SACAYAK
Sayı 2, Mayıs 2009
Neden
Sivas Olayı
Nedendir be koca Tanrı Ben ölüyom sen ölmüyon Dünya oluştu olalı Ben ölüyom sen ölmüyon
Bak ne etti Sivas bize
Anlamak isterim önce Bunlar doğru mudur sence Vaktim saatim gelince Ben ölüyom sen ölmüyon
Hain yezit yıktı yaktı
Neden benim malım yoktur Senin mülkün benden çoktur Üstelikte adın Hak’tır Ben ölüyom sen ölmüyon İhsani’yem için için Bak şimdi anladım niçin Allahsız olduğum için Ben ölüyom sen ölmüyon
Yetiş İmam Ali’m yetiş Kan göl oldu çıktı dize Yüreğime doldu ateş
sacayak
BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
Hükümet uzaktan baktı Yeter insan kanı aktı Yetiş İmam Ali’m yetiş Yüreğime doldu ateş
BU SAYIDA: Esen Uslu - Demokratik Alevi Derneklerine Öneriler İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Dosyası
Edibe Sulari çöktü
Ahmet Koçak - Haline Ağlama, Örgütlen!
Akarsu boynunu büktü Pir Sultan göz yaşı döktü Yetiş İmam Ali’m yetiş Yüreğime doldu ateş
Aslı Odman - Can Bedeline Yoğunlaştırılmış Emek Dr. Akif Akalın - Düşerek mi, Açlıktan mı Öleyim Prof. Dr. Zeki Kılıçarslan - “Ben Aleviyim, Patronum da Aleviydi; Ama Hasta Olduğumu Öğrenince Beni Derhal İşten Attı”
Eller gider iken aya
İsmail Kaygusuz - Ummû’l Kitap’ta Kuran’a İlişkin Tanımlamalar
Biz düştük lanet belaya Sivas döndü Kerbelâ’ya Yetiş İmam Ali’m yetiş Yüreğime doldu ateş
Yusuf Pehlivan - Darwin’i Küçümsemek - Evrim Teorisini Yadsımak
Posta’nın Yapıp Yayınlamadığı Söyleşi Ahmet Koçak - Gazetecilik Adına Gazetecilik Ahlakını Çiğneyenler Veliyettin Ulusoy - Yayınlanmayan Söyleşinin Tam Metni Dünden Bugüne Alevilik Paneli - Yapılan Konuşmalardan Özetler Haşim Kutlu - Gözlerimiz Demokratik Alevi Hareketini Arıyor Nedim Kanoğlu - ¡No Pasaran! (Geçit Yok)
(İhsan Sırlıoğlu) 1932 – 2009
ISSN 1308-7967
AŞIK İHSANİ
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Genel Ajans B.D.O. Ltd. Şti. adına Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Sultanahmet, Divanyolu Cad. No: 54, Erçevik İşhanı 102, Eminönü - İstanbul Tel/Faks:+90.(0)212.519 56 35 E-posta: sacayak@yahoo.com.tr Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sok. No: 24, Nurtepe, Kağıthane, İstanbul - Tel: 0212.321 23 00 Baskı türü: Yerel - Süreli
Aylık Dergi / Fiyatı: 3 TL / £ / €
2
Mayıs 2009 / Sayı:
Tel: +90.(0)242.247 81 05 - +90.(0)242.242 81 05 Tuzcular Mahallesi, Mescit Sok. No: 15 Kaleiçi - Antalya
.
SANAT GÜNLERI
RESTAURANT
SANAT GÜNLERI
HASANAĞA
.
HASANAĞA RESTAURANT Tel: 0242.247 81 05 - 0242.242 81 05 Tuzcular Mahallesi, Mescit Sok. No: 15 Kaleiçi - Antalya
Mayıs 2009
SACAYAK
Şirin (Yazıcıoğlu) Cemgil 1945 yılında Denizli, Buldan’da doğdu. Babasının dokuma atölyesinde işçi sınıfı ve emekçi halkın sorunları ile tanıştı. Ankara Üniversitesi, Hukuk Fakültesi’ne girdiğinde çalışanların hakları için ve haksızlığa karşı savaşa kararlı bir sosyalist oldu. Türkiye İşçi Partisi’nde ve kurucusu olduğu Fikir Kulüpleri Federasyonu’nda çalışmalara katıldı. Faşistlerin saldırısına uğradı, polis ve devletle tanıştı. Kavga arkadaşı Sinan Cemgil ile evlendi. Oğullarının adı, o günlerde öldürülen yakın arkadaşları Taylan Özgür’ün Şirin Cemgil anısına kondu. Türkü sevdalısıydı. Ruhi Su’nun Dostlar Korosu’nda türkü söylerdi. Taylan Özgür’ün cenazesi Orta Doğu Teknik Üni1945 – 2009 versitesi’nde yurtların önünde yapılan katafalkta yatarken, çevresinde nöbet bekleyen devrimci öğrencilere söylediği yürek yakan deyişler hiç unutulmadı. Sinan’ın Nurhak’ta öldürülmesinden sonra onun ve diğer yoldaşlarının anısını ve hüznünü yaşamı boyunca onurla taşıdı, ama yaşamdan hiç kopmadı. 12 Mart zindanlarının ardından 70’li yıllarda Vatan Partisi ve Sosyalist Vatan Partisi’nde çalıştı. 12 Eylül zindanlarına atıldı, yurtdışına çıkmaya zorlandı. Yurtdışında faşist cuntaya karşı yürütülen direnişe katıldı. Girdiği her yeri şevk ve çoşku ile dolduran, birlikte yapılan zorlu çalışmaları düğün-bayram yapmayı beceren, topluyken yoldaşlarını neşeye boğan, sevdiklerine candan bağlanan, şiire, sanata ve insana düşkün bir candı. Almanya’da geçirdiği bir ameliyatın ardından 17 Nisan’da yaşamını yitirdi. Duisburg’da ve İstanbul’da Karacaahmet Sultan Dergâhı’nda yapılan törenlerden sonra Karacaahmet Mezarlığı’nda Sinan’ın yanına gömüldü. Kendisini saygı ve özlemle anıyoruz. Örgüt İçi Demokrasi İşlemezse Ağır Sorunlara Yol Açar
Demokratik Alevi Derneklerine Öneriler Esen Uslu
G
eçen sayıda ABF Genel Başkanı Ali Balkız’ın İstanbul’da yaptığı bir konuşmadan, seçim öncesinde CHP’yle aday belirleme konusunda özel görüşmeler yaptığını belirten ve duyduğu hayal kırıklığını dile getirdiği sözlerini aktarmıştım. Yazımı okuyunca sağ olsun telefonla aradı, üslubumu beğenmediğini, içeriğine de katılmadığını söyledi. Ben de sorunun kendisini değil, topluca yönetim kurulunu ilgilendirdiğini düşündüğümü ilettim. Bir başka yönetici can da eleştirimin haklı olduğunu, ancak pozitif, yapıcı önerilerle gelmemin daha yararlı olacağın söyledi. 1
SACAYAK
Sayı 2
Bu tavsiyeye uyuyorum. Önerilerimin özü şudur: Demokratik Alevi örgütlerinin iyi çalışması için yönetim kurullarının iyi çalışması gereklidir. Bunun için önce tüm dernek yöneticisi canlar kime öyküneceklerine karar vermelidir. Kime, Neye Öykünüyoruz Ankara ve Adana’da yapılan yığın eylemlerinden sonra İstanbul’da yapacak başka hiçbir iş kalmamış gibi Ataköy Marinası gibi lüks bir yerdeki bir restoranda, dar katılımlı yemekli bir toplantı yapmak, sizce neye, kime öykünmektir? Bence bu tür toplantılar, düzen partilerinin ve onlar için çalıyan, sözde demokrat, özde çoban (oy davarı olarak gördükleri emekçi halkı önüne katıp oy sandığı dedikleri ağıla götüren) örgütlerin, dosta-düşmana “para ve gidişat bizden yana” manzarası vermek için yaptığı gösterisi toplantılara öykünmektir. Yönetici canlar kızıp, öfleyip-püflemeden önce bir soru daha sorayım: Demokratik Alevi-Bektaşi derneklerinin yöneticileri bu süre boyunca İstanbul’da ya da başka yerlerde kaç ceme katılmıştır? Hangi cemde dededen icazet alıp canlarla muhabbet etmiştir? Demokratik Alevi derneğin yöneticilerinin çalışma biçimi ile CEM Vakfı ya da Vakıflar Federasyonu gibi Alevi burjuvazisinin örgütlerinin yöneticilerinin çalışma biçiminin farkı bu iki soruya verilen yanıtla ortaya çıkar. Kime, neye öyküneceğiz: Yasak, yoksulluk ve yokluğa karşın, palto altına saklanır sapı kısa kesilmiş saz, bir asa ve bir çarık ile köy köy dolaşan, cem birleyen dedelerin çalışma biçimine mi? Yoksa günümüzün oy avcısı siyasetçilerin televizyonlarda, kalabalık toplantılarda, zengin mekânlarında laci takımlar içinde güzel görüntü vermesine, içi boş süslü sözler söylemesine mi? İyi Yönetilmiyoruz Balkız can ve kongre sürecine giren tüm PSAKD yöneticileri başta olmak üzere tüm yöneticiler ellerini göğüslerine koyup şu soruyu yanıtlamalıdır: Ben iyi bir yönetici oldum mu? Biz bir ekip olarak, bir yöneticiler topluluğu olarak iyi çalıştık mı? Evet, Federasyonun yönetim kurulu gibi farklı örgütlerden, yörelerden, geleneklerden gelen canlardan oluşan bir yapının iyi çalışması kolay başarılır iş değildir. Ama tüm yöneticiler, yönetim kurullarının layıkıyla işlemesinden sorumludur. Yönetim kurulunun iyi çalışması demek, düzenli aralıklarla yapılan, yeri, saati, düzeni ve gündemi tüm üyelere önceden duyurulmuş toplantı yapması demektir. Toplantıya katılamayacak üyenin önceden özrünü bildirmesi; keyfi olarak toplantıya katılmayanın sertçe kınanması; bu keyfiliği sürdürenin, görev sorumluluğuna uygun davranış göstermeyenin görevden uzaklaştırılmaya kadar cezalandırılması demektir. Yönetim kurulunun yedek üyeleri de söz hakkı sahibi olarak toplantılara katılmalı, görev almalıdır. 2
Kime öyküneceğiz: Yasak, yoksulluk ve yokluğa karşın, palto altına saklanır sapı kısa kesilmiş saz, bir asa ve bir çarık ile köy köy dolaşan, cem birleyen dedelerin çalışma biçimine mi? Yoksa günümüzün oy avcısı siyasetçilerin televizyonlarda, kalabalık toplantılarda, zengin mekânlarında laci takımlar içinde güzel görüntü vermesine, içi boş süslü sözler söylemesine mi?
Mayıs 2009
SACAYAK
Yönetim kurulu toplantılarının zamanında başlamasını; tartışmanın boş konuşmaya varmadan, makul süre içinde tamamlanmasını; zamanında bitirilmesini; tüm üyelerin her toplantıdan somut bir görev almadan çıkmamasını sağlamak Başkanın görevidir. Görüşmelerin, tartışılan konuların, söz alanların söylediklerinin özetini ve alınan kararları tutanak ile kayda geçirmek sekreterin görevidir. Her toplantının ilk gündem maddesi önceki toplantının tutanağının onaylanmasıdır. Böylece konuların takibi yapılabilir, yani önceki toplantıdan kalmış ve ele alınması gereken tüm konuların gündeme alınması sağlanabilir. Gelen tüm yazışmaların ve yanıtlarının bir dökümünün toplantıya sunulması da sekreterin görevidir. Böylece yazışmalardan doğan ve görüşülmesi gereken konular gündeme taşınabilir. Böylece yanıtlanmamış ya da atlanmış yazışma sorunu ortadan kalkar. Bu ayrıca, tabandaki sıradan bir üyenin bile yazıyla başvurarak örgüt yönetimine öneriler sunmasını ve bunların görüşülmesini sağlar. Yönetim kurulunda görüşülen her konu bir karara bağlanmalıdır. Tartışma sonuçsuz kalmamalıdır. Kararlar deftere yazılmalıdır. Kimin neye oy verdiğinin bilinmesi; karşı oy kullanıp azınlıkta kalanın isterse karşı oy gerekçesini yazılı olarak bildirmesi esastır. Tüm bunlar üye tabanına duyurulmalıdır. Böyle bir açıklık, tabanın söz ve karar sahibi olması için gereklidir. Kongrede yapılan seçimlerde değil, örgüt içi yaşamda sürekli demokrasi ve açıklık yaşama geçirilmelidir. Bunlar, “biçimcilik” diye küçümsenemez. Demokrasi, bu biçimlerin düzgün uygulanmasıyla yeşerir. Yönetim Kurulu Üyelerin Görevi
Örgüt içi demokrasi, kongre “kazanma” kavgası değildir. Demokrasi, kongrelerin, kurulların adına layık biçimde çalışması demektir.
Yönetim kurulunda her üyenin bir sorumluluk alanı olmalıdır. Tek bir kişi bu alanın yoğun işini başaramaz. Örgüt yapısı içinde farklı yerlerde duran canlar bu çalışmaya katılmalıdır. Her yönetim kurulu üyesine bağlı en az bir komisyon olmalıdır. Yönetim kurulu üyesinin önemli görevlerinden biri bu komisyonu layıkıyla çalıştırmaktır. Böyle bir çalışmayla örgütsel seferberlik sağlanabilir. ABF yöneticilerinin her Perşembe gecesi görevleri değişmez bir gündem maddesi olmalıdır. Yedeği-asili tüm yöneticiler her Perşembe ülkenin farklı yerlerinde bir ceme katılmalıdır. O cemde dededen ve cemaatten icazet, destur alıp bir konuda muhabbet açmalı, kısa ve özlü biçimde ABF’nin görüşleri dile getirmelidir. Yönetim kurulundan üye tabanına, tüm Alevi-Bektaşilere aşağı doğru ve tabandan yukarıya doğru görüşlerin taşımasının temel yolu bu olmalıdır. Her üyenin bu çalışması yönetim kurulu tarafından denetlenmeli ve ciddiyetle ele alınmalıdır. Demokratik örgüt demek, örgütün işlerine herkesin karışması, sözün ayağa düşmesi demektir. Demokratik örgüt yönetimi bir avuç seçkinin işi değildir. Örgüt içi demokrasi, kongre “kazanma” kavgası değildir. Demokrasi, kongrelerin, kurulların adına layık biçimde çalışması demektir. Demokrasi, tabanın söz ve karar sahibi olması için sürekli çabalama demektir. Açıklık ve şeffaflık, çalışmalara daha geniş sayıda insanı katma yeteneğinin geliştirmesi demektir. 3
SACAYAK
Sayı 2
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği ya da
Haline Ağlama, Örgütlen! Ahmet Koçak
B
U AY dosya konumuz işçi sağlığı ve iş güvenliği. Konuyu Tuzla tersanelerinde yaşanan iş cinayetleri ve kot taşlama işçilerinde görülen öldürücü meslek hastalığı üzerinde çalışan uzmanların görüşlerinden aktarıyoruz.
Kapitalizm Bir Sömürü Düzenidir Kapitalizm en genel tarifi ile sermaye sahibinin, çalışanın emeği üzerinden bir artı-değer elde etmesi yoluyla yürüyen sömürü düzenidir. Kapitalizmin sermaye birikimini aslında bu birikmiş artı değerden başka bir şey olmadığı için sermaye sahibi işçinin emeğini olabildiğince ucuza mal etmeye çalışır. İşçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri işverene artı-değer, kâr getirmeyen yararsız bir yatırım olarak görüldüğü için sermaye sahibi bunlardan kaçınmak için elinden geleni yapar. Ağır İşte Aşırı Çalışma Yüz elli yıl aşkın süregiden mücadelelerle kazanılmış işçi hakları arasında önemli bir yer tutan işçi sağlığı ve iş güvenliği mevzuatını uygulamamakta direnir. Bu önlemlerin uygulandığını denetlemesi gereken devlet, aslında sermaye sahiplerinin devleti olduğu için bu görevden yan çizer. Sermaye sahibinin artı-değeri, yani sömürü artırmasının yollarından biri de işçiyi ağır işte, aşırı çalıştırmaktır; daha uzun süre ve daha hızlı çalışmaya zorlamaktır. İşçi sağlığı ve iş güvenliği mevzuatı sözde bunu önlemek için vardır, ama işsizlik ve açlıkla terbiye edilen işçi sınıfı dönem dönem buna katlanmak zorunda kalır. İşçinin Canı Sudan Ucuz Kapitalizmin bu kâr hırsı ile yoksullukla kıvranan işçilerin yaşamını tehlikeye atar. Binlerce işçi, kapitalizmin bu kar hırsı yüzünden sağlıksız iş ortamında, iş güvenliği önlemleri alınmadan çalışmaya mecbur bırakıldığı için ölümle biten iş kazaları ve öldürücü meslek hastalıkları ülkemizde olağan hale gelmiştir. Asgari ücretin, açlık sınırının altında olduğu, işsizliğin çığ gibi büyüdüğü, yedek işgücü ordusunun her gün arttığı ülkemizde iş güvenliği ve işçi sağlığına aykırı işler artık neredeyse normal sayılmaktadır. İşçinin emeği bedava, canı ise sudan ucuzdur.
Asgari ücretin, açlık sınırının altında olduğu, işsizliğin çığ gibi büyüdüğü, yedek işgücü ordusunun her gün arttığı ülkemizde iş güvenliği ve Küresel Fabrika işçi sağlığına Bunlar dünya çapında işleyen süreçlerdir. İleri kapitalist ülkelerde aykırı işler artık işçilerin kazanılmış hakları birer birer elinden alınmaktadır. Ora- neredeyse normal larda uygulanması zorunlu olan işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemle- sayılmaktadır.
4
Mayıs 2009
Alevi-Bektaşi felsefesinin temel taşı, “Bir olalım, iri olalım, diri olalım” anlayışıdır. O felsefeyi günümüze taşıyan modern işçi sınıfı düşüncesinde aynı anlayış, “birlik, mücadele, dayanışma” diye ifade edilir.
SACAYAK
ri pahalı mı geliyor? Kapatırsın orada fabrikayı, açarsın Türkiye’de. O da mı pahalı geldi, gidersin Çin’e, Hindistan’a. O ülkelerdeki işçilere her türlü dayatmayla en ucuz üretimi yaptırırsın. İşçi sağlığı ve iş güvenliği mevzuatı varsa, dolaşırsın arkasından. Gerekirse bir işi on parçaya bölersin. Taşeron dersin, esnek çalışma dersin, sendika yasak dersin, en düşük ücrete çalıştırırsın. Malı da küresel çapta belirlenen fiyatlarla satarsın. İhracat yapıyorum, döviz kazandırıyorum diye devletten de ayrıcalıklar alırsın. Modern kapitalizmin bu azgın sömürü sistemi içerisinde işçilerin haklarından bahsetmek boş laftır. Bu hakların iyileştirilmesini bırakın, var olan haklar da emekçilerin ellerinden alınmaktadır. Haline Ağlama, Örgütlen! Devletin ve boyalı basının alkış tuttuğu Tuzla Tersaneleri işçinin gündemine iş kazaları ile oturmuş. Bir ana gazetecilere şöyle diyor: “Tuzla adını duyunca kalbim sıkışıyor. Yine bir işçinin ölüm haberini söyleyecekler diye korkuyorum.” İş kazalarından, meslek hastalığından ölümlerin, sakat kalmaların sorumlusu sermaye sahipleridir. En az onlar kadar onların emrindeki devlettir. Devlet, hem sorumluluğunu yerine getirmemiştir, hem de işçilerin direnme çabalarını zorbalıkla bastırmaktadır. Kot Taşlama İşçileri Dayanışma Komitesi’nin sözcüsü Abdulhalim Demir anlatıyor: “Bir hak arama mücadelesi yapıyoruz. Alman televizyoncular gitmiş memlekete, oğlu vefat eden biriyle konuşmuş. O kişiyi ertesi gün jandarmalar karakola götürmüş ifadesini almış, ‘Sana ne sordular’ diye. İş bu boyuta gelmiş artık!” Kaba bir bilançoyla son beş yılda 5394 işçi, iş kazaları ve meslek hastalıkları nedeniyle hayatını kaybetmiş. Bu sayı, resmi kayıtlı işçileri kapsıyor. Ya kayıtsız işyerlerinde, kaçak çalıştırılanlar? Alevi-Bektaşi felsefesinin temel taşı, “Bir olalım, iri olalım, diri olalım” anlayışıdır. O felsefeyi günümüze taşıyan modern işçi sınıfı düşüncesinde aynı anlayış, “birlik-mücadele-dayanışma” diye ifade edilir. İşçi sınıfı da Alevi-Bektaşi toplumu da içinde bulunduğu koşular karşısında üzülmekle-ağlamakla yetinemez. Kendi gücüne güvenmeli, örgütlenmeli ve dayanışmayla mücadele etmelidir. Emeği ile Geçinmeyenler Bizden Değildir Hünkâr Hacı Bektaş Veli, “Emeği ile geçinmeyenler bizden değildir” demiş. Emeğe böyle değer veren bir inanca sahip Aleviler, iş cinayetlerinin şehitlerini kendi şehitlerinden ayrı bilmez. Ne var ki bu anlayış birliği, henüz uygulamada davranış birliği haline gelmemiştir. Alevi-Bektaşi demokratik kuruluşlarının bu konudaki çabaları ne yazık ki yetersizdir. Gün, “Kurtuluş yok tek başına! Ya hep beraber ya hiç birimiz!” demenin günüdür. 5
SACAYAK
Sayı 2
Tuzla Tersaneler Bölgesi İzleme ve İnceleme Komisyonu üyesi, Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Araştırma Görevlisi Aslı Odman ile Ahmet Koçak Tuzla Tersaneleri üzerine söyleşti:
Can Bedeline Yoğunlaştırılmış Emek Tuzla Tersanelerindeki çalışma koşullarını anlatır mısınız? 2001 yılı milattır Tuzla için; mali krizden sonraki büyüme dönemi. 2001’den önce çalışan işçiler ve hâlâ çalışmakta olan işçilerle yaptığımız mülakatta gözüken, 2001’den sonra daha yoğun ve daha uzun çalışmaya başlıyorlar. Sipariş defterlerini yetiştirmek için. Yani büyüme ile ölüm iç içe. Ağır sanayi kolunda yedi buçuk saat üst limit var. Daha fazla çalıştırılması yasak işçilerin. On, on beş saat çalışabiliyorlar. Hem taşeronun baskısı, hem de kredi kartı borcunun ivmesi ile. Bir de ölçmesi çok daha zor olan bir şey var: Yoğunlaştırılmış çalışma. Örneğin, bir gazetecinin çalıştığı bölümde üç kişi varken tasarrufa gidilip, ikisi atılıp, bir kişi kalırsa ve bu kişi aynı işi çıkartmak zorunda kalırsa bu yoğunlaştırılmış emektir. Siz aynı işi yapıyor gibi sabah yine sekizde gelip akşam sekizde çıkabilirsiniz, ama daha yoğun çalışıyorsunuz. Bunu Tuzla’da düşünün! Günde altı kilo saç işleyecekken, on kilo saç işlenmesi…
Ölen işçinin maliyeti, onun için işçi sağlığı iş güvenliğine yapılan masraftan daha az tutuyor. Şu andaki rasyonalitesi bu tersaneciliğin.
İşverenlerin Tuzla’da iş güvenliğine önem vermediğini ölümlerde görüyoruz. Nedeni nedir? Maliyeti mi yüksek? İşveren cephesine dair söylenecek en önemli şey; bunun çok genç bir sanayi sektörü olduğu. Türkiye’de otomotiv gibi bir geçmişi yok gemi inşaat sanayinin. Burada toplasanız yedi, sekiz tane büyük aileden bahsediyoruz. Kırk küsur tane tersane var Tuzla’da, ama en büyükleri yedi, sekiz ailenin içerisinde. Bu aileler üç, dört nesildir armatör. Yani çok genç sanayi sermayedarlarıyla karşı karşıyayız. Önce tüccar, sonra sanayici! Otuz, kırk yıllık bir otomotiv sektöründeki, beyaz eşya sektöründeki emek rejiminden bahsetmiyoruz. Verimlilik, göreceli artı değer değil amaçlanan, daha ilksel, daha işlenmemiş metotlarla “emeği kullanıyorlar.” Süslemeden ifade edersek henüz ölen işçinin maliyeti, onun için işçi sağlığı-iş güvenliğine yapılan masraftan daha az tutuyor. Şu andaki rasyonalitesi bu sektörün. Belki geçen sene “işçinin ölümünün insani bedelinin” öne çıkarılması, en azından bir “imaj maliyeti” haline geldi işverenler için. Demek ki, başka bir “maliyet rasyonalitesi” ancak talep ile, mücadele ile, görünülürlükle gelebilecek. Biliyorsunuz, işçi sağlığı-iş güvenliği İkinci Dünya Savaşından sonra bir uzmanlık alanı, bir sektör haline geldi. Bu sanayide “verimliliği artırarak kârı artırmak ve teknolojik girdilerin artması” bağlamında oluşan bir sektör. Tuzla’daki işveren tabiri ile “verimli6
Krize rağmen, 2008 yaz sonundan beri dokuz işçi daha öldü. İşten çıkarmalar arttı. İşçi sayısı yarı yarıya azaldı. Ona rağmen ölümler dinmiyor. Tam tersi diğer tersane bölgelerine Kocaeli’ne, Yalova’ya yayılıyor.
Mayıs 2009
Sendikacılar Tuzla ölümlerini kapitalizmin 19. yüzyılına geri dönüş olarak adlandırdı. Bence 21. yüzyıl kapitalizminin dinamikleri hakkında düşünmeye itmeli.
Ne deniyor? “İşçiler eğitimsiz, köylü, sanayi işçiliğini bilmiyor!”. Sorunu mağdurun üzerine atmak, esas sorumlu ve güçlülerin üzerini örtmeye yarıyor.
SACAYAK
lik sorunu”, henüz bir sorun olarak işverenlerin önüne yeni çıkıyor. Bu yüzden Limter-İş Sendikacıları “Tuzla ölümlerini” kapitalizmin 19. yüzyılına geri dönüş olarak adlandırdı. Bence esasında 21. yüzyıl kapitalizminin dinamikleri hakkında düşünmeye iten bir yanı da var. Zira “geçmiş” hiçbir zaman aynı formda geri gelmiyor. Taşeron sorununa değinir misiniz? Taşeronlaşma neden önemli? Kâr oranını mı yükseltiyor? Tabii taşeronluk sisteminin emek maliyetlerinden tasarruf ile doğrudan bağı var! Bu kâr oranına yansıyan tek girdi değil, ama önemli. Tuzla’da taşeronluk sistemini anlaşılır kılmak için hep aynı örneği verirken buluyorum kendimi: Orta ölçekli bir tersanede, yüksek sezonda (biz sosyal bilimci olarak çalıştığımız zaman siparişler üst üste yığılmıştı, kriz öncesiydi) bin iki yüz işçi çalışıyordu. Bu bin iki yüz işçinin iki yüz tanesi bile kadrolu değil. Yalnızca üretim sürecindeki sayıyı esas alırsanız oran, bir kadrolu işçiye karşı dokuz taşeron işçisine kadar çıkıyor. Kalan bin tane işçi bir tek firmada çalışmıyor. Bu bin işçi, elli, altmış, yetmiş tane farklı firmada çalışıyor. Her biri aynı kapıdan giriyor; aynı tersanede yapılan ve tamir edilen üç geminin üzerinde çalışıyorlar. İş ortamını paylaşıyorlar, riskleri paylaşıyorlar. Birinin elektrik kablosu diğerinin işlediği saç bloğunun altında yatıyor! Saç kabloların üzerine düşüyor, ekli-yamalı kablolar. Boyacı taşeronu bir yerde boya yapıyor, onun üstüne montajcı taşeronu geliyor. Boyadan dolayı gaz birikmiş, kaynak makinasının çakmağına bastığı zaman işçi, patlama oluyor. İskeleler alelacele kuruluyor, işçilerin kemeri takacağı oynamayan iskele bulmak zor. Riskler bütünsel, fakat üretim bölünmüş. Hem de İş Yasası’na açıkça aykırı olarak. Hem de hala bu yasadışı çalıştırma pratiği devam ediyor. Ve krize rağmen ve krizin başladığı yaz aylarının sonundan beri dokuz işçi daha öldü. İşçi sayısı en azından yarı yarıya azaldı, işten çıkarmalar arttı. Ona rağmen ölümler dinmiyor, tam tersi diğer tersane bölgelerine Kocaeli’ne, Yalova’ya yayılıyor. Her ihaleyi alan kendisi işini bitirmek için uğraşıyor. İşler birbirine karışıyor, Arap saçı derler ya... Aynen Arap Saçı! Acele, acele! “Acele iş olunca da şeytan karışıyor”, demişti bir mülakatta bana Muşlu bir işçi. Bu işte gerçekten birden fazla şeytan hesabı karışıyor. Fakat bu hesaplar anlaşılabilir ve öngörülebilir hesaplar. Bunları anlamaya çalışacağımıza, ne deniyor? “İşçiler eğitimsiz; köylü, kenti, sanayi işçiliğini bilmiyor!”. Sorunu mağdurun üzerine, kategorik atıflarla atmak, yapısal sorunun, esas sorumlu ve güçlülerin üzerini örtmeye yarıyor. O yüzden bir şey çok açık, ama basında hiçbir zaman bizim söylediğimiz ağırlıkta çıkmadı: İlk konuşulması gereken 4857 İş 7
SACAYAK
Sayı 2
Yasasındaki İkinci Madde’dir. Arkadaşların Tuzla hakkında yaptığı Tuzla’da devlet nerede belgeselin adı da buydu. Bu hiç konuşulmadı. bitiyor,
Nedir İkinci Madde? sermayedar İkinci madde, mealen, “Asıl iş taşeronlara devredilemez.” diyor. nerede başlıyor, “Alt-işverene işkolunun asıl işini veremezsin, ancak uzmanlık gerek- belli değil. Tersane tirenleri verebilirsin” diyor. sahiplerinin “Burada lafız muğlâklığı var” deniyordu, Ekim 2008’de Alt İş- iki tanesi AKP, verenlik Yönetmeliği çıktı. Yasadaki ikinci Madde üç sayfalık bir bir tanesi CHP, yönetmelik haline geldi, hiçbir soru işaretine mahal bırakmayacak bir tanesi MHP şekilde düzenledi. Alt işverenliğin, yalnızca uzmanlık gerektiren ve milletvekili. asıl işle ilgili olmayan alanlarda kullanılabileceği belirlendi. Tuzla’daki tersanecilerin taşeronu kullanma tarzları açıkça yasadışı. Şimdi çözüm olarak “ödünç işçiliğin” ticari bir hale gelmesi öneriliyor. Yani istihdam firmaları profesyonel işçi kiralasın deniyor. Bu konuda yakında bir yasa değişikliği teşebbüsü olacağını tahmin ediyorum. Yasayı çıkartmak yetmiyor, uygulamak, takip etmek de gerekiyor. Bu durumda devletin hiç mi suçu yok? Suçtan bahsetmeyelim, ama fail olma durumundan, sorumluluktan ve ihmal edilen kamu yararından bahsedebiliriz. Tuzla’daki artı sorun şu: Orada devlet nerede bitiyor, sermayedar nerede başlıyor, onu da tam söyleyemiyorsunuz. Çünkü Tuzla Tersaneler Bölgesindeki tersanecilerin iki tanesi AKP kökenli fiili milletvekilli, bir tane CHP’li, bir tane de MHP’li var. ÖDP ve DTP dışında tüm partiler “tersanelerden meclise temsilci yollamışlar”, milletvekili olarak Ankara’ya gitmişler. Ankara’da işçilik pratiğinden gelen var mı? Kimin çıkarlarını temsil ediliyor Ankara? Tersaneci milletvekilleri, sermayedarlıklarından arınıp kendi çıkarlarına ters düşen konularda “milletin vekilliğini” yapabilirler mi bu dönemde? Tuzla örneğinde gerçekten hem şahsi, hem eylemsel, hem de söylemsel çok ciddi bir örtüşme var. “Türkiye’nin üç tarafı denizlerle çevrili, gemi inşa sanayimizle kalkınacağız!” İyi, güzel de bu tek parti istikrarı dönemindeki “milli kalkınma”da kalkınan kim oldu? Tersanecilik sektörü ve arkasındaki armatör firmalar büyürken, görebildiğim kadarıyla işçinin hesabına, büyüme zamanında ölüm - kriz zamanında işsizlik düşüyor. Bu süreç içerisinde devlet, sınıfsal olarak gerçekten ciddi bir renk verdi. Hükümetler yasaları uygulamakla memur edilmişlerdir, değil mi, ama ikinci maddenin gün be gün Tuzla’da ihlal ediliyor olması hiçbir dönüştürücü resmi eylem ve açıklamaya yol açmadı. Fakat yasalar, toplumsal ve birikmiş meşruiyet ve hak alanlarının sınırlarını çizer. Yani yasaların ruhları bir nevi “kazanılmış alandır”. İkinci Madde’de asıl işi taşerona vermeyeceksin, çünkü asıl iş ve asıl iş riski bölünemez deniyor. 8
“Milli kalkınma” dediler. Kalkınan kim oldu? Tersanecilik sektörü ve arkasındaki armatör firmalar büyürken, işçinin hesabına, büyüme zamanında ölüm, kriz zamanında işsizlik düşüyor.
Mayıs 2009
İşçilerin bir araya geldiği yerler olarak Tuzla çevresindeki cemevlerinin aktif olduğunu, Kartal Cemevi’nde Limter-İş sendikası üzerinden dostluk ilişkileri olduğunu biliyorum.
SACAYAK
Tuzla’da ki yaşanan sorun karşısında Alevi-Bektaşi demokratik kitle örgütlerinden yeterince destek gördünüz mü? Tuzla’ya gelip örgütsel destek verildi mi? Eminim ki, 16 Haziran mitinginde katılım vardı. Üst örgütlerin, doğrudan Tuzla’ya mekânsal bağı olmayan kitle örgütlerinin, pek çok örgütün yaptığı gibi basın açıklaması olarak, basın açıklamalarına destek vererek dayanışmaları oldu. Ama bu tarz mücadeleler her zaman aslen yerel bence. Mesela çevredeki cemevlerinin aktif olduğunu biliyorum, işçilerin bazılarını bir araya geldiği yerler olarak. Tuzla çevresinde, bildiğim kadarıyla Kartal Cemevi’nde seri kazalar sürecinde Limter-İş sendikası üzerinden de arkadaşlık, dostluk ilişkileri olduğunu biliyorum. Bu dayanışma, kimlikle beraber, mekânsal da bir bağlantı. Kartal’ı, Tuzla’yı, o havzayı yaşamakla da ilgili bir şey. Gündelik yaşam sıkıntıları, gaileleri üzerinden dertleri paylaşmak ile ilgili bir durum bence. Tuzlalı emekçilerin, aktif işçi olsunlar, ev kadını olsunlar, esnaf olsunlar, ikame edilemeyecek bir sermayesi var, hani “Derdim sermayemdir benim” der ya bir nefeste... Tuzla Tersaneler Bölgesi İzleme ve İnceleme Komisyonu 3 Ekim 2007 tarihinde DİSK-Limter-İş Sendikası’nın çağrısına olumlu cevap veren TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu, İstanbul Tabipler Odası, İstanbul İşçi Sağlığı Enstitüsü ve sosyal bilimciler Nevra Akdemir (SAV/Tüsam) ile Aslı Odman’dan (Bilgi Üniversitesi) oluşmaktadır. Hazırladığı “Tuzla Tersaneler Bölgesi’ndeki Çalışma Koşulları ve Seri Önlenebilir İş Kazaları hakkında Rapor”’ Şubat 2008’de yayınlamıştır. Bu rapor internette aşağıdaki adreste bulunabilir: <http://www.istabip.org.tr/media/upload/dosyalar/tersanerapor.pdf> Komisyon, günümüze kadar kapısını çalan ilk ve tek tersane olan Desan Tersanesi’nde de bağımsız bir inceleme yürütmüştür.
Kaya Aydoğan, İstanbul Üniversitesi Beyazıt Mediko Sosyal Merkezi’nden Dr. Akif Akalın’a Kot Taşlama İşçilerini Sordu
Düşerek mi, Açlıktan mı Öleyim Kot taşlama işinde çalışanların tedavi edilemez hastalığa yakalanması üzerine ne söylemek istersiniz?
İşçinin, “düşerek mi açlıktan mı öleyim” dediği gibi, önünde yaşam tercihi yok zaten!
Kot taşlama atölyeleri birer küresel fabrikadır aslında. Bu nedir? Kot taşlama, kotun kumaşının eskitilmesi! Kotun kumaşını eskitmenin en ucuz yolu içinde silisyum bulunan kumlama. Yüksek basınçlı kompresörlerle kum püskürtüldüğü zaman kot kumaşı eskimiş bir görünüm alıyor. Biliyoruz ki deniz kumu içindeki silisyum kansere yol açan bir maddedir. İnsan sağlığına çok zararlı ve çok kısa sürede insanda kanser oluşturuyor. Bu işlemde kum püstürken makinelerin kapalı ortamda çalışması gerekir. İşçi, sağlık ve iş güvenliği önlemleri yeterince alınmazsa 9
SACAYAK
Sayı 2
işçiler bu tür kimyasal maddelere karşı korunmasızdır. Bu işleklerde sendikasız işçiler çok ucuza, güvencesiz, sigortasız çalıştırıldılar. Bunların kaç kişi olduğunu hâlâ bilmiyoruz. İşverenler üç kuruş kâr etmek için bu işçilerin sağlıklarını tehlikeye attılar. Ve biz bu işçileri, kanser oldukları zaman fark etmeye başladık. Böyle bir şeyin, işçi sınıfı mücadelesinin güçlü olduğu, sendikal hakların, işçi sağlığının, iş güvenliği yasalarının güçlü olduğu bir ülkede uygulanabilmesi mümkün mü? Değil! Mesela, Kanada’da, Almanya’da göremiyoruz. O zaman ne oluyor? Üretici firmalar bu üretimi işçi sağlığı, iş güvenliği yasalarının yeterince güçlü olmadığı ülkelerde yaptırıyorlar. Ne yazık ki, Türkiye işçi sınıfı mücadelesinin güçlü olmadığı; işçilerin iş güvenliği, işçi sağlığı konusunda yeterince bilinçli olmadığı bir ülke! Kot işçileri problemi Türkiye’de bu yüzden var. Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesinin Batılı gelişmiş kapitalist ülkeler göre daha geri olması; işçi sağlığı, iş güvenliği yasalarının olmaması, işverenlerin rahatça işçi sağlığını tehlikeye atarak işlerini, kârlarını güvence altına alabilmeleri sağlıyor. Normal şartlar altında sağlıklı bir insanda bu kadar kısa bir sürede kanser gelişmesi mümkün değil. Kanser uzun yıllarda gelişen bir hastalık! Bu kadar kısa süre içinde kansere yol açan nedir? Bu arandığında, silisyum olduğu bulundu. Bu işçilerin ortak hikâyeleri küçük atölyelerde çalışmış olmalarıydı. Bundan sonra yapılan iki şey var: Bir tanesi bu insanlara yardımcı olmaya çalışmak. Kayıtsız çalıştıklarından bu insanların tümüne ulaşmak mümkün olmadı. Bugün hâlâ ulaşamıyoruz. Kaç kiş bu sektörde çalıştı, hangi koşullarda çalıştı bilemiyoruz. Demek ki eğitimsizlik ile yasalarındaki boşluklardan sermaye sahiplerinin yararlanması bir arada. Bir şeyin pek çok sebebi vardır. Ancak bir olguyu pek çok sebebe bağlarsanız esas önemli olan gözden kaçar. Kot işçilerinde görülen bu hastalığın esas sebebi sendikasız ve sigortasız çalışmadır. Eğitimsizlik de bir sebeptir, ama bu insanlar sendikasız, sigortasız çalıştıktan sonra üniversite mezunu olsaydı ne olacaktı? Eğitim mutlaka önemlidir. Kendisi eğitim işi içinde olan biri olarak eğitimi yadsıyamam. Ama insanlar bugün ağır ve tehlikeli işlerde, hayatlarını tehlikeye atarak çalışıyor. İşçi Sağlığı Platformu, Petrol-İş Sendikası’nda bir toplantı düzenlemişti. Bu toplantıda uzmanlar, bilim adamları, sendika liderleri işçileri eğitmek gerektiğinden, eğitimli olursa işçilerin buna karşı mücadele edeceklerinden konuştular. Bir akademi kurulur, bilimsel çalışmalar yapılır, işçiler bilinçlendirilirse bu sorunların önüne bir ölçüde geçilebileceğini düşündüler. Tuzla tersanelerinden gelen bir işçi kalktı, bu insanlara çok güzel bir cevap verdi: “Ben biliyorum, o direğin tepesine çıkarsam düşüp ölürüm. Bilmediğimden değil! Çıkmazsam işten atılırım, açlıktan ölürüm. Ben direkten düşerek mi öleyim yoksa açlıktan mı 10
Kot taşlama atölyeleri birer küresel fabrikadır. Bu işleklerde sendikasız işçiler çok ucuza, sigortasız çalıştırıldılar. Kaç kişi olduğunu hâlâ bilmiyoruz. Bu işçileri, kanser oldukları zaman fark etmeye başladık.
Mayıs 2009
SACAYAK
öleyim; bu ikisi arasında tercih yapmak durumundayım. Benim önümde yaşam tercihi yok zaten!” Birincisi, sendikalı, sigortalı olmak! Eğer o işçi sendikalı, sigortalı olsa okuma yazma bilmese bile bu kadar kötü duruma düşmez. Çünkü sendika onun hakkını koruyacaktır. İşçi sağlığı, iş güvenliği yasaları Türkiye’de o kadar kötü değil. Bir ölçüde var, ama uygulanmıyor bunlar. Sigorta olsa sigorta müfettişleri bunları uygulatmak zorunda kalacaklar. Devlet denetiminden, işçi sağlığı-iş güvenliği denetiminden kaçmak için sigortasız çalıştırıyorlar ve taşeron kullanarak işçi sayılarını bölüyorlar. Adam, “benim işyerimde yüz kişi çalışıyor” demiyor. “Benim işyerimde on tane taşeron firma çalışıyor, bunların her biri ayrı şirket” diyor. Böylece işçi sağlığı-iş güvenliği yasalarının getirdiği yükümlülüklerden kurtuluyor. Bu nedenle taşeronda çalışmak zorunda kalan işçi üniversite mezunu olsa ne değişir? Hiçbir şey değişmez. Bu iş kazaları yine olur, çünkü insanlar açlıktan ölmekle iş kazasında ölmek arasında tercih yapıyorlar. Sadece kendileri değil, çoluklarıçocukları da açlıktan ölecek. İş kazalarında ölen işçilerin hepsi çolukları-çocukları aç kalmasın, açlıktan ölmesin diye ölmüşlerdir. Toplumun dikkatini esas bu noktaya yönlendirmek gerekiyor. İşçi sağlığıyla ilgili çalışmalara Alevi-Bektaşi örgütleri destek verdi mi? Alevi-Bektaşi kuruluşlarının bu mücadelenin neresinde olduğunu hakikaten bilmiyorum. Herkese Sağlık, Güvenli Gelecek Platformu yaklaşık yüz kuruluşun bir araya gelerek oluşturduğu bir platform. Bu mücadele, toplumsal bir mücadele! Bunun dışında kalmaları mümkün değil. Bu toplum içinde yaşayan emekçilerin belli bir temelde örgütlendiği bir kurum, yani meşru bir kurum. Kendi talepleri doğrultusunda mücadeleye devam ederken bütün toplumu ilgilendiren böyle bir konuda suskun kalmaları mümkün değil. Bu nedenle Alevi-Bektaşi örgütlerinin gerçekten programlarında bu toplumsal sorunlara öncelik vermeleri gerekir. Alevi-Bektaşi kuruluşlarının bu mücadelenin neresinde olduğunu hakikaten bilmiyorum. Alevi-Bektaşi örgütlerinin programlarında bu toplumsal sorunlara öncelik vermeleri gerekir.
Alevi-Bektaşiler bu toplumun bir parçası olarak bu platformların içinde olmalı diyebilir miyiz? Bu, Alevi örgütlerinin kendi talepleri için mücadele etmemeleri, kendi bağımsız kimliklerini korumamaları anlamına gelmez. Onlar gene kendi mücadelelerini sürdürsünler, hatta bu platformlar içinde kendilerini diğer kesimlere ve örgütlere de tanıtsınlar. Bakın bu da büyük bir imkândır. Herkese Sağlık, Güvenli Gelecek Platformuna geldiğiniz zaman insanlar en azından sizin varlığınızdan haberdar olacak. Belki sizin yaptığınız işler hoşuna gidecek, belki onlar size başka katkılarda bulunacaklar. Bir arada olmakta her zaman yarar var. Sadece bir mücadelenin başarısı için değil, bu tür yan yararları da olur. 11
SACAYAK
Sayı 2
Kot Kumlama İşçileri Dayanışma Komitesi üyesi, İşçi Kardeşliği Partisi Genel Başkanı, Göğüs Hastalıkları uzmanı Prof. Dr. Zeki Kılıçarslan ile Ahmet Koçak Kot Taşlama İşçileri ve silikozis hastalığı üzerine söyleşti:
Ben Aleviyim, Patronum da Aleviydi; Ama Hasta Olduğumu Öğrenince Beni Derhal İşten Attı Kot taşlama, kumlama işçilerinde görülen Silikozis hastalığı ile ilgili bilgi verir misiniz? Silikozis klasik bir meslek hastalığıdır. Daha çok doğal silisyum tozuna maruz kalan maden, yol, tünel işçilerinde, dökümcülerde, cam, seramik, briket, tuğla fabrikalarında çalışanlarda görülür. Klasik bir meslek hastalığıdır, ama tekstil iş kolunda da görüldüğü bilimsel olarak ilk defa dünyaya Türkiye’den bildirildi. Normal olarak tekstil iş kolunda işçiler silika dediğimiz (silisyum oksit) maddeyle karşılaşılmaz, ama son 15-20 yıldır Türkiye’de (muhtemelen başka ülkelerde de var, ama bilmiyoruz) silika kot kumaşlarının beyazlatılması, yıpratılması işinde kullanıldı. Silika tozunun güvenli kullanılması için ileri önlemler alınması lazım. Bizde hiçbir önlem almadan yüksek basınçla püskürtülerek kullanıldı. İşçilerin korunması için tedbir alınmadığı için işçiler yoğun olarak silikaya maruz kaldılar ve çok kısa sürede hastalandılar. Silikozis madenlerde 20-30 sene çalıştıktan sonra çok az oranda ortaya çıkabilen bir hastalıktı. Bizde işçiler silikaya o kadar yoğun ölçüde kalmışlar ki birkaç ay ya da 1-2 yıl bu işte çalışanlarda çok ağır, ölümcül bir hastalık şeklinde kendini gösterdi. Türkiye’de ilk defa ne zaman görüldü? İlk vakaları, 2005 yılında Erzurum Tıp Fakültesi, İstanbul ve Erzurum’da çalışmış, sonra köyüne dönüp hastalanmış Bingöllü işçilerde tespit etti. Sonra İstanbul’da Yedikule Göğüs Hastanesi’nde görülen birkaç vaka daha bilimsel toplantılara sunuldu. Olay geçiştiriliyor, ama böyle olmaması gerekir; bu olayın sosyal boyutu çok kitlesel olabilir diye düşündük ve araştırmak için özel bir faaliyete geçtik. İşçiden işçiye, işçiden arkadaşına akrabasına, köyüne ulaşarak olayın ciddi boyutlarını ortaya koyduk. Sonra basına yansıdı olay, büyüdü. Bugünkü kampanyaya kadar geldik.
Sorunun boyutu çok geniş, on bin civarında işçinin bu işte çalıştığını düşünüyoruz. Yapılan araştırmada, köyüne dönmüş Bunun önlemi alınamaz mıydı? olanların yaklaşık yüzde ellisi Gerekli önlemler alınırsa Silikozis yüzde yüz önlenebilir bir has- hasta bulundu. talıktır. Aslında mevzuatta oldukça ileri yasalar, yönetmelikler var Bu orana göre beş bin hasta Türkiye’de. Onlar uygulansaydı böyle bir şey olmazdı. beklenebilir.
12
Mayıs 2009
Silika tozu hiçbir önlem almadan yüksek basınçla püskürtülerek kullanıldı. İşçiler yoğun olarak silikaya maruz kaldılar ve çok kısa sürede hastalandılar. Mevzuattaki yasalar, yönetmelikler uygulansaydı böyle bir şey olmazdı.
SACAYAK
Onlar uygulansaydı, belki yoğun toza maruz kalan bazı işçilerde uzun yıllar sonra hafif hastalık sorunları ortaya çıkabilirdi, ama bu ağır durum asla olmazdı. Ama hiçbir önlem alınmadı ve hiç bir yaptırım uygulanmadı. Zaten işyerleri, kaçak işletmeler ve çalışan çok sayıda işçi de kayıt dışı koşullarda çalışıyor. Hükümetin tutumu ne oldu? Hükümet, ilk başlarda bu olayı görmezden geldi. Tek tük vaka varmış gibi üzerinde durmadı; sosyal bir olgu olarak ele almadı. Hastaların kitlesel boyutu ile giderek duyarlı hale gelen dayanışma hareketi ve girişilen eylemlerle olay duyulmaya başlayınca hükümet konuşmak zorunda kaldı. Hastaların çoğu, hemen hepsi sigortasızdı. Bazıları bir dönem sigortalı olmuş, ama bize geldikleri zaman çoğu sigortasızdı. Sigortasız oldukları için meslek hastalığı bulsak bile normal koşullarda bu hastaları köyüne göndermek zorundayız. Sigortasız hastane almıyor. Yeşil Kart’ı bile olsa, hastane masrafları karşılansa bile hasta, hastaneye gidiyor, “Evet, sende bir hastalık var” deniyor ve iş bitiyor. Sosyal Güvenlik Kurumu’na, hükümete yansımıyor. Biz bunu kabul etmedik. Sigortasız da olsa hepsini meslek hastalıklarına yatırtıp, zorlayarak meslek hastalığı raporunu alıp, Sosyal Güvenlik Kurumu üzerinden baskı yapmaya başladık. Bir yasal yol var, sigortanız olmasa bile ispatlamak için mahkeme yoluna başvuruyorsunuz. Öte yandan çok sayıda işçi adına işveren ile işvereni ve işyerini denetlemekten sorumlu belediye ve bakanlık aleyhine ceza davaları açtık: Bilerek hastalığa ve ölüme neden oldunuz diye. Ölen işçiler vardı, 40 civarında… Davalar basına yansımaya başlayınca, öbür davaları da açtık: Bunlar işçidir, sigortasızdır, ama çalışmıştır, çünkü bu hastalık başka şekilde oluşmaz. Bazıları için ayrıca tazminat davaları da açtık. Her işçi için üç muhataba üç tür dava açtık… Hükümetin ilk adımı, sağlık güvencesi için Yeşil Kart verelim oldu. Ardından Sağlık Bakanlığı kot kumlama işini yasakladı. O koşullarda çalışma zaten yasaktı, ama artık kot kumlama tümüyle yasaklandı. Kanunda, yönetmeliklerde tedbirler vardı, onlar uygulansaydı zaten bu kadar ağır hastalık olmazdı. O tedbirleri uygultamayan Bakanlık şimdi bu işi tümden yasakladı. Artık kapalı sistemle ya da koruyarak kot kumlanamaz. Ama hala devam ediyor değil mi? Büyük kentlerin gizli köşelerine, diğer kentlere kaydığı ve devam ettiği söyleniyor, ama eskiye göre çok azalmış durumda. Bunu biliyoruz, işçi arkadaşlar da biliyor, ama artık bu polisiye bir olay. Daha önce uygulama kontrol edilmemişti, bu yasak ne kadar kontrol edilebilecek? Bu konu belirsiz. Biz olayı gündemde tutmaya devam ediyoruz, ama bu yasak ne kadar uygulanır? Sorunun boyutu çok geniş; on bin civarında işçinin bu işte çalıştığını düşünüyoruz. Erzurum’da yapılan araştırmada, köyüne 13
SACAYAK
Sayı 2
dönmüş olanların yaklaşık yüzde ellisi hafif, orta veya ağır hasta bulundu. Bu ortalamaya göre sektörde on bin kişi çalışmışsa, beş bin hasta beklenebilir. Şu anda onlara ulaşılması, muayene ve tedavi edilmeleri için çalışıyoruz, ama bu böyle olmaz. Bakanlığın bir kampanya açması, bu işte çalışmış insanlara çağrı yapması lazım. Bakanlık bunu yapmıyor, diyor ki kaos olur. Böylece büyük bir sorun olduğunu onlar da kabul etmiş oluyor. Aslında bir felaket yaşadığımızı kabul etmeleri ve ona göre önlem almaları gerekli. Diyoruz ki hükümet böyle bir kampanya açsın ve gelen işçileriden sigortasız olanları dahi bu hastalık tespit edilmişse mahkemelerde süründürmesin. Devlet olarak dün görevini yapmamış, bari şimdi her silikozis hastasına, hastalığının ağırlık derecesine göre sosyal güvenlik yükümlülüklerini yerine getirsin.
Hiçbir önlem ve yaptırım uygulanmayan işyerleri kaçak işletmeler ve orada çalışan çok sayıda işçi de kayıt dışı koşullarda, sigortasız, sendikasız çalışıyor.
Burada sınıflar mücadelesindeki Bu işyerlerinde yeterli denetleme yapılmamış olduğu açık. yenilgiyi görüyoruz.
Bu işyerlerinin çoğu küçük, orta işyerleri, fakat hepsi aslında büyük şirketlere çalışmış işyerleri. Ciro toplamı için milyar dolarla konuşuluyor. Onun için, bu işin kamuoyuna yansımasını engelliyorlar. Olay uluslararası basına yansıdı, İsveç’te taşlanmış kota karşı bir boykot oldu. Bu nedenle konuyu örtmeye, sessizce geçirmeye çalışıyorlar. Biz de olan oldu, ama hiç olmazsa sorumlular yargılansın, işçilerin sosyal hakları verilsin, bundan sonrası için tedbir alınsın diyoruz. Devletin suçu yok mu? Bu, sadece bugünkü hükümetin işi değil, 1980’lerin sonundan beri var bu iş. Türkiye’deki vahşi çalışma koşullarını gösteriyor. Bu işleklerin neredeyse tamamı küçük işyeri, ama bunların hepsi uluslararası pazara üretim yapıyor. Bunlar, büyük şirketlerin taşeronu; taşeronunun taşeronu, üçüncü, beşinci derece taşeron var. Aslında bu üretim zinciri sadece Türkiye’de görülmüyor. Tam tersine, bu modern modeldir, küresel kapitalizmin gerçek yüzüdür. O kaybolmuş, gizli atölyeler, merdiven altı atölyeler aslında küresel fabrikanın bir parçasıdır. Üzerim zincirinin içinde bir halkadır; modern kapitalizmin “rekabet için esnek çalışma” dediği şey tam budur. Hızlı üretim, esnek üretim, vahşi rekabet, emekçilerin birbirine rekabeti, oradaki işçinin buradaki işçiyle rekabeti, olay budur. Çalışma koşulları saat olarak da çok uzun. Bu işçiler günde 12 saat çalışmışlar. Gece kaldırılıp çalıştırılanlar bile var. Mal geldi diye gece saat 4’te uyandırılıp çalıştırılanlar var. Yabancı işçiler de çalışmış, Azerbaycan, Moldova, Romanya, Ermenistan, Kuzey Irak’tan gelenler olmuş. Bazıları memleketlerine dönmüş, ama hâlâ burada olanlar da var. Döndükleri yerde hasta olanları duyduk, ama onlara ulaşamadık. 14
Bu sadece Türkiye’de görülmüyor. Tam tersine, bu modern modeldir, küresel kapitalizmin gerçek yüzüdür. O gizli atölyeler, merdiven-altı atölyeler aslında küresel fabrikanın bir parçasıdır.
Mayıs 2009
SACAYAK
Talebimiz şu: Demokratik örgütler, sendikalar, odalar çalışmalarınıza Bakanlık ulusal bir kampanyayla kot kumlama işinde çalışmış tüm işçileri çağırsın; hasta olabilirsiniz, mutlaka gelin, kontroldan geçin desin.
yeterince destek verdi mi? Kamuoyunun desteğini aldığımızı düşünüyorum. Sendikalardan başlarsak, Kot Kumlama İşçileri Dayanışma Komitesi’ne DİSK Tekstil, Türk-İş Teksif, bağımsız Tekstil-Sen de katıldı. Sendikalar açılan davalar için katkı yaptı. Gazetecilerin, sanatçıların duyurmasıyla sağlık çevrelerinden belli bir maddi destek toplandı. Yüzlerce işçinin davalarını sürdürmesi için gereken asgari harçlar, mahkeme harcamaları karşılandı. Önümüzdeki dönemde imza kampanyası ve bir takım etkinlikler düşünülüyor. Temel talebimiz şu: Bakanlık ulusal bir kampanyayla kot kumlama işinde çalışmış tüm işçileri çağırsın; hasta olabilirsiniz, mutlaka gelin kontroldan geçin desin. Tabii ki bunu demenin sonuçları vardır, muhalefet bunu kullanır; ama kullanırsa kullansın, bu gerçeklik, bunun yapılması lazım. İkincisi, bu hastaların sigortası olmasa bile mahkemelerde sürünmeden hakları kabul edilmeli ve mali yardım verilmeli diyoruz. İki temel talep bu. Tabii mahkemeler sürüyor, bu telepler tazminat davalarını engellememeli.
İkincisi, bu hastaların sigortası olmasa bile mahkemelerde sürünmeden Sosyal Güvenlik Hakları kabul edilsin ve mali yardım verilsin. İşçi sağlığı iş güvenliği yasaları yeterli mi?
Sorun yasalardan çok, yasaların uygulanmaması, denetlenmemesi. Yasalar kağıt üzerinde. Yasaları toplumsal güçler uygulatır. 1970’lerde böyle bir şey olamazdı, çünkü örgütlü bir sınıfla karşı karşıyaydınız. Dolayısıyla yasaların içeriğinden çok, yasaları uygulatacak toplumsal güçleri sormak lazım. Herkesin sendikaya girme hakkı var. Buyurun girin! Herkesin sağlıklı bir ortamda çalışma hakkı var. Ama bu hakkınızı kullanabiliyor musunuz? İşverene belli yükümlülükler var. Ama bunu kim uygulayacak? İşçiler sendikasızsa, sigortasızsa bu yasalar, yönetmelikler nasıl uygulanacak? Bence burada sınıflar mücadelesindeki dengesizliği, yenilgiyi görüyoruz. Alevi örgütlerinden, derneklerden, konfederasyonlardan bu konuya duyarlılık gösteren oldu mu? Bu alanda Türk patronlar da var, Kürt patronlar da var; Sünni patronlar da var, Alevi patronlar da var. İşçiler de öyle. Çoğu Kürt illerinden Bingöl, Bitlis, Hakkari, Diyarbakır’dan, ama Rizeliler, Trabzonlular, Giresunlular da var. Bir işçi bana dedi ki, “Hocam, benim patronum çok iyiydi. Hatta üstünüze afiyet, (aynen böyle söyledi) ben Aleviyim, o da Aleviydi, ama hasta olduğumu öğrenince beni derhal işten attı!” Komiteye, Kürt örgütlerinden ve Alevi örgütlerinden belirli bir destek gelmedi. Tabii ki içinde demokrasi mücadelesi verilen her türlü kurum burada olmalı. Bizi birleştiren hat emek ve demokrasidir. 15
SACAYAK
Sayı 2
Kurân’a İlişkin Tanımlamalar İsmail Kaygusuz Birkaç yıldır üzerinde çalıştığım ve yakında yayınlanacak ‘Bir Proto-Alevi Kaynağı Ummü’l Kitab; Adını İmam Bakır Koydu ve Hepsi Onun Sözleridir’ başlıklı çalışmamdan bazı ilginç bölümleri sunuyorum.
O
rtodoks din bilginleri ve İslam tarihçileri, Mutezililer dışında tüm İslamî ekoller, Tanrının sözü olduğu ve yaratılmadığına inandıkları Kuran’ın Muhammed’e peygamberliği süresince, yani 23 yıl boyunca inerek tamamlandığı üzerinde uzlaşır. Ortodokslar, yani Zahiri İslam mensupları Sünni ve Şiiler Kuran konusunda anlaşamasalar da içerdiği 114 Sure’nin üçte birinin Medine’de, geri kalanların ise daha önce Mekke’de inmiş olduğunu kabul ederler. Heterodokslar, yani Bâtıni İslam yandaşları, Anadolu Alevileri mevcut Kuran’ın Muhammed peygamberin değil, Halife Osman’ın kitabı olduğuna inanır ve pek itibar etmezler. ‘Telli Kuran’ adını taktıkları saz eşliğinde söylenilen ozanların-âşıkların nefesleri ve deyişlerindeki inançsal ve ahlâki ilkeleri, kendilerini doğru davranışa yönlendirerek tapınma ve yaşam biçimlerini oluşturan kuralları (Ali) Kuran’ından alınma ayetler olarak benimsemişlerdir. Bu benimseyiş, Âşık İbreti’nin (ö. 1976) bir nefesine şöyle yansır: “Kâmilin ağzından çıkan sözünü Hemi hâdis hemi Kuran biliriz”
Sekizinci yüzyılın ikinci çeyreğinde yazılmış ve 5. İmam Muhammed Bakır’ın adını koyduğu ve tamamıyla onun kendi sözlerini içerdiği belirtilen Ummü’l Kitab’da Kuran’a ilişkin verilen bilgiler ve tanımlamalar Ortodoks İslamın inanç anlayışına ve bu kanaldan öğrendiğimiz Kuran hakkındaki tüm bilgilere tamamıyla aykırıdır. Bu durum, bize sağlıklı ve doğru olarak geldiği iddia edilen İslam’ın kutsal kitabına ilişkin, tarihsel bilgilerin sorgulanması gerektiğini açıkça göstermektedir. Soru-yanıt biçiminde düzenlenmiş olan kitaptaki Kuran’a dair iki soru ve yanıtlarını aynen aşağıya alıyoruz: “Soru 12: Kuran nedir? Câbir, ‘Ey benim Tanrım, Kuran nedir?’ dedi. Bakır şöyle dedi: Yüce Tanrı’nın ‘Bu, yüzünüze karşı gerçeği söyleyen kitabımızdır’ buyurduğu gibi Kuran, natıka (konuşan/bilinçli) ruhtur. Büyük âlemde, Kudret sahibi Selman (Selman-ûl kudretî) yüce Tanrı’nın sesidir. Onun nutku, natıka (konuşan/bilinçli) olan ruhtandır. Selman, ahiret günüdür ve büyük gündür. Kuran, Tanrı’nın sözüdür. Yaratılmamıştır. Kim onun için yaratılmış derse, yüce Tanrı’ya and olsun ki o kâfirdir. Yani bu Kudret sahibi Selman, Kuran’dır ve Tanrı’nın sesidir. Buna tanıklık etmeyenler kâfirdir. Ey Câbir, ‘Kuran, Tanrı’nın sözüdür’ ifadesinin anlamı böyledir. 16
Mayıs 2009
SACAYAK
Selman, yaratılmış değildir. Yüce Tanrı’nın sesi de yaratılmış değildir.”
Görmediğim Tanrıya Tapmam Alevilik ve Materyalizm Genişletilmiş İkinci Baskı
İsmail Kaygusuz Su Yayınları, Mart 2009 13,5 x 21 cm / 344 sayfa Tel: 0212.512 16 88 İsmail Kaygusuz’un Su Yayınların’dan çıkmış diğer yapıtları: Şarabi Öyküler Hasan Sabbah ve Alamut Öteki Gerçekler Anadolu Bilgeleri Aleviliğin Doğuşu
Görüldüğü gibi Kuran ruhsal bir kişilik olarak anılıyor ve bu kişiliğe hayat veren Selmân’dır, o Kuran’ı temsil etmektedir. Kısacası Kuran Selman-ı Farisî, Selman da Kuran’dır. Öyleyse, “Kuran’ı Muhammed’e öğreten-açıklayan (haydi indiren diyelim) Selman’ın kendisidir” anlamını çıkaramaz mıyız? Ayrıca Selman öyle sunuluyor ki Tanrı’nın onda zuhuru, yani görünüm alanında bir parçası (sesi ve dolayısıyla Kuran) olarak nesnelleşmesidir. “Soru 28: Kuran ayetleri hangi şehirlerde inmiştir? Halid şöyle dedi: ‘Ey zamanın velisi, mümkünse bunun anlamının bâtıni yorumunu yap ve gerçek anlamını açıkla.’ İlim sahibi Bakır şöyle dedi: Hamd (Suresi) Mekke’de indi. Bakara Suresi de Mekke’de indi. Al-i İmran, Medine’de indi. Nisa Suresi Basra’da indi. Maide suresi Şam’da, En’am Suresi Beytü’l-Mukaddes’te, Araf suresi Yemen ve Yesrib’de, Enfal suresi de Kûfe’de indi. Yüz beş sure de dünyanın her tarafında indi. [...]” Adı geçen kentlerde inen sureler sırasıyla Âdem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed’in peygamberlik dönemleriyle Ali’nin velilik döneminin kanıtları olarak sunulması ve bu kentlerin Surelerin sırasıyla beyindeki hayat ruhu, işitme ruhu/duygusu, görme duyusu, koku alma duyusu, dokunma duygusu ve davranış ruhunun hem kanıtı hem de simgeleri gibi gösterilmesi biçimindeki bâtıni söylemlerin üzerinde durmadan soralım: “Bunlar gerçek midir? Böyle bir durum olası mıydı?” “Hayır, değildir; bu durum tarihsel gerçeklere aykırıdır” demek, doğru olmayacağını kanıtlamaya yetmez. Ummü’l Kitab’ı tanıtan ve yorumlayan Vladimir İvanov’un, “Bilinmektedir ki, Basra ve Küfe kentleri, müslümanların bu bölgeyi fethinden önce mevcut değildi” iddiası da doğru değildir. Eski çağlardan beri Basra’nın yerinde bir kasaba yerleşmesi mevcuttu. 635 yılında Halife Ömer, yeniden kurarak bir Arap kentine dönüştürdü. Küfe’nin ise Hicret’in birinci yılında şehir olarak kurulduğu, Halife Ömer’in 637 yılında burayı ele geçirince, kenti genişlettiği bilinir. Sasaniler döneminde Küfe ve Necef yerleşmelerini içine alan Orta Bih-Kavad eyaleti vardı. Unutmayalım ki, Muhammed çocukluğunda amcası Ebu Talip’le başlayarak, 40 yaşında Peygamberlik gelinceye kadar kervanlarla Akdeniz’den Hint Denizi’ne kadar bölgeyi şehir şehir, kasaba kasaba ticaret amacıyla dolaşmış ve bugün Ortadoğu adıyla anılan bölgede yaşayan her türlü dinsel ve felsefi inanç (Mani, Mazdek, Hıristiyan mistikler, Musevi kabalacılar, gnostikler, Hindular, vb.) mensuplarıyla karşılaşmış, konuşmuş, etkilenmiş ve tartışmıştır. 17
SACAYAK
Sayı 2
İbn Hişam ve Teberi’den okuyoruz ki, Muhammed daha 12 yaşında amcası Ebu Talip’le bir ticaret kervanıyla seyahatteyken Basra’da, Nasturî Hıristiyan keşişi Sergius Bahira ile karşılaşmış; keşiş onun omzundaki nübüvvet mührünü görüp, ona peygamberliğini muştulamıştır. Yine Muhammed’in bu döneminin sonlarına doğru sık sık Hira Dağı’ndaki mağaraya inzivaya çekilip, transandantal davranışlarda bulunmasının Sina Dağı manastırlarındaki çileci Hıristiyan kesişleriyle hiçbir ilgisi yoktur denilebilir mi? Muhammed’in Gezileri Hem sonra Muhammed’in, peygamberliğinin duyurusunu yapıncaya kadar ticaret gezileriyle geçen neredeyse otuz yıllık yaşamı tüm ayrıntılarıyla biliniyor mu? Gerçekten incelenmiş midir? Oysa sadece bu Nasturî Keşişi söylencesi bile gösteriyor ki, Muhammed otuz yıl boyunca o günün dünyasının, kuruluşu İÖ 1500’lere ulaşan çok eski kenti Şam (Damascus) dâhil, Basra, Kûfe ve Ortadoğu’nun diğer değişik şehirlerinde keşişler, bilgeler filozof ve farklı inanç mistiklerinden bilgi ve tek tanrı inancı donanımını kazanmıştır. Kaldı ki, Peygamber’in Mekke’deyken İslamı tebliğ için Taif ve Yemen’e gittiği, Medine’ye yerleştikten sonra da ölümüne kadar çeşitli yerlere seferlere çıktığı çok iyi bilinmektedir. Öyleyse Bakır’ın bu yorumuyla, Muhammed’in Kuran surelerinin çoğunun Mekke ve Medine dışında esinlendiği veya indiği gerçekten düşünülemez mi? İkinci olarak Ummü’l Kitab’ın genel içeriği bağlamında, Peygamber’in uyur-uyanıklık arasında Mekke’den Kudüs’teki Süleyman tapınağına ve oradan Göğe yükselip Tanrıyla buluştuğu Miraç gezisi gibi Cebrail eşliğinde ruhsal gezilerle, yani bâtıni anlamıyla “seyrana çıkıp”, sözü edilen kentlerde Tanrıyla buluşarak vahiyleri almıştır, böyle düşünülebilir. Zaten Şii kitaplarında Peygamber’in yüzden fazla miraç yaşadığı da yazmıyor mu? Bizce her iki yönden de yorumlanmaya ve araştırmaya değer. Bir üçüncü yorum da yukarıya aldığımız 12. soruya İmam Bakır’ın verdiği yanıtta aranabilir. Burada Kuran ruhsal bir kişilik olarak anılıyor ve bu kişiliği hayat veren, canlandıran da Selman’dır, o Kuran’ı temsil etmektedir. Tarihsel olarak Selman, Zerdüşt inançlı bir Farisi dikhan’ın, yani bir İranlı feodalin oğlu olarak iyi eğitim görmüş; sonra babasının topraklarını terk edip Ortadoğu coğrafyasındaki çeşitli din ve inançları incelemiş ve bazılarını kabul ederek bağlıları içinde yaşamış; bölgedeki zamanın şehir ve ülkelerinin belki hepsini gezmiş ve orta yaşlılığında Muhammed’le buluşmuştu. Öyleyse kitabın diliyle, Nuraniyyette Tanrı’nın nutku, yani Kuran olan Selmân-ul Kudret, beşeriyette bir büyük bilge-bir veli olarak Selmân Farisî, adı geçen kentlerde ve ülkelerdeki kazanımlarını Muhammed’e aktarmıştır. Ayrıca kitaba göre kendisi, Selmanu’l Kubra/Kabir olarak Tanrı’nın mazharı, Selmanu’l Sugra/Sagir olarak da yersel Cebrail’dir. 18
Mayıs 2009
SACAYAK
200. Doğum Yıldönümde Dinci Gericiliğin Bilim Düşmanlığı:
Charles Darwin’i Küçümsemek ve Evrim Teorisini Yadsımak Yusuf Pehlivan
B
u yıl tüm dünya çapında ilerici insanlığın ikiyüzüncü doğum yıldönümünü kutladığı Charles Robert Darwin (1809-1882) insanlığın düşünce tarihinde önemli yer tutan bir İngiliz doğa bilimcisidir. Neden dünya yüzünde bu kadar farklı canlının bulunduğu sorusunu açıklamaya yönelik yaşam boyu süren çalışmaları sonunda ulaştığı sonuçlar, insanlığın dünyayı kavrayışında köklü değişiklikler yapan bir etki yaratmıştır. Sanayi devrimi sırasında hızla gelişen fizik, kimya, mekanik ve termodinamik bilimlerinin ardından 19. yüzyılda doğa bilimleri, jeoloji, botanik, zooloji ve biyoloji (yeryüzü, bitkiler, hayvanlar ve canlıları ele alan) bilim dalları da hızlı bir gelişme gösterdi. Birçok bilim adamının yeryüzünün farklı yerlerinden yaptığı canlı ve cansız örnek derlemeleri, fosil buluntuları ve gözlemler giderek artan yoğunlukta bilgi biriktirdi. Bu birikimin sınıflandırılmasında ileri adımlar atıldı. Bu birikiminden bir sentez, sonuçları özetleyen bir teori çıkarmaya yönelik bir dizi bilim adamı çalıştı. Ancak o çağda doğa bilimlerinin vardığı en yüksek aşamayı temsil eden görüşleri derli toplu ve sistemli olarak ortaya koyma onuru Darwin’in oldu. Çocukluğu ve Eğitimi
1871 yılında bir İngiliz dergisinde Darwin ile dalga geçen bir karikatür.
Darwin, zengin ve bilimsel birikimli bir ailenin çocuğuydu. Dedesi, zooloji ve biyoloji alanında çalışmalarıyla ünlü bir doktordu ve babası da onu izlemişti. Annesi ise ünlü porselen üreticisi Wedgewood ailesinin çocuğuydu. Her iki aile de Teslis’e (Tanrı-İsa-Ruh-ûl Kudüs’ün birliğine) değil, tanrının tekliğine inanan; din ve ibadet ile akıl, eğitim, bilim ve felsefenin bir birini dışlamadığını savunan aykırı bir Hıristiyan kilisesine bağlıydılar. Darwin, orta öğretimini bitirdiği yaz boyunca özgürleşmiş yaşlı bir siyahî köleden hayvan doldurma sanatının inceliklerini öğrendi. Bu eski köle, Güney Amerika Yağmur Ormanları’na yapılan bir seferde ünlü bir doğa bilimcisine eşlik etmişti. Kendisi de kabukludeniz hayvanlarını toplamaya başladı. Edinburgh Üniversitesi’nde tıp okumaya başladı, ancak anestezi öncesinde yapılan ameliyatları izlemeye dayanamadığı için tıp eğitimini yarıda bıraktı. Ailesinin baskısıyla din adamı olmak üzere Cambridge Üniversitesi’ne başladı. Burada bir yandan doğa bilimlerine ilgisi sürerken, öte yanda matematik ve teoloji okudu. Toplumsal sistemi eleştiren görüşlerle tanıştı, varolan devletin bir “alışkanlık” olduğunu, ama kraliyetin bir “ilahi bir hak” olmadığına inandı. Hükümetin ve ege19
SACAYAK
Sayı 2
men görüşlerin toplum çıkarına karşı olduğu yerde ve zamanda eleştirilmesi ve karşı çıkılması gereken anlayışlar olduğu sonucuna vardı. Bu tehlikeli görüşlerine karşı dereceyle mezun oldu. Dünyayı Dolaşan Yolculuk Darwin, üniversiteyi bitirdikten sonra İngiliz donanmasının Beagle adlı araştırma gemisinin beş yıl boyunca dünyayı dolaşan gezisine katıldı. Bu süre boyunca on sekiz ayı denizde geçirdi, geri kalan sürede karada canlı-cansız örnekler ve fosiller topladı, gözlemler yaptı. Çok çarpıcı fosil bulguları nedeniyle daha yolculuk sırasında İngiltere’de ünlendi. İngiltere’ye döndükten sonra bu yolculuk boyunca yaptığı gözlemleri yorumlayarak vardığı sonuçları yayına hazırladı. Birçok konferans verdi, bir yandan da getirdiği malzemenin incelenmesini sürdürdü. Vardığı görüşler yerleşik temel dini görüşlerle kökten çatışıyordu. Tanrının dünyayı yedi günde yarattığını, tüm canlı türlerinin yaratılıştan beri değişmeden kaldığını söyleyen ve günümüzde Yaradılış Teorisi olarak bilinen dinci tezi çürüttü. Yeryüzünün geçmişi boyunca farklı türlerin, kendisinin doğal seçim adını verdiği yolla yok olduğunu ya da önceki türden farklılaşarak ortaya çıktığını, bu evrimin hiç durmadan devam ettiğini ortaya koyan Evrim Teorisini ortaya koydu. Evrim Teorisi ve Doğal Seçim Tüm canlıların kendi ana-babalarının eş kopyaları olmadığı; her bireyin özgül karakteristikleri olduğu gözleminden yola çıktı. Her neslin kendi özgül karakterlerini bir sonraki nesle aktardığını ve bu özelliğin hayvan ve bitki yetiştiriciliğinde tohum seçimi yoluyla nesli iyileştirmek için kullanıldığını gözlemledi. Bu dışarıdan zorlama seçimin yanı sıra doğada süregiden işleyişte bir de doğal seçim olduğunu, ortamın koşullarına en uygun bireylerin bu yolla bir sonraki nesle kendi özelliklerini aktardığını gösterdi. Çok sık kendisine atfedilen ve ırkçıların kendi amaçları için kullandığının aksine Darwin’in, “en güçlünün yaşamını sürdürmesi” gibi bir tezi yoktur. Darwin, uzun bir zaman içinde türlerin geliştirip biriktirdikleri küçük değişimlerle çevreye uyumu sağlayan doğal seçimin temelini oluşturduğunu belirtmiştir. Bunların, doğa dışı bir ve önceden belirlenmiş bir amaca göre olmadığını, doğanın kör kanunları sonucu ortaya çıktığını gösterir. Bu nedenle Darwin yaşamının tüm çalışmasını özetleyen temel eseri olan Türlerin Kökeni’ni yayımladığı günden başlayarak dinci gericiliğin bilim düşmanı saldırılarının baş hedefi oldu. Doğa bilimlerinde başlayan tartışma din ve din karşıtlığı arasında bir tartış20
Charles Darwin’in Beagle gemisi ile uzun yolculuğa çıkmadan önce 1830 yılında yapılmış portresi.
Mayıs 2009
SACAYAK
maya dönüştü. Dünyanın idealist kavrayışı ile materyalist kavraşıyı arasında bir kavgaya dönüştü. Türlerin ortaya çıkışının ve evriminin materyalist yorumu ve ona karşı çıkanlarla yürüttüğü tartışmalar Darwin’in dine karşı tutumunu da giderek sert biçimde ortaya koymasına yol açtı. 1880 yılında bu tartışmalar sırasında kendini eleştirenlere yanıt verdiği bir mektubunda şöyle yazıyordu: “Üzülerek size bildirmeliyim ki ben İncil’in ilahi bir vahiy olduğuna ve bu temelde İsa Mesih’in Tanrının oğlu olduğuna inanmıyorum.” Ancak Darwin hiç bir zaman bir tanrı tanımaz (ateist) olmadı. 1879’da bu konuda görüşünün bilinemezci (agnostik) olarak belirtilmesinin daha doğru olacağını söylemişti. Aynı yıllarda toplumsal bilimlerde materyalist ve devrimci görüşlerini geliştirmekte olan Marks ve Engels, Darwin’in doğa bilimlerinde ortaya koyduğu tezlere büyük değer verdiler ve türlerin evrimi sürecini ortaya koyan bu önemli teorinin, dar kafalı dinciliğe köklü bir darbe vurduğunu ve ilerideki dönemde daha da geliştirilerek bu etkisinin güçleneceğini belirttiler. Onların öngörüleri büyük ölçüde gerçekleşti. Kitabın yayınlanışından bu yana geçen yüz elli yıl içinde bir çok bilim adamının çalışmaları ile Darwin’in teorisi daha da geliştirildi, netleştirildi, derinleştirildi ve muazzam deneysel kanıt ile güçlendirildi. Yirminci yüzyılda hücre biyolojisi, kromozomlar ve DNA’nın doğal seçim ve evrim süreçlerinde oynadığı rolün bulunmasıyla önemli bir adım attı. Bu temelde geliştirilen buluşlar günümüzdeki genetik tedavilerin de temelini oluşturdu. Darwin’in evrim teorisi modern moleküler tıp bilimin de temellerini döşedi. Darwin’i Küçümseyenler Tüm dünyada dinci gericiliğin durup durup yeniden fırsat buldukça Darwin’in teorilerini çocukların temel eğitiminin programında çıkarma ya da “Yaratıcı Tasarım” gibi süslenip-püslenmiş köhne dinci teorilerle eş değerde okutulması çabasına girişiler. Darwin’in evrim teorisi “insanın atası maymun diyor, senin baban şempanze mi?” gibi sahte sorular sorarak bunu gizlemeye çalışırlar. Bunlara belki de en iyi yanıtı, Darwin’e karşı saldırıları göğüsleyen bir bilim adamı arkadaşı vermiştir:
“Kültür ve güzel konuşma gibi yeteneklerini ön yargıların ve sahtekârlığın hizmetinde kullanan “Kültür ve güzel konuşma gibi yeteneklerini ön yargıların ve eğitimli birinin sahtekârlığın hizmetinde kullanan eğitimli birinin soyundan soyundan gelmektense bir maymunun soyundan gelmeyi tercih ederim.” gelmektense “Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” diyenlerin, Darbir maymunun win’in bilimine sahip çıkması ve günümüzde bir yanıyla dinci gesoyundan gelmeyi tercih riciliğin, diğer yandan milliyetçiliğin-ırkçılığın eğitim sistemimizederim.” deki yobaz dayatmalarına temelden karşı çıkmasının ilk adımıdır.
21
SACAYAK
Sayı 2
Posta Gazetesinde Yayınlanan Veliyettin Ulusoy Söyleşisi ya da
Gazetecilik Adına Gazetecilik Ahlakını Hiçe Sayanlar Ahmet Koçak
P
osta Gazetesi 18 Mayıs 2009 tarihinde başlayan “Aleviliğin değişen yüzü” başlığında bir yazı dizisi yayınladı. Diziyi gazeteci Berivan Tapan yayına hazırladı. Bu yazı dizisi için Sayın Tapan, inanç temsilcileri, demokratik Alevi kuruluşları, Alevi kadınlar olmak üzere birçok kesimden görüş almış. Yazı dizisinin ilk gününde Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Sayın Veliyettin Ulusoy ile yaptıkları söyleşiyi yayınladılar. Sayın Veliyettin Ulusoy, yayınlayacağımız kitabına koymamız için söyleşinin tam metnini bana da göndermişti. Söyleşinin hepsini önceden okumuş, bazı imla düzeltmeleri için Sayın Tapan’la telefonla da görüşmüştüm. 18 Mayıs günü gazeteyi elime aldığımda şaşakaldım: Dağ fare doğurmuştu. Yapılan söyleşi yerine bir özet yayınlanmıştı. “Bunda ne var? Bütün gazeteciler böyle yapıyor!” diye düşünülebilir. Tabii ki söyleşiyi yapan gazetecinin ve yayınlayan yönetmenin kısaltma hakkı var, ama söyleşilen kişinin görüşlerini çarpıtmamak kaydıyla! Söyleştiğiniz bir kişinin, işinize gelen görüşlerini alıp, işinize gelmeyenleri atmak gazeteciliğin ruhuna ve ahlakına aykırıdır. Bu yapılmazsa, söyleştiği kişinin görüşlerini çaktırmadan çarpıtırsınız. Bu, sahibinin sesi gazeteciliğin yöntemidir. Sayın Ulusoy’un bir-iki değil, tam yedi soruya verdiği yanıt gazetede yayınlanmamış. Böylece Sayın Ulusoy’un mesajının en önemli bölümleri atılmış, geriye birkaç gerçek üzerine iyi bilinen sözlerinin tekrarı kalmış. Sorun aslında tam da burada, çünkü Sayın Ulusoy’un yayınlanmayan yanıtları, günümüzün Alevi-Bektaşi gündeminde ve Türkiye’nin siyasi gündeminde öne çıkmış bazı konulardaki çarpıcı görüşlerini içermekteydi. Yani gerçeği yazmak isteyen bir gazetecinin asla dışarıda bırakamayacağı görüşlerdi. Ayrıca gazete Sayın Veliyettin Ulusoy’u tanıtırken, “Alevilerin ruhanî önderi” diye bir söylem tutturmuş. Belli ki Sayın Tapan ya da gazetenin yönetmeni, “ruhaniliğe” pek meraklı ya da AleviBektaşilerin arasında “ruhanilik” konusunun nasıl bir anlam taşıdığından haberdar değil. Merak edip öğrenebilir ya da lütfedip sorabilirdi. Bu durumda Sayın Ulusoy’u arayıp, söyleşinin tam metnini dergide yayınlamak istediğimizi söyledim. Kendisinin izni ile söyleşinin tam metnini yayınlıyoruz. Gazetede yayınlanan haliyle aslını karşılaştırma imkânı bulanların ne demek istediğimizi anlayacaklarını umuyoruz. Aşk ile. 22
Görüşüne başvurduğunuz bir kişinin, işinize gelen görüşleri alıp, işinize gelmeyeni atmak gazeteciliğin ruhuna ve ahlakına aykırıdır.
Mayıs 2009
SACAYAK
Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Sayın Veliyettin Ulusoy’un Posta Gazetesinin Sorularına Verdiği Yanıtlar Cemalettin Çelebi – Veliyettin Çelebi (1) ve Kurtuluş Savaşı Feyzullah Çelebi öldüğü zaman iki oğlu kalmıştı: Ahmet Cemalettin Çelebi ve Veliyettin Çelebi. Ahmet Cemalettin Çelebi (1862–1921), babasının ölümünde, on sekiz yaşındadır. Öteden beri olduğu gibi, Hacı Bektaş Veli Vakfı’nın 15 sehminden dört sehmi, meşihat ve tevliyat hizmetlerine, dört sehmi Hangâh’ın tamirine, dört sehmi fukaranın ve konukların yeme içmesine ve üç sehmi de Hacı Bektaş Veli evladından olan Çelebilerin maişetine sarf edilmek ve Nakşibendî Şeyhi Hacı Hamza Efendiye de vakıf gelirinden 800 kuruş verilmek kaydıyla, Ahmet Cemalettin Çelebi’ye Hacı Bektaş Veli Vakfı’nın mütevelliliği veriliyor. (18 Sefer 1322 (m. 1904) tarihli ferman) Ahmet Cemalettin Çelebi’nin aktif ve popüler bir kişiliği vardır. Babasını kaybettiğinde çocuk denecek bir yaşta bulunması yüzünden tahsilini ilerletemiyor. Bununla beraber, Babası Feyzullah Çelebi’nin büyük saygınlığı ve kendini tanıtmadaki üstün kabiliyeti onu kısa zamanda çok ünlü ve etkili bir şahsiyet haline getiriyor. Sultan Reşad’ın “Secde edilecek kadar mehabetli bir siması var” diye hayranlığını ifade ettiği yüz güzelliği, çehresindeki olağanüstü nurani görünüm ününü bir kat daha artırıyor. Babasının bilimsel yönden başlattığı çalışmaları pratik yönden değerlendiriyor. Ahmet Cemalettin Çelebi, “Müdafaa” adında bir kitap yayınlıyor. Müdafaa’da, araştırmalarda kaynak olacak bazı belgeler ve bilgiler bulunmakla beraber, Hacı Bektaş Veli’nin evliliği ve onun soyundan gelen Çelebilerin Postnişinlik ve mütevellilik haklarını kapsayan sınırlı bir konu işleniyor. Kitap gereği kadar dağıtılmamış olmalı ki ilgili konularda yazılan kitaplarda pek adı geçmiyor. 23
SACAYAK
Sayı 2
Ahmet Cemalettin Çelebi’nin Postnişin oluşundan on yıl sonra Birinci Dünya Savaşı patlıyor. Cemalettin Çelebi topladığı bir gönüllü birliği ile Doğu Cephesinde savaşa katılıyor. “Mücahidin Alayı” adıyla anılan bu birlik Rusya’nın bütün cephelerde savaşa son vermesi üzerine geri dönüyor. Ahmet Cemalettin Çelebi’nin, Birinci Dünya Savaşı sırasında Talat Paşa ve Enver Paşa ile görüştüğünü biliyoruz. Enver Paşa, Mücahidin Alayı’nı cephede ziyaret ederek teftiş etmiştir. Cemalettin Çelebi’nin Kurtuluş Savaşından önce Atatürk’le tanıştıklarına dair bir bilgi yok. Ancak Atatürk’ün Samsun’a çıkışını izleyen günlerde, Cemalettin Çelebi ile Atatürk’ün sıkı temas halinde oldukları anlaşılıyor. Atatürk, Cemalettin Çelebi’ye olağanüstü önem vermektedir. Atatürk “Büyük Nutuk”unda da şöyle diyor: “2 Ocak 1920 günü cemiyetin merkez kurullarına ve Hacıbektaş’ta Çelebi Cemalettin Efendi’ye, Mutki’de Hacı Musa Bey’e ayrıca bir bildirim yaptık. Bu bildirimimizin içindekiler ve yazılış biçimi şöyleydi: Yolculuğumuz sırasında görüp incelediklerimiz bizlere, gerçek koruyucu Ulu Tanrı’nın yardımı ile meydana gelen ulusal birliğimizin dayanağı olan ulusal örgütün kök salmış, ulusun ve yurdun geleceğini kurtarmak için gerçekten güvenilir bir güç ve erk durumuna gelmiş olduğunu sevinçle gösterdi. Dış durum, bu ulusal dayanç ve birlik yüzünden, Erzurum ve Sivas Kongreleri ilkelerine göre ulusun ve yurdun yararına elverişli şekle girmiştir. Kutsal birliğimize, dayanan ve inancımıza güvenerek töreye uygun isteklerimizin elde edileceği güne değin hiç yılmadan çalışılması ve bu bildirimimizin köylere varıncaya dek bütün ulusa duyurulması rica olunur.” Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Temsilciler Kurulu Adına, Mustafa Kemal” Bu belge, ayrıca Cemalettin Çelebi’nin Atatürk’le çok aktif ve sıkı işbirliği yaptığını göstermektedir. Atatürk tebliğin bütün köylere duyurulmasını rica ettiğine göre, Cemalettin Çelebi, Atatürk’ün başlattığı “Milli Mücadele”nin daha ilk günlerinde, örgütsel biçimde onun çalışmalarına fiilen katılmıştır. Ancak burada bir şanssızlık söz konusudur. Cemalettin Efendi kalp yetersizliğinden muzdariptir. Günlerinin çoğunu yatakta tedavi ile geçirmektedir. Özel olarak gönderilen Dr. Naci ve Dr. Osman Beyler evinden çıkmasına izin vermiyorlar. Erzurum ve Sivas Kongrelerinden sonra, Atatürk Ankara’ya geçerken, Hacıbektaş’ta Cemalettin Çelebi ile görüşmeleri kararlaştırılmıştır. İlicek Çiftliği üzerinden Hacıbektaş’a gelinmesi ve gece Hacıbektaş’ta kalınması şeklinde yapılan program, yolların çamur 24
Mayıs 2009
SACAYAK
olması yüzünden uygulanamıyor. Bozuk ve bakımsız şoseyi izleyerek, Mucur’a geliyorlar. Geceyi orada geçiriyorlar. 23 Aralık 1919 günü, Mucur Kaymakam Vekili Nihat Bey’i de yanlarına alarak Hacıbektaş’a geliyorlar. Cemalettin Çelebi o günlerde kalp yetersizliğinden rahatsızdır. Bununla beraber, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını çok belirgin bir sevgi ve saygı ile karşılıyor. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul Hükümetine istifasını göndermiştir. Resmi bir sıfatı yoktur. Bununla beraber Cemalettin Çelebi, o güne kadar hiçbir konuğa gösterilmemiş sevgi ve yakınlıkla Mustafa Kemal Paşa Ahmet Cemalettin ve arkadaşlarını ağırlıyor. Çelebi Devamlı olarak açık bulunan misafirhanesi olduğu halde, konukları evine alıyor. Akşam yemeğini tüm konuklar bir arada yiyorlar. Cemalettin Çelebi aşırı olmamakla beraber içki kullanmaktadır. Fakat o günlerde hasta olduğu için doktorlar içkiyi kesin olarak yasaklamışlardır. Misafirlere ikram olarak sofraya rakı ve şarap konulmuştur. Mustafa Kemal Paşa, bölgede özel olarak yapılan şarabı merak ederek bir iki kadeh almış, belki de Çelebi’nin hasta olmasını ve içki içmemesini düşünerek fazla içmemiştir. Diğer konuklar da onlara uymuşlardır. İki saat kadar süren yemekten sonra, konuklar misafirhaneye geçmişler, sadece özel muhafızı ile Mustafa Kemal Paşa, Cemalettin Çelebi’nin evinde kalmışlardır. Bu sırada Cemalettin Çelebi, hizmette bulunanlara kesin olarak içeri girmemelerini tembihlediği için Mustafa Kemal Paşa ile Cemalettin Çelebi arasında geç vakitlere kadar süren konuşmanın konusu kimse tarafından bilinmemektedir. Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışından sonra özellikle Erzurum ve Sivas toplantıları sırasında, Cemalettin Çelebi ile temas kurduğu ve sürekli haberleşme halinde bulundukları bilinmektedir. Hacıbektaş görüşmesinde de aynı konuların daha ayrıntılı şekilde elden geçirildiği şüphesiz. Hacıbektaş görüşmesinde en ilgi çekici konuşmayı daha sonraki yıllarda, Veliyettin Çelebi sözlü olarak şöyle açıklamıştır: “Baş başa konuşmalarının bir yerinde Cemalettin Çelebi Cemalettin Mustafa Kemal Paşa’ya: ‘Paşa hazretleri’ diyor, ‘Cesaretli Çelebi’nin ve basiretli idarenizde Türk Milletinin düşmanı kahredeceğiKurtuluş Savaşından ne inancım sonsuz. Yüce Allah’ın milletimize müyesser edeönce Atatürk’le ceği zaferden sonra Cumhuriyet ilanı düşünüyor musunuz?’ tanıştıklarına Çelebi’nin ‘Cumhuriyet’ kelimesini böylesine açık yürekle dair bir bilgi yok. söylemesi üzerine, Mustafa Kemal Paşa heyecan ve dikkatle Ancak Atatürk’ün Cemalettin Çelebi’nin gözlerine bakıyor, biraz daha yaklaSamsun’a çıkışını izleyen günlerde, şıyor, onun elini avucunun içine alıyor kulağına fısıldar gibi Cemalettin yavaş fakat kararlı bir sesle: ‘O mutlu günün ilanına kadar araÇelebi ile mızda kalmak kaydıyla, evet, Çelebi Efendi Hazretleri’ diyor.” Atatürk’ün sıkı Ne yazık ki Cemalettin Çelebi’nin, Cumhuriyet ilanını görmeye temas halinde oldukları ömrü yetmiyor. Ölümünden birkaç gün önce bu tarihi konuşmayı anlaşılıyor. kutsal bir sır olarak kardeşi Veliyettin Çelebi’ye naklediyor. 25
SACAYAK
Sayı 2
Hacıbektaş görüşmesinden sonra, Cemalettin Çelebi’yi Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi’nde milletvekili olarak görüyoruz. Atatürk Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanıdır. Cemalettin Çelebi’nin Büyük Millet Meclisindeki görevi, Birinci Başkan Vekilliğidir. Cemalettin Çelebi’nin bu göreve getirilmesi, belki Hacıbektaş görüşmesinin sonuçlarından biridir, fakat en önemli sonucu değildir. Hacıbektaş görüşmesinin en önemli sonucu, Türk milletinin cumhuriyet ilanı dâhil, Mustafa Kemal Paşa’nın düşüncelerini ve isteklerini daha o günden içtenlikle desteklemeye hazır olduğu konusunda Atatürk’e kesin bir kanı vermiş olmasıdır. Hacıbektaş’tan ayrıldıktan sonra Mustafa Kemal Paşa, sadece İstiklal Savaşında değil ondan sonra yapacağı işlerde de Türk milletinin samimi ve kararlı desteğini arkasında hissetmiş, uzun vadeli düşüncelerini o günden itibaren ana hatlarıyla programa bağlamak ve yönlendirmek de Türk milletine duyduğu güvende yanılmadığının bir kanıtını görmüştür. Hacıbektaş görüşmesinden sonra, Ulusal Savaş sırasında olsun ve daha sonra gerçekleştirilen Atatürk Devrimleri’nde olsun Mustafa Kemal Paşa, Alevi-Bektaşilerin yoğun olduğu bölgelerden büyük destek görmüş, şurada burada düşman kışkırtmaları sonucu isyan hareketleri çıktığı halde, bu yörelerde Atatürk ve devrimlerine karşı en küçük bir olay görülmemiştir. Mustafa Kemal Paşa Hacıbektaş’ta bir gece kalmış, ertesi gün Cemalettin Çelebi, hastalığı sebebiyle fazla yürüyemediği için oğlu Hamdullah ile beraber Hacı Bektaş Veli Türbesini ziyaret etmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın Baba ve Dervişlerle ilgilenmemesi dikkati çekmiş, hazret avlusunda ayakta bir kahve içmekle yetinmiştir. Cemalettin Çelebi ile vedalaştıktan sonra aynı gün Hacıbektaş’tan ayrılmıştır. Bunu izleyen günlerde Cemalettin Çelebi’nin hastalığı ağırlaşmıştır. Elli dokuz yaşında hayata gözlerini yuman Cemalettin Çelebi geleneğe uyularak Kırklar Meydanı’nda toprağa verilmiştir. Cemalettin Çelebi’nin ölümü üzerine küçük kardeşi Veliyettin Çelebi (1867–1940) Postnişin ve mütevelli olmuştur. Veliyettin Çelebi uzun süre eğitim görmüş, Arapça ve Acemceyi çok iyi bilen, bilgin bir kişidir. Basılmamakla beraber “Hürremi” mahlası ile yazdığı çok sayıda şiiri vardır. Aynı zamanda çok yetenekli bir hattattır. Ta’lik, sülüs, rık’a, nesih ve özellikle “hatt-ı şeceri” türünden başarılı yazıları vardır. O günlerin ve çevresinin imkânsızlıklarına rağmen, Fransızca üzerinde çalışmıştır. Yeni harflerin kabulünden sonra açılan kursta öğretmenlere ve diğer devlet görevlilerine yeni yazıyı öğretmiştir. Veliyettin Çelebi, doğa güzelliklerine çok düşkündü. At ve koyun yetiştiriciliği ile meşgul oluyordu. Son derece yardımsever bir kişiydi. O sırada sık sık ortaya çıkan kıtlıklarda, Çukurova’dan un ve buğday getirip yoksullara dağıtıyordu. Eli çok açıktı. Bu yüzden 26
Cemlerde mutlaka “Bekçi” olmalı ve buna önem verilmeli. Toplumun güvenliğini tehlikeye atamazsınız. Vebal altında kalırsınız. Hem de on iki hizmet tam ifa edilmemiş olur. Tabii ki bekçilerin silahı yok. Ancak cemaati uyarmak görevleri var. Sokak başlarında, cem yapılan yerin dış kapısında ve uygun olan yerlerde durmaları gerekir.
SACAYAK
Mayıs 2009
Hükümetin Alevi açılımındaki başarısızlığı, kendilerinin İslam’ın bir yorumuna yakın durmalarından kaynaklanıyor. İslam’ı Sünnilik, algılıyorlar ya da kamuoyunda böyle bir intiba uyandırmışlar. Bazı Alevi kuruluşlarına yakın, diğerlerine uzak durmaları çoğunluğu rahatsız ediyor. Bir gruba din kitapları ısmarlamaları, diğer çoğunluktaki gurubu görmezlikten gelmeleri toplumuzca hoş karşılanmıyor.
ömrünün sonunda maddi ve manevi sıkıntılar geçirdi. Şeker hastalığı ve romatizmadan muzdarip olması ve belki de maddi durumunun zayıf olması geniş bilgi ve deneyimlerinin yayınlanmasına olanak vermedi. Veliyettin Çelebi’nin yetiştirdiği kişilerden birisi, Tevfik Fikret’in Nef’i için yazdığı bir beyti onun için tekrarlamıştı: “Bir nehr-i muazzam gibi cuş etmişsin Fakat eyvah çorak illerde akıp gitmişsin”
Veliyettin Çelebi de büyük kardeşi Cemalettin Çelebi gibi Atatürk’ü bütün gücü ile desteklemiştir. Bütün ülkeye dağıtılan 25 Nisan 1339 tarihli beyannamesinde: “Anadolu’da bulunan ceddim Hacı Bektaş Veli Hazretleri’ne samimi muhabbeti bulunan bilcümle muhibban ve hanedan tarafı halisanelerine, Bu milleti ihya ile istikbalimizi temin eden ve vucud-ı âlileri kâffe-i İslamiyan’e bais-i şeref olan Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi, Gazi namıdar Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin neşir buyurdukları beyannameleri cümlenizin malumudur. Gazi Paşa Müşarunileyhin, terakki ve teali-i vatan hakkındaki her bir arzularını yerine getirmek bizlere farz-ı ayn’dır. Milletimizi kurtaracak, saadetimizi temin edecek onun efkâr-ı saibaneleridir. Bunu inkâr edenlerin bizimle kat’iyyen münasebeti yoktur. Tarikat-ı aliyemizin bütün mensubinine, Müşarünileyh Hazretleri’nin gösterdiği namzetlerden maadasına rey vermemelerini, vatanımızın kurtulması bu vechile kabil olduğunu sizlere kemal-i ehemmiyetle tavsiye ederim.” Hacıbektaş Çelebisi Veliyettin (Bu bildiri 25 Nisan 1339 (M. 1923) tarihli Yenigün gazetesinde yayınlanmıştır.) Atatürk bu beyannamenin yayınlanması münasebetiyle Veliyettin Çelebi’ye şu telgrafı gönderiyor: “Çelebi Veliyettin Efendi Hazretlerine, İrsal buyurulan beyanname-i reşadet-pinahileri suretini okudum. Feyz-i milli’nin inkişafına hadim olacak teşebbüsat ve mesaiden geri kalmayan Zat-ı reşadet-penahilerine takdim ihtiram eylerim. Mezkûr beyannamenin her tarafa neşir ve tevzii hakkındaki iş’ara muntazırım. Saadet-i Mülk ve millete hizmeti kendilerine şiar edinenler İnd-i Allah’a me’cur ve ebediyen mes’ud olurlar efendim. Gazi Mustafa Kemal” Veliyettin Çelebi, Atatürk’ün ölümüne kadar görüşmelerini ve ilişkilerini sürdürmüştür. Atatürk’ün çağrısı üzerine bir ara Anka27
SACAYAK
Sayı 2
ra’ya gitmiştir. Atatürk, İsmet Paşa Mahallesinde Veliyettin Çelebi için bir ev hazırlatmış ve kendisini orada ağırlamış, Çankaya’da da birkaç defa görüşme yapmıştır. Veliyettin Çelebi’nin ağırlanması ile görevlendirdiği Dersim Milletvekili Mustafa Saltuk, Atatürk’ün söz konusu görüşmelerinden sonra kendisine: “Çok büyük insan… Onunla konuşunca adeta ruhum yıkanıyor kaynak suyu gibi temiz, okyanus gibi geniş ve derin” dediğini anımsamaktadır. (Birinci dönem Milletvekillerinden Mustafa Saltuk’un özel günlüğünden) Veliyettin Çelebi’nin Atatürk ile ilişkileri ve dostlukları içtenlikli ve sürekli olduğu halde, belki yaratılışının münzevi ve sessiz oluşu ve belki de, Atatürk’ü desteklemesinin bir karşılığa bağlı olmadığını göstermek amacı ile milletvekilliği için Atatürk’ün yaptığı teklifleri kabul etmemiştir. Veliyettin Çelebi, “Mütevellilikleri şeyh ve zaviyadarlara meşrut bazı vakıflar tevlitinin mürtefi olduğu”na dair Hey’et-i Umumiye kararının yürürlüğe girmesine kadar tevliyat görevini yürütmüştür. Veliyettin Çelebi, “Tekke ve zaviyelerin türbelerin seddine ve türbedarlıklar ile bir takım ünvanların men ve ilgasına dair” 30 Teşrinsani 1341 tarih ve 677 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden önceki son Hacıbektaş Çelebisidir. Veliyettin Çelebi, 31 Mayıs 1940’ta Hakk’a yürümüş, Çilehane’de toprağa verilmiştir. Özel türbesi ünlü Zemzem Çeşmesi karşısındadır. Hacı Bektaş Veli’nin doğumundan, Veliyettin Çelebi’nin ölümüne kadar 693 yıl geçmiştir. Son çelebinin adının da “Veli” olması ilginç bir rastlantıdır. Veliyettin Ulusoy Not: [1] A. Celalettin Ulusoy, Hünkâr Hacı Bektaş Veli ve Alevi Bektaşi Yolu Atatürk ile geliştirilen ilişkilere rağmen neden cumhuriyet döneminde de Alevilere yönelik baskılar sürüyor? Veliyettin Çelebi ile Atatürk arasında yakın bir ilişki olmasına karşın Cumhuriyet döneminde Alevi-Bektaşilere yönelik baskılar yadsınamaz. Kraldan fazla kralcı olan o dönemdeki mülkü amirlerin marifeti olabilir. Belki de yeni kurulan bir cumhuriyetin çok dikkatli olmak zorunda olduğunun dışa aktarımıdır. Tekke ve zaviyelerin kaldırılmasıyla ilgili yasa çıktığında, yüzyıllardır süregelen adet, gelenek ve inancın bugünden yarına birdenbire ortadan kaldırılması da mümkün değildir. Ayrıca Osmanlı döneminde de Alevi-Bektaşilere baskı uygulanmış, 1826 da II. Mahmut, Yeniçeri kışlalarını topa tuttuğunda ve Yeniçerileri kaldırdığında tüm Alevi-Bektaşi dergâh mensuplarını idam ettirmiş veya sürgün etmiştir. O zaman Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nda postnişin olan Hamdullah Çelebi, Kırşehir şeriat mahke28
Tekke ve zaviyelerin kaldırılmasıyla ilgili yasa çıktığında, yüzyıllardır süregelen adet, gelenek ve inancın bugünden yarına birdenbire ortadan kaldırılması da mümkün değildir.
Mayıs 2009
SACAYAK
mesinde idamla yargılanıyor ve sonuçta Amasya’ya sürgün ediliyor. Dergâhın avlusuna bir cami yaptırılıyor ve Nakşibendî şeyhleri dergâha gönderiliyor. Amaç bu sapık inanç mensuplarını(!) İslam’a döndürmek. Bu ters tepiyor, Nakşî şeyhlerinden birisi Alevi-Bektaşi oluyor. Bu aile halen Hacıbektaş ilçesinde ikamet ediyor. (Hamdullah Çelebi’nin Kırşehir şeriat mahkemesinde idamla yargılanmasıyla ilgili mahkeme tutanakları Yunus Koçak ve İsmail Özmen tarafından kitap haline getirilip yayımlandı.) Cumhuriyete geçişle bunların hepsi bir anda bitmedi. Özellikle ailemize yapılan baskılardan şüphesiz Atatürk’ün bilgisi yoktu. Atatürk ve Latife Hanım ayrıldığında, Latife hanımı da takip eden bir hafiye gurubu vardı. Bundan çok bunalan Latife Hanım, durumu Atatürk’e bildirmek zorunda kalıyor. Bunun üzerine Atatürk çok sinirleniyor ve takip kalkıyor. Aynı durum Veliyettin Çelebi dönemi için de geçerlidir diye düşünüyorum. Veliyettin Çelebi sakin, içine kapanık birisi olduğu için durumu Mustafa Kemal’e bildirmemiş olabilir. Ya da yöneticiler tarafından gadre uğrayacağı için bildirmemiş de olabilir. Durum hiçbir zaman merkeze şikâyet edilmemiş bunu biliyoruz. Dedelik kurumu nasıl işliyor? Yalnızca akrabalık bağı ile dedelik unvanı alınabiliyor mu? Sizce “analık” kurumu işlevini yitirdi mi?
Çelebilere bağlı AleviBektaşilerde dedelerin Hacıbektaş Dergâh’ından icazetli olmaları gerekiyor.
Çelebilere bağlı Alevi-Bektaşilerde dedelerin Hacıbektaş Dergâh’ından icazetli olmaları gerekiyor. Bu kuralı Hünkâr Hacı Bektaş Veli koymuş. Hünkâr: “Bir seneden beş seneye, beş seneden on seneye, on seneden on beş seneye dergâha gelip de icazetini yenilemeyenler için Nasip aldığı eli tırmalayanın yediği haram, yuduğu murdar, tacı delik, kendi murtattır.” demiştir. Bazı ocak zadelerin “Hacı Bektaş Veli Dergâhı mesafe-i Baidededir” (uzak yerdedir) diyerek, dergâha gitmedikleri ve “Bizim soyumuz da sey yiddir. Hacı Bektaş Dergâh’ına gitmek lazım değildir.” şeklinde konuştukları olmuşsa da; bunların zamanla, kayıtları silinmiş, ayrıca müritlerince de ciddiye alınmaz duruma düşmüşlerdir. Böylece Hacı Bektaş Veli’ye olan geleneksel bağlantıya olumsuz yönde etken olmamıştır. Hünkâr’ın dediği gibi “Arı olmayan, arıtamaz” Yalnızca soydan dede olmakla dede olunmaz ve icazet verilmez. Bazı kıstasları vardır. Yani akrabalık bağı dedelik için yeterli değildir. “Analık”a gelince; pir, dede ve babaların eşlerine “Ana” denir. Analık, Haticetü’l Kübra, Fatimatü’l Zehra, Hacı Bektaş Veli’nin eşi Kadıncık Ana’dan kalmıştır. Dedenin, babanın yardımcısıdır. Toplum, tarafından büyük saygı görür, cem’lerde yeri dedenin yanıdır. Tabandan yoğun istek olursa dede kızı olup, dernek başkanlığı ya da vakıf yöneticiliği yapan faal bacılarımıza böyle görevler verildi. 29
SACAYAK
Sayı 2
“Analık” kurumu işlevini yitirmedi, tarihte de görevi bugünkü gibi idi. Günümüzde bize bağlı icazetli analar cemleri de yürütmektedir. Toplumun her türlü sosyal ihtiyaçlarını analık içgüdüsüyle bugüne kadar mükemmel bir şekilde karşıladı, bugün de aynı görevi devam ettiriyor. Alevi-Bektaşilerin örgütlenme serüveni İlk örgütlenmeler 60’lı yıllarda başladı. “Hacıbektaş Turizm ve Tanıtma Derneği”, amcam Ali Celalettin Ulusoy’un girişimi ve özverisiyle kuruldu. Hacı Bektaş Veli Anma Törenleri de ilk defa 1964 yılında bu derneğin organizasyonu ile yapıldı. O zamanki etkinliklerde gerçek bir Alevi-Bektaşi ruhu vardı. Sonraları dernek siyasallaştı ve amcam dernekten ayrıldı. İlk anma etkinliklerindeki o coşku kayıp oldu. 12 Eylül’den sonra dernekler kapatıldığından, Hacıbektaş Belediyesi bu etkinlikleri organize ediyor. Ciddi anlamda örgütlenmeler Avrupa’da başladı. Özellikle işçilerimizin en yoğun olduğu Almanya’da! Buralara giden ilk kuşak işçiler, önce ekonomik sorunlarını bir noktaya kadar çözünce, inançlarını da yaşamak istediler. Bu amaçla küçük dernekler kuruldu. Çok saf ve tertemiz duygularla! O zaman hatırlıyorum; en önemli tartışma konusu; farklı yörelerden gelen Alevi-Bektaşilerin hangi yöreye göre cem yapacakları üzerineydi. İşin aslında önemli bir fark yoktu, ancak bu konuda çok da bilgili değildik. Bu sıralarda önemli olaylar oluyordu. Sovyetler dağılıyor, Almanya birleşiyordu. Sol örgütlerde üye olan Alevi-Bektaşi gençleri kurulan bu küçük derneklerde görev aldılar. Gençler dil biliyorlardı, örgüt konusunda da deneyimliydiler. Çok kısa diyebileceğimiz bir sürede, önce Almanya’da sonra diğer Avrupa ülkelerinde federasyonlar kuruldu. Bu federasyonlar da birleşerek “Avrupa AleviBektaşi Konfederasyonu”nu kurdu. Zannediyorum Avrupa’nın en büyük sivil toplum örgütü. Türkiye’deki örgütlenme, Avrupa’daki örgütlenmenin birkaç adım gerisinde kalmak zorunda kaldı. Çünkü birtakım yasal engeller vardı. Çorum, Sivas, Maraş olayları tabii bu örgütlenmelere ivme kazandırdı. Bugün Türkiye’deki örgütlenme de Avrupa’daki örgütlenme düzeyinde. 9 Kasım 2008’de yapılan yürüyüş Türkiye örgütlenmesinin ne düzeyde olduğunu açık bir şekilde gösterdi. Özellikle Avrupa’daki örgütlerimiz “Alevi-Bektaşi” kültür, gelenek, müzik ve diğer özelliklerimizi Avrupa’ya tanıttı ve çok kısa bir sürede oldukça başarılı oldular. Cemler artık evlerde değil, cem evi gibi merkezlerde yapılıyor. Ve artık “bekçi” ye ihtiyaç duyulmuyor. Alevilerin ibadet ederken yaşadıkları korku yavaş yavaş azalıyor mu, aleviler sır olmaktan çıkıyor mu?
30
Günümüzde bize bağlı icazetli analar cemleri de yürütmektedir. Toplumun her türlü sosyal ihtiyaçlarını analık içgüdüsüyle bugüne kadar mükemmel bir şekilde karşıladı, bugün de aynı görevi devam ettiriyor.
Açıkçası biz bir spor salonunda ya da büyük bir cemevinde, birbirlerini tanımayan insanların yaptığı cemi tam bir cem saymıyoruz. Gerçek ceme düşkünler, şaşkınlar giremez. Kamuya açık mekânlarda yapılan cemlere “eğitici, öğretici ya da tanıtıcı cem” denilebilir.
Mayıs 2009
Bu şartlara uygun olmayan bir takım hoyratlar bu ceme alınırsa adına cem deseler de, buna cem denmez, olsa olsa şekilden ibaret “elgördü cemi”dir. Kimileri bugün cemlerimizi bir folklor gösterisine dönüştürmüştür. Geleneksel cemlere eklemeler yapılmış, örneğin Mevlevi ritüelleri katılmış. Bu çok sakıncalı bir işgüzarlıktır.
SACAYAK
Cemlerin artık evlerde yapılmadığı, “Cem Evi” gibi merkezlerde yapıldığı düşüncesi yanlıştır. Bunu kim çıkarıyor bilemiyorum. “Üç can bir cem” derler. Geleneksel olarak cemler birbirlerini tanıyan insanlarla yapılır. Helâllık alma açısından da aynı zamanda Yol’un kuralıdır. “Kul Hakkı” inancın temelini teşkil eder. Ele, bele, dile hâkim olmanın temelinde yine kul hakkı vardır. Açıkçası biz bir spor salonunda ya da büyük bir cemevinde, birbirlerini tanımayan insanların yaptığı cemi tam bir cem saymıyoruz. Gerçek ceme düşkünler, şaşkınlar giremez. Kamuya açık mekânlarda yapılan cemlere “eğitici, öğretici ya da tanıtıcı cem” denilebilir. Alevi-Bektaşi Sırrı’na gelince bazı cemlere yabancılar alınmaz. Hatta her Alevi-Bektaşi de alınmaz. Bunlar “Görgü Cemi, Musahip Kurbanı (Cemi)” gibi cemlerdir. Bazı yörelerde musahibi olmayanlar musahip cemine giremezler. Bu cemlerde gönüllerin birlendiği “Kırklar Cemi” örneği, tüm canların tek can olduğu, tevhidin gerçekleştiği, şekilcilikten uzak, ceme girenler arasında hiçbir farkın bulunmadığı, tüm sorunların çözüldüğü, gönüllerdeki pasın silinip yerine sevgi ve saygının dolduğu cemlerdir. Şayet bu şartlara uygun olmayan bir takım hoyratlar bu ceme alınırsa bunların hiç biri gerçekleşmez, adına cem deseler de, buna cem denmez, olsa olsa şekilden ibaret “elgördü cemi”dir. Kimileri bugün cemlerimizi bir folklor gösterisine dönüştürmüştür. Geleneksel cemlere eklemeler yapılmış, örneğin Mevlevi ritüelleri katılmış. Bu bir işgüzarlıktır. Hoş görünme dürtüsü, yabancıların sözüm ona takdirini kazanacaklar. Bu cemlerde heyecan yok. Sadece şekilcilik, asimile edilmeye uygun hale getirme gayretleri var. Bu çok sakıncalı… Cemlerde mutlaka “Bekçi” olmalı ve buna önem verilmeli. Toplumun güvenliğini tehlikeye atamazsınız. Vebal altında kalırsınız. Hem de on iki hizmet tam ifa edilmemiş olur. Tabii ki bekçilerin silahı yok. Ancak cemaati uyarmak görevleri var. Tehlike olduğunda güvenlik kuvvetlerine ulaşmak için bunların uyanık olmaları şarttır. Sokak başlarında, cem yapılan yerin dış kapısında ve uygun olan yerlerde durmaları gerekir. Hacıbektaş’ta son otuz yıldır ne değişti Aleviler açısından? Hacıbektaş’ta son otuz yıldır neler değişti? Hacıbektaş’a gelen ziyaretçi sayısı geçmiş yıllara kıyaslanmayacak ölçüde arttı. Yalnız anma törenlerinde eski heyecan ve renklilik kalmadı. Gelen misafirleri rahat ettirecek mekânların eksikliği günümüzde en önde gelen sorunumuz. Barınma yerleri, su, tuvalet, banyo yetersiz. Daha önceki yıllarda büyük paralar harcanarak yapılan ve bu sorunları büyük ölçüde çözen “Çadırkent” kaldırıldı, yerine çok katlı konutlar yapıldı. Çok katlı konutlar başka yerlere yapılabilirdi. Hacıbektaş’ta arsa ve tarla fiyatları diğer yerlere göre çok ucuzdur. Çelebi evleri elden gelen konukseverliği göstermeye çalışıyor. Devlet desteği ve yatırımı bu alanda yetersiz kalıyor. Vakıf ve der31
SACAYAK
Sayı 2
neklerin de fazla bir yatırımı yok. Hacıbektaş ilçesi halkı kültür düzeyi yüksek insanlardan oluşur. Konukseverdirler. Ahlaksal yapıları sağlamdır. Türkiye’de suç işleme oranının en düşük olduğu ilçedir. Güvenlik görevlilerinin en rahat ettiği yer burasıdır. Cezaevi kapanmış durumdadır. Alevi-Bektaşi kültüründen uzaklaşmış değillerdir. Ancak Türkiye genelinde de olduğu gibi gelenek ve görenekler zayıflıyor. Eski bayramlar, aşure günleri, komşuluk ilişkileri eskisi gibi değil. Hacıbektaş Şenlikleri’nde yaşanan gerginliği biraz anlatır mısınız? Asıl sorun neden ve kimlerden kaynaklandı? Bir defa “Hacıbektaş Şenliği” sözü yanlıştır. Doğrusu “Hacı Bektaş Veli’yi Anma Törenleri”dir. Bu törenleri bir panayıra dönüştürmek isteyenler olabilir. Bu bizi rahatsız ediyor. Buraya gelen hiçbir sivil toplum kuruluşunu (Dernek-Vakıf) ya da şahsı dışlayamazsınız. Halkta tabanı olan insanları dinlemek zorundasınız. Cumhuriyetçilik, Atatürkçülük, demokratlık kimsenin tekelinde değildir. Milyonlarca Alevi-Bektaşi’nin inanç merkezi olan bir yerde, söz sahibi, bir kişi olamaz. Hacı Bektaş Veli’yi Anma Törenleri artık profesyonel kadrolara bırakılmalıdır. Amatörce yapılan işler amaçtan uzaklaştığı gibi kişisel duygular öne çıkıyor, bu da çok zarar veriyor. Devleti yönetenler bu konunun hassasiyetini görmeli ağırlığını koymalıdır. Bu konuda dışlayıcı değil, toparlayıcı olmak gerekir. Siz ortamı gererseniz bundan yararlanacak kötü niyetli insanlar çoktur. Bugün “Müze” statüsünde Kültür Bakanlığına bağlı olan Hacı Bektaş Veli Külliyesi, yine müze olarak kalmalı ve Hacıbektaş Belediyesi’ne verilmelidir. Hacıbektaş’a 15–20 dönüm bir arazi üzerine bugünün şartlarına uygun ve Hacıbektaş’a yakışan bir “Cem ve Kültür Evi” yaptırılmalıdır. Hep sol ile özdeşleştirilen Alevi oyları son seçimlerde siyasi partilere ne gibi yanıtlar verdi? Siyasi yapılanma içinde bir rahatsızlık var. Siyasi partilerimizdeki lider diktası, parti içi demokrasinin işletilememesi, seçim sisteminin bozukluğu gibi nedenler halkın siyasete tam anlamıyla katılımını engelliyor. Bence karizmatik liderler değil, daha çok dinamik ve çözüm üreten genç kadrolar gerekli. İttihat Terakki de dâhil AKP de dâhil siyasi tüm oluşumlar Alevilerin desteğine ihtiyaç duyuyor. Neden Alevilerin oyları önemli? İttihat ve Terakki’den bu yana bütün siyasi kadrolar halk katmanlarında kendilerine destek aramışlardır. Sayı itibariyle bugün 20–25 milyon olduğumuzu tahmin ediyorum. Bu azımsanacak bir rakam değildir. Bazılarının iddia ettiği gibi 5–6 milyon olsak, bu kadar önemsenmezdik. Burada önemli olan, kuruluşlarımızın eski 32
“Hacı Bektaş Veli’yi Anma Törenleri”ni bir panayıra dönüştürmek isteyenler olabilir. Bu bizi rahatsız ediyor. Buraya gelen hiçbir sivil toplum kuruluşunu ya da şahsı dışlayamazsınız. Halkta tabanı olan insanları dinlemek zorundasınız.
Mayıs 2009
SACAYAK
deyimle asgari müşterekte bir araya gelmeleridir. O zaman oylarımızın değerini özellikle toplumumuz çok daha iyi anlayacaktır. Belki de oylarımız gelecekteki Türkiye için denge unsuru olacaktır. Yeni bir sola ihtiyaç duyulduğu söyleniyor. Eski Türkiye Birlik Partisi gibi bir oluşuma ihtiyaç duyulduğu ima ediliyor. Alevi partisi kurulursa destek verir misiniz? Yeni bir sola ihtiyaç olup olmadığı bizim sorunumuz değildir. Daha doğrusu inanç önderi konumunda olanların buna karar vermesi ya da bu konuda görüş belirtmesi yanlış olur. Mademki biz bir taraftan dinin siyasallaşmasına karşı çıkıyoruz, bir taraftan da aynı yanlışlığa kendimiz düşmemeliyiz. Çağdaş demokrasilerde etnik temele ya da dinsel inanç temeline dayanan partilere izin verilmez. Doğru olan da budur. Eski Türkiye Birlik Partisi oluşumu yanlıştı. Aynı yanlışın tekrarlanması, bir fayda sağlamaz. Toplumumuz laikliği savunan bilinçli insanlardan oluşuyor. Böyle bir parti kurulursa bunlara ve bize bu görüşümüzden dolayı sempatiyle bakan Sünni dostlarımıza bunu nasıl izah edeceğiz? Aslında dedelerin, babaların ve diğer inanç önderlerinin siyasetle ilgilenmemeleri, tarafsız kalmaları çok daha hayırlı olur düşüncesindeyim. Toplumun diğer kesimi, özellikle gençler siyasetle yakından ilgilenmelidirler. Hükümetin bir türlü “açılmayan” Alevi açılımının başarısızlığının nedenleri sizce nelerdir? Hükümetin bu tür girişimleri Alevilerin ilerde farklı ve karşıt gruplar içerisinde yer almalarına neden olur mu? Hükümetin Alevi açılımındaki başarısızlığı, kendilerinin İslam’ın bir yorumuna yakın durmalarından kaynaklanıyor. İslam’ı Sünnilik, hatta Hanefi içtihadı olarak algılıyorlar ya da kamuoyunda böyle bir intiba uyandırmışlar. Batılılar da öyle görüyor: “Ilımlı İslam”. Gerçekten laik olabilseler, çoğulcu olabilseler sorun çıkmaz. Benzeştirme eğilimi var. Bu da Diyanet kanalıyla yapılmak isteniyor. Alevi köylerine cami yapılıyor. Bu eğilim (benzeştirme) AleviBektaşilerde rahatsızlık yaratıyor. Devletin dini olmaması gerekir. Her inanca, hatta inançsızlara da devletin aynı uzaklıkta olması gerekir. Bazı Alevi kuruluşlarına yakın, diğerlerine uzak durmaları çoğunluğu rahatsız ediyor. Bir gruba din kitapları ısmarlamaları, diğer çoğunluktaki gurubu görmezlikten gelmeleri toplumuzca hoş karşılanmıyor. Alevi-Bektaşi’lerin çoğunluğu marjinal ve radikal gruplara itibar etmezler. Devlet hukukuna saygılıdırlar. Yeter ki devleti yönetenler demokrasiden, laiklikten, insan haklarından kısacası cumhuriyetin temel ilkelerinden ayrılmasınlar.
Yeni bir sola ihtiyaç olup olmadığı bizim sorunumuz değildir. Daha doğrusu inanç önderi konumunda olanların buna karar vermesi ya da Aleviler Diyanet’in kaldırılmasını talep ediyor. Peki, bu bu konuda görüş kurumun kaldırılması durumunda Diyanet’in işlevini belirtmesi üstlenecek herhangi bir alternatif oluşum öneriniz var mı? yanlış olur.
33
SACAYAK
Sayı 2
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması ütopik bir istek gibi görünebilir. Ancak biz Diyanet’in yanlış olduğunu söylemeye devam edeceğiz. Devlet din işlerine karışmaz ve hiçbir inanışa maddi destek vermez. Her inanç, inananları tarafından CEM Vakfı Genel Başkanı İzzettin Doğan, Başbakan finanse edilir.
Bugün için Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması çok ütopik bir istek gibi görünebilir. Ne yazık ki hiçbir siyasi parti bunu programına almaz ya da cesaret edemez. Çünkü bundan yararlanan bir çoğunluk var (Diyanet’in bütçesi bunu açıkça ortaya koyuyor.) Bir de camilerin yıkıcı İslami tarikatların kontrolüne girmesinden korkuluyor. Hâlbuki bu tarikatlar illegal yoldan yapılanmalarına devam ediyorlar. Bazıları holding olmuş, dünyaya yayılmış. Devlet bunu önleyemiyor veya önlemek istemiyor. Ancak biz Diyanet’in yanlış olduğunu söylemeye devam edeceğiz. Türkiye AB’ye girse kesinlikle Diyanet’e izin vermezler. Yani Avrupa bunu istemez. Çünkü bunun AB bünyesinde başka bir örneği yok. Devlet din işlerine karışmaz ve hiçbir inanışa maddi destek vermez. Bazı inançları destekleyip diğerlerini itmez. Her inanç, inananları tarafından finanse edilir. Devlet, inançlar arasında problemler olursa tarafsız hakemdir, kararına taraflar uymak zorundadırlar. Diyanet’e alternatif bir kuruluş önermek gereksiz! Batı’da veya diğer demokratik ülkelerde böyle bir kuruluş yok.
Erdoğan’ın isteği üzerine ilköğretim okullarında okutulmak üzere Alevilikle ilgili bir kitap hazırladığını açıkladı. Seçim öncesi Alevilerin hangi partiye oy vermesi gerektiğine dair ilk kez herhangi bir açıklamada bulunmamasını da buna bağlayarak “diyalog içine girmişken, karşılıklı güveni sarsacak, duyusal sonuçları doğuracak olan hareketlerden kaçınmak istedim” diyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Sayın İzzettin Sayın İzzettin Doğan bir vakıf başkanıdır. Tüm Alevi-Bektaşileri temsil etme gibi bir yetkisi ve hakkı yoktur ve böyle bir ders kitabı hazırlığı için görev verilmişse diğer tüm Alevi-Bektaşi kuruluş temsilcileriyle bir araya gelip konu üzerinde görüşlerin tartışılması ve buradan çıkacak sonuca göre hareket edilmesi gerekirdi. Bir Alevi dedesine yakışan da bu olurdu. Sayın İzzettin Doğan her nedense Alevi-Bektaşilere bazı sağ siyasi kuruluşları (Partileri) öneriyor. Bence bir dede siyasetle ilgilenmemeli. Kendisine tam teslim olan talibi farklı siyasi görüşte ise bu teslimiyetin ne değeri kalır? Bu yolumuza zarar vermez mi? Gerçek bir din adamının siyasetle işi olmaz. Bizim Alevi-Bektaşiler olarak önce felsefemiz insan sevgisidir. Yetmiş iki millete bir nazarla bakmaktır. Irk ve din ayrımına yer yoktur. Bu nedenle radikal siyasi düşüncelere uzak dururuz. Aşırı milliyetçi ya da teokratik bir rejim kurmak isteyenlere bizden oy çıkmaz. Geçmişte sabıkalı olan partiler, önce kamu vicdanını rahatlatmalıdır. Bu surette ancak demokrat sayılabilirler. En azından hatalı davrandıklarını kabul edip, Alevi-Bektaşi toplumundan özür dilemeleri gerekmez mi? Çorum, Sivas, Malatya, Kahramanmaraş olaylarının failleri ortaya çıkarıldı mı? Kaç tanesi cezalandırıldı? Oy istenen bu siyasi kuruluşlar bu olaylar hakkında ne 34
Doğan bir vakıf başkanıdır. Tüm AleviBektaşileri temsil etme gibi bir yetkisi ve hakkı yoktur. Bir ders kitabı hazırlığı için görev verilmişse diğer tüm AleviBektaşi kuruluş temsilcileriyle bir araya gelip konu üzerinde görüşlerin tartışılması ve buradan çıkacak sonuca göre hareket edilmesi gerekirdi. Bir Alevi dedesine yakışan da bu olurdu.
SACAYAK
Mayıs 2009
Aleviliğin okullarda okutulmasına gelince, eğer yanlış bilgiler, yetersiz bilgiler verilecekse öğretilmemesi öğretilmesinden yeğdir.
düşünüyorlar? Önce bizi bu konuda ikna etsinler ki biz de geçmişe bir sünger çekelim. Madımak Oteli’nin müze yapılması gibi bir devlet için çok basit bir işi bile bugüne kadar gerçekleştirememişlerdir. Solingen müze oldu, ama Madımak neredeyse yirmi yıldır tartışılıyor. Alevi-Bektaşi toplumu Madımak Oteli’nin müze yapılması için gereken maddi desteğin yüzlerce katını karşılar, ancak bunu devletinden beklentisi de hakkıdır. İstanbul’da 1826 yılında yapılan kıyım üzerine kapatılan ve yağma edilen Alevi-Bektaşi Dergâhları öz sahiplerine iade edilmelidir. Örneğin Şahkulu, Karaağaç (Sütlüce), Karacaahmet gibi. Azınlıkların vakıf mal varlıkları iade edilirken, bu ülkenin esas unsularından olan Alevi-Bektaşi’lere bu hak neden tanınmıyor? Aleviliğin okullarda okutulmasına gelince, eğer yanlış bilgiler, yetersiz bilgiler verilecekse öğretilmemesi öğretilmesinden yeğdir. Bunun endişesini taşıyoruz. Bu dersi verecek öğretmen de çok önemlidir. Aslında okullarda genel ahlak kuralları öğretilmelidir. Din dersleri muhakkak okutulacaksa seçmeli olmalıdır. En iyisi din eğitimi ebeveynlere bırakılmalıdır. Alevi gençlerin boynuna Zülfikar takmak ya da Facebook’taki gençlik guruplarına üye olmak gibi tavırlarıyla ilgili neler düşünüyorsunuz? Sizce Alevi gençliği, kendi kültürüne ne kadar yakın, kültürel yozlaşmaya ne kadar açık?
Alevi gençlerin Zülfikâr takmaları onların ruhlarındaki Ali sevgisinin bir tezahürüdür. Alevi-Bektaşi gençlerin çoğunluğunun itikatlı olduklarına, temel ahlak kurallarına uygun hareket ettiklerine inanıyor, onlara güveniyorum.
Alevi gençlerin Zülfikâr takmaları onların ruhlarındaki Ali sevgisinin bir tezahürüdür. Ancak doğaldır ki Alevilik internetten öğrenilecek bir şey değildir. Yaşayarak, hissederek öğrenilebilir. Şekilsel değil, içsel bir öğretidir. Eğer gençler boşluğa düşmüşse bunun vebali yetişkinlerin –bizlerin– boynunadır. Yine de Alevi-Bektaşi gençlerin çoğunluğunun itikatlı olduklarına, temel ahlak kurallarına uygun hareket ettiklerine inanıyor, onlara güveniyorum. Alevi gençliğinin özellikle Doğu ve Güneydoğu’da bilinçli şekilde teröre yönlendirilmeye çalışıldığıyla ilgili neler söyleyebilirsiniz? Doğudaki olaylar etnik temeldedir. Alevilikle ilgisi yoktur. İyi bir Alevi kültürü alan gencin terörle ilgisi olamaz. Cana kıyamaz, kimseyi incitemez, diğer canlılara bile yaklaşımında sevgi ön plandadır. (Yurt dışındaki Alevilerle ilgili sorunuzu yukarda cevapladım.) 35
SACAYAK
Sayı 2
Sadegül Çavuş, İstender Göçmen, Zeynep Yıldırım, Esat Korkmaz, Dertli Divani Ahmet Koçak panelde.
Devrimci Alevi Komitesi’nin Bilgi Üniversitesi’nde düzenlediği Dünden Bugüne Alevilik Paneli’ni konuşmacı olarak katılan Ahmet Koçak aktarıyor:
Dünden Bugüne Alevilik Paneli
D
EVRİMCİ ALEVİ KOMİTESİ tarafından düzenlenen Dünden Bugüne Alevilik Paneli 5 Nisan günü Bilgi Üniversitesi’nde yapıldı. Esat Korkmaz, Dertli Divani, Ahmet Koçak ve DAK’den İskender Göçmen konuşmacı olarak katıldı. İki oturum olarak yapılan panelde ikinci oturumdan önce Divani Baba, Can Kalaycıoğlu ve Celal Abbas Ürer küçük bir dinleti sundu. Paneli Sadegül Çavuş açtı ve sözü yöneticiye bıraktı. Paneli yöneten Zeynep Yıldırım, önce saygı duruşuna davet etti, sonra kısa Esat Korkmaz: bir açış konuşması yaptı: “Geçmişten bugüne kadar Aleviliğimizi yeterince yaşayamadık. Her ibadetimizi gizli saklı yaptık. Baskılara maruz kaldık. Bu yanıyla çok iyi öğrendiğimiz de söylenemez. Araştırıyoruz, kendimizi tanımaya, kendimizi bilmeye çalışıyoruz. Aleviliğin yok olması, dün Alevileri katledip bugün Aleviliğin yok edilmesi konusu gerçekten bizi çok ilgilendiriyor. İlgilendirmesinin nedeni de ta Kerbelâ’dan bu zamana kadar katliamlar yaşadık. Bugün Aleviliğin yok edilmesi çok daha ciddi bir konu. Çünkü bizim kendi içimizden olan insanlarla Aleviliği yok etmeye çalışıyorlar. Asimile edip düzene uydurmak için uğraşılıyor. Ve biz de düzene uymayacağız, her zaman Aleviliğin özünü savunacağız.” Panelin ilk konuşmacısı Esat Korkmaz özetle şunları söyledi: “Toplumsal tarihte hiçbir felsefe, hiçbir inanç bir ihtiyaç olmadan ortaya çıkmaz. O nedenle hemen başta belirtelim: Alevilik toplumsal bir ihtiyaç ötesinde doğasal bir ihtiyaçtan çıkmıştır. Ezilenler, kendilerini ezen gibi düşünmek ve inanmak istememişlerdir. Tek tanrılı dinlerin yaratılış tasarımına 36
Kızılbaş gelenek ve kültür bu topraklarda devletin olmadığı, özel mülkiyetin olmadığı, sınıfların olmadığı, paranın olmadığı bir toplumsal örgütlenişi gelecekte kurmaya söz vermiş; bunun için ikrar verip yola girmiş insanların kendisini geleceğe taşımak için yarattıkları bir felsefedir
Mayıs 2009
Bu toprakta AlevilerBektaşiler ilksel, yani başlangıçtaki eşitlikçi toplumun komünistik değerlerini yeniden yorumlayıp yaşama taşıyarak bu toprakta ezilen ve acı çeken insanları kurtuluşa taşımak istemiş. Bu toprağın en gerçekçi politikası, siyaseti AleviBektaşiliktir.
SACAYAK
karşı, yani ilahi ideolojiye karşı ya da metafizik tanrılı dünya görüşüne karşı başkaldırarak bunu yaşama taşımışlardır. (…) Aleviliğin Rıza Kapısı olduğunu algılamamız gerekir. Aleviliğin geleneksel kaynaklarında da belirtildiği gibi rıza üç türlüdür. Bu Üç Rıza’nın birlenmesi gerekir. Birlendiğinde, yine geleneksel özdeyişle, ‘El ele, el Hakk’a’ ulaşmış olur. Üç Rıza’nın birincisi, kişinin kendisiyle rızasıdır. Pir önünde, Fazlı dâr’ında iken kişinin kendisiyle hesaplaşması, yüzleşmesidir. Kendi kendini ölçmesi, kendi kendini yargılamasıdır. Bir başkasının tanıklığı ya da şikâyeti olmaksızın özeleştiri yapmasıdır. Eğer bir suçu, hatası eksikliği varsa kendini ele verecektir. Bunu yapan, bunu başarabilen Hak yolcusu insanlık aşamasına çıkmış olarak algılanır. İkincisi kişinin toplumla rızasıdır. Eline-beline-diline sahip olmakla gerçekleşecektir bu rıza. Kısacası edep olarak algılanan bu üçlü, kişiyi kötülüklerden uzak tutar. Bunu gerçekleştiremeyen Hak yolcusu hiçbir zaman kendini bulamaz. Toplum ondan, o toplumdan razı olmaz. Üçüncüsü ise kişinin Yol ile rızasıdır. Kişi Yol’a baskı ve zorlama olmadan, severek, inanarak girecektir. Severek, inanarak girdiği için de Yol’un yükümlülüklerini içtenlikle, bir öğrenci içtenliğiyle yerine getirecektir. Yola giriş, “malı mala, canı cana katmak” anlamında musahiplikle başlar. Ancak bugün kent koşullarında geçmişteki, Aleviliğin dünündeki musahiplik kurumunun nasıl yaşatılacağı bir tartışma konusudur. Bunu tartışmamız gerekmektedir. Musahipler arasında gerçek anlamda rıza olursa yolda rıza olur, yolda rıza olursa toplumda rıza olur, toplumda rıza olursa kişinin kendi özüyle rızası gerçekleşir ve üç rıza birleşmiş, el ele el Hakk’a ulaşmış olur.(…) Kızılbaş gelenek ve kültür bu topraklarda devletin olmadığı, özel mülkiyetin olmadığı, sınıfların olmadığı, paranın olmadığı bir toplumsal örgütlenişi gelecekte kurmaya söz vermiş; bunun için ikrar verip yola girmiş insanların kendisini geleceğe taşımak için yarattıkları bir felsefedir, bir öğretidir. (…) Alevilik artık geçmişteki gibi tek bir bütün olarak var olmayacaktır. Alevilik sınıfsal bir ayrışmaya uğramıştır. Bugün ciddi bir Alevi burjuvazisi vardır. (...) Toplumsal kampların içerisinde burjuvazinin sınıf olarak yaşama müdahale edemediği, kendi eşitlik anlayışı peşinde köylülüğü sürükleyemediği bu toprakta Aleviler-Bektaşiler ilksel, yani başlangıçtaki eşitlikçi toplumun komünistik değerlerini yeniden yorumlayıp yaşama taşıyarak bu toprak-
37
SACAYAK
Sayı 2
ta ezilen ve acı çeken insanları kurtuluşa taşımak istemiş. Yüzyılların içerisinde bu felsefe öğreti ve siyaset tuğla tuğla örülmüştür. Bu toprağın en gerçekçi politikası, siyaseti Alevi-Bektaşiliktir.” Dertli Divani ise kısaca şunları söyledi: “Alevi-Bektaşi inancında cemde ibadet cemal cemale yapılır. Çünkü Hakk’ın âdemde tecelli ettiği inancı hâkimdir. Canlar birbirlerinin kıblegâhıdır, birbirinin secdegâhıdır. Hak, ben-i âdemde tecelli etmiştir.(…) Bu inancın Serçeşme’si ve Pir’i yüce Hacı Bektaş Veli, ‘Okunacak en büyük kitap insandır’ derken ne demek istiyor acaba? Ne demektir bu? Ne Tevrat, ne Zebur, ne İncil, ne Kuran… Okunacak en büyük kitap, insan. Daha ne desin ki! ‘73 millete bir nazarla bakmayan, emeğiyle geçinmeyen bizden değildir’ derken yeryüzünde ne kadar farklı kültür, inanç ve ibadet anlayışı, hatta düşünce varsa bunların hepsi birer zenginliktir; her toplum, her birey kendini özgür bir şekilde ifade etsin, inancının, ibadetinin ya da yaşam felsefesinin gerekleri neyse bunu özgür bir şekilde yaşasın. Bu onun en doğal hakkıdır. Hacı Bektaş Veli’nin tüm dünya insanlarına söylediği sözün özü bu. (…) Bugün ne yapıyor Aleviler? Cemler mevlit gecelerinden farksız yapılıyor. Hatta Mevlevi semazenlerinin de AleviBektaşi cemlerinde sema icra ettiğini görüyoruz. Sorduğunuz zaman “bu bir kaynaşmadır” diye kılıf uydurmuşlar. Kadınlar ayrı kapıdan, erkekler ayrı kapıdan içeriye alınıyor. Yediden yetmişe kadınların, kızların başı bağlı, o şekilde cemler yapılıyor. Alevi inancında cem, sadece toparlanmak, bir araya gelmek değildir, aynı zamanda gönüllerin de birlendiği bir meydandır. Ceme giren herkes candır. Orada cinsiyet diye bir şey yoktur. Bunu aşamamış isen cem yapmana gerek yok, camilerin kapısı ardına kadar açık, gidersin. Bizim bütün kültürel ve inançsal değerlerimiz alt üst olmaya başladı. Ve bunu Alevilerin önde gelen insanları yapınca tabii insanların kafası karışıyor. Bugün bir bunalım devresindeyiz.(…) Aleviler tarih boyunca her şeye rağmen âşıklarıyla, sadıklarıyla direnmişlerdir. Bugün, devlet kendisiyle barışık bir Alevi toplumunu içimizden birileri aracılığıyla yaratmaya çalışıyor. Yeni değil bu, yirmi yıl önce başladı. Kırmızı koltuklara, sağa sola çıkardıkları, sürekli medyada Alevi önderi, piri gibi sunulan birileri var. Devlet bunları yıllardan beri yapıyor ve epey de yol aldı. Demokratik kitle örgütlerinin ya 38
Dertli Divanı: Bugün Cemler mevlit gecelerinden farksız yapılıyor. Yediden yetmişe kadınların, kızların başı bağlı, o şekilde cemler yapılıyor. Alevi inancında cem, gönüllerin birlendiği meydandır. Ceme giren herkes candır. Orada cinsiyet diye bir şey yoktur. Bunu aşamamış isen cem yapmana gerek yok, camilerin kapısı ardına kadar açık, gidersin.
Mayıs 2009
SACAYAK
da Alevi toplumunun yanında olduğunu düşünen devrimci hareketin hâlâ bunları göremiyor olması vahim bir durumdur diye düşünüyorum. Tarih boyunca Alevi-Bektaşi ulularının, pirlerinin, âşıklarının sistem tarafından bir biçimde cezalandırıldığını görüyoruz. Kimisinin zindanlara kapatıldığını, kimisinin sürgünlere gönderildiğini, kimisinin ipe çekildiğini ve zaman zaman da toplu katliamlara maruz kaldıklarını görmekteyiz: Şah Kalender Çelebi, Pir Sultan, Hallacı Mansur, Nesimi, vb. Seksen yıllık Cumhuriyet döneminde yaşanan Çorum, Sivas, Elbistan, tekrar ikinci kez Sivas olayları... Alevi inancının ibadet anlayışının ve yaşam felsefesinin hayat bulduğu noktada, kendi vurgunlarına, soygunlarına, sömürülerine devam edemeyeceklerini bildikleri için bu toplumun öncülerini bir şekilde yok etmişler tarih boyunca. Bugün bakıyorlar ki bunu yok ederek baş etmek mümkün değil.
Bugün, devlet kendisiyle barışık bir Alevi toplumunu içimizden birileri aracılığıyla yaratmaya çalışıyor. Yeni değil bu, devlet bunu yıllardan beri yapıyor ve epey de yol aldı. Demokratik kitle örgütlerinin ya da Alevi toplumunun yanında olduğunu düşünen devrimci hareketin hâlâ bunları göremiyor olması vahim bir durumdur diye düşünüyorum.
Şimdi daha farklı bir yöntem izlemeye başladılar. ‘Eskiden Aleviler katlediliyordu; şimdi Alevilik katledilmeye çalışılıyor.’ Bu, 9 Kasım 2008 mitinginde Alevi-Bektaşi inancının Serçeşme’si ve Pir’i Hünkâr Hacı Bektaş Veli postnişini Veliyettin Ulusoy’un söylediği sözdür. Evet, eskiden Alevi toplumunu toplu kıyımlarla yok ediyorlardı. Ama bugün bu toplumun bütün kültürel değerlerini inanç ve ibadet anlayışlarını değiştirdiğinizde ve bunun altını oyduğunuzda artık Alevilik diye bir şey kalmayacak ortada. Şimdi sistem bunu yapmaya çalışıyor. Ve sistemin bu emrine itaat eden, ne yazık ki tarihte olduğu gibi bugün de onurunu, şerefini hiçe sayan Aleviler vardır.” Üçüncü konuşmacı olarak ben özetle şunları söyledim: “Anadolu’da iktidar dini Sünniliktir. Bunun karşısındaki din ya da inanç Aleviliktir. Anadolu’da Aleviliğin kuruculuğunu Hacı Bektaş Veli yapmıştır. Hacı Bektaş Veli sonrası Anadolu halk hareketlerinin önemli bir çoğunluğu Alevi-Bektaşi kökenlidir. Yaşam koşulları, felsefesi, inancı gereği bunu yapmak zorundadır. ‘Yârin yanağından gayrı her şey ortaktır’ diyor Şeyh Bedreddin. O bir cümlede bile o felsefenin, inancın hangi sınıfa, hangi tabana dayandığı çok açık. (...) Sosyalistler olarak kendimize soralım. Geçmişte ne yaptık? Son yirmi yıl içerisinde Alevi hareketinin canlanmasıyla beraber biz ne yaptık? Bu toplumu anlayabildik mi? Anlamak için hangi çabayı sarf ettik? Biz de eksik şeyler yaptık arkadaşlar. Biz de hata yaptık Alevilere karşı. Tabii ki sistemi, İzzettin Doğan’ı, Fermani Altun’u, Reha Çamuroğlu’nu eleştireceğiz. Ama öncelikle çuvaldızı kendimize batıralım, iğneyi başkasına batırırız. 39
SACAYAK
Sayı 2
Dün Sarıyer’deki ceme katıldık. Cemde kadınlar bir tarafa, Ahmet Koçak: erkekler bir tarafa. Hani Yol’umuzda kadın-erkek ayrımı Alevi örgütleri yoktu? Demek ki sistem bizi de gericileştirebiliyor.(…) ciddi anlamda Laiklik çarpık olduğu için Alevilik de çarpık bir biçimde ör- açmazda, ne yapacaklarını gütleniyor. Bu konuda iki örnek vermek istiyorum. Birincisi, 1960’lı yıllar dünyada sosyalist hareketin revaçta olduğu dönem. Birçok ülkede devrimlerin dalgalandığı, şahlandığı dönem. O yıllarda Türkiye İşçi Partisi meclise on beş tane milletvekili sokuyor. TİP’in on beş milletvekili çıkarmasında önemli oy Alevilerden geliyor. Türkiye burjuvazisi bu durumda durmayacak tabii. Emekli bir general eliyle bir parti kurdurur: Birlik Partisi. Birlik Partisi, sosyalistlerin önünün kesilmesi görevini yerine getirir. (…) 12 Eylül sonrası, 1980’li yılların sonunda Alevi hareketi yeniden canlanır. Demokratik taleplerini, kültürünü, inancını ifade etmeye çalışır. 90–93 yılında hemen birileri yine devreye girer. Temsilciler Meclisi kurulur, Alevilerin içerisinden birileri, ‘Temsilciler Meclisi’yle olmaz bu iş, parti kuralım’ der, Barış Partisi kurulur 96 yılında. O yıllar dikkat edin, Gazi ve Sivas olaylarının yaşandığı, solcularla Alevilerin birleştiği, demokratik kitle örgütlerinde bütünleştiği günlerdir. Devlet yine boş durmuyor, devlet yapacağını yapıyor. Solculara söyleyecek lafımız da var tabii. O dönem devlet bunları yaparken solcular da hatalar yaptı. Hatalar yaptığımız için 96 yılından sonra solcularla Alevilerin arasındaki bağlar gittikçe kopartıldı. Ve geldik günümüze. (…) Alevi örgütleri ciddi anlamda açmazda, ne yapacaklarını bilmiyorlar. Seçimden, seçime gidiyor, CHP’nin kuyruğuna takılıyorlar. Önce milletvekilliği için kuyruğa girdiler, olmadı; yerel seçimlerde meclis üyeliği için kuyruğa girdiler, o da olmadı. Bunun üzerine ‘Yahu biz ne yapacağız?’ dediler, ‘Parti kuracağız!’ demeye başladılar. Alevilerin parti kurmasının zararlarını iki defa gördük, bu üçüncü. Alevi toplumu bunu kaldıramaz. Bu hatanın önünde durmak kendisine devrimciyim, sosyalistim, demokratım, dedeyim, mürşidim, pirim diyen herkesin görevidir. (…) Bugün öne çıkması gereken konu şuydu: Alevilerin ve Alevi demokratik kitle örgütlerinin örgütlenmesinin geldiği aşama ve bu süreçte solcular, komünistler olarak biz neler yaptık, neler yapıyoruz? Alevilere hangi hizmeti taşıdık ki, ‘Alevilerle bugün bağımız kopartılıyor’ diye başlık atmışız? Alevilerle bağımız kopartılıyor. Niye kopartılıyor? Sistem bunu yapacak, sistemin görevi bu! Birileri gelecek, solcularla Alevilerin arasındaki bağları kopartacak. Ama biz buna 40
bilmiyorlar. Seçimden, seçime gidiyor, CHP’nin kuyruğuna takılıyorlar. Önce milletvekilliği için kuyruğa girdiler, olmadı; yerel seçimlerde meclis üyeliği için kuyruğa girdiler, o da olmadı. Bunun üzerine ‘Yahu biz ne yapacağız?’ dediler, ‘Parti kuracağız!’ demeye başladılar.
Mayıs 2009
SACAYAK
malzeme vermedik mi arkadaşlar? Pir Sultan derneğinin yirmi yıllık tarihine bakın. Sol örgütlerimizin, birçok sol siyasetçinin oradaki kavgaları daha dün gibi gözümüzün önünde. Masa kavgaları yaptık. Şimdi, eğri oturup doğru konuşmak lazım. Bir inancı, bir kültürü anlamadan, onun içerisinde çalışma yapmaya kalkarsan kafa göz yararsın. Arkadaşlarımız bugün böyle bir çalışmaya giriyorlarsa tebrik ediyorum. Bu geç kalınmış bir çalışma. Alevileri anlamak, Alevilerle yapılacak mücadelede yer almak için geç kalmış bir çalışmadır. Ama bugün böyle bir çalışmayı tasarlıyor olmaları gerçekten takdire şayandır. Arkadaşların bundan sonra neler yapması gerek? Aleviliği gerçekten anlamaları, üzerine kafa yormaları, Alevilerin tarihini, felsefesini öğrenmeleri gerekiyor. Bu bir inanç toplumudur. Bu toplumun bugüne kadar getiren bu inancı anlamak lazım! Aleviler cem yapıyor arkadaşlar, gidin mutlaka ceme girin (…) Bu koşullarda nasıl beraber olacağız? Bir kere Alevilere, Aleviliği öğretmeyeceğiz arkadaşlar. Yirmi yıldır Alevilik alanındaki çalışmamda en büyük hatayı burada gördüm. Bir komünistin gidip Alevilere Aleviliği anlatması! Bu yanlış! Aleviliği gideceksin onlardan öğreneceksin. Ceme girdiğin zaman cemdeki en son hizmet, on ikinci hizmet, lokma hizmetidir. Lokma hizmetinin ne olduğunu bir izleyin: Orada komünizmin ta kendisini göreceksiniz. Dün cemde de görmüşsünüzdür, son lokma dağılana kadar kimse önündeki lokmaya uzanmaz. Herkesle birlikte paylaşılsın diye. Paylaşımın bundan daha mükemmel bir örneği yok. (…)
Alevilerin parti kurmasının zararlarını Bu konuda söylemeye çalıştığım şey, samimiysek, gerçekten iki defa gördük, bu toplumla bütünleşmek istiyorsak kendimize bakalım, çabu üçüncü. Alevi toplumu lışma yöntemimizi de buna göre belirleyelim.” bunu kaldıramaz. Son konuşmacı Devrimci Alevi Komitesi’nden İskender GöçBu hatanın men ise özetle şunları söyledi: önünde durmak “Alevilik kimine göre inanç, kimine göre kültür olarak görükendisine lüyor. Alevilik bizce ezilenden yana hareket eden bir toplum. devrimciyim, Ve bu ezilenden yana hareket ettiği için yüz yıllardan beri sosyalistim, katledilmektedir. Ki bu Abbasi ve Selçuklu dönemi sonrademokratım, dedeyim, sında Osmanlı’da daha çok had safhaya çıkmış. Osmanlı’nın mürşidim, halka karşı dayattığı vergi adı altında yoksullaştırma, halpirim diyen kın elindeki toprakları alma, halkın bütün her şeyini elinden herkesin alma adına sürdürdüğü politikalar sonucunda halkları, yüz görevidir.
41
SACAYAK
Sayı 2
binlercesini katletmiştir. Alevilik katliamı tabii ki Osmanlıyla da bitmemiş, devamında cumhuriyet döneminde de süregelmiştir. Cumhuriyet döneminde Koçgiri’de, Dersim’de, Erzincan’da, Malatya’da, Sivas’ta ve son olarak Gazi’de, Ümraniye’de süregelmiştir. Maraş’ta yüzleri bulmuş, daha doğmamış bebeğimizi almışlardır. Alevilik bizce ezilenden yana hareket etmektir. Çünkü Aleviliğini inancında, görgüsünde, kuralında, ceminde, toplum olma bilinci vardır; insan olma bilinci vardır. Bizce Aleviliği, Alevilik yapan tarihidir. Yüz yıllardır sürdürülegelen direnişçi tarihidir. Yüz yıllardır bu direnişçi tarihin illa halkın öncüsü önderi olma durumudur. Ve bu yeri geldi Şeyh Bedreddin, yeri geldi Pir Sultan, Seyit Nesimi oldu. Yüz yıllardır da Alevilik kendi içerisindeki toplum olma bilinci olan musahipliğiyle, ayn-ı cemdeki görgü kurallarıyla, adalet mekanizmasıyla Alevilik toplumsal yapısını sürdüre geldi. Yüz yıllardan beri bizlere taşıyan dedelerimiz bizleri bugünkü koşullara getirdi. Veliyettin Ulusoy 9 Kasım mitinginde şunu demişti, ‘Dün Alevileri katlettiniz, bugün Aleviliği katlediyorsunuz.’ Asıl sorun burada, Alevilik nasıl katlediliyor? Birincisi devrimcilerle ilişkisi koparılarak katledilmeye çalışılıyor. Devrimci olan Aleviler, devrimcilerle birlikte yürüyen Aleviler, devrimci değerleri taşıyan Alevilerle devrimcileri bir şekilde koparılmaya çalışılıyor birbirlerinden. Bunu en son Gazi’de yaşamıştık. Gazi’de halk devletin politikasına karşı direnirken, İzzettin Doğan’lar, Fermani Altun’lar gizli kapılar ardında anlaşmalar yapıyorlardı. Bunlar Alevilerin temsilcisi olamaz.(…)
İskender Göçmen Alevilik bizce ezilenden yana hareket etmektir. Çünkü Aleviliğini inancında, görgüsünde, kuralında, ceminde, toplum olma bilinci vardır; insan olma bilinci vardır.
Bizler DAK olarak yıllardan beri Alevilerin içerisindeyiz. Aleviyiz çoğumuz, Alevi düşüncesinin içerisindeyiz. Durup dururken DAK neden çıktı? Durup dururken çıkmadı. Gerek Alevi kurumlarının işletilmesi noktasında, gerek kendi Bizce Aleviliği, içerisinde yaşayacağı diğer sorunlar noktasında devrimcile- Alevilik yapan rin Alevilerin içerisinde bir bütünlük sağlaması gerekiyor. tarihidir. Nasıl ki yüz yıllar öncesinden bugüne sürdürülen bir mücadele varsa, bu mücadele bu şekilde sürmek zorundadır. Ve bu yanıyla da asıl sorun Aleviliği bu süreçte devletin açtığı sürekli yeni bir açılım politikasına karşı bu politikaları boşa çıkartmak zorundadır. Bunu boşa çıkartması yöntemi, örgütlenmek, değerlerine sahip çıkmak ve süreci o anlamda ileri bir noktaya götürmektir. Buradaki devrimcilere düşen görev ise bunları dedelerle birlikte, bu ülkedeki ilerici Alevi 42
Yüz yıllardır sürdürülegelen direnişçi tarihidir. Yüz yıllardır bu direnişçi tarihin illa halkın öncüsü, önderi olma durumudur.
SACAYAK
Mayıs 2009
Ahmet Koçak: Söylediğim şey çok açık. Algılanmasında sorun varsa demek ki hâlâ dilde sıkıntılarımız var. ‘Eğer Alevilikle ilgili çalışma yapmak istiyorsa arkadaşlarımız, Alevilere gidip Aleviliği öğretmeyecek; Alevilerden, Aleviliği öğrenecek.’
kesimlerle birlikte bir bütünlük sağlayıp bu sorunu ortaya koymak zorundadır.” Panelin son bölümünde izleyiciler soru sordular, konuşmacılar yanıtladı. Yerimiz kısıtlı, hepsini aktaramıyoruz. Fakat bana sorulan iki soruya değinmek istiyorum. “Cemevine gitmek, oraya gidip devrimciliği öğrenmek lazım’ dediniz.” ve “Sünni kökenli birisiyim, ben de o zaman camiye çağırayım.” yönlü sorulara verdiğim yanıt şöyle oldu: “Söylediğim şey çok açık. Algılanmasında sorun varsa demek ki hâlâ dilde sıkıntılarımız var. ‘Eğer Alevilikle ilgili çalışma yapmak istiyorsa arkadaşlarımız, Alevilere gidip Aleviliği öğretmeyecek; Alevilerden, Aleviliği öğrenecek.’ Söylediğim buydu. Sol hareket, komünist hareket bu alanda çalışma ihtiyacı hissediyorsa öncelikle bunu kavraması lazım. Söylediğim bu. Yoksa ben size neden cemevine git diyeyim? Önümüzde 1 Mayıs var. Eğer camideki insanları alana getireceksen, 1 Mayıs alanına taşıyacaksan eyvallah, alnından öpeyim ben senin. Nasıl dedeye, ‘Dede, bir haksızlık oldu, onu cemaate anlat’ diyorsak, camiye gidip, hocaya da aynı şeyi söyleyin. İşte o zaman ben sizin alnınızın çatından öperim. Sorun burada, anlatabiliyor muyum? (…) Türkiye’deki Alevilerin varlığı Türkiye sosyalist hareketi, Türkiye işçi sınıfı için önemli bir potansiyeldir, bunu anlayalım. Bugün bu güce gerektiği kadar sahip çıkmazsak, gerekli önemi vermezsek birileri alacak devletle bütünleştirecek, Türk-İslam sentezi içinde eritecek. Söylemeye çalıştığım budur.
Alevilik Felsefesinin üzere Alevi felsefesinin doğuşunu Doğuşu inceliyor. Gazi Eke ISBN 978-605-5935-01-6 13,5 x 19,5 cm boyutunda 225 sayfa Parşömen Yayınları, Tel: 0216.339 41 04
G
AZİ EKE, ilk kitabı “Tarihsel Hesaplaşma ve Sosyalizmin Yeni Stratejisi”nde günümüzde Alevilerin toplumsal değişimdeki rolünü irdelemişti. Bu kitabında ise günümüze ışık tutmak
Eke’ye göre Alevilik tarihine bakışa Türk-İslamcı ve Emevi-Sünni siyasal bakış açıları hâkimdir. Biri Aleviliği İslam’ın sapkın bir mezhebi olarak görür. Diğeri Aleviliği, Hace Bektaş Veli ile başlatır. Aleviliği, Şiiliğe bağlayan zihniyet de egemen sınıfın bakış açısından beslenmektedir. Eke, Ali Yandaşları’na verilen destek, İslam öncesi Alevi tarihinin inkârına dönüştürülemez, yoksa, “Yolcu Ateşte Yanmak ile Yol Yanmaz” anlayışı bozulur der. 43
SACAYAK
Sayı 2
Gözlerimiz Demokratik Alevi Hareketini Arıyor Haşim Kutlu
N
e yazık ki artık bedenim yeteri kadar, yaşamakta olduğumuz sürecin yüklediği sorumluluğu kaldırmaya izin vermiyor. Bir kez sarsıldıktan sonra imamesi kopmuş tespih danesine benziyor, ne kadar dikkat ederseniz edin, ne kadar itina ile yeniden dizmeye çalışırsanız çalışın, hiç bir zaman eskisi gibi olmuyor. Bu nedenle, sürece kendimi katamadığım gibi yeteri kadar izleme olanağım da olmadı. Özellikle yerel seçimlerin başlangıcından bu tarafa demokratik Alevi hareketini takip etmeye çalıştım. 9 Kasım’da Ankara’da ve daha sonra Adana’da gerçekleşen kitlesel etkinliğin, gerek bileşenler açısından, gerekse mitinglerde dile getirilen istek ve tutumların ortaya çıkardığı mesajların, örgüt yapılarında, sorumluluk düzeylerinde, ne kadar yansımasının olup olmayacağını dikkatle izlemeye çalıştım. Ne yazık ki seçim sürecinde, demokratik Alevi hareketi yönetimleri, ne sözünü ettiğim eylemlerindeki kitleselliği, ne de o eylemlerin mesajlarını doğru okuyabilme basireti gösteremediler. Her zaman ki gibi beklentileri ve demokratik Alevi taleplerini hiçe saydılar, tek yanlı CHP aşkına ve kişisel zaaflar ve zayıflıklara zemin edip boşa çıkardılar. Çok şey bilmek değil, en basit anlamda Alevi olmak bile yeterlidir kimi gerçeklerin gereklerinin yerine doğru tarzda getirilebilmesi için. Sorumluluk makamında olan birileri, bütün bu olan bitene karşın, son derece pişkin, nasıl da seçim öncesinde CHP yönetimiyle doğrudan görüşüldüğünü, çeşitli yerleşim birimlerinde aday olarak gösterilmek üzere listelerin hazırlanıp sunulduğu, ama CHP yönetimince dikkate bile alınmadığı üzerine sızlanmalar düzebiliyor! Her olasılık bir yana, verildiği söylenen aday listesi kabul edilse ne olurdu? Dahası, Alevilerin gösterdiği adaylar belediye başkanı seçilseler ne olurdu CHP de? Aleviler açısından ne değişecekti? Olay kişiler meselesi mi? Yoksa bir sistem meselesi mi Alevi örgütlerinin var olma nedeni olan sorunlar? Bir politika ve program meselesi mi ya da? Şu anda içinde Alevi kökenlilerin olmadığı bir siyasal oluşum var mı? Varsa bugüne dek hangisinin Alevilere ne faydası olmuş, hangi Alevi sorununu nasıl çözmüş? Sızlanmanın özrü kabahatinden daha büyük, çünkü öyle veya böyle, en azından Alevilere şu mesaj verilmek isteniyor böylece: “Görüyorsunuz, CHP gibi sosyal demokrat bir parti bize böyle davranıyor. Sol hareketlerle, demokratik hareketlerle birlikte olmak istiyoruz, ama hiçbirisi bünyesinde, program ve politikalarında Alevilere yer vermek istemiyor. Bu nedenle bizim kendi partimizi kurmamızdan başka bir yol yoktur.” Özellikle Avrupa örgütlerinden örülmekte böylesi bir anlayış. Genel seçimlerde de vardı böyle 44
Haşim Kutlu’nun yazısını kısaltarak yayınlıyoruz. Yazının tam metnini okumak isteyen canlar www.koksuz.org internet sitesine bakmalıdır.
Avrupa örgütlerinde, genel seçimlerde de vardı böyle bir hesap, ama şimdilerde yeniden pişirildiği gözleniyor. Hadi, Parti ol bakalım, ne yapacaksın? Güçlü bir demokratik hareket, güçlü bir demokratik örgüt olamamışsın, parti olsan ne olur böyle bir zeminde?
Mayıs 2009
SACAYAK
bir hesap, ama şimdilerde yeniden pişirildiği gözleniyor. Hadi, Parti ol bakalım, ne yapacaksın? Güçlü bir demokratik hareket, güçlü bir demokratik örgüt olamamışsın, parti olsan ne olur böylesi bir zeminde? İşte örgütler de partiler de meydanda, kim ne yapıyor ya da yapabiliyor? Oysa iddiası olanlar için çıkarılacak son derece zengin deneyler var ve herkesin gözünün içine bakıp duruyor. Hareket olarak, olan bitenden nasıl bir ders çıkarıyor ve yol alıyorsun ki parti olarak ne yapacaksın?
Demokratik Alevi hareketi gerçek bir demokrasi ve laik Türkiye istiyorsa, Türkiye’de yerini alan tekmil demokrasi ve özgürlük dinamikleriyle kendi taleplerini ortaklaştırmak ve onlarla birlikte davranmak zorundadır. Bu bağlamda en temel müttefiki Kürt halkının özgürlük hareketidir.
*** Başından beri bıkmadan usanmadan söyledim, demokratik Alevi hareketi yönetimlerinin hiç birinin hoşuna gitmese de, bu yüzden görmezden duymazdan gelinse de, her vesileyle tekrarladım durdum. Bugünkü şartlarda, eğer demokratik Alevi hareketi gerçek bir demokrasi ve laik Türkiye hedefinde kazanmak istiyorsa, Türkiye gerçeğinde bu başlık altında yerini alan tekmil demokrasi ve özgürlük dinamikleriyle kendi taleplerini ortaklaştırmak ve onlarla birlikte davranmak zorundadır. Bu bağlamda da kategorik olarak en temel müttefiki Kürt halkının özgürlük hareketidir. Emekçi hareketidir, diğer taraftan, kadın hareketidir ve benzeri hareketlerdir. 9 Kasım kitlesel eylemi, hem bileşim hem de siyasal mesajları bakımından bu belirlememi adeta somutlaştırıp herkesin gözüne sokmuştur. Seçimler boyunca, en doğal müttefik durumundaki DTP, hem politik tutum bakımından hem de demokratik taleplere sahipleniş bakımından son derece açık ve net bir politika izlemiştir. Ne ki, 9 Kasım eşit haklar mitinginin ve Aralık ayında Adana’da gerçekleştirilen Maraş Katliamının yıl dönümü eylemliliğinin sözünü ettiğim gerçekliğinden hızla uzaklaşan, ona sahiplenmeyen demokratik Alevi hareketi yönetimleri, seçim sürecinde üzerine her türden anti demokratik baskı ve tezgâhlarla gidilmesine karşın, Kürt halkının ve onun şahsında DTP’nin sergilediği performansı görmezden geldi. Güç verdiğinde, inkârcı ve imhacı Anayasal düzenin çeperlerinde önemli gediklerin açılabileceği görüle görüle, yan çizmek bir yana, demokrasi karşıtı, statükocu, hatta militarist güçlerle birlik olma yarışına girmek gibi zillet sayılacak durumlar sergiledi. Güç verseydi ne olurdu? Açıktır ki temel ve en etkili bir demokrasi dinamiğine güç vermiş olmakla kalmaz, bizzat kendi kendisine, varolma nedeni olan kendi demokratik ve özgürlük taleplerine güç vermiş olurdu. Dahası, İstanbul, İzmir, Mersin, Adana gibi yerleşim yerlerinin birçok biriminde kendisini temsil edebilecek belediyelere de sahip olurdu. Her türden gerici blokaja karşın Dersim örneği ortadadır. Üstelik de genç bir kadın kardeşimizi seçmekle Alevilerin yüz akı olmuştur. Vazgeçemediğiniz politik tavırlarınızın da bir tek olsun yaklaşık bir örneğini gösterseniz ya! Sözün kısası, böyle yanaşık düzen bir tutum, bizzat kendisi için kendi eylemi olurdu, ama olmadı. Kim kaybetti? Alevi hareketi en başta olmak üzere tekmil devrimci demokrasi güçleri kaybetti. 45
SACAYAK
Sayı 2
Esat Korkmaz
Yedi yıl önce yitirdiğimiz ÂŞIK MAHZUNİ ŞERİF’i özlemle anıyoruz.
Hiçlik Defterleri 1 – 2 –3 Esat Korkmaz’ın çeşitli Alevi televizyon kanallarında yayınlanan Hiçlik Meydanı programında ele aldığı felsefi konular üzerine kısa makalelerini ve denemelerini içeren kitapçıklar dizisinin ilk üçü yayınlandı.
Anahtar Kitaplar 13,5 x 13,5 cm boyutunda 160’ar sayfa / Her biri 10 TL 0212.526 89 17
Âşık Fezalî (Hacı Cırık)
Mahzuni’ye Bu gün akşam düşümde gördüm seni Yedi yıl geçti daha solmadın sen Sanki gerçekti o an sardım seni Yedi yıl geçti daha solmadın sen Sayamam yılları günlerin taze Halkın dili gözü oldun örneksin bize Haykır dedin söylettin telli saza Yedi yıl geçti daha solmadın sen İstedin dünyada adalet düzen Yok etmek için insan hakkı ezen Işık oldun gerçeği görüp sezen Yedi yıl geçti daha solmadın sen Üreten emeğe birlik çağırdın Şiirler söyledin özde ağırdın Haksız olan sistem çemberin kırdın Yedi yıl geçti daha solmadın sen Bütün ömrün halka hizmetle geçti Hakka olan aşkına gören şaştı Duruşun halkına sevene eşti Yedi yıl geçti daha solmadın sen Muhabbet ederdin aşkla deminde Yürekler dağladı göçün kiminde Saygın yaşar seni seven tümünde Yedi yıl geçti daha solmadın sen Fezali’m Mahzuni hacinin özü Yanıyor ateşi bağrımda közü Kahrolup kendime ederim nazı Yedi yıl geçti daha solmadın sen
46
SACAYAK
Mayıs 2009
¡No Pasarán! (Geçit Yok) İspanya İç Savaşı 1936–1939 Şair Müştak Erenus anısına! Nedim Kanoğlu Buydu halk direnişinin sloganı. Ve geçemediler. İspanya topraklarında yaşayanların yarısı okuma yazma bilmez, sekiz milyonu aşırı yoksul, iki milyon topraksız köylüydü ve İspanya topraklarının yarısından fazlası 20 bin efendinin mülkiyetindeydi. Emekçi gündeliği bir peseta ile üç peseta arası, bir somun ekmek ise bir peseta. Halk bu denli yoksul yaşarken, 20 bin keşiş, 31 bin papaz, 60 bin kilise çömezi, 800’ü general olmak üzere 25 bin subay ve 13. Alfonse namında bir kralı birer kene gibi sırtlarında taşımaktaydı. Beş bin manastıra karşılık okul ve hastaneler yok denecek kadar azdı. Bıçak kemiği kırıp geçmişti. İspanya halkı diz çökmüş olarak yaşamaktansa, özgürlükleri için ayakta ölmeyi göze aldı. Maden işçileri 1934 yılında idareyi ellerine geçirdi. 15 gün kadar sürebilen direnişten sonra bin beş yüzü ölü, üç bini yaralı ve elli bini tutuklanarak, ayaklanma katliamla bastırıldı. Bu katliamda Franco adlı bir generalin ismi öne çıktı. 1936 yılı genel seçimlerinde Halk Cephesi ve Milli Cephe katıldı. Halk Cephesi (sol) maden işçilerinin affı, ekmek, barış ve hürriyet istiyordu. Milli Cephe (sağ) yekvücut bir İspanya istiyordu. Dört milyon oyla Halk Cephesi iktidara
geldi. Derhal maden işçileri serbest bırakıldı, ücretlere zam yapıldı. Topraksız köylüler işletilmeyen topraklara el koydu. İki yüz kadar kilise yıkıldı. Üç yüz siyasi cinayet ve onlarca grev ardı ardına geldi, gazeteler yağmalandı. Kralcılar kilise bayrağı altında bir darbe hazırlığına başladı. Sağ partinin lideri faşist bir devlet kurmak istediğini bildirerek Hükümetini tehdit etti. Üç hafta sonra da öldürüldü. Bu durum, darbeci generallerin aradıkları bahaneydi. 17 Temmuz 1936’da Fas garnizonlarından faşist ayaklanma başladı. General Franco ayaklanma başlattıklarını radyodan duyurdu. Cumhurbaşkanı radyodan cumhuriyetin yaşadığını söyleyip halkı sükûnete davet etti. Oysa bütün vahşetiyle iç savaş başlamıştı. Bir anda öldürülenlerin sayısı onbinleri buldu. Yoksul olduğu anlaşılan herkesi herhangi bir duvarın dibinde oracıkta kurşuna diziverdiler. Tam bir kıyım başladı. Generaller, kendi kuvvetlerin yanı sıra, paralı Müslüman askerler, Almanya ve İtalya gibi faşist devletlerden asker ve silah desteği alıp halkın direnişini kırdı. Fransa hükümeti ve Sovyetler Birliği savaşı istememekle birlikte cumhuriyetçi hükümete ve halk direnişine destek verdi. İspanya işçisinin, köylüsünün direnişine seyirci kalmak istemeyen birçok ulustan işçiler, öğrenciler ve aydınlar İspanya halkının yanına 47
SACAYAK
Sayı 2
koşarak “birlikte ölmeye geldik” dediler. Uluslararası Tugaylar’ı kurdular. İspanya halkı ile birlikte direndiler ve kahramanlıkları onlar gibi ölümsüzleşti. Öte birçok ulustan aydınlar, sanatçılar, ozanlar direnişe sanatsal destek verdi. Bunlardan biri de Alman şair, oyun yazarı ve sanat kuramcısı Bertolt Brecht’ti. Sanatsal eylemle, tiyatroyla, İspanya halk direnişine destek vermek için bu dönemde Carar Ana’nın Silahları adlı oyunu yazdı. İspanya halkının faşizme karşı verdiği savaşta tarafsız kalmanın faşizme destek vermiş sayılacağını; karşı koyup savaşmaktan başka çare olmadığı temasını işledi. Bu belgesel nitelikli oyun günümüzde de önemini korumaktadır. Birçok tiyatro tarafından sahnelenmiş olan bu oyun ülkemizde en son 1996 yılında Ekin Sanat Tiyatrosu’nca sahnelenmiştir. Bu oyun, savaşan cumhuriyetçi emekçileri desteleyen sayısız eser arasında sadece bir tanesidir. Bunun bir örneği de Müştak Erenus’un kaleme aldığı Lorca Kardeşim adlı şiirdir. Erenus’un bu şiiri, şair ve tiyatro kuramcısı Federico Garcia Lorca’nın bir akşamüstü kendi kenti Granada’da tutuklanıp ertesi gün kurşuna dizilişinden duyduğu yürek sızısını yansıtır.
Lorca Kardeşim Ölmek istemiyorum diyordu içinden. İri taşlı kirli bir duvar önünde Fazla bekletilmeden İki beyaz bulut geçti Ve iki beyaz kelebek Mavi bir diken üstünde Sevişemeden uçtular. Her şey ortada soğuktu Ve güneş Sabahları bilerek dikine çıkıyordu. Biz bütün bu olanları Anlaşılmaz bir uzaktan seyrettik Kapılarımız inadına üzerlerimize çiviliydi. Korkak sokaklarda sarı ışıklar Geceler boyu çekinmeden umutları yedi. Bilinen bir dua için eğri çıkıyordu tepeyi. Berikiler orta yerde durup Bir başka şarkı tutturdular Ve sabahları boşuna erkende Budalaca düşlerini anlatıyorlardı. Biri bir kuyu dibinde Dipten yukarı ışıklara bakıyordu Yukarda çırpınan bir böcek Boşuna suyu karıştırıyordu. İki beyaz bulut Ve iki beyaz kelebek Mavi bir diken üstünde Sevişemeden uçtular Gün ertesi Çirkin bir ışıkta O yıkık taşlı kirli duvar önünde Koca kafalı bir koyun otlattılar.
SACAYAK Derginize Abone Olun
Türkiye TL 40 – Avrupa Birliği € 50 – İngiltere £ 40 Abone olmak için abone bedelini postaneya yatırın: Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd. Şti. Posta Çeki Hesabı (No 1629127) Ayrıntılı posta adresinizi, cep telefonunuzu ve e-postanızı okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte bize fakslayın: +90.(0)212.519 56 35
48
Tel: +90.(0)242.247 81 05 - +90.(0)242.242 81 05 Tuzcular Mahallesi, Mescit Sok. No: 15 Kaleiçi - Antalya
.
SANAT GÜNLERI
RESTAURANT
SANAT GÜNLERI
HASANAĞA
.
HASANAĞA RESTAURANT Tel: 0242.247 81 05 - 0242.242 81 05 Tuzcular Mahallesi, Mescit Sok. No: 15 Kaleiçi - Antalya
SACAYAK
Sayı 2, Mayıs 2009
Neden
Sivas Olayı
Nedendir be koca Tanrı Ben ölüyom sen ölmüyon Dünya oluştu olalı Ben ölüyom sen ölmüyon
Bak ne etti Sivas bize
Anlamak isterim önce Bunlar doğru mudur sence Vaktim saatim gelince Ben ölüyom sen ölmüyon
Hain yezit yıktı yaktı
Neden benim malım yoktur Senin mülkün benden çoktur Üstelikte adın Hak’tır Ben ölüyom sen ölmüyon İhsani’yem için için Bak şimdi anladım niçin Allahsız olduğum için Ben ölüyom sen ölmüyon
Yetiş İmam Ali’m yetiş Kan göl oldu çıktı dize Yüreğime doldu ateş
sacayak
BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
Hükümet uzaktan baktı Yeter insan kanı aktı Yetiş İmam Ali’m yetiş Yüreğime doldu ateş
BU SAYIDA: Esen Uslu - Demokratik Alevi Derneklerine Öneriler İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Dosyası
Edibe Sulari çöktü
Ahmet Koçak - Haline Ağlama, Örgütlen!
Akarsu boynunu büktü Pir Sultan göz yaşı döktü Yetiş İmam Ali’m yetiş Yüreğime doldu ateş
Aslı Odman - Can Bedeline Yoğunlaştırılmış Emek Dr. Akif Akalın - Düşerek mi, Açlıktan mı Öleyim Prof. Dr. Zeki Kılıçarslan - “Ben Aleviyim, Patronum da Aleviydi; Ama Hasta Olduğumu Öğrenince Beni Derhal İşten Attı”
Eller gider iken aya
İsmail Kaygusuz - Ummû’l Kitap’ta Kuran’a İlişkin Tanımlamalar
Biz düştük lanet belaya Sivas döndü Kerbelâ’ya Yetiş İmam Ali’m yetiş Yüreğime doldu ateş
Yusuf Pehlivan - Darwin’i Küçümsemek - Evrim Teorisini Yadsımak
Posta’nın Yapıp Yayınlamadığı Söyleşi Ahmet Koçak - Gazetecilik Adına Gazetecilik Ahlakını Çiğneyenler Veliyettin Ulusoy - Yayınlanmayan Söyleşinin Tam Metni Dünden Bugüne Alevilik Paneli - Yapılan Konuşmalardan Özetler Haşim Kutlu - Gözlerimiz Demokratik Alevi Hareketini Arıyor Nedim Kanoğlu - ¡No Pasaran! (Geçit Yok)
(İhsan Sırlıoğlu) 1932 – 2009
ISSN 1308-7967
AŞIK İHSANİ
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Genel Ajans B.D.O. Ltd. Şti. adına Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Sultanahmet, Divanyolu Cad. No: 54, Erçevik İşhanı 102, Eminönü - İstanbul Tel/Faks:+90.(0)212.519 56 35 E-posta: sacayak@yahoo.com.tr Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sok. No: 24, Nurtepe, Kağıthane, İstanbul - Tel: 0212.321 23 00 Baskı türü: Yerel - Süreli
Aylık Dergi / Fiyatı: 3 TL / £ / €
2
Mayıs 2009 / Sayı: