Sacayak_Sayi_04_Renkli

Page 1

SACAYAK

Sayı 4, Temmuz 2009

sacayak

BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

AKARSULAR’a BU SAYIDA:

Uyku sersemler gece, kâbuslara gün doğar, Fesleğen kokusunu kara toprağa sağar, Gökyüzünden sevdalar çiğle umuda yağar, Pir Sultan’lar üstüne aydınlık düşler yığar.

2 Temmuz 2009 Dosyası Unutmadık, Unutmayacağız, Unutturmayacağız - Remzi Aydın

Sürmeli gözleriyle hüzün kokar Menekşe, Can bedenden uçmadan umut bitmez, can dişte, Yeşim ciğer paresi, sevenler yalvarışta, Bezirci’min ışığı kara geceyi boğar.

Katliam Sayıklaması - Hasan Harmancı Söze Ne Hacet Var - Turan Eser Alevi Çalıştayı Dosyası

Bir acayip uğultu coşkuya çöreklenir, Ateşte semah dönen turnalar yüreklenir, Umut, çare birlenir, bahane ıraklanır, Yasemin’im kuruma, coşkun evrene sığar.

Ahmet Koçak - Devlet Benim Cemevimi Tanımasa Ne Olur Söyleşiler: İsmail Kaygusuz - Asimilasyon Tuzağına Düşmeyelim Dertli Divani - Oyuna Gelmemek İçin 9 Kasım’ın Ardında Dur

Muhibe’m, Akarsu’yum çağladı gümbür gümbür, “Kula kul olma” dedi, “bilim aydınlık yoldur”, Ey yobaz bizi değil, önce nefsini öldür! Karababa’m ışık ol, kör yüreklerde ağar.

Ali Murat İrat - İşe Kendimizden Başlayalım Aykan Erdemir - Siyasi Reform ve Statüko Ayhan Yalçınkaya - Alimin Hayırlısı Padişaha Uzak Olur Hasan Harmancı - Başlayan Çözüm Değil Yeniden Yargılama

Nesim Baba çareler istemezdi balından, Halkı için geçmişti çoktan kendi halından, Bin güvercin büyüdü, uçtu gönül dalından Mazlum’a aşk niyaz et, kara yasına çağır!

Esat Korkmaz - Çalıştay Kendi Sonucundan Utanacaktır Fevzi Gümüş - PSAKD Basın Açıklaması’ndan Esen Uslu - 2 Temmuz’un Gösterdikleri Ali Rıza Çelik - Gaziantep AKD - Bakalım Yarın Neyi Yasaklayacaklar

Bu acı yüreklerde sızılar da sızılar, Yobaz cehennem oldu, yandı emlik kuzular, “Allah için öldürdük!” bile dedi bazılar, Can Koray’ım inanma, Hak sana nasıl kıyar?

Rıza Yürükoğlu - Hacı Bektaş Veli’nin Gösterdiği Temel Yön ve Kapitalizm Şerafettin Halis - Araştırma Önergesi: Alevilik Bir Demokrasi Sorunudur İsmail Kaygusuz - Ummû’l Kitab’da Muhammed’in Mirâcı, Ali’nin Zülfikar’ı

Cehaletin gözü kör, paslı yüreği sağır, Canlar Od’a yanarken gafil ciğeri soğur, Can özün dara çeker, karanlık candan ağır, Bütün Sulari’leri felek kendinden sayar.

Öznur Tanal 7 Temmuz 2009, Antalya

ISSN 1308-7967

Bu ne İslamiyet’tir, ne sığar insanlığa, Allah vergisi, her kul yaraşmaz ozanlığa, Hasret, Yasemin, Serpil yol vermez karanlığa Akarsu’lara rahmet, softaya lanet yağar.

Metin Aktaş - Daye Mı Name Armud’i Hovirakerdo! Nedim Kanoğlu - Bir Şey Yapmalı

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Genel Ajans B.D.O. Ltd. Şti. adına Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Sultanahmet, Divanyolu Cad. No: 54, Erçevik İşhanı 102, Eminönü - İstanbul Tel/Faks:+90.(0)212.519 56 35 E-posta: sacayak@yahoo.com.tr Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sok. No: 24, Nurtepe, Kağıthane, İstanbul - Tel: 0212.321 23 00 Baskı türü: Yerel - Süreli

Aylık Dergi / Fiyatı: 3 TL / £ / €

4

Temmuz 2009 / Sayı:


Pandora Yapı ve Endüstrileri San. Tic. Ltd. Şti. Cumhuriyet Mah., Atatürk Bulvarı Efor İş Merkezi, No: 8, Kat: 4, Daire: 37 Beylikdüzü, İstanbul

Pandora Yapı ve Endüstrileri San. Tic. Ltd. Şti. Cumhuriyet Mah., Atatürk Bulvarı Efor İş Merkezi, No: 8, Kat: 4, Daire: 37 Beylikdüzü, İstanbul Tel: 0212.871 45 47 - 48 Faks: 0212.871 45 49 Gsm: 0533.655 41 88 www.pandorayapi.net sahinbalkaya@pandorayapi.net

Tel: 0212.871 45 47 - 48 Faks: 0212.871 45 49 Gsm: 0533.655 41 88 www.pandorayapi.net sahinbalkaya@pandorayapi.net


Temmuz 2009

2 Temmuz 2009 Sivas

SACAYAK

Sivas Katliamının 16. Yıldönümünde Sivas’ta

Unutmadık, Unutmayacağız, Unutturmayacağız Remzi Aydın

S

Kortejde gençler vardı ve ben bir tarafımı onların arasında bırakmıştım, ateşliydiler Sivas gibi, öfkeliydiler Yıldız Dağı gibi, oysa biz olgunlaşanlar Yıldız Suyu gibi çağlamaktan bile acizdik.

abahın fecrinde toplanmıştık, insanların yüzünde uykusuzluk garip bir mahmurluk olmasına rağmen yinede bedenlerindeki heyecan satır satır okunuyordu. Son anda otobüse yetişenler nefes nefese kalmış ama yine de gözlerinde yetişmenin mutluluğu vardı. Refahiye’de ki Dumanlı dağları yine sisler içindeydi, çam ormanları beyaz bir tülün altına gizlenmiş, sessizden ağlamaktaydı. Sakaltutan’a geldiğimizde mavi gevenler henüz gülümsememişti, sarıçiçekler taç yapraklarını; İmadeddin Nesimi’nin sararmış teni gibi kendi kokusunun özüne bırakmıştı ki güneş arkamızdan yetişmeye çalıştı. Kızıldağda karlar erimiş, gözyaşları ince dereler halinde kendi mecrasına doğru akıyordu. Ben mecrama akarken usul usul, gözyaşları ile yarıştığımın farkında bile değildim. Bu seferki ayrılış bir başka koydu yüreğime, bir başka acıdı canım. Oysa ulaşmaya çalıştığım mevzi beni üç yıldır yakan bir cehennemdi. Cehennemdi dedim çünkü üç yıldır Madımak vahşeti ile ilgili bir roman için çalışıyordum ve nihayet o roman iki gün önce yayınlanmıştı. Sivas’a geldiğimizde KESK’in binasında bir süre dinlendik, sağ olsun arkadaşlar ellerinden geldiğince sıcak duygularla bizi karşıladılar. Onlarca insan aynı kazanın içinde birleşmiş tek tadı yaratmanın ayrıcalığını yaşamıştık. Hazırlanan kahvaltılar ve taze çayın sonunda caddeye inerek korteji oluşturduk. Evet, insanlar sıcaktı ama Sivas ve sıcaklık yine de beni ürkütüyordu. KESK’in önünden Alibaba mahallesine doğru yürüyüş başladı, arka kortejde gençler vardı ve ben bir tarafımı onların arasında bırakmıştım, ateşliydiler Sivas gibi, öfkeliydiler Yıldız Dağı gibi, oysa biz olgunlaşanlar Yıldız Suyu gibi çağlamaktan bile acizdik. 1


