sacayak
Baskımız Gecikti, Özür Dileriz
BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
BU SAYIDA: Evrim Alataş ve Aşık Kul Hasan Hakk’a Yürüdüler Aydın Şafak - Veliyettin Ulusoy Avusturya’da İsmail Kantekin - Çorum’da Birlik Cemi ve Halk Konseri Nusayri Şeyhlere Dava Açıldı - Yargılamaya Büyük Tepki Esen Uslu - Demokratik Alevi Bektaşi Hareketi ve Anayasa Değişikliği İsmail Kaygusuz - Nasîrüddin Tûsî - Bölüm I Ergin Doğru - Gazi Katliamı Davit Durak Arslan - Dikkat!.. Aynur Haşhaş - Âşıklar ve Ozanlar Haşim Kutlu - Hızır Günleri Yüksel Işık - Din Dersleri İki Katına mı Çıkıyor Ahmet Koçak - Genç Aleviler Konuşuyor - Bölüm II Alevi Gençlerin Söylediklerinden Bölümler: Atilla Münüklü, Sercan Sağlam, Ayhan Arslan, Ali Kartal, Çağlar Akar Doğan Bermek - Düşünceler İnanç İzmirli - Gençlik Toplumun Bugünüdür Demir Küçükaydın -Din Nedir? - Bölüm II Besim Can Zırh - Almanya’da Yaşayan Aleviler - Bölüm II Nedim Kanoğlu - Chicago’dan Tekel’a Onurlu Kadınlar
24 Nisan 2010, Taksim Şaban Dayanan
Ermeni Tehcirinin ve Kırımının Yıldönümü Meds Yeghern - 1915 İstanbul’da Anıldı Sizin aşıkınız garip Kul Hasan Gerçekler ortada gün gibi ayan Yeter uyuttular gözün aç, uyan! Ezilenden miyiz, ezenden miyiz?
ISSN 1308-7967
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Genel Ajans B.D.O. Ltd. Şti. adına Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Sultanahmet, Divanyolu Cad. No: 54, Erçevik İşhanı 102, Eminönü - İstanbul Tel/Faks:+90.(0)212.519 56 35 E-posta: sacayak@yahoo.com.tr Baskı: Mart Matbaacılık, Burcu Sok. No: 6/1, Nurtepe, Kağıthane, İstanbul - Tel: 0212.321 23 00 Baskı Türü: Yerel - Süreli
Aylık Dergi / Fiyatı: 3 TL / £ / €
11
Mart - Nisan 2010 / Sayı:
SACAYAK
Sayı 11
EVRİM ALATAŞ
4K
1 Nisan 1976 - 12 Nisan 2010
E
KÜRT KIZILBAŞ KOMÜNİST KADIN
VRİM ALATAŞ 1976 yılında Malatya, Akçadağ, Gölpınar köyünde doğdu. 68 kuşağı devrimcilerinden Teslim Töre’nin yakın akrabası olan bir Kızılbaş Kürt kızıydı. Devrimci olduktan sonra ömrü boyunca devletçi-milliyetçi-ırkçı-cins ayrımcısı gericiliğin hedefi olan “4K”yı kendinde cisimlendirmiş bir candı. Genç yaşta Hakk’a yürümesi yeri zor dolacak büyük bir kayıp oldu. Evrim can 1994 yılında gazeteciliğe başladı. Yıllarca Kürt özgür basınında muhabir ve editör olarak çalıştı. Evrensel, Birgün ve Özgür Politika gazeteleri ile Esmer Dergisi’nde köşe yazarıları yazdı. Birikim, Siyahi, Amargi, Tiroj dergilerine ve Radikal İki’ye uzun makaleler yazdı. Taraf gazetesinde Kürtler Vadisi köşesini yazdı. İlk kitabı Mayoz Bölünme Hikayeleri 2003 yılında Aram Yayınları’ndan çıktı. Masalarına koyduğu tuzluklar Abdullah Öcalan’a benzediği için gözaltına alınan Karadenizli lokantacının hikayesi gibi Kürtlerin, Alevilerin ve ülkemizin trajik halini komik bir dille anlatan bu kitabı çok beğenildi. Bugün tükenmiş olan bu kitap, Aram Yayınlarının ve Kürtçe Hawar gazetesinin sahibi yazar Bedri Adanır da Ocak ayından beri tutuklu olduğu için kim bilir bir daha ne zaman yayınlabilir. Evrim can, bir çok hikaye derlemesine de katkıda bulundu. Evrim canın, Her Dağın Gölgesi Deniz’e Düşer adlı ikinci kitabı 2009 Ağustos ayında yayınlandı. Her Alevi gencin mutlaka okuması gereken bu kitap, Evrim’in kendi köyünde, bir Kızılbaş-Kürt köyünde, yaşanan devlet baskılarını içten bir şiirsellikle anlatır. Evrim can, savaş mağduru Kürt çocukların dramını işlediği bir hikayesini, sinema yönetmeni Miraz Bezar ile beraber senaryoya dönüştürdü. Min Dît adıyla çekilen uzun metrajlı filmin galası 2009 baharında Diyarbakır’da yapıldı. Min Dit bu yıl Antalya Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü alan ilk Kürtçe film oldu. Genç yaştan beri kanser hastası olan Evrim can ağır tedaviyekarşın dirençle yazmaya devam etti. Taraf’ta son yazısı ölümünden bir kaç gün önce yayınlandı. Bir yazısında bize şöyle sesleniyordu: “Demem o ki Alevi Türk ve Kürt-Alevi kardeşlerim; korkmamız ve çekinmemiz gereken ‘Sünniler’ değil, bu sistemin ta kendisidir. Ordusuyla, derin devletiyle, cinayet şebekeleriyle bu sistem ve bu sistemi savunanlardır. CHP gibi... Vazgeçin CHP’den. Onur Öymen’in gitmesini beklemeyin, siz terk edin orayı. Bundan daha açık faşizm var mı? Ki siz benden iyi bilirsiniz faşizmin ne olduğunu...” 2
Her Dağın Gölgesi Deniz’e Düşer 4 Basım: Şubat 2010 İletişim Yayınları Tel: 0212.516 22 60
Evrim Alataş, Antalya Film Festivalinde Min Dit filminin jüri özel ödülünü aldıktan sonra teşekkür konuşması yaparken
Mart-Nisan 2010
SACAYAK
Âşık Kul Hasan Hakk’a Yürüdü Ahmet Koçak
Â
ŞIK KUL HASAN, (Hasan Gören) üç ay önce akciğer kanseri nedeni ile hastaneye kaldırıldı. Tedavi sonuç vermedi. Âşık Kul Hasan 12 Mart Cuma günü akşamı saat 8’de Hakk’a yürüdü. Âşık Kul Hasan, 14 Mart Pazar günü Ankara’da Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Genel Merkezinde yapılan törenden sonra Karşıyaka Mezarlığında sırlandı. Töreni ve sırlama hizmetlerini Dertli Divani Baba yürüttü. Törende ozanın dostları ve ozan arkadaşları hazır bulundu. Törende sanatçı Tolga Çandar, Ozan Gönüllü Coşkun ve ben kısa birer konuşma yaptık. Âşık Kul Hasan Kimdir? Âşık Kul Hasan Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesinin Emir İlyas köyünde 1933 yılında doğdu. Köyün tek Alevi kabilesindendir. Babası yoksuldur. Kul Hasan aileye üç kızdan sonra dâhil olur. Ailenin baş tacı edilir. Tek erkek evlat olduğundan ayrıcalıklıdır. Kendi deyimi ile “haylaz” bir çocuktur. Şiir ve müzikle, köye gelen dede ve ozanların muhabbetlerinde tanışır. Pir Sultan’dan, Şah Hatayi’den, Seyit Nesimi’den şiirler öğrenir. Bu muhabbetlerde Enel Hak felsefesiyle, insan sevgisiyle yoğrulur. 7 Ekim 1947 yılında evlenen ozanın, dört kız, dört erkek çocuğu vardır. 1960 yılı köyden ayrılır; Mersin’e, oradan Silifke’ye göçer. Ardından, ömrünü noktalayacağı Ankara’ya yerleşir. Türkiye İşçi Parti’lilerin yardımıyla Ankara Devlet Tiyatrosu’nda gece bekçisi olur. Şiirlerinden dolayı dava açılır, yargılanır. Beraat eder, ama işyerinden tazminatısız atılır. Ankara Belediyesi’nde işe 3
SACAYAK
Sayı 11
alınır. Emekli olana kadar burada çalışır. İki kaseti yayınlanmıştır. “Bana Bana” 1994 yılında Can Dost Müzik tarafından, “Yana Yana” ise 1995 yılında Ada Müzik tarafından yayınlandı. Âşık Kul Hasan, 2000 yılında Danimarkalı sinema yönetmeni Elisabeth Rygard’ın yönettiği “Gönlümdeki Köşk Olmasa” adlı filmde rol aldı. Âşık Veysel rolünü oynadı. Binin üzerinde şiiri bulunan ozanın tek şiir kitabı “Yirminci Yüzyılın İnsanlarıyız” 2004 yılında Alev Yayınlarınca yayınlandı. Şiirleri ceşitli dergi ve gazetlerde yayınlandı. 2004 yılında yayına hazırladığım kitabına yazdığım sunuş yazısında şunları dile getirmiştim: “Âşık Kul Hasan çağdaş toplumcu halk ozanlarımızdan biridir. Ozanlık geleneğinin usta-çırak ilişkisi içinde pişmiş, gelişmiş, olgunlaşmıştır. Öte yandan 1960’larda Türkiye İşçi Partisi’nden başlayarak günümüze dek nice sosyalist örgütlerin, devrimcilerin içinden bulunmuş, siyasi görüş ve bilgisini pekiştirmiştir. Kul Hasan yaşadığı çağı iyi kavramış, gündemi iyi takip etmiş, meselelerin özünü iyi yakalamıştır. Zaten ozan olabilmenin başlıca kıstasları arasında bunlar yok mudur? [...] Kul Hasan’ın arzusu, insanların kardeşçe, özgürce, eşitçe yaşamasıdır. Zorbalık ve yobazlık en çok eleştirdiği ve karşı çıktığı konulardır. Ezilenden yanadır Kul Hasan. [...] Maalesef Kul Hasan, birçok halk ozanımız gibi hak ettiği yerde değildir.” Güle Güle Git Seni Unutmayacağız Ne yazık ki, Kul Hasan da yeterince kadir, kıymet görmedi. Kul Hasan toplumun, özellikle de Alevi-Bektaşi dernek yöneticilerinin ilgisizliğinden yakınırdı. Halkın ozanına halkın sahip çıkmaması en büyük yarası idi! Bir şiirinde vefasızlara şöyle seslenmekte: Kul Hasan’ım ahım yerde kalmasın İkrarsız pirsizin yüzü gülmesin Vefasız yar mezarıma gelmesin Boşa ağlamasın öldükten sonra
Yetmiş yedi yaşında aramızdan ayrılan sevgili Hasan Babamız, güle güle git, seni unutmayacağız. Âşık Kul Hasan’ın cenazesini Dertli Divani Baba ile canlar sırladı.
4
Mart-Nisan 2010
SACAYAK
Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini
Veliyettin Ulusoy Avusturya’da… Aydın Şafak, Viyana, 17 Şubat 2010
A
VUSTURYA Alevi Birlikleri Federasyonu’nun (AABF) 13-14 Şubat tarihinde düzenlediği Birlik Cemi’ne Hacı Bektaş Dergâhı Postnişini Veliyettin Ulusoy da katıldı. Ulusoy, yaptığı konuşmada Alevi Çalıştaylarını eleştirerek, “Çalıştaylar, gösteriden başka bir şey değil. Asimilasyona dönük çalışmalar” dedi. Viyana ve St. Pölten’de düzenlenen Birlik Cemleri, Veliyettin Ulusoy’un huzurunda, Dertli Divani’nin yönetiminde ve Celal Abbas ile Murtaza Salper’in zakirlikleri eşliğinde gerçekleştirildi. Viyana’da Mozaik Salonu’nda yapılan ve yaklaşık 700 kişinin katılımı ile gerçekleşen cemden önce AABF Genel Başkanı Mehmet Ali Çankaya ve Merkez İnanç Kurumu Başkanı Kazım Akbaba da birer konuşma yaptılar. Cem bağlanmadan önce, ev sahibi ve organizatör kurum olan AABF’nin Genel Başkanı M. Ali Çankaya yaptığı kısa açıklamada, “AABF olarak, Avusturya’da bir ilki gerçekleştirdik. Pirimiz Veliyettin Ulusoy’un, Hünkârımızı temsilen aramızda olması, burada bulunan herkesi sevindirdi. AABF olarak, Aleviliğin Avusturya’da tanınması için hazırladığımız başvuru dilekçe ve tüzüğümüzü içeri vermeden önce, Sayın Pirimizin görüşlerine sunduk. Aldığımız cevap, ‘Başvurunuzu doğru buluyor, taslağınızın altına imzamı atıyorum’ oldu. Pirimiz, kendisine Aleviyim diyen ya da demeyen herkesin imza atması gerektiğini de bizlere iletmişti” dedi. Aranızda Olmak Büyük Mutluluk Dertli Divani, Celal Abbas ve Murtaza Salper’in eşliğinde, deyişlerin okunmasının ardından, Pir Veliyettin Ulusoy, Pir Makamı’ndaki yerini alması için davet edildi. Pir Makamına çıkan Ulusoy, şunları söyledi: 5
SACAYAK
Sayı 11
“Alevi toplumu, tarihler boyu süren baskılar, zulümler yaşaya yaşaya günümüze kadar gelmiştir. Osmanlılardan Yavuz Sultan Selim’e, ardından Cumhuriyet tarihi boyunca aynı sıkıntıları ve baskıları görmektedir. Daha önce Sayın Başkanıma verdiğim sözü yerine getirememiştim. Bugün Avusturya’da olmamla, bu vesile ile bu sözü yerine getirdim. Aranızda olmamın mutluluğunu birlikte paylaşmaktayım. Hükümet’in düzenlediği Alevi Çalıştayları gösteriden başka hiçbir şeye yaramıyor. Çalıştaylar, asimilasyona yönelik maddelerle dolu. Aleviliği Alevilerden başka hiç kimse ne anlatabilir, ne de yaşatabilir. Dayatılan bir asimilasyon politikasıdır. Asıl muhataplar, bu çalıştayların dışında kalmıştır.
Bilindiği üzere Avusturya Federasyonumuzun, Aleviliğin tanınması için Avusturya makamlarına bir taslakla müracaatları olmuştur. Bu taslak içeri verilmeden önce bana da gönderildi. Görüşlerim ve bu taslakla ilgili düşüncemin ne olduğu sorulmuştu. Hazırlanan rapor bana Almanca olarak gönderilmişti. Bu taslağı inceledim ve her Alevinin altına imzasını atması gereken o taslağın altına ben de imzamı atarak, kendilerine hayırlı ve uğurlu olsun dileklerimle gönderdim. Bu taslakta Alevilik doğru bir biçimde ele almış. Avusturya’da yaşayan örgütlü Aleviler, bu taslak etrafında birleşmelidir. Öyle söylendiği gibi, Alevilik başka yörüngelere de sürülmemiştir. Böyle bir taslağın yanında ikinci bir
6
Kaynak: www.aleviten.or.at
Cemevlerinin yasal statüye alınması, Madımak’ın müze yapılması, eşit yurttaşlık, Diyanet’in kaldırılması, zorunlu din derslerinin kaldırılması... Peki, bunlardan hangisi üzerinde yoğunlaşabildiler? Çalıştay süreci boyunca, kendisine ‘Alevi önderi’ diyenlerin bunları öne sürmesi gerekirken, Diyanet’in bütçesinden dedelere maaş konusu üzerinde yoğunlaşmışlardır. Hayır, efendim, Aleviler ve Alevi dedeleri, ibadet yerlerinin resmiyetini almadan nasıl kendi benliğini düşünebilir. İbadetin tanınmıyor ama ibadet adı altında dedelere nasıl maaş bağlanabilir! Aleviler ilk önce yukarıda sıraladığımız maddeler üzerinde yoğunluk kazanmalıydı.
SACAYAK
Mart-Nisan 2010
başvurunun yapılmasını onaylamıyorum ve doğru yapmadıklarını huzurunuzda söylemek isterim.” Dertli Divani, cemlerin içeriği ve türleri hakkında kısa bilgiler sundu. “Bugünkü cemimiz, Abdal Musa Cemi. Yediden yetmişe, nasıl inanıyorsa herkesin katılacağı bir cem” dedi ve ardından on iki hizmet görevlisinin tek tek isimleri söylenerek ceme başlandı. Ulusoy’a İlgi Büyüktü Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Veliyettin Ulusoy, Viyana’ya geldiği gün AABF yöneticileri ve kalabalık halk topluluğu tarafından karşılandı. Kaldığı iki günlük süre içerisinde medyanın da ilgi odağı haline geldi. Bilgisi, becerisi, inanç önderi vasıflarıyla birçok konuyla ilgili aydınlatıcı açıklamalarda bulunan Ulusoy, 14 Şubat akşamı yine kalabalık bir topluluk eşliğinde Türkiye’ye uğurlandı.
Hubyarlı Âşık Mehmet Çulhacı
Viyana’ya Eren Canlar Uğradı Ecdadı hünkârdan evliya soyu Viyana’ya eren canlar uğradı Birlik beraberlik sağlansın deyi Viyana’ya eren canlar uğradı
Hasbıhal eyledik durumu hali Ezeli ervahtan demişiz beli Evveli Ali’dir ahiri Veli Viyana’ya eren canlar uğradı
Ulu sular gibi engin akarsın Derman olur derdimize bakarsın Anadolu toprağından kokarsın Viyana’ya eren canlar uğradı
Konuştukça bal akıyor sözünden Hünkârdan nişan var kendi özünden Yolun sürer ehlibeyt izinden Viyana’ya eren canlar uğradı
Bu yolun aşığı Dertli Divani Cem olduk beraber unutmam seni Muhabbetin hoştur biz olduk kâni Viyana’ya eren canlar uğradı
Şükür olsun gördüm pirin yüzünü Yeni buldum mürşidimin izini Ne sitem eyledi ne de nazını Viyana’ya eren canlar uğradı
Hünkâr Hacı Bektaş bir büyük ulu Süre geldin bize erkânı yolu Yardımcımız olsun Şah Merdan Ali Viyana’ya eren canlar uğradı
Federasyon başkanımız Çankaya Kimi telaşlandı düştü hay hayâ Fırsat vermeyelim kötü bir huya Viyana’ya eren canlar uğradı
Cemalini gördüm Pir Veliyettin Gurbet elde bizi ziyaret ettin Yol erkân bir dedin yolunu güttün Viyana’ya eren canlar uğradı
Dedem tatlı derviş ikrar bağladı Cemalettin dergâhında eğledi Üçüncü post Hubyar’ın söyledi Viyana’ya eren canlar uğradı
Deyiş duazimam Divani Baba Yol erkân yürüsün gösterdin çaba Kırkların yoluna canımız feda Viyana’ya eren canlar uğradı
Âşık Mehmet aslım ecdadım Hubyar Yolunu bırakmaz erkâna uyar Muhabbetin baldır sözünden doyar Viyana’ya eren canlar uğradı
Sefa geldin Veliyettin Efendi Kamber kılavuzu mihmandı kendi Postnişanı ulu dergâhtan dendi Viyana’ya eren canlar uğradı
Viyana, Avusturya, 16 Şubat 2010 7
SACAYAK
Sayı 11
Çorum’da Birlik Cemi ve Halk Konseri İsmail Kantekin
5
ŞUBAT akşamı Çorum’un Alaca İlçesi Kargın Köyü’nde Abdal Musa Birlik Cemi yapıldı. Cemi Merkezi Ankara’da olan Kargın Köyü Derneği organize etti. Dertli Divani Baba’nın yürüttüğü cemde, zakirlik hizmetini Sanatçı Erdal Erzincan, Celal Abbas Ürer ve Can Kalaycıoğlu yaptı. Erdal Erzincan cemde ayrıca deyiş ve nefesler seslendirdi. Kardeş dernek, Antalya Abdal Musa Derneği Başkanı Gülçin Akça ve yönetimden Süleyman Demir olmak üzere canlar da cemde hazır bulundular. Çorum Alevi Kültür Merkezi’nin organize ettiği konser, 6 Şubat Cumartesi akşamı Atatürk Spor Salonu’nda yapıldı.
Konserin sunuculuğunu Çorum’da yayın yapan Radyo Umut’tan Uğur Çınar ve Meltem Çınar ikilisi yaptı. Siyasi parti temsilcileri, demokratik kitle örgüt temsilcilerinin de katıldığı konseri yaklaşık üç bin kişi izledi. Gecenin açılış konuşmasını Alevi Kültür Merkezi Başkanı Nurettin Aksoy yaptı. Aksoy, konsere katılanları selamlayıp hoş geldin dedikten sonra birlik olmanın önemine değinerek bundan sonra neler yapacaklarını, hedeflerini anlattı. Daha sonra Dertli Divani, Erdal Erzincan, Grup Vadi, Âşık Hasan Yavuz, Alevi Kültür Merkezi Derneği Halk Müziği Korosu ve Semah Ekibi katılımcılara coşkulu bir gece yaşattılar.
Gencecik kızların başını bağlatıp, tektip kıyafetle samah donduren dernek yöneticlerine ders olsun: Âşık Sıdkı Baba’nın deyişiyle: Başım açık yalınayak yürüttün... Yırtık gömlek ile eski şal ile
8
SACAYAK
Mart-Nisan 2010
Aleviliği Öğretten Alevi Şeyhlerine Dava Açıldı
Yargılamaya Büyük Tepki
S
AMANDAĞ adliyesinde yapılan duruşma saatinden önce adliye önünde toplanan halk duruşmaya gelen şeyhleri alkışlarla karşılayarak destekte bulundu. Duruşmaya, çeşitli Alevi-Bektaşi kurumlarının yöneticileri ve Samandağ’da bulunan yerel dernekler, muhtarlar ve sivil toplum kuruluşları temsilcileri katıldı. Duruşmanın ardından adliye bahçesinde destek için toplanan halka konuşmalar yapıldı. Hasan Atıcı konuşmasında şöyle dedi: “Kendi inançlarımızı çocuklarımıza öğretmek için bir yerden izin almamız mı gerekiyor? Bizim Alevi İslam inancını öğrenmemize Muaviye ve Yavuz’un kılıcı engel olamadı. Geçmişte olduğu gibi bugün de yarın da Alevi inancını öğreneceğiz ve çocuklarımıza öğreteceğiz.”
“Türkiye’nin her tarafında Aleviler ayırımcılığa uğruyor.” diyen Av. Kemal Derin konuşmasına şöyle devam etti.: “Alevi çocukları okullardaki zorunlu din dersleriyle Sünnileştirilmeye çalışılıyor. Buna iktidar ve muhalefet susuyor. Buradan hem iktidara hem de muhalefete sesleniyorum: Yeni Anayasa paketinde zorunlu din dersleri zulmüne son verilsin diyorum.” “Biz bu yargılamayı anlayamadık. Bu yanlış hesap Bağdat’a gitmeden Samandağ adliyesinden geri döner,” diyen Ali Yeral’ın ardından Samandağ Ulvi Değerler Derneği Başkanı Zülfikar Çiftçi Bizim Alevi şöyle konuştu:
İslam inancını öğrenmemize Muaviye ve Yavuz’un kılıcı engel olamadı. Geçmişte olduğu gibi bugün de yarın da Alevi inancını öğreneceğiz ve çocuklarımıza öğreteceğiz.
“İnsan hakları ile temel hak ve özgürlükler kapsamında ve inanç özgürlüğü çerçevesinde Alevi inançlarının sürdürülmesine olan katkıları dışında hiçbir suça konu eylemde bulunmamış olan din adamlarımızın rencide edici bu sürece sokulmaları kabul edilmez bir tutumdur. Bu süreç bütün Alevi toplumunu yaralamış ve üzmüştür. (...) Bu münasebetle din adamlarımızı ve Alevi toplumunu inciten bu yargılama sürecinin adil bir biçimde son bulması dileğimizi kamuoyu ile saygıyla paylaşırız” dedi. Duruşma Mayıs ayına ertelendi. 9
SACAYAK
Sayı 11
Demokrat Olmayan AKP’nin Anayasa Değişikliği Demokrasi ve Laikliği Hedeflemiyor
Demokratik Alevi Bektaşi Hareketi ve Anayasa Değişikliği Esen Uslu
A
RTIK açıkça görülüyor ki Türkiye toplumu üzerinde askersivil bürokrasinin vesayetine dayanan siyaset çerçevesi bugünün ihtiyaçlarına yanıt vermiyor. Bu siyasi çerçeveyi bugün 12 Eylül faşist cuntasının çizdiği ’82 Anayasası belirliyor. Ama hiç akıldan çıkarılmaması gereken nokta, bu siyasi çerçevenin cumhuriyetin kuruluşundan beri orası-burası yamanarak süregeldiğidir. ’82 Anayasa’sı bu çerçevenin sadece günümüzdeki biçimdir Anayasa’da “laik-demokratik-sosyal-hukuk devleti” diye tarif edilen bu devlet, hiçbir zaman laik, demokrat, sosyal ya da hukuk devleti olmamıştır. Bizim demokrasimiz göstermelik sözlerle gizlenmiş otoriter-halk düşmanı bir yapıdır. Anayasa’daki demokrasilaiklik sözleri, halkın tepesine gerektiğinde inecek “tunç eli”, demir yumruğu gizleyen kadife bir eldivendir. Anayasal “Demokrasi”nin Sınırları Demokrasi bu anayasal sistemde ara sıra yapılan seçimlerle sınırlıdır. Seçim bile binbir çeşit kayda-kuyda bağlanmıştır. Konulan barajlarla halkın muhalefetini dile getiren partilerin Meclis’e girmesi olanaksız kılınmıştır. Siyasi partilerin kendisi, demokrasi dışı işleyen bir örgüt garabetine dönüştürülmüştür. Milletvekilinin temsil ettiği halka hiçbir bağı kalmamıştır. Milletvekili, mahkemeye çıksa adi suçtan hüküm giyecek durumda bile olabilir, ama dokunulmazdır. Milletvekilleri yasa çıkarabilir, ama uygulatma güçleri yoktur, devlet bildiğini okur. Milletvekilleri bütçe yapıp yandaşlarına ayrıcalık ve avanta dağıtabilir, ama demokrasinin bu sınırlarını değiştirecek bir Anayasa değişikliği yapamaz. Tüm devlet işleri merkezi bir bürokrasi eliyle yürütülür. Asker ve sivil memurlardan oluşan bu merkezi bürokrasi ayrıcalıklı ve dokunulmazdır. Üstelik Meclisteki siyasetçilerin önemli konularda neye karar verip veremeyeceğini belirleme hak ve yetkisine sahiptir. Kendine has usulleri vardır. “Salla başını; al maaşını!” usulüyle, “Bugün git, yarın gel” dalgacılığıyla çalışır. En küçük devlet dairesinde bile çarklar yasa dışı ödeme yağlaması olmazsa dönmez. Bürokrasinin üst tabakası ise siyasi vesayetini, “Atatürk devrim ve ilkeleri” denilen, ne olduğu ya da bugünle ne ilgisi olduğu pek belli olmayan, “sözü ayağa, halka düşürmeme” despotluğu ile işler. Adalet mekanizması ve kolluk kuvvetleri, devletin halka en çok değen, her değdiğinde de halkın canını yakan keskin ucudur. Halka polis copu, jandarma dayağı, karakolda işkence, polisin uyduruk 10
Anayasa’daki demokrasilaiklik sözleri, halkın tepesine gerektiğinde inecek “tunç eli”, demir yumruğu gizleyen kadife bir eldivendir.
Mart-Nisan 2010
Türkiye’nin egemen sınıfları bu “demokrasi”nin dışına çıkmaktan ölesiye korkar. Bu korkularının nedeni Türkiye’nin toplumsal yapısının, resmi devlet düşüncesi olan “ülkesi ve milletiyle bölünmez Türk devleti” anlayışına uymamasıdır. Asker-sivil bürokrasinin, “Uymuyorsa halkı değiştirelim!” mantığı, ülkemizi kana boyayan bir zorbalıklar tarihi doğurmuştur. Hâlâ bu tarihle bile yüzleşemediler.
SACAYAK
suçlamasına dayanan savcının yalap-şap iddianamesi, işini bilip de bilmezden gelen bilirkişi görüşü ve mahkeme kararı ile bir türlü bitmek bilmez duruşmalar boyunca mahpuslarda beklemek en sıradan uygulamadır. Halka böyle işleyen adalet, eşraf ve zengin söz konusu oldu mu “otomobil uçar gider” hızıyla işler. En ağır suç işleyen bile ya bulunamaz ya da bir yolunu bulup beraat ettirilir. İş siyasi yargıya geldi mi, bir emirle yüce yargımız “Hazır ol”a geçip mevzuat kırkambarından bulunup çıkarılmış akla hayale gelmez, hiçbiri uymazsa yenisi icat edilen yöntemlerle nice partiler kapatılır. Hukuksuzluğun hesabını soran olmaz. Bu Anayasa’ya göre “laik” olan devletin devasa bir Diyanet İşleri Başkanlığı vardır ve bu kurum eliyle devletin resmi-sünni İslam dini tüm camiler ve okullar eliyle halka dayatılır. Bu devletin Milli Eğitim Bakanlığı vardır ve burada tüm komşu ülkelerin halklarını ve bu arada ülkemizde yaşayan azınlıkları aşağılayan, onlara karşı genç beyinlerde nefret oluşturan, uydurma bir Türklüğü yücelten, ırkçı-milliyetçi-faşist kırması bir düşünce tarzı öğretilir. Kürtçe ana dilde eğitim yapma hakkı tanınmaz. Bu Anayasa’ya göre yerel yönetimler seçimle işbaşına gelir, ama yetkileri sınırlıdır. Asıl yetki onların üzerinde duran merkezi devletin atanmış ve ayrıcalıklı yöneticilerindedir. Halkı Devlete Uydurma Zorbalığını Demokrasi Diye Yutturma Türkiye’nin egemen sınıfları bu Anayasal kıskacı alınmış “demokrasi”nin dışına çıkmaktan ölesiye korkar. Bu korkularının nedeni Türkiye’de yaşayan insanların toplumsal yapısının, resmi devlet düşüncesinin temelini oluşturan “ülkesi ve milletiyle bölünmez Türk devleti” anlayışına uymamasıdır. Asker-sivil bürokrasinin, “Uymuyorsa halkı değiştirelim!” mantığı, ülkemizi kana boyayan bir zorbalıklar tarihi doğurmuştur. Hâlâ bu tarihle bile yüzleşemediler. Bugün Türkiye’de yaşayanlar Osmanlı toplumunun kılıç artığıdır. Bu topraklarda yaşamış kadîm Rum, Ermeni, Süryani ve Hıristiyan Türk halkları devlet zoruyla bu topraklardan kovulmuştur. On dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başı dünyasının göçleri sonucu adına topluca “Çerkez” denivermiş olan birbirinden farklı Kafkas halkları, “Göçmen” denmiş çeşitli Balkan-Rumeli halkları bu ülkeye gelmiştir. Bu topraklar içinde Kürt ulusunun önemli bir bölümü yaşar, ama daha düne kadar varlığı yok sayılır. “Varım, dilimi konuşurum” diyenin anası ağlatılır. Ülkenin sınırları değişirken Arap ve Roman halkları bu topraklarda kalmıştır. Asker-sivil bürokrasinin resmi düşüncesine göre ülkemizde yaşayanların “yüzde 99’u Müslüman’dır.” Böylece Alevi-BektaşiKızılbaşlar, Caferiler, Ezidiler, Süryaniler ya yok sayılır ya da faşist kafalardaki, “Türk-İslam Sentezi” fikrine ve devlet zorbalığı kenefine jandarma yazılmak üzere kendine yabancılaşmaya zorlanır. Lozan Anlaşması ile “azınlık” hakkı tanınmış Rum ve Ermenilere bile Vakıflar eliyle binbir türlü ayrımcılık ve baskı uygulanır. 11
SACAYAK
Sayı 11
Bir zamanlar ileri kapitalist ülkelere göçmen gönderen Türkiye bugün göç alan bir ülkedir. Ama devlet 1951 Cenevre Anlaşması’na çekince koyduğu için Avrupa dışından gelenlere uluslararası “mülteci” statüsü tanımaz. Ülkemize gelenleri kapı dışarı etmeyi, işsizparasız bırakıp kamplara tıkmayı marifet bilir. Bugün ülkemizde “kaçak işçi” olarak çalışan nice göçmen vardır. Asker-sivil bürokrasinin güdümündeki siyasetçiler onları yok sayar. Ama ne zaman siyaseten uygun olursa, kadife eldivende gizli “tunç el” ortaya çıkıverir: Başbakan punduna getirdi mi, “Bize soykırımını tanı diye baskı yapmayın. Kızarsak ülkemizdeki kaçak Ermeni işçileri sınır dışı ederiz!” diye tehdit savurur. Bu şantajcılığazorbalık tehdidine siyaset önde gelenlerinden bir itiraz yükselmez. Anayasa Değişikliğinin Demokrasisi Eski solcu, günümüzde özgürlükçü (liberal bu demektir) yazarlara bakılırsa, AKP Hükümeti bu anayasa değişikliği ile demokrasimizi değiştirip, düzeltecekmiş. Bu nedenle dün faşizmin copunudipçiğini-kurşununu yediler diye solcular; bütün belediye başkanları hapse tıkılan, partileri kapatılıveren, polise taş atti diye çocukları hapislerde süründürülen, son çeyrek yüzyılda her ailesinden en az bir şehit vermiş Kürtler; ağızlarına “açılım” balı çalınan, ama hiçbir temel istemi ciddiye bile alınmamış Aleviler; Bir Mayıs bayram ilan edildi diye, hak mücadelesine çıktı mı sokaklarda coplanangazlanan-kış ortasında suya dökülen, sendika dedi mi işyerinin kapısına konulan işçiler AKP’nin arkasında sıraya dizilip referandumda bu değişikliği onaylamalıymış. BDP de Mecliste Anayasayı değiştirmek için gerekli sayısı olmayan AKP’ye takviye olmalıymış. Peki, neymiş bu Anayasa’da değiştirilecekler? Taslağa bakılırsa, yüksek yargı kurumlarının yapısında tadilatlar, askeri yargının yetkilerinin sınırlanması, çocuk hakları, kişisel bilgilerin gizliliği, 12 Eylül cuntacılarının suçları üzerindeki Anayasal korumanın kaldırılması gibi maddeler var. Siyasi parti kapatma zorlaştırılacak deniyor, ama taslak bunu Meclis’te grubu bulunan partilerin eşit temsille kuracağı bir komisyonun iznine bağlıyor. Bir sol parti ya da Kürt partisi kapatılacağında Mecliste her zaman hazır bir çoğunluk bulunduğu akılda tutulursa bu değişiklik halk muhalefeti açısından hiçbir anlam taşımıyor. Kamu çalışanlarına toplu sözleşme hakkı vereceğiz diyorlar, ama taslağa bakılınca kamu işçilerine grev hakkının tanınmadığı görülüyor. Kararları bağlayıcı olan ve işçi düşmanlarının otomatik çoğunluğunu bulunan bir uzlaştırma kurulu yoluyla dayatılan koşullara “toplu sözleşme” adı verileceği sırıtıyor. Taslak AKP’nin seçim kampanyasında ağzından düşürmediği “dokunulmazlıkları kaldırma” konusunu gündeme bile getiremiyor. Taslakta askeri yargının sınırlandırılması ve sivil yargının üst kurumlarında yuvalanmış “değişmez ve değiştirilmez” Devletçicuntacı kastın yetkilerinin kısılmasına yönelik öneriler bile sınırlı. 12
Ne zaman siyaseten uygun olursa, kadife eldivende gizli “tunç el” ortaya çıkıverir: Başbakan punduna getirdi mi, “Bize soykırımını tanı diye baskı yapmayın. Kızarsak ülkemizdeki kaçak Ermeni işçileri sınır dışı ederiz!” diye tehdit savurur. Bu şantajcılığa, zorbalık tehdidine siyaset önde gelenlerinden bir itiraz yükselmez.
Mart-Nisan 2010
Her Alevi-Bektaşi örgütlerinden Anayasa konusunda fikir, öneri ve mücadele hedefi bekliyordu. Bu ortamın doğacağı aylar önceden belliydi, ama demokratik Alevi-Bektaşi hareketinin üst yöneticileri gözlerini önce bir Alevi partisi kurma çabasına dikti, ardından kongre “kazanma” işine gömüldü. Anayasa tartışmalarına katılma konusunda tek bir olumlu adım atılmadı. Bu, geçen yıl yapılan hatanın bedelinin ağır olduğunu gösterdi. Tabii görmek isteyene.
SACAYAK
Bugünün Türkiye’sinde halka güvenmeyen, halkı tüm siyasi süreçlerin dışında tutmaya çabalayan, “Ayaklar baş olmaz!” diyen bir siyasi partinin kurduğu hükümetin demokrasiyi geliştirmesi mümkün değildir. Attığı “açılım” adımlarının çıkardığı gürültüden bile korkan ve asker-sivil bürokrasinin “Geriye çark!” komutuna uyarak, attığı utangaç adımları geri devşirmeye çalışan AKP demokrat, hatta özgürlükçü (liberal) bile değildir. AKP’nin hali böyleyken, hangi eski solcu-yeni liberal akıldane bizi AKP demokratik bir anayasa yapacağına inandırabilir? Suskun Kalan Alevi-Bektaşi Demokratik Dernekleri Ne var ki toplumda asker-sivil bürokrasi ile siyasetin kemikleşmiş kastları Anayasa tartışmaları adı altında birbirine daldı mı ortada halk muhalefeti için hem fırsat, hem de tehdit var demektir. Alevi-Bektaşiler açısından bugünkü tehdit iki yanı keskin bir kılıçtır. Bir yanda ruhunu devlete ve CHP’ye satmış, Kemalist-ırkçımilliyetçi-Türkçü-Kürt düşmanı fikirlere kapılmış olanlar, asker sivil bürokrasinin sultası zarar görmesin diye çabalıyor. Alevi-Bektaşileri AKP’nin temsil ettiğini öne sürdükleri “Şeriatçı tehdide karşı” bir koçbaşı olarak kullanmaya çalışıyorlar. “Yüksek yargı da giderse laiklik elden gider” diye höyküren nice Alevi “yazar” ortada. “Haydin Aleviler, koçbaşımız, kösemeniz olun!”; AKP’nin asker-sivil bürokrasinin sultasını azaltmasını önlemek adına, “laiklik ve demokrasiyi korumak için göreve” diyorlar. Kılıcın öteki yüzünde, CEM Vakfı gibi devlete yaranmaya ve AKP’li siyasetçilerle iyi geçinerek bu işlerden nemalanmaya çalışanlar var. Onlar, Alevi-Bektaşileri ılımlı İslam’a uygun, muhalefet etmeyen, direnmeyen, “cici Aleviler” olmaya ve AKP’nin ardında sıraya girmeye yönlendirmeye çalışıyorlar. Eski solcuözgürlükçülerin bir kısmının son dönemde, Alevi-Bektaşilerin önde gelen inanç önderlerini, ozanlarını, âşıklarını, sadıklarını AKP ile en azından bir yemekte olsun bir araya getirmek için çevirdikleri dolaplar, söyledikleri çocuk aldatmaz yalanlar, eğilip bükülmeler hâlâ akıllarda. Gözü milletvekilliğine odaklı, düşüncesiz ve kişiliksiz nice ünlü Alevi bu yoldan yürümeye devam ediyor. Peki, bu tehdit ve fırsat ortamında demokratik Alevi-Bektaşi hareketinin görevi nedir? Bu görev, halkın ilgisi anayasa-demokrasilaiklik gibi önemli siyasi konulara yoğunlaşmışken, işin doğrusunu anlatma, Alevi-Bektaşi halkı aydınlatmaktır. Her demokrat Alevi-Bektaşi örgütlerinden Anayasa konusunda fikir, öneri ve mücadele hedefi bekliyordu. Bu ortamın doğacağı aylar önceden belliydi, ama demokratik Alevi-Bektaşi hareketinin üst yöneticileri gözlerini önce Alevi partisi kurma çabasına dikti, ardından kongre “kazanma” işine gömüldü. Alevilerin ilgisi yoğunlaşmışken Anayasa tartışmalarına katılma konusunda tek bir olumlu adım atılmadı. Bu, geçen yıl yapılan hatanın bedelinin ağır olduğunu gösterdi. Tabii görmek isteyene. 13
SACAYAK
Sayı 11
Nasîrüddin Tûsî - Bölüm II
Nasîrüddin Tûsî’nin Oniki İmamcı Şiiliği ve Siyaset Anlayışı İsmail Kaygusuz
N
asîrüddin Tûsî’nin üstün zekâ ve us evreni için sadece bu eserler yeterli kanıt olamaz. Nasîrüddin Tûsî, Fahreddin Razi’ye karşı İbni Sina’yı savunur. Ayrıca son döneminde On İki İmamcı Şiiliğin düşünce ve inanç konularını Aristocu bir anlayışla sistemleştirdi. Yapılmış yorumları, incelemeleri içine alan iki bölümlük yetmiş kısımda (Fûsul) toplamıştır; bu bir çeşit tarih, analiz ve envanter oluşturuyor. Bilmeliyizki Nasîrüddin Tûsî, Şii düşüncesinin de “tanıtlayıcı kişiliği” olabilir.1 İbni Sina Aristoculuğunun On İki İmamcı inançla bütünleşmesi, Moğolların Irak’ı yakıp yıktıkları dönemde Nasîrüddin Tûsî ile başladı ve yüzyıllar boyunca sürdü. 16 ve 17. yüzyıllarda Safevi yönetimindeki İran’da özel çiçeklenmeye tanıklık edildi.2 Nasîrüddin Tûsî üç on yılını Nizarilerle geçirdi. Alamut’un Hülâgü tarafından yıkılmasından sonra, onun danışmanı olmuş ve Şiilerin gönüllü elçisi durumuna girmiştir. Yaşamının bu son dönemi On İki İmamcı Şii olarak geçmiştir. Ancak bazı Şii yazarlar onun bir zamanlar İsmaili olduğunu yadsırlar.3 Bu yadsıma, Nasîrüddin Tûsî’nin Hülâgü Han’ın (ö. 1265) hizmetine girdikten yeraltına girmek zorunda kalmış İsmaililikten uzaklaşarak Şiiliğe dönüşünden kaynaklanıyor denilebilir. Tûsî’nin tavsiyesi üzerine, son Alamut İmamı Hurşah’ın, kalenin yağmadan korunması için Moğollara teslim olduğu bilinmektedir. Bu yüzden bazı çağdaş İsmaili yazarlar onu, Moğol istilacılara yol gösteren ve Alamut İmamı’nı teslim olması için kandıran “şerefsiz ve ikiyüzlü” olmakla suçlamaktadırlar: Nasîrüddin Tûsî’nin odaklandığı felsefî ve bilimsel incelemelerin sürekliliğini sağlayabilecek yaşam koşullarına sahip olma tutkusunu, içinde yaşadığı toplumun inançsal, siyasal ve ahlâkî değerlerinin üzerinde tuttuğu ve fırsatçı olduğu ortadadır. Bu tür davranış biçimi o dönemlerde yaygın görülen, yadırganmayan, daha doğrusu ayıplanmayan bir durum gibi görünüyor. Astronomi, felsefe, edebiyat, matematik, tarih ve din alanında bilgin olarak tanınan kişilerin çalışmalarını ve emeklerini, karşılık olarak, korumalığı altında kendilerine rahat yaşam koşulları sunan yöneticilerin emrine verdikleri, onların adına kitaplar yazarak övgücülüğünü yaparlarken oldukça önemli yapıtlar bıraktıkları da çok iyi bilinir. 14
Mart-Nisan 2010
SACAYAK
Tûsî galibin yanında saray bilgini rolü oynadı, ama öte yandan bozkırdan gelmiş köylüleri terbiye etmeye-eğitmeye uğraştı. Yaşamının sonuna doğru Tûsî, yeniden çocukluğunun dini On İki İmamcı Şiiliğe bağlandı. Buna rağmen Tûsî 1274 yılında ölürken arkasında, İsmaililer ve tüm bâtınîler için “Teslimiyetin Bahçesi” Revdet-ül teslîm gibi bir yapıt bıraktı. Tûsî’nin 1259’da, yani Alamut’un yakılıp yıkılmasından iki yıl sonra, Hülâgü’yü ikna ederek Meraga’da kurduğu gözlemevinin, kısa bir zamanda 400 bin ciltlik kitaplığa sahip olur. Alamut’un dillere destan kütüphanesinin talanından, Moğol Hanı’nın başmabeyincisi ve tarihçi Cuveyni kadar Tusî’nin sorumludur. Bağdad’ın düşüşünden sonra kütüphanesinin kitaplarının buraya taşıttıdığı bilinmektedir. Ancak İmam’ı teslim olmaya ikna ederken, Hülâgü’yü işgalden vazgeçirmek için çaba harcamaması da düşündürücüdür. Ertesi yıl Hülâgü’nün danışman veziri olması onun işbirlikçiliğini ortaya koyuyor. Nasîrüddin Tûsî’nin işbirlikçiliği Mevlânâ Celâleddin’e benzerse de Moğol Hanları, komutanları ve valilerine övgüler düzmemiştir.4 Yıldızları gözleyerek gelecekten haber almaya çok önem veren Şaman inançlı Hülâgü’nün, müneccim olduğunu öğrendiği Nasîrüddin Tûsî’yi koruması altına alır. Tûsî, Konya ile ilişki içindeydi; Mevlânâ’nın çağdaşı ve dostu, Muhiddini Arabi’nin üvey oğlu Sadreddin Konevî (ö. 1275) ile mektuplaşmaktaydı. Ortak dostları İranlı astronom Kutbeddin Şirazi (ö. 1311) aracılığıyla mektuplaşmalarının konusu vahdet-i vücut (varlık birliği) düşüncesiydi. Konevî, Tûsî’nin karşıtı olarak, Tanrı’nın akıl yoluyla bilineceği düşüncesini reddetmekte, Tanrı’nın hakikatinin yalnızca kendisi tarafından bilineceğini öne sürerek filozofların tezlerini yadsımaktadır. Batıniliği döneminde İsmaili Aleviliğine yaptığı katkılarla bilinen Tusî, Şii inancına dönünce ömrünün son on beş yılında bu inancına da yapıtları ve yorumlarıyla “taze kan” vermiştir. Bu aşamada Nasirüddin Tûsî, felsefe konusunda Aristoteles’in etkisi altında gelişen İslâm felsefesi çığırına bağlıydı. Akıl ilkeleriyle Şii inançlarını bağdaştırmağa çalıştı. Ona göre, bir akıl varlığı olan insan, bütün davranış ve eylemlerinde akla uymalı, aklı kendine kılavuz edinmelidir. İnsanın uyması gereken bütün ahlâk ve eğitim kuralları akla dayanmalıdır. Onun ahlâk felsefesinin bir bölümünü eğitim konusundaki düşünceleri oluşturmaktadır. Ona göre çocuğun doğumundan itibaren ona uygun bir ad verilmeli, iyi bir sütanneye sahip olmalı ve yetişme döneminde kötü huy edineceği ortamlardan korunmalıdır. Bu süreçte ona aklını kullanmasını ve akıl yoluyla elde edilen erdemleri sevmesini öğretmeli. Arzularına hâkim olmanın ve kendini tutmanın bir erdem olarak öğretilmesi gerekir. Bundan sonra da çocuk hangi sanata ya da konuya karşı yetenekli ise ona yönlendirilmeli ve özendirilmelidir.. 15
SACAYAK
Sayı 11
Nasirüddin Tûsî’nin üstünde durduğu meseleler arasında Tanrı’nın birliği (tevhid), din ahlâkı, insanın insana karşı doğrulukla davranması, adalet, imamlık ve peygamberlik, âhiret, ölümden sonra dirilme gibi konular vardır; Tûsî, ölümden sonra dirilmeye inanır. Tûsî’nin dinsel, toplumsal ve siyasal görüşü konusunda Erciyes Üniversitesi İlahiyat Doçentlerinden Dr. A. Vahap Taştan’ın “Nasreddin Tûsî: Hayatı, Eserleri, Din ve Toplum Görüşü” isimli makalesinde özellikle Azeri yazarlardan yararlanarak derlediği bilgileri kendi yorumlarıyla aşağıdaki şekilde sunmaktadır: “Şüphesiz ki Tûsî, İmamlık kurumunu ve masum imamın vasıflarını felsefi açıdan ele alan eserler yazmış. … Bununla birlikte yeniden canlandırıcı ve uzlaştırıcı tavrı onu SünniŞii çekişmesinin bir bakıma dışında tutmuştur denilebilir.5 Örneğin, felsefe ve kelâma dair Tecrid adlı eseri Sünni medreselerin de klâsik kitapları arasında yer almıştır. Metafizik problemlerle de yakından ilgilenen Tûsî, Allah’ın varlığı hususunda rasyonel ispat usullerinin yetersiz kaldığını ileri sürer. Ona göre, Allah kozmik mantığın a priori, temel, zorunlu ve apaçık ilkesidir ve O’nun varlığı ispat edilmekten çok zorunlu olarak kabul edilir. Ahlâki hayatın tetkikinden de benzer bir sonuca ulaşır ve modern çağda Kant’ın yaptığı gibi, Allah’ın varlığını ahlâkın temel bir önermesi olarak görür. Yoktan yaratma ile ilgili olarak, İsmaililer döneminde yazmış olduğu Tasavvurat’ında âlemin, onu ikmal eden Allah’ın kudretiyle birlikte ezeli, fakat kendi hakikati ve kudreti bakımından yaratılmış olduğuna işaret eder. Daha sonra yazılmış olan metafizikle ilgili meşhur eseri Fusul’de yukarıdaki görüşünü bütünüyle terkeder ve hiçbir itiraz kaydı koymaksızın Ehli Sünnet akaidinin yoktan yaratma öğretisini destekler. Ölümden sonra dirilme problemiyle ilgili olarak cismani haşri kabul etmekle Meşşai filozoflarından tamamen farklı düşünen Tûsî, irade hürriyetine büyük önem verir, peygamberlik ve manevi liderliğin (İmamet) gerekliliğini savunur.6 Tûsî, dini toplumlar için gerekli bir kurum olarak görür. O, insanı yaratıcısıyla, kendisiyle, toplumsal ve ekolojik çevresiyle ve hatta tüm evrenle bir uyum süreci içinde olgunluğa eriştirmek çabasındadır. … Tûsî, Ahlâk-ı Nasiri’nin üçüncü makalesini sosyo-ekonomik ve siyasi problemlere ayırmıştır. Makale hayatta karşılaşılan değişmeleri ele alarak başlar ve bu değişikliklerin gelişmeye sebep olması için işbölümüne ihtiyaç olduğunu vurgular. İşbölümünün toplumsal yaşam için gerekliliğini temellendirdikten sonra Tûsî, şöyle yazar: 16
Mart-Nisan 2010
SACAYAK
‘İnsan cinsi ise çalışmadan yaşayamayacağından çalışma yardımsız, yardım ise birleşmeksizin olmaz.’ İşbirliği ve yardımlaşmayı temin, üretim sürecinde ferdiyetçilik ve keşmekeşliğe yol açmamak için belli tedbirler almaya ihtiyaç doğar ki, Tûsî’nin ifadesi ile bu tedbirlere siyaset adı verilir. ... Tûsî, Aristoteles’e dayanarak siyaseti dört şekilde ele alır: ‘Ülke, zafer, şeref ve toplum siyaseti.’ Ülke siyasetini, ‘siyasetlerin siyaseti’ olarak adlandırır...” İnsan davranışının genel kriterleri üzerinde yoğunlaşan Tûsî’nin Ahlâk-ı Nasîri’de … teori (nazari hikmet) ve pratik (ameli hikmet) birlikte gider. Nazari hikmete, felsefe ve ilâhiyat; ameli hikmete ise ahlâkın olgunlaştırılması, ev yönetimi kuralları ve şehir yönetimi siyasetini dâhil eder. … Tûsî’nin dünya görüşünde insan merkezi bir yer tutar. Çalışmalarında insani davranışın temel kriterlerini belirlemeye çalışır. ... İdeal insan, aile ve toplum problemlerini ele alır ve toplumların birey, aile, devlet gibi unsurlarını ve diğer toplumsal alt birimlerin temel yapılarını çözümleme yoluna gider. Tûsî’nin dünya görüşünün temel dayanağı bilimdir. Onun fikirlerini günümüze taşıyan en önemli yanı da olaylar karşısındaki bu bilimsel tutum ve yaklaşımı olmuştur.”7 NOTLAR: 1 2 3 4 5 6
7
Henry Corbin, Histoire de la Philosophie Islamique, Paris, 1986, s. 437-39. Henry Corbin, En Islam Iranien, Vol. 4-7, Paris, Gallimard, 1971-2; Aktaran Dimitri Gutas, Greek Thought Arabic Culture, London-New York, 1998, s. 172-173. F. Daftary, Agy, s.409 Mevlânâ’nın bu bağlamda bazı mektupları için bkz. İ. Kaygusuz, Anadolu Bilgeleri, Su Yayınları, İstanbul, 2005, s. 95-112. Bizce ‘Şii kelâmında önemli bir yer tutan görüşleriyle’ ve bu tartışmaların galibi olarak bu çekişmenin tam içindeydi. Makale yazarının “İmamlığı zorunlu kılan” inancın ehli Sünnet kurallarıyla çelişkisinin farkında olarak, Bahtiyar Hüseyin Sıddıki’nin “Nasûriddin Tûsî” adlı eserinden aldığı bu görüşlere eleştirel yaklaşması gerekirdi. Dr. A. Vahap Taştan, “Nasreddin Tûsî: Hayatı, Eserleri, Din ve Toplum Görüşü” makalesinde <sbe.erciyes.edu.tr/dergi/sayi_11> ileri sürdüğü bu görüşlerin büyük çoğunluğunu aşağıdaki eserlerden alıntılamıştır: Rızayev, Ağababa, Nasreddin Tûsî: Hayatı, İlmi, Dünya Görüşü, Bakü 1996; Nasireddin-i Tûsî, Ahlâk-ı Nasiri, Çev. Rahmi Sultanov, Bakü 1980; G. M. Wickens, The Nasiren Ethics by Nasir adDin Tûsî, London 1964; Bahtiyar Hüseyin Sıddıki, Nasîrüddin Tûsî, Çev. Kasım Turhan; İslam Düşüncesi Tarihi (Ed. M. M. Şerif), c. 2, İstanbul 1990; Hilmi Z. Ülken, İslam Felsefesi, İstanbul 1983. Ayrıca Dr. Taştan, Ahlâk-ı Nasîri’nin Türkçeye çevrilmemiş olmasından haklı olarak yakınırken, bu boşluğu doldurmak için H. Nazlıgül ile birlikte, Rahim Sultanov’un Farsça’dan Azerbaycan diline çevirmiş olduğu bu eseri notlarla birlikte Türkçeye aktardıklarını ve basılmakta olduğuna dair güzel bir haber vermektedir.
17
SACAYAK
Sayı 11
Toplumu Sindirme Politikasının Adı:
Gazi Katliamı Ergin Doğru
G
AZİ KATLİAMI, tarihteki diğer katliamlar gibi bilinçli bir politikanın ürünüdür. [...] 90’lı yıllarda Kürt özgürlük hareketinin önlenemez yükselişi ve kitleselleşmesi, egemenleri ürkütmeye yetmiştir. Kürt hareketinin giderek halklaşması ve büyümesi batı metropollerinde de karşılığını bulmaya başlamıştı. 89 baharındaki maden işçileriyle başlayan süreç, kitlesel bir işçi hareketlenmesine sahip olmuştu. Sadece işçi hareketi değil, öğrenciler de ayağa kalkmış ve var olan statükoculuğu kabul etmeyeceğini söylüyorlardı. Kürt hareketinin batı metropollerinde özellikle varoşlarda halkla buluşması egemenlerin dikkatinden kaçmamıştı. Kürtler, Aleviler, işçiler, öğrenciler devleti kökünden sarsmaya ve kutsal devlet anlayışını sorgulamaya başlamışlardı. Devletin tüm şiddet ve katliam politikalarına rağmen kitle kabarışının önüne geçmek mümkün olamamıştı. Bölgedeki şiddet politikaları, cezaevlerindeki vahşetler ve Sivas Katliamı, halktaki mücadele azmini önlemeye yetmemişti. Tüm bu uygulamalara rağmen sonuç alınamayınca devlet katında yeni bir konsept geliştirilmeye başlandı. Demirel, Çiller, Güreş ve Ağarlarla beraber gelişen yeni konseptin adı “topyekun savaş”tı. Başbakan elindeki listelerden bahsedip infazlara başlarken, Ağar “bin operasyondan” bahsediyordu. Çok kanlı geçen bu süreçte devlet içerisindeki çeteleşme en üst düzeye çıkmıştı. Toplumun demokratik direnişini, karşı kirli savaş yöntemleriyle önlemeye çalışan egemenler, Sivas Katliamı’yla Kızılbaş-Alevilerle Kürt özgürlük hareketinin buluşmasını önlemeye çalışmıştır. 1995 yılına gelindiğinde bu katliam tutmamış, Kürt hareketi daha da kitleselleşerek Türkiye’nin yoksul varoşlarında her geçen gün varlığını büyütmüş, egemenlerin kirli savaş politikalarını teşhir etmişti. [...] Topyekûn savaş konsepti içerisinde sokak infazları ile başlayan katliamlar daha büyük operasyonların işaretini veriyordu. Kürt özgürlük hareketinin Türkiyeli devrimci dinamiklerle buluştuğu alanlarda yapılacak bir katliam çok yönlü çıkar sağlıyordu. Bunun için de Susurluk’ta açığa çıkan çete tüm gücüyle devreye konuldu. Katliam İçin Seçilen Hedef: Gazi Mahallesi Gazi Mahallesi Kürtlerin ve Anadolu yoksullarının iç içe yaşadığı bir semtti. Köyleri yakıldığı için veya yargısız infazlardan kaçarak buraya gelen Kürtlerin ve devletin her dönem tehdit ve tehlike gördüğü Alevilerin yoğun yaşadığı Gazi Mahallesi, bu planlar için uygun bir yerdi. Gazi Mahallesi’nin diğer bir özelliği ise devrimci potansiyeliydi. Mahallenin yapısından kaynaklı olarak devrimci yapıların rahat örgütlendiği Gazi, uzun süredir devletin hedefindeydi. 18
Özgür Demokratik Alevi Hareketi’nden Ergin Doğru canın bu yazısını kısaltarak yayınlıyoruz..
Toplumun demokratik direnişini, karşı kirli savaş yöntemleriyle önlemeye çalışan egemenler, Sivas Katliamı’yla KızılbaşAlevilerle Kürt özgürlük hareketinin buluşmasını önlemeye çalışmıştır.
Mart-Nisan 2010
Bugün toplum, Gazi Katliamı’yla yüzleşmek için her zamankinden daha istekli ve bilinçlidir. Yapılması gereken, bir yüzleşme ve vicdan hareketi oluşturmak için harekete geçmektir. Yoksa yüreğimizin bir yanı her zamanki gibi kanamaya devam edecek; ama hiçbir zaman bu yara kapanmayacak.
SACAYAK
Çeşitli provokasyon ve baskılarla Gazi halkı yıldırılmaya çalışılsa da halk baskılara karşı direnmişti. Topyekûn savaş konseptinin bir parçası olarak başlatılan çalışmalarda ilk etapta Susurlukçuların Gazi Mahallesi çevresinde cirit attıkları daha sonra tespit edilecekti. Katliam Başlıyor Gazi’de Alevilerin gittiği üç kahvehane, 12 Mart 1995 gecesi otomatik silahlarla tarandı. Kahvehanelerden birinde Alevi dedesi Halil Kaya öldü ve yirmi kişi yaralandı. Saldırganlar olay yerinden uzaklaştıktan sonra gasp ettikleri taksinin şoförünü boğazını keserek öldürdü, taksiyi yaktı ve kaçtı. Olayların ardından çok sayıda Alevi toplandı ve polis karakoluna yürüdü. Polis ile halk arasında çatışmalar sabaha kadar devam etti. Çatışmalarda polisin açtığı ateşle bir kişi öldü, çok kişi de yaralandı. 13 Mart toplanan ve karakoluna yürüyüşe geçen halka polisin ateş açması sonucu 15 kişi öldü, birçok kişi yaralandı. Yaşanan vahşete rağmen halk baskılara boyun eğmiyor ve direniyordu. Bölgeye asker çağrıldı, üç mahallede sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Barikatlar kurarak direnen halk, katliamın sorumlularının yargılanacağının garantisini istiyordu. 14 Mart günü olaylar Ankara’ya sıçradı. Gazi Mahallesi, polis ve asker işgali altında önceki günlere nispeten sakin bir gün geçirirken, Ankara Kızılay Meydanı’nda çıkan olaylarda 36 kişi yaralandı. 15 Mart’ta ise Ümraniye Mustafa Kemal (1 Mayıs) Mahallesi’nde protesto için toplananlara polisin açtığı ateş sonucu dört kişi öldü, 20’den fazla kişi yaralandı. Yapılan otopside, ölen 17 kişiden yedisinin polis mermisiyle hayatını kaybettiği belirlendi. Savcılığın yirmi polis hakkında “müdafaa ve zaruret sınırını aşarak faili belli olmayacak şekilde öldürmek” iddiasıyla dava açıldı. Skandal Yargı İstanbul’da açılan dava, “güvenlik” gerekçesiyle Trabzon’da görüldü. 11 Eylül 1995’te başlayan dava süreci, 3 Mart 2000 tarihinde karara bağlandı. Bir polis dört kişiyi öldürmekten 6 yıl 8 ay, bir başkası iki kişiyi öldürmekten 3 yıl 9 ay hapse mahkum edildi ve cezaları ertelendi. Diğer sanık polisler beraat etti. Yargıtay mahkûm edilen polisler hakkındaki kararı “suçun net olmaması” gerekçesiyle bozdu. Dava Trabzon’da tekrar görülmeye başladığında, ölen vatandaşların yakınları davadan çekildi. Mahkeme, Albayrak ve Gündoğdu’ya bu kez toplam 4 yıl 3 ay hapse mahkûm etti. Kararın Yargıtay tarafından 2002’de onaylanması üzerine ölenlerin yakınlarından 22’si davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşıdı. 2005’te açıklanan AİHM kararıyla Türkiye, mahkum edildi. Mahkeme Gazi Mahallesi’nde hayatını kaybeden on iki kişi ile Ümraniye’de ölen beş vatandaşın ailelerine tazminat ödenmesi19
SACAYAK
Sayı 11
ne karar verdi. Olaylarda yaşamını yitiren on yedi kişi için ayrı ayrı Ergenekon otuz bin avro tazminat verilmesine hükmeden mahkeme, Türkiye’yi davasının ikinci 510 bin avro tazminat ödemeye mahkûm etti. Gazi Katliamı ve Ergenekon Gazi olaylarının üzerinden 15 yıl geçti. Olayların sorumluları “sır” değildi; ama bir türlü açığa çıkarılmadı… Gazi Mahallesi’nde katliam yapmak isteyenlerin amacı, sadece üç güne yayılan bir olaylar zinciri yaratmak değildi. Emniyet yetkililerinin tutumu, katliamcı provokatörlerin yapmak istediklerini tamamlarcasına, ateşi daha da harlandırmak tutumuydu. Bir yandan sükûnet çağrıları yapılırken bir yandan katliam sürdürüldü. Katliamın sonucunda ise sorumlular yerine katliamın mağdurları ve devrimciler yargılanarak hedef saptırılmaya çalışıldı. Yargı süreci, adaletin ötesinde egemenlerin, yalanlarına kılıf uydurmalarının bir aracıydı. Hukuk ve adalet yok edilmişti, yargı süreci hayatını kaybedenlerin yakınlarının ve kamuoyunun vicdanını tatmin etmekten çok uzaktı. Dahası, rencide edici bir “yargı” hükmü ortaya çıkmıştı. Türkiye AİHM’de mahkûm oldu. Ama olayın sorumlularını açığa çıkarmak, yargılamak, mahkûm etmek yönünde bugüne kadar herhangi bir irade halen sergilenmedi. Ergenekon davasının ikinci iddianamesinde, Gazi ve Sivas olaylarının Ergenekon’la bağlantılı olduğu iddiasına yer verilmesi ise katliamları yaşayanların iddiası olan “planlı bilinçli bir şekilde devlet tarafından” yapıldığı iddiasının hiç de yabana atılır olmadığı gerçeğini bir kez daha açığa çıkarmıştı. Sadece Ergenekon davasında değil, Susurluk yargılamaları sırasında yargılanan sanıkların katliam günü Gazi Mahallesi civarında görüldüklerine dair güçlü kanıtlar hep görmezden gelindi. Tıpkı Sivas’ta ve diğer katliamlardaki devlet görevlileri ile ilişkilerinde olduğu gibi. Kim bilir belki de hiç bitmeyen “devlet sırları” ya da Ağar’ın “bin operasyonundan” birinin adıydı Gazi Katliamı. Gazi Katliamı’nın bütün yönleriyle aydınlatılması, sadece bu olayın aydınlatılması anlamına gelmeyecektir. Bu, diğer katliamların da aydınlatılması ve yüzleşme sağlanması için bir fırsat yaratabilir. Egemenlerin halka yaşattıkları ile yüzleşmek, demokratik bir gelecek ve toplum yaratabilmenin önkoşuludur. Geçmişi karanlık, katliamlarla dolu olan bir ülke gerçekliğinden kurtulmak için Gazi Katliamı’nın on beşinci yıl dönümü vesile olabilir. Toplumsal barışı sağlamanın yolu ancak bu karanlıklardan kurtulmakla mümkündür. O yüzden katliamların üstünün örtülmesine izin vermeden, yeniden yargılanmalarını sağlamak gerekiyor. Bugün toplum, Gazi Katliamı’yla yüzleşmek için her zamankinden daha istekli ve bilinçlidir. Yapılması gereken, bir yüzleşme ve vicdan hareketi oluşturmak için harekete geçmektir. Bunu sağlayamadığımız müddetçe yüreğimizin bir yanı her zamanki gibi kanamaya devam edecek; ama hiçbir zaman bu yara kapanmayacak. 20
iddianamesinde, Gazi ve Sivas olaylarının Ergenekon’la bağlantılı olduğu iddiasına yer verilmesi katliamları yaşayanların iddiası olan “planlı bilinçli bir şekilde devlet tarafından” yapıldığı iddiasının hiç de yabana atılır olmadığı gerçeğini bir kez daha açığa çıkarmıştı.
Mart-Nisan 2010
SACAYAK
Dikkat!… Davit Durak Arslan
D
EVLET Bakanı Sayın Faruk Çelik, Alevi çalıştayları çerçevesinde Avrupa’da misafirimiz olacak. Bizler elbetteki hem Anadolulu Alevilere, hem de Avrupalı Alevilere yakışır bir ev sahipliğiyle kendisini ağırlayacağız. Otomobiliniz ile seyrederken önünüze çıkan, üzerinde “Dikkat!” yazılı levhaların en uyarıcısı, tren geçitleri öncesi ikaz levhasıdır. Avrupa ülkelerindeki tren geçitlerinde, “Dikkat” levhasının hemen altında şu ek açıklama bulunur; “Bir tren, bir başka treni gizleyebilir” Bu ek uyarı ile görünen tren geçip gitse bile, ikincisinin henüz geçmekte olduğu bilinciyle hareket ederek, öbür trenin altında ezilmekten kurtulursunuz. Doğal olarak refleksiniz de buna göre şekillenir. Alevi açılımı çerçevesinde, bir seri Alevi çalıştayları yapıldı. Şimdiyse sıra, Devlet Bakanı Sayın Faruk Çelik’in, Avrupalı Alevi kurumlarını, başka kişi ve kurumları ziyaret turunda. Bu tur da tamamlandıktan sonra, dağ doğuracak! Doğacak yavrunun cinsiyeti, boyu, kilosu şimdiden belli. Doğacak çocuk ne olursa olsun, yeter ki sağlıklı olsun. Hayırlı bir evlat olsun temennisi hepimizin ortak duygusudur. Aleviler ile Hükümet Aynı Duyguları Paylaşıyor mu?
Dikkat! Bu çalıştaylar Alevi talepleri üzerinden, Sünni hükümetin adaletsizlik uçurumunu derinleştirmesine yarayabilir. Bu açılımın çalıştay sonuçları, Aleviler için çıkışı imkânsız bir yeni kapan’ın açılımı olabilir.
Bu çalıştayı yürüten siyasi partinin çoğunlukta olduğu TC Millet Meclisinde, evrensel hak çerçevesine giren Alevi haklarının verilmesi için sunulan yasa tasarılarını, oy birliğiyle reddeden bir hükümetin duygu birliğinden söz ediyorum. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin, Türkiye’deki zorunlu din dersi uygulamasını mahkûm etmesine rağmen, Alevi öğrencilere haksızlığın davam etmesinde, ısrarcı bir hükümetin bırakın duyguyu, adaletsizliğinden söz ediyorum. Aynı hükümet, Alevilerin haklarını vermek üzere bir çalışma yürütüyor ve bu hakların neler olduğunu anlamaya çalışıyor! Hükümetin Alevileri anlaması için, aynı dili konuşması yetmeeez… Aynı duyguları paylaşması gerekir. Duygudaşlık yoksa o zaman bu işin içinde bir başka iş var demektir! O zaman, Dikkat! Bir tren başka bir treni gizleyebilir! Dikkat! Bu çalıştaylar Alevi talepleri üzerinden, Sünni hükümetin adaletsizlik uçurumunu derinleştirmesine yarayabilir. Bu açılımın çalıştay sonuçları, Aleviler için çıkışı imkânsız bir yeni kapan’ın açılımı olabilir. Kim hangi duyguyu taşırsa taşısın, hangi hedefe yürürse yürüsün, hangi hesap ve tuzak içinde olursa olsun, o onların sorunudur. Onları duygularıyla, hedefleriyle, hesap ve tuzaklarıyla başbaşa bırakmak ise, Alevilerin sorumluluğudur. Bu da, tamamen Alevi kurum ve önde gidenlerinin duruşuna bağlıdır. 21
SACAYAK
Sayı 11
Bu duruşun yolu ise, Alevilerin Serçeşme’de toplanıp kendi çalıştaylarını kendileri yaparak, kendi içinde rızalık alarak, çalıştay sonuç raporunu hükümete, muhalefete, Meclise, basına, kamuoyuna ve Avrupa Parlamentosuna deklare etmesinden geçer. Bu vesileyle, hükümet içindeki iyi niyetli Milletvekili ve Bakanlara da bir gerçeği göstermek ve bir görevi hatırlatmak yerinde olur. Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, çiçeği burnunda seçildikten hemen sonra, Strasbourg’da verdiği resepsiyonda yaptığı konuşmayı alkışlayan kişilerle, insani taleplerimizi kendisine sıraladığımız bir anda, bize sözlü ve fiziki saldırıda bulunanlar aynı kişilerdi. Mevcut hükümetin nasıl bir zemin üzerinde yükseldiğini ve durduğunu orada da gördük ve biliyoruz. Bizim hükümete tavsiyemiz, Alevi çalıştayını Alevilerin kendilerine bırakarak, çıkacak sonuca göre gereğini yerine getirmenin koşullarını yaratmaktır. Tersine, acilen Sünni çalıştaylarını başlatmalıdır. Üzerinde yükseldiği zemini merkez seçerek sorunları tersten çözme girişimi yerine, evrensel değerleri merkez seçerek, Sünni tabanını analiz etmeli, eğitmeli ve çağdaş normlara yükseltmelidir. Sayın Bakan Faruk Çelik’in niyeti iyi de olsa, bu gerçeği görmeli, ona göre hareket etmeli. Dikkat!… etmemizi gerektiren konunun özü budur. Dikkat’inize.
Bizim hükümete tavsiyemiz, acilen Sünni çalıştaylarını başlatmalıdır. Üzerinde yükseldiği zemini merkez seçerek sorunları tersten çözme girişimi yerine, evrensel değerleri merkez seçerek, Sünni tabanını analiz etmeli, eğitmeli ve çağdaş normlara yükseltmelidir.
Strasbourg, 17 Şubat 2010 İnsanlığın Güzel Emektarları
Âşıklar ve Ozanlar Aynur Haşhaş
K
ISACA âşık ve ozan kime denir, hangi vasıflara sahip olmalıdır diye başlamakta fayda var. Âşık; ilk önce usta malı dediğimiz, kendi döneminden önceki âşıklara, ozanlara ait eserleri bilen, kendi eserleriyle birlikte bulunduğu döneme ve sonrasına taşıyan, toplumun maneviyatına ışık olan (sevgi, ölüm, doğum, afet, vs. gibi) çalıp söyleyen kişidir. Ozan; ustalardan el alan, çalıp söyleyen, yazan, toplumun bütün sorunlarına tercüman olan, insanlığı bilgilendiren, toplumun önünde düşünen karanlık bütün noktaları sorgulayan, güzellikleri toplumla kurmaya çalışan, eylem insanı olma özelliğine sahip kişidir. Âşıklık geleneği Anadolu’da güçlü temsilcileriyle günümüze kadar yaşamıştır. Karacaoğlan’dan Köroğlu’na, Âşık Ali İzzet’e, Âşık Veysel’e, Davut Sulari’ye, Âşık Daimi’ye, Güzide Analara, Şehriban Bacılara… Ozanlık geleneği ise bulundukları bölgelerden misyonerlikle Anadolu’da güçlü temsilcilerle günümüze kadar yürüme22
Aynur Haşhaş ve Dertli Divani Kısas Lisesi Konserinde, 2009
Mart-Nisan 2010
yi başarmıştır. Seyit Nesimi’den Şah Hatayi’ye, Yunus Emre’ye, Pir Sultan Abdal’a, Dadaloğlu’na, Melûli’ye, Âşık Mahzuni’ye… Âşıklar ve ozanlar; her daim, zamanın hangi diliminde dünyaya misafir olurlarsa olsunlar, insanca yaşamı kendilerine ilke edinmişler ve insanlığı da bu noktada aydınlatmak için bir nefer gibi yılmadan dolaşmışlardır. Onlar yeryüzünün gezgin dervişleridir. Dünyanın hangi coğrafyasında yaşarlarsa yaşasınlar, hangi ırka, inanca ait olurlarsa olsunlar, hiçbir ayrım gözetmeksizin sadece insanlığa adanmış yaşamlar sürerler. Âşıkların, ozanların dili, dini, ırkı yoktur. Tek inandıkları insan, doğa, sevgi üçlemesidir. Çünkü bütün gönül gözü açık, akılla hareket eden insanlar yaşama dair tek yolun sevgi Kâbe’sini tavaf etmekten geçtiğini bilirler. Âşık Hüdai’nin dediği gibi; “Sevgi bizim dinimizdir, başka dine inanmayız” ve “Benim Kâbe’m insandır” ilkesiyle hareket ederler. Âşıklar ve ozanlar her daim beraber yürürler. Toplumun her ikisine de ihtiyacı vardır. Aşığı ve ozanı olmayan toplumlar karanlıkta kalmaya mahkûmdur; âşık ve ozan “ışık”tır. Her karanlıktan sızan küçük bir ışık bile aydınlıklara gebedir. Ve insanoğlu aydınlıkta insan olmanın kutsallığını yaşar. Karanlıklar insanı insanlıktan çıkartır. Dünyanın neresinde olursa olsun o topluma ait söylenen her türkü, her şiir “insanı insan” yapar. Türküleri, şiirleri yazanlar, söyleyenler, taşıyanlar, kaynak olanlar her dönem devinimlerini sürdürür ve asla ölmezler. Âşıklar ve ozanlar hiçbir dönem sisteme ait olamazlar. O sistemde zulüm var ise zalimin yanında duramazlar. Daima ezilenden, horlanandan yana olmalıdırlar. Halkın sözcüsü, gözü, kulağı, dilidirler. Özgür ve bağımsız ruhuyla hareket etme-
SACAYAK lidirler. Çünkü onları âşık, ozan yapan bu ruhlarıdır. Ve ozanlara ve âşıklara bireyci benlik egolarla sahiplenilemez. Belden gelen varislerle temsil edilemez. Çünkü âşıklar ve ozanlar arı duru, dünyevi egolardan yoksun insan-ı kâmil mertebesindedirler. Dolayısıyla kişilikleri ve eserleriyle halka mal olmuşlardır. Yani anonimlerdir. Günümüze gelindiğinde ise; insanın ve insana dair her şeyin içinin boşaltıldığı gibi âşıklık ve ozanlık geleneği de sekteye uğramıştır. Âşıklık ve ozanlık geleneğinde o mertebeye ulaşan kişiler kendilerinden önceki dönemlerde yaşamış ustalara saygı duymalıdırlar, tanımalıdırlar, bilmelidirler. Çağdaş âşık ve ozanlarla yoldaş olmalıdırlar ki geleneğin halkalarından biri olup geçmişi güne, günü günde doğru yaşayıp gelecekte de güçlü halkalar oluşmasında katkısı olsun. Yapılan çalışmalar gösteriyor ki günümüzde âşıklık ve ozanlık ruhuna sahip, geleneği sürdüren kişiler yok denecek kadar azlardır. Günümüzde artık birkaç söz müzik yazan, çalıp söyleyen, kendi adının önüne âşık, ozan sıfatı vererek tüccarlığın boyutlarını bir hayli aşmışlar, yüzyıllar önce yaşamış âşıkların ozanların söz ve müziklerini ya da anonimleşmiş söz ve müzikleri kendilerine mal etmekten kaçınmıyorlar. Yani emek hırsızlığı yapıyorlar. Lakin bir gerçek var ki kalıcı olan yolun gerçek yolcularıdır. Yoldan sapanlar zaten yol düşkünüdürler. Geçici var olanlar, onlara geçmiş olsun. Âşık ve ozan olamazlar. Halk kendi rehberlerini bilir ve itikadı tamdır. Yoksa ikrar verdiğimiz ozanlar, âşıklar günümüze kadar nasıl yaşatılırdı? Güçlü ışık yayanları halk asla unutmaz. Kuşaktan kuşağa aktarmanın asil göreviyle kutsanmış aşığı ve ozanıyla yürüyen aydınlık halka da aşk olsun… 23
SACAYAK
Sayı 11
Kutsal Üretim ve Doğuş:
Hızır Günleri Haşim Kutlu
H
ALLAC-I MANSUR’un Dar-ı Mansur meydanına alınması, kutsal Newroz’dan (Nevruz=Nuroj) sadece üç gün sonradır. Üç gün önce Newroz şenlikleri henüz başladığında, kimi rivayetlere göre dostu Şıblî’ye, “Bizim Newrozumuz ne zaman?” diye sormuştu. Her yıl yinelenen bir yeniden kutsal doğuş anlamının meydan tutması ise Newroz, doğaldır ki, Mansur böylece, bir yeniden doğuş hali içinde, Hak ve Hakikate yolculuğu için doğuşun kapısına ne zaman geleceklerini sormuş oluyordu dostuna. Nesimi’nin kaç kuşak sonra aynı meydanda saf tutarken dillendirdiği üzere; “Mansur enel hak söyledi / Haktır sözü hak söyledi” sözündeki bilgi süreği, bizde hep “Enel Hak” dediği için Mansur dar’ edildi anlayışı hâkim olageldi. “Enel Hak” ve Mansur adeta kaç asırlık belleğimizde hep aynı şeydir, aynı isimdir. Bilmem kaç asırlık belleğimizde böylece yer etmesi makâmın yüceliğindendir, gerçekliğin böyle oluşundan değil. Mansur, savunusunu üstlendiği üç temel konu için Abbasi şeriat mahkemesinde, sekiz yıllık zindan süreci boyunca yargılanmış ve sonunda idam edilmiştir. Bunlardan birincisi, Abbasi Halifeliği’ne başkaldırı halindeki (Daylem ve Karmati) Batıni örgütlenmelerine akıl hocalığı yaptığı, yani güncel deyimle “teröristlerle işbirliği” yaptığı; ikincisi, “Toplumsal Ortaklığı” savunduğu; üçüncüsü, en netameli bir düşünce, bu ölçüde de açıktan anlaşılması, bir başka deyimle herkesin kolayca anlaması mümkün gözükmeyen bir düşünceyi açıktan ve alenen savunuyor olmasıdır ki bu düşünce ise, herkesin her vesileyle “lanetlemesine” neden olan İblis’i yüceltmesi ve övmesi düşüncesidir. “Enel Hak” demesi ise, onun düşünsel evriminin zirvesidir. Kemâlatının doruğudur “Enel Hak” ve bir sonuçtur. Araştırmacılar, Mansur’un bilinen 49 eserinden söz ederler; bu eserlerin hiçbirinde, düşünsel akışın yönü, belki bu evrim kapısına doğrudur, ama henüz bu kapıda değildir. O bu evrimini, zindan sürecinde geçirmiştir kanımca ve biz buna vakıf değiliz, hiç kimse de olamamıştır zaten. Bu yazımda konum Hızır Meydanı idi, ama konuya uzun bir Mansur anlatımıyla başladım. Aslında yazmağa başlarken her nedense Mansur’un bir anlatımı aklıma geldi. Doğrudan onu belirtebilir ve asıl konuma girerdim ne ki, Mansur ile ilgili belirteceklerimi de ören kimi bilgileri de aktarmak geldi içimden, ben de öyle yaptım. Mansur’un her nasılsa günümüze kalabilmiş tek bir eseri var. Tavasin adını taşıyan manzum eserinin bir yerinde İblis’ten söz eder. “Ezel ve İltibas Tâsîni” başlığını koyduğu bölümün bir yerinde İblis ile Musa’yı karşılaştırır ve konuşturur: 24
Mansur, üç temel konu için şeriat mahkemesinde, yargılanmış ve idam edilmiştir. Birincisi, Abbasi Halifeliği’ne başkaldırı halindeki Batıni örgütlenmelerine akıl hocalığı yapması; ikincisi, “Toplumsal Ortaklığı” savunması; üçüncüsü ise, İblis’i yüceltme ve övmesidir. “Enel Hak” demesi ise, onun düşünsel evriminin zirvesidir.
SACAYAK
Mart-Nisan 2010
Halifelik fermanıyla üç asır boyunca ne adından, ne eserlerinden ne de düşüncelerinden söz edilmesinin yasaklanmasına karşın, Kızılbaşların ve Ezidilerin meydanında Mansur’un makam sahibi olması boşuna değildir, tesadüf de değildir.
“Mûsa sordu: ‘Onu hâlâ hatırlar, anar mısın?’ Şöyle cevap verdi İblis: ‘Ey Mûsa, oluşturduğu olayla birlikte yaratılan düşünce, hatırlanamaz. Aynı anda hem ben anılıyorum, hem O. ‘Zikri zikrim, zikrim zikri, aynıyız Birbirini anan beraberleriz’” Evrensel dişil kuvvetin, cismani olarak tekmil dişilerin ve bu arada tabii ki kadınların, erkek hükümranlığının, onun devlet olarak örgütlü bir düzey kazanmasının, erkekleşen, eşsiz ve benzersizliğiyle sürece damga vuran, asla ortak kabul etmez Rab Allah karşısında, eril ve dişilin birlikteliğini, uyum ve ahengini, toplumsallığın bu zeminde olmasını dileyen Mansur’un, günün anlayış ve anlatım tekniğine uygun olarak dillendirişidir bu. İblis, evrensel olumlu ile olumsuz, pozitif ile negatif öğelerin karşılıklı duruşunda negatif öğenin temsili dışında, bu tarihsel ve toplumsal düşüşün simgesel metaforudur. Bu bağlamda, halifelik fermanıyla üç asır boyunca ne adından, ne eserlerinden ne de düşüncelerinden söz edilmesinin yasaklanmasına karşın, Kızılbaşların ve Ezidilerin meydanında Mansur’un makam sahibi olması boşuna değildir, tesadüf de değildir. Dahası, Şeriatın dilinde bunların “Şeytanın çocukları” olarak anılmalarının da tesadüfle ilgisi yoktur, ama Mansur ile ilgili anlatımımızı bu yönden devam ettirmemizin yeri de bu yazı değildir diyor ve asıl konumuza dönüyorum. “Bir Gönlümden Bir Dersim’den Geçersin” “Aşk ile” diyerek başlanan Alevi Gülbanklarının (arınmış söz, nefes, çağrı) çoğunun sonu “yuf münkire, yuf münafığa” diye bitter. Yola giren bir Yol Evladı’na Görgün Meydanı’nda, meydanı birlemeden önce verdiği on iki öğütten birinin “ne yalan söyle ne yemin et” olduğu bir ahlak kavrayışının doğal sonucu olarak görmek gerekir, hem ikiyüzlülüğe hem inkârcılığa “yuf” etmeyi. İnkâr, eğer ırkçılıkla birleşerek yürürlüğe girmişse, yürürlüğe giren toprakta acı hiç dinmemiş demektir. Dersim alanı “Tunç El”in hışmına hem ırkçı hem de inkârcı bir zeminde girdi en son olarak. Son günlerde bu yönüyle acılar yeniden kanatılsa ve güncellenip aktüelleştirilse de, Dersimlinin bilmem kaç nesildir yüreğinde hiç dinmedi. Dersim genelde Aleviliğin özelde ise Kızılbaş Aleviliğin, tekmil tahribatlara karşın az ya da çok günümüze gelebilmiş kalıntılarının gizlendiği bir sanduka gibidir. Elinizi attığınız hiç bir yerden boş dönmezsiniz, otantik özelliklere dair mutlaka bir şeyler bulursunuz. Bu bağlamdan olsa gerek buraya neden Dersim adı verildiğini hep merak etmişimdir. Araştıranlar, bir tek değil birçok yanıt bulmuşlar, neden Dersim dendiğine ilişkin. Dersimlinin aynı konuda 25
SACAYAK
Sayı 11
ürettiği söylenceler de dâhil bulduğum yanıtların hiç birisi beni tatmin etmedi doğrusu. Sanırım, Dersim anlamı da “bilmeyen bilmez, bilen de demez” şeklinde dillendirilen Yol sırrının kurbanı oldu. Anlamı bilen beraberinde götürdü! Tarihte Dersim adına son Osmanlı kayıtlarında rastlanılıyor, Osmanlı’da bölge bu Dersim Sancağı olarak anılıyor. Oysa Anadolu otantik Aleviliği ile Daylem (İranî) Aleviliğin tam buluşma yerinde konuşlanmış ve yüzlerce yıl bu özelliğini koruya gelmiş bir yerdir. Üstelik her ayağın kolayca girmediği ve basmadığı bir yer. İster doğunun ister batının olsun birçok yağmacı-fetihçinin hükümranlık sahası içine girse de Dersim, hiç kimsenin hükmedemediği bir meydan olagelmiştir. Koruması gerekeni de bu özelliği nedeniyle korumuş olmalı diye düşünürüm. Kızılbaş anılmasının en önemli kaynağı ana atası ile otantik adı Mananalis (Mamiki, Anamisi, Anahiti) diye anıldı. Kutsal Ma Ana’nın halkı ve toprağı olarak bilindi. İlk ortaklık mekânı olarak Semitlerin yaşamında Eden (Aden) diye geçen, İranîlerde “Airyana Veyah” (İranîlerin kutsal ülkesi) olarak bilinen, Sümerlerde (Dilmon), Alevilerin hem geçmişine hem de gelecek ütopyalarına yollama olarak kadim Rıza Şehri’nin ortaklık geleneğini, Komala ya da Komana olarak sürdürmüştür Dersim. Bunca araştırma sonunda, bu özelliklerinin açıktan dillendirilip sürdürülemediği bir tarih uğrağında, bu özellikleri ve ilişkileri gizleyen bir şifre olarak bu adı kullandığı sonucuna vardım. Başka da hiç bir anlam ifade etmedi benim için. Hem kadın atasını hem Anasının toplumsal yaşamında öndeliğini ve önceliğini gizledi hem de ortaklığa dayanan yaşamını gizledi bu sözcüğe. Mananalis’ten söz edeceği yerde Mananalis demedi Dersim dedi. Bütün Alevi Ocakları da Dersimi böylece bildi, Ma demedi… Cümle kadın Ata ve onun ortaklık süreğinin gizlendiği toprağın kapısıydı ve tabii ki bu kapı gümüşten olacaktı!.. Daylem Ocaklarıyla Anadolu Ocakları birbirleriyle ilişkilerini Dersim köprüsü üzerinden yürüttüler. Hem Daylem’in hem Anadolu’nun sırlarını gizledi. Başları dara düştüğünde onlara sığınak oldu. Bir biçimde hâlâ varlıklarını sürdüren çok etnili özellik buradan geliyor olsa gerek. Sadece doğunun ve batının değil aynı zamanda güneyin ve kuzeyin de sığınağıdır Dersim.
Hızır ile Hınzır Hep Birlikte Anıldılar(*) “Bereketli Hilâl”, Zagros-Toros-Kafkas üçgeni asırlar var ki bu adla anıldı hep. Kadınlı erkekli insan ilk kez bu topraklarda kurdu ocağını. Kurduğu ocak etrafında derlendi, bir konup göçer sürü iken ilk kez topluluk oldu. Ocak ilk çekirdek topluluk örneğidir. Kom, Komal, Mir, Oba, vb. kavramlar hep ilk çekirdek ocağa işaret olarak dillendirildi. İlk ev, ilk çobanlık, ilk çiftçilik, bu ilk çekirdek topluluk, kandaş ocaklarla, birbirlerini örerek Bereketli Hilal’in kut26
“Aşk ile” diyerek başlanan Alevi gülbanklarının çoğunun sonu “yuf münkire, yuf münafığa” diye bitter. Yola giren bir Yol Evladı’na Görgün Meydanı’nda, meydanı birlemeden önce verdiği on iki öğütten birinin “ne yalan söyle ne yemin et” olduğu bir ahlak kavrayışının doğal sonucu olarak görmek gerekir, hem ikiyüzlülüğe hem inkârcılığa “yuf” etmeyi.
Mart-Nisan 2010
SACAYAK
sal kadın atası tarafından armağan edildi güncel insanlığa. Böylece, insan neslinde sürek başladı, sadece kendisiyle sınırlı kalmadı yaşam süreği, onunla ilişkide bulunan evcilleştirdiği ya da evcilleştiremediği hayvan ve bitki türlerinde de görüldü. Kadın atalar çocuklarıyla birlikte kendilerinin kaldıkları mekânlara Hane (Xini ya da Xane), Erkek mekânlarına ise Han (Xan=Khan) dediler ve kutsadılar. Beslenme, barınma ve kendini üretme üçlüsü, kandaş Ocak Toplumunun üzerinde yükseldiği ilk kutsallıktır ve sonraki bir tekmil kutsallıkların da temelidir. İlk şölenler, giderek bayramlar, gülbanklar ve gülbanklara eşlik eden saygı törenleri, ritüeller bu üçlü kutsallık zeminine yerleştirilerek yürütüldü. Hep belirtegeldim; aç karnını doyurmak ve donup kalmadan sığınacak bir ağaç ya da kaya koyuğu aranıp durulduğu bir yaşam süreğinde, yaşamı gerektiren hiç bir şey için güvence olmaz. Güvencenin olmadığı bir yerde ne bayram, ne seyran olur. Ne soyda sürek ne düşüncede bir tohum bulunur. Bolluk berekettir bayram ve ancak bollukla anlam kazanır. İnsan kadın atasının doğurgan yaratıcılığında ilk bayramları da Bereketli Hilal’de gerçekleştirdi. Bolluğun ve bereketin süreği için, bayramlarda da sürek hep olageldi. Unutmamamız gereken bir gerçek, bugün özellikle bölgemizde varlık sürdüren hangi din olursa olsun, hangi dinin hangi bayramı söz konusu olursa olsun ve bugüne hangi değişmiş dönüşmüş anlam ile gelirse gelsin, cümlesine kaynaklık eden, Bereketli Hilal’in kutsal bereket bayramları bulunmaktadır. Yazıya aktarılmış olarak sonraki nesillere aktarılan Bereket bayramlarının en eskilerinden Kibele, Atta (Ata) çifti ile İştar, Çoban Dumuzi çifti adına sürdürülen kutsal bolluk bereket bayramlarıydı. (Devam edecek) NOTLAR: (*) Türkçedeki söylenişi olarak Hızır diyoruz. Tabii ki Bozatlı Hızır
Bütün Alevi Ocakları için Dersim, kadın ata ve onun ortaklık süreğinin gizlendiği toprağın kapısıydı ve tabii ki bu kapı gümüşten olacaktı.
diyoruz. Günümüzde Hıdır ya da Alihıdır demelerine bakmayın, Dersim’in bugünkü erkek sakinlerinin yarısının adı Hızır diğer yarısının adı da Hıdır’dır ve tabii ki Hıdırlar çoğunluktadır. Adlandırmada kutsalların değerlendirilmesi son derece doğal bir süreçtir, ama Hıdır ya da Hızır’ın seçilmesi nedensiz değildir. Kadim “Rıza Şehri” süreğinin en azından bu boyutta hala devam ettiğinin tipik örneğidir bu. Orijinal söylenişinin, Xo Azer veya Xo Adır olduğu yönündedir kanaatim. Ho, art ya da ön damakların birleştirilmeden çıkarılan sestir. Tersine arka damağın birleştirilerek çıkarılan sestir Xo. Bizim süreğimizde kendinde kutsallığın ifadesi olarak isimlerin önüne konulur. Latincede aynı bağlamda kullanılan Snt. Simon gibi, tam karşılığı olmasa da Hz. Ali gibi. Xo da aynı işlevle kullanılır. Xo Azer zamanla birleşerek Xızır’ı, Xo Adar da birleşerek zamanla Xıdır’ı oluşturmuştur ve cismanileştirilmiş ateş timsalidir. Xızır ya da Xıdır’ın temsil ettiği kutsallık Araplara Khadir olarak geçmiştir. İslamiyet’in kutsal Kadir Gecesi, Xızır gecesidir.
27
SACAYAK
Din Dersleri İki Katına mı Çıkıyor? Yüksel Işık, isikyukselk@gmail.com BAKAN Faruk Çelik’in koordinasyonuyla yürütülen “Alevi Çalıştayları” dizisi, bir Ön Rapor ile sondan bir önceki aşamaya getirilmiş bulunuluyor. Bakanın Çalıştaylara dâhil edilmeyen Madımak şehitlerinin aileleriyle Ön Rapor sonrası görüşmesi ve Sivaslıların görüşü doğrultusunda Madımak’a ilişkin karar vereceklerini söylemesi, Alevi Çalıştaylarının yapılma gerekçesini de açıklıyor gibi. Bu sürecin “bonusu” ise din derslerinin temel ve gönüllü biçiminde iki ayrı format üzerinden sürdürülme önerisinin Ön Rapor üzerinden öğreniyor olmamız. Ergenekon tutukluları üzerinden “derin devlet” tartışmasını cevval bir biçimde yürüten Hükümetin Madımak konusunu, “sayısal çoğunluk” ikilemine sığdırması, sorunların algılayış biçimine de işaret ediyor. Solingen’de yakılanların anısına anıt dikilirken Solingenlilere “Bu sizi katil gösterir mi?” diye sormak ne kadar anlamlıysa Sivaslılara da, “Madımak müze olsun mu?” diye sormak o kadar anlamlıdır! Evrensel demokrasi, çoğunluğa rağmen “az olanın” haklarının güvence altına almasını öngörüyor. Madımak’ın simgesel önemi var ama Ön Rapor’a bakıldığında, Alevi Çalıştaylarının hayati öneme sahip temel konularında olduğu gibi süreceği anlaşılıyor. Cemevlerinden Diyanet’e, kimliklerdeki din hanesinden, zorunlu din derslerine kadar birbiriyle ilintili ve esasen temel hak ve özgürlüklerle doğrudan ilişkili sorunların din dersi örneğinde olduğu gibi katmerleşerek süreceği görülüyor. Katılımcı bir tartışma modelinin benimsenmiş olması, Ön Raporun içeriğini meşrulaştırmaya yetmez. Bilindiği üzere, Rapor, kurgusu itibariyle laikliğe aykırı bir duruşa sahip olan Diyanet’in varlı28
Sayı 11
ğının olduğu gibi devamından yana; Cemevlerineyse ibadethane statüsü verilmeden ibadethaneymiş gibi kullanılmasını öneriyor. Son günlerin moda ifadesiyle “çakma ibadethane” olması öngörülüyor. Bu durum, Çalıştaylar dizisinin başlamasından önceki halin varlığını koruyacağını gösteriyor. Bu kadarla kalsa iyi! Tam da ilk kez uygulanmaya konulduğu 16 Şubat 1949’un 61. yıldönümünde, zorunlu din derslerinin yanına bir de gönüllü din dersi eğitimi konulması öngörülüyor. DP’nin din üzerinden siyaset yapmasının önünü kesmek amacıyla dönemin CHP’sinin 16 Şubat 1949’da başlattığı zorunlu din dersleri uygulamasının en önemli mağdurları Alevilere yönelik olarak yapılan Çalıştaylarda temel din eğitiminin yanında gönüllü din eğitiminin konulması, tam da Türkiye’ye özgü sorun çözme yöntemine benziyor. İşte bu, dini kontrol etmek amacıyla laikliğe aykırı bir biçimde oluşturulan Diyanet üzerinden devletin dinin kontrolü altına girdiğini çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor. “Türk gibi başla İngiliz gibi bitir” diye bir söz vardır. Bu söz, “açılım”, “çalıştay” gibi son dönemlerin en sıcak gündem maddelerinin seyrini çok güzel ifade ediyor. Kürt sorunu, Alevilerin talepleri gibi kangrenleşmiş sorunların çözümüne ilişkin büyük bir heves ve heyecanla başlanan sürecin gelip takıldığı nokta, ilkinde “milli birlik ve beraberlik” söylemi; ikincisinde din dersi eğitiminin iki katına çıkması biçimine dönüşmüş bulunuyor. Sorun, biraz da, neyi, nasıl tartışacağımızı ve çözüm için yol göstericimizin ne olması gerektiğini bilmememizde yatıyor. İnanç özgürlüğü gibi hem temel insan hak ve özgürlüğünü doğrudan ilgilendiren hem de hassas bir alanı tartışırken, bu alanla ilgili bütün dünyada ölçüt olarak ele alınan evrensel laiklik ilkesinin dışarıda tutulması, tartışılan alanı, tartışmacıların ufku kadar tanımlayabiliyor.
Mart-Nisan 2010
SACAYAK
Genç Aleviler Konuşuyor - Bölüm II Ahmet Koçak Ülkede Alevileri en çok ilgilendiren olaylardan biri de Alevilerin demokratik hakları ve eşit yurttaşlık talepleri; bu konuda iktidarın yürütüğü açılım ve çalıştaylar. Bu konudaki fikirleriniz nelerdir? AKP’nin Alevi açılımı, Alevi çalıştayları zinciri hakkında neler düşünüyoruz?.
Atilla Münüklü Osmanlıdan bu yana bizce devlet sabıkalı. Ama bugün bazı kurumlar devletle barışık bir politika yürütmeye çalışıyor. Buna kızıyoruz
ALEVİ GENÇLERİ olarak iğneyi biraz kendimize batırmak istiyorum. Hükümet Alevileri tanımaya yönelik bir proje geliştirdi. Adına açılım dendi, bir “iftar” yemeğiyle başladı. Ardından çalıştaylar zinciri başladı. İçinden ne çıkacağını bilmiyoruz. Osmanlıdan bu yana bizce devlet sabıkalı. Ama bugün bazı kurumlar devletle barışık bir politika yürütmeye çalışıyor. Buna kızıyoruz, “Niye devletle barışık politika yapmaya çalışıyorsunuz?” diye soruyoruz. Ama bizim de devletle bir barışma politikamız olması lazım. Gerçek bir açılım istiyorsak ve taviz vermeden devletle, hükümetle barışık politika yapabilirsek belki sonuç alabiliriz. Bir kurum sahip çıkarken diğeri karşı çıkarsa nasıl olacak bu? Biz kendi aramızda bölüneceğiz. Hatırlarsınız, “iftar” açılımında hükümetin verdiği yemeğe giden Abdal Musa Vakfı’nın yöneticilerini diğer kurumlar düşkün ilan ettilerdi. Bu ne getirir ki? Bir Sünni kardeşimle dedelere maaş konusunu konuştum. Dedi ki, “Biz imamlarımızı devletin maaşından kurtarmaya çalışıyoruz; siz ise dedelerinizi maaşa bağlatmaya çalışıyorsunuz. Dede Diyanet’ten para alırsa emir de alacaktır.” dedi. Ben de böyle düşünüyorum. Tabii dedelerimizin bir geliri olması lazım, ama nasıl çözülecek bu sorun?
Sercan Sağlam Geçmişte insanlarımızda kimliğini gizleme, kendini saklama çabası vardı. Bunu aşmamız uzun bir süre aldı. Ama bu süre boyunca bizden bazı tavizler de alındı.
ALEVİ GENÇLER siyasi alanda neden yetersiz veya neden düşüncelerini beyan edemiyorlar? Ben bir Alevi genci olarak önce karşımdakine güvenmem lazım. Ama CHP’li Onur Öymen çıkıp öyle konuşursa ben bu CHP’ye nasıl güvenebilirim? En önemli konu güven sorunu. Siyasete girmem sağımdaki solumdaki insanların beni desteklemesi lazım. Geçmişte insanlarımızda kimliğini gizleme çabası vardı, bazı korkuları nedeniyle kendini saklama çabası vardı. Bizim bunu aşmamız uzun bir süre aldı. Ama bu süre boyunca bizden bazı tavizler de alındı. Sadece canımız, malımız alınmadı, yok sayılmadık, yakılmadık, kesilmedik, asılmadık. Bir de bizden tavizler alındı. Geçmişini görmek lazım. Böyle bir geçmişi gördükten sonra bir Alevi genci siyasete nasıl girebilir? Neye güvenerek girebilir? 29
SACAYAK
Sayı 11
Alevi gençlerde geri durma eğilimi var. Geçmişimizde dedeme bu yapılmışsa bana hayli yapılır düşüncesi var. Ayrıca dedemin çağında Aleviler birlik içindeymiş. Kimse birbirinin arkasından konuşmuyormuş. Birbirine uyarak örgütlü ve birlik içinde hareket ediyorlarmış. Şimdi öyle bir durum var mı ortada? Ülkü Ocakları’na doğru bir çekilme var, AKP yandaşlığına çekilme var. Ayrıca, Aleviler içinde bile “Sen Kürtsün, ben Türküm” ayrımı başladı. Başka şey kalmamış gibi Kürt Alevi-Türk Alevi ayrımı yapılmaya başlandı. Çalıştaylar sağlıklı bir şey olsaydı Alevilikle alakası olmayan vakıfları, kurumları çağırmazlardı.
Ayhan Arslan ÇALIŞTAYIN BAŞINDA verilen iftar yemeğinde Başbakan, belki hayatında ilk defa etsiz bir iftar yemeği yedi. Bunu dikkate almak lazım. Orada ben Alevilere bu kadar önem veriyorum diye kendini gösterdi. Ama arkasından da bizi Kahramanmaraş’ta yakan, vuran, kıran adamlardan biri olan Ökkeş Şendiller’i de davete çağırıyorum, gelin onunla da sohbet edin deyiverdi. Demek ki Aleviliğe o yalnız bu kadar önem veriyormuş. İlk etapta sadece Abdal Musa Vakfı’yla yapılan başlangıç daha sonra gelişti, şimdi Aleviliğin lideri(!) İzzettin Doğan oldu. Bugüne kadar yaptığı çalışmalarına çok saygı duyduğumuz büyüğümüz, sanatçı Arif Sağ da onların içlerinde bulundu. Ökkeş Şendiller’in oraya gelmesinden rahatsız olanların sesini Kürt kimlikli kişiler, örneğin Tunceli Milletvekili Şerafettin Halis, duyurdu. Onların yükselttiği itiraz sonucu Ökkeş Şendiller geri çekildi. Fethullah Gülen’e, o da bir inanç lideri, o da düşünceli bir insan, ülkeye gelsin tekrar ülkede vatandaşlık alsın diyen, gelsin ben yanındayım, sonuna kadar yanında oturacağım bunu diyen İzzettin Doğan ise Ökkeş Şendiller’e hiç itiraz etmedi. Ve İzzettin Doğan Türkiye’nin en önde gelen, Avrupa’da bile en önde gözüken Alevi kurumunun, CEM Vakfı’nın başkanı! Alevi gençleri olarak biz bununla ne kadar mücadele edebiliriz? Bu kişilerle, bu kurumlarla, bu düşüncelerle ne kadar mücadele edebiliriz? Kısacası Alevi çalıştayları, çok güzel çalışıyor, işlevini yerine getiriyor!
Ali Kartal YAKIN GEÇMİŞİMİZDE Maraş, Çorum ve daha yakında bir Sivas Katliamı yaşandı. Gazi olayları, Ümraniye olayları… bunların hepsi Aleviliğe, demokratlara, devrimcilere yönelik yapılan, derin devlet eliyle yapıldığı ve diğer kurumlarla desteklendiği bizce malum olaylardı. Şimdi bunları yapan devlet, sistem, anlayış ortadayken üzerinden on beş yirmi yıl geçtikten sonra Alevilerin eşit yurttaşlık talepleri üzerine açılıma gidilmesini artık devlet açısından bir 30
Alevi çalıştayları, çok güzel çalışıyor, işlevini yerine getiriyor!
Mart-Nisan 2010
Devletin zorunlu olarak açılıma gitmesi gerekiyordu. Ama bu açılımın, Alevi toplumun çıkarları için yapıldığı kanaatinde değilim.
SACAYAK
zorunluluk olmasaydı gerçekleşmezdi. Devletin zorunlu olarak açılıma gitmesi gerekiyordu. Ama bu açılımın, Alevi toplumunun çıkarları için yapıldığı kanaatinde değilim. Bu da aynen Kürt açılımı olarak başlayıp, demokratikleşme projesi diye sürdürülüp, daha sonra milli birlik projesine dönüşen sürecin bir parçasıdır. Ben burada bir samimiyetsizlik görüyorum. Bu açılımlar, sorunların tasfiyesini amaçlamaktadır. Alevi açılımı için de aynı şey geçerlidir. Cemevlerinin önünün açılması aynı zamanda Aleviliğin gelişmesi anlamına gelmiyor. Cemevlerinin açılması aynı zamanda devletin otokontrol mekanizmasının oluşmasına neden oluyor. Önceden Alevi toplumundan devrimci-demokrat-solcu gençlerin, önderleri çıkması olanaklıydı. Cemevlerinin önünün açılması bunu bir çeşit dinsel kontrol altına alma çabasıdır devletin. İçimizde buna ön ayak olan, devletin bu anlayışına hizmet edenler var. Bu gidişin içine çomağı biraz sokarsak bazı şeyleri fark edebiliriz. Buradaki amaç devletin resmi anlayışına hizmet ediyorsa, Alevileri kim daha rahat pazarlayabiliyorsa bu görev onlara verilmiştir.
Çağlar Akar AİHM’ye zorunlu din dersinin kaldırılması için dava açılıyor, kazanılıyor. Ama zorunlu din dersleri hâlâ devam ediyor. Alevi açılımının ne kadar samimi olduğunu zaten bu gösteriyor
ŞAHKULU SULTAN Vakfı gençlik komisyonundanım. Bu Alevi çalıştayının samimiyetine inanmıyorum. Kadıköy’de yaklaşık 350400 bin Alevi miting yaptı. Talepler zaten belliydi. Oraya gelen Aleviler de bunu bilerek geldi. Orada yapılan konuşmalar da ortadaydı. Ve Başbakan Tayyip Erdoğan, bunu insanlara, “İşte bunlar, Alevi çalıştayına taş koyanlar, baltalayanlar” diye yansıttı. Oraya neredeyse Alevilerin yüzde ikisi gidiyor ve Başbakan da bu insanların taleplerine gözlerini kapatarak “baltalıyorlar” diyor. Hâlbuki bizim taleplerimiz net ve açık. Bunları halka açık şekilde anlatmaya devam ediyoruz. Mitinglerde, toplantılarda veya başka etkinliklerde bu talepleri dile getiriyoruz. AİHM’ye zorunlu din dersinin kaldırılması için dava açılıyor, kazanılıyor. Ama bu kararlara karşın zorunlu din dersleri hâlâ devam ediyor. Alevi açılımının ne kadar samimi olduğunu zaten bu gösteriyor.
Ali Kartal Dedelere maaş bağlanmasını sakıncalı görüyorum. Parayı veren düdüğü çalar! Size para veriyorsam benim istediklerimi siz söylersiniz, söylettiririm.
BİR DİĞER KONU, Aleviliğin Diyanet’te temsil edilmesi. Bu doğru bir şey değil. Bunu CEM Vakfı da çok istiyor. Cumhuriyetçi Eğitim Vakfı adıyla kurulmuş bir vakfın Diyanet’e otomatik olarak karşı olması gerekir, değil mi? “Cumhuriyetçi” bir vakfın Diyaneti kabul etmesi söz konusu olamaz, bu başlı başına bir çelişkidir. Laiklik anlayışıyla, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ilkesiyle çeliştiği için otomatik olarak reddetmesi gerekirken İzzettin Doğan hükümete, başbakanlığa başvuruda bulunabiliyor. Dedelere maaş bağlanmasını da çok sakıncalı olarak görüyorum. Günümüzde herkesin bildiği bir şeydir: Parayı veren düdüğü 31
SACAYAK
Sayı 11
çalar! Size para veriyorsam benim istediklerimi siz söylersiniz, söylettiririm. Bu hep böyledir! Bu, yoz bir ilişkidir. Parayı verenin söylediklerini yapma anlayışı. Bugün, Diyanet’in belirlediği tektip hutbe camilerde okunur. Parayı aldın mı yarın bu Alevilik için de geçerli olacak. Diyanet belirleyecek dedenin ne söyleyeceğini, cemevlerinde o gün neyin konuşulacağını devlet belirleyecek. Bu Aleviliğin otomatik olarak devletin tahakkümü altına girmesidir. Biz Diyanet’in kaldırılmasına tarafız. Kesinlikle Diyanet kaldırılmalı; Alevilik Alevilerin kendi işleyişine bırakılmalıdır. Alevileri, Aleviler yönetmelidir, devlet yönetmemelidir. Devletin dini değil, insanların, halkın dini vardır. Halk kendi dinini özgürce yaşasın. Devlet sadece bunu desteklemeli.
Diyanet’in kaldırılmasına tarafız. Diyanet kaldırılmalı; Alevileri, Aleviler yönetmelidir, devlet yönetmemelidir.
Ayhan Arslan DİYANET İŞLERİ kaldırılsın diyoruz. Yalnız sohbet ettiğimiz birçok Alevi gencinin içinde Diyanet İşleri kaldırılsın değil de Sünni düşünceye hitap eden Diyanet kaldırılsın fikrinin olduğunu görüyoruz. Diyanet İşleri kaldırılsın diyoruz, ama en önemli kurumlarımızdan biri kalkıp Alevi İslam Din Hizmetleri diye bir şey kurabiliyor. Şimdi arkadaşlar, çıkıyoruz alanlara Diyanet İşleri kaldırılsın diyor muyuz? Diyoruz! Peki, burada burnumuzun dibindeki Alevi İslam Din Hizmetlerini neden kaldırmıyoruz? Onla neden uğraşmıyoruz? Başımıza bir de Alevi Diyaneti sarılmış. Onunla ilgili bir şey yapıyor muyuz?
Diyanet İşleri kaldırılsın diyoruz, ama en önemli kurumlarımızdan biri kalkıp Alevi İslam Din Hizmetleri diye bir şey kurabiliyor.
Sercan Sağlam ÇALIŞTAYA GELİRSEK çıkacak her sonuç Alevilere karşı bir sonuç olacak. Alevilerin istemediği sonuç olacak. Bu garanti. Çünkü orada Alevileri kaile almıyorlar. Orada kaile alınacaklar hükümetin insanları ve onların yandaşları. Arif Sağ benim gözümde, oraya hiç gitmemesi gereken bir insandı, ama o da gidecekmiş oraya.
Ali Kartal DİYANET’İN KALDIRILMASI durumunda Sünni güruhun başıboş kalmasından bahsediliyor. “Başıboş kaldığı zaman nasıl kontrol edilecek?” diye soruluyor. Ama Maraş Katliamı bu güruhun başında Diyanet varken yapıldı. Sivas Katliamı, Çorum Katliamı da aynı şekilde. Demek asıl olan katliamların olmasında Diyanet’in rolünü tartışmaktır. Katliamın nedenlerini irdelemektir.
Ahmet Koçak ORALARA GİTMEYELİM, çünkü konuyu dağıtırsak, tekrar katliamlara gidersek işin içinden çıkamayız. Devam edelim. (Söyleşinin son bölümü gelecek sayımızda) 32
Çalıştay’dan çıkacak her sonuç Alevilere karşı bir sonuç olacak. Bu garanti.
Mart-Nisan 2010
Alevi Gençlerle yapılan söyleşi üzerine Alevi Vakıfları Federasyonu Başkanı Doğan Bermek bir e-posta yolladı. Bu e-postayı ve kendisinin konu ile ilgili yazısını sunuyoruz.
SACAYAK
Ahmet Bey, Gençler ile konuşmak akıllıca bir şey olmuş, kutluyorum. Bende bu konudaki görüşlerimi Düşünceler adlı ekte özetlemeye çalıştım. Geçtiğimiz yıl Avusturya’dan gelen yirmi beş kadar genç arkadaşımız İstanbul’da bir hafta misafir oldular cemevlerimizi gezdiler, buralardaki gençler ile tanıştılar. O arada Avusturya’dan gelen Alevi gençlerimiz, CEM Vakfı Yenibosna, Gazi ve Erenler Cemevi Vakıflarının gençleri ile yaptığımız bir toplantıdaki sunumumu da ekledim. Orada da aslında sizin incelediğiniz sorunlara yoğunlukla değinmiştim. Belki yararı olur diye gönderiyorum. İyi çalışmalar dileklerimle, Doğan Bermek Not: Siyasallaşma gayretlerine de başka bir yer ve zamanda değiniriz artık.
Düşünceler Doğan Bermek, Alevi Vakıfları Federasyonu Genel Başkanı
Kurumlarımızın çok ciddi yönetim sorunları var: ● Yeterlilik ve yetkinlik, ● Kadınların katılımı, ● Gençlerin katılımı.
Sn. Ahmet Koçak, Gençlerle yaptığınız çalışmaya memnun oldum, bu tür çalışmaların sürdürülmesini ve yaygınlaştırılmasını dilerim. Bir Alevi üst örgüt yöneticisi olarak benim de kurumlarımızın yönetim sorunları ile ilgili çok ve ciddi sorunlarım var. Bunları aşağıdaki üç ana dilimde ele alabiliriz: Yönetimde yeterlilik ve yetkinlik, Yönetime kadınların katılımı, Yönetime gençlerin katılımı, Siz çalışmanızda gençlerin katılımını incelemişsiniz, ancak bu konudaki sorunlar da ister istemez diğer iki konudaki sorunlarla karışıyor ve zaman zaman da örtüşüyor. Önce Alevi örgütlerinde yönetim sorunları konusunda bir kaç söz etmek istiyorum: Alevi örgütlenmesi genç bir örgütlenmedir, örgütlerin en köklülerinin yaşları daha 20–25 civarındadır. İlk dönemlerde yöneticilik yapmak bir arsa bulmak, bir bina yapmak gibi amaçlara yönelik gayretler gerektirirken, binalar yapılıp, tesisler kuruldukça o tesislerde yapılacak işlerin salt inşaat yapmak, cem yürütmek ve kurban kesmek olmadığı, toplumun daha farklı ve çeşitli ihtiyaçları da olduğu ortaya çıktı. 33
SACAYAK
Sayı 11
Ancak bu kurumları oluşturan yönetici kadroların önemli bir kısmı bu gereksinmeleri fark edemeyecek kadar kırsal ve kapalı toplum alışkanlıklarını sürdüren, kent Cemevi gibi çok farklı amaçlara hizmet vermek durumundaki karmaşık bir yapıyı yönetecek bilgi ve birikimi olmayan, profesyonel yönetim (Halk Eğitim Merkezler, Belediyeler ve yerel Sivil Toplum Kuruluşları (STK) ile işbirlikleri kurmak, vb., gibi) usullerini ve kavramlarını pek de iyi bilmeyen arkadaşlarımızdan oluşmakta. Diğer yandan genç arkadaşlarımız da karşılarında yapılanmış kurumsal kimlikler olmadığı için bir Cemevi’nden neler beklenebileceğinin ayırtında değiller. Henüz Cemevlerimizde tüm toplumumuzun kabul edeceği, kurumsal alışkanlıklar oluşmamıştır. Bazılarında oluşmakta, bazılarında da Sn. Koçak’ın da değindiği gibi sol cehalet, sağ cehalet eğilimleri görülmekte, bazıları ise Alevilere ve Aleviliğe epeyi uzak odaklarca yönlendirilmek istenmektedir. Yönetimlerde süreklilik kavramı, henüz toplumsal bilince yerleşmemiş olduğu için yönetimler değiştikçe birçok alışkanlığın, uygulamanın kökten değişmesi söz konusu olmaktadır. Oysa Cemevi fonksiyonları itibarı ile süreklilik sunmalı, yeni yönetimler bu sürekliliğe daha çağdaş, günün gerçeklerine daha uygun, daha görünür öğeler katmaya çalışmalıdırlar. Yönetimde kurumsal süreklilik ve kararlılığı yönetimlere kadınlar ve gençlerin belirli oranlarda karışılmasını sağlamadıkça başarmamız zor olacaktır. Adı “Ev” olan “Cemevi’ni” erkekler yönetmeye çalışmakta, çocuklar, gençler ve kadınların beklentileri ya yönetenlerce algılandığı kadar göz önüne alınmakta, ya da göz ardı edilmektedir. Yönetimlerin kadın ve gençlerin katılımı ile zenginleşmesi sağlanmak zorundadır. Ben bir üst kurum yöneticisi olarak Alevi Vakıfları Federasyonu’nda (AVF) görevi aldığım günden bu yana tüm üye kurumlara, Cemevi’nde bir odanın bir köşesini ya da tamamını çocuk oyun odası yapsak, Perşembe akşamları gönüllü iki gencimiz Cem’e gelen ailelerin çocukları ile o odalarda oyun oynasa, çizgi film gösterse, kitap okusa falan diye sürekli öneri götürüyorum. Ne güzel olur diyorlar, ama bir türlü bu odaları da kurmuyorlar. Sonuçta da, bugün çocuk sahibi birçok aile Cem’e gelemiyor, çocuğu ile gelen ise çocuğu oyalamakla uğraştığı için Cem’den bir şey anlayamıyor, Cemevi bir çekim merkezi olamıyor. Kanımca yönetimlerde yeteri kadar kadın üye olsa bu fikir çoktan hayata geçmiş olurdu. Üye vakıflarımızdan birisinin gençleri ile düzenli sohbet toplantısı yapıyordum. Seçim oldu, yönetim değişti, programlı bir toplantımız vardı, yine gittik gençlerle söyleştik. O günlerde vakfın yeni göreve başlamış olan yönetimi “Başkanım, gençlere ne söylenecekse bize söyle, biz gençlere söyleriz.” dediler. Oysa bizim gençlerle paylaştıklarımızı gelip dinleyebilirlerdi. Bir önceki yönetimin, “Federasyon Başkanımız gençlerimizle bir araya geliyor” diye sevinerek ve öğünerek düzenlediği bu toplantıları, bir sonraki yönetim, “bize anlat, biz anlatalım” diyecek kadar farklı bir tutum içinde idi. 34
Vakıflarımızdan birisinin gençleri ile düzenli sohbet toplantısı yapıyordum. Seçim oldu, yönetim değişti, vakfın yeni göreve başlamış olan yönetimi, “Başkanım, gençlere ne söylenecekse bize söyle, biz gençlere söyleriz.” dedi.
Mart-Nisan 2010
SACAYAK
Benzer birçok olay gençlik etkinlikleri konusunda da yaşanıyor. Gençlerin heyecan duyacağı ve zevkle gerçekleştirebilecekleri projeler göz ardı ediliyor, hiç irdelenmiyor ya da eğilip bükülerek anlamsızlaştırılıyor. Bu sorunları kuşak sorunu, yaşama tutucu bakış, erkek egemen bakış sorunu ya da yönetimde katılımcılık eksiği ve eğitimsizliğin sonucu olarak değil, tüm bu sorunların bir karışımı, girişimi olarak algılamamız ve çözümleri de o doğrultuda aramamız gerektiği kanısındayım. Bu aşamada bizler bir yandan yönetimleri yetkinleştirmek, daha bilgili daha yetenekli kişilerin yönetimlerde yer almasını sağlamak, kadınların ve gençlerin yönetime katılımını teşvik etmek ile uğraşıyoruz. Bir yandan da gençlerimizin ve çocuklarımızın çağdaş birey olma ve Alevi inancına bilinçle sahip olma yolunda, inancı bir tabular bütünlemesi olarak değil de, bilimsel ve felsefi gerçekleri ile kavramaları, tasavvuf felsefesinin biçimlendirdiği insan modelini ve kültürünü iyi algılamaları, metafizik öğeleri (menkıbeler – destanlar vb.,) bağnazlaştırıcı değil, zenginleştirici öğeler olarak kullanan zengin halk bilimi kaynaklarını belgeseller, çizgi filmler, tiyatro oyunları, öyküler, şiirler ile görünür hale getirebilecek fırsatları Cemevi’nde bulabilecekleri ortamları oluşturmak için uğraşıyoruz. Sonuç olarak, bir yandan gençlerin bulundukları kurumlarda heyecanlarını ve tepkilerini kurumsal yapılanmalar ile büyük çelişkilere düşmeden ürün vermeye yönelmeleri, bir yandan da yönetimlerin ve üyelerin artık fark etmeye başladıkları, kendilerini yenileme gereksinmesini hazmetmeleri sürecine girmiş olduğumuz kanısındayım. Her süreç gibi bu süreçte de hayal kırıklıkları, gerilimler, dışlamalar ve sürtüşmeler olacaktır. Bu süreçlerde, gerilimlere paydaş olmadan çözüm üretecek yaklaşımlar geliştirmek, Alevi dernek ve vakıflarını çağdaş kurumlaşma anlayışlarına ve uygulamalarına özendirmek, yönetimlerin kadın ve gençlerin katılımı ile zenginleşmelerini sağlamak temel hedeflerimiz olmalıdır. Bu süreçte de her zaman olduğu gibi zorlama, 1915 Ermeni Kırımı Anıldı kin, nefret ve şiddet’ten kaçınmalı, sağRMENİ Kırımı, ilk kez İstanlbul’da cı–solcu, Arap–Türk–Çerkes–Kürt, zensokakta anıldı. İnsan Hakları Derneği gin–yoksul demeden, ayrımcı söylemleİstanbul Şubesi, 1915 yılında İstanbul’dan re geçit vermeden Cemevi’nde tüm inasürülen Ermeni aydınların trene bindirilnanların, hatta inanmasalar dahi ilgi dudiği Haydarpaşa Garı önünde bir etkinyanların bir arada olacağı, öğreneceği, lik yaptı. Sonra Taksim Meydanı’nda da paylaşacağı, zenginleşeceği, bilgi ve bebir etkinliği yapıldı. Yapılmış bu kırımla cerilerini arttırabileceği ortamları oluşyüzleşme, bugün yapılması olası kırımlaturmalıyız. rı önlemek için gereklidir. Saygılarımla.
Sorunları kuşak sorunu, yaşama tutucu bakış, erkek egemen bakış sorunu ya da yönetimde katılımcılık eksiği ve eğitimsizliğin sonucu olarak değil, tüm bu sorunların bir karışımı, girişimi olarak algılamamız ve çözümleri de o doğrultuda aramamız gerektiği kanısındayım.
E
35
SACAYAK
Sayı 11
Gençlerin İstemleri Demokratik Örgütlenme ve Militan Mücadele Gerektirir
Gençler Toplumun Bugünüdür İnanç İzmirli
U
MARIZ Sacayak dergisinin başlattığı gençlik dosyası AleviBektaşi toplumu içinde bir başlangıç olması açısından faydalı olur. İlk olarak söylemek gerekir ki dile getirilen sorun, demokratik Alevi-Bektaşi der neklerinde gençliğin nasıl olması gerektiği değildir. Ortaya konulan sorun, Alevi-Bektaşi toplumunun gençlerinin nasıl olması gerektiğidir. Örgütler zaman ve koşullara göre değişebilen, yok olabilen toplumsal oluşumlardır. Asıl, öz olan insan, yolunu ve duruşunu ortaya doğru koyarsa, sorun çözülme yoluna girer. Yoksa girdiği kaba göre şekil almaya çalışan bir gençlik, tökezlemekten ayağa kalkmaya fırsat bulamaz. Söyleşiye baktığımızda Alevi-Bektaşi gençler sorun olarak şunları ortaya koymaktadır: (a) Gençliğin ve kadınların cemevleri ve derneklerde söz ve yetki kademesinden uzaklaştırılması; (b) Gençlik ve kadın çalışmalarının sürekliliğinin bozulması, her değişen yönetim tarafından tasfiye edilmesi ve yeniden kurulması; (c) Kültürüne ve inancına yönelik doğru bir temel alamayan gençliğin, Alevi-Bektaşi toplumuna çok ters yerlere yönlendirilmesi. Muhalif Kimlik Tarih boyunca Alevi-Bektaşi toplumunun sistem içinde kenara itilmesi, iktidardan uzak tutulması ve yok sayılması onun günümüzde de süren muhalif kimliğinin temelinde yatan etmenlerden biridir. Alevi-Bektaşi toplumu anti-demokratik uygulamalarına, katliamlarına ve haksızlıklarına karşı söz söylemeyi, örgütlenmeyi ve gidişi değiştirmeye çabalamayı bir insanlık vazifesi görür. İnanç temelinde insan olan Alevi-Bektaşilik, insanca faaliyete ve yaşama aykırı olan her türlü eyleme karşıdır. Bu sebeple demokratik Alevi derneklerinin ve cemevlerinin Alevi-Bektaşi gençlere reva gördüğü muamele, onların bu haksızlığa karşı direnişini güçlendirecektir. Gençleri yok saymayı marifet sayan dernek yöneticileri, düşünen, eleştiren, kafalarının yatmadığı şeylere karşı çıkan ve yeniyi örgütleyen Alevi-Bektaşi gençlerin gözünde birer “Hızır Paşa”dan farksızdır. Alevi-Bektaşi gençler, geleneklerinden gelen haksızlığa karşı durma eğilimi ve yaşadıkları toplumsal-ekonomik koşullar nedeniyle toplumsal muhalefetinde önemli yer tutarlar. Ne var ki demokratik derneklerin içinde olduğu durum bu gençleri sıkıştırmaktadır. Ya Alevi-Bektaşiliği, Sünni İslam gibi dogmatik biçimde kabul ede36
Demokratik Alevi derneklerinin ve cemevlerinin Alevi-Bektaşi gençlere reva gördüğü muamele, onların bu haksızlığa karşı direnişini güçlendirecektir.
Mart-Nisan 2010
Gençler, Alevilik-Bek taşilik geleneğine, felsefesine sahip çıkacaktır. Davranışta, eylemde, örgüt içi demokrasiyi geliştirmek için anti-demokratik uygulamalara karşı çıkacaktır. Bu muhalefetin ve müdahalenin sadece kendileri için değil tüm toplum için gerektiğini biliyorlar.
SACAYAK
cekler ya da yok saydıkları için toplumsal muhalefetlerini demokratik Alevi örgütleri daşında yürütmeye yöneleceklerdir. Önlerinde duran güçlü perspektifi, yani toplumsal muhalefeti Hacı Bektaş Veli Dergâhı çevresinde, Alevi-Bektaşi inanç örgütlenmesi temelinde yükseltme olanağını göremez hale gelmeye itilmektedirler. Gelenek de Gelecek de Gençlerindir Anlaşmazlıklarını cemde halk mahkemesiyle çözen bir toplumun devletle ne alakası olabilir? Kendi dedesi bile rızalık almadan cem birlemeyen bu toplumun sistem için örgütlenmiş dinle ne alakası olabilir? Alevi-Bektaşi gençliğin yaşamın çelişkileri içinde şekillenen kimliğinin, Alevi-Bektaşi-Kızılbaş geleneğinin, felsefesinin, inancının bu günkü kuşağı olan gençlerin, yaşamdan kopuk bir örgütlenme olması mümkün değildir. Gençlere geleneğin, felsefenin, tarihsel kültürün aktarılmaması ya da çarpıtılarak aktarılması Alevi-Bektaşi toplumundaki sınıflara bölünmenin bir sonucudur. Kendi çıkarını, Alevi-Bektaşi toplumun çıkarlarının üstünde gören bireyler, yani geleneğe göre düşkün kişiler, derneklerde yöneticiliğe soyunmaktadır. Bunlar, kendilerine uygun bir genç grubu yaratmaya çalışmaktadır. Alevi-Bektaşi gençliğin milliyetçi, dinci görüşlerle kirletilmesi, uydurma tarih bilgileriyle donatılması, bu çabanın bir parçasıdır. İnsanı merkeze koyan 72 milleti bir bilen Alevi-Bektaşi inancını, Araplık, Türklük ya da Kürtlükle açıklayan görüşler tarihsel olarak temelsizdir, ama bugün bu görüşler geçer akçedir. AleviBektaşiliği, “Asıl İslam” içine hapsetmeye çalışan görüşler temelsizdir, ama çok sayıda inananı vardır. Bu nedenle gençler, AleviBektaşi toplumunun yanlış yönlendirilmesine karşı çıkacaktır. Gençler, Alevi-Bektaşi toplumunun yaşadığı tüm sorunları yaşadıklarını ve yaşayacaklarını unutmaz. Gençler, Alevilik-Bektaşilik geleneğine, felsefesine sahip çıkacaktır. Davranışta, eylemde, örgüt içi demokrasiyi geliştirmek için anti-demokratik uygulamalara karşı çıkacaktır. Bu muhalefetin ve müdahalenin sadece kendileri için değil, tüm toplum için gerektiğini biliyorlar. Gençler, demokratik Alevi örgtlerini kişisel çıkarları için kullananlara karşı seslerini yükseltirken kendi girişimlerini, çalışmaların yaygınlaştırma ve farklı derneklerdeki çalışmayı ortaklaştırma adımları atacaktır. Tüm gençleri ortak hedefler etrafında derlemeyi ve eşgüdümlü-örgütlü çalışmayı mutlaka başaracaklardır. Gençler, Alevi-Bektaşilik üzerine oynanan oyunlara karşı çıkarken, yaşamı yeniden kurmayı, her türlü toplumsal haksızlığa karşı çıkacaktır. Alevi-Bektaşi gençler, kirlenmiş ilişkilerinden sıyrılacak; felselerine sahip çıkacak; birlik olmayı başaracak ve özgür bireylerin gönüllü birliği temelli bir örgütlenme modelini, serbestçe söz söyleme hakkını, örgüt içi demokrasiyi rehber edineceklerdir. Bu yolla onların mücadeleleri Alevi-Bektaşi toplumunun genel çıkarlarını savunacak ve tüm toplumsal muhalefetle bir potaya girecektir. 37
SACAYAK
Sayı 11
Bölüm - II
Din Nedir İkinci bölümünü yayınladığımız bu yazının tümünü okumak için lütfen internet sitesine bakınız: <www.koxuz.org>
Demir Küçükaydın, 7 Ocak 2010, Perşembe
B
izim yaptığımız dinin ne olduğu sorusuna sosyolojik bir cevap vermektir. Ve bu cevap öylesine alt üst edici bir keşiftir ki, bildiğimiz her şeyi yeni baştan tanımlamayı ve düzenlemeyi gerektirmektedir. Ve sadece sosyoloji alanında değil, bizzat devrim mücadelesi alanında da. Nedir bizim keşfimiz? Biz din bir toplumun tüm üst yapısıdır; üstyapının somut görümüdür diyoruz. Keşfin ve her şeyi alt üst eden devrimin en kısa ve özlü ifadesi budur. Ama burada Marksizm’i bilmeyenler için, üstyapının ne olduğunu, bu kavramı kısaca açıklayalım. Marksizm toplumu ve onun yapısını ve hareketi bir takım analitik kavramlarla açıklar. Bu kavramlar bütün toplumları anlamaya sağlayacak analitik araçlar sunarlar. Toplumu veya tüm toplumsal görüngüleri, “altyapı” ve “üstyapı” diye iki bölüme ayırır Marksizm. Bunun da temelinde çok basit ve sade bir düşünce vardır: insanların yaşayabilmek için önce yemesi, içmesi, barınması ve giyinmesi gerekir. Bunları sağlama yöntem ve ilişkileri (yani üretim ilişkileri) toplumun alt yapısıdır. Buna, çok kabaca ekonomi temeli, iktisadi altyapı; ekonomik ilişkiler; üretim ilişkileri vs. denmektedir. Marksizm’in bu yeme, içme, barınma ve giyinmeyi sağlamak için toplumun kurduğu ilişkiler, yani üretim ilişkileri, bir toplumun nasıl bir toplum olduğunu belirlemektedir demektedir. Bir toplumu anlamak için bu ilişkilere bakmamız lazımdır demektedir. Marks’ın kendisi, tam da bu kabulden hareketle, kapitalizmi anlamak için, temel eseri Kapital’de bu toplumun üretim ilişkilerini anlamaya çalışmıştır. Ama toplum denen şey, sadece yemek, içmek barınmak, giyinmekten ve bunlar için çalışmaktan ibaret değildir. Sanat, bilim, hukuk, ahlak, ideoloji, vs., gibi daha birçok görüngüler vardır. Bütün bunlara da “üstyapı” demektedir Marksizm. Marksizm, bir toplumun üstyapısının, örneğin ahlakının, hukukunun vs., neden öyle olduğunu anlamak istiyorsan alt yapıya bakmak gerekir der. Ve bütün bu üstyapı o altyapının işlev görebilmesi içindir aynı zamanda. Bir örnek verirsek, ortada ideoloji diye bir şey varsa, orada sınıflar denen toplumsal bölünmeler var demektir. Çünkü ideolojiler belli çıkarları savunmanın aracıdırlar. Sınıfsız toplumlarda ideoloji yoktur, çünkü sınıflar ve sınıf çatışmaları yoktur. Emek üretkenliği38
Bizim yaptığımız dinin ne olduğu sorusuna sosyolojik bir cevap vermektir. Din bir toplumun tüm üst yapısıdır; üstyapının somut görümüdür diyoruz.
Mart-Nisan 2010
Din bir ideoloji olsaydı, sınıfların ve dolayısıyla ideolojilerin olmadığı toplumlarda din olmaması gerekirdi. Sınıfların ve ideolojilerin olmadığı toplumlarda da din vardır. Dinsiz toplum yoktur. Toplum nerede varsa orada din vardır.
Tarihte ya da kapitalizm öncesinde apaçık görülen bir durum vardır: Dinin dışında hiç bir şey; ne ahlak, ne sanat, ne bilim vs. olamaz. Her şey dinseldir.
SACAYAK
nin çok az olduğu, yani insanların çalışarak ancak kendi yaşayacakları kadar üretebildikleri bir toplumda, ortada bir artı ürün olmadığından sınıflar olamaz, sınıflar olamayınca ideolojiler de olamaz. Bu örnek bize, dini bir ideoloji olarak tanımlamanın da yanlışlığını gösterir. Eğer din bir ideoloji olsaydı, sınıfların ve dolayısıyla ideolojilerin olmadığı toplumlarda din olmaması gerekirdi. Sınıfların ve ideolojilerin olmadığı toplumlarda da din vardır. Dinsiz toplum yoktur. Toplum nerede varsa orada din vardır. Nerede toplum varsa orada altyapı ve üstyapı vardır. Hepsinde din olmasının nedeni, din denen şeyin tamı tamına üstyapının somut bir görünümünden başka bir şey olmamasıdır. Yaptığımız büyük keşif bundan ibarettir. Bunun görülememesinin nedeni de, modern toplumdaki din anlayışının veya dinin modern toplumdaki işlevinin bütün tarihe yayılmasıdır. Yani modern toplumda din, akıl dışı ve özele ilişkin olarak görüldüğünden, bütün tarihte de böyle imiş gibi ele alınmaktadır. Bu nedenle dinin ne olduğu sorusu cevaplanamamış hatta bu soru sorulmamıştır. Çünkü modern toplumda dinin ne olduğunun bilinmediği bilinmemektedir. Bir şeyi bilmediğini bilmemek en korkunç fasit daireleri yaratır. Hâlbuki tarihte ya da kapitalizm öncesinde apaçık görülen bir durum vardır: Dinin dışında hiç bir şey; ne ahlak, ne sanat, ne bilim vs. olamaz. Her şey dinseldir. İnsanların yaşamı bile en küçük ayrıntısına kadar din ile ya da din tarafından belirlenir. Doğum öncesinde ana ve babanın kimler olabileceğinden ve bunların nasıl çiftleşebileceğine ilişkin kural ve ritüellerden; doğum ritüellerine ve isme; yenecek yemeğe, nelerin yeneceğine veya yenmeyeceğine, neyin ne zaman ve nasıl giyileceğine; kimin nerede nasıl barınacağına; ölünce nerede ve nasıl gömüleceğine veya gömülüp gömülmeyeceğine kadar her şey dinseldir. Dinin üstyapının kendisi, somut ifadesi olduğu önermesi ile bütün bunlar açıklığa kavuşmaktadır. Sadece bu değil, böylece altyapı ve üstyapı ilişkisi de açıklığa kavuşmaktadır. Dinlerin böylece aydınlanmanın din anlayışına göre saçma olan o muazzam önemi de anlaşılır olmaktadır. Çünkü Üstyapı altyapının üzerinde yükseldiği ve altyapıyı düzenlediği için, din böylesine önemlidir; çünkü altyapının işlemesini sağlamaktadır. Böylece dinin bütün toplumlarda görülmesi, dinin o muazzam önemi, örneğin tarihi kalıntılardaki her şeyin dinsel olması vs. birden bire o anlaşılmaz ve saçma görünümünü kaybetmekte son derece anlaşılır ve açık bir hale gelmektedir. Bütün dinlerin özellikleri bile bu yaklaşım içinde kolayca açıklanabilir hale gelir. Örneğin Çin’in hece yazısının sağladığı birlik nedeniyle bir tek tanrı fikrine ihtiyaç bırakmaması; Hindistan’da Hinduizmin binlerce tanrıya dayanması ve kast sistemi; Orta Doğu ve Akdeniz’de kıvrak deniz ticareti ve tek tanrı fikri; Budizmin niye Hindistan’da doğmuş olmasına rağmen, Çin ve Hindistan dışı yeterince uygarlaşmamış bölgelerde yayıldığı gibi yüzlerce ve binlerce 39
SACAYAK
Sayı 11
soru kolaylıkla açıklanabilir hale gelmektedir. Tarih anlaşılmaz olmaktan çıkmakta son derece anlaşılır olmaktadır. Ancak bu keşfin, yani dinin tümüyle üstyapı onun somut görünümü olduğu önermesinin esas büyük, alt üst edici, devrimci, bizi bile buluşumuzun sonuçları karşısında hayrette bıraktırıcı sonucu, modern topluma ilişkin sonuçlarıdır. Üstyapı analitik bir kavramdır, yani tüm toplumlarda var olan görüngüleri ifade eder. Bu durumda elbet modern (kapitalist) toplumun da bir üst yapısı vardır. Peki, o halde, din üstyapı ise, onun somut görünümü ise, kapitalist ve modern toplumun üstyapısının somut görünümü veya biçimi, yani dini nedir? Biz buna, dine inanç demenin; inanç diye özele atabilmek için de; bir özel ve politik ayrımı yapmanın kendisi modern toplumun dinidir cevabını verdik. Böylece dinin ne olduğunun keşfi bizzat modern toplumun dinin de analizinin ve deşifresinin başlaması anlamına geliyordu. Burada din kavramının farklı kullanım ve içeriklerini de ayrıştırdık. Bu günkü kapitalist ya da modern toplumda din denen şeyin din olmadığı; bu dinin basit bir bileşeni olduğu sonucuna ulaştık. Böylece aynı din kavramıyla karşılanan ve dinin ne olduğunu anlamayı zorlaştırıp karışıklıklara yol açan üç farklı olguyu birbirinden ayırdık. 1) Tüm toplumlarda var olan, tüm toplumun üstyapısı olan din. Hukuk, ahlak, sanat, bilim vs. hiçbir şeyin onun dışında olamadığı din. (Bu modern toplumda ve onun dininde de böyledir. Bu din kavramının en zor kavranan anlamı ve içeriğidir.) 2) Modern toplumunun dininin din olarak tanımladığı, aslında kendisinin basit bir bileşeni olan inanç olarak din. (Maalesef din hep bu anlamda ele alınmakta ve bütün yanlış anlamalar ve kafa karışıklığı buradan çıkmaktadır. Bu anlamıyla din, sadece modern toplumda vardır ve modern toplumun dininin bir bileşenidir.) 3) Bir sosyal hareketin veya toplumsal gücün bayrağı olarak din. (Marksizm bu anlamıyla ve işleviyle dini epeyce ele almıştır. Bu anlamda din, sadece sınıflı toplumlarda vardır.) *** Şimdi bu kısa özetten sonra, Din bir toplumun üst yapısının somut görünümüdür, biçimidir; Modern toplumun dini de özel politik ayrımı ile eski dinleri toplumsal hayatı düzenlemekten uzaklaştırmakta ve onları kendi eksiğini tamamlayan basit bir bileşenine döndürmektedir; önermelerinin nasıl alt üst edici sonuçlara yol açtığını birkaç örnekle gözlere batırmaya çalışalım. (Son bölümü gelecek sayıda) 40
Din üstyapı ise, onun somut görünümü ise, kapitalist ve modern toplumun üstyapısının somut görünümü veya biçimi, yani dini nedir? Biz buna, dine inanç demenin; inanç diye özele atabilmek için de bir özel ve politik ayrımı yapmanın kendisi modern toplumun dinidir cevabını verdik.
Mart-Nisan 2010
SACAYAK
Besim Can Zırh’ın Makalesinin İkinci ve Son Bölümü
Bir Rapor Çerçevesinden Almanya’da Yaşayan Aleviler Besim Can Zırh, Doktora Öğrencisi, Antropoloji Bölümü, UCL besimcan@gmail.com
Genel Olarak “Uyum” Meselesi
R
APOR mezhepler arasında doğrudan uyuma ilişkin bir ayrıma gitmezken mezhepler bazında değerlendirilmeye alınan kimi veriler konuya vakıf kimseler için bu konuda bazı beklentiler olduğuna işaret ediyor. Söz gelimi, öğrencilerin okul gezilerine ve yüzme derslerine katılımıyla ilgili olarak mezhepsel bir ayrım gözetilmemiş ve karşılaştırma “Müslüman” ve “Diğer İnançlar” olarak yapılmış. Fakat hatırlatmak gerekir ki, özellikle kız çocukların okul gezilerine ve yüzme derslerine katılımına ilişkin tutum konusunda Alevilerin diğer Müslümanlara göre daha az tutucu davrandığı gerek Aleviler gerekse de Sünniler tarafından sıkça dile getirilen iddialardan biridir. Rapor kapsamında bu konuya ilişkin bilimsel bir veriye, en azından bize yansıyan biçimiyle, ulaşılmamıştır (s. 180). Kadın ve Başörtüsü
Bugün Almanya’da Alevi kadını eğitim sistemi, emek piyasası ve içinde yaşadığı toplumun sosyal ve kültürel yaşamına katılım ve uyum gibi konularda diğer göçmen kökenli Müslüman kadınlardan oldukça farklı bir komposizyon çizmektedir.
Diğer yandan, uyum meselesine ilişkin veriler kadınla ilgili başlıklarda başörtüsü ayrımıyla birlikte kaçınılmaz olarak mezhepsel bir renk kazanıyor. Zira kadın ve başörtüsüyle ilgili olan kısımda Müslüman topluluklarda başörtüsü kullanmayan kadınlar olabileceği ve Alevi kadınların genel bir tutum olarak başörtüsü kullanmadığı özellikle belirtilmiş (s. 185). Mezhepler bazında baktığımızda ise kadınların Ahmedîlerde %50,8, Sünnilerde %34,8, Diğer gruplarda %25,5, Şiilerde %21,4 ve Alevilerde %0,0 oranında başörtüsü kullandığı görülüyor (s. 188). On altı yaş ve üzeri başörtüsü kullanan ve kullanmayan Alevi ya da diğer inançtan kadınlar özelinde elde edilen bazı önemli sonuçları aşağıdaki tablodaki gibi sıralamak mümkündür. Görüldüğü üzere Alevi kadınlar göç koşullarında diğer Müslüman kadınlara oranla çok daha başarılı bir gelişme kaydetmiştir. Diğer bir deyişle, Türkiye’de doğan ve büyüyen Alevi kadını için eğitimsizlik anavatandaki koşulların kaçınılmaz bir sonucuyken bu koşulların farklılaştığı Almanya’da hızlı bir değişim gözlenmektedir. Rapor çerçevesinden baktığımızda bugün Almanya’da Alevi kadını eğitim sistemi, emek piyasası ve içinde yaşadığı toplumun sosyal ve kültürel yaşamına katılım ve uyum gibi konularda diğer göçmen kökenli Müslüman kadınlardan oldukça farklı bir komposizyon çizmektedir. 41
SACAYAK Başörtüsü Kullanmayan
Alevi
Başörtüsü Kullanan
Sayı 11
Almanca dil bilgisi iyi ya da üstü
72,1
68,8
49,2
Almanya’ya gelmeden önceki orta ya da yüksek eğitim
36,3
21,3
24,3
Almanya’da orta ya da yüksek eğitim
59,3
57,5
49,2
Bir ya da birden fazla Alman kurum ya da derneğine üyelik
44,5
58,9
33,5
Kazanç getiren bir işte çalışma
43,1
30,7
44,1
Almanya’ya ilişkin aidiyet hissi
66,1
66,1
63,6
Alman vatandaşlığına sahiplik
39,6
67,9
32,8
Kendi kişisel deneyimlerim ışığında bu verilerin oldukça önemli olduğunu eklemek isterim. Bugüne değin Avrupa’da katıldığım akademik konferans, çalıştay ve toplantılarda araştırma konumun Alevilik olması nedeniyle tanıştığım birçok ikinci kuşak Alevi kadını gerek Almanya’da göçmen gerekse de göçmenler arasında Alevi olma konumlarına ilişkin oldukça donanımlıydılar. Diğer yandan açıkça belirtmek gerekir ki son yıllarda karşılaştığımız bir kaç olumlu, ama münferit örneğe karşın bu eğitimsel başarının Alevi Hareketi’ne yeterince yansıdığını söylemek mümkün değildir. Farklı İnançlardan Eşlerle Evlilik Katılımcıların kendi ya da çocuklarının eşlerinin dini sorulduğunda ortaya şöyle bir tablo çıkmaktadır. Kendini Müslüman kategorisinde ifade edenlerin %81’i Müslüman kategorisinden eşleri olduğunu ifade etmiştir. Hıristiyanlarda ise bu oran %73’e gerilemektedir. Araştırmaya katılan Alevilerin %56’sı eşlerinin Alevi olduğunu belirtirken %25’i ise eşlerinin inancını tanımlamada Müslüman kategorisini tercih etmiştir. Müslümanların %13,8’i Alevilerin ise %16’sı ise eşlerinin hiç bir dini aidiyeti olmadığını belirtmiştir. Fakat evlilikle ilgili verilerde Müslüman kategorisinde Alevilerle evliliğe yer verilmemişken Alevilerdeki Müslüman ve Alevi olarak iki kategorinin olması bu verilerin yorumlanmasını zorlaştırmaktadır. Türkiyeli Müslümanlar Türkiye’den gelen Müslüman göçmenler diğer ülkelerden gelenlere karşın en farklı komposizyona sahip grup olarak tanımlanıyor. 42
Alevilerin 1960’larda Türkiye’den Avrupa’ya yaşanan işgücü göçüne Sünnilerden daha yoğun bir şekilde katılmış oldukları ve Türkiye toplumunun sosyo-ekonomik, dolayısıyla eğitimsel, olarak mahzurlu kesimini oluşturduklarına ilişkin iddiayı destekler olmasıdır.
Mart-Nisan 2010
SACAYAK
Bu farklılık Sünni, Alevi, Şii, Ahmedî, Sufî ve Mistik, Ebadî olarak sınıflandırılmış (s. 130). Türkiye’den gelen Müslümanların sayısı 2,5 ila 2,7 milyon arasında tahmin edilirken bu nüfusun %76’sının Sünni %17’sinin ise Alevi olduğu saptanmış. Böylece, Aleviler Almanya’da yaşayan en büyük ikinci göçmen inanç grubunu oluşturuyor (en. faith group, de. die Glaubensgruppe) (s. 294). Müslüman göçmenlerin Almanya’ya geliş nedenlerine mezhepler bazında incelemeye alınmış. Rapor’a göre; göç eden aile bireyi ile beraber gelme, aile birleşimi ve iltica gibi nedenler %50-60 aralığında tüm mezheplerde benzeşirken özellikle Alevi ve Sünnileri birbirinden ayıran iki temel fark açığa çıkıyor. Almanya’ya geliş nedeninde istihdam Alevilerde %43,9 iken Sünnilerde %28,2, eğitim ise Sünnilerde %16,9 iken Aleviler de %4,6 gibi bir oranda karşılık bulmuş. Bu verinin bizim açımızdan önemi Alevilerin 1960’larda Türkiye’den Avrupa’ya yaşanan işgücü göçüne Sünnilerden daha yoğun bir şekilde katılmış oldukları ve Türkiye toplumunun sosyoekonomik, dolayısıyla eğitimsel, olarak mahzurlu kesimini oluşturduklarına ilişkin iddiayı destekler olmasıdır (s. 120). Müslüman Toplumun Bileşeni Olarak Aleviler
Raporun İngilizce çevirisinin kapağı
Raporun 20. ve 21. sayfalarında Alevilerin nasıl değerlendirildiği açık bir biçimde ifade buluyor: “Almanya’da yaşayan Müslümanların sayısı tahmini olarak hesaplanırken Aleviler ayrı bir kategori olarak ele alınmıştır.” Bu ayrım ise üç temel neden ekseninde bir zorunluluk olarak ifade edilmiştir. Öncelikle, AİK’nin talebi doğrultusunda Almanya’da yaşayan Müslüman topluluklara ilişkin sağlıklı bilgi derlemek adına her inanç grubunun ayrı ele alınmasının daha doğru olacağı belirtiliyor. Diğer yandan, Alevi toplumunun Almanya’nın dört eyaletinde Alman Anayasası’nın 7. Maddesi 3. Fıkrasına göre dini bir cemaat olarak tanındığına (die Religionsgemeinschaft)1 işaret ediliyor. Son olarak ise, Aleviliğin açık bir biçimde Sünni ve Şiilikten inanç, itikat ve ibadet olarak farklı olduğunun altı çiziliyor ve bu ayrıma gidilmemesinin araştırmanın sonuçları açısından yanıltıcı olacağı özellikle vurgulanıyor. Elbette ki bu nokta birçok açıdan doğrudur. 1980’lerde Alevilik Avrupalı araştırmacılar için bir bilinmez iken Türkiye’den gelen göçmen kadınların önemli bir kısmının başörtüsü kullanmıyor olması İslam’ın Türkiye’deki biçime ilişkin yanlış yorumlamalara yol açıyordu. Bu farkı takip eden birçok araştırmacı Türkiyeli Müslüman göçmenler arasında “Şiilikle” benzerlikler taşıyan farklı bir grup keşfetmiş ve Alevilik böylece 1990’ların başında hem akademik araştırmalar hem de yerel yönetimlerce hazırlanan raporlarda kendi kimliğiyle yer bulmaya başlamıştı. 43
SACAYAK
Sayı 11
Aleviler Rapor’un 6.9. kısmında Aleviler (der Aleviten) şu şekilde tanımlanıyor: “Türkiye’den göç eden Aleviler Müslümanlar arasında özel bir konuma sahiptir. İnançları ortodoks İslam’dan belirgin bir şekilde farklıdır. Aleviliğin İslam ile olan ilişkisi Aleviler arasında tartışmalı olmasına rağmen bu araştırma göstermektedir ki Alevilerin büyük bir çoğunluğu kendini Müslüman olarak kabul etmektedir.” “Almanya’da yaşayan 480 ile 552 bin arasındaki Alevinin %95’ten fazla bir kısmı Türkiye’den gelmiştir.” “Alevilerin %75’i doğrudan göç deneyimi yaşamış ya da ‘yurtdışı’nda doğmuştur. Alevilerin yarıdan fazlası Alman vatandaşlığına sahiptir... Bu oran Almanya’da yaşayan Türkiyeli ya da diğer Müslümanlardan yüksektir.” “Görüşülen Alevilerin %10’u Almanya’ya zulüm ve baskıdan kaçarak geldiklerini belirtmiştir.” “Aleviler göreceli olarak düşük bir eğitim düzeyine sahiptir. Yarıdan fazlası ya düşük eğitimli ya da hiç bir okullu eğitimi görmemiştir..., cinsiyetler arasındaki farklar diğer Müslüman mezheplerden daha az dile getirilmiştir.” Alevilere ilişkin bir diğer bulgu ise diğer Müslümanlardan daha az “tutucu” (en. religious, de. gläubige) olmalarıdır. Araştırmaya katılan Alevilerin %20’si ya hiç ya da özellikle “dini bütün” olmadıkları belirtiyorlar (en. Devout, de. Glaubensrichtungen religiöse Regeln und Vorschriften). Aleviler ayrıca beslenme ve oruç kurallarına uyma konusunda diğer Müslüman gruplardan önemli farklılıklar göstermektedir. Raporda Alevilerin daha az dua ettiği ve dini hizmetlere daha az katıldığı belirtiliyor. (en. Prayer and religious service, de. Gebete und Gottesdienste). Alevi kadınların başörtüsü kullanmadığı ise bu kapsamda tekrar belirtiliyor. Rapor, eldeki verilerden hareket ile Almanya’da yaşayan Müslüman toplumun farklılıklarının uyuma ilişkin tartışmalarda göz önünde bulundurulması gerektiğini belirterek noktalanıyor. Sonuç Raporda Aleviler, Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu tarafından temsil edilen müstakil bir inanç kimliği olarak kabul edilmiştir. Hatırlatmak gerekir ki bir göç ülkesi olduğunu ancak 2000’li yılların başında kabul eden Almanya’da anavatandan sakınarak getirilen bir inanç-kültürün müstakil bir kimlik olarak onaylatılabilinmiş olması önemli bir başarıdır. Diğer yandan, rapordaki veriler ışığında Alevilerin, İran’dan siyasi nedenlerle gelen Şii toplumla birlikte, Almanya’da yaşayan diğer tüm Müslüman topluluklara göre “uyuma” daha açık olduğunu söylemek mümkündür. Bu kuşkusuz Avrupa’daki Alevi Hareketi açısından önemli bir veridir. 44
Raporda Aleviler, Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu tarafından temsil edilen müstakil bir inanç kimliği olarak kabul edilmiştir. Almanya’da anavatandan sakınarak getirilen bir inanç-kültürün müstakil bir kimlik olarak onaylatılmış olması önemli bir başarıdır.
Mart-Nisan 2010
Bu rapor yalnızca Almanya’daki Alevi hareketinin başarısına işaret etmekle kalmıyor aynı zamanda Avrupa’nın diğer ülkelerinde bulunan federasyonlar için de önemli bir yol haritası çiziyor.
SACAYAK
Rapor’da adı sıkça geçen Martin Sökefeld 1990’ların ortasından bu yana Alevilik konusunda araştırma ve yayınlar yapmış bir antropologdur. Görülmektedir ki, Alevilik konusunda üretilen bilimsel bilgiler hareketin yolunu açmakta ve hızla değişebilen siyasal zeminde hareket kabiliyetini artırmaktadır. Bu nedenle benzeri verilerin diğer Avrupa ülkelerinde ve dolayısıyla Avrupa düzeyinde üretilebilinmesi yönünde emek harcanması bir gerekliliktir. İşin Türkiye boyutu ise başlı başına ayrı bir yazı konusu. Bu rapor yalnızca Almanya’daki Alevi Hareketinin başarısına işaret etmekle kalmıyor aynı zamanda Avrupa’nın diğer ülkelerinde bulunan federasyonlar için de önemli bir yol haritası çiziyor. Danimarka ve Avusturya’daki federasyonlar Almanya’daki strateji uyarınca Aleviliğin yaşadıkları ülkelerde müstakil bir “inanç” olarak tanınması yönünde son yıllarda yoğunlaşan bir mücadele içindeler. Danimarka’daki çalışmaların önemli bir ivme kazandığı bu ülkedeki federasyonun belki de Almanya’dan önce Protestan ve Katolik mezheplerinin sahip olduğu kilise vergisi benzeri hakları da beraberinde getiren tüzel kişiliğine (körperschaft des öffentlichen rechts) kavuşacağı düşünülüyor. Bu strateji Avrupa düzeyine taşınırken göz önünde bulundurulması gereken bir diğer önemli değişken ise her ulusal düzlemin kendine özgü bir tanımlama sistemi olduğudur. Söz gelimi Norveç gibi Avrupa’nın hemen tek laik olmayan ülkesindeki Norveç Aleviler Birliği hali hazırda bir inanç kurumu olarak tanınıyorken kamusal sınıflandırmalarda farklılıkları ifade etmenin Almanca konuşan ülkelere göre çok daha kolay olduğu İngiltere gibi bir ülkede henüz bu konuda bir adım atılmış değil. Son olarak belirtmek gerekiyor ki, Türkiye Avrupa Birliği’ne yaklaştıkça Avrupa’da edinilen kazanımlar ve deneyimler Türkiye Alevi Hareketi açısından da önem kazanacaktır. Kişisel düşüncem odur ki, son yıllarda Avrupa’dan Türkiye’ye kadro transferlerinin hızlanmış olmasına karşın bahsi geçen stratejilerin Türkiye’de uygulama alanı bulup bulamayacağı ilerleyen yıllarda hem Türkiye siyasetine hem de Alevilerin bu alandaki konumlarına ilişkin önemli bir inceleme konusu olacaktır.
NOTLAR: 1
Alman Anayasası 7. Madde: (1) Tüm okul sistemi devletin kontrolü altındadır. (2) Ebeveyn ve veliler çocuklarının din dersi alması ya da almaması konusunda karar verme hakkına sahiptir. (3) Din dersleri mezheplere göre ayrılmamış okullar dışında olağan müfredatın bir parçasını oluşturur. Devletin gözetimci olacağına ilişkin hakkı saklı olarak, din dersleri dini cemaatlerin ilkeleri doğrultusunda verilir. Öğretmenler kendi rızaları dışında din dersi vermeye mecbur edilemez. Bu yazının daha geniş bir versiyonu Almanya Federasyonu’nun yayın organı olan Alevilerin Sesi dergisine de gönderilmiştir.
45
SACAYAK
Sayı 11
Chicago’dan Tekel’e Onurlu Kadınlar Nedim Kanoğlu ÇOK mu ütopik? Bir dünya düşlüyoruz; eşit, özgür, demokratik bir ortamda, kadınlar, erkekler, çocuklar, gençler, yaşlılar, engelliler ve din ayırımı yok ve dil ayırımı yok ve kimse çok zengin kimse çok fakir değil. Cahit Sıtkı Tarancı’nın söylediği gibi “tek şikâyet ölümden olsun…” Kadın erkek ayırımı yapılmaksızın herkesin söz sahibi olduğu bir hayatı örgütleyemezsek gerçekten ütopya olabilir söylediklerimiz… Kadın emeğinin de var olduğu ve verilen mücadelenin, sınıf savaşının altından hep birlikte zaferle çıkılacağının kanıtlandığı bir gezegende ise zoru başarır, yaşamayı herkes için mutlu bir paylaşıma dönüştürebiliriz. 8 Mart 1857’de Amerika Chicago’da dokuma işçisi kadınlar, çalışma saatlerinin düşürülmesi ve ücretlerinin arttırılması için grev başlattılar, fabrikalarını işgal ettiler. Kadınlar işyerlerinden çıkmamakta kararlıydılar ancak vahşi kapitalist sistemin emriyle güvenlik güçleri, fabrikayı ateşe verdi ve onlarca kadın yakılarak katledildi. Bu acı, kadın mücadelesini ateşledi ve 8 Martı ölümsüzleştirdi. 1910 yılında İkinci Enternasyonal’de (Uluslararası İşçi Birliği) Clara Zetkin, 8 Mart’ın “Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü” olarak ilan edilmesini önerdiğinde, önerisi hemen kabul edildi. Bu tarihten itibaren 8 Mart günü uluslararası bir gün olarak özel bir anlam taşımaktadır. Kadınların özgürleşme mücadelesinde bir basamak olan 8 Mart, kadını eve ya da fabrikaya hapsetmeye çalışan burjuva sınıfı için çok tehlikeli bir hâl aldı. 8 Martlar kadının işçi sınıfı içindeki ve mücadeledeki yerinin yüksek sesle vurgulandığı ve grevlerin, ayaklanmaların üst seviyeye çıktığı günlere dönüştüğünden, sermaye sınıfı rahatsız olmaya başladı. 8 Mart kutlamalarını yasakladı; olmadı, saldırdı; başarı elde edemedi, anlamından uzaklaştırmaya, içini boşaltmaya çalıştı. 1977’de Birleşmiş Milletler 8 Mart’ın “Dünya Kadınlar Günü” olduğunu ilan ettiğinde burjuva kadınlar, milyarlık kürkler, takılar ve emperyalistlere özgü sahte gülüşlerle bir araya geldiler. 8 Martı sınıfsal kimliğinden sıyırmak için bağırıp, bizim sesimizi kısmaya bastırmaya çalıştılar… Amaçlarına ulaşamadılar çünkü halk, kadının özgürleşmesinin sınıf mücadelesi verilerek kadın erkek yan yana, omuz omuza direnmekten geçtiğini çok iyi biliyordu… Dünyanın neresinde olursa olsun, insanlığa karşı her hareketin, faşizmin, ırkçılığın, ulusal baskının karşısında oluşan mücadelede kadınlar daima ön sıralarda yerlerini aldılar. Naziler tarafından idam edilen Sovyet partizanları, Amerikan emperyalizmine karşı savaşarak ölen Vietnamlı kadınlar, Pinoşet diktasına karşı direnen Şilili kadınlar, Arjantin’in Mayo Meydanı anaları, Güney Afrika’da ırkçılığa meydan okuyan siyah kadınlar ve ülkemizde 12 Eylül faşist as46
Mart-Nisan 2010
Kapitalizm canavarı, cinsiyet ayrımı yapmadan herkesi kölesi haline getirmektedir. Düşman ortaktır mücadele de ortaktır.
SACAYAK
keri darbesinin ardından halka estirilen ağır terör ortamında gözaltına alınıp en ağır işkencelere maruz kalanlar, gözaltında tecavüze uğrayanlar; polis baskınlarında katledilen kadınlar. İnsanın insan tarafından sömürülmesinin son bulacağı, insanlar ve cinsler arasında her türlü ayırımcılığın ortadan kaldırılacağı bir gelecek uğruna mücadele eden kadınlar ve tüm emekçi sınıfı için 8 Mart böyle değerli bir gerçeğin simgesidir. Bu yönüyle mutlaka hatırlanmalı ve hak ettiği anma etkinlikleri kalıcı bir etki ve başarı sağlaması şeklinde çalışmalarla güçlendirilerek hayata geçirilmelidir. 8 Martlar tüm hayata yayılabildiğinde, karşılığını, kadın direnişinin başarısı olarak değil emekçi sınıf mücadelesinin zaferle sonuçlanması ve hedeflenen dünyaya ulaşılması olarak bulacaktır. Devrimci kadınlar, kırda, şehirde, hapishanelerde, gecekondularda süren direnişin ayrılmaz bir parçası olarak “bu kavgada biz de varız” diye bağırmışlar, devrimci mücadelenin her anında yer almış, emperyalizme, oligarşiye karşı sürdürülen savaşın önderleri, militanları olmuşlardır. Bir yanda giyim kuşamı, makyajı, takıp takıştırdıklarıyla; düzenin yozlaşmış oyuncularının moda diye dayattığı paçavralara sarınıp, kadın kimliğini basitleştiren sermayenin uşağı kadınlar… Öte yanda F-tipi hapishanelerde feda eylemleri ile sürdürülen direnişin kahramanları, işçi sınıfı mücadelesinin vazgeçilmezleri ve Tekel eyleminin en parlak yıldızları; erkek yoldaşları gibi “ölmek var, dönmek yok” diyen emekçi, inançlı ve güçlü kadınlar… 8 Mart’ı “Dünya Kadınlar Günü” olarak lanse eden sistem, töre cinayetleri, aile içi şiddet, ücret adaletsizliği, istismar, taciz ve daha çok sayıda önemli problemin görünmez hale gelmesi ya da ufacık gösterilmesi amacına ulaşmaya çalışmaktadır. Bir güne hapsedilmeyecek kadar önemli olan kadın sorununun çözümüne ilişkin ilk adım, ortak sınıf mücadelesi ile atılmalıdır. 8 Mart, yüz yıldır Emekçi Kadınların günüdür ve öyle kalacaktır. Emekçi Kadınlar, kadın mücadelesinin 100. yılında gelecek kuşaklara örnek bir tarihin yaratıcısı olmuşlardır. Kapitalizm canavarı, cinsiyet ayrımı yapmadan herkesi kölesi haline getirmektedir. Düşman ortaktır mücadele de ortaktır. Kadınlar ve erkekler, düzenin adaletsizliği ile yan yana, birlikte savaştıklarında zafer kazanılacak, sorunlar çözülecektir. “tek şikâyet ölümden” olacaktır.
SACAYAK Derginize Abone Olun
Türkiye TL 40 – Avrupa Birliği € 50 – İngiltere £ 40 Abone olmak için abone bedelini postaneya yatırın: Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd. Şti. Posta Çeki Hesabı (No 1629127) Ayrıntılı posta adresinizi, cep telefonunuzu ve e-postanızı okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte bize fakslayın: +90.(0)212.519 56 35
47
SACAYAK Kul Hasan’ım der ki hırsız olsaydık Halk sırtından milyarları çalsaydık Paralı kodaman zengin olsaydık Ölüm gelip bizi seçer mi böyle
Sayı 11, Mart - Nisan 2010
Pir Sultan Abdal Gelin canlar dostlar birlik olalım Diye çağırıyor Pir Sultan Abdal Birleşip mazlumun hakkın alalım Diye çağırıyor Pir Sultan Abdal Özümüzü bire bağlamak gerek Irmak gibi coşup çağlamak gerek Haksızın bağrını dağlamak gerek Diye çağırıyor Pir Sultan Abdal Pir Sultan Abdalım Banaz köyünden Koca Haydar pirim Ali soyundan Padişah el çeksin alın terinden Diye çağırıyor Pir Sultan Abdal Hıdır Paşa padişahın uşağı Haram yemez Pir Sultan’ın köpeği Haram yiyip şişen kadı göbeği Diye çağırıyor Pir Sultan Abdal Kul Hasan’ım gerçeklere ol talip İşçi köylü birbirine müsahip Birleşirse haksıza olur galip Diye çağırıyor Pir Sultan Abdal
Ozan İki bin yılının uygar çağında Uygarca düşünüp yazmalı ozan Boğulmasın fikir suçu ağında Özgürce sazını çalmalı ozan Ozan halkın gözü kulağı dili Atomdan güçlüdür sazının teli Irmak olmuş halkın akan göz seli Halk ile ağlayıp gülmeli ozan
Âşık Kul Hasan (Hasan Gören) 1933 - 2010
Kul Hasan’ım gerçeklere erenler Hakk’ı eynel yakîn hazır görenler Özü sözü gerçek hiç ölmeyenler Gönüllerde yaşar sultandır sultan
İletişimi yok ozanlar garip Yarasın sarmaya bulmalı tabip Tüm dünya halkına mesaj gönderip Barış güvercini salmalı ozan Füze atom tüm silahlar kalkmalı İnsanca bir yaşamaya bakmalı Vize yasak duvarını yıkmalı Halklar ile dostluk kurmalı ozan Kul Hasan’ım bağnazlıktan geçerek Gerçekleri anlayarak seçerek Bütün insanlığa kucak açarak Kucaklayıp öpüp sarmalı ozan