sacayak
Baskımız Gecikti, Özür Dileriz
BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
BU SAYIDA: Talip Özkan Hakk’a Yürüdü Veliyettin Ulusoy’un Sücaaddin Veli Anma Ektinliklerine Mesajı Nefsine Ağır Geleni Başkasına Yapma Esen Uslu - Dost, Dost, İlle Kavga.... Davit Durak Arslan - Aleviler Kendi Ülkelerinde Hep Zemheriyi Yaşadı. Ayhan Aydın - Sivas’ta Kerbelâ Ali Kenanoğlu ile Söyleştik: Federasyon Partileşmeye Kitlendi İnanç İzmirli - Kararlılık ve Dikkat Gerektiren Dönemeç Ahmet Koçak - Pınar ve Tolga’dan Özür Diliyorum Pınar Sağ ve Tolga Sağ ile Söyleştik: “Kimsenin Haddine Değil Benim Hareketimden Dolayı Özür Dilemek” - Ahmet Koçak Dertli Divani - Deyişlerin Dili Demir Küçükaydın - Din Nedir? - Bölüm III Besim Can Zırh - 2 Temmuz, Carina Cuannna ve Abidin Dino... Seher Yeli - Kurban Bahane Ahmet Koçak - Genç Aleviler Konuşuyor - Bölüm III Partileşme Üzerine: Ayhan Arslan, Gani Kılıç Gün Zileli Haydar Karataş’ın Romanını Tanıtıyor: Perperık-a Söe Nedim Kanoğlu - Madencinin Türküsü
Altımş Yıl Önce Bir Siyasi Mahkûmun Çizgileriyle Hacıbektaş 24 Ağustos 1950 Suluca-Karahöyükten: Hacı Bektaş Dr. Hikmet Kıvılcımlı Kağıt üzerine mürekkep 25,5 x 18 cm
ISSN 1308-7967
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Genel Ajans B.D.O. Ltd. Şti. adına Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Sultanahmet, Divanyolu Cad. No: 54, Erçevik İşhanı 102, Eminönü - İstanbul Tel/Faks:+90.(0)212.519 56 35 E-posta: sacayak@yahoo.com.tr Baskı: Mart Matbaacılık, Burcu Sok. No: 6/1, Nurtepe, Kağıthane, İstanbul - Tel: 0212.321 23 00 Baskı Türü: Yerel - Süreli
Aylık Dergi / Fiyatı: 3 TL / £ / €
12
Mayıs-Haziran 2010 / Sayı:
SACAYAK
Sayı 12
Talip Özkan Hakk’a Yürüdü
T
ALİP ÖZKAN (1939, Yatağan-26 Mayıs 2010, Paris), lise yıllarındayken Acıpayam’da Muzaffer Sarısözen’le tanıştı. 1957’de yüksek öğrenimi için geldiği Ankara’da radyonun Yurttan Sesler Korosu programlarına katıldı ve ardından kadrolu oldu. 1960 yılında İstanbul Radyosu’na geçiş yaptı. On yedi yıl TRT’de çalıştı, 1977’de Paris’e yerleşti. Paris Konservatuvarı’nda eğitmenlik yaparken Paris Üniversitesi’nde etnomüzikoloji alanında doktora yaptı. Rotterdam Konservatuvarı’nda ders verdi ve emekli oldu. Fransa’da Radio France’ın Occora Koleksiyonu için bir plak kaydeden sanatçı, Irlanda, Amerika ve Yunanistan’da da plak doldurdu. Fransa’da saz ile açıklamalı konserler verdi. Bu konserleri Almanya, Avusturya, Belçika, Cezayir, Fas, Finlandiya, Hollanda, İrlanda, İspanya, İsveç, İsviçre, İtalya, Tunus ve Yunanistan gibi ülkelerde de sürdürdü. Bağlamayı çok yönlü olarak dünya çapında sanatseverlere ve müzikologlara tanıtmaya çalıştı. Avrupa’da yaşayan ailelerden yüzlerce ezgi derledi. Kendine has bir yorum tekniği geliştirdi. Özellikle Ege Bölgesi türkülerini en iyi yorumlayan sanatçılardan biriydi. Kaval, Zurna, Sipsi, Kemençe gibi çalgıların icra tekniklerini bağlamaya adapte etmeye yönelik araştırmaları ve çabaları ile bağlama virtüozü ünvanına hak kazandı. Talip Özkan kendine özgü tekniğiyle de birçok bağlama sanatçısına örnek oldu. Kişiliği ve iyi insanlığı ile de hepimize örnek olacak bir sanatçıydı. Yattığı yer ışık olsun. 2
Mayıs-Haziran 2010
SACAYAK
Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Veliyettin Ulusoy’un Sücaaddin Veli Anma, Dostluk ve Sevgi Gününde Tüm Canlara Seslenişi
Nefsine Ağır Geleni Başkasına Yapma
T
Bugün toplumu en çok etkileyen görsel medya, toplumu günlük siyasetten uzaklaştırarak sanal bir dünyaya hapsediyor. Sis bulutlarını dağıtma adına ekrana kuklalar çıkıyor.
ÜRKİYE, büyük ve bulanık bir değişimden geçiyor. Küreselleşme adına dünyanın üzerine sis çökertiliyor. Bugün toplumu en çok etkileyen görsel medya, toplumu günlük siyasetten uzaklaştırarak sanal bir dünyaya hapsediliyor. Halkın büyük çoğunluğu kendine benzeyen karakterlerin bulunduğu televizyon dizilerine kendini kaptırıyor. Sis bulutlarını dağıtma adına ekrana kuklalar çıkıyor. Bunlar kendisini toplumun bir kısmını temsil ettiğini savunan, aslında temsil etmeyen, ancak reyting sağlayan tiplerle doldu. İslamcıları temsil etmeyen dindar karakterler, Atatürkçüleri temsil etmeyen emekli, öfkeli askerler, Kürtleri temsil etmeyen aşırı Kürt milliyetçileri, Alevileri temsil etmeyen Sünnileşmiş Aleviler, Ermenileri temsil etmeyen bir takım ödül avcıları… Daha önce aynı durumu Yugoslavya da görmüştük. İslamcılar, Atatürkçüler, Kürtler, Türkler, Ermeniler, Araplar, Çerkezler, Gürcüler kim varsa Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde, açık yüreklilikle tanışmaları, birbirlerinin gerçeklerine ve değerlerine saygı göstermeleri gerekir. Anadolu binlerce medeniyetin yaşamında yer tutmuş, onlara mekân olmuş bir coğrafyadadır. Bu bakımdan, bu topraklar üzerinde yaşayan insanların inanç ve köken yönünden farklı olmaları çok doğaldır. Ancak bu, kişilerin ve toplulukların birbirlerine düşman olmasını gerektirecek bir neden olmamalıdır. Eğer kardeşkanı dökülmüşse, idarecilerin ihtirasına alet olmuşlar veya büyük çıkarları olanların kurbanı olmuşlardır. Her çatışma da, beraberinde kan, gözyaşı, kin ve nefreti getir3
SACAYAK
Sayı 12
miştir. Bir toplum diğerine karşı ön yargılı, peşin kararlı, anlaşmaz bir tutum içerisine girmiştir. Bütün bu problemlerin çözümü peki nerededir? Hangi değerlerimizi öne çıkartarak bütün bu insanlar arasında bir bahar havası estirebiliriz? Nedir bu değerler? Bunlar belli koşullar altında topluluklarının büyük bir kesimine aydınlık getiren önderler ve onların düşünceleridir. Olağanüstü bir üne ulaştıkları, öğretileriyle arkalarında iz bıraktıkları zaman bu kişilere Peygamber, Nebi, Veli ya da bunlara benzer adlar verilmiştir. Bu kişiler olmadan insanlık, ilkel evrenin karanlığından hiçbir zaman kurtulamazdı. Toplumlara aydınlık getiren büyük insanlardan birisi de Hacı Bektaş Veli’dir. Şöyle diyor:
İnsanlık tarihinin insan kanıyla yazıldığı bir gerçek! Bir insan kendi hemcinslerini nasıl öldürebilir? Vahşet ancak “düşmanın” insan olduğunu unutmakla ortaya çıkabiliyor.
“Arzularınıza hâkim olunuz. Hükmetmek istiyorsanız önce kendinizi fethedin ki, asıl fatih odur. Aksi halde köle olursunuz. Nefretinizi kontrolden vazgeçmeyin. Birbirinizi sevin, sevgi kavgalarınızı önleyecektir. Birbirinizi öldürmek mi, yoksa birbirinize yardım etmek mi daha hayırlıdır. Düşünün karar verin.” Başka ne diyor bu büyük Veli: “Nefsine ağır geleni başkasına yapma.” Bir düşünün, dünyadaki tüm insanlar bu küçük cümleye sığan sözü hayatlarına uygulasalar neler olur? En başta bir damla kan dökülmez, insanlar hangi ırktan, cinsten, cinsiyetten, inançtan olurlarsa olsunlar birbirlerini kabul edip, birbirlerine saygı duyarlar. İnsanlık tarihinin insan kanıyla yazıldığı bir gerçek! Bir insan kendi hemcinslerini nasıl öldürebilir? İşte burada Hünkâr Hacı
Veliyettin Ulusoy’un bu yazısı, Urfa, Kısas’ta 17 Mayıs’da yapılan aşure etkinliğinde yaptığı konuşmadan düzenlenmiştir.
4
Mayıs-Haziran 2010
Sücaeddin Veli etkinliklerinde dağıtılan Sacayak Özel Sayısı
Politikacılar ve askerler, “Düşmanın” da insan olduğunun söylenmesini istemiyor. Buna karşılık dünyadaki bütün kâmil insanlar “düşmanın” da insan olduğunu anlatmaya çalışıyorlar
SACAYAK
Bektaş Veli’nin “Düşmanının bir insan olduğunu unutma!” sözü O’nun yüceliğinin bir seslenişidir. Çünkü vahşet ancak “düşmanın” insan olduğunu unutmakla ortaya çıkabiliyor. “Düşmanın” da insan olduğunu; bir annesi, bir babası; sevdiği bir çocuğu, kaygıları, korkuları, aşkları olduğunu fark ettiğimizde, artık ona düşman olamıyoruz. Onu rahatlıkla öldüremiyoruz. Düşmanımızın bir insan olduğunu kavradığımız anda, içimizdeki vahşetle dövüşen bir başka benliğimiz, belki de gerçek insan yanımız baş kaldırıyor. Savaş ve cinayet anlamsızlaşıyor. Zaten bu yüzden dünyadaki bir kısım politikacılar ve askerler, “Düşmanın” da insan olduğunun söylenmesini istemiyor. Buna karşılık dünyadaki bütün kâmil insanlar “Düşmanın” da insan olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Bir toplumda, “Düşmanın da insan” olduğunu kavrayanların sayısı ne kadar artarsa o toplumun gelişmişliği de o kadar artıyor. O zaman tarihteki savaşlarla, cinayetlerle övünmüyorsun. Tarihteki bütün savaşların ve cinayetlerin kurbanlarının “İnsanlar” olduğunu, onların da sana benzediklerini, senin gibi acı çektiklerini, senin gibi korktuklarını, senin gibi cesur olduklarını, senin gibi sevdiklerini fark ediyorsun. Bunu fark ettiğinde bir “Düşmanı” öldürmek, kendini öldürmek gibi oluyor. Kendi benzerini öldürmek! Onların da insan olduğunu kavrarsak, düşmanlığımızı sürdüremeyiz; onlara kinlenemeyiz. Kendimizi dünyanın diğer insanlarından ayıramayız. Onlardan daha akıllı, daha cesur, daha kahraman, daha yiğit, daha haklı olduğumuza inanamayız. “Önce onlar bizim düşman değil, insan olduğumuzu kavrasınlar” diyerek kendi gelişmişliğimizin önüne başkalarının “düşmanlığını” bir engel olarak koyamayız. İçimizdeki vahşeti daha fazla besleyemeyiz. O zaman yeni cinayetler işlenmez. Suikastlar düzenlenmez. Sivaslar, Maraşlar, Çorumlar, Kerbelâlar ve insanlığın utanç abideleri tekrarlanmaz. Her türlü duygudan arınarak, Alevi-Bektaşi yolunda “Gönül gözü” dediğimiz gerçeği içinize sindirerek olaylara bakarsanız bu gerçeği anlarsınız. İşte o zaman ölen herkes için üzülecek. İşte o zaman içinizdeki gerçek insanla karşılaşacaksınız. Aynı, Pirimiz Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin dediği gibi: “Düşmanının da bir insan olduğunu unutma…” Mayıs 2010 5
SACAYAK
Sayı 12
Dost, Dost, İlle Kavga… Esen Uslu
E
NVER GÖKÇE’nin “Dost” şiirinin sözlerindedir bu mısra, ama şiir davam eder “Düşmanlar selam ister / Gözden, gezden, arpacıktan!” diye. Sacayak dergisinin uzatmalı birinci yılını tamamladığımız bu sayı, tam da bu sözleri yenilemenin zamanı. Bir kez daha mali yokluk ve destekten yoksunluk bizi bir yayın çalışmasını daha durdurmaya zorluyor. Bu sayı aynı zamanda, Sacayak’ın şimdilik son sayısı olacak. Ama dostlarla birlikte yürünecek kavga ille de sürüyor. Gezden, gözden, arpacıktan selam yollanacaklar da aynı pervasızlık ve küstahlıkla karşımızda duruyor. Yine Enver Gökçe’nin dizeleriyle, “Zincirin, zulmün kâr etmediği, / Kırbacın kâr etmediği / Büyük tahammül!” demekten başka sözümüz yok. Görüşlerimizi oradan ya da buradan duyurmaya çabalamaya devam edeciğiz elden geldiğince. Alevilik-Bektaşiliğin derlenmesinin ancak ve ancak Hacı Bektaş Veli Dergâhı çevresinde olabileceğine inanların bir yayın organı kapanıyor, ama bu istem öylesine güçlü ve tarihe kök salmış bir görüştür ki yine çatlağını bulup tüm Alevi-Bektaşilere, onların üzerinde de bu dünyaya insan olmaya gelenlere seslenmenin yolunu bulacaktır. Bundan eminiz. Hep birlikte yaşar görürüz. Gider ayak son günlerde yaşananlar, özellikle CHP cenahında olanlar, Alevi-Bektaşi solunda bir akıl tutulmasına yol açtığı için son dönemde nelerin yaşandığına hızla bir bakmakta ve yorumlamakta fayda var. Anayasa Değişikliği Derken Kündeye Getirilen AKP AKP, son zamanlarda adına “demokratik açılım” dediği siyasetini taçlandıracak bir Anayasa Değişikliği Yasası hazırladı. Bu kanunun Meclis’ten geçirecek yeterli oy sayısı olmadığı için Temmuz ayı ortalarında hızlıca yapılacak bir referandumla kabul ettirmek için hazırlığa başladı. Yüce ve bağımsız Yüksek Seçim Kurulu kendisine verili görevi layıkıyla yerine getirerek, “sürat felakettir” deyip AKP’nin bu hızlı referandum beklentisini boşa çıkarttı. Bilmem hangi tarihte seçimlerle ilgili çıkmış bir yasayı “yorumlayıp” referanduma uydurarak, referandumu Eylül ayına atıverdi. Birkaç hafta geri atmanın ne önemi var ki demeyin, Türkiye’nin asker-sivil bürokrat vesayeti altında yürüyen seçimli siyasetinde bu süre bazen tahminlerden çok uzundur. Bu süre öyle uzundur ki, örneğin milliyetçi-mukaddesatçı-ırkçıfaşist-kemalist-sosyal demokrat CHP, derhal yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Referandumda kabul edilmeden yasalaşmış sayılamayacak bir yasaya nasıl dava açıldığı bile anlaşı6
Mayıs-Haziran 2010
SACAYAK
lamadan, yüce ve tam bağımsız yargımız bir an bile ziyan etmeden bu başvuruyu kabule etti ve Anayasa değişikliklerini “şekilden inceleme” yandan çarklı vapuruyla “esastan incelemeye” girişti. Bu süre öyle uzundur ki, ortalığa dökülüveren bir porno kaseti bahanesiyle CHP’nin sarsılmaz ve yıkılmaz başkanı en yakın çalışma arkadaşları tarafından paldır-küldür devriliverdi. “Düşmez kalkmaz bir…” demeye kalmadı “Kızılbaş Alevi ve de Es-seyid” Kemal Kılıçdaroğlu, başsız deve gibi kalmış CHP’nin başına geçirilen takma kelle oldu. Tüm “devletçi ve devletten geçinen basın” bu kelle takma ile birden bire CHP’nin oylarının artıp AKP’nin önüne geçtiğini ve gelecek erken seçimleri silip süpüreceğini bizlere haber vermeye başladı. AKP hükümetinin ve belki de AKP’nin sonunun geldiğine halkımızı inandırmaya girişti. CHP mirasını paylaşmaya hazır akbaba partiler çalınan “yat” borusunu duyunca derhal hizaya geldi ve de Kılıçdaroğlu’nun CHP’sinin peşinde koşuşmaya, katılmaya, birlik edebiyatına başladı. Bugün bir seçim olsa ne olur bilinmez, ama hesapların referandumda AKP’nin yenilgisi, olmazsa Anayasa Mahkemesi’nde Anayasa değişikliklerinin reddi ile sonbaharda bir erken seçime göre yapıldığı artık iyice belli oldu. AKP’nin Karşı Hamlesi: Uluslararası Destekli İran ve Mavi Marmara CHP tek başına gelemezse MHP-CHP koalisyonu olsun diye erken seçime hazırlanan devletçi ve devletli güçlere karşı AKP’nin atağı uluslar arası alandan geldi. İki adım çok gürültü kopardı. Biraz geç olsa da AKP hükümeti Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Üyesi Brezilya ile birlikte, bir süre önce ABD’nin nükleer yakıt konusunda İran’ın vermesini istediği tavizlere ve yapmasını istediği uzlaşmaya İran’ı ikna ettiler. Bunu Güvenlik Konseyi toplantısından kısa bir süre önce gürültülü bir şekilde duyurdular. Ama zaman geçmiş, altından akan sular uluslararası ilişkiler dolabını döndürmüştü. Artık istenmeyen bir işi son anda yapmış olmanın kimseye kazandıracağı izci puanı bile yoktu. Amerika’nın artık istemediği bir uzlaşmayı sağlamış olmanın cezasını Güvenlik Konseyi’nde Amerika’ya karşı oy kullanmak zorunda kalarak çektiler. Ama ülke içinde İran’ı nükleer yakıtlarının bir bölümünü Türkiye’ye göndermeye ikna eden ve ABD’ye kafa tutan AKP imajı referandum ve seçimlerde AKP oylarına birkaç puan ekledi. İkinci adım AKP’nin, kendisinin de daha sağındaki İslamcıların kuzu postunda kurt usulü yardım gemisi Mavi Marmara ile İsrail’in Gazze Ablukasını kırmaya girişmesine göz yumması oldu. Böylece, hem siyasi İslamcılığın Filistin’de ikiz kardeşi olarak gördüğü Hamas’a çaktırmadan destek çıkmış oldu, hem de açıktan kendisi bu girişimi yapma sorumluluğunu üstlenmemiş gibi göründü. 7
SACAYAK
Sayı 12
İsrail’in eli kanlı faşistleri gemiye saldırıp, direnenleri katledince, AKP hükümeti dünya çapında yükselen nefret ve lanetlemelerin üzerine oturma fırsatı buldu. Kendini ezilmiş halkların dostu, ezilen Müslümanların kardeşi gibi gösterme fırsatını iyi kullandı. Ülke içinde muhafazakâr-mukaddesatçı, hatta bir kısım milliyeti oyu kendi terkisine aktardı. AKP sadece dışa yönelik babalanmalara içte toplanacak destekle seçim gemisinin yürütülemeyeceğini bildiği için bir yandan Kılıçdaroğlu tehdidine karşı kendince önlemler almaya başladı. TRT’nin aylık Tele Vizyon dergisi, Kılıçdaroğlu’nun isyancı bir Kızılbaş-Kürt aileden geldiğini, SSK Genel Müdürü olduğu dönemde Batı Çalışma Grubu raporlarında hakkında Alevi-KürtçüPKK’lı dendiğini öne süren bir de habercik yayınlayıverdi. Dağdakileri İndirecek Kürt “Açılımı” Ovadakileri İçeri Tıktı AKP’nin bir süredir diline pelesenk ettiği açılımlar dizisinin bir yere varmayacağı gören gözler için daha baştan belliydi. Ermeni, Alevi, Kürt açılımlarına karşı kendi oy tabanı da içinde olmak üzere milliyetçi-mukaddesatçı-devletçi koradan yükselen tepkiler kaşsında geri adım attığı bunların hepsinden vazgeçip “demokratik açılım” sözcükleri ardında sipere yatmasında bir kez daha görmeyen gözlerin gözüne batırılmıştı. Demokratik açılım diyerek de kıtıpiyos bir Anayasa değişikliğini gündeme getirmekle kendini sınırlamıştı. Ermeni “açılımı”nın Dağlık Karabağ ve Azarbeycan engeline çarpıp ortalığa saçılmasıyla Türkiye’nin ABD’de geleneksel Nisan endişesi olan “soykırım” deme/dememe krizi gündeme geldi. Bu yıl kıl payı atlatıldı. Ancak Ermenistan ile gidilebilecek yolun sonu göründüğü için bir sonraki yıl ABD Başkanı’nın ne diyeceği şimdiden AKP kurmaylarının uykularını kaçırmaya başladı. Alevi “açılımı”ndan çıka çıka Madımak Oteli binasının kamulaştırılması için para çıktı. Ama sonra ne olacağı hala mechul. Açılımdan bir de TRT’nin kendi yandaşlarına para dağıtmak için kurdurduğu taşeron firmalar eliyle bizim saygın ozanlarımıza yaptırdığı, içine dinci ve milliyetçi görüşlerin sızdırıldığı programlar çıktı. Açılımdan bir de Alevilik içindeki Truva Atları ile Alevi boyası çalınmış birkaç seminer-sempozyum müsveddesi çıktı. Asimilasyonu-inkârcı-imhacı görüşler “bilimsel çalışma” diye yutturulmaya çalışıldı. Ne var ki en önemlisi AKP “Kürt Açılımı”na giriştiğinde Kürt özgürlük hareketinin açtığı barış ve demokrasi kredisini çok çabuk tüketti. Anayasa paketinde Kürtlerin hiç bir istemi yer almadığı gibi barış ve “ovada siyaset” derken, dağdan inenlere Kürt halkının yaptığı görkemli karşılama AKP’nin yelkenlerindeki rüzgarı alıverdi. Yeniden eskiye dönüldü, hem ovada siyaset yapanlar hem de barış elçisi olmak için dağdan inenler tutuklanıverdi. Polise taş atan Kürt çocuklarını mahkemelerde süründürmekle yetinmediler, bir de uzun süreyle hapishaneleree tıkırverdiler. Sudan gerekçelerle 8
Mayıs-Haziran 2010
SACAYAK
DTP kapatıldı, yerine kurulan parti ile AKP’nin yıldızı barışmadı. Şube yöneticileri, seçilmiş belediye başkanları ve diğer siyasetçiler tutuklandı ve bu tutuklama kampanyası yoğulaşarak sürdürüldü. Bu süreç sonunda başka almaşığı kalmayan Kürt özgürlük hareketi yeniden silaha sarıldı ve askeri operasyonlar, çatışmalar başladı. AKP hükümeti bu çatışmaları dış kaynaklı gösteren eski milliyetci edebiyata sarılmaktan başka yol bulamadı. Açık söylenmese de yabancı güçlerin ABD ya da İsrail’in “Taşaron”luğu yaptıkları söylemi bu eski ağızların yeni biçiminden başka birşey değildir. Buna eklenen tek “yenilik” eskiden sünnetsiz, gavur, Ermeni tohumu diye adlandırılanların, bugün aslında Alevilerin kontrolu altında olduğunu öne süren Vakit gazetesinin asparagas haberi oldu. Türkiye’nin Gerçeği: Ya Demokrasi Ya Faşizm İkilemi Türkiye ne denli değişirse değişsin, kolayca değiştiremeyeği tarihsel bir ikilemle karşı karşıyadır: Türkiye’de liberal-demokrat ya da sosyal demokrat çözümler geçicidir. Orta derecede gelişmiş kapitalis bir ülke olan Türkiye son yıllarda emperyalistleşme adımları atsa da, kapitalist ülkeler hiyerarşisinde bir kaç basamak üste çıkmış olsa da bu ikilem değişmeden Türkiye halkının önünde durmaktadı. Ya demokrasinin yolu açılacak ya da faşizm günlerinin en koru karanlığı bir kez daha bu ülkenin üzerine çökecektir. Türkiye burjuvazisi Türkiye’de demokrasinin önünü açmaya gücü ve isteği olmadığını son olaylarla bir kez daha göstermiştir. Türkiye emekçi halkının her istemini reddetmeye odaklı kerhen vermek zorunda kalmış olduğu hakları da geri almaya niyetli Türkiye burjuvazisi yargısı, askeri, polisi ile bir kez daha demokrasiden vazgeçme hazırlığı içindedir. Bu süreçte MHP’nin “idam cezasını geri getirelim” söylemi ,“olağanüstü hal” istemi islamcı-liberal Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “Kudüs’te namaz kılacağız” söylemi aynı kapıya çıkmaktadır. Uzlaşmaz çelişkilerin keskinleştiği bu ortamda başına takma kelle geçirilmiş sosyal-demokrat görünümlü siyasi hareketin, milliyetçi-ırkçı-otoriter devlet yanlısı faşist-kemalist görüşleri öne çıkacaktır. Kılıçdaroğlu operasyonu bunun hazırlığıdır. Gizli-açık milliyetçi görüşlerle hastalıklı Türkiye solunun geniş bir bölümü bu gerçeği gizlemeye yardım eden bir incir yaprağı haline gelmektedir. Bu ortamda yapılacak bir referandum, Anayasa değişikliklerinin Anayasa Mahkemesinde reddi, ardından gelen bir seçim ve yükselen çatışma ortamı ile üst üste düşecek bazı uluslararası gelişmeler, örneğin İran ve İsrail’in yeni bir savaş ortamını körüklemesi ülkeyi bir anda bir gericilik dalgasının kaplamasına yol açabilir. Bu süreçin paralelinde kendi dertlerine düşmüş ve olaylara dar siyasi çıkarlarla bakan demokratik Alevi-Bektaşi hareketi sessiz ve tavırsız kalmıştır. Bir iki cılız açıklama dışında somut bir adım atamamıştır. Sivas’ta yapılması planlanan yürüyüş, önümüzdeki günlerin sorunlarına ışık tutacaktır. Herkesin anlaması gereken şudur: Ya hep birlikte, omuz omuza demokrasi kavgası ya da faşizm. 9
SACAYAK
Sayı 12
Ahmet Koçak, Fransa Alevi-Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı David Durak Arslan ile söyleşti. 5 Mayıs’ta Yaşam Radyo’da Sacayak Programında Yayınlanan Bu Söyleşinin Önemli Bir Bölümünü Aktarıyoruz
Aleviler Kendi Ülkelerinde Hep Zemheriyi Yaşadı Öncelikle örgütlenme sürecinden başlayalım. Fransa ve Avrupa’da Aleviler neden örgütlülüğe ihtiyaç duydular? Önce Sacayağı’nda beni konuk ettiğiniz için teşekkür ediyorum. Güzel, güneşli bir İstanbul gününde konuğunuz olmak benim için onurdur. Mutluyum, bunu paylaşmak istiyorum. Ayrıca dinleyicilerinize de buradan sevgi ve selamlarımı göndermek istiyorum. Avrupa’da Aleviler neden örgütlendi? Avrupa’daki Alevilerin kökleri Anadolu’da. Alevi topluluğu, daha çok ekonomik sebeplerden ve bazı siyasi sorunlardan dolayı göçe zorlanmış bir topluluk. Avrupa’da yaklaşık bir milyona yakın Alevi yaşıyor. Nasıl koşulların zor olduğu ortamda, kışta kıyamette bitki bitmiyorsa, yeşermiyorsa, renginde açamıyor, koku yayamıyor ise Anadolu’da da Aleviler bu süreci yaşadı. Kendi coğrafyalarında hep zemheriyi yaşadılar. Onun için açılıp serpilemediler. Avrupa ülkelerinin demokratik ortamı Alevilerin kendi renginde açması için olumlu bir ortam oldu. Nedenlerinden birisi bu! Diğer neden ise 93’te Sivas’ta yaşanan o büyük vahşete duyulan tepkidir. Bu tepki, örgütlenme sürecini tetikledi. Aleviler hem haklarını savunma hem de inanç, felsefe ve kültürlerini yaşama amacıyla örgütlenme ihtiyacı duydular ve örgütlendiler. Fransa’da örgütlenme çalışmalarından bahsedelim. Alevi-Bektaşilerin inançsal sıkıntıları vardı. Yol kesintiye uğramıştı, Dede sorunu vardı, hizmetler yapılamıyor, cem tutulamıyordu. Öte yandan demokratik haklarını savunamıyor, kendilerini ifade edemiyorlardı. Doğru, değindiğim gibi demokratik Alevi hareketinin ortaya çıkışı tepki ile olmuştur. Özellikle 93’teki yaşanan o acı olaya tepki üzerine kurulduğu için oturulup tasarlanmış, planlaması yapıl10
Nasıl koşulların zor olduğu ortamda, kışta kıyamette bitki bitmiyorsa, yeşermiyorsa, renginde açamıyor, koku yayamıyor ise Anadolu’da da Aleviler bu süreci yaşadı. Kendi coğrafyalarında hep zemheriyi yaşadılar.
Mayıs-Haziran 2010
Bundan sonra, geçici bir refleksle oluşan hareketi kalıcılaştırmanın formüllerini aramak gerekiyor. Artık toplumun genel ihtiyaçlarını çok iyi okumanın, analizlerini yapmanın ve toplumun inançsal boyuttaki ihtiyaçlarını gerçekten yol ve erkânımıza yakışır bir tarzda cevaplayacak kurumları yaratmanın zamanıdır.
SACAYAK
mış bir kurumsallaşma süreci yaşanmadı. Canı yanmış insan, nasıl refleksle bir anda kendini korumaya çalışırsa Aleviler de aynen bunu yaptı. Tepkisel örgütlenme, kitleselleşmeyle bütünleşince kurumsallaşma ihtiyacının ortaya çıktığı görüldü. Tepki üzerine oluşan örgütlenmede daha çok klasik dernekleşmeyle işler yürütüldü. Federasyonlaşmaya gidildi, konfederasyonlaşma yaşandı, ancak örgütlenme ve hareket büyüdükçe eksikliklerimiz de ortaya çıktı. Şu anda Alevi örgütlenmesi, yavaş yavaş yürümeye çalışan bir çocuğun artık koşma sürecine geldiği aşamada diyebiliriz. Ergenlik çağının geçtiği, olgunlaşma çağına girdiği… Evet, bir olgunlaşma dönemine geldiğini düşünüyorum. Bunun için de her şeyi tekrar gözden geçirmek gerekiyor. Bundan sonra, geçici bir refleksle oluşan hareketi kalıcılaştırmanın formüllerini aramak gerekiyor. Artık toplumun genel ihtiyaçlarını çok iyi okumanın, analizlerini yapmanın ve toplumun inançsal boyuttaki ihtiyaçlarını gerçekten yol ve erkânımıza yakışır bir tarzda cevaplayacak kurumları yaratmanın zamanıdır. Toplumumuzda kültür ve sanat alanında son derece önemli değerlerimiz olmasına rağmen, bunları ulusal çapta ve evrensel boyutta iyi değerlendiremediğimizin farkındayız. Bunları nasıl daha iyi değerlendirebiliriz? Sanatçılarımıza, kültür insanlarımıza nasıl daha iyi sahip çıkabiliriz? Buna yönelik çalışmalar gerekiyor artık. Ekonomik boyut da önemli! Diplomasi ve dışa açılım çok önemli! Bu örgütlenmeye girdikten sonra ilk etapta gördüğün eksiklikler ne idi ve yapılması gereken şeyler nelerdi? Açıkçası ben eksikliklerden çok, olaya pozitif yaklaşmaktan yanayım. Bütün eksikliklerine rağmen Alevi hareketinin, bu örgütlenmenin kesinlikle pozitif, olumlu bir adım olduğunu düşünüyorum. Çünkü uyutulmuş ya da uyumuş bir toplumun tekrar dirilişi, ayaklanışı son derece önemli. Hem insanlık için önemli, hem de Türkiye’miz için ve tabii ki Aleviler için önemli. Bu uyanış, ayağa kalkış başlı başına çok önemli ve tarihi bir olay diye düşünüyorum. Bu kadar önemli, tarihi bir adım, nasıl atılsa daha iyi olur sorusunu sormamız gerekiyor. Bu konuda eksiklikleri görüp daha sağlam adım atmak ve yolumuza devam etmek için yoğunlaşmamız gerekiyor. Bu dirilişin, tekrar ayağa kalkışın sevincini ve sarhoşluğunu üzerinden atmamız, bundan sonra günün koşullarına uygun çalışma modellerimizi geliştirmemiz gerekiyor. Bu günkü modeller için bir taraftan Alevi tarihimizi referans almamız gerekiyor. Eskiden Anadolu’daki Alevi-Bektaşi ocak sisteminin son derece önemli bir hizmet gördüğünü görüyoruz. Ocakların işlevli olduğunu, insanlar için çok yönlü yaşam okulları olduğunu görüyoruz. Bu sistem, yani dergâhlar ve yol-erkân sayesinde bu öğretinin bugünlere kadar taşındığını görüyoruz. Bu değerlerimizle hızla bütünleşmemiz gerektiğini düşünüyorum. 11
SACAYAK
Sayı 12
Tabii geçmişe dönmek, eski asırlara gitmek mümkün değil. Çağ değişti, koşullar değişti, teknoloji, bilgi düzeyi değişti, yaşam koşulları değişti. O referansları, o mirası doğru devralıp bugünün koşullarında nasıl tekrar insanlıkla buluşturabiliriz; Alevi toplumuyla buluşturabiliriz; genç kuşaklarımızla buluşturabiliriz, bu sorulara kafa yormamız gerektiğini düşünüyorum. Belki bugünkü eksiklik bu! Alevi toplumunda bu eksikliği giderecek çok önemli bir potansiyelin olduğunu da görüyorum. Akademik alanda, inanç alanında, medya alanında ya da ekonomik alanda, Alevi toplumunun her yaşamsal alanında bu değerlerin, bu dinamiklerin var olduğunu görüyorum. Sadece bunları tekrar harekete geçirmek gerekiyor. Yaşanan tecrübelerle bütünleştirerek geleceğimizi tasarlamamız gerekiyor. Fransa Federasyonunda göreve geldiğinizden bu yana yaptığınız çalışmalardan bahseder misiniz? Alevi örgütlenmesini bölüm bölüm ayırmak olanaksız, bu bir bütün! Yirmi yıl önce başlatılmış, son derece özveriyle yoktan bir örgüt yaratılma mücadelesi verilmiş. O anlamda bizden önce görev yapan başkanlarımızın, yöneticilerimizin özverili emekleri olmuş. Sorumdan bir yanlış anlama çıkmasın. Harcanan emeğe saygısızlığım, herşeyi senle başlatmak gibi bir kaygım yok. Bizden önce federasyon çalışmalarını, Alevi Kültür Merkezi çalışmalarını başlatmış çok değerli insanlarımızın yarattığı değerler üzerine yeni bir modelle, yeni bir çalışma inşa etmeyi hedefledik. Bizden önceki tüm kazanımları sahiplenerek işe başladık. Dört yıl önce Fransa’daki Alevilerin genel bir fotoğrafını çektik. Fransa’da yaşayan iki yüz bin civarındaki Alevinin hem göçmen olmaktan, hem de Alevi olmaktan kaynaklanan ne gibi sorunları var? Bunların bir fotoğrafını çektik ve analiz ettik. Sorunları tespit ettik. Tahmin edebileceğiniz gibi sorunlar listesi son derece uzundu. Hepsine ilk etapta cevap vermek elbette mümkün değildi. Öncelikli olarak on iki ayrı alanda komisyonlar oluşturduk. Bir genel başkan ve on iki yönetim kurulu üyesi vardı. Her yönetim kurulu üyesi bir alandan, bir komisyondan sorumlu. Komisyonlarımız ihtiyaçtan ortaya çıkmıştı. Alevi toplumu, yol ve erkân konusunda, ne yazık ki, kendi öğretisinden, kendi ritüellerinden kopmuş durumdaydı ve bu konuda açlık içerisindeydi. İnanç hizmetlerini yürütmek üzere bir komisyon kurduk. Avrupa toplumu Alevileri yeteri kadar tanımıyor. Fransız toplumu hemen hemen hiç tanımıyor diyebiliriz. Kendimizi dışa açma ve diplomatik ilişkiler geliştirmek üzere bir komisyon kurduk. Ekonomik ihtiyacımızı gidermeye yönelik projeler üretmekle görevli bir yardım komisyonu oluşturduk. Kültür ve sanat komisyonumuz var. Kadın, aile çocuk komisyonumuz var. Gençlik komisyonumuz var. Esnaf ve işverenler komisyonumuz var. Doğa ve çevre komisyonumuz var. 12
Bu konuda eksiklikleri görüp daha sağlam adım atmak ve yolumuza devam etmek için yoğunlaşmamız gerekiyor. Bu dirilişin, tekrar ayağa kalkışın sevincini ve sarhoşluğunu üzerinden atmamız, bundan sonra günün koşullarına uygun çalışma modellerimizi geliştirmemiz gerekiyor.
Mayıs-Haziran 2010
Sorunları tespit ettik. Hepsine ilk etapta cevap vermek elbette mümkün değildi. Öncelikli olarak on iki ayrı alanda komisyonlar oluşturduk. Her yönetim kurulu üyesi bir alandan, bir komisyondan sorumlu.
Kongrelerimizde kişiye göre iş değil, işe göre kişi seçimi esas alınıyor. Bir komisyonda görev yapmaya, aday olan kendini tanıtıyor. Adaylar arasından kimin profili o göreve uygunsa o seçiliyor. “Doğru kişiler doğru göreve” anlayışıyla, yolun herşeye üstünlüğünü esas alınarak, ekip anlayışıyla çalışıyoruz.
SACAYAK
Alevi felsefesinde, inancında doğanın son derece önemli olduğunu biliyoruz. Ne yazık ki, diğer sorunlarımız nedeniyle onunla fazla ilgilenemiyoruz. Avrupa’da çevre, bugün bütün toplumun gündeminde birinci derecede olan bir konu! Biz de bunu göz önünde bulundurarak Aleviliğin çevreye, doğaya duyarlılığına dikkat çekmek üzere bir komisyon oluşturduk. Eğitim ve araştırma komisyonumuz var. Bizim seçim sistemimiz de buna uygun. Kongrelerimizde kişiye göre iş değil, işe göre kişi seçimi esas alınıyor. On iki komisyondan birinde görev yapmaya, bunun için rızalık almaya aday arkadaşlarımız delegelerin karşısında kendisini tanıtıyor, “Ben şu komisyonun sorumluluğunu üstlenmek istiyorum” diyor. Delegeler, adaylar arasından kimin profili o göreve uygunsa onu seçiyor. Bu şekilde, “doğru kişiler doğru göreve” anlayışıyla, benmerkezciliği bir kenara bırakarak, kurumun üstünlüğünü, yolun herşeye üstünlüğünü esas alınarak, bir ekip anlayışıyla işlerimizi yürütmeye çalışıyoruz. Dört yıldır bu anlayışla yaptığımız çalışmalardan çok olumlu verim aldık. Bunu Fransa’daki Alevilerin örgütlere gösterdikleri ilgiden görüyoruz. Son dört yılda, Alevi Kültür Merkezi sayımızı beşe katladık. Bu başarı, çalışmalarımızın etkisiyle sağlandı. Gününüzde elli civarında Alevi Kültür Merkezi oluştu. Ayrıca Yol TV’nin de bunda katkısı oldu. Alevi medyasının da çok önemli katkısı oldu. Bunları da belirtmek gerek. Fransa’da uyguladığımız bu çalışmaya MAK Modeli adını verdik. MAK Modeli diye adlandırdığınız modelin açılımı nedir? MAK, Modern Alevi Kurum Modeli’nin baş harflerinden oluşur. Bu modelle, dört yıllık deneyimlerdeki eksikliklerimizi gördük. Modelimiz de yeni ayarlamalar, ufak değişiklikler yaptık. Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu’nun son kongresinde bu modele uygun bir yeniden yapılanma önerisinde bulunduk. Bu modelle AABK de kendisini tekrar yapılandırma kararı aldı. Bundan sonraki süreçte Avrupa’da daha kurumsal bir Alevi örgütlenmesi bizi bekliyor. Tabii ki bu çok güzel projeler kâğıt üzerinde kalmamalı, hayata yansımalı. Ancak böyle güzel projeler, donanımlı, alt yapısı sağlam kadrolarla hayat bulma şansına sahiptir. Avrupa’da bu yetkinlikte kadrolar fazlasıyla var. Ama biz bu yeniden yapılanma çalışmalarıyla özellikle alt yapısı olan, yüksek eğitim almış gençlerimizi heyecanlandırmaya ve kurumlarımıza çekmeye başladık. Bu anlamda, Avrupa’da gidişat iyidir. Bunu söyleyebilirim özet olarak. 13
SACAYAK
Sayı 12
Sivas’ta 20-22 Mayıs 2010 tarihleri arasında düzenlenen Uluslararası Kerbela Sempozyumu
Sivas’ta Kerbela Ayhan Aydın, aydinayhan_arastir@hotmail.com
S
EMPOZYUM, Cumhuriyet Üniversitesi Kampusu’ndaki Kültür Merkezinde yapıldı. Biri büyük üç salondan oluşan Kültür Merkezinde ayrıca bir sergi salonu bulunuyor. Giriş kapısında hem Sempozyum, hem de Kerbelâ Mersiyeleri’yle ilgili büyük boy bez afişler konukları davet ediyordu. Devlet Bakanı Faruk Çelik’in gelmesiyle sempozyum başladı. Cumhuriyet Üniversitesi, Tunceli Üniversitesi, Nevşehir Üniversitesi Rektörlerinin konuştuğu Sempozyum’da ayrıca Dünya Ehlibeyt Vakfı Başkanı Fermani Altun, Türkiye Caferilerinin Temsilcisi Selahattin Özgündüz de Hz. Hüseyin ve Kerbela’yla ilgili değerlendirmelerini sundular. Sempozyum’la ilgili olarak da Doç. Dr. Alim Yıldız bilgi verici bir konuşma yaptı. İlk gün söz alan Prof. Dr. Hasan Onat Kerbela’yla ilgili genel bilgileri dinleyenlerle paylaştı. Yapılan Konuşmalardan Örnekler Öğleden sonra üç ayrı salonda üç ayrı oturum halinde yapılan konuşmaların ben A Salonu’ndaki “İslam Tarihi” konulu bölümüne katıldım. Burada Ünal Kılıç, Gencal Şenyayla, Hüseyin Algül, Fatih Erkoçoğlu tebliğlerini sundukları konuşmalarını yaptılar. Ama aslında ortaya konan Hz. Hüseyin ve Kerbela’yla ilgili klasik Sünni görüşleri tekrar etmekten başka bir şey değildi. Onlara göre, Kerbela önemli bir olay olmakla birlikte, tarih içinde kendisine birçok farklı anlam yüklenerek olduğundan daha başka bir şeye bürünmüş, bir kısım insanlar olayı çok fazla abartmışlar, birlik ve beraberlik ve İslam Dini’ne zarar verir yorumlar ve eylemler yapmışlardı. Bu konudaki duygusallığı bir ölçü de anlamak mümkün olmakla birlikte bunda aşırı gitmek dinimizin ilkeleriyle de çelişmektedir. Tarih boyunca fitneciler bu gibi olayları kendilerine malzeme olarak kullanmışlardır. İkinci oturumda, yine “İslam Tarihi” konulu bölümde Tahara Rhimpour Azghadi, Mahdie Sedat Fakoor ve Esra Doğan konuşmacılardı. Oturum Başkanlığını Prof. Dr. Adnan Demircan, Müzakere’yi ise Dr. Ali Ertuğrul yapıyordu. Komedi ile Trajedi Bir Arada Burada komik bir durum ortaya çıktı: Tahran’dan çağrılan Azghadi ve Fakoor Hocalar sözde bazı Sünni alimlerin Kerbela Olayını çarpıttıklarını söylemek isterken kendileri de Kerbela ve Hz. Hüseyin konusunda bazı “abartılı anlatımların” olduğunu sayıkladılar. Oturum Başkanı ve Müzakereci, bu bayan öğretim üyelerini azarlar 14
Mayıs-Haziran 2010
SACAYAK
çıkışlar yaptılar. Herhalde Sünni kafaya göre bu Şii oldukları lanse edilen sunucuları uyarıyor veya kendi kafalarınca onları düzeltiyorlardı. Madem bu görüşlere tahammül edemiyordunuz ve benimsemiyordunuz, peki, o zaman onları sempozyuma niye çağırdınız? Sönmez Kutlu’nun Zehirli İncileri İki konuşmayıcı dinledikten sonra “Mezhepler Tarihi” başlığı altındaki oturuma geçtim. Yola turabız ya, “Medet Ya Ali!”, yol sefili olarak Allah bana yardımcı olmuş iyi ki bu oturuma geçmişim. Son iki konuşmacıyı burada dinleme fırsatını yakalamış oldum. “Hz. Hüseyin konusunda hassasiyeti olanlar beni yanlış anlayabilirler” diye sözlerine başlayan profesör unvanlı bir kişi Sivas’ta, bu salonda bir başka Kerbelâ Mezalimi yaşattı bizlere. “Bu konuda Hz. Hüseyin tam haklı değildir, masum değildir… Hz. Hüseyin’in dışında da feci şekilde öldürülmüş insanlar var neden bunlardan hiç bahsedilmiyor… Neden olaylar hep abartılıyor, tarihi gerçekler çarpıtılıyor… Olayların abartılması birlik ve beraberliğimiz için çok sakıncalıdır… Ben bir şeyi de anlamıyorum: Yetmiş iki milleti bir gören Yesevi geleneğinden gelen insan topluluğu nasıl olurda Yezid ve Yezid taraftarlarına düşmanca bakarlar… Araya fitne sokmak isteyenleri iyi tanımalıyız…” şeklinde kameralar karşısında söz söyleme saygısızlığını gösteren Sönmez Kutlu, bin dört yüzyıldır kanayan yara, Kerbela Mezalimini devam ettiren bir aktör rolüne soyundu. Söz alarak asıl bu yaklaşımıyla fitneyi bizzat kendisinin yarattığını, söylediklerinin asla kabul edilemeyeceğini söyleyerek tepkimizi göstersek de “tarihi gerçeklerle duygusal tepkiler arasında arabulucu”luk rolünü üstlenmiş olan Prof. Dr. Hasan Onat herkesin bu konuda temkinli olması gerektiğini, tarihi gerçeklerin konuşularak çözülebileceğini, vb., söyledi. Alevileri ve Şiileri Sünnileştirmenin baş aktörlüğüne soyunan, Yezit taraftarı, İslam’ı siyasallaştırıp yüzyıllardır kan dökenlerin yanında safını belirlemiş Prof. Dr. Sönmez Kutlu Alevilerin inançlarına, değerlerine, ülkenin birlik ve beraberliğine saldırmıştır. Alevi kamuoyunun zalimleri öven, bu beyni sulanmış bölücüyü iyi tanıması ve protesto etmesi yolun, insanlığın gereğidir. Alevisiyle Sünnisiyle Bu Zulüm Tepkisiz Kalmamalı Daha sonra Halis Çetin isimli birisi “Medenilik Versus Bedevilik; Kerbelâ Krizinin Ekonomi Politiği: Başlangıcın Sonu-Sonun Başlangıcı” isimli bir bildiri sunmak üzere söz almıştı. Ama bu vatandaş, “Ben de Sönmez Kutlu’ya çok teşekkür ediyorum. Onun bıraktığı yerden devam etmek istiyorum.” diyerek gerçekten de Sönmez Kutlu gibi saçmalayan bir konuşma yaptı. Bildiri metnini bir tara15
SACAYAK
Sayı 12
fa atan Çetin, klasik Sünni görüşün de ötesinde Aleviliğin temel değerlerine saldırma cüretini gösterdi. Çetin yaptığı konuşmada, “Sayın dinleyiciler insanlar putperestçe davranmaya başlamışlardır. Muhammed’in ölmesiyle birlikte onun yıktığı putlar tekrar canlanmış, bazı “kutsal” denilen mekanlar putlaştırılmış, oralar çok kutsal diye ziyaret edilir olmuş, dinin asıl yerine bunlar geçmiştir…” diyerek Kerbelâ toprağının ziyaret edilmesinin dinen bir anlamı olmadığını söyleme gafletinde bulunmuştur. Öğrendiğime göre diğer konuşmacılar konuşmalarda da yine Kerbelâ toprağının ziyaretinin anlamsızlığı üzerinde durmuşlar. Ücünçü oturumda, yine “İslam Tarihi” başlığı altında Mehmet Azimli, Adem Apak, Şaban Öz, Adnan Demircan konuşmacıydı. Onlar da yüzyıllardır Sünni ulemamın tekrar ettiği görüşlerden bile geri konuşmalar yaptılar: “Bu olayların çok abartıldığını, olaylara sağduyulu bir şekilde yaklaşmak gerektiğini, Hz. Hüseyin’in başına gelenlerin Hz. Osman ve diğer birçok kişinin başına gelebildiği, fitnecilerin her zaman iş başında olduğu, bu konuda sakin olunması gerektiği...” Aynı başlıklı dördüncü oturumda da benzer konuşmalar tekrarlanıp durdu. Ahmet Turan Yüksel “Yürek Parçalayıcı Kerbelâ Olayı Sırasında Ubeydullah b. Ziyad’ın Kritik Rolü Üzerine” isimli bildirisin sunarken “yürek parçalayıcı Kerbela Olayı’ndan” eser olmayan konuşmasında tümüyle bir Sünni gözüyle zalim Ubeydullah b. Ziyad’ı “tarafsız gözle” ortaya koyma çabasıyla onun katilliğini geri plana itme eğilimi gayretine büründü. Üzerken Şaşırtanlar Beşinci Oturum’da ise Çorum İlahiyat Fakültesi’nden Doç. Dr. Mehmet Evkuran “Tarih Felsefesi ve Teoloji Ekseninde ‘Kerbela’ Sorunu” isimli bildirisini sunarken, Doç. Dr. İlyas Üzüm ise şaşırtıcı bir bildiriyle karşımıza çıktı. “Duygunun Tarihe Meydan Okuması: Tarihi Kerbela Olayının Tahrifi Bağlamında ‘Utak-ı Kasım’.” Sayın Üzüm, diğer Sünni Ulema gibi tarih boyunca Kerbelâ olayının abartıldığını, tahrif edildiğini tekrarlamaktan geri kalmadığı gibi konuşmasıyla aklın almayacağı bir tahribat yaptı. Efendim, Hz. Hüseyin oğlu Kasım’la, Hz. Hasan’ın kızının nişanlanması olayı gerçek miymiş, bunu kim biliyormuş, (neyse ki saçmalayan bir başka konuşmacı gibi, ‘Bu olaya kim tanıklık etti? Zaten hasta bir Zeynel Abidin sağ kalmıştı!’ demedi. Bu şuursuz hasta da Ehlibeyt Analarının varlığını nasıl göz ardı ediyor, bizi bu kadar sahipsiz, aptal, cahil yerine koyabiliyordu?) gibi konuşarak bu olayın olup olmadığının şüpheli olduğunu öne sürdü. Olsa bile neden tahrif edilerek olay çok abartılıyormuş? İllallah! Ya Sabır! 16
Mayıs-Haziran 2010
SACAYAK Sivas’ta Sinsi Bir Oyun Oynanmıştır.
Açılım, saçılım lafları altında başlatılan çabalarla Alevilerin Sünnileştirilerek asimile edilme gayreti hız kazanmış; bu oyunun baş aktörleri sahneye çıkmış, oyun gözlerimiz önünde oynanmaktadır. Sağduyu sahibi olanlar hariç, konuya tarafsız ya da sağduyulu, “bilimsel” bakması mümkün olmayan ilahiyatçılar veya benzerleri bu konu hakkında ahkam kesmeye başlamışlar; yazdıkları kitaplarla, makalelerle sözde “birlik, beraberlik, hoşgörü” lafları altında oyun oynamaktadır. Zaten birileri hoşgörü’den “Beni görüşlerimden dolayı hoş gör”ü anlıyor. Şimdi elbirliğiyle üniversiteler, belediyeler, “valiliklerin” de desteğiyle birçok panel, sempozyum, toplantı, anma etkinliği, vb., düzenliyorlar. Belediye başkanları, valiler, rektörler bu toplantılara katılıyor. Buralarda aynı söylemler tekrarlanıyor. Alevilerin “sırtları sıvazlanıp”, bol keseden vaatlerle halk kandırılmaya çalışılıyor. Başka Bir Oyun Daha Bu durumu protesto edip, yazı yazacağım dediğimde Tunceli Üniversitesi Rektörü Danışmanı olarak takdim edilen molla kafalı bir zat, “Yazılarınla Sempozyumu gölgeleme!” şeklinde beni uyarma gafletinde bulundu. Sempozyuma katılan Yrd. Doç. Dr. Durmuş Tatlıoğlu iyi niyetiyle “Kerbelâ Olayına Velayet Açısından Kısa Bir Bakış” isimli “bildirisinin” bir örneğini bana da verdi. Sekiz sayfadan oluşan ve yarısı şiir olan bu yazı, eğer bir sempozyumda sunulan bir bildiriyse bu ülkede ne üniversiteden, ne rektörden, ne öğretim üyesinden, ne öğrenciden bahsedilebilir! Hiç abartısız bir ilkokul çocuğunun yazabileceği yazı, nasıl olup da sempozyuma bildiri olarak sunulabilmiş? Nasıl olmuş da bu kabul edilebilmiş? Bunun hesabını hiç kimse veremeyecek mi? Ey, bu sempozyumu düzenleyenler! Siz, yüzyıllardır tekrar edilen teraneleri sıralayacak ilahiyatçıları konuşturarak burada ne yapmaya çalıştınız? Neden ezeli hastalığınızdan kurtulamayıp; Alevilere, Bektaşilere, Şiilere, vb., Batini İslam yorumundaki insanlara hep akıl verip durursunuz? Neden onları inançsız, köksüz, tarihsiz, kitapsız, belgesiz görmeyi bir tarafa bırakmazsınız? Neden Alevileri yok sayarsınız? Neden gerçekleri inkar edersiniz? Aleviler, incinseler de “incitmesinler” denilerek bir toplumu onursuzlaştırmak mı istiyorsunuz? Alevileri candan ilgilendiren bir sempozyuma neden Aleviliğe tarafsız bakıp araştırıp, yazan bilim adamlarını çağırmazsınız? Neden Alevileri bir kuru odun parçası yerine koyup, en hassas oldukları meseleyi hafife alıp adice konuşmalar yapan insanlara meydan açarsınız? Bu Alevilerin hiç sahipleri olmadığını mı düşünürsünüz? Üç beş tane satılmış, kendini Alevi önderi gösteren budalaları yanınıza alarak ne yapmaya çalışıyorsunuz? 17
SACAYAK
Sayı 12
Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği Başkanı Ali Kenanoğlu ile Ahmet Koçak, 12 Mayıs’ta Yaşam Radyo’da Sacayak Programında Yaptıkları Söyleşinin Kısaltılmış Hali
Federasyon Partileşmeye Kilitlendi ABF nasıl oluştu, kuruluş nedeni neydi? Türkiye’de Alevi-Bektaşi ismiyle örgütlenme yasaklı olduğu için modern Alevi örgütlenmesi, dernek, vakıf yapılaşmaları, Alevi ulularının, pirlerinin, yol önderlerinin isimleriyle kurulmaya başlandı. Bu arada Avrupa’daki örgütlenme bir federasyon, üst çatı örgütü kurmuştu. Türkiye’de federasyonlaşma hakkı olmadığı halde, artık zamanı geldiği düşüncesiyle 1998 yılında “Alevi-Bektaşi Kuruluşlar Birliği” adı altında bir dernek kuruldu. Bu derneğe kapatma davası açıldı ve kurucuları yargılandı. Yargılama sürecinde baktılar ki biz bu işten vazgeçmiyoruz, Avrupa Birliği ilerleme yasaları çerçevesinde bir yasal düzenlemeyle Alevi ismiyle dernek kurmayı serbest bıraktılar. Arkasından da 2002 yılında Türkiye’deki tüm derneklere federasyonlaşma hakkı tanındı. Alevi örgütleri maalesef Türkiye’de yaşanan olaylara gözlerini kapıyor. Anayasa paketi tartışıldı, Meclisten geçti, Cumhurbaşkanı’na sunuldu. Ama Alevi kuruluşlarından bir açıklama gelmedi. Neden böyle oldu? Federasyonda mevcut yönetimdeyim, kuruldayım, ama kurulda muhalif bir yapım var. Arkadaşların çeşitli uygulamaları ve çalışmalarına karşıyım. Bizi kilitleyen sadece kongreler süreci değil, biliyorsunuz, Alevilerde siyaset ve parti tartışmaları yaşandı. EDP (Eşitlik ve Demokrasi Partisi) kuruldu. Evet, EDP kuruldu. O süreçle birlikte Alevi hareketi, bir kilitlenme, durağanlaşma yaşamaya başladı. Çünkü Federasyon’da iradeyi belirleyen yönetim, tamamen partileşme sürecine kendisini kilitledi ve Türkiye’de Alevileri ilgilendiren çok ciddi sorunlar karşısında sesiz kalındı; tepki verilemedi ya da basit düzeyde tepkiler verildi. Gündemin dışında kalındı diyorsunuz. Evet. Bizim için çok önemli olan konu şuydu; Alevi Çalıştayları süreci ve çalıştaylardan çıkan ön rapor. Çalıştaylar sürecinde Federasyon’un iradesini belirleyen arkadaşlar partileşmeye kilitlendiği için bu sürece çok etkin müdahale edemediler. Dolayısıyla çalıştaylar aslında bizim hiç ummadığımız (daha doğrusu bizim beklediğimiz, ama hoşumuza gitmeyen, kabul etmediğimiz) bir şekilde ve boyutta sonuçlandı. Buna karşı kitlesel bir cevap verilemedi. Bu, ABF’nin iradesini belirleyen arkadaşlarımızın partiyle meşgul olmalarından kaynaklanan bir durumdu. Bunu çok açık bir şekilde ifade ediyoruz. Genel kurulda da edeceğiz. 18
EDP kuruldu. O süreçle birlikte Alevi hareketi, bir kilitlenme, durağanlaşma yaşamaya başladı. Çünkü Federasyon’da iradeyi belirleyen yönetim, tamamen partileşme sürecine kendisini kilitledi ve Türkiye’de Alevileri ilgilendiren çok ciddi sorunlar karşısında sesiz kalındı; tepki verilemedi ya da basit düzeyde tepkiler verildi.
Mayıs-Haziran 2010
2006 yılında bir olağanüstü kongre geçirdik. Bu bizim için olağan dışı bir durumdu. Orada Aleviler ve siyaset ilişkisinde ABF üzerinden doğrudan siyasete atlama ya da milletvekili olama hayalleri içerisindeki bir grubun Federasyon’a müdahalesiyle birlikte mecburi bir kongreye gidildi.
Kongreden sonra 2007 milletvekili seçimlerinde AABK’dan ve ABF’den insanlar, CHP’den milletvekili olabilmek için aday adayı oldular. CHP de bunları kapıdan bile içeriye almadı. Hem bir hezimete uğradılar, hem de Alevi kuruluşlarını, toplumunu hakaret sayılacek bir durumla karşı karşıya bıraktılar.
SACAYAK
Alevi Demokratik kuruluşları Anayasa paketiyle ilgili bir çalışma yapmadı. Bununla ilgili neler söyleyeceksin? Burada bir özeleştiri yapmak gerekirse ABF ve Alevi kurumları bu süreçte herhangi bir hazırlık yapmadılar. Örneğin Anayasa’nın bizi de ilgilendiren din dersleri, vb., konular vardı. Bununla ilgili kurumlarımız çeşitli açıklamalar yaptı, ama bu açıklamalar önceden hazırlanılmış, çalışılmış açıklamalardı. Bizim genel kurullarımızda yarışlar oluyor; çarşaf listeler olmuyor. Hem bu yarışlar nedeniyle hem de partileşme süreci nedeniyle son üç-beş ayda da genel kurullar nedeniyle çok etkin bir tavır alamadık maalesef. O konuda haklılığınızı teyit ediyorum. ABF olağan dördüncü kongre sürecini yaşıyor. Önce eski kongreden ve sonra da bu kongreden bahsedelim. Daha evvelki kongrelere baktığımız zaman kongreler kendi iç yönetsel kongrelerdi. ABF’nin kendi içerisindeki kurumlararası çekişmeler ya da liste yarışları diyebileceğimiz şekilde çok doğal bir süreçle yürüyen kongrelerdi. Fakat 2006 yılında bir olağanüstü kongre geçirdik. Bu bizim için olağan dışı bir durumdu. Orada Aleviler ve siyaset ilişkisinde ABF üzerinden doğrudan siyasete atlama ya da milletvekili olama hayalleri içerisindeki bir grubun Federasyon’a müdahalesiyle birlikte mecburi bir kongreye gidildi. O dönemde Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABK) çevresinde oluşturulan bir ekip, Türkiye’deki Alevi hareketine müdahale etti. “Siyasete müdahale” diye bir argüman ortaya attıp “siyasete müdahale edeceğiz, siyaseti belirleyeceğiz” dedi. O dönemde benim içinde bulunduğum ekip ve şu anda Federasyon yönetiminde bulunan ekip bu sürece itiraz etti. 2006 yılında bir liste ortaya çıktı. O listenin başında, geçtiğimiz günlerdeAlevi Kültür Derneği’nin başkanlığına seçilen Selahattin Özel vardı. Biz bu listeye itiraz etmiştik: “Bu siyasete müdahale için oluşturulan bir listedir” demiştik. Orada muhalif olduk, ama o arkadaşlar üç oyla kongreyi aldılar. Kongreden sonra 2007 milletvekili seçimlerinde o listeden insanlar, AABK’dan ve ABF’den insanlar, CHP’den milletvekili olabilmek için aday adayı oldular. CHP de bunları kapıdan bile içeriye almadı. Hem bir hezimete uğradılar, hem de Alevi kuruluşlarını, toplumunu hakaret sayılacek bir durumla karşı karşıya bıraktılar. O süreçte de buna itiraz etmiştik. ABF’nin partiler üstü bir yapı olması gerektiğini, hiçbir partinin yandaşı ya da onun arka bahçesi olmaması gerektiği üzerinde ısrarla durmuştuk. 19
SACAYAK
Sayı 12
Şimdi aynı süreç tersten yaşandı. O gün karşı çıkanlar bugün aynı şeyi yapıyorlar. O gün “Turgut Öker’lerin söyledikleri yanlıştı” diyen arkadaşlar, ne oldu da bugün ABF olanaklarıyla EDP’yi kurdu? 2006 yılında Turgut Öker’lerle hareket eden ve daha sonra kopan bir ekip var. Bunlar bu sefer ABF yönetiminde, PSAKD örgütündeki çeşitli arkadaşlarla birlikte hareket ederek yeni bir siyasete müdahale projesi ortaya attı. Bu sefer amaç sadece milletvekilliği değil; bir parti kurulmasıydı. Bu konuda geniş tabanda konuşmaya başladılar. Bundan sonra EDP kuruldu. EDP kurulduktan sonra Ali Balkız başta olmak üzere arkadaşlar şunu söylediler: “Partiyi kuranlar gittiler, biz Federasyon’da kaldık.” Buna kim inandı? Kamuoyu açısından baktığınız zaman Ali Balkız, 30 Kasım 2009’da Milliyet gazetesine, biz parti kuruyoruz; şu kişilerle, şu tarihte kuruyoruz diyen kişidir. Ali Balkız ne kadar bağımsız? Mümkünatı yok bunun. “Alevi partisi kuruluyor” dediğimizde, “Yok, Alevi partisi değil” dediler. Şimdi bileşenlere bakıyoruz, sürecinin başındakilerin çoğu yok. SHP ile Alevi kanat, Nasıl Türkiye İstiyoruz ekibi birleşti. Birçok kesim ise ayrıldı, çekti gitti. Biz partiyi tartışmıyoruz. Böyle bir partiye, EDP’ye ihtiyaç olabilir. Biz EDP’ye karşı da değiliz. Ama bu ABF’nin işi değil. ABF partiler üstü bir konumda yer almalıdır.
2006 yılında Turgut Öker’lerle hareket eden ve daha sonra kopan bir ekip var. Bunlar bu sefer ABF yönetiminde, PSAKD örgütündeki çeşitli arkadaşlarla birlikte hareket ederek yeni bir siyasete müdahale projesi ortaya attı. Bu sefer amaç sadece milletvekilliği değil; bir parti kurulmasıydı.
Ve geldik 30 Mayıs’ta yapılacak ABF kongresine. Bu kongre de yaşanacak ya da yaşanmasını beklediğin şeyler nedir? 30 Mayıs’taki genel kurula yönelik ilk eleştirim şudur: Artık Federasyon ilk kurulduğu gibi değil. Olağanüstü bir tüzük kurultayı yaptık ve her katılımcı kurumun göndereceği delege sayısını arttırdık. Partileşme sürecinin de tartışılması bekleniyor. Bütün bunlara bakarak Federasyon’un genel kurulunun bir güne sıkıştırmış olması çok ciddi bir sıkıntı. Otuz kurum var şu anda. Her temsilci onar dakika konuşsa gün bitecek. Tabii. Ali Balkız başkanlığındaki ekibin eleştirilerden biraz çekincesi olduğunu düşünüyorum. Tek günde bu iş bitirilmek isteniyor. Sıkıntılarımızı dile getirmemiz açısından son derece endişeli ve sıkıntılı bir gün olacak. Bu genel kurullarda bizi ne bekliyor? Bir kere Ali Balkız başkanlığında, EDP’yi kuran arkadaşlarımızın desteklediği ya da oluşturduğu bir liste olacak. Alevi Kültür Dernekleri’nin genel kurulunda Selahattin Özel başkan oldu. Selahattin Özel’i Alevi kamuoyu yakından tanıyor. Barış Partisi sürecinden gelen ve 2006 yılındaki Alevilerin siyasete müdahale sürecinde CHP’den aday adayı olan arkadaşlarımız arkasındaki isimlerden biri. Federasyon Başkanı olarak Mersin’de CHP otobüsü üzerinde boy göstermesiyle Federasyon içinde çok ağır eleştirilere maruz kalmış bir arkadaşımız. 20
EDP kurulduktan sonra Ali Balkız başta olmak üzere arkadaşlar şunu söylediler: “Partiyi kuranlar gittiler, biz Federasyon’da kaldık.” Buna kim inandı?
Mayıs-Haziran 2010
Bu federasyon seçiminde soru şudur: Alevi-Bektaşi örgütlenmesi bir partinin yandaşı, arka bahçesi mi olacak, yoksa bağımsız duruşunu koruyacak mı?
SACAYAK
Selahattin Başkan, en son 2007 yılında genel kurulda görevi bırakmıştı. Seneye milletvekilliği seçimleri var ve Selahattin Başkan’ı yine sahnede görüyoruz; yeniden kurumların başına döndü. Buradan baktığınız zaman Selahattin Başkan’ın öncülüğünde ikinci bir liste olacak ki bu da yine bir partileşme ya da bir partiye yandaşlık noktasında bir liste olacak. Bunun karşısında üçüncü bir duruş söz konusu. EDP’nin kuruluş sürecine itiraz eden ve ortak bir deklarasyon yayınlayan kurumların bir araya geldiği; kişilerin değil, kurumların öncülüğünde üçüncü bir liste çıkartılmasını umut ediyoruz. Bu listenin de partiler üstü bağımsız Alevi duruşu listesi olmasını umut ediyoruz. Bu kongrenin Alevi toplumuna yine bir faydası olmayacak. Örgütsel demokrasi açılımı getirmeyecek, gündemi tartışmayacak, sadece seçimi kazanmaya yönelik olacak. Kenanoğlu Balkız’ı, Balkız Kenanoğlu’nu eleştirecek; Selahattin Özel onları eleştirecek gibi bir resim çıkıyor ortaya. Yanılıyor muyum? Yanılıyorsunuz. Dediğiniz bir yerde doğru olsa bile tamamen doğru değil. Bu federasyon seçiminde soru şudur: Alevi-Bektaşi örgütlenmesi bir partinin yandaşı, arka bahçesi mi olacak, yoksa bağımsız duruşunu koruyacak mı? Bunun belirlenmesi açısından önemlidir. Bu konuda tabii ki itirazlar olacaktır. Netice itibariyle bu Federasyonu bir kadro yönetecektir. Bu kadro bağımsız duruşunu sergileyebilecek mi? Yoksa bir partiye yandaş mı olacak? Bunları önemsemediğimi düşünmeyin. Söylemek istediğim adayların projelerinin, programlarının tartışıldığı bir kongre olmayacak.
Bu kongrede isterdik ki Alevi Çalıştaylarının, Alevi hareketinin durum değerlendirmesi yapılsın. Eksiğimiz, gediğimiz neydi? Yanlışımız, doğrumuz neydi? Bunları kongre ortamında tartışmak daha doğru olurdu.
Bu zaten bir günde olmaz. Biz de ümit ederdik ki bu kongre iki gün olsun. Birinci gün Alevi Çalıştaylarının, Alevi hareketinin durumunun değerlendirmesi yapılsın. Eksiğimiz, gediğimiz neydi? Yanlışımız, doğrumuz neydi? Bunları bir kongre ortamında, bir genel kurul ortamında tartışmak daha doğru olurdu. Bu nedenle bir günde bunların yapılamayacak olması bizi üzmüştür. Aslında dediğiniz doğrudur. Biz de bir gün bu tartışmaların yapıldığı, ikinci gün de seçimlerin olduğu bir genel kurul yaşamak isterdik. Peki, son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı? Son olarak söylemek istediğim şey şudur. Netice itibariyle ABF Türkiye Alevi hareketinin çok önemli bir kurumudur. Bu kurumun 30 Mayıs’taki kongresinde hangi ekip Federasyon’u yönetme şansını elde etse de Federasyon çalkantılarını kısa vadede atlatabilir, atlatacaktır. Ben ABF’nin her halükarda Türkiye Alevi toplumunun en üst kurumu olma özelliğini koruyacağına inanıyorum. Hiç bir listenin de buna zarar veremeyeceğini biliyorum. Bu anlamda Federasyon’umuzu sahiplenmemiz gerekir. Hangi liste alırsa alsın. 21
SACAYAK
Sayı 12
Kaset ya da Kabuk Değişimiyle Kılıçdaroğlu Başköşeye Oturdu
Kararlılık ve Dikkat Gerektiren Dönemeç İnanç İzmirli
S
ON gelişmeler Alevi-Bektaşi gençliğin önüne kararlı ve dikkatli olması gereken bir dönemeç getirdi. Egemenler toplumsal muhalefete karşı önlem alma çabasında. Düzen siyasi partilerinin bir bölüğü Alevi-Bektaşi toplumunun oylarını cebinde sayıyor. Bir başka bölüğü ise bu oy potansiyelini ardına takmaya çabalıyor. Belli ki demokratik Alevi-Bektaşi derneklerinin yönetimindeki milletvekilliği sevdalıları için bir sürü olanak ortaya çıkacak. Bu sevdalılar bir kez daha milletvekilliği hayalleri için dernekleri kullanmaya girişecek. Alevi-Bektaşi gençliği bu süreçte “Zahir padişahına yakîn olma; Mevki sahibi olanlara, vezir ve sair devlet adamlarının yanına varıp yüzsuyu dökme, yalvarma” diyen Abdal Musa öğüdünü tutmazsa geleneğin hayal ettiği geleceği kurmakta üstüne düşeni yapamaz. Kaset, pardon kabuk, değişimiyle Kılıçdaroğlu’nu başköşeye oturtan CHP öyle bir tablo çizmekte ki şaşmamak elde değil: CHP içinde bir devrimci kanat varmış, ama Baykal’ın baskısından ses çıkartamıyormuş! Sav, Baykal’ı zayıf yanından tutup minder dışına atınca, muhalefetin diğer kesimlerini de kündeye getirince bu devrimci ateş gün ışığına çıkmış ve şimdi tüm ezilenlerin desteğini alıp iktidara yürüyecekler(miş!) Bu Senaryoyla Çekilen Film Tutmaz Hiçbir toplumsal hareket, içinde bulunduğu örgütsel yapının özelliklerini bu kadar hızlı değiştiren keskin bir dönüş yapamaz. Belli ki halkın sokağa çıkması, huzursuzluğunu ifade etmesi egemenlerin dikkatini çekmiş. Bu nedenle CHP yeniden sosyal demokrat bir hareket kisvesiyle sokağa sürülmektedir. Toplumda biriken hoşnutsuzlukları yönlendirmek için bir kanal olmaya görevlendirilmiştir. Alevi-Bektaşi toplumu, eşit yurttaşlık hakları, demokrasi ve laiklik için geçen yıl İstanbul’da bir yıl önce de Ankara’da sokağa çıkmıştır. Bu mitinglerden sonra Aleviler, toplumsal muhalefette nesnel bir yer tutmaktadır. Alevi derneği yöneticilerinin bu yığınsallığı meclise girmek için harcamalarına fırsat verilmemelidir. Milletvekili olmak için eşik eritmiş yöneticiler, Alevileri ve gençleri, dün onları katletmeyi görev bilmiş, üstelik yaptıklarını bugün de savunan CHP’ye yönlendirmeye çalışacaklar. CHP yönetimindeki sözde değişimi bu gerçeği gizlemek için kullanacaklar. Ne acıdır ki, geçmişte devrimci harekete söz ve sazlarıyla eşlik etmiş âşıklar ve sanatçılar da bu sürece alet olmakta. Kimi iyi niyetten kimi de bilinçli olarak tercihlerini CHP’den, düzenden yana kullanmaktadır. Bu ortamda Alevi-Bektaşi gençliğinin duygusal davranma ya da hata yapma lüksü yoktur. Gençliğin içindeki devrimci kıpırtı, 22
Belli ki demokratik Alevi-Bektaşi derneklerinin yönetimindeki milletvekilliği sevdalıları için bir sürü olanak ortaya çıkacak. Bu sevdalılar bir kez daha milletvekilliği hayalleri için dernekleri kullanmaya girişecek.
Mayıs-Haziran 2010
SACAYAK
Alevi-Bektaşi CHP’ye heba edilemeyecek kadar değerlidir. Unutulmamalıdır ki, gençliği bu bugün Alevi toplumunun yaşadığı sıkıntının temelleri Osmanlıda süreçte atılmıştır, ama bu sıkıntılar Cumhuriyet’te katmerleşmiştir. CHP “Zahir padişahına yakîn olma; Mevki sahibi olanlara, vezir ve sair devlet adamlarının yanına varıp yüzsuyu dökme, yalvarma!” diyen Abdal Musa Öğüdü’nü tutmazsa geleneğin hayal ettiği geleceği kurmakta üstüne düşeni yapamaz.
Milletvekili olma aşıklarının elinde oyuncak olarak varlık nedenini yitirmiş bir demokratik Alevi-Bektaşi örgütlenmesi ne kendi önünü açabilir ne de toplumu aydınlatabilir.
iktidarda ya da muhalefette de olsa devletle iç içe belirleyici bir güç olarak Alevi toplumunun yok sayılmasının temel sorumlusudur. Takma Kelle ile Başımıza Gelenleri Unutmayacağız CHP’nin başına, bünyesine uymayan “kasketli” bir “takma kelle” oturtma operasyonu ilk değildir. Tekel işçilerinin direnişi, işsizlik ve pahalılık kıskacında kıvranan gençlerin ve emekçilerin artık kaderine boyun eğmemesi, “açılım” havucuyla oyalanan Kürt halkına tekrar sopanın ucunun gösterilmesi sistemin işleyişinin zorda olduğunu göstermektedir. CHP’de yaşananlar, biriken bu tepkileri yönlendirmeyi amaçlamaktadır. Alevi-Bektaşiler ve devrimci gençler, 70’lerde yaşananları, özellikle yaşanan kırımları unutmamalıdır. Yığınların istemlerinin önü alınamaz hale gelirken, halk hakları için sokağa dökülürken CHP, benzer bir takma kelle operasyonu ile kurtarıcı gibi sahneye çıkartılmamış mıydı? Devrimci Alevi gençler, o gün yaptıkları hataları bugün tekrarlamamalıdır. Tarihi tekerrürden ibaret görenlerin yanıldığını, bir kez yaşanan trajedinin, ikinci kez yaşandığında komediye dönüştüğünü göstermek için doğru tavır belirlemelidirler. CHP, Alev-Bektaşi toplumunun bir dönem kendine yakın gördüğü Kemalizmi allayıp pulladıktan, başına da bir Tunceliliyi (özellikle Tunceli diyorum, çünkü Kılıçdaroğlu, Dersim’in başına Tunç Eli indiren anlayışın adamıdır) oturttuktan sonra Alevilerin oylarını çantada keklik sanıyor. Ama her avcının bildiği gibi canlı bir kekliği çantaya tıkmak için epey çaba gerekir. Unutmasınlar ki bu sefer oyunu bozacak devrimci gençler vardır. Alevi-Bektaşi toplumu ve gençliğinin örgütleri, toplumsal muhalefetin dışında var olamaz. Bu dönemeçte Alevi-Bektaşi gençler, demokratik dernek ve kuruluşları CHP’ye eklemlemeye çalışanlara ısrarla karşı çıkmalıdır. Bilmelidirler ki seçimlerin eşiğine gelindiğinde sözde “demokrat, devrimci, Alevi” CHP’liler demokratik Alevi örgütlerinin kapılarını aşındıracaktır. “Ali” diyerek “Ali Cengiz” oyunu oynamaya girişeceklerdir. Bu sebeple devrimci, demokrat, komünist, gerçek insanlık toplumuna inanan Alevi-Bektaşi gençleri bu oyuna karşı durmak için çalışmaya başlamalıdır. Yoksa yakın tarihteki her Alevi kıyımında iktidarda olanların, “beceriksiz ve basiretsiz” görünüşünün ardına saklanan Osmanlı artığı derin devlet aynı kıyımları bir kez daha sahneye koyacaktır. Milletvekili olma aşıklarının elinde oyuncak olarak varlık nedenini yitirmiş bir demokratik Alevi-Bektaşi örgütlenmesi ne kendi önünü açabilir ne de toplumun önünü aydınlatabilir. Ne de halkımızı kırımlara karşı korayabilir. Gençlik gerçeğin ışığında, bilimin rehberliğinde, başta işçi-emekçiler olmak üzere tüm demokrasi güçleriyle kol kola girmeli, tek beden durmalıdır. 23
SACAYAK
Sayı 12
Evet, Özür Dilemek Bir Erdemliliktir:
Pınar ve Tolga’dan Özür Diliyorum Ahmet Koçak
T
EKİRDAĞ Çerkezköy’de 19 Mayıs günü Çerkezköy Hacı Bektaş Veli Sosyal Kültürel Eğitim Derneği bir etkinlik düzenledi. Etkinliğe sanatçı Pınar Sağ ve Tolga Sağ katıldılar. Amfi Tiyatro Salonu’nda yapılan bu etkinlik, içeriğinden ziyade siyasi polemiği ile basına yansıdı. Sanatçı Pınar Sağ’ın konser esnasında izleyicilere hitaben yaptığı konuşma, salonda protokol olarak bulunan AKP’li Belediye Başkanını ve yöneticileri kızdırmış. Bu kızgınlıkla AKP’liler salonu terk etmişler. Bu durum dernek yöneticilerince kabul edilemez bir hata olarak algılanmış ve AKP’lilerden özür dilenmiş. Olayın özeti bu! Pınar Sağ ve Tolga Sağ’ın yaşadığı bu olayı, basına yansıyan yanları ile 26 Mayıs’ta Yaşam Radyo da Sacayak programında konuştuk. Bu söyleşiden özet bölümleri aşağıda okuyacaksınız. Konser Öncesi Görüşme Yaşanan bu olayın her ne kadar basına yansımamış olsa da taraflarından, daha doğrusu muhataplarından birisi de benim. Dernek Başkanı Dr. İsmail Doğaroğlu Nisan ayı içinde beni arayarak, 19 Mayıs’ta yapacakları etkinlik için, sanatçı konusunda kendilerine yardım etmemi istedi. Dr. İsmail Bey ile 19 Mayıs’ı kutlama ile Alevi derneğinin ne ilgisi olduğu üzerine uzun bir telefon görüşmemiz oldu. Telefonda, yapmak istedikleri şeyin özce yanlış olduğunu anlatmaya çalıştım. “İsmail Bey, 19 Mayıs’ı kutlamak Alevilerin işi mi ki, benden Alevi sanatçı istiyorsunuz? 19 Mayıs’ı kutlamak Alevi-Bektaşi örgütlerinin işi değil, bu devletin işidir. Sonuçta devlet bunu yapıyor. Hem de şatafatlı bir biçimde yapıyor.” dedim. Aleviliğin bir inanç olduğunu ve kendi derneklerinin de bu inanca hizmet etmek için kurulduğunu; dolayısı ile bir inanç kurumunun resmi bir bayramı kutlamak ve organizasyon yapmak gibi bir derdinin olmaması gerektiğini anlatmaya çalıştım. Bunun üzerine İsmail Bey, “Cumhuriyet ve laiklik tehlikeye gidiyor; şeriatçılar iktidardalar, bu nedenle de biz burada bir duruş sergileyeceğiz…” gibi sözlerle nutuk atmaya başladı. Konuyu yaklaşık 20 dakika tartıştık. Israrla bu etkinliğe Alevi sanatçı göndermeyiz dememize rağmen; İsmail Bey, Divani Baba’yı da devreye sokunca, Tolga’yı arayabileceğimi söyledim. Bunun üzerine İsmail Bey, nerdeyse havala24
Mayıs-Haziran 2010
SACAYAK ra uçacaktı. Çok küçük bir bütçeye Tolga ve Pınarı ikna edersem müteşekkir olacaklarını söylediler. Sonrası malum. Arkadaşımız, gidip “Bu olaydan dolayı çok üzgünüz. Bir daha olmaması için daha dikkatli ve daha seçici davranacağız. Sizin de hoşgörüyle yaklaşacağınıza inanıyorum.” diyerek teşekkürlerini AKP’lilere secde ederek göstermiş oldu. Bu olayın yaşanmasında sonra İsmail Bey’den telefon bekledim: “gönderdiğiniz sanatçılar bizi zor durumda bıraktılar” diye. Nafile beklemişim. Nerde onlarda o medeni cesaret? Devletçilik ve Solculuk
“Programın sonunda 10. Yıl Marşı çalındı ve hep bir ağızdan söylendi”. Gazeteler özellikle buraya vurgu yaparak, yöneticilerimizin aslında ne kadar, devletine, milletine, bayrağına düşkün olduğunu; yani cici birer vatandaş olduğunu öne çıkartmak istemişler. Ya da yöneticilerimiz kendilerinin bu yönlerinin özellikle öne çıkartılmasını istemişler. Ne yazık, yukarıdaki cümleyi okuyunca yıllar önce sanatçı Ahmet Kaya’ya yapılanlar aklıma geldi. Yapılan bir ödül töreninde, sağcısı, solcusu, daha doğrusu ulusal solcuları hep birden Kemalist Devletçi kesilmiş ve Ahmet Kaya’ya hakaretler ederek, fiziki saldırılarda bulunmuşlardı. Ve 10. Yıl marşı okunarak, Ahmet Kaya’ya karşı “büyük zafer” kazanmışlardı. Başkan Dr. İsmail Doğaroğlu ve yöneticilerin bu davranışı açıkça fikir özgürlüğüne karşı bir tutumdur. Bu kişiler demokrasinin zerresini bile içine sindirememişler. Özür Diliyorum Özür diledikleri kişiler siyasi eğilimleri doğrultusunda istedikleri gibi konuşuyorlar, önüne geleni demokrat olmamakla suçluyorlar. Ama eleştiri okları kendilerine yönelince ufacık bir tahammül göstermiyorlar. Ve ne yazık ki, bu zihniyetin savunuculuğunu yapmak bugün bir kısım Alevi-Bektaşi’ye düşüyor. Bu kişiler gidip onların karşısında el pençe durup özür diliyorlar. Özür dilemelerinin nedenini Pınarla yaptığımız söyleşi sonrası anladık: AKP’li belediyeden yirmi beş bin liralık katkı almışlar. Sanatçılar o etkinliğe katılmasalardı, acaba yöneticiler AKP’den yine aynı katkıyı alabilecekler miydi? O sanatçılar oraya gitmeseler o kadar kitleyi o salona getirebilecekler miydi? Kesinlikle hayır. AKP’den para alınmasına ve Çerkezköylü Alevi vatandaşlarımızın o salona kandırılarak götürülmesine vesile olduğum için; hem Çerkezköylü Alevi canlardan hem de oraya gönderdiğim sanatçı dostlarım, Pınar ve Tolga’dan özür diliyorum. 25
SACAYAK
Sayı 12
Pınar Sağ ve Tolga Sağ ile Ahmet Koçak Söyleşti:
Kimsenin Haddine Değil Benim Hareketimden Dolayı Özür Dilemek 19 Mayıs’ta Tekirdağ Çerkezköy’de bir derneğin etkinliğe gittiniz. Bu etkinlik basına olumlu denmeyecek bir şekilde yansıdı. Orada neler oldu, bir de senden dinleyelim. Pınar Sağ: Sahneye çıktım, türkülerimi söyledim. Arada da bir konuşma yaptım. Düzenin bizleri asimilasyona götürdüğü, insan ilişkilerinin dejenere olduğuna dair. Bir dönem Deniz’leri asan zihniyetlerle, bugün bizim cem evlerimize cümbüş evi diyen zihniyetin aslında birbirlerinden çok farklı olmadığını, aynı yerden beslendiğini dile getirdim. Pir Sultan torunları olarak bizim hiçbir zaman Hızır Paşa’lara eyvallah çekmek zorunda olmadığımızı, onlarla yan yana durmak zorunda olmadığımızı belirttim. Ne bileyim ki tam yerindeymişim! Ne güzel, tam yerinde söylemiş olmanın verdiği bir keyfi yaşadım ayrıca, onu da söyleyeyim. Çünkü orada AKP’li Belediye Başkanı ve yanındaki on kişi bir anda protesto ettiler, kalkıp gittiler. Sadece ellerini açıp “bu ne, bu ne” der gibi hareketlerini gördüm. Kalkıp çıkmalarının arkasından ben de “Uğurlar Olsun” deyişini okudum. Uğurlar Olsun’u okurken ülkemin dünden bugüne yitirdiği yazarlar, gazetecileri anmak istedim. Metin Göktepe’yi, Hrant Dink’i, Musa Anter’i yani pek çok yazar dostumuzu anmak istedim orada. Ben ve ailem hiçbir zaman sağ ideolojinin içinde yer almadık, tarafsızız demedik. Bizim bir tarafımız var. Saf tuttuğum yer de, kime hizmet ettiğim de olduğunca belli! O gün konserde de söyledim rengimizin kızıl olduğunu. Tepkiler ilk oradan başladı. Ama ağırıma giden; Pir Sultan’a bir emir doğrultusunda nasıl gül atıldı ve o gül Pir Sultan’ı yaraladı. Ben bu olayda bunu hisset-
26
Pir Sultan torunları olarak bizim hiçbir zaman Hızır Paşa’lara eyvallah çekmek zorunda olmadığımızı, belirttim. AKP’li Belediye Başkanı ve yanındaki on kişi protesto ettiler, kalkıp gittiler. Kalkıp çıkmalarının arkasından da “Uğurlar Olsun” deyişini okudum.
Mayıs-Haziran 2010
Ben ve ailem hiçbir zaman sağ ideolojinin içinde yer almadık, tarafsızız demedik. Bizim bir tarafımız var. Saf tuttuğum yer de, kime hizmet ettiğim de olduğunca belli! O gün konserde de söyledim rengimizin kızıl olduğunu. Tepkiler ilk oradan başladı.
SACAYAK
tim. Benim arkamdan kendi insanımın, yaşadığım kültürün, felsefenin gördüğü bunca ihanete karşın bu söylemlerin karşısında özür dilemesi ağırıma gitti. Sahneyi bıraktın, onlar çekti gitti. Sonra ne oldu? Pınar Sağ: Konserimi yaptım. Yoğun bir ilgi oldu. İnsanlar ayakta
alkışladılar. Çok güzel geçti. Herhangi bir tepki oldu mu? Onu soruyorum. Pınar Sağ: Sadece kuliste şöyle bir şey oldu: Bir öğretmen arkadaşımız geldi ve “Burada bu lafı söylediği için bir öğretmen olarak Pınar Hanımın elini, ayağını öpmek istiyorum.” dedi. Ben de kalktım, “Hocam, biz sizin elinizi öpelim, benim yaptığım artı bir şey değil” dedim. Oradan yönetici, ismini hatırlayamıyorum, bir ağabeyimiz geldi ve bana şöyle dedi:
“Sizin bu konuşmanızdan çok büyük üzüntü duydum. AKP’den yirmi beş milyar aldık, AKP belediye başkan yardımcısına iki milyara sazı sattık. Şimdi ben faşizmin yanında mı duruyorum sizce? Siz gideceksiniz biz kalacağız” Bunun üzerine ben de şöyle bir yanıt verdim: “Ağabey, insanın kaçamadığı tek yer vicdanıdır. Herkesi kandırabiliriz, herkese bir şey diyebiliriz, ama kendinle baş başa kaldığın zaman kaçacak yer yoktur. İşte orada vicdan devreye girer. Ben şimdi sana hiçbir şey demiyorum. Ayrıca korkmayın, burada kayıp eden kişi benim, eğer kayıpsa. Bu adamlar beni mimlerler, konserlerine çağırmazlar; çağırmasınlar zaten.” Benim de böyle bir derdim, bir gayem yok. Onların konserine gitmek gibi! Onlar herhalde bizi hem CHP etkinliklerinde, hem Alevi etkinliklerinde, hem de AKP’nin gecelerinde yer alanlarla karıştırıyorlar. Turna ve Toprak’a (çocuklarıma – AK) ve bu halkta beni seven bir kişi bile varsa ona bırakmak istediğim şey benim onurlu duruşumdur. Bundan başka bir derdim yok. Beni onlarla karıştırmasınlar zaten. Çizgilerim bu kadar nettir. Tolga, bu olaylar esnasında sen de oradaydın. Sen neler söyleyeceksin? Tolga Sağ: O esnada olayı anlamadım. Ben arkada, kulisteydim.
Konuşmayı yaptıkları zaman da sahneye çıkmıştım. Pınar’la görüşmeye, tepkilerini dile getirdikleri zaman sahnedeydim. Konseri bitirdik yola çıktık, Pınar yolda söyledi. Pınar Sağ: Yaşanan olayın gazetelere, basına taşınması ve böyle bir açıklamada bulunulması, bunun artık bir kişiyle ilgili bir sorun olmadığını düşünüyorum. Ve avukatlarım da böyle düşünüyor ki, buna karşı bir harekete de geçtik.
27
SACAYAK
Sayı 12
Karşı bir hareket derken neyi kastediyorsun? Pınar Sağ: Pek çok Alevi kurumuyla, demokrat kurumlarla beraber bir basın açıklaması yapacağız. Ve ben kendilerine de dile getirdim, “Kimsenin haddine değil, benim hareketimden dolayı özür dilemek.” Çünkü ben özür dilemiyorum. Yaptığımın arkasındayım. Bundan sonra Çerkezköy Hacı Bektaş Derneği’nin yanında hiçbir şekilde yer almayacağım. Şu an benim önüme trilyon dökseler de artık benim için orası bitmiştir.
Gazeteler başlığı ‘Arif Sağ’ın gelini’ olarak attı. Pınar Sağ bir birey değil mi? ‘Pınar Sağ konserde konuştu, AKP’liler kızdı, terk ettiler’ demeleri gerekirken Arif Sağ’ın ismini zikrediyorlar? Bu da gazetecilerin etik anlayışını gösteriyor... Pınar Sağ: Onlar zaten yanlı basın, öyle vermiş. Birgün gibi bize daha yakın gazeteler, “Pınar Sağ konuştu, AKP sıvıştı” gibi bir başlık atmıştı mesela.
Tolga, sen ne diyorsun? Tolga Sağ: Tabii saflarımızı iyi belirlemek lazım. Sonuçta biz bu ülkede kültür mücadelesi veriyoruz. Bir toplumun kültür mirasını doğru aktarmaya çalışıyoruz. Bunu yaparken değer yargılarımıza da sahip çıkmaya çalışıyoruz. En azından elimizden geldiği kadar! O kadar kolay bir yol değil bu, ama bu modern çağda ne kadar yürütebilirsek, bizim üzerimizde ne kadar doğru durursa onu toplumla doğru paylaşmaya çalışıyoruz. Konuşmalarımızla, programlara katıldığımız zamanki duruşumuzla, seçtiğimiz repertuarla içinde illa ki topluma dair bir mesajı olmalı. Pınar açık bir şekilde ben yıllardır tarafım dedi. Tolga Sağ: Bir sanatçı bence de taraf olduğunu göstermeli. Bir sa-
natçı her yere oynayamaz. Bugün her yere oynayan adama şovmen diyorlar, sanatçı demiyorlar. Şovmen olmakla sanatçı olmak arasında bir fark var. Sanatçılar o yüzden her dönem popülariteden uzak, müzik piyasasının gelirinden daha az pay alan durumda kalmışlar. Genellikle de tarihte o tip sanatçılar hatırlanır olmuş, değeri daha sonraları anlaşılmış. Ama dönemin sanatçıları her yerde vardır ve dönemlerini iyi değerlendirirler. O dönemleri boyunca anılırlar, dönemleri bittikten sonra da çok fazla hatırlanmazlar. Bu piyasa her gün yüzlerce sanatçıyı öğütüyor. Burada önemli olan kalıcı olmak! Tabii sadece kalıcı olmak için yaptığımız bir şey de değil bu. İnsan içinden geldiği gibi davranmalı. Bir bakkal da müşterisiyle ilişkisini içinden geldiği gibi kurmalı. Daha çok mal satacağım diye her halde bir bakkalın da eğilmesi veya düşünce tarzını tamamıyla reddetmesi de doğru değil. Biz de sonuçta toplum önünde iş yapan, mesleğimiz itibariyle toplumun önünde durmamız gereken bir durumdayız ve bu noktada da daha dikkatli davranmamız lazım. 28
Yöneticiler AKP’nin Alevisi de olurlar, MHP’nin Alevisi de olurlar. Onların zihniyetleri beni alakadar etmez. Yeter ki kendi zihniyetlerini açıkça ortaya koysunlar. Pir Sultan ve Hacı Bektaş adının ardına gizlenmesinler.
Mayıs-Haziran 2010
İnsanın kaçamadığı tek yer vicdanıdır. Herkesi kandırabiliriz, herkese bir şey diyebiliriz, ama kendinle baş başa kaldığın zaman kaçacak yer yoktur. İşte orada vicdan devreye girer.
SACAYAK
Biz oraya, onların etkinliğine hizmet için gidiyoruz. Ve arkasından Pınar’ı öne koyarak, Pınar’ı negatif, kendilerini pozitif göstererek aklama çabalarından çok rahatsız oldum. Bu tip şeyler bizi yaralıyor. Sonuçta şunu da diyebilirlerdi: “Pınar Sağ bu toplumun sanatçısıdır. Kendi düşüncelerini belirtmiştir. Buna böyle bir tepki gösterilmesini doğru bulmuyoruz.” Böyle bir çizgiyi benimsemeyi kendilerine yediremiyorlarsa, AKP Belediyesiyle olan normal ilişkilerini sürdürme çabası göstereceklerse kendi adlarına konuşmalılar. AKP’li belediyeye giderek, özür dilemek bir erdemdir diyorlar. Tolga Sağ: Pınar adına da özür diliyor! “Daha seçici davranacağız. Pınar Sağ’ı çağırarak bir hata yaptık” diyor. Kabullenemediğimiz şey bu. Pınar Sağ:: Ben 19 Mayıs’taki konuşmamı yüz bin kere yaptım. Dedim ki, “Pir Sultan Abdal’ın torunlarıyız, Hızır Paşalara eyvallah çekmeyiz!” Bunun altında yatan Pir Sultan’ın felsefesinden, dürüstlüğü ve doğruluğundan ödün verilmesidir. Bu arkadaşlar elli, altmış yaşına gelmişler, yazıklar olsun ki gidip AKP’ye eyvallah çekiyorlar.
Evet, daha ‘seçici’ davranacaklarmış! Pınar Sağ: Davransınlar.
Özür dilemelerinin nedeni demek ki bağışlı açık arttırmada iki bin liraya saz satıp, AKP’li belediyeden aldıkları yirmi beş bin liralık katkıymış. Tolga Sağ: Tabii oradaki üç beş dernek yöneticisinin kafasındaki
zihniyet, o etkinliğe katılan halkın zihniyeti değil. Hem biz alet ediliyoruz, hem halk alet ediliyor bu zihniyete. Nasıl alet ediliyor? Dernekler, Hacı Bektaş, Pir Sultan Abdal isimleri altında örgütlendiği zaman bu isimler, oradaki dernek yöneticilerinin kafasındaki gerçek zihniyeti örtüyor. Bu isimler bize inandırıcı geliyor. Burada böyle güzel bir kültürel çalışma var, gidelim destek olalım inisiyatifi gelişiyor içimizde. Oraya gelen insanlarda da “Bak, burada kültürümüz, inancımız adına ne güzel bir çalışma yapıyorlar; gidelim etkinliklerine katılalım, destek olalım” fikri ağır basıyor. Yoksa yöneticiler AKP’nin Alevisi de olurlar, MHP’nin Alevisi de olurlar. Onların zihniyetleri beni alakadar etmez. Yeter ki kendi zihniyetlerini açıkça ortaya koysunlar. Pir Sultan ve Hacı Bektaş adının ardına gizlenmesinler. O zaman, ne ben o zihniyettekilerin konserlerine giderim, ne de onlar gibi düşünmeyen oradaki koca kitle o etkinliğe katılır. Bu olaydaki en büyük sıkıntı da budur. 29
Deyişlerin Dili Dertli Divani
Sayı 12
Aşık Daimi
SACAYAK
Ben Beni Bilmezdim Hatır Kırardım Ben beni bilmezdim hatır kırardım Meğer ilmim noksan imiş bilmedim Ben insandan başka ilah arardım Meğer kâmil insan imiş bilmedim Tüm vadiler gibi sahralar gibi Akan çaylar gibi deryalar gibi Sıra dağlar gibi yaylalar gibi Cümle âlem bir can imiş bilmedim Daimi’yim benliğime kanardım Ben beni görmezdim eli kınardım Kişiyi kendime düşman sanardım Nefsim bana düşman imiş bilmedim
Daimi Baba’nın bu ölümsüz üç dörtlüğü onlarca kitabın özünü ifade ediyor. İlk dörtlüğünde “Ben beni bilmezdim hatır kırardım / meğer ilmim noksan imiş bilmedim” derken, kişinin hatır kırması, gönül yıkması ilminin noksanlığındandır. Yunus’un; Geldi geçti ömrüm benim Şol yel esip geçmiş gibi Hele bana şöyle gelir Bir göz açıp yummuş gibi
dediği sözlerin özünde; ne kadar yaşarsak yaşayalım ömrün son deminde aslında hiç yaşamamış gibi kendimizi hissediyoruz. Yunus, 50-60-70 ... 100 yıl dahi olan ömrü yel esmiş geçmiş, göz açıp yummuş kadar kısa bir andan ibaret olarak izah ediyor. İnsanoğlu bu ilme sahip olsa dünyanın hatır kırmaya değmediği bilincine varır. Hatır kırıyorsa ilmi noksandır. “Ben insandan başka ilah arardım / meğer kâmil insan imiş bilmedim” dizelerinde ise Alevi-Bektaşi inancında, Hakk’ın Âdem’de tecelli ettiği noktasına işaret ediyor. İnsanlığın var oluşundan bugüne gelmiş geçmiş bütün bilgiler insanlar tara30
fından aktarılıyor, teknolojinin insanların hizmetine sunduğu bütün araç ve gereçler yine insanoğlunun ürünü değil midir? Aklımız bilincimiz ve inancımız her şeyi belirliyor, ortaya koyuyor. Kamil insan Hakk’ın vasıflarını yansıtan yetkin, eksiksiz, olgun insan demektir. Bütün güzellikleri ve doğru bilgileri, hakikati ancak kemâle eren, er, pir, bilge insanlar aracılığıyla öğrendiğimizi söylüyor, Daimi Baba. Tüm vadiler gibi sahralar gibi Akan çaylar gibi deryalar gibi Sıra dağlar gibi yaylalar gibi Cümle âlem bir can imiş bilmedim
Bilim adamlarına göre; evren başlangıçta bir ışık, enerji ya da ateş kütlesinden ibaretti. Sonra büyük bir patlama oldu ve bu muazzam sonsuz bir uzay boşluğu olarak kabul ettiğimiz Kâinat-evren, bütün gezegenler ve sistemler oluverdi. İlkel dinler de dâhil olmak üzere semavi dinler ve inanç sistemlerine göre ise ezel ve ebed (başlangıçta ve sonsuzlukta) tek olan Elif, Allah, Tanrı, Rab, Hüda diye bin bir isimle zikredilen “Kûn” (ol) dedi ve bu evren altı günde oluverdi. Âşıkların dizelerinde ve AleviBektaşi inancında ise bu evrenin oluşumuna vesile olan; ister yaratıcı enerji, ışık kütlesi; isterse Tanrı’nın “ol” demesiyle zat-ı sıfatından oluvermiş olsun. Canlı cansız cümle varlık, onun eseri ve ondan bir parçadır. İşte Daimi Baba da; vadiler, sahralar, çaylar, deryalar, dağlar, yaylalar gibi cümle âlemler bir candır. Bütün
SACAYAK
Mayıs-Haziran 2010
kâinatın varlığına vesile olan yaratıcı enerjinin ya da varlığın, yani o bütünün zerreleriyiz diyor. Daimi’yim benliğime kanardım Ben beni görmezdim eli kınardım Kişiyi kendime düşman sanardım Nefsim bana düşman imiş bilmedim
Benlik güdenler kendi hatasını görmez, başkalarını kınar ve düşman bilir. Oysa kişinin en büyük düşmanı kendi nefsidir. Kin, kibir, hırs, tamah, haset (çekememezlik), buğz-adavet (düşmanlık), livata (kahkaha-maskara) gibi nefsin yedi temel ve bütün kötü arzularından öz benliğini arındıramayan kişinin asıl düşmanı kendi nefsidir. İşte özünden haberdar olan kendi kötü ve eksik yanlarını görür, kötülüklerden özünü arındırır, kimsenin ayıbını görmez ve benlik gütmez. Daimi Baba kendine söylüyor gibi ama o aslında bizlere bir öğüt veriyor.
Canlı Cansız Cümlemiz Bir Nesneden Canlı cansız cümlemiz bir nesneden Var oluyor bu bir hikmet sultanım Canana aittir bu can-ı beden Kabul etmek cana minnet sultanım
Büryanı Baba
Büryani Baba da bir deyişinin bu dörtlüğünde, canlı cansız cümle varlıkların bir nesneden, bir potadan olduğunu söylüyor. Hem felsefi hem inançsal açıdan bir bütünün zerreleriyiz diyor. Ve bunda bir hikmet-sebep var diyor. Evrenin ustası, yaratıcı güç ya da Tanrı bizim cananımızdır. Canımız bedenimiz ona aittir. Bunu kabul etmek canımıza minnettir diyor. Sevip âşık olmak ezelden bahtım Yar sana kadimdir ikrarım ahtım Senin çün bezenmiş sinemde tahtım Aha teslim oldum hükmet sultanım
Aynı deyişin ikinci dörtlüğünde, sevmek âşık olmak, insanın mayasında vardır ve bu bana nasip oldu. İkrarım-sözüm sabittir, ahtim sanadır ve özümden kötülükleri attım ki, gönül sarayıma gelip oturasın ve senin hükmün yürüsün sana teslim oldum diyor. Büryani’yem geldim mürvete düştüm Malımdan canımdan serimden geçtim Gerçi ezel aşkın meyinden içtim Dest-i kudretinle lütfet sultanım
Üçüncü dörtlüğünde ise, Büryani’yim geldim, insaniyet ve iyi şeyleri yapmaya karar verdim. Bu yola malımı, canımı ve başımı vermeye geldim. Evreni var eden yaratıcının, Hakk’ın özünde iken de bu aşka düşmüş ve nasip almıştım, ama şimdi de o güçlü elinle bir mey-bade-aşk dolusu nasip et, ver sultanım diyor. 31
SACAYAK
Sayı 12
Bölüm - III
Din Nedir son bölümünü yayınladığımız bu yazının tümünü okumak için lütfen internet sitesine bakınız: <www.koxuz.org>
Demir Küçükaydın, 7 Ocak 2010, Perşembe BU KISA özetten sonra, Din, bir toplumun üst yapısının somut görünümüdür, biçimidir; Modern toplumun dini de özel-politik ayrımı ile eski dinleri toplumsal hayatı düzenlemekten uzaklaştırmakta ve onları kendi eksiğini tamamlayan basit bir bileşenine döndürmektedir; önermelerinin nasıl alt üst edici sonuçlara yol açtığını birkaç örnekle gözlere batırmaya çalışalım. Bu önermenin, bir parçacık düşünme ile çıkarsanabilecek ve çıkarsanması gereken birkaç sonucunu şuraya alt alta yazdığımızda bile bu alt üst edici sonuçlar görülebilir. Bunların bir kaçını alt alta sıralayalım. Eğer Din, tümüyle üstyapının kendisi, somut biçimi ise, üstyapısız bir toplum olamayacağından, dinsiz bir toplum ve dinsizlik mümkün değildir. Hâlbuki bu gün Marksistlerin de çoğunun kabul ettiği, aslında modern toplumun din kavramı olan kavrama göre, insanlar kendilerini dinsiz olarak tanımlıyorlardı. Bu yeni kavrayışa göre ise, kendisini dinsiz olarak tanımlayanlar, dinin özele ilişkin olduğunu, bir inanç olduğunu söyleyen modern toplumun dinindendirler. Dinsiz toplum olamayacağına göre dinsiz insan da olamaz. Ben dinsizim, benim dinim yok diyenler aslında dini inanç olarak tanımlayan dinden olduklarını ifade etmiş olurlar. O halde, benim inancım İslam’dır, ben Hıristiyanlığa inanıyorum vs. diyenler de bu sözleriyle Müslüman ya da Hıristiyan olduklarını değil; dinleri inanç olarak tanımlayan dinden olduklarını ifade etmiş olurlar. Eğer Din tümüyle üstyapı ise, hiçbir şey, alt yapıya dahil olmayan hiçbir toplumsal fenomen üstyapının dışında var olamayacağından, bilim de dinin dışında var olamaz. O halde, bu günkü, bilim ve dini zıtlık içinde ele alan bilim kavrayışımız da, bilim sınıflamalarımız da dinseldir. Yani bütün bilim ve din kavramları ve kavrayışları da dinseldir ve ancak dinlerin içinde anlaşılabilirler. Ama bizzat bu önermenin kendisi de yine dinseldir ve otomatikman yeni bir dinin bir önermesidir. Bu önermeyle biz, kendisinin ve bildiği her şeyin de dinsel olduğunu söyleyen bir dinin kavramlarıyla düşünmeye başlamış ve yeni bir dini ifade etmeye başlamış oluruz. Benzer şekilde, hiçbir şey dinin dışında olamayacağından, “dinin tümüyle üstyapı olduğu” önermesi de bir yeni dinin önermesi32
Din, tümüyle üstyapının kendisi, somut biçimi ise, üstyapısız bir toplum olamayacağından, dinsiz bir toplum ve dinsizlik mümkün değildir.
Mayıs-Haziran 2010
Din, Üstyapı olduğuna ve Marks’a göre devrimler, ekonomik temeldeki yeni ilişkilere uygun yeni bir üstyapının eskinin yerini alması olduğuna göre bir dinden diğer dine geçişler, devrimlerdir. O halde, dinden dine geçişleri anlatan Peygamberler Tarihi aslında Devrimler Tarihidir.
Ulusçuluk, Modern toplumun dininin, politik olanı ulusal olanla tanımlayan gerici ve karşı devrimci biçimidir. Ulus, modern toplumun dininin gerici biçimidir.
SACAYAK
dir. Bu din, aydınlanmanın da bir din olduğunu gösteren ve bunu göstermenin de bir din olduğunu söyleyen bir dindir. Din, Üstyapı olduğuna ve Marks’a göre de devrimler, ekonomik temeldeki yeni ilişkilere uygun yeni bir üstyapının eskinin yerini alması olduğuna göre bir dinden diğer dine geçişler, devrimlerdir. O halde, dinden dine geçişleri anlatan Peygamberler Tarihi aslında Devrimler Tarihidir. Peygamberler ve din kurucuları en büyük devrimcilerdir. Modern toplumun devrim kavramı da tıpkı din kavramı gibi özel politik ayrımına dayanmaktadır, dolayısıyla devrimi sırf politik iktidar ve sınıf iktidarıyla sınırlamıştır. O halde, bu yeni din kavramına ve dinden dine geçişlerin din olduğu kavrayışına dayanan bir devrim kavramına ulaşmak gerekmektedir. O halde, Marksizm veya sosyalizm gerçekten bir devrim yapmak ve devrimci olmak istiyorsa, bir din olmak zorundadır. Marksizm’in başarısızlığının sebebi, onun bir “din” (yani modern toplumun din kavrayışıyla bir inanç) olması değil; bir din (yani iktisadi temele uygun bir üstyapı tasavvuru) olamamasıdır. Yani Marksizm şimdiye kadar bir bilim olamamakla, bir din olmakla eleştirilmişti; şimdi Marksizm kendisini, bir din olamamakla (yani modern toplumun dininin bilim ve din kavramlarından kendini kurtaramamış olmakla) eleştirmelidir. Marksizm kendisini bilim olarak tanımlanması, modern toplumun dininin bilim kavramına dayanmaktadır. Ama Marksizm bizzat kendisi bu tespiti yaptığı an, modern toplumun dininin din ve bilim kavramlarının dışına çıkmış, dolayısıyla yeni bir dinin kavramlarıyla konuşmaya başlamış olur. O andan itibaren Marksizm yeni bir dindir ve kendine eleştirisini daha önce bir din; yani ekonomi temeline uygun yeni bir üstyapı tasavvuru olamadığı noktasından yapar. Dinler tümüyle üstyapı ise, bütün dinlerin en akıl almaz ve saçma görülen bütün özelliklerinin aslında hiç öyle olmadıklarının; onların aslında var olan ekonomik temeldeki ilişkilere uygun bir üstyapı oluşturduklarının gösterilmesi gerekir. Bu sosyolojinin ve tarihin esas konusudur. Ama bunu göstermenin bizzat kendisi de, yani dini bir inanç olarak değil üstyapı olarak ele almanın kendisi de yine bir dinin (yani bir üstyapının) içinde var olabilir ve onun bir ifadesidir. Ve bizzat bu ifadenin kendisi de yine öyledir. O halde, sosyoloji (Tarihsel maddecilik veya Aydınlanmanın din tanımından arınmış Marksizm) yeni dindir. O halde, bilgi, dinsel olduğunu bilen; din dışında bir bilgi ve bilgi kavramı olamayacağını bilen bir bilgidir ve bu bilginin kendisi de yeni bir dinin önermesidir. Ulusçuluk, Modern toplumun dininin, politik olanı ulusal olanla tanımlayan gerici ve karşı devrimci biçimidir. Ulus, modern toplumun dininin gerici biçimidir. 33
SACAYAK
Sayı 12
Bütün dinler var olan dinlere karşı savaş içinde ortaya çıkar ve gelişirler. O halde, yeni din de uluslara ve ulusçuluğa karşı ortaya çıkabilir ve tıpkı Aydınlanma’nın eski dinlere yaptığı gibi, bizzat ulusları ve ulusçuluğu politik alanın dışına atarak özele ilişkin kılar. Bugün eski dine karşı mücadele, uluslara karşı mücadeledir. Devrimleri yeni dinlerin kurucu ve savaşçıları ortaya çıkarır ve zafere götürürler. Elbette bütün yeni dinleri (yani devrimleri) ezilenler taşırlar ve zafere götürürler, ama ezilenler olarak değil. Köleler, Hıristiyanlar olduklarında; Mekke’nin plebleri, Müslümanlar olduklarında; Paris’in Baldırı Çıplakları, Jakobenler olduklarında. O halde yeni dini de elbet işçiler ve ezilenler yükseltecektir, ama işçiler olarak değil, İnsanlar olarak. İşçiler, işçi olarak devrim yapamazlar. İşçiler, İnsan olduklarında, tıpkı pleblerin Müslüman olduklarında bir devrim başarabilmeleri gibi, bir devrim başarabilirler ve İslam ve Aydınlanma’nın vasiyetini yerine getirebilirler. İnsan, biyolojik bir kavram olan, sosyal hayvan anlamındaki insan kavramıyla karıştırılmalıdır. Bu küçük harfle insan değil, büyük harfle İnsan: Sadece dinlerin değil, ulusların da kişilerin özel sorunu olmasını savunandır. Nasıl hem puta tapmak, yani Allaha şirk koşmak ve hem Müslüman olmak mümkün değilse, insan hem bir ulustan (yani örneğin Türk) hem de İnsan olunamaz. En kutsal savaş herkesin “kendi” ulusuna, “nefsine” karşı savaştır. İşçiler veya insanlar (burada küçük harfle insan) ancak bu savaş içinde İnsan (burada büyük harfle) olabilirler. Görüldüğü gibi, Dinin tümüyle üstyapı olduğu önermesi, bütün bildiklerimizi, programlarımızı, stratejilerimizi, örgüt ve mücadele anlayışlarımızı alt üst etmektedir. Bu önermeyi tüm kapsamıyla ve sonuçlarıyla anlamadan ne dediğimizi anlamının ve onlarla bir tartışmaya girmenin olanağı bulunmamaktadır. İşin ilginci, biz bile bu önermenin kapsamını ve sonuçlarını yeni yeni kavrayabiliyoruz ve şaşkınlığa düşmekten kendimizi alamıyoruz.
Bütün dinler var olan dinlere karşı savaş içinde ortaya çıkar ve gelişirler. O halde, yeni din de uluslara ve ulusçuluğa karşı ortaya çıkabilir ve ulusları ve ulusçuluğu politik alanın dışına atarak özele ilişkin kılar. Bugün eski dine karşı mücadele, uluslara karşı mücadeledir.
Elbette bütün yeni dinleri (yani devrimleri) ezilenler taşırlar ve zafere götürürler, ama ezilenler olarak değil. Yeni dini de elbet işçiler yükseltecektir, ama işçiler olarak değil, İnsanlar olarak. Demir Küçükaydın’ın
Köksüz Yayınlar’dan çıkan üç kitabını istemek için: Tel: 0212.519 56 35
34
Mayıs-Haziran 2010
SACAYAK
2 Temmuz, Carina Cuanna ve Abidin Dino’nun Kızılbaş Günleri... Besim Can Zırh, besimcan@gmail.com “Siyasaldan öte İnsansal”, Mecitözü’nde bir Ressam... “Zarar yok, ama Mecitözü neresi? Nereye düşer, Akdeniz taraflarında olsa duyardım adını, Karadeniz’de mi, yoksa Doğu’da mı Mecitözü?” Abidin Dino, İkinci Şube Şefi Parmaksız Hamdi’den sürgün edildiği yerin adını ilk duyduğunda düşündüklerini böyle not etmiş güncesine. Sansaryan Han’dan iki jandarma nezaretinde serbest bırakılıp, Haydarpaşa’dan başlayan uzun bir yolculuk sonrasında varmış “Çorum’la Amasya arası... iri bir köyle kasaba arası” Mecitözü’ne.
Abidin Dino 1913-1993
“Geçmiş olsuna geliyorlar hepsi, sürgünlüğüm, sürgünlüğümün nedeni umurlarında değil. Çabucak farkına varıyorum ki, ‘ikamete memur’ olmam bir çeşit erdem, ressamlıktan ‘terfi’ edip, saygıdeğer sürgün ‘payesine’ yükselmişim bilmeden.” “Sürgün Ağa” olarak hoş karşılanmış, ama ilk günlerinde pek düşünmemiş ahalinin bu hoş nazarı üzerine. Sonra bir gün Piroğlu Halil gelmiş ziyaretine.
Koca Anadolu, öylesine denemişti ki, tepeden inme yüzyıllık buyrukların, fermanların, emirlerin, zorbalıkların baskısını, kendiliğinden bir dayanışma çıkıyordu ortaya. Siyasaldan öte insansal.
“Bunca ikram elbette bana değil, herhangi sürülmüş, başı derde düşmüş bir insana, gurbet yolcusuna gösteriliyordu. Koca Anadolu, öylesine denemişti ki, tepeden inme yüzyıllık buyrukların, fermanların, emirlerin, zorbalıkların baskısını, kendiliğinden bir dayanışma çıkıyordu ortaya. Siyasaldan öte insansal.” Siyasaldan öte insansal bu ortaklaşmanın esbabı mucibesini mihmanda Aliyi gören Alevi kültüründe bulduğunda, “İşte benim Kızılbaş günlerim böyle başladı” diyerek noktalamış Dino hiç bitiremediği sürgün güncesini. Yanlız Dino değildir Anadolu’nun kuytularındaki bu kültürü keşfeden. Vedat Türkali uzun yaşamından kısa bir kesiti anlattığı Komünist romanında TKP’nin desentralizasyon kararı öncesi Türkiye’yi bir ucundan diğerine kat etmek zorunda kalan iki yoldaşın Hacıbektaş ilçesinden geçişlerini anlatır. Yolculukları boyunca bir güvercin ürkekliğinde görünmeden, gizlice hareket etmeye çabalayan bu iki kişinin hali tanıdık gelmiş olmalı ki adlarını sormaya dahi gerek görmeden hoş nazarını esirgemez bir Hacıbektaşlı. Tıpkı bir kuşak sonra 35
SACAYAK
Sayı 12
Altımş Yıl Önce Bir Mahkûmun Çizgileriyle Hacıbektaş Dr. Hikmet Kıvılcımlı, 1938 Donanma Davasında aldığı 15 yıllık hapis cezasının son bölümünü Kırşehir Hapishanesinde yatar. Afla çıkar. 24 Ağustos 1950’de kağıt üzerine Nurhaklara, Binboğalara, Toroslara, Dersime sığınan yüzlerce dev- mürekkeple iki adet rimci genç gibi bir Alevi coğrafyasında soluklanırlar böylece. “Suluca Karahöyük” Yüzyıllık Açılımlar ve Aleviler... eskizi çizer..
Geçen yüzyılın başında çökmekte olan bir imparatorluğun bilinmeyen geniş coğrafyasında keşfe çıkan Avrupalı araştırmacıların günceleri de benzeri tanıklıklarla doludur. Ali Duran Gülçiçek’in (2002) Fransız Grénard (1904) ve Alman Leonhard’dan (1899-1903) aktardıkları çağcılları İngiliz araştırmacıların yazdıklarından farklı değildir. Değinmelerde ortaklaşılan noktalar hep aynıdır: İslam olarak bildikleri coğrafyada ortodoksiden gözle görülür farklılıklar gösteren, fakat ortaklaştıkları onca kültürel dokuya karşın Hıristiyan olarak değerlendirilmesi de mümkün olmayan bir inanç topluluğunun keşfiyle başlar anlatı. Camisi olmayan köylerde yaşayan, kadınların toplum içinde ve yabancılara karşın rahat tavırlar içinde olduğu, komşu köyler tarafından horlanan, inançlarını gizlemek zorunda kalan, ama yabancıları büyük bir konukseverlikle karşılayan toplulukların nasıl tanımlanacağı sorusu epeyce yer tutar yazılanlarda. Yerli araştırmacılar da bu hoş nazarı keşfetmiş, fakat farklı yorumlamış ve sunmuştur. Yabancı araştırmacılarla hemen aynı dönemde yeni siyasal seçkinler tarafından bilinmez kıta Anadolu’yu keşfe gönderilen Hasan Reşit Tankut (Zazalar Üzerine Sosyolojik Tetkikler) ve Nazmi Sevgen (Zazalar ve Kızılbaşlar) gibi “yerli” araştırmacıların yazdıkları dikkate değerdir. Baki Öz, Aleviliğe Atılan İtiraflar başlıklı kitabında Turgut Akpınar’ın, Ali Rıza Yalman’ın Türkmen Oymakları üzerine araştırma yaparken ailenin tüm üyeleriyle birlikte aynı oba çadırında misafir edildiğini şaşırarak aktarmasını cinsel konukseverliğin kanıtı olarak sunmasını tartışır. Öz’e göre bu şaşkınlık gerçekte Alevilere karşı yaygın olarak kullanılan Kızılbaş damgasının araştırmacılar tarafından nasıl da sindirilmiş olduğunun işaretidir. Şaşkınlık her daim dillerinin altında gizlenen baklayı ifşa eder. Kuşkusuz haklıdır. 36
Bugün de açılımları yönetmekle memur edilenlerin ,“Bu adamlara binyıldır ‘kimse siz kimsiniz?’ diye sormadı” diyebilmeleri, yazdıkları kitaplarda Aleviliği antropolojik olarak güdük kalmış bir inanç olarak tartışabilmeleri, Aleviler mevcut düzenden rahatsızlıklarını dile getirdiklerinde Alevilerin de cumhuriyet rejiminden laiklikle kazançlı çıktıklarını söyleyebilmeleri, köşelerinden Alevilere, “Biz açıldık siz de açılın biraz” diye seslenenlerin Sivas’ı derin bir devlet masalı olarak anlatmaktan başka sözü olmaması bugün oturdukları muktedir koltuklardan Aleviliği hala nasıl bir güvenlik sorunu olarak gördüklerinin işaretidir. George E. White, 1908 tarihinde İkiinci Meşrutiyet’in ilanıyla başlayan yeni rejimi Alevilerin nasıl gördüklerine ilişkin yaptığı sohbetlerden çarpıcı bir anektot aktarır. Yüzyıl öncesinin açılımlarını şöyle değerlendirmiş bir Alevi: “Bize yeni bir rejim verdiler, fakat bu rejimi yönetenler kimdir? Koltukta oturanların onda dokuzu aynı kişiler. Ben bunları bir yılana benzetiyorum. Sürünerek ilerleyen yılanın yolunu iki kaya kapatır. İki kaya arasında sadece dar bir geçit vardır. Yılan yolundan geri duramaz, dönemez de. O dar geçitten geçmek zorundadır. Geçerken derisi soyulacak olsa bile geçecektir, ama geçtikten sonra yine aynı eski yılandır” (1918: 242). Aslında yakından bakıldığında Aleviler açısından rejimin deri değiştirdiği bir başka dönemdir 1960 İhtilali sonrası yaşananlar. İsmet İnönü’nün Alevilerin Diyanet İşleri Başkanlığı’nda bir masa ile temsil edilmesine ilişkin önerisi İslami duyarlılık sahibi muhafazakar basının manşetlerine, “Mumsöndüyü camilere taşıyacaklar” şeklinde yansır. Bu tartışmalı süreç Birlik Partisi’nin doğmasıyla sonuçlanır. Alevilerin siyasallaşmasına getirilen serbesti Aleviliğin korkulan bir İslam anlayışına karşın Horasan bağlantı-
SACAYAK sı üzerinden “özbeöz Türk” inancı olarak tanımlanmasıyla güdük bırakılır. Bu güdüklük bir kuşak sonra Türkiye Devrimci Hareketi’nin gelişmesiyle birlikte aşılmaya çalışılacaktır.(1) Dönemin açılımına memur kılınan Yahya Benekay’ın Kırıkkale Hasan Dede Köyü’nde yaptığı röportajlardan derlediği kitabı Yaşayan Alevilik: Kızılbaşlar Arasında (1967), Alevi dedelerini Viyana kapılarına dayanan gaziler olarak sunan anlayışıyla dönemin ruhuna işaret eden önemli bir dökümandır. Hasan Dede köyünün piri Abdullah Demirhan şu sözlerle uğurlar Benekay’ı Kızılbaşlar arasından: “Yahya efendi oğlum, seviniyorum şimdi, şunları açık açık konuşuyor, hatta münakaşasını yapıyoruz. Altmış yetmiş sene önce bunları söyleseydik, dilimizi ensemizden çıkarırlardı” der. Benekay için bu “acı bir söz”dür (182). Söz acıdır ve acılar henüz dinmemiştir. Alevilerin siyasallaşmasını beraberinde getiren 1960’ların sonlarına doğru Ortaca ve Elbistan gibi yörelerde rahatsızlıklar baş gösterir. Bir diğer askeri müdahaleyle hız kesen “gergin tırmanış” 1970’lerin sonuna doğru Türkiye’ye doğusundan batısına kana bulayacaktır. Yarım asır önce Abidin Dino’yu bağrına basan Mecitözü 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı gösterilerine “duyarlılık” gösterenlerin “Müslüman Namusuna Sahip Çık” diyerek kışkırttığı olaylarla incitilir. Bin yıl öncesi Anadolu’yu akın akın Türkleştirdiği söylenenler bin yıl sonrası Anadolu’dan akın akın sürgün edilir.
Abidin Dino, Partizanlar, detay
Mayıs-Haziran 2010
37
SACAYAK Kerbelâ’dan Sivas’a, Bin Yıllık Yas... Aleviliğin nasıl tanımlanacağı kolay olmayan bir sorudur. Kolay cevaplara alışmış dimağlar için “siz kimsiniz” sorusunun tek bir cevabı olmalıdır. Masum olmayan bu soruda ısrar edenlere “Alevilik binlerce yıllık bir yastır” cevabını vermek gerekir. Tarihte kaderini dökülen ilk kanla ululuyanların, geniş bir İslam coğrafyasında vaad edilen “adil düzenin” mağduru olanların binlerce yıllık hak(k) bekleyeşidir Alevilik. Kerbela’dan bugüne gelişen ölüm ikonografisi bu bekleyişten mirastır. Kerbela meydanında düşen oğlunun başında dizçökmüş Hüseyin’i temsil eden resim ile Karşıyaka Mezarlığı’nda Sivas’ta düşen canların taze mezarları başında boyun bükmüş adamın fotoğrafı tesadüfen yanyana gelmemiştir. Cemlerde, deyişlerde, türkülerde anlatılan hep bu bekleyiştir. Ancak bu açıdan bakıldığında tarihe “Kerbela’dan Sivas’a” ve “Solingen’den Sivas’a” sloganları anlam kazanır. Binlerce yıl, binlerce kilometre sonra dahi Aleviler yastadır. 2 Temmuz’un anlamı tarihteki bu devamlılıkta aranmalıdır. 1980’ler boyunca kentlerde büyüyen, yüksek eğitim yoluyla yeni kentli koşullara uyum sağlayan, iktisadi, siyasal ve toplumsal hareketlilik kazanan yeni Alevi kuşağı tam da ebeveynlerinin “dışarı Alevi olduğunuzu söylemeyin” tembihlerine aldırış etmemeye başlamışken yaşanan Sivas bir dengeyi yeniden tahsis etmek içindir. Tıpkı 1978... tıpkı 680’de olduğu gibi. Aziz Nesin’le yapılan röportajda TGRT muhabirinin çanak soruları bu çerçeveden önemlidir “Ama efendim Salman Rüştü’nün yazdığı kitapta Peygamber efendimizin zevcelerine dil uzatma var”... “Tabii, Sivas şu anda kozmopolit bir yer olduğu için duyarlı. Bir de 78 hatırası var Sivas’ın. Çoşkun bir hatırası var...” “Peygamber, müminlerin kendi 38
Sayı 12
canlarından ileridir. Bakın, hanımları da müminlerin analarıdır”... “Siz mümin olmayabilirsiniz, ama Müslümanlar duyarlılık gösteriyor burada.” Nesin, “Duyarlılık öldürmek değildir” diyerek Aleviliğin hoşgörüsünden söz açtığında ise muhabir, “Mesela siz Kuran’ı Kerim’in tefsirlerini okudunuz mu?” diyerek konuşmanın yönünü değiştirir. Nesin Kuran’a inanmadığını söylerken çevrede bekleşenler tepki göstermeye başlar ve röportaj yarıda kesilir. Nesin röportajı Sivas yangının işaret fişeğidir. Müslümanlar aynı şehirde on beş yıl sonra bir kez daha “duyarlılık” göstermeleri üzere göreve çağrılmıştır. Ve bu yangında Salman Rüştü’nün Şeytan Ayetleri önemli bir referanstır. Avrupa’da Aleviler henüz biraraya gelmeye başlamışken yaşanan bu hadise Alevilerin kendilerini tanımlamalarında önemli bir fırsat olur. Örneğin, Hollanda’da kurulan ilk Alevi Örgütü olan Hacı Bektaş Vakfı Başkanı Ataner Topçuoğlu Şeytan Ayetleri’ne karşı düzenlenen “duyarlılık” gösterileri konusunda Alevilerin kitap yakılmasını onaylamadığını, Avrupa’da yaşayan Türkiyeli göçmenlerin hepsinin Sünni olmadığını söylediğinde tarih Mart 1989’dur. Hollanda’da Alevilerin yaptığı basın açıklamalarına diş bileyenlerin öfkelerini Türkiye’ye aktarmış olduklarını düşünmemek için bir neden olabilir mi? TGRT muhabirinin sorularının satır aralarından sızan öfke sadece Aziz Nesin’in Şeytan Ayetleri’ni yayınlamasına değil, aynı zamanda yeniden ortaya çıkmaya başlayan Alevilere de ilişkindir. Aleviler 1989’da Salman Rüştü’nün yanında yer almış ve bedelini 1993 Sivas’ta ödemişlerdir. Sivas’tan Sonra... Her Mahalle Madımak, Her Gün Sivas Aradan 16 yıl geçmiştir, BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu, “Madımak’ın müze filan olması doğru şeyler değildir. Neyin mü-
Mayıs-Haziran 2010
zesini yapacağız? O zaman Türkiye’nin her köşesini müze yapmak lazım” (Radikal, 15.02.2009) derken Sivas’ın önemine işaret eder. Öyle ya, Türkiye’nin her mahallesi bir Madımaktır. İşte, aradan 17 yıl geçmiştir ve Sivas Valisi Ali Kolat 2 Temmuz’un Cuma gününe denk gelmesi nedeniyle Sivas Anmasına gelecek olanların can güvenliğini sağlayamayabileceklerini söyleyerek Alevilerden anlayışlı olmalarını ister. 1978’i, 1993’ü yaşamış bir kentin valisi 2010’da aynı “çoşkun hatırayı” yeniden yaşamamak için Sivas’a sahip çıkmak isteyenlere “gelmeyin” diye seslenmektedir. Zaten yıllardır “yaraları kaşımayın” telkinleriyle söylenen budur: Sivas’ı anmaya ne gerek vardır. Öyle ya, eğer Sivas’ı anacaksak her gün bir Sivas’tır. Aynı yıl Zaman gazetesi Sivas’ı şu şekilde hatırlatır okuyucularına: “2 Temmuz 1993’te gerçekleştirilen Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli’nde yangın çıkmış, aralarında otel görevlilerinin de bulunduğu 37 kişi ölmüştü” (02.07.2009). Çıkan yangının öznesi gizlidir. İşte bu nedenle Sivas’la yüzleşmek sebebi her ne olursa olsun Türkiye’nin her mahallesinde vahşi bir şiddete maruz kalanların acılarıyla yüzleşmektir. İşte bu nedenle Sivas’la yüzleşmek bu toprakların tarihine sinmiş şiddetin gizli özneleriyle yüzleşmektir. İşte bu nedenle Sivas’a sahip çıkmak Türkiye’de demokrasi mücadelesine sahip çıkmaktır. Sivas bu ülkenin vicdanıdır, hem öncesi hem de sonrasıyla... Aradan 17 yıl geçmiştir ve Sivas Valisi’ne ilk tepki gösteren kurumlardan biri olan İngiltere AKM ve Cemevi Başkanı İsrafil Erbil yönetime geldiklerinden bu yana kendilerine her türlü fırsatta zorluk çıkaran malum anlayışın temsilcileri tarafından Türkiye’deki Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri’nin üyesi olmakla itham edilir. Britanya mahkemelerine sunulan dava dilekçesinde hem PSAKD hem de Erbil solcu, Kürtçü ve dolayısıy-
SACAYAK la terörist olmakla suçlanır. Mahkeme suçlamaları dikkate almaz, Erbil yaptığı açıklamada suçlamalardan onur duyduğunu şu sözlerle belirtir: “Bize olan suçlamalar nedir? Bizi Pir Sultan Abdal Derneği üyesi ve kendilerine göre terörist olmakla suçluyorlar. Aleviler Ermeni çocuklarını korurken Ermeni oldular, Koçgiri ve Dersim’de Kürt oldular, 1960 ve 1970’lerde devrimci oldular. Nerede bir sıkıntı nerede bir zulum varsa, nerede bir hayınlık, nerede bir eşitsizlik varsa Aleviler hep orada oldular. Dolayısıyla biz Kürt ya da solcu olmakla ilgili suçlamalardan yalnızca onur duyarız.” “Yabancı değil”... Carina Cuanna Bu tarihsel konum sadece Alevilerin değil Alevilere yakın duranların da kaderidir. Sivas’ta 37 kişi hayatını kaybetmiştir. Bunlardan ikisi göstericilerdendir,(2) diğer ikisi ise otelde çalışan görevlilerdendir, biri ise Alevilik üzerine araştırma yapan Hollandalı gazeteci-öğrenci Carina Cuanna’dır. Anmalarda Sivas’ta ölenlerin sayısı genellikle 35 olarak belirtilir. Fakat, anılanların, Avrupa ve Türkiye’deki yüzlerce cemevinde resmi duvarlara asılı olanların sayısı ise 33’tür. Carina bu 33 kişiden biridir. Carina’nın Sivas’a yola çıkmadan Ankara’da konaklar. Yanında kaldığı aile tarafından çevreye “yabancı değil” diye tanıtılır. Carina, Alevilik üzerine araştırma yaptığı için yabancı değildir. Aleviliği araştırmak için gelmiş, mihman olmuştur. Kaderini Alevilerle keşistirmiş ve onlarla birlikte ateşte semaha durmuştur. O, Cumhuriyet tarihinde Türkiye’de araştırma yaparken hayatını kaybeden tek kişidir ve Alevilik üzerine araştırma yaparken yaşamını yitirmiştir. Dört köşesi devlet tarihi ve kurumlarıyla mamur Cumhuriyet Meydanı’nın kıyısındaki bir otelde devletin koruyamadığı Alevilerin yanında olduğu için 22 yaşında haya39
SACAYAK ta veda etmiştir. Türkiye’de güvenli kimlik kategorilerinin dışında kalan hayatları bilmenin ve bu hayatlara yakın durmanın bir bedeli vardır. Carina da bu bedeli ödediği için “bizdendir.” Bugün 2 Temmuz’u bir kez daha anarken üzerine düşünmemiz gereken bu ülkede güvenli kimlik kategorilerine sağlanan olanak ve hakların Cumhuriyetin tüm üvey çocukları için genişletilmesi olmalıdır. Bugün, 2 Temmuz’u bir kez daha anarken cemaatçi açılımlara karşı eşit yurttaşlık hakkı için taleplerimizi yükseltmeli ve Abidin Dino’ların Anadolu’nun kuytularına baktığında keşfettiği siyasaldan öte insansal kendiliğinden dayanışma ağlarını yeniden örmenin yolları üzerine düşünmeliyiz. Ancak o zaman biz de bu toprakların yabancısı olmayacağız.
NOTLAR: (1) Kelime Ata (2007) ve Sabır Güler’in (2008) Türkiye Birlik Partisi üzerine hazırladıkları siyasal monografilerin derinliğine karşın rejimin deri değiştirdiği 1960 açılımlarının Aleviler açısından henüz yeterince tartışılmadığını not etmek gerekir. Bu çerçeveden gerek Birlik Partisi gerekse de Ergenekon Davası süreçlerinin iyi değerlendirilmesi gerekir. Son yıllarda “Alevi Vali, Alevi General isteriz” diyerek parlamenter siyaseti tek çözüm olarak önerenlere kerametin Alevi olarak general ya da vali ve dahi bakan olmakta değil, Türkiye Demokrasi Mücadelesi’ne katkı sunmakta olduğunu hatırlatırız. (2) Olaylarda hayatını kaybeden iki göstericinin nasıl öldüğüne dair İslami duyarlılığa sahip muhafakazar basında Sivas’dan bu yana çeşitli spekülasyonlar yapılmaktadır. Sivas’ın sözü her açıldığında aba altından sopa göstererir gibi bildikleri, ama söylemedikleri bir şey olduğunu ima ederler. Bildikleri herkesin malumudur. Fakat hatırlatılması gereken Sivas’ın hayaleti karşısında kendine sığınak arayanların, insanlık konusunda Mavi Marmara feribotunda yaşananlara karşı kendini savunmaya çalışan İsrail ile aynı çizgide durduklarıdır.
40
Sayı 12
Carina Cuanna Thuijs Boyun eğmem asla sana Yaksan bile bedenimi Ben doğarım küllerimden Gücün varsa durdur beni Almora, Güneşin Ozanları
K AYNAKÇA: Akpınar, Turgut. (1988), “İlginç Bir Adet: Cinsel Konukseverlik”, Tarih ve Toplum. Sayı 54, Haziran. Ata, Kelime. (2007), Alevilerin İlk Siyasal Denemesi: (Türkiye) Birlik Partisi (19661980). Ankara: Kelime Yayınevi. Benekay, Yahya. (1967), Yaşayan Alevilik: Kızılbaşlar Arasında. İstanbul: Varlık. Dino, Abidin. (2001), Kızılbaş Günlerim. İstanbul: Sel Yayıncılık. Gülçiçek, Ali Duran. (2002), Kızılbaşlık Kavramının İçyüzü. AABF. Güler, Sabır. (2008), Aleviliğin Siyasal Örgütlenmesi: Modernleşme, Çözülme ve Türkiye Birlik Partisi. Ankara: Dipnot Yay. Koçak, Ahmet. (2003), Onlar Işık Oldular. İstanbul: Alev. Öz, Baki. (2005), Aleviliğe İftiralara Cevaplar. İstanbul: Can Yayınları. Sevgen, Nazmi. (2003), Zazalar ve Kızılbaşlar. Ankara: Kalan Yayınları Tankut, Hasan Reşit. (2000), Zazalar Üzerine Sosyolojik Tetkikler. Ankara: Kalan Yay. Türkali, Vedat. (2001), Komünist. Gendaş. White, George E. (1918), “Some NonConforming Turks” in Moslem World No. 3, July, pp 242 – 248. Yalman, Ali Rıza. (1977), Cenupta Türkmen Oymakları. Ankara: Kültür Bak.Yay..
Mayıs-Haziran 2010
B
İR YANINI NURHAK’a, bir yanını Gölbaşı’na yaslamış, iki dağın arasında kendi türküsünü söylüyordu Savran Köyü. Alt tarafından, sakin sakin akıp giden Göksu Çayı. Gün akşama dönüyordu yüzünü, biz Savran’a geldiğimizde. Geçtiğimiz yollardan anılarını bir bir topluyordu Divani Baba. Bizleri baharın coşkusuyla karşılayan yollar, bir keresinde Divani Babayı beyaz bir örtüyle karşılamış. Dize gelen karda saatlerce süren yolculuğunu anlatıyor, gözleri yeşil tepelere dalarken. Köye yaklaştığımız her dakikada, iyiden iyiye canlanıveriyor anılar ve susuyoruz hep birlikte. Ve işte Göksu Çayı! Selama durmuş yol üstünde. Dağlar üstümüze üstümüze gelmiyor. Yüceliğinin asaletiyle yerlere kadar eğilip selamlıyor sanki köye ayak basan herkesi. Mehmet Baba (Biçare) önde, ilerliyoruz yukarılara ve işte eskiden cem yapılan, taşlarla örülmüş o ruhani ev. Sanki yılların yorgunluğunu taşıyor duvarları. Belki de yalnızlığın verdiği bir yorgunluktur suskunluğunun nedeni. Evin dört bir yanının dolaşıp, İbrahim Babaya niyazlarımızı yollayıp ilerliyoruz. Savran’ın şimdiki babası Mehmet Baba’nın evindeyiz. Herkesin yüzünde tatlı bir tebessüm! Yılların hasretliğiyle sarılıyorlar Divani Baba’ya. Uzaktan gelen oğullarını karşılarcasına candan, özden kucaklıyorlar. Çay ocakta demlenirken, muhabbet de balkonda demleniyor Göksu Çayı’na nazır. Divani Baba’nın kurbanı vesilesiyle geldiğimiz Savran köyü, yaşlısıyla genciyle güler yüzle, tatlı dille karşılıyor bizleri. Sanki birkaç gün önce gitmişiz de yenice gelmişiz gibi, kaldığı yerden devam ediyor muhabbet. Urfa’sıyla, Nurhak’ıyla koca bir harman oluyor Savran köyü. Köklü bir dostluğun yeni filizler verdiğini görüyorduk. Dedelerden kalan selam, şimdi torunların eliyle bir kere daha getiriliyordu. Ataların ektiği tohuma bir
SACAYAK
Kurban Bahane Seher Yeli tas su daha dökülüyordu. Bir tek kurban, birleştiriyordu tüm selamları. Dedelerimizin geçtiği yoldan şimdi biz geçiyorduk. Tarifsiz bir heyecandı, mutluluktu. Sazıyla, sözüyle cemdekileri selamlarken Garip Kamil, insanlar çoktan can cana olmuştu bile. Yemeğin kokusu odaya dolmaya başlayınca anladık, karnımızın ne kadar acıktığını. Bulgur pilavının bereketli taneleri unutturdu yorgunluğumuzu. Hele o marullar! Belki de ömrümde yediğim en güzel maruldu. Taze yayılmış yayık ayranını da içtikten sonra, şimdi daha bir başkaydı odadaki insanlar. Ekmeği paylaşmanın verdiği güven, güzel bir ceme işaret ediyordu. Ki aynen de öyle oldu. Sazın teline vuran her mızrap, Barış’ın, Doğan Hoca’nın, Celal Abbas’ın diline tercüman oluyordu ve yavaş yavaş yıkanıyorduk hayatın tüm kirinden, pasından. Dolular boşalırken vakit de geceyi çoktan geçiyordu. İnsandık. Kendi adıma söyleyeyim, bunu hatırlıyordum sabahın kızıl şafağı sökerken. Bozulan araba, hiç kimsenin moralini bozamamıştı. Ahmet Baba tamiri sürdürürken, Hüseyin Baba muhabbete devam ediyordu, bizler her ne kadar titreyen dişlerimizi gülüşlerimize eşlik etsek de! İşte yine yola revan oluyorduk. Yolların dünkü heyecanı yerini derin bir sessizliğe gömerken, bizler arınmışlığımızın rahatlığıyla, ruhumuzdaki huzurla sabahı selamlıyorduk. Toplu terapi aldık, diyordu Divani Baba. Sanırım içimizdeki rahatlığın en güzel tarifiydi bu. Bahar ciğerlerimize doluyordu şimdi. Her şeyiyle beraber yeni bir gün doğuyordu üstümüze ve biz Nurhaklı canları uğurlayıp, kafamızı yastığa gömüyorduk, hayatın koşturmacasına katılacağımız anın gerçekliğindeki ezikliği düşünerek… 28 Mayıs 2010 41
SACAYAK
Sayı 12
Genç Aleviler Konuşuyor - Bölüm III Ahmet Koçak Alevi gençleri “partileşme süreci”ne nasıl bakıyor? Ayhan Arslan ABF Başkanı Ali Balkız ve PSAKD yöneticileri eski ÖDP genel başkanı Ufuk Uras ile yeni bir Alevi partisi kuracak dendi. Başına da Ufuk Uras getirilecekmiş. 8 Kasım Mitinginin de bu amaçla yapıldığı söylendi. Alevi Bektaşi Gençlik Platformu (AGEP) kurucularından Atilla Taş’la görüştüm. Kendisinin hem Ali Balkız’la hem de PSAKD ile diyalogu iyiydi. Bu sözlerin aslı var mı diye ona sordum. Atilla ağabeye böyle bir şey yok dedi. Oradaki çalışma Alevileri değil, sosyalistleri tek bir çatı altına toplamakmış. Ben karşıyım bir Alevi partisi kurulmasına. Başka bir isim altında bir Alevi partisinin kurulmasına da karşıyım. Hani, ismi Cumhuriyetçi Parti olur, ama der ki ben Alevi partisiyim. Ben buna da karşıyım. Yani bir nevi Barış Partisi. Ali Haydar Veziroğlu’nun kurduğu Barış Partisi de güzel başlamıştı. Bizim cemevinde bir amcamız vardı, Allah rahmet eylesin, vefat etti. BP’nin Bağcılar’da mitingi vardı. Küçüktüm, ama hatırlarım yine de, elinde Hz. Ali’nin resmiyle o mitinge giderdi. Aleviler gerçekten sahiplenmişti o partiyi. Ama Ali Haydar Veziroğlu çıktı “Barış Partisi bir Alevi partisi değildir” dedi. Bunu dediği an hiç bir şey yapamaz hale geldi. O güne kadar CHP’den başka bir partiye oy vermemiş babam bile Barış Partisi’ne oy vereceğim diyordu. Ne zaman Ali Haydar Veziroğlu bu açıklamayı yaptı, halkın desteği de bitti. Nasıl bir Türkiye İstiyoruz diye bir tartışma başlattılar, ama tartışma başka bir noktaya geldi. İnsanların aklına sol bir parti kuruluyor düşüncesinden çok Alevi partisi mi kuruluyor düşüncesini getirdi. Ben karşıyım Ayhan Arslan GERÇEKTEN 9 Kasım Ankara Mitingi, Alevilerin talepleri için büyük bir çalışmaydı. Ama 8 Kasım’da Kadıköy’de olan mitingi yargılarım. Ali Balkız’la birkaç defa da yan yana geldik konuştuk. 8 Kasım mitinginin düzenleyicisi, öncüsü olarak Ali Balkız gözüküyor. 8 Kasım Mitinginde Alevilerin istemlerinden çok bu partileşme üzerine konuşuluyordu. 8 Kasım’da sahneden konuşanlar, Ali Balkız dâhil olmak üzere, yeni oluşum üzerine konuşuyorlardı. Yani, 8 Kasım’da bir aldatma vardı. Biz orada Alevi mitingi yapmadık. Sanki biz oraya yeni bir partinin oluşumuna destek vermeye gitmişiz! Böyle bir şeye dönüştü. Konuşmalar bu yöndeydi. 42
bir Alevi partisi kurulmasına. Başka bir isim altında bir Alevi partisinin kurulmasına da karşıyım. Hani, ismi Cumhuriyetçi Parti olur, ama der ki ben Alevi partisiyim. Ben buna da karşıyım.
Mayıs-Haziran 2010
AKP ve MHP’ye tek milliyeti, tek düşünceyi, tek inancı savunan partiler diyoruz. Kurulacak Alevi partisi de tek düşünceye hizmet eden parti bir olmayacak mı?
SACAYAK
İnsanların anlamadığı şey de buydu: Ali Balkız, bu hükümetle, bu düşünceyle, bu anlayışla olmuyor dedi. Ardından ekledi: Böyle bir partinin olması gerekiyor! Yeni parti deyince, kendi evimde ablamla yaşadığım bir örnek var. Ablamlar da mitingdeydi. 8 Kasım’ın akşamı eve gidip yeni bir parti kurulacak, o parti de Alevi partisi olacak deyince, ablam “Olmaz öyle şey” dedi, “Öyle bir parti kurulursa ben hayatta oyumu vermem!” Niye vermezsin diye sordum. “Ne farklılığı kalır” dedi, “Biz Diyanet’in kaldırılmasını istiyoruz, ama kendi Diyanetimiz açılmış! Ona karşı gelmiyoruz! AKP ve MHP’ye tek milliyeti, tek düşünceyi, tek inancı savunan partiler diyoruz. Kurulacak Alevi partisi de bir tek düşünceye hizmet eden parti olmayacak mı?” Ablam bu karşılığı verdi. 69 kuşağında mücadele veren gençlerin çoğunluğu Alevi. Günümüzde sol siyaseti savunan gençlerin çoğunluğu gene Alevi. Oy kullanmayan insanımız yüzde otuz. On iki milyon kişi, bunların yüzde yetmişi-seksen beşi gene Alevi. Bizim çevremizde, içimizde bile oy kullanmayan arkadaşlarımız var. Sol düşünceye sahip olan oy kullanmayan arkadaşlarımız var. Tamam, parti kurulmasın diyoruz. Kurulu partiler var, en basiti CHP. Geçen dönem seçimlerde Bağcılar Belediye Meclisinin yedi üyelerinin beşi Aleviydi. 3. Bölgeden İstanbul Büyükşehir Belediyesine gönderilen dört meclis üyesinden üçü Aleviydi. CHP bunu yaptı. CHP’yi savunmak açısından demiyorum. Alevi gençler konuşuyor, ama bir şey yapmıyor. Oy kullanma zamanı oylarımız ya bölünüp gidiyor ya da oy kullanmıyoruz. Neden? Çünkü sol düşünceye sahibiz, bu düzene oy verilmez! CHP’nin 2002 seçimlerinde 138 milletvekili içinde 54 tanesi Aleviydi. Ben şunu diyordum; Bakın bir yere gelemiyoruz. Aleviliğin haklarını savunmak mı diyorsunuz? Tek başına bir Alevi hükümeti yaratamazsınız. Ama en azından Meclise ne kadar Alevi düşüncesine, kültürüne sahip insan sokabilirseniz o kadar temsil edilirsiniz. Oturuma çomak sokunca herkes konuşmak istiyor. O zaman Gani’den başlayalım. Gani Kılıç ALEVİLİĞİN bir bahçesi olduğundan, bunun içinde siyasetin olduğundan bahsediyoruz. Alevilik adına bir parti olmasına ben de karşıyım, ama Alevilerin oy verebileceği, isteklerine, fikirlerine uyacak bir partinin kurulmasında bir sakınca yok. Ama Alevi isminde değil tabi ki. Yıllardır Sünni arkadaşlarımız, bize CHP’lisiniz, Alevilerin oy verdiği parti CHP’dir der dururlardı. Doğru mudur bu? Evet, bu CHP’yi Alevi partisi yapar mı? Bize göre hayır, ama Alevilerin yüzde doksanının oy verdiği parti CHP’dir. 43
SACAYAK
Sayı 12
Haydar Karataş’ın Bu Güzel Romanını Gün Zileli Tanıtıyor
Gece Kelebeği Perperık-a Söe,
K
İM demişti roman çağının bittiğini, artık romanın öldüğünü, artık yüreğe dokunan o güzel romanları sadece özlemle anıp okuyacağımızı? Haydar Karataş’ın gelip elimize alçakgönüllükle bıraktığı, her satırıyla acı ve ironiyi birleştiren 255 sayfa neyse ki bu öngörüyü ya da saptamayı yalanlıyor. İnsan varlığının özsel karmaşıklığını tüm görkemiyle önümüze süren büyük bir romanla karşı karşıyayız. Yaşar Kemal ve Cengiz Aytmatov ayarında evrensel bir romanla karşı karşıyayız hem de. Bu iki büyük yazarda da gördüğümüz gibi, bir eserin yerelliği ne kadar canlıysa evrensel değeri de o kadar büyük oluyor, son dönemlerde yaygınlaşan ve yaygınlaştığı ölçüde benimsenen bir önyargının tersine. Dersim’de 1939 ve sonrasında olup bitenler, az çok duyduğumuz, bildiğimizi sandığımız şeylerdi. Haydar Karataş romanında, olabildiğince çığlıksız, olabildiğince nitelemesiz, neredeyse soğukkanlı diyebileceğimiz edebi bir anlatımla bunları aktarıyor. Oralardan yetişip de, ateşin düştüğü yerde yanıp da bunu böylesine “isyan”sız (ama içten yanan bir isyanla) anlatmak kolay iş değildir, büyük bir yazar metaneti ister. İşte Haydar Karataş bunun üstesinden gelmiş. İkincisi, bir de bu acıyı, edebiyatla ballandırmaktır romanın ve yazarın büyük başarısı. Gerçekten de “acıyı bal eylemek” böyle olurmuş meğer! Perperık’ın beni en çok şaşırtan ve etkileyen yönlerinden biri, roman kahramanlarının olağanüstü diyebileceğim şekilde, okuyucunun yanı başında ete kemiğe bürünmesidir. Üstelik bunu, esas olarak tasvirlerle değil, roman kahramanlarının o kendine özgü konuşma tarzlarıyla yapıvermek. Bunu ancak çok az sayıda usta yazar becerebilmiştir. Karataş, gerçeklikte Zazaca konuşan bu yöre insanlarının konuşmalarını Türkçeye aktarmakta büyük bir başarı göstermiştir. Hiçbir yabancılık duymuyorsunuz okurken. Kimse bu romandan sakın ola ki, bir yerel milliyetçilik tadı almaya kalkmasın. Ağzı acıyacaktır. Haydar Karataş’ın romanı, ulusdevlet milliyetçiliğine olduğu kadar yerel milliyetçiliğe de bir darbedir. Ulus-devlet milliyetçiliğine büyük bir darbedir bu roman, ama aynı zamanda yerel milliyetçiliğin önünde de büyük bir bent oluşturmaktadır. Çünkü yazar, halka güzelleme yapmak yerine onun iç çelişkilerini, tutarlılık ve tutarsızlıklarını bir arada ele almayı yeğlemiştir. Aynen halkın kendisi gibi. 44
Gece Kelebeği Perperık-a Söe
Haydar Karataş 255 Sayfa 17 TL Mayıs 2010, İstanbul ISBN 978-975-050-770-0
İletişim Yayınları 0212.516 22 60
Mayıs-Haziran 2010
SACAYAK
Cemaat, o kötü koşullarda bile kendini eleştirmesini bilir, aşiretlerin birbirini yemesini irdelemekten geri kalmaz, kahramanı Seyit Rıza’yı bile Sin köyünü basıp yaktığı için eleştirmekten geri kalmaz. Tüm roman boyunca bunu görürüz. Romanın en güçlü yanlarından biridir bu. Devletler, örgütler hiçbir zaman gerçek anlamda kendilerini eleştirmezler. Her zaman bir dış düşman yaratıp o dış düşmana karşı iç tesanüt talep ederler. Oysa halklar, cemaatler, en zor koşullar altında bile iğneyi de, çuvaldızı da önce kendilerine batırırlar. Doğru olan da budur zaten. Komünal yaşamın karşılığı olan doğa dininin tüm öğeleri anlatılır Perperık’da. Sıncık Dağı’nda Fecire Hatun’un taşlardan oluşan Kertlere yüz sürerek yalvarmalarını anlatan dağ sahnesi eşsizdir. Doğayla iç içe yaşayan bu insanlar, feodal ya da kapitalist uygarlıkların hiyerarşi anlayışından son derece uzaktırlar. Örneğin kadının yeri bambaşkadır bu yöre insanlarının yaşamında. Bir yandan öküz ya da at gibi bir “üretim aracı” olarak görülür ama bir yandan da kadına bir kutsiyet atfedilmiştir. Kadına el kalkmaz, kadın bir kavgada araya girmişse o kavga durur, kadının topluluk içindeki hakaretine bile karşılık verilmez. Bu cemaatin hiyerarşisi ile bildiğimiz toplumların hiyerarşisinin çok farklı olduğu anlaşılmaktadır. Gülüzar’ın, Bent köyüne doğru giderlerken topluluklarını şu şekilde sayması tipiktir: “Altı çocuk, iki kadın, bir de kolu olmayan Kolsuz Musa. İnek, üç keçi ve boynunda ipi koyunumuzla on dört kişiydik.” Bizim yaşadığımız uygar toplumda hayvanların “kişi” yerine konduğu nerede görülmüş. Anlatımlarda da görürüz bunu. Keçiler “kibar”dır, Kangal “insan donu”na girmiştir, at “nazik”tir. Gerçekten de insanı ağlatacak ölçüde büyük bir zulüm gören Dersim halkı da, Haydar Karataş da, düşmanlığın böylesine körüklenmesinden o kadar uzaktırlar ki. Tersine, Haydar Karataş, bir Fevzi Müdür’ü de olumlu ve olumsuz tüm insani özellikleriyle aktarmaktan geri kalmamış, ölüm korkusuyla titreyen jandarma askerini de merhametle anlatabilmiş, gerçek bir kahraman olan Çavdar Hüseyin’i tüm çelişkileriyle ve zalim yönleriyle birlikte objektif bir şekilde anlatmanın üstesinden gelebilmiştir. Romanı okurken insan acaba bu anlatımlarda Aleviliğin ya da doğa dinlerinin barışçı özelliklerinin, romanın sonlarına doğru anlatılan bir cem sahnesindeki felsefenin rolü var mı diye düşünmekten alamıyor kendini: “Kolsuz Musa söyledi, halla halla erenler, halla halla, dertler yok ola, düşmanlar dost ola…” (s. 219) Hepimize bir insanlık dersi bu… Anlayana. Gün Zileli, 10 Mayıs 2010 Radikal gazetesinde 21 Mayıs 2010 tarihinde yayınlanmış olan yazıdan kısaltılmıştır. Yazının tamamına Radikal internet sitesinden ulaşılabilir Haydar Karataş’ın internet sitesi: www.haydarkaratas.com 45
SACAYAK
Sayı 12
Madencinin Türküsü Nedim Kanoğlu 17 Mayıs’ta maden facialarına bir yenisi daha eklendi. Son altı ayda meydana gelen üçüncü maden kazasıdır bu. Şubat ayında Balıkesir’de özel bir madende meydana gelen göçükte 13 kişi yaşamını yitirirken, Aralık ayında Bursa’nın Mustafa Kemal ilçesindeki grizu patlaması, 19 kişinin ölümüyle sonuçlanmıştı. Başbakan çok rahatlıkla, “Bu kaderdir, takdir-i ilahidir” diyebilir, hiç şaşırmıyorum. Şaşırdığım halkımızın bu duruma nasıl seyirci kalabildiğidir. Ya da doğru soru: Nasıl seyredecek hale getiriliyor? Bunun yanıtı da belli: Uyuşturularak! Taşeronlaştırıyor: Umursamıyoruz! Özelleştiriyor: “Bana dokunmayan yılan…” diyoruz! Fark edene, eylem yapana, sokağa çıkanlara sinirleniyoruz. Canlara mal olan kazaları “kader” diye niteleyen zihniyete karşı duran bilinçli işçiler biliyor ki, bir iş kazası ölüm veya yaralanma ile sonuçlanmışsa, olayda kusuru bulunan kişiler cezai açıdan sorumludurlar ve haklarında cezai yaptırımlar uygulanır. Sorumlu işveren ya da vekilinin yasa, tüzük, yönetmelik ve diğer hukuksal düzenlemelerde belirtilen iş güvenliği kurallarına, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranışları kusur sayılmaktadır. Ceza hukuku iş kazalarıyla ilgili suçları “taksirli suçlar” olarak adlandırır. 1 Nisan 2005’te yürürlüğe giren yeni Ceza Kanununda ayrıca “bilinçli taksir” kavramı tanımlanmıştır. Taksirli suçlarda hükmolunan hapis cezasının, para cezasına çevrilebileceği, ancak bu hükmün bilinçli taksir halinde uygulanmayacağı belirtilmiştir. Yaşadığımız maden kazalarında bilinçli taksir suçu vardır. Üretim sırasında iş güvenliği önlemleri alması gerekirken, almayan; bunu zahmet, masraf olarak gören, işçinin yaşama hakkını yok sayan anlayış bilinçli taksirdir. Türkiye’de kömür madenciliği işçi başına düşen kaza ve ölüm sıralamasında başta geliyor. 2008 yılında 43, 2009 yılının ilk on ayında 54 maden işçisi hayatını kaybetti. Bu sonuçların nedeni işçi sağlığı ve iş güvenliği denetimlerinin ve eğitimlerinin özelleştirilmesi, devlet denetiminin fiilen kaldırılması, iş güvenliği eğitimini artık patronların vermesi ve kendi kendini denetlemesidir. Son faciadan sonra İTÜ İnşaat Fakültesi öğretim üyesi Emre Gürcanlı’nın taşeronlaşmanın sonuç ve sakıncaları soranlara verdiği yanıt gerçeğin özetidir: “Özelleştirme ölümdür!” Kapitalizm artı değere ve kana doymuyor. Maden işçisi ya da tersane işçisi fark etmez, artı değeri artırmaya yarıyorsa kan içmeye hazırdır. Burada Zonguldak maden işçilerinin 1990 yılındaki grevi ve büyük yürüyüşüne değinmeden geçemeyiz. O yıl Türk-İş’e bağlı sendikalar kamu kesimindeki toplu iş sözleşmelerini işçilere rağmen imzalamıştı. İşçiler, sarı sendikacılık zincirini kıramadığı için bir kez daha ihanete uğramış, kölelik ücretine mahkûm edilmişti. 46
Mayıs-Haziran 2010
SACAYAK
Bir yandan da kamu açıklarını kapatmak için Kamu İktisadi Teşekküllerini, yani kömür madenlerini özelleştirmeye başlıyordu. Bu ortamda Genel Maden-İş, işçilerin baskısı sonucu grev kararı aldı. Talepleri yalnızca ücret değildi. Madenlerin kapatılmasına izin vermeyeceklerini söylediler. Zonguldak’a giriş çıkış yolları tutulmuş, kent polis ablukasındaydı. Madencilerin, “Çankaya şaşırma, öfkemizi taşırma” ve “İşçiyiz haklıyız, kazanacağız!” haykırışları halkı birikmiş öfkesini temsil ediyordu. Bir yanda Zonguldak’ta her gün eş ve çocuklarıyla sokaklara dökülen 90 bin işçi, diğer yanda Körfez savaşı ve savaş zamlarına karşı büyüyen öfke, toplu sözleşmeleri satılan on binlerce işçinin tepkisi Türk-İş’e Genel Grev kararı aldırmıştı. Memurlar, esnaf ve halk madencilerin eylemini desteklemekteydi, sanatın ve sanatçıların büyük gücü de emekçilerin yanındaydı. Grev birinci ayını doldurmuştu. Toplu sözleşmeleri tıkanan maden işçileri “Onlar vermiyorsa biz almaya gideriz!”, “Bekle bizi Ankara!” sloganları ile Ankara’ya yürümek için hazırlığa başladılar. Sendikanın tuttuğu bine yakın otobüs şehre alınmadı, ama bu madencileri caydırmadı. Tersine daha da öfkelendirdi. Otobüsler engellenmişse, araçsız yürünecekti Ankara’ya. Yollar karlıydı. Herkesin elinde sadece azık torbaları vardı. Ancak dönmemekte kesin kararlıydılar. “Gemileri yaktık, geri dönüş yok!”, “Ankara Ankara duy sesimizi, bu gelen madencinin ayak sesleri!” sloganları her yeri inletiyordu. Ancak geri dönüşün önüne geçilemedi. Sendikacılar, öfkeli ve kızgın madencileri yorma, yatıştırma ve mücadeleden geri çevirme yöntemlerini iyi biliyordu. Hükümet, Körfez Savaşı’nı bahane ederek “milli güvenlik” gerekçesiyle tüm grevleri erteledi. 6 Şubat’ta, Genel Maden İş Sendikası greve çıktıklarında reddettikleri ücretten daha azına imza attı. Zonguldak madencilerinin direnişi, sendika ağalarının egemenliği kıramadı. Yığınsal eylemin tek başına yetmediğini, sonucun uzlaşma olabileceği gerçeğini gösterdi. Ama Türkiye işçi sınıfı tarihinde kararlı ve direngen bir işçi hareketi olarak şerefli yerini aldı. Atılması gereken ilk adımının sendika içi demokrasi temelinde sendikal birlik ve militan yığınsal eyleme hazırlık olduğunu gösterdi. Aynen geçtiğimiz aylarda yaşadığımız Tekel direnişinde olduğu gibi…
SACAYAK Derginize Abone Olun
Türkiye TL 40 – Avrupa Birliği € 50 – İngiltere £ 40 Abone olmak için abone bedelini postaneya yatırın: Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd. Şti. Posta Çeki Hesabı (No 1629127) Ayrıntılı posta adresinizi, cep telefonunuzu ve e-postanızı okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte bize fakslayın: +90.(0)212.519 56 35
47
SACAYAK Hacı Bektaş’ın Pir’i Ahmet Yesevi midir? İsmail Kaygusuz
T
ÜRK-İSLAM SENTEZCİ Namık Kemal Zeybek Radikal’deki köşesinde Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emre üzerine eski iddialarını yineledi. İlk yazısında “Hacı Bektaş Veli’yi Pir’inden, Hoca Ahmet Yesevi’den koparmak isteyenler” var diyor. Ben, Hacı Bektaş’ın Ahmet Yesevi ile ilgisi olmadığını ileri sürenlerdenim. Adına Bir Post Yoktur Zeybek’in dediğince, “Hoca Ahmet Yesevi’nin, Hacı Bektaş’ın Pir’i olduğu gün gibi aşikâr bir gerçek” değildir. “Hacı Bektaş’ın izinden gidenlerin yüzlerce yıldan beri bilip durdukları, söyleyip geldikleri bir gerçek” hiç değildir. Öyle olsaydı, Alevi-Bektaşi gülbanklarında, tercemanlarında, erkânlarında adı geçen erler-evliyalarla birlikte Ahmet Yesevi’nin de adı anılırdı. Yesevi, Hünkâr’ın piriyse, neden Alevi-Bektaşi cem törenlerinde Ahmet Yesevi’yi temsil eden bir post veya hizmet yoktur? Alıntı yaptığı Hacı Bektaş Menakıbnamesi (Velâyetname) 1480’li yıllarda kaleme alınmış, Osmanlı padişahlarından II. Bayezid’in siyasetinin ürünüdür. Velâyetname’den 130 yıl önce yazılmış Mevlevi Ahmet Eflaki Dede’nin Ariflerin Menkıbeleri’nde, Hacı Bektaş’ın Baba Resul’un (Baba İlyas) halifesi olduğu yazılıdır. 1350’lerde, Elvan Çelebi’nin yazdığı Baba İlyas Menakıbnamesi’nde Hacı Bektaş adı övgülerle üç kez geçmektedir. Neden bu yapıtlarda Yesevi’den söz edilmemektedir? Kişi övülürken veya yerilirken, onu yetiştiren de zikredilerek bunlardan payını alır. Baba İlyas’ın torununun oğlu olan, Makalat’ı okumuş Elvan Çelebi bunu nasıl bilmez?
Sayı 12, Mayıs-Haziran 2010
Hacı Bektaş Veli’nin kabul edilen doğum tarihinden (1209) kırk yıl önce ölmüş bulunan Hoca Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş’a nasıl nasip verir? Nasıl “Rum Erenleri’ne baş olarak” gönderir? Nasıl Türk-İslam Sentezine uygun “Anadolu’luyu Türkleştirmek, İslamlaştırmak ve Türkçeyi yaymak” görevi yükler? Çünkü bu gerçek değildir, sonradan yakıştırılmıştır. Zeybek’in Mantıksız Kanıtları Zeybek’e göre Yesevi 126 yıl yaşamıştır. Yesevi, Peygamberin göçtüğü 63 yaşına gelince, ondan daha uzun süre yaşamak istemeyip, yeraltında çilehaneye çekilmiş ve yeryüzünde yaşadığı kadar da yeraltında çilede kalmıştır. Bir daha gün ışığı görmeden 63 yıl da orada yaşamıştır Ama nedense Mütevelli Heyeti Başkanlığı yaptığı Türkistan’daki Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesinin resmi internet sitesi, “Ahmet Yesevi’nin hayatı menkıbelere dayanmakta ve 1166’da 73 yaşında öldüğü tahmin edilmektedir” der. Bu Yesevi dervişlerinin Pir’leri hakkında anlattığı bir menkıbedir. Rus araştırmacılarının Hikmetler’de de geçen bu söylenceyi yayınlamış olmalarını bilimsel bir açıklamaymış gibi değerlendirilerek, Yesevi 126 yıl ömür sürmüş gösteriliyor: 63 yıl yer yüzünde, 63 yıl da yer altında... Bu mudur bilimsel anlayış? Zeybek’e göre Hacı Bektaş Yesevi’nin yeraltına girişinin 43. yılında doğuyor ve 120 yaşın üzerindeyken buluşuyorlar. Peki, bu kadar önemli bir olay hakkında neden Velayetname’de bilgi yok? 17. yüzyıl Yesevi tarikatı propagandası bugün Türk-İslam Sentezici milliyetçiliğin, Aleviliğin Türk İslamlığı, Türklüğün dinsel inancı olduğu görüşünü yayarak, Aleviliği etnisiteye indirgenme çabasına dönüşmüştür. Bu, Alevilik inancının evrenselliğine vurulan bir darbedir.
Bu yazının tümünü okumak için yazarın internet sitesine bakınız: www.ismailkayguzsuz.com