SACAYAK

Sayı 4

Her yönden gelen gruplar birleştiğinde bir başka çağladı Yıldız Suyu, bir başka esti söğüt yapraklarının arasından rüzgâr, tanrının eli gibi dokunup gidiverdi. On binler; slogan atarak, alkışlayarak ilerlerken Sivaslılar bir kez daha tül perdelerinin ardına saklandılar. Belki utanmaktan, belki korkmaktan, belki de küfreden yüzlerini, görmek istemediğimizi düşündüklerinden. Herkes kendi payına düşeni yüreğine hapsetmiştir illaki. Susmak, saklanmak, yok saymak Sivaslıların payına düşmüştü. En önde katliamda ölen canlarımızın yakınları, kendine onları yakın hissedenler vardı. Carina’nın fotoğrafı pos bıyıklı kasketli bir yaşlının elindeydi. Kutsal bir kitabı tutar gibi tutmuştu Carina’nın fotoğrafını ve diğer elinde sesli kuranı tutuyordu Pir Sultan gibi. Ölmedik, ölmeyeceğiz diye haykırırken kaç damlayı bıraktı istemeyerek Sivas’ın petrol kokan yollarına bilemiyorum. Adamın yanına yaklaşarak; “Neyiniz oluyor?” diye sordum. Ağlayan gözlerle bir yüzüme bir Carina’nın fotoğrafına baktı ve “Kızım oluyor” dedikten sonra tüm fotoğraflara şöyle bir baktıktan sonra; “Hepsi” diyebildi. Başımı çevirip kalabalığın arasına daldığımda o adamdan iki damla gözyaşı almıştım, onlar da yanaklarımdan akıp gitmişti. Hasret Güntekin’in eşinin yanına uğradım, selamlaştık. Kısa bir sohbet ve ondan aldığım hüznü akıtamadan yüreğime, Asuman’ın annesinin feryadı kulağımın dibinden kurşun gibi geçti; “Ne kardeşliği, benim çocuğumu yakan kişiyle ben nasıl kardeş olurum!” Evet, çocuğunuzu yakan kişiyle kardeşlik nasıl kurulur ben de bilemiyorum. Henüz bu sorunun yanıtını bulabilmiş değilim. Bekli de soru yanlıştır ya da cevabı bulunmadan bu soru sorulmamalıydı. Madımak, ciğerimizin yandığı yer, oraya geldiğimizde bir sessizlik, başlar yavaşça yukarıya doğru kalktı ve o alev topu binanın pencerelerinde birilerini aradı. Başlar yukarı kalktıkça gözyaşları aşağıya doğru akıp gitti. Pencerelerin camları sağlam, ama yinede dışarıya çığlıklar haykırarak çıkıyordu. Gökyüzü maviydi ama yine de kızıl alevler mavilikleri yalarken petrolün o iğrenç kokusu şehrin üzerine bir kez daha yorgan gibi serilmişti. Binlerce ağzından salya akan köpek, bir kez daha “huşu içinde Allahuekber” feryatları atıyordu. Sakallı, cüppeli yaşlılar alkışlayarak gençlerin sırtlarını sıvazlarken; “gazanız mübarek olsun” diyorlardı. Temel Karamollaoğlunun o iğrenç sesini duyar gibi oldum. “Ben emniyetten değilim sizin Müslüman kardeşinizim” ve arkasından Tansu Çiller’in o iğrenç sesi yankılandı “Şükürler olsun ki halkımızın burnu dahi kanamadı.” Ve bir ses arkalarından soluk soluğa koşarken durun ben de yetiştim dedikten sonra, “Halkımızla polisimiz karşı karşıya gelmemiştir” derken Cumhurbaşkanı edasıyla kibirlenmişti. 2


Temmuz 2009

Satılmışları gördüm, yolunu, erkânını, kültürünü, halkını, çocuklarını dünyalıklara satanları gördüm. Yakanların temsil edildiği partilerin elindeki kemiğin peşinden kuyruğunu sallayarak gidenler gördüm ve bu simsarlar inanç pazarlıyordu, bu çakallar halklarını pazarlıyordu.

SACAYAK

Sonra satılmışları gördüm, yolunu, erkânını, kültürünü, halkını, çocuklarını dünyalıklara satanları gördüm. Tansu Çiller’le pazarlık yapıyordu, yakanları savunan Adalet Bakanı olan Şevket Kazan’ın partisine sevecen gözükmeye çalışıyordu. Yakanların temsil edildiği partilerin elindeki kemiğin peşinden kuyruğunu sallayarak gidenler gördüm ve bu simsarlar inanç pazarlıyordu, bu çakallar halklarını pazarlıyordu. Neyse ki sadece hayallerimde oradaydılar, o insanları kirletebilecek kadar yakınlaşmamışlardı Madımak Anma Törenlerine. Lütfü Kaleli yine Aziz Nesin’i kucağına alarak en üst pencerelerden birinden itfaiyenin yangın merdivenine bindirmeye çalışıyordu. Aziz, yorgun düşen bedeni, hastalanan inancıyla ağır aksak aşağıya inerken nefes alamamanın zorluğunu bir kez daha yaşadı. Aşağıda yumruklanan Aziz’i gören Lütfü Kaleli bir kez daha isyan etti “İmdat” diyerek. Camlar parçalanarak insanların üzerine kristal parçaları gibi akıverdi, zemheri de Kızıldağ’daki boran gibi üşüdük 2 Temmuzun sıcağında, alevinde. Belki atmış bin kişi vardı, belki de biraz az biraz çok. Fakat dikkatimi çeken şey insanların direnci ve mücadeleci ruhlarının bir yılda daha da törpülenmiş olmasıydı. Kaygı vardı, ses tonları perdenin altında, yüzlerdeki kırışıklıklarda en yüksek tonda acı vardı. Ne oluyor diye soramadan edemedim. Sahi benim halkıma ne oluyor, gün be gün inançlarını yitirten nedir? Onları pazarlamaya çalışan içimizdeki “yol düşkünleri mi” yoksa medyanın, bir zehir gibi saniye saniye enjekte ettiği kötümserlik ve kargaşanın izdüşümü mü? Medya demişken, TV’de bir profesör konuşuyor ve ben aydınım dedikten sonra şunu söylüyor. Acaba Madımak’ı kütüphanemi yapmalıyız, unutmak mı daha yararlı unutmamak mı tartışmalıyız. Yerimde otururken içimden; “Unutmadık, Unutmayacağız, Unutturmayacağız” deyiverdim. Yüzlerce katliamı unuttukta ne oldu, sonu geldi mi? Her on yılda bir yeni katliamlar yaşamadı mı bu halk? Öyleyse unutmanın yarar değil, zarar getirdiğini ne zaman unutacağız. Bu arada aklıma bir şey daha geldi, Dersim 38’i yaşlılara sorduğumuzda neden inkâr edip gerçeği anlatmadıkları takıldı. Bu kadar mı korkmuştuk yoksa onlara da mı birileri unutun demişti? Ali Balkız’ın onurlu duruşu Fevzi Gümüş’ün olgun tavırları bir kez daha gözümün önünden geçti. Hep bir ağızdan tüm şehitlerimize “burada” dedikten sonra yapılan konuşmaları dinlemek için bir köşeye çekildim. Derken bir dost gözüktü gözüme, güneş gibi parlayan, bembeyaz uzamış saçı ve sakalına rağmen delikanlı yapısıyla sıcacık duygular yayan şemsi gördüm. Esat Korkmaz’la yaptığımız sohbet Sivas’ın yanan alevini bir süreliğine unutturdu, ama yüzümü ve kulaklarımı oradaki insanlara çevirdiğimde akan gözyaşlarını kendi yanağımda kendi yüreğimde hissettim yine. Bir afiş vardı, “Devletin Alevisi Olmayacağız” ve hemen yanında kırmızı yazılan “Unutmadık, Unutmayacağız” oysa ben onları okurken kendini unutmuştum...  3


Sayı 4

2 Temmuz 2009, Ankara

SACAYAK

2 Temmuz Katliamı’nın Yarattığı Travmanın Çözümü

Katliam Sayıklaması Hasan Harmancı

S

ivas’ta 93’te yapılan etkinliklerin ilk günü tüm katılanların sevinç ve coşkuları arasında sürer. Herkes o günün nasıl da güzel başladığını anlatır. Ya ikinci gün! O 2 Temmuz gününü nasıl anlatıyorlar? Birden bire öğlen saatlerini yüzümüze vura vura hatırlatan güneşin yükselmesi ve öte yanda camilerin etrafında biriken kalabalıkların haykırışları. Bu haykırışların çoğaldıkça şiddete dönen yüzü, gün soluncaya kadar direniyor. Bu gerçek bir direnmedir. Ölümü çoğaltma direnişidir. Bir toplu kıyıma giden direniş! İnsana olan umudun gittikçe tükendiği bir direniş! Kurban ve ateşin birleşmeye, çoğalmaya, öç almaya nefes alıp verdiği bir direniş… 2 Temmuz gününe doğru hazırlanırken içimizdeki çatışma, karamsarlık ve vicdanlara su serpilmesi beklentisi 16 yıla rağmen hala sürüyor. 2 Temmuz Katliam yangınının içimizde yarattığı travmanın çözümüne yönelik çözümler arıyor veya öneriyoruz. Bununla ilgili öne çıkardığımız ve insanlık tarihi için önemli bir belge ve bellek işlevi göreceğine inandığımız ‘Katliam Oteli Madımak’ın’ müze olmasıdır. Bunun için de örnek olarak Solingen’de yaşanan katliam sonrasında, katliamın yaşandığı yere yapıldığını bildiğimiz “Katliam Anıtı”dır. Orada bir küçük anıt, “kütük” dikilerek katledilenlerin adları bu kütüğe işlenmiştir. Yakılan evin olduğu yerin çevresi telle örülerek, katledilen insanların anısına, sayıları kadar ağaç dikilmiş. İnsanlığa küçük de olsa bir özür sembolüdür bu davranış. Bu bile önemlidir. Çok şeyi anlatmaktadır. Öncelikle orada insanlık adına birer ağaç yeşermektedir. Ancak, ülkemizde katliam yerinde evrensel insanlık değerlerine uymayan, hoşgörü yerine yok saymayı ve katliamı onaylayan bir umursamazlık ve vicdanlarımızın sızlamasının sürdürülmesi söz konusudur… 4

2 Temmuz Katliam yangınının içimizde yarattığı travmanın çözümüne yönelik öne çıkardığımız ‘Katliam Oteli Madımak’ın’ müze olmasıdır. Bunun için örnek de Solingen’de yaşanan katliam sonrasında, katliamın yaşandığı yere yapıldığını bildiğimiz “Katliam Anıtı”dır.


Temmuz 2009

Maraş Katliamı’nın mahkemesi yapılmadı neredeyse. Güçlükonak Katliamı kapatılıp gitti ayrıntılarıyla. Sivas Katliamı’nın yargılaması ise sanıkların hâlâ dışarıda cirit atmasıyla meşhurlaştı. Başka birçok bireysel katliam ise ortada duruyor.

SACAYAK

Solingen Katliamı’nın Almanya için belki yaşadığı diğer faşist katliamlar yanında, o kadar yeri yoktur. Ancak hukuksal ve vicdani açıdan sonuçlanmış bir katliam ve davadır. Her coğrafyanın tarihini kendi içinde okuduğumuzda yakın çağ açısından 1978’de yaşanan Maraş Katliamı’yla birlikte –öncesini unutmadan, sorgulamadan– bu ülkede hukuksal karşılığını ve katliamı yapanların yeterince cezalandırılmadığı iki katliam daha vardır. Bunlardan biri 1996 yılında gerçekleşen Güçlükonak Katliamıdır, öteki ise Sivas Katliamı’dır. Bu katliamların karşılığı olan aklanma, hukuki çözüm ve yargılamanın adil yapılması gibi önemli noktalar es geçilmiştir. Maraş Katliamı’nın mahkemesi yapılmadı neredeyse. Güçlükonak Katliamı kapatılıp gitti ayrıntılarıyla. Sivas Katliamı’nın yargılaması ise sanıkların hâlâ dışarıda cirit atmasıyla meşhurlaştı. Başka birçok bireysel katliam ise ortada duruyor. Türkiye böyle bir ülke! Böyle bir ülke olmaya devam ediyor. Seçim süreci ile aklanılmamış, vicdanları yaralayan Sivas Katliamı etkinlik olarak üst üste oturan bir tarihe denk geliyor. Böylesi bir üst üstelikte başka sorunlar olsa siyaseten tartışılır veya gündeme getirilir. Tüm partiler ne yapabileceklerinin sınırını olur olmaz zorlarlar ama bu noktada sessizliklerini koruyorlar. Toplumun kanayan yanları yerine, defterlerinin beyaz sayfalarını ötekileştirme, yok sayma veya kullanma üzerinden hesaplarla devam ettiriyorlar. Katliamı doğru bulanlar, destekleyenler ve sessiz kalarak kendisinin yanmamasına sadece şükredenler ise ayrı bir noktadalar. Onlar hiçbir zaman –sıra kendilerine gelse bile– seslerini çıkarmayacaklardır. Onların beklentisi insanın insanca yaşaması, ötekileşmeden yaşamasının sorunlarının çözümü değildir. Türkiye’nin geldiği bir nokta yok, böyle olunca. Kimisi karşı olmak için müze olmasa da uzun süre yaşayacak ağaçlar dikmekte ve kütüklere isimleri kazımaktadır. Ancak susmaktır bu ülkenin varlığı: Susturmaktır bir de. Bir katliam değil binlerce katliam karşılığında susan bir toplumu sadece belleğinin, bilincinin unutmak üzerine kurulduğunu söylemek mümkün değildir. Bu toplum kendisini var eden değerlere ne saygı duyuyor ne de kendisine de gerekeceği iddiasında bulunuyor. Bu toplum yaşamının böyle kuralsız ve biçimsel olarak sürmesine taraftardır. “Varlığım” katliamlara armağandır diyor. Unutmaya alıştığı şey katliamına armağan sunmaktır. Katliamları geleceğe miras bırakmaktır. Ne mutlu bu topluma ki bırakacağı bir şey var, bu katliam da olsa… Suç ve gelenek bir araya gelince binlerce yıldır devralınan her şey de hukuk-üstü olur. Yaşamın damarlarının çözülebilmesi için suçun ve bunu koruyan geleneğin tespit edilmesi gerek. Bu tespit neye karşılık yapılmalı? İşte sorun buradadır. İslam’ın vazgeçilmez hukuku hangi suçu geleneğin kulesi ve yıkılmazı sayıyor. Suç da gelenekte ‘zihniyet’ ilişkisidir. Gerçek düşman da, bu zihniyetin sürdürülmesinde aranmalıdır. İslam suç için geliştirdiği bu zihniyetlerden yararlanır. Onun için kadınların kölesel yararcılığı, bin5


SACAYAK

Sayı 4

lerce yıldır ‘elden ele dolaşan’ yasakların/tabuların yeniden imarı, yeni insani düşüncelerin, ideallerin, ütopyaların içinde boğulan koca bir yasa denizi. Hayat tarzları ile katliamları kimliklendiren düşüncelerin sadece bir dinde olduğunu söylemek mümkün değil elbette. Ancak yaşadığımız coğrafyanın büyük ve korkunç zoru onda birikmiş durumda. Nice kâhin ve “müjdeci”nin bir araya getirerek oluşturduğu bu sistem şimdi yıkılmaz Babil Kuleleri gibi ihtişam ve cesaretle suçlarını bizim için gelenek olarak örmeyi bilmekte ve sürdürmektedir. İçinde sıralanan kuralların toplumsal yaptırımları, yapısal sorunlarını hiçbir zaman değiştirmemiş durumda. İslamiyet tüm modern zamanlarda bile zaaflı biçimde grup algılayışının karşısındaki her şeyi ölümle alkışlayabilmektedir. Bu İslamiyet için neredeyse inancın zorunlu davranışı olarak oturmuştur. İçteki öfke bir anda tepkiye döner ve “kabile cezası” var eder kendisini. Tarihin her an yeniden okunması, “Burada, hafızayı canlandırarak sadece pasif bir hatırlama işlevi görmez, aksine tarih anlatıları aracılığıyla yaratılan ‘hatırlama’, öznenin bilinçdışını besler. Yaralı özne, kendi geçmişine baktıkça zulme maruz kaldığı anlara; zulme uğradığını her düşündüğünde de geçmişe bakar. Bu yüzden, ‘geçmişe dönük-hatırlama’ sadece bir bugünden kaçış değildir; aynı zamanda arzu edilen pratiklerin kurulması ve siyasal erek için gerekli ivmenin kazandırılması sürecidir. Geçmişle ilişki, mazlum öznenin siyasal platforma çıkmak üzere olduğunu imler…” (Fethi Açıkel, “‘Kutsal Mazlumluğun’ Psikopatolojisi”, Toplum ve Bilim Dergisi, Sayı 70, Güz, 1996) İşte Sivas Katliam’ı böyle önemli ve olağanüstü bir ceza yaptırımı ile yerine getirilmiştir. Bunun arkasındaki güç değil de, bunun yaptırım olarak oluşması sırasında iktidarda olanların ifade biçimi bu konuda toplumsal mutabakatı açıktan gösteriyor bize. Sivas Katliam’ı açıktan bir ‘yaralı bilinç’ saldırısıdır. Kendindeki yaraya başka bir katliamla çözüm arayan, sosyal, ekonomik ve örgütlenme bütünlüğünün şova, serpilmeye dönüşmesidir. Olağanüstülüğü veya olağanüstünlüğü örf ve adetleri gereği merkeze oynayan ‘alışkın’ davranışlarındaki yararlı ve çıkarsal yönelimidir. Bu da her zaman yaşanmaya meyilli olduğu gibi katletmekle çözümlenmiş bir tutuculuk ve yalnızlığın aşılması güdüsüdür. Kimin desteğiyle: Elbette açıktan iktidarın!  6

Susmaktır bu ülkenin varlığı: Susturmaktır bir de. Bir değil binlerce katliam karşılığında susan bir toplumun belleğinin, bilincinin unutmak üzerine kurulduğunu söylemek mümkün değildir. Bu toplum “Varlığım” katliamlara armağan olsun” diyor.

2 Temmuz 2009 Ankara


Temmuz 2009

2 Temmuz 2009, Ankara

SACAYAK

2 Temmuz ve 5 Temmuz Katliamları Vicdani Yüzleşme İstiyor!

Söze Ne Hacet Var Turan Eser

Geçmişi anlamayanlar, onu yeniden yaşamaya mahkûm olurlar. Goethe Saygınlık belleğe dayanır, unutuşa değil. Julio Strassera

“Geçmişi kaşımaya ne hacet var” diyenlerin paslanmış ve nasırlaşmış vicdanlarına inat, unutmamak için hatırla(t)maya hacet var. Otuz beş insanımız, on altı yıl önce, Sivas’ın orta yerinde, devletin gözü önünde, komutla harekete geçen gerici güruh tarafından yakılarak katledildi. Otuz üç insanımız ise Erzincan’nın Başbağlar köyünde, camiden çıkarılıp, köy meydanında eşlerinin ve çocuklarının gözleri önünde hunharca kurşuna dizildi. Madımak’ta ve Başbağlar’da yaşanan acı, kor bir ateş gibi toplumun yüreğine düştü. Halkın vicdanında isyan örgütlenirken, siyasilerin nasırlanmış vicdanı on altı yıldır vurdumduymazlığa sığındı. Türkiye bu utançlardan dün kurtulamadı, bugün de kurtulmaya niyetli görünmüyor. ‘Unutulur’ Diye Umuyorlar Kerbela’yı unutmayanlardan, yetmiş iki milleti bir görenlerden, Madımak, Başbağlar, 6-7 Eylül, Dersim, Çorum, Maraş, Malatya, Gazi katliamlarını, Mart’ları, Mayıs’ları, Eylül’leri, siyasi cinayetleri, “faili meçhulleri” unutmaları isteniyor. Unutmanın, kanayan yaralara iyi gelmediğini, unutulunca, acıların tekrar yaşatıldığını ezberlemiş toplum haline geldik. Toplumun çok kültürlü ve çok kimlikli yapısının, katliamlar, siyasi cinayetler ve darbelerle homojenleştirmek isteyenlerin amaçlarını iyi tanıyoruz. Alevi-Sünni, Türk-Kürt kavgasının olmadığını ve bunu derinden kaşıyanların varlığını daha net görüyoruz. Buna fırsat vermemek içinde, geçmişten ders alıyoruz. Unutmamak gerektiğini biliyoruz. Birileri “unutsa” bile, Asım Bezirci unutturmamak için “halkı savunma, adalet, özgürlük, kardeşlik, sadece Türkiye toplumunun değil insanlığın ortak özlemidir. Bir insan olarak her türlü güzelliği koruma sorumluluğunu taşıyorum. Herkes de öyle davranmalı” diyerek, Gülsüm Karababa, “Ah bir çoğalsa sevgiler... Çoğalsa da üstümüzdeki o kısır bulutlar, içimizdeki yalanlar, katılıklar, kinler, 7


SACAYAK

Sayı 4

öfkeler, bencillikler sıyrılıp gitse... Ne olur o zaman?” diye sorarak, Başbağlar Köyü Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Başkanı Mehmet Ali Dikkaya’nın ise “Devlet evleri tamir etti, ama gönülleri tamir edemedi” feryadı unutturmaz. Madımak ile Başbağlar katliamını ‘misilleme’ palavrasıyla karşı karşıya getirmek isteyenlerin tuzağına düşmemek için de, unutmamak gerekir. Alın Yazısı Değil “İnsanı yakmak, hangi kitapta yazar?” sorusunun cevabını, bu katliamda yakılarak öldürülen Asım Bezirci’nin kitaplarında ya da Behçet Aysan’ın, Metin Altıok’un şiirlerinde, Ozanların deyişlerinde, semaha duranların yüreklerinde bulamazsınız. Bu bir alın yazısı da değildir. Kim katliam yapar? Kim 35 insanı yakar? Kim 33 insanı kurşuna dizer? Bunun cevabı ancak aklını ve kişiliğini dinci gericiliğe, yobazlığa, etnik milliyetçiliğe teslim etmiş androitlerden ve bu androit sürülerini katil haline getiren derin devletin senaryolarında bulabilirsiniz. Hukuk dışında devlet inşasına girişen karanlık güçlerin ajandalarında gizlidir. Madımak ve Başbağlar’ın maskelenmiş katliamların altında gizlenmiş yüzler aynı adrese ait. Çünkü her ikisinde de ‘aynı parmak izi’ duruyor.

Kerbela’yı unutmayanlardan, yetmiş iki milleti bir görenlerden, Madımak, Başbağlar, 6-7 Eylül, Dersim, Çorum, Maraş, Malatya, Gazi katliamlarını, Mart’ları, Mayıs’ları, Eylül’leri, siyasi cinayetleri, “faili meçhulleri” unutmaları isteniyor.

Sanki Yaşamamışız Sanki Madımak’ta yakılmamışız gibi, ölümlerimizi hazırlayanların “Allah adına yak ula yak” çığlığını duymamışız gibi, 35 canımız öldürülmemiş gibi, devlet bu katliamı seyretmemiş gibi, Başbağlar’da kurşunlanmamışız, çocuklarımız yetim kalmamış gibi, Çorum’da kurşunlanmamışız gibi, Maraş’ta, Gazi’de katliamlara maruz kalmamış, yüzlercesi ölmemiş gibi, annesiz, babası, evlatsız ve kardeşsiz kalmamışız gibi davranamayız… Hiçbir şey olmamış gibi davranamayız. Seyredemeyiz... Aksine karanlıkla yüzleşmeliyiz. Türkiye’nin “Auschwitz”leri Önceki katliamlarda olduğu gibi, devlet “geliyorum” diyen Madımak ve Başbağlar katliamını önlemedi, tedbir almadı ve vahşetleri ‘seyretti’. Türkiye’nin Auschwitz’lerini yarattılar. Siyasi iktidarlar susarak, katliamlarla yüzleşmeden vicdanlarını aklama hakkına sahip olmayacak. Vicdanlarını aklamak yerine “unutun” diyenler, Madımak otelinde savunmasız, on iki yaşındaki Koray Kaya’nın diri diri yakılışını sekiz saat canlı canlı izlemedi mi? Telli Kuran’larıyla birlikte Akarsu’yu, Suları’yi vahşice yakanların tekbir seslerini duymadı mı? Madımak’ta otuz beş, Başbağlar’da otuz üç insanın vahşice öldürülmesini seyreden o dönemin ve bu dönemin devlet erkânı on altı yıldır nasıl rahat uyuyor. İdeolojik duruşlarıyla yüzleşmiyorlar. Peki, vicdanları da mı yüzleşmeyecek kadar nasırlaşmış? İki Temmuz’da Madımak oteli önünde, beş 8

Auschwitz: Nazi Almanyası’nın en büyük toplama ve yoketme kampı. 3 milyon insanın dini, ırkı ya da siyasi görüşleri nedeniyle zehirli gazla katledildiği ve yakıldığı kamp, bugün bir müzedir.


Temmuz 2009

SACAYAK

Temmuz’da Başbağlar köyünde bu katliamları lanetlemenin sembolü haline gelmiş karanfili bırakmak da mı zor geliyor? Mağdurların Barış ve Sevgi Dilini Anlamak Madımak’ta ve Başbağlar’da şehit aileleri “Biz öldürmedik, yakılarak, kurşunlanarak öldürüldük”, “Hiçbir anayı, kardeşi ağlatmadık, biz ağladık”, “Biz kimseye acı çektirmedik, biz acı çekiyoruz” diye barışın ve sevginin dilini sürekli korudular. Şiddeti besleyen makro politik söyleme karşı, şiddetten arındırılmış barış ve sevgi diliyle, toplumsal barışa katkı olsun diye, Başbağlar’a da bir resmi anıt yapılsın. Türkiye tarihsel ayıplarıyla yüzleşme fırsatı bulması için “Madımak Müze Olsun.” Türkiye’nin aydınları, yazarları, sivil toplum kuruluşları, sendikaları, meslek odaları ve Türkiye bu talebi savundu. Bir TBMM çatısı altında kalanlar sahiplenemedi. Bir de ülkeyi derinden yönetenler. Biraradalık İçin Toplumsal Yüzleşme Sağlanmalı Madımak otelin müze olması ve Başbağlar’da bir Anıt’ın yapılması, toplumsal birlik ve beraberliği pekiştirecektir. Çünkü buna dair çokça örnek var. Çağdaş ve demokratik kültür sahibi toplumlarda nasıl bir tutum alındığına bakarsak bunu görebiliriz. Örneğin, 6 milyon Yahudi vatandaşının katliamı karşısında, Almanya’da bir tarihsel yüzleşme 1960’lı yıllardan beri sürüyor. Her yıl, Yahudi katliamında ölenler anılıyor. Okullarda toplama kampları, katliamlar eleştiriliyor, insan haklarını savunma bilinci veriliyor. 1993 yılında, Almanya’nın Solingen kasabasında da beş Türk vatandaşımızın kundaklama sonucu vahşice öldürülmesi karşısında, Alman hükümeti kundaklanan bu mekânı Anıt Ev haline getirdi. Katledilen beş yurttaşımız için beş çınar ağacı dikti. Her yıl hükümet ve cumhurbaşkanlığı düzeyinde, Solingen katliamı protesto ediliyor. Bunun nedeni toplumsal gerilime karşı, toplumsal duyarlılığı artırmaktır. “Birlik ve beraberliği” teşvik etmektir. Tarihsel yüzleşmenin asıl amacı, karanlığın ve aydınlığın arasındaki farkın Katliamların ortaya konulmasıdır.

açtığı yarayı, ancak demokrasiye, insan hak ve özgürlüklerine, eşitliğe, çok kültürlülüğe inanan ve sahip olan kesimlerle sarabileceğiz.

Türkiye’yi Zarar Görmüş İnsanlığından Kurtarmak Madımak ve Başbağlar katliamı insanlık dışı kıyımdı. Toplumsal belleğimizde derin yaralar açmıştır. Türkiye’nin vicdanında temizlenmesi zorunlu bir utançtır. Katliamların açtığı bu yarayı, ancak demokrasiye, insan hak ve özgürlüklerine, eşitliğe, çok kültürlülüğe inanan ve sahip olan kesimlerle sarabileceğiz. İki ve beş Temmuz’u unutmamak, aynı zamanda, gelecekte her bireyin ve toplumsal kesimlerin can ve mal güvenliğine yönelik tehditleri de engellemek açısından önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, insanların farklı düşünce, inanç ve kültürlerinden dolayı yakılması, ötekileştirilmesi, ayrımcılığa 9


SACAYAK

Sayı 4

maruz bırakılmasının insanlık ayıbı olduğunu kabul edip, bunu önlemek zorundadır. Türkiye’nin bu utançtan ve suçtan biran önce kurtulması için, Madımak Oteli’nin derhal müze yapılması gerekir. Devlet “oteli kamulaştıracak param yok” diyemez. Yangında otel maddi zarar görmüştür, ama Türkiye’nin insanlığı da zarar görmüştür. Başbağlar köyünde birkaç evi tamir etmekle, devlet kendisini aklayamaz. Katliamların 16. yılında Madımak otelinin müze, Başbağlar köyüne Anıt Ev yapılması talebi toplumsallaşmıştır. AKP hükümetin ve TBMM üyelerinin bu talepleri “ret” etme mazereti kalmamıştır. Bu tarihsel fırsatı AKP hükümetinin ve TBMM’deki partilerin ıskalama lüksü yoktur. Çünkü demokratikleşmek ve vicdanları aklamak için bu şart…

16 yıldır katliam yerlerine gelen ve hatırlayan devlet yok. Madımak halen yanıyor. Tıpkı Başbağlar köyü gibi. İşte bu nedenle “Kaşımaya ne hacet var” diyenlere; Hüsne Ana, Koray’ın; Turgut, Babasının Yolunu Bekliyor saygınlık, Yaralı yüreklerin sahibi Başbağlarlıların “33 canımız hunharca unutturmak kurşunlandı, köyümüzde 30 kadın dul, yüzlerce çocuk yetim kaldı” isteyenlere değil, feryadı hepimizin vicdanıyla buluşmalıdır. Madımak otelinde kat- hatırlatanlaradır.

ledilen 12 yaşındaki Koray’ın, annesi Hüsniye ve babası İsmail’in acısını, Başbağlar’da bir yaşında babasız kalan Turgut Özdemir’de yaşıyor. Şimdi 17 yaşındaki Turgut babasının resmine bakarak “Babamı kimler öldürdü” diye soruyor. 16 yıldır Turgut’a ne cevap veren var, ne de özür dileyen devlet. Hüsniye Ana’da Koray’ının yolunu gözlüyordu; “Gelir de bitirir okullarını, büyük adam olur, askere gider, evlenir yaştaşları gibi o da karışır kuzularına” diye. On altı yıldır Koray’ın yolunu gözlüyor Hüsniye Ana. Ne Koray geliyor, ne de devlet. 16 yıl geçmesine rağmen, gerçek katillerin yakalanmaması Turgut’un yüreğindeki acıyla, Koray’ın annesinin ve babası İsmail’in acısını artırarak ortaklaştırıyor. 16 yıldır katliam yerlerine gelen ve hatırlayan devlet yok. Madımak halen yanıyor. Tıpkı Başbağlar köyü gibi. İşte bu nedenle “Kaşımaya ne hacet var” diyenlere; saygınlık unutturmak isteyenlere değil, hatırlatanlaradır. 2-5 Temmuz 2009

10

2 Temmuz 2009 İstanbul


Temmuz 2009

SACAYAK

Devlet Benim Cemevimi Tanısa Ne Olur, Tanımasa Ne Olur? Ahmet Koçak Alevilerin çoğunluğu orduya sempatiyle bakar. Ama darbe ve ardından gelen antidemokratik yapılanmayı destekleyecek kadar gözleri dönmemiştir.

İ

kinci Alevi Çalıştayı 8 Temmuz 2009’da Taksim Ceylan Intercontinental Oteli’nde toplandı. Davetliler, bu kez akademisyenlerden oluştu. Önceki sayımızda AKP’nin “Alevi Çalıştayı”nın birinci oturumuna katılanlarla söyleşi yapmış, görüşlerimizi yazmıştık. Bu hükümetin fikir babaları ulemalar olduğu sürece Alevilerin sorunlarına sağlıklı yaklaşamayacağını, çözüm üret(e)meyeceğini anlatmaya çalışmıştık. Bu yazının mürekkebi daha kurumadan bahsi geçen ulemaların bizi yanıltmadıklarını gördük. Liberal Kılıklı Ulemalar İkinci Alevi Çalıştayına katılan ulemalardan Nevzat Tarhan için toplantıya katılan Alevi kökenli Doç. Dr. Ali Yaman, HubyarNet’e verdiği demeçte şunları söylüyor: “Çok olumsuzdu, Alevilere çocuk muamelesi yapıyordu, Alevileri sürekli başkaları tarafından kullanılmaya müsait bir topluluk olarak tanımladı. Ona göre sanki Aleviler aklı başında olmayan, sürekli birileri tarafından kullanılan bir topluluktu. Alevileri konuşurken sürekli ‘güvenlik’ sorunu açısından ele aldı.” Ali Yaman, toplantıya katılan bir başka ulema olan Mümtazer Türköne için ise şunları söylemektedir: “[Mümtazer Türköne] Alevileri demokratik olmayan güçlerden medet ummakla, onlara destek vermekle suçladı.”

Askeriyenin her darbesi şeriatçı faşistlerin güçlenmesine ve iktidar olmalarına yol açmıştır.

Anladığım kadarı ile Sn. Türköne, Alevileri ordunun destekçisi olarak görüp darbelerin ardından Alevilerin olduğunu söylemeye çalışıyor. Bunun altında yatan düşünce Ergenekon örgütünün Aleviler tarafından kurulduğunu iddia etmektir. Bu toplantıda ulemanın acaip tepkiler vereceğini tahmin ediyordum, ama doğrusu bu kadarını hayal bile etmezdim. Evet, Alevilerin çoğunluğu Kemalisttir, orduya sempatiyle bakar. Ama yıllardır canını en çok yakan darbe ve onun devamı olan antidemokratik yapılanmayı destekleyecek kadar gözleri dönmemiştir. Bunu söyleyenler kendilerine bir bakmalıdırlar. Statükodan beslenenler kendileri değil mi? İlahiyatların, İmam Hatiplerin, Kuran Kurslarının çoğalmasına neden olan o sözde karşı oldukları faşist 12 Eylül Cuntası değil mi? Varlıklarının nedeni askeriye değil mi? Askeriyenin her darbesi şeriatçı faşistlerin güçlenmesine ve iktidar olmalarına yol açmıştır. Ordu demokrasiden, emekten yana 11


SACAYAK

Sayı 4

tüm muhalif güçlerin baskı altında tutulmasında egemen güçlerin hizmetinde hazır ve nazır olmuştur. Çoğunluğu işçi emekçi olan Alevilerin böylesi bir ordudan ne gibi beklentisi olabilir? Bu liberal kılıklı ulema beyler, beslendikleri kanal ile bugün “ters” düşmüş olmalarından dolayı nereye çamur atacaklarını şaşırmış durumdalar. Evet, Alevilerin işi ulemaya kalırsa mahşere kalır. ABF’den Tepki Çalıştayda gelişen durum karşısında Alevilerin üst örgütü ABF’den tepki geldi. ABF basına yaptığı açıklamada şu görüşlere yer verdi: “Bir katılımcı Alevi Bektaşi toplumunu ‘demokratik olmayan güçlerin savunucuları ve darbecilerin yandaşı’ olarak gösterme cesaretinde bulundu. Diğer bir katılımcı, ‘Alevileri iç ve dış çeşitli güçler tarafından kullanılan bilinçsiz’ bir topluluk olarak tanımladı. Siyasi otoriteyi çalışma usulü ve yöntemi konusunda uyarmamıza rağmen çalıştaylara Alevi Bektaşi dünyasıyla ilgili olmayan kişilerin davet edilmesi, bu çalıştayların ucu açık toplantılar serisi haline dönüşmüş olmasını kaygıyla izliyoruz. Bu çalıştaylar serisinin daha verimli hale getirilmesini, Alevi Bektaşi temsilcilerinin talep ettikleri ve üzerinde uzlaştıkları sorunların çözümünün derhal yerine getirilmesini bekliyoruz. Aksi tutum bu işin sulandırılması ve ipe un serilmesi anlamına gelecektir.” ABF Genel Başkanı Ali Balkız, Çalıştay’ın ikinci oturum sonucu açıklandıktan sonra itirazlarını aşağıdaki gibi seslendirmekte: “Alevi Bektaşi temsilcilerinin talep ettikleri ve üzerinde uzlaştıkları sorunların çözümünün derhal yerine getirilmesini bekliyoruz.” (vurgu bana ait) Sayın Balkız, Alevilerin yıllarca vermiş olduğu hak mücadelesini hangi noktaya taşıdığının herhalde farkında değil. Balkız’ın “uzlaştık” dediği maddeler, Alevi toplumuna hangi katkıyı sunacak? Devlet benim cemevimi tanısa ne olur, tanımasa ne olur? İnananlar bin yıldır bu topraklarda tanınmayan bu inancı bugüne kadar getirmeyi pekâlâ başarmıştır. Devletin devasa gücü Diyanet İşleri Başkanlığı varlığını sürdürdükçe, devlet gerçek anlamda laik olmadığı sürece Alevilerin taleplerinin güvence altına alınması mümkün mü? Hükümetin düzenlediği toplantıda, demokratik Alevi örgütlerini, statükocuların, gerici Alevi örgütlerinin hükümetin kabul edeceği telepleri üzerinde uzlaşmaya zorladığı ve asıl can alacı istemlerimizi “üzerinde uzlaşılamadı” diye çöpe atmaya hazırlandığını yazmaktan elimiz yoruldu. Haydi bir kez bu tuzağa düştünüz. Artık bu “uzlaşılmış” istemlerin demokratik Alevi örgütlerinin üst örgütüne, federasyonuna yetmediğini açıkça söyleyin. 12

Hükümetin, demokratik Alevi örgütlerini, gerici Alevi örgütlerinin hükümetin kabul edeceği telepleri üzerinde uzlaşmaya zorladığını ve asıl can alacı istemlerimizi “üzerinde uzlaşılamadı” diye çöpe atmaya hazırlandığını yazmaktan elimiz yoruldu. Haydi, bir kez bu tuzağa düştünüz. Artık bu “uzlaşılmış” istemlerin demokratik Alevi örgütlerinin üst örgütüne, federasyonuna yetmediğini açıkça söyleyin.


Temmuz 2009

Demokratik Alevi derneklerinin üst örgütü, kapsamlı laiklik ve demokrasiyi ikircimsiz savunmak zorundadır. Çünkü demokrasi ve laikliğe ulaşmanın gericilerle uzlaşan başka bir yolu yoktur!

SACAYAK

Demokratik Alevi derneklerinin üst örgütü, kapsamlı laiklik ve demokrasiyi ikircimsiz savunmak zorundadır. Çünkü ABF’nin tabanı bunu istemektedir. Çünkü Türkiye’nin demokrasi güçleri bunu istemektedir. Çünkü gericilerle uzlaşarak demokrasi ve laikliğe ulaşılamaz! Alevi Çalıştayı Söyleşiler Dergimiz hükümetin çalıştay dönme dolabını ilgiyle izlemeye devam ediyor. Bu sayıda çalıştaya davet edilmeyen sanatçı ve aydınlarımızla ayrıcı çalıştaya davet edilen Alevi Enstitüsü Bilim Kurulu üyesi üç akademisyenle yaptığımız söyleşileri okuyacaksınız.

AKP’nin “Alevi Açılımı” ve “Alevi Çalıştayı” Üzerine Söyleşiler İsmail Kaygusuz: Asimilasyon Tuzağına Düşmeyelim “Alevi Açılımı-Çalıştayı” konusunda neler söylersin?  AKP hükümeti, Alevi-Bektaşi inancında yeri olmayan, Muharrem orucunun özüne aykırı “İftar Sofraları” ile başlayan “Alevi Açılımı”nın adını değiştirdi, ama aynı projeyi sürdürüyor. TRT’deki “Muharrem Sohbetleri”ndeki hedefleri açıkça görülmüştü. Anımsarsın benimle Kerbela, İmam Hüseyin ve Ehlibeyt üzerine yapılan ve yarım saatten fazla süren söyleşiden Muharrem orucuna ilişkin sadece üç-dört cümleye yer verilmişti. Serçeşme adına senin yaptığın konuşmanın da onda birini bile vermediler. Alevi açılımında yönetenlerin anlayışına aykırı gördükleri farklı düşünce ve söylemlere yer verilmeyeceği anlaşıldı. AKP hükümetinin Alevilere ilişkin siyasi projesi var mı?  Kuşkun olmasın. AKP’nin Alevilik Projesi, ABD emperyalizminin “Ilımlı İslâm Projesi”nin kapsamı içinde bir ayrıntı uygulamasıdır: Kendi siyasetlerine uygun bir “ılımlı Alevilik” oluşturmak! Nedir ılımlı Alevilik? Sünni şeriatın ibadetlerini yerine getiren; camiden çıkmayan bir müminler topluluğu! “Cami de cemevi de; namaz da niyaz da bizim” diyen bir Alevilik. ABD’nin “Ilımlı İslâm Projesi” artık terk edilmiş olsa da ılımlı Alevilik projesi AKP’nin çıkarınadır. “Farklı inançlara özgürlük ve demokrasi” adına bir girişimle yandaş kazanmayı hedeflemekteler. Alevi toplumunun hak ve hukukunu tanımak, taleplerini yerine getirmek uzun bir sürece yayıldıkça bu hedef gizlenebilir. Amaç, 16. yüzyılın sonlarında Osmanlı politikasının yarattığı, kısmen Şii şeriatını benimsemiş; ezanlı, namazlı, oruçlu, Arapça Kuran ayetleriyle süslenmiş ve devlete-padişaha övgüler, şükranlar sunan gülbenkleriyle, 1826’ya kadar ayn-i cemlerini serbestçe yapan Babagan Bektaşiliğini “Ilımlı Alevilik” olarak sunmaktır! 13


SACAYAK

Sayı 4

Diyanetçi-ilâhiyatçı tarihçi ve yazarlar, Bektaşilikle Aleviliği ayrı ele alıp, Aleviliği-Kızılbaşlığı aşırı ve sapkın göstermek çabası içindedirler. Bir kaç yıl önce Isparta’da yapılan Alevilik-Bektaşilik sempozyumuyla bu niyet ilk kez açığa çıkmıştı. Sonra toplantı ve panellerle sürdürüldü. Diyanet, kendi inanç ve düşünce yapısına uygun elyazmalarını seçerek, “Alevi Bektaşi Klasikleri” adı altında yayınlayarak süreci hızlandırdı. CEM ve Ehlibeyt vakıfları, Şii eğilimli Alevi-Bektaşi dernek ve dergâhlarından yandaşlar belirlendi. Ne yazık ki, kendilerini bâtıni yorumlar çerçevesinde Müslüman gören ve bu inançları uğruna ölümcül mücadeleler vermiş AleviBektaşi toplumuna, “Siz Müslüman değilsiniz, Alevilik İslâm dışıdır” iddia ve tartışmaları bu yandaş kazanma sürecine hizmette bulundu. Bu hazırlıkların ardından, ılımlı bir devlet Aleviliği yaratmak için ‘Alevi açılımı’ ve ‘Alevi çalıştayı’ sahneye koyuldu.

İsmail Kaygusuz

Devlet ve AKP hükümeti samimi olsaydı, “açılım ve çalıştay”la zaman harcamazdı. Alevi-Bektaşi toplumunun taleplerini, en yakını 2 Temmuz Kırımı olan tarih boyu yapılmış tüm baskı ve Açılım, çalıştay... Ne anlama geliyor bu kavramlar? kıyımlar için  Açılım, bir konunun veya düşüncenin açıklığa kavuşturulması, özür de dileyerek eklemlemelerle genişletilmesi demektir. Çalıştay ise açılımın ama- hemen yerine getirirdi. cına ulaşmasını sağlayacak olan tartışmalar olarak anlıyorum.

Devlet ve AKP hükümeti samimi olsaydı, “açılım ve çalıştay”la zaman harcamazdı. Alevi-Bektaşi toplumunun taleplerini, en yakını 2 Temmuz Kırımı olan tarih boyu yapılmış tüm baskı ve kıyımlar için özür de dileyerek hemen yerine getirirdi. Cumhuriyetin kuruluşundan beri Alevi-Bektaşilerin varlığı kabul görmemiş! Önce bu inanç topluluğun varoluşunu-kimliğini resmen tanı ki, sorunlarını çözme girişiminde bulunabilesin. “Çalıştay” Alevi sorunlarını çözmeye yönelmiş değil mi?  Çalıştay’da Bakanın 8 Temmuz günü söylediklerine bakalım: “İnsan haklarına dayalı demokratik ülkelerde, devlet herhangi bir dini veya mezhebi ya da ideolojiyi vatandaşına dayatmadığı gibi her dinden bireyin de eşit mesafede yanında olmalıdır. Demokrasilerde her insan hürdür. Toplumsal barışın ve huzurun ortak paydası olan demokrasi bireyin inançlarını yaşayabilmesini sağlamaktadır.” Doğru ve güzel sözler. Devlet, ‘herhangi bir dini veya mezhebi ya da ideolojiyi vatandaşına dayatmadığı gibi her dinden bireyin de eşit mesafede yanında olsaydı’ Alevi-Bektaşi sorunu olur muydu? Sözde laik ve demokratik devletin içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı gibi teokratik yapı eliyle Sünniliğin Hanefi mezhebini vatandaşına dayatmış ve dayatmayı sürdürüyor. Bakan bunu söylerken Alevilerin talepleri arasında Diyanet’in kaldırılmasının bulunmasını yadırgıyor. Buna ikiyüzlülük denir. “Din ve inançlar geçmişte olduğu gibi içinde olduğumuz çağda da en etkin gerçektir. Bu gerçek ortak paydada buluşmaya teşvik etmektedir. Ortak arayışlar dünyada kalıcı barışa işaret etmektedir” 14


Temmuz 2009

SACAYAK

sözleri ne anlama geliyor dersin, Ahmet can? Ne anlama geliyor? Açıklar mısın?  Bakanın bu sözleri AKP hükümetinin gerçek niyetini açığa vuruyor. Hayır, din ve inançlarda ortak payda arama girişimi, yalnız ‘demokrasi bireyin inançlarını yaşayabilmesini sağlayabilir’ kuralına aykırıdır. Farklı ve birbirine aykırı inançlarda ortak paydada buluşma diye bir mantıksal gerçeklik yoktur ve olamaz. Devletin ya da hükümetin böyle bir girişimi, baskın din ve inancın diğerlerine dayatılması ve kendine benzetmeye zorlamasına varır. Bunun adı asimilasyon girişimidir. Alevi-Bektaşiliğin Tanrı inancı ve İslâmi ibadet anlayışı, Sünni İslâm’a tamamıyla aykırıdır. Alevilerin müslümanlığı kendilerine özgüdür ve Bâtıni İslâm inancı üzerinde temellendirilmiştir. Hangi ortak paydadan sözediyor Sayın Bakan?

İsmail Kaygusuz Farklı ve birbirine aykırı inançlarda ortak paydada buluşma diye bir mantıksal gerçeklik yoktur ve olamaz. Devletin ya da hükümetin böyle bir girişimi, baskın din ve inancın diğerlerine dayatılması ve kendine benzetmeye zorlamasına varır. Bunun adı asimilasyon girişimidir.

Ortak payda demek asimilasyon demektir, değil mi?  Doğru. AKP hükümeti bunu Alevileri özünden saptırıp şeriatla buluşturarak yapmayı planlıyor. Cumhuriyetin kuruluşundan beri yok sayılan Alevilik, asimilasyon yoluyla gerçekten yok edilmek isteniyor. AKP iktidarının Alevi açılımı ve çalıştayı bir tuzaktır. Hacı Bektaş Dergâhı Postnişini çok değerli dostum Sayın Veliyettin Ulusoy’un “Eskiden Alevileri katlediyorlardı, şimdi ise Aleviliği öldürmek istiyorlar” dediği gibi, Aleviliği yok ederek sorunu toptan ortadan kaldırmak istiyorlar. Aleviler bu tuzağa düşmemelidir. Böyle düşündüğünü bildikleri için mi seni çağırmadılar?  Kaygusuz’u yok sayıp muhatap almıyorlarsa da, ne yazdıklarımızı çok iyi biliyorlar. Çağırsalar da gitmezdim. Ama gitseydim, bu söylediklerimin aynısını, belki daha fazlasını orada söylerdim. Gazeteler ikinci Çalıştayı, “Hükümetin ... Aleviliği bilgi zeminine oturtmayı amaçlayan çalışmaları sürüyor” haberiyle verdiler. “Akademisyenler” Aleviliği bilgi zeminine oturtacaklarmış!. Otuz iki çağrılı akademisyenden sadece beşi, altısı Alevi kökenli. En fazla sekiz, dokuz kadarının Alevilik üzerinde araştırması var. Geri kalanları Alevi-Bektaşi toplumu tanımaz, ben de tanımıyorum. Hiçbirinin konuyla ilgisi yoktur. Katılımcılar çeşitli üniversitelerde çalışan veya emekli sosyolog, gazeteci, sosyal bilimci, dil ve din bilimcisi, tarihçi vb. Geçmişleri araştırıldığında Türkİslâmcılar, İlâhiyatçılar, Fethullahçı Zaman gazetesi yazarı, Diyanet İşleri Başkanlığının İlim Kurulu üyesi, Abant Toplantılarının müdavimleri ve tarikat-cemaat üyeleri. Onların bağlı bulundukları ortamların Alevilik ve Aleviler hakkındaki düşünceleri iyi bilinmektedir. Bunlar mı Alevi-Bektaşi toplumunun sorunları üzerine görüş ve bilgi sunacak, çözüm önerileri getirecekler? Kurda kuzu teslim ediliyor! Ne konuştuklarını bilmiyoruz, ama büyük olasılıkla “ılımlı” davranmışlardır; çünkü Aleviliği tarikat düzleminde gördükleri 15


SACAYAK

Sayı 4

için Alevi-Bektaşilerin bazı hakları tanınırsa kendi tarikat ve cemaatlerine da yasal kazanımlar sağlayacaklarını düşünmektedirler. Son sözlerini alayım.  Alevi-Bektaşi inanç toplumu ve Alevi-Bektaşi kurum ve kuruluşları AKP’nin Alevi Açılımı ve Çalıştaylarından olumlu bir şey beklemesinler. Bakanın da vurguladığı gibi bu “din ve inançta ortak payda oluşturma”, yani ‘ılımlı Alevilik projesi’ adı altında Aleviliğin şeriatla buluşturulması, yani asimilasyon girişimidir. Tuzağa düşmeyelim.

Dertli Divani: Oyuna Gelmemek için 9 Kasım Mitingindeki Resmin Arkasında Durmak Şart “Alevi Açılımı-Çalıştayı” konusunda neler söylersin?  “Alevi Açılımı”, AKP’den milletvekili olan Alevi kökenli bir vatandaşın projesi olarak doğmuş görünse de öyle olmadığı gerçektir. Alevi-Bektaşi inancını yüzyıllardır baskı, zulüm ve kıyımla bitiremediler. “Alevi Açılımı”, bu inancı, Alevilerin içinden onların saflarına çekilebilecek kişiler aracılığıyla belli bir ölçüde bitirebileceklerini sananların bir planıdır. Aleviler yurt içinde ve dışında örgütlendi, yüksek sesle konuşmaya başladı. Bu açılım, Alevileri birbirine düşürmek için yapılan bir entrikadır. Aynı zamanda Alevilerin diğer duyarlı ve ezilen kesimlerle bağını koparmak, bağ kurmasını önlemek amacındadır. Biz buna Muaviye siyaseti deriz. Yüzyıllardır hep bu oyun oynanır. Bizde zerre kadar ön yargı yok. Ah keşke samimi olsalar; insanlar kendisinin dışında olanı keşke olduğu gibi kabul etse ve onu tanısa! Bundan daha güzel ne olabilir ki? Erenlerimiz, pirlerimiz, âşık ve sadıklarımız ayrım yapmadan insanlığa hizmet etmiş ve bize bu anlayışı kazandırmışlar. Bu anlayıştan nasibini alamayanlar da yolunu sarpa sarmış, arada kalmış. Sadece adı Alevi olan bu arada kalmışların iştirak ettiği iftar sofrasını “Alevi Açılımı” diye nitelediler. Bu tutmadı! 9 Kasım 2008 Alevi mitingi muhteşemdi. İşte orada hem Alevi-Bektaşi örgütlülüğü, demokratik kitle örgütleri, hem de inancı temsil eden makamdaki Hacı Bektaş Veli Postnişini Veliyettin Ulusoy “Alevi Açılımı”nın nasıl olması gerektiğini çok net ifade ettiler: a) Bütçeden dine para ayırmaya son vermek ve Diyaneti feshetmek. b) Tüm inançların örgütlenmesi ve kurumlaşması önündeki engelleri kaldırmak ve bu konuda her tür yaptırımlardan vazgeçmek. c) Devletin tüm inançlar karşısında tarafsız ve eşit uzaklıkta olması ve dolayısıyla zorunlu din derslerinin kaldırılması. d) Devlet olarak inanç gruplarından birisinin, diğerinin özgürlük alanına müdahale ettiğinde, engel olmak. e) Belli inanca yönelik resmi okulları kaldırmak, cemaatlerin kendi inançlarıyla ilgili okulları, laiklik ve diğer inançlara karşı eğitim vermemek kaydıyla kontrollü serbest bırakmak. 16

Dertli Divani: Açılım, Alevileri birbirine düşürmek için yapılan bir entrikadır. Aynı zamanda Alevilerin diğer duyarlı ve ezilen kesimlerle bağını koparmak, bağ kurmasını önlemek amacındadır. Biz buna Muaviye Siyaseti deriz.


Temmuz 2009

Dertli Divani Asimilasyon tehlikesi hep vardır. Alevi toplumunun Hacı Bektaş Veli öğretisinden, Şah Kalender Çelebi ve Pir Sultan direncinden uzaklaştırılması planlanmıştır. Bu oyuna gelmemek için 9 Kasım mitingindeki resmin arkasında durmak şart.

SACAYAK

Bu istekler son derece masumane olup hiçbir kesimi rahatsız etmeyecek, hatta herkesi mutlu edecek isteklerdir. Şimdi ülkeyi yönetenler dürüst ve samimi iseler bunun gereğini yaparlar. Yapmıyorlarsa başka planları vardır. O da malum: “Sizi bize benzeteceğiz, bizim istediğimiz gibi bir Alevi olun!” demektir bu. AKP hükümetinin temsilcisi, Alevi Açılımı sürecinde “asıl muhatabımızı bulduk” diyerek, o muhataplarıyla “Alevi Çalıştayı” projesini ortaya çıkarttı. Usul yerini bulsun diye Türkiye’deki Alevi örgütlülüğü ve Hacı Bektaş Veli postnişini Veliyettin Ulusoy da davet edildi. Ama Avrupa Alevi örgütlülüğü yoktu. Belki ileriki toplantılarda davet edebilirler. Bu toplantıların doğru bir sonuç vereceği ihtimali yok denecek gibi, ama en azından haklı taleplerimiz yüz yüze ortaya konmuş olacak. Dadaloğlu’nun “Ölen ölür kalan sağlar bizimdir” dediği gibi herkesin rengi net olarak toplum tarafından da bilinmiş olması açısından yararlı olur diye düşünüyorum. Türkiye’de sadece biz Alevi-Bektaşilerin dışında Ezidi’ler, Nusayriler, Ermeniler, daha başka inançlar, ayrıca Ateistler var. Hepsinin ayrı ayrı sorunları var. Devlet din ve inançtan elini eteğini çekecek her kesime eşit mesafede duracak ki bu ülkede huzur olsun. Kendine göre her şeyi tanımlayamaz ve şekillendiremez. Bu Demokrasiyle bağdaşmaz. İnsanlık dışı bir yaklaşımdır. Çalıştaya ilgili ilgisiz birçok çağrılı oldu. Siz çağrıldınız mı? Çağrılmadınız ise neden çağrılmamış olabilirsiniz?  Çalıştaya şahsen çağrılmadım, ama Alevi-Bektaşi inancı açısından en önemli bir konumda olan Veliyettin Ulusoy’un çağrılması benim için yeterlidir. Ben halkımın ozanıyım ve bu inancın gerekleri noktasında topluma karşı hizmeti aktif olarak icra eden biriyim. Sizce son gelişmelerle Alevi-Bektaşi inancı asimilasyonla kaşı karşıya kalmakta mıdır? Nedenleri ve sonuçları nedir?  Asimilasyon, egemenlerin farklı olan kesimleri kendine benzetmek siyasetidir. Aleviler yüzyıllardır asimilasyonla mücadele etmeye çalışıyor. Bu tehlike hep var ve halen de devam etmektedir. Eskiden Aleviler yok ediliyordu, şimdi ise Alevilik Emevi geleneğinin içersinde eritilerek yok edilmeye çalışılıyor. Alevi inancındaki eşitlik ve paylaşım, özgür irade, rızalık kavramları mevcut din anlayışına da bugünkü devlet yapısına da ters olduğu için bundan rahatsız olmaları doğaldır. Alevi toplumunun Hacı Bektaş Veli öğretisinden, Şah Kalender Çelebi ve Pir Sultan direncinden uzaklaştırılması planlanmıştır. Bu oyuna gelmemek için 9 Kasım mitingindeki resmin arkasında durmak şart. Aksi halde toplum bütünlük açısından çok olumsuz bir noktaya sürüklenir. Israrla, “Bizim Allah, Din, Muhammet, Ali anlayışımız ve inancımız kendimize özgüdür!” diye haykırmamız lazım. Ayrımız gayrımız yok değil, bal gibi vardır. Her kesim birbirinin varlığını kabul 17


SACAYAK

Sayı 4

edecek, saygı duyacak ve herkes kendini tanımlayacak. Kimse kimseyi tanımlama hakkına sahip değildir. Din dersi kitaplarında Aleviliğin öğretilmesi de asimilasyona hizmet eder. Milli Eğitim Müfredatında ancak ilkel dinlerden semavi dinlere kadar tüm tarihsel bilginin, genel din ve ahlak kültürü adıyla verilmesi doğru olabilir. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?  Hak Erenler cümle insan alemine anlamak ve dinlemek nasip eylesin. Herkes kendi işine baksın. Kendi dilimden şu üç dörtlüğü söylemek istiyorum. Zaman her şeyin ilacı kendine gel imanım Boz bulanık akan sular durulacak bilesin Böyle gelmiş böyle gider diye bir şey yok canım Kokuşmuş düzenin çarkı kırılacak bilesin Kötü söz sahibinindir bunu iyi anla bil Bu yol çok çetin bir yoldur bildiğin gibi değil Ne kimseyi aşağıla ne de kimseye eğil Kişi kendi vicdanından sorulacak bilesin Gel bre Dertli Divani yar olalım yarsıza Bir yerine bin yuh olsun onursuza arsıza Duygu emek sömürene talancıya hırsıza Dur diyecek ulu divan kurulacak bilesin

Dr. Ali Murat İrat: Asimilasyon Diyorsak İşe Kendimizden Başlayalım “Alevi Açılımı-Çalıştayı” konusunda neler söylersin?  Sürece verilen isimler çok önemli değil. Önemli olan siyasi iktidarın ne yapmak istediği! Ve daha da önemlisi varolan sorunu nereden kavradığı. Bundan önce “açılım” adı altında yapılmaya çalışılanların Aleviler nezdinde büyük bir hayal kırıklığı yarattığına hepimiz şahit olduk. Üstelik açılım denilen şeyin kendisinin giderek sorunun bir parçası haline geldiğini de gördük. Bunlar yanlıştı. Şimdi de Çalıştay adı altında bir dizi toplantılar yapılıyor. Yöntem değiştirilse de atılması öncelikli olan kimi adımların hala atılmadığını görüyoruz. Öncelikle siyasi iradî bu adımları atmalıdır. Aleviler ve temsilcileri bu siyasi iradeyle yıllardır görüşme talebinde bulunmuşlardı. Şimdi toplumun her kesminin görüşü alınmaya çalışılıyor. Bu denli geniş bir görüş alışverişini de anlamış değilim. Türkiye’nin can yakıcı Kürt sorununda dahi bu denli geniş bir mutabakat sağlanmaya çalışılmamıştı. Peki, bu kötü mü? Elbette değil! Ancak sürecin üzerine gölge düşüren bazı yanlar var. Örneğin bu denli geniş mutabakat zemini aranırken ve bu ihtiyaç olarak ortaya konulmuşken, hükümet hemen yapabileceği ve süreci rahatlatabileceği kimi kolay adımları atmıyor. Süreç Alevi kamuoyunun sabrını zorlarcasına sürdürülüyor. Onlar büyük bir 18

Dr. Ali Murat İrat: En geniş mutabakat zemini aranırken ve bu ihtiyaç olarak ortaya konulmuşken, hükümet hemen yapabileceği ve süreci rahatlatabileceği kimi kolay adımları atmıyor.


Temmuz 2009

SACAYAK

Dr. Ali Murat İrat: sabır ve suskunlukla bu sürece dahil oldular. Ancak hükümet ufak Biz, jestlerle süreci rahatlatabilirdi. Örneğin zorunlu din derslerini rahatlıkla kaldırabilirdi. Kendi Aleviliğin bir sorun olarak tabanındaki totaliter bazı zihniyet odakları haricinde kimse hayır kavranmasından demezdi. vazgeçilmesi Korkum şudur: Çalıştaylar süreci sonrasında başa dönülürse, gerektiğini sorun baştakinden daha vahim bir hale getirilmiş olacaktır. vurguladık. Aleviliğin Çalıştayın ikincisine siz de çağrıldınız. Neler yaşandığı inancı hakkında bize bilgi verebilir misiniz? sorununun yalnızca  Çalıştay bir akademisyenler topluluğu ve neden orada olduğuAlevileri nu anlayamadığımız birkaç ilahiyatçıyla yürütüldü. Neden orada ilgilendirdiğini, olduklarını anlayamadım, çünkü zaten onların çağrılacağı bir topfakat Alevi lantı yapılacaktı. Ancak bu bile sorunu inşa eden zihniyