin başlıca sorunları arasında yer almaktadır. Toprak mülkiyetinde ki adaletsizlik, arazilerin bölünmesi, Makineleşme ve sanayileşme, dolayısıyla sermayenin sınır tanımazlığı sonucu şehirde aşırı işgücü ihtiyacı göçe zemin hazırladı. Sağlık koşullarının köylerde yeterli düzeyde olmaması da göçün başlıca etkenleri arasında yer alıyor. İnsanlar doğdukları yerde doymuyorlar, toprak yetmiyor, Ülkenin tarım uygulamalarında ki kasıtlı ve bilinçli olarak sürdürdükleri Avrupa Birliği ve yeni dünya düzenine hizmet eden teslimiyetçi politikaları. Küreselleşme adı altındaki söylenceler, dışarıya bağımlılık ve buna benze pek çok olumsuz işleyiş. Ayrıca eğitim şartlarının yetersizliği de insanları şehre sürüklemiştir. Ancak göç, iyi bir hayat yerine daha zor koşullar, acılar, mutsuzluklar getiriyor. Gecekondulaşma süreci ile oluşan çarpık kentleşme, alt ve üst yapılaşmadaki olumsuzluklar ve yetersizlik, sosyal boyutta kaderine boyun eğen, her olumsuzluğu peşinen kabullenen bireyler, kimliksizlik, kayıp giden yitik çocuklar, yitik bir gelecek…

Ezg İlİ Sohbetler

Göç, sonuçları açısından kültürel ve sosyal erozyonun en etkin sürecidir. Din-mezhep farklılıkları, iktisadi, siyasi, sosyal ve diğer sebeplerden dolayı insanlar göç ediyor, kendi topraklarını bırakıp gurbeti seçiyorlar. Oysa gurbet acıdır, gurbet zordur, gurbet sancıdır. Ama bizim insanımıza yazgıdır adeta.

Göç kendi kültürünü oluşturuyor zamanla, arabesk yaşam biçimi, çarpık ilişkiler, sevgisizlik, değersizlik, kültürel ve ahlaki çöküş, yabancılaşma ve daha niceleri… Daha iyi şartlarda yaşama özlemi, göçlerin bir başka sebebi. Zamanla çözümü zorlaşan büyük problemler, siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel dengelerin alt üst oluşu ve tedavi edilemez yaralar. Daha iyi şartlarda yaşama özlemi, göçlerin bir başka sebebi. Zamanla çözümü zorlaşan büyük problemler, siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel dengelerin alt üst oluşu ve tedavi edilemez yaralar. Göç edenler bir bilinmezliğe geliyor. Göçmenler emeğinin karşılığını alamıyor çoğu zaman. Sigortasız, kayıtsız olarak çalıştırılıyorlar, tekstil atölyelerinde, kot taşlamada, inşaat şantiyelerinde… Gelir dağılımındaki eşitsizlik, ülkenin ekonomik varlıklarından eşit bir şekilde yararlanamama. Kapitalizm bu çelişkilerden besleniyor, kanlanıyor, palazlanıyor. Yokluk, yoksulluk, hastalık, işsizlik, çaresizlik, sömürü, adaletsizlik, hukuksuzluk… Toplumsal merkezli sanat yapıyorsak bunları görmezlikten gelemeyiz. Halkın yaralarını, acılarını, ezikliklerini, hüzünleri, coşkularını samimi olarak anlamalıyız, yazmalıyız, şarkılarda anlatmalıyız. Bu da yetmez. Şarkılarımızla, şiirlerimizle, tiyatromuz ve sinemamızla umut olmalıyız bu insanlara…

28


Ezg İlİ Sohbetler

5.Bir de her geçen gün daha fazla kirlenen sanat dünyasında geleneğini sahiplendiğiniz duruşunu beğendiğiniz sanatçıları soralım size... Yaşadığım ülkenin, toplumun ve içerisinde varolduğum değer ve duyarlılıkların müziğini yapıyorum. Şekillendiğim dönemin muhalif halk ozanları olarak bilinen Âşık Mahsuni, Âşık İhsani gibi ozanların türkülerini dinledim çocukluğumda. Annem ve babam ile konserlerine gitmiştim. Benim için belirleyici olan dönem 1980’li yılların ilk yarısıdır. Ruhi Su, Sadık Gürbüz ve Zülfü Livaneli’nin müziklerini dinleyerek ve onları öykünerek bu geleneği sahiplendim, bu geleneğin bir parçası oldum. Kişiliğim ile ilgili olsa gerek; temiz, doğal ve sade ezgilerden ve sözlerden hoşlandım. Yapaycılık, zorlanmış müzik ve sözler hep itici geldi bana. Ruhi Su ve Livaneli şarkıları, sonraki yıllarda sanatsal kişiliğimin oluşmasında önemlidir. Yeni enstrümanlar ve polifonik yapı ile küçük senfonik orkestraların türkü düzenlemelerinde yer alamsı beni hep etkilemiştir. Bugün var etmeye çalıştığım türkü yorumlarımda ve bestelerimde bunu kolaylıkla duyumsayabilirsiniz. Benim bu tarza ilgi duyduğum yıllar, Ruhi Su ve Zülfü Livaneli gibi sanatçıların, sol çevrelerce daha çok dinlenmeye ve anlaşılmaya başlandığı dönemlerdi. Yaptığım müzik türü, kategorik olarak, halk müziğinin çağdaş yorumudur. Halk müziği geleneğinden beslenen ve bu gelenekten gelen sanatçılarla da yaptığım müzikten dolayı doğal olarak yakınlığım ve akrabalığım vardır. Bunun yanında dünya müziğinin büyük ozanlarının müziğini ve geleneğini de sahipleniyorum. Victor Jara, Bob Marley, Joan Baez, Ofra Haza, Edith Piaf, Pink Floyd, Sting, İnti İllimani dinlediğim ve etkilendiğim sanatçı ve müzik oluşumlarıdır. 6. Son olarak farklı alanlarda da olsa biz de sizin gibi sanat üretimi yapmaya çalışıyoruz. Kültür-sanatta büyük bir akıntı var ve bu akıntı, sürece müdahil olamayanları kapıp götürüyor. Siz de akıntıya karşı duran bir sanatçı olarak yaşananlarla mücadeleyi nasıl tariflendiriyorsunuz? Gerçek sanatın ve sanatçının algılanmasında büyük engeller var. Makro düzeyde belirleyici olan, kültür emperyalizminin taşeronları dünya ve yandaş medya kartellerinin küresel dünya özlemleri ve dayatmaları sonucunda yol açtığı kültürel deformasyonlar, dünya ve Anadolu halklarının kültürleri üzerinde ciddi tahribatlar yarattı ve hala tahribat devam ediyor. Global ekonomik sistem içerisinde yer alan yeni dünya düzeni söylemleri, internet, televizyon gibi etkin iletişim araçları ve kanallarıyla bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de kültürel değerlerimizi talan ediyor. Kültürel yozlaşma ve daha iyi şartlarda yaşam özlemi ile teslimiyetçi yaklaşım, sanatçıları birer birer içine çekiyor kara delik gibi. Akıntıya direnen ulu ağaçlar gibi sürece müdahil bizler, köklerimizle ve geleneğimizin mücadeleci damarıyla akıntıya direniyoruz, karşı koyuyoruz. Uğraştığımız sanat dalında çok iyi eserler vermemiz, iyi şeyler yapmamız yetmiyor. Yaptığımız işleri, meydana getirdiğimiz ürünleri ve eserleri topluma iyi sunmamız, iyi anlatmamız şart. Bu iletişim ancak halkın ulaşabildiği ve sahiplendiği iletişim kanallarıyla mümkün. Bu kanalların başarısı ancak büyük özverilerle, yoğun çalışmalarla güçlendirilerek kurumsal yapıya taşınması ile mümkün olacaktır. Toplumsal sanat, halk için mutlak sanat, kendi finansal gücünü yaratmalıdır. Bu ancak güçlü ve doru sanat perspektifi, yoğun emek, güçlü sanatçı, güçlü iletişim ve inançla mümkündür. Dünkü duygusallıkla bugün yol almamıza olanak yoktur. Kararlılık, ilkeli duruş, mücadelecilik, çalışkanlık en kutsal ve tarihi sorumluluğumuzdur. Bu güzel söyleşi için size dergi ekibi olarak çok teşekkür ederiz. Çalışmalarınızda kolaylıklar diliyoruz. Asıl ben teşekkür ederim ve yayın hayatınızda başarılar dilerim. Tüm dostlarıma yürekten sevgilerimi sunuyorum.

29


Bazı sayfalar boş kaldı hep Düşmekte her gün kimi yanlarım Farklı diyarlarda Fasulye sırıklarıyla çıkılan Bir avuç cennetten Aşikâr oldu bozuk kaldırımların özürleri Baş döndüren yaz rüzgârlarında Geçmiştik oralardan. Yarı bodrum cehennem gibi atölyelerde Çalışan sapsarı kızlar vardı, O yüzden ki, sen yürürken Bu köhne mahalle Tanrı geçer gibi bakardı

AKIN TIYA KAR ŞI şİİr

Aşikâr

M. Şubat Tuncay

... Buğulu bir bakışta Alabildiğine derin bir sokak Kısıldıkça gözler Yaşaran yanaklara yansır Gölgesi güneşin Bir polen rüzgârı bu Üzerine yağan Gölgenin Bir çocuk var ileride Bir bisikletin üstünde O daldıkça derinlere Kıstığımdan gözlerimi Gölgesi düşmez oldu Gözlerime

Ali KIN 30


AKIN TIYA KARŞI f otoğ raf

FOTOĞRAF BİR SANAT MIDIR?

31

Geçenlerde bir arkadaşla tartışması geçmişti aramızda fotoğrafçılığın. Fotoğraf denilen şey bir sanat mıdır ya da fotoğrafçı, sanatçı mıdır? Konu bir anda bu düzlemde tartışılmaya başlanmıştı. Açıkça söylemek gerekirse aşırı ilgi duyduğum bir alana hiç bu açıdan bakmamıştım, bu konu üzerine düşünmemiştim bile. Peki, benim ortaya çıkardığım ‘eseri’ ya da usta saydığım kişilerin bende hayranlık uyandıran üretimlerini şimdiye kadar ne olarak değerlendirmiştim. Arkadaşımın “fotoğraf bir sanat üretimi alanı değildir bence” demesi, önce bende bir etki yaratmadı. Konu ‘çalışmadığım’ yerden açılmıştı ve bu nedenledir, söyleyecek sözüm de yoktu. Lafı eveleye-geveleye “haklısın galiba” ya getirdim, tartışma da sonlandı böylece. Bu tartışmanın üzerinden birkaç hafta geçmişti. İki gün önce, gözüne çok önem verdiğim, tecrübesine ve üretimine büyük saygı duyduğum Ali Öz’ün ‘Türkiye Ali Öz’ün ‘Türkiye Politik Belgeseli 1982-2010’ adlı çalışmasından. Politik Belgeseli 1982-2010’ adlı çalışması bir kez daha gözüme çarptı. Gerçekten içinde çok önemli fotoğrafların yer aldığı bu belgesel çalışma, bana arkadaşımla geçen tartışmayı tekrar düşünmem gerektiğini hatırlattı. Kafamda fotoğraf denen alana nasıl bir mekân oluşturacaktım, “ evet, işte bu gerçek bir sanat!” diyebilecek miydim? Fotoğraf denildiğinde aklıma hep aynı sloganım gelir: “ senin için anı, tarihin için belge!”. Böyle bir misyonu vardır fotoğrafın. Belgeleyeceksin ki, insanlar görmedikleri bir konuyu konuştuklarında ya da yüz yıl geçse bile bir olayı tartışırlarken kaynak olarak senin fotoğraflarını bir kanıt olarak sunabilsinler, geçmiş hakkında en kapsamlı ve en doğru perspektifi yakalayabilsinler. Bu anlamda fotoğraf bana göre, çağın aracı ve kendi başına tarihsel bir olaydır. Gelelim fotoğrafa, sanata… “Fotoğraf sanat mıdır?” meselesini önce fotoğrafçı üzerinden tartışmaya başlayalım. Çünkü fotoğrafı sanatlı kılan onu üreten kişidir. Fotoğraf bir eylemde çekilmiş olabilir ya da bir model yardımıyla... Fotoğrafı sanatlı yapanyapmayan bu değildir bence. Eylemde üretilen fotoğrafın amacı, eylemi belgelemektir tabi ama yumruğunu kaldırıp slogan atan bir eylemcinin cesur, inançlı, mücadeleci surat ifadesini yakalamak da çok şeyi ifade eder. Fotoğraf: Serdar Nazım ( Tekel direnişinden)


Fotoğrafın sanat sayılmamasının bir dayanağı da ‘gösterilen çaba’ sanırım. Yani “fotoğrafçının, bir ressam kadar, bir müzisyen kadar çaba harcamasına gerek yoktur” kanısı da bazı insanlarda mevcut. Dolayısıyla bu kanı “fotoğraf sanat mı” meselesinde insanların fotoğrafın aleyhinde oy kullanmalarına neden olabilir. O arkadaşlara da söyleyeceklerim var elbet. Sadece bir eylemde, bir toplumsal olayda ya da sıcak bir bölgede fotomuhabirlik yapmaları yeterlidir alsında. Göllere, havuzlara düşersinizgirmek zorunda kalırsınız, yükseklik korkunuz olduğu halde çatıya çıkmanız gerekir, polisin görüntülemenizi istemediği bir anı yakaladığınız için polisle karşı karşıya gelebilirsiniz, eylemcilere su ya da gaz sıkıldığında ilk siz okkanın altına girersiniz vesaire. Vesselam, zordur sokakta çalışan fotoğrafçının işi. O yüzden bu kanının da gerçeklikle pek bağı yoktur. Saydığım zorlukların dışında bir zorluk da ben yaşadım geçen sene. Tekel işçileri eş zamanlı olarak, bulundukları illerdeki sendika binalarını işgal etmişlerdi. Ben de İstanbul- Beyoğlu’ndaki Tek Gıda-İş Sendikası işgalinde bulundum fotoğrafçı olarak. Binada kırk sekiz saat boyunca Tekel işçilerinin mücadelesini ‘ölümsüzleştiren’ muhabirlerden biriydim. Tarihe tanıklık etmek elbette güzeldi. Ama konuyla bağlantılı kısmı anlatacağım, yani zorlukları. İki gün boyunca uykusuz bir şekilde, her anı fotoğraflamak için büyük bir çaba gösterdik. İşçilerin hem eylemdeki hallerini hem de kararan hava ile yorgunluk çöken yüzlerini yakalamak gerekiyordu çünkü. Anlamlı olanı buydu. En yoğun hayat kokanı buydu. Sanatlı olanı buydu. Yaşamın her anını yakalamak gibi bir şeydi o iki gecelik direniş…

AKIN TIYA KARŞI f otoğ raf

O fotoğraf artık salt bir belge niteliği taşıyamaz. Bir hayatı anlatır, çileyi, acıyı, isyanı anlatır ve en önemlisi, o insanın neden mücadele ettiğini anlatır. Sanat dediğimiz şey bu değil midir? İzleyicilere, dinleyicilere yaşamdan yahut yaşama dair bir olaydan kesit sunmak, insanlara “ bakın işin bir de bu yönü var” diyebilmek… Fotoğraf sanatı, bu işi layıkıyla başarmıyor mu?

Fotoğraf: Serdar Nazım ( Tekel direnişinden)

Hayatı anlatmaya devam edelim fotoğraflarla. Hayatı güzelleştirmeye-ölümsüzleştirmeye devam edelim. Belki de ömrümüzde sadece bir kere yaşayacağımız ‘o anı’ görünür kılalım. AKAN ZAMANA, BOL SANATLI-BOL HAYATLI FOTOĞRAFLARLA KAFA TUTALIM!

Serdar Nâzım 32


AKIN TIYA KARŞI sİnema

Feodal Bağların Gölgesinde “Gelin” Ömer Lütfi Akad’ın senaristliğini yaptığı Gelin filmi, Gelin / Düğün / Diyet trilojisinin ilk filmidir. Film, Yozgat’tan, köylerinden İstanbul’a göçmüş bir ailenin yaşadıkları üzerinedir. Ailenin köyde kalan son kısmının, Veli ve eşi gelin Meryem’in İstanbul’a gelmesiyle başlar. Ailenin reisi, büyük baba Hacı İlyas, diğer oğlu Hıdır ile İstanbul’un bir dış mahallesinde ufak bir bakkaliye işletmektedir. Hacı İlyas, eşi, 2 oğlu ve gelinleri aynı evde kalmakta ve evin içinde Yozgat’ta yaşadıkları şekilde, feodal bağları koruyarak yaşamaktadırlar. Film sırasında bu feodal bağlar ve gericilik, gerek fabrikaya ve işçilere bakışları; gerekse şehir yaşamının getirilerine karşı ayak direme olarak sık sık yansıtılmaktadır.

Filmde, bu bağlamda birçok çatışma iç içe olarak işlenmiştir. Feodal bağlar ile şehir hayatı arasındaki çatışma ve ailenin gericiliği ile şehre uyum sağlamış komşusu işçi ailenin çatışması filmin ana hattını oluşturur. Kimi zaman üstü kapalı olarak verilen bu çatışma, kimi zamansa bizzat karakterlerin ağzından yansıtılmaktadır. Bazense bu ikisi, aynı potada toplanmıştır. Osman’ın doktora götürülmesini söyleyen işçi komşularına evin Ana’sı “Fabrikadan alışmışsın doktor diye elin adamlarına oranı buranı elletmeye” diyerek karşı çıkması bunun en göze çarpan örneklerindendir.

Hacı İlyas, şehrin göbeğinde bir market açmak ve işlerini büyütmek istemektedir. Tüm aile, aynı tarlada çalışır gibi şehrin göbeğinde açılacak market için çalışmaktadır. Fakat Hacı İlyas’a ve oğluna yerleşen bu kar hırsı, aileye bedelini ödetecektir.

Aile market için uğraşırken Meryem’in oğlu Osman’ın hastalığı ortaya çıkar. Film, bu hastalık üzerinden hem gericiliği hem de kapitalizmin insanlara yerleştirdiği bencilliği çok iyi biçimde işlemiş. Kendi diz ağrıları için eczaneden ilaç alan Hacı İlyas, Osman’ın hastalığını takdir-i ilahi olarak görüp, okuyup üfleyerek geçeceğini söylemektedir. Aile doktora götürmeye yanaşmadığı için, Meryem, komşuları olan işçi Güler’in yardımıyla Osman’ı doktora götürür. Doktor Osman’ın çok acil ameliyat olmasını söyler, fakat Hacı İlyas bu ameliyatı sürekli olarak yeni açılan marketi bahane ederek erteler. En sonunda, Osman, Kurban bayramında marketin, ailenin kar ve yükselme hırsının, kurbanı olarak ölür. İzleyenlere göre filmin asıl finali burası olmasına rağmen, Akad, bir sonraki filme de bir öncel hazırlayarak, daha trajik bir şekilde filmi sonlandırmıştır.

33


Film sırasında aslında sizi hiç de sürpriz olaylar zinciri karşılamıyor. Genel anlamda çok dolu bir senaryosu olmasına rağmen, olaylar arasındaki kimi sahneler sizi olacaklara çok iyi bir şekilde hazırlıyor. Osman’ın ölümünden önce annesi Meryem ile mezarlığa gitmesi izleyiciyi ölüme hazırlarken; kurbanlık koyun alındıktan sonra kurbanın sık sık gösterilmesi, Osman’ın kurbanlık koyun ile oynaması sahneleri ise filmin genel omurgasını oluşturan Osman’ın kapitalizme kurban edilmesi fikrini yansıtıyor. Filmin sonundaki alegoriyle beraber tamamlanan bu sahneler, asıl kurbanın koyun değil Osman olduğunu bize anlatmakta.

AKIN TIYA KARŞI sİnema

Filmin içinde, alegorinin çok sık kullanıldığını görüyoruz, başarılı şekilde kullanılan alegori filmdeki yönetmen ve senaryonun uyumunu ve başarısını bize gösteriyor. Filmin “izleyici finali” diye nitelendirebileceğimiz sahnede, Osman’ın ölümü üzerine Meryem’in Kurbanı serbest bırakması, buradaki kurban alegorisi, filmin ardından en akılda kalıcı sahne olmayı başarıyor.

Ömer Lütfi Akad

Hacı İlyas’ı Ali Şen’in, Meryem’i Hülya Koçyiğit’in, Veli’yi Kerem Yılmazer’in, Osman’ı Kahraman Kral’ın, Ana’yı Aliye Rona’nın, Hıdır’ı Kâmuran Usluer’in, Naciye’yi Nazan Adalı’nın, Güler’i Seden Kızıltunç’un oynadığı 1973 yılı yapımı film, 1973 5. Adana Altın Koza Film Festivalinde En Başarılı Film, Kâmuran Usluer En Başarılı Yardımcı Erkek Oyuncu, Nazan Adalı En Başarılı Yardımcı Kadın Oyuncu ödüllerini almışlardır.

M.Şubat Tuncay 34


AKIN TIYA KARŞI mü zİk

YARIM KALAN ŞARKI “Katıksız gerçekleri şarkısında Söylerken bir insan ölmek pahasına…”

Gitarı zenginlerin değil, yoksul halkların gitarıydı. Şarkıları geçici methiyeler düzmezdi kimseye, çünkü bir halk ozanıydı o, yoksul Şilililerin ozanı… Yıl 1973’e gelindiğinde Şili, tarihinin en büyük ihanetine tanık olacaktı, Pinochet ihanetine... Oda bu ihanetin baş tanıklarından biri olarak insanlık onurunu ayaklar altına alan işkencecilere karşı duruşuyla büyüyecekti. Ve Katıksız gerçekleri söylerken şarkısında, ayrılacaktı aramızdan... İnsan haklarını çiğniyorlar Sayısız ülkede, Latin Amerika’da ise Her gün, pazar, pazartesi, salı. Üzerimize askerleri salıyorlar, Halkı ezmek için. Diktatörler ve katiller, Goriller ve generaller. -Adım Adım Victor JaraVictor Jara çiftçi bir aile’nin çocuğudur. Gitar çalmayı ve folk müziği henüz çok küçükken annesi ile tanır. Annesi ile birbirlerine öylesine bağlıydılar ki, Victor Jara ileriki yıllarda kendisine folk müziği tanıtan ve sevdiren annesinin, kendisinin ilham kaynağı olduğunu söyleyecektir. Babası alkoliktir. Victor Jara birçok kez çok sevdiği annesinin dövüldüğüne tanık olmak zorunda kalacaktır. Bir süre sonra babası aileyi terk eder, Victor Jara henüz çok küçük olmasına karşın annesinin sevgisi ve desteği ile yaşamaya devam eder. Annesi Victor Jara’ya tek başına bakmak zorunda kalır. Birlikte yokluk ve açlık çekerler. Victor Jara’da annesine büyük bir minnet duyar ve ileriki yıllarda annesinide kaybeder. Ve kendini büyük bir boşlukta bulur. Bu ruh halinin yarattığı etki ile ilahiyat okumak ister. Fakat okulu yarıda bırakıp tiyatro okumaya karar verir. Müziğe büyük bir ilgi duymasına karşın, Victor Jara sanat yaşamına tiyatro ile başlamıştır. Universidad de Chile tiyatro okuluna kaydolur ve tiyatro eğitimlerine başlar... Bu sambayı söyleyerek geliyorum, Özgürlüğün adımlarıyla. Gerillayı öldürdüler Komutan Che Guevera’yı. -Müzik HayatıDünyaca ünlü folk müzik sanatçısı Violeta Parra ile tanışma imkanı bulur. Violetta Parra, o yıllarda Santiago’da bir kafe işletmektedir. Tanışmalarından kısa bir süre sonra Victor Jara, Violeta Parra’nın işlettiği kafede çalışmaya başlar. Birlikte her gün saatlerce bu kafede şarkılar söylerler. Müziğe tutkuyla, aşkla bağlanan Victor Jara, ünlü folk ve etnik müzik sanatçılarını araştırmaya başlar.

35


Fırtına yırtıyor sessizliği Ufuktan bir güneş doğuyor Gecekondulardan geliyor halk Tüm şili şarkılar söylüyor

AKIN TIYA KARŞI mü zİk

Ve bu süre zarfında, kendini henüz amatör olduğu gitarda geliştirir ve eksiklerini tamamlar. Yalnızca müzisyenlerden değil, tarihte ki büyük devrimcilerden de ilham alır; Lumumba, Bolivar, Ernesto Che Guevara... Müzik hayatı boyunca ülkesinde ve dünyada yaşanan haksızlıklara da asla kayıtsız kalmaz. Çünkü o haksızlığı henüz çok küçükken babasının evi terk etmesiyle tatmıştır. Şarkılarında halkın sorunlarını dile getirir. İşkencecilere ateş püskürür. Gitarı ve sesi ile savaşır halk adına, halkı adına. Kısa bir süre içerisinde ise tüm Şili’nin tanıdığı, tarihin gördüğü en büyük ozanlardan biri olur. Buna sebep olan, tüm bunların kısa bir süre içerisinde gelişmesine neden olan şey ise yine Victor Jara’da gizlidir. Yaşananlara kayıtız kalmayışı, yoksul mahallelerde, bungalovlarda yaşayan insanların sesini haykırışı tüm bu yaşananların ve ani yükselişin ana nedenlerinden biridir...

Venceremos venceremos kıralım zincirlerimizi Venceremos venceremos! Zulme ve yoksulluğa paydos… -ÖldürülüşüVictor Jara yaşanan tüm haksızlıkların yalnızca sosyalizm ile sonlanabileceğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden de sosyalist lider Salvador Allende’yi destekliyordu. Şili ilk kez eşitliği ve özgürlüğü tadacaktı. Bunlar Victor Jara için en kutsal değerlerdendi. Fakat Salvador Allende ile gelen eşitlik ve özgürlük gibi değerler kalıcı olmayacak, çok uzun sürmeyecekti. 1973’te ABD’nin desteği ile General Pinochet; sosyalist hükümeti devirecek, halka işkenceler yapacak, yurtseverleri sokak ortalarında vurduracak ve kanlı bir diktatörlük kuracaktı. Darbe başlar, bilinen bütün yurtseverler stadyumlara, işkencehaneler doldurulur. Victor Jara da Şili stadına doldurulan yurtseverlerden biridir. Stadyuma gitarı ile gelir. Kendisine cuntayı desteklemesi önerilir. Reddeder, şiddetle reddeder. Cuntayı desteklemez. Takip eden günlerde bir öğle vakti Victor Jara; kapatıldığı, işkence gördüğü odadan çıkartılır. Stadyumun tam ortasına getirilir. Kendisine tekrar cuntayı desteklemesi önerilir. Reddeder. Bunun üzerine bir daha gitar çalamaması için parmakları kırılır. Parmaklarının kırılmasına karşın ellerini gök yüzüne doğru kaldırır ve “Venceremos” türküsünü söyler. Kafası bir tüfeğin dipçiği ile ezilir ve seyredenlere ibret olması için elleri kesilerek tribünlerin önüne asılır.

Ege Yeşim 36


AKIN TIYA KARŞI f else fe

İdeoloji (Fikir Bilim)

37

Gün içerisinde her birimiz yüzlerce ideolojiyle karşılaşıyoruz. İdeolojiyle karşılaşmak için insanlarla ve insanların ürettikleriyle ilişki içinde olmamız gerekli (toplumsallaşma; kitap, sinema, tiyatro, fotoğraflar vesaire). İdeoloji hayatımızın her alanında beklenmedik yerlerde çıkabilir ve bu bazen rahatsızlık verir, beklendik kişilerden beklenmedik anlarda çıkar. Örnek verelim, kayın validesiyle yaşayan bir kadının yaşadığı bir durum bize ideolojiyi çok güzel açıklayacaktır. Valide kardeşinde kalırken yani evde bulunmuyorken, evin hanımı ve efendisinin sabah kahvaltısında sergiledikleri davranışlar ve iletişim şekilleri tamamen farklıyken, valide evde bulunduğu ve kahvaltıya dâhil olduğu zamanki hali arasındaki farkı az çok tahmin edebiliriz. Genellikle evin “efendisi” karısıyla kuracağı ilişkilerde annesinin ondan beklediği ve görmek istediği davranışları sergiler. İdeoloji tam da burada yatar, evin “efendisinin” zihninde sürekli annesinin kendisi hakkında düşündüğü şeyler uçuşur, annesinin ona baktığı gözle ve uygun gördüğü şekilde davranmayı tercih eder. Buradaki ilişkide dikkat ederseniz hiç söz konuşulmadan, daha anne kalkıp evin “efendisine”, ‘karınla benim yanımdayken bana gösterdiğin değerden daha fazlasını göstermemelisin’ dememesine rağmen, evin efendisi, annesi bunu demişçesine davranır. Burada yatan şey evin efendisinin annesiyle geçmişteki ilişkilerinin bütünün bir sonucu olarak ortaya çıkar. Gerçekten de çok rahatsız edici, psikolojik olarak rahatsızlık verebilecek sağlıksız bir iletişim vardır. Orası ayrı bir konu ama ideolojiyi karmaşık bir şekilde de olsa kavramamıza yardımcı olacağını düşünüyorum. Anlayacağımız üzere; ideoloji, bireyler arasındaki ilişkilerde asıl olarak anlatılmak istenen şey olarak yer alır. Açık bir örnek vermek gerekirse, dizilerde gördüğümüz yatak sahnelerinde klasikleşmiş olan bir ideolojiyi aktarma örneği vardır. Bu ideoloji bu aktarmanın içinde aktarmanın biçimiyle yani ilişkinin biçimiyle beraber ortaya çıkar. Şu klasik sahneyi anlatayım,’’eşi dinamiktir ve atması gereken fazladan enerjiyle doludur ve uykuya dalmakta olan hanımına doğru sokulur ve hanımı der ki ‘başım ağrıyor’, işte buradaki ‘başım ağrıyor’ cümlesi, doğrudan söylenen anlamıyla, yani ağrının varlığıyla ve dolaylı anlamda girilmek istenmeyen bir ilişkiyi belli etmektedir. İdeoloji hayatımızın her karesinde kurduğumuz her cümlede bulunabilir. Bazen kurduğumuz cümleler karşımızdaki özneye göre farklı anlamlar içerebilir ve karşımızdaki öznenin o şekilde davranmasına yol açabilir. Kurduğumuz ilişkilerde iletişim şekillerine hâkim olmalıyız. Eğer ideolojiyi istediğimiz anlamda ve o anlama uygun şekilde biçimlendiremiyorsak, iletişime girmeye çalıştığımız özne ile aramızda iletişimsel kopukluklar ortaya çıkar. Doğal olarak iletişimsel kopukluklar ideoloji aktarmamızı engeller yahut yanlış aktarırız. Çoğu zamanda bu yanlış aktarımların farkında olamayız, farkında olamamamızın sebebi ise iletişimdeki kopukluğun nedenini kavrayamamamız veya bu kopukluğu gideremememizdedir. Sanki daha çok dilin kullanımı ve işlevi üzerinde durmuş gibi olduk. İdeolojiyi paylaşmak için ne de olsa toplumsallaşmalıyız; burada bahsettiğim toplumsallaşma sadece dilsel iletişim içeren toplumsallaşma değil, meta üretimi olarak da kabul edilebilir. Simgesel olarak anlam taşıyan adı para olan kâğıt parçalarının bu simgeleri taşımasını sağlayan bir sistem, ilişkiler biçimi bulunmaktadır. Paranın taşıdığı bunca anlamı paraya kazandıran şey ise bu ilişki biçimlerinin varlığıdır. İdeolojinin sadece diyaloglarda veya dilsel iletişimlerde değil toplumsal bütün ilişkilerde var olduğunu görebiliyoruz.

Kadir Soy


Albert Camus’un dünya görüşü, yaşamın anlamsızlığından, saçmalığından kaynaklanan bir anlayışkavrayıştan yola çıkarak devam etmektedir. Değil mi ki yaşam, bir yerde ölümle –yani yoklukla- sonuçlanıyor, öyleyse nedir bu didinip durma, bu yedim-içtim, aldım-verdim, benim-senin kavgasının anlamı. Albert Camus için yaşam, insan yaşamı, bir saçma, bir anlamsız, bir akıldışı, bir mantıkdışı yaşamdır. Yani, başlangıçta bir karamsarlık, bir umutsuzluk söz konusu olan. Ama bu umutsuzluktan yola çıkmak, sonuna dek umutsuz olmayı gerektirir mi? Hayır, diyor Albert Camus. Ölümle biten yaşam saçmadır, evet. Bundan kuşku yok. Ama yaşam ölümle bitiyor diye kapayacak mıyız gözümüzü, yüreğimizin kapılarını; bu yaşanası dünyanın güzelliklerine, bunlar yanında insanların acılarına çaresizlerine? Mademki yaşıyoruz, yaşadığımız sürece mutlu olmaya, sağımızda solumuzda mutluluk yaratmaya bakmalıyız. Mutluluk; bir yerde ve her yerde, hiçbir şey beklemeden dünyayı, insanları sevmektir, diyor Albert Camus. İşte Albert Camus’un dünya görüşü bu. Saçma dünyada insan niçin yaşar? Alışkanlık dolayısıyla mı, yoksa yaşamayı seçtiği için mi? R. M. Alberes, bu konuya şöyle bir açıklama getiriyor; “… İnsan ne yaptığını bilerek, talihin bütün kötülüklerini karşısına alarak, boşuna hayallere kapılmayı teperek seçmeli. İnsanın, yaşamı tam anlamıyla seçmesi demek, yaşamın saçma, dünyanın haksız, Tanrının sağır olabileceğini düşünmüş olması demektir. İnsan her şeyi kaybetmeli ki, her şeyi alabilsin.”

AKIN TIYA KAR ŞI P ortre ler

ALBERT CAMUS

Yaşamın ölümle sonuçlanan saçmalığına karşın, umutsuz değil, Camus’un dünya görüşü… Bir yazısında bakın ne diyor; “Ne olursa olsun, her şeyin anlamsız olduğunu, her şeyden umut kesmek gerektiği düşüncesiyle nasıl kalır insan?” Her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı bir şey söylemiş oluruz. Dünyanın hiçbir anlamı yoktur demek, her çeşit değer yargısını ortadan kaldırmak olur. Ama yaşamak ve örneğin yiyip içmek kendiliğinden bir değer yargısıdır. Ölmeye yanaşmadığı sürece, insan yaşamayı seçiyor demektir. O zaman da görece de olsa yaşamaya bir değer veriyoruz demektir. Umutsuz bir edebiyat ne olabilir? Umutsuzluk susar. Kaldı ki susmak bile, eğer gözler konuşuyorsa bir anlam taşır. Gerçek umutsuzluk can çekişme, mezar ya da uçurumdur. Umutsuzluk konuştu mu, hele de yazdı mı, hemen kardeş bir el uzanır sana, ağaç anlam kazanır, sevgi doğar. Umutsuz edebiyat sözcüğü birbirini tutmayan iki sözcüktür. Çünkü edebiyat olan her yerde umut vardır.

Suphi Alkın 38


Ustaya S aygı

39

ARKADAŞIM BEHİCE BORAN ( Mina Urgan’ın yarım asırlık dostu Behice Boran’ın aramızdan ayrılışı üzerine yazdığı “ARKADAŞIM BEHİCE BORAN” adlı yazısını sizlerle paylaşıyoruz.) Barışsever, insan hakları savunucusu ve sosyalist olarak Behice Boran’ın kişiliğinden ölümünden sonra, övgüyle söz edildi; ilerde de her zaman söz edilecek. Bense, onun ‘resmi’ diyebileceğimiz kişiliğini değil; arkadaşım Behice Boran olarak özel kişiliğini anlatmak istiyorum. Bunu da içtenlikle duygulanarak yapmaktan çekinmeyeceğim. Benden beş yaş büyük olan Behice Boran ile Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ndeki öğrenciliğimin ilk yılında, on yaşındayken karşılaştım. O sırada başlayıp yıllar yılı süren dostluğumuz boyunca Behice Boran’ı yakından tanımayanların, onu bir hayli katı ve hırslı olmakla suçladıklarını duydum. Oysa Behice Boran ne katıydı ne de hırslı. Katı olsaydı çevresindekilerin güçsüz yanlarını kolayca bağışlamazdı; beni de bağışlamazdı. 1950’de Barış Severler Derneği’ne girmemi önerdiği zaman aile geçindirdiğimi, maaşımdan başka gelirim olmadığını, hapse düşersem, işten atılırsam, yakınlarımın aç kalacağından korktuğumu söyledim. Ne var ki, Behice beni ayıplamadı, dostluğunu da esirgemedi benden. Bunun nedenini de yıllarca sonra açıkladı: Tutumuma bir özür bulmak için bahaneler uydurmamıştım. Açıkça söylemiştim korktuğumu. Behice ise ancak ikiyüzlülük edenlere katı davranırdı. Ancak öylelerini bağışlayamazdı kolayca… 1948’de Behice Boran, Niyazi Berkes ve Pertev Naili Boratav ile birlikte mahkemeye verilmişti. Mahkemede aklanınca, üçünün de kadrosu lağvedilmiş, açıkta kalmışlardı. Böylece ülkesinin koşulları bu inançlı sosyalisti öğretim üyeliğinden koparmış, eyleme itmişti. Behice Boran, öteki iki arkadaşı gibi, yabancı üniversitelerden iş önerileri aldı. Ama ülkesinde kalmayı yeğ tuttu. Bunun başlıca nedeni, Behice Boran’ın tutkulu yurtseverliğiydi. Memleketini elle tutulur bir gerçek olarak severdi O. İşte bu yüzdendir ki, ömrünün son yedi yılını sürgünde, memleketinin taşından toprağından uzak, sevdiği her şeyden uzak geçirdiğini düşünmek, Dayanılmaz bir hüzün verir onu yakından tanıyanlara. *** Ben ortaokuldayken Behice’nin bir ara bizlere ders verdiğini; o konuşurken, sanki kafamın içini devinen güçlü projektörler tarıyormuş da, bu ışıklar tüm karanlık köşeleri aydınlatıyormuş gibi, öğrettiklerini hemen kavramamı unutamıyorum.


Ustaya S aygı

Kadınlığına özgü becerilerini, evinin tertemiz düzenini, herkese açık sofrasının güzelliğini, yemeklerinin tadını, coştuğu zamanlarda duyarlı sesiyle türküler söylemesini unutamıyorum. Cerrahpaşa Hastanesi’nde felçli yatan Nevzat Hatko’yu görevini yapan bir eş gibi değil de, gülümseyerek, şakalaşarak, iki aylık bir bebeğe bakar gibi bakmasını unutamıyorum. Yirmi yedi yıl önce 147’lik olup üniversiteden atıldığım zaman, beni ve iki çocuğumu, Armutlu’daki kumsalda kiraladığı, elektriksiz, susuz, kırık dökük eve götürüp, sanki lüks bir oteldeymişçesine haftalarca rahat ettirmesini, üzüntümü gidermesini unutamıyorum.

Altı günlükken yitirdiği ilk çocuğu Elif’in ölümü yüzünden yıllar boyu çektiği acıyı; daha sonraları çok güç koşullar altında dünyaya gelen oğlu Dursun’a sevgisini; ikide bir hapse girdiği için bir anne olarak görevlerini yerine getiremediğini düşünerek duyduğu kaygıyı unutamıyorum.

Tüm küçük çocuklara, bu arada Sakarya Hapishanesi’nde kocasını baltayla kesen bir köylü kadının çocuğuna gösterdiği sevgiyi; o dokuz aylık bebeği bana demir parmaklıkların arkasından hayranlıkla göstermesini unutamıyorum.

Deniz sevgisini; Gökova’da bir tekneyle gezerken duyduğu keyfi; onu son görüşümde Ostend’de denize girişimizi; koskocaman dalgalar bizi devirdikçe çocuksu sevincini unutamıyorum.

Arkadaşım Behice Boran ile dostluğumuzun yarım yüzyıldan fazla sürmesi bir mutluluk kaynağı oldu benim için. Ölüm haberini alınca duyduğum acı, bu mutluluğu hiç gölgeleyemez!

MîNA URGAN 40


du yu ru lar

Tiyatro Kumpanyası’ndan sezonun ilk oyunu “Can” 13 Ekim Perşembe- Muammer Karaca Tiyatrosu- 20.30, İstanbul 28 Ekim Cumartesi- Muammer Karaca Tiyatrosu- 20.30, İstanbul

Sergi: Ahmet Şık’ın Fotoğrafları 8 Ekim - 23 Ekim, Kumbara Sanat, İstanbul

Farid Farjad Kültür Üniversitesi’nde… 19 Ekim Çarşamba – 20.30- Kültür Üniversitesi, Akıngüç Oditoryumu, İstanbul

41


du yu ru lar

Akademi Günleri’nde bu ay “Türkiye’den Almanya’ya Göç” - Nazım Hikmet Kültür Merkezi, İstanbul 26 Ekim- Çarşamba 19:00 GÖÇ SERGİSİ: TÜRKİYE’DEN ALMANYA’YA EMEK GÖÇÜNÜN 50. YILI GÖÇ SERGİSİ AÇILIŞI 29 Ekim- Cumartesi PANEL: AVRUPA’DAN TÜRKİYE’YE EMEK GÖÇÜ VE KÜLTÜREL DEĞİŞİM 15:30 PANEL: GÖÇMEN POLİTİKALARI VE POLİTİK GÖÇMENLER / 19:00 KONSER: EL KAPILARI 30 Ekim- Pazar EDEBİYAT PANELİ: GÖÇMEN EDEBİYATINDAN ALMAN-TÜRK EDEBİYATI

Paçi sahnelerde… 02 Kasım Çarşamba - 20:30 -Muammer Karaca Tiyatrosu, İstanbul 10 Kasım Perşembe - 20:30 - Muammer Karaca Tiyatrosu, İstanbul

Anadolu’da 50 yıllık kültür ve sanatın 50 yıllık sesi: Kıyı 22 Ekim Cumartesi – 16.00 – Ankara NHKM, Piraye Kafe

42


BİR SERÜVENİN TANIMI Hiçbir zaman yenilmedi geceye Sevincim de inancım da Doğru diye bildiğim güzellikler Hiçbir gün kendisinden uzak Bir şeye değişmedi

Hiçbir gün yolda koymadı beni Güvenim ve direncim Düşerim sandılar dönüp baktılar Gülerek geçip gittim Evet ben tek başındaydım Onlar çok yalnızdılar

AFŞAR TİMUÇİN

www.akintiyakarsisanat.org


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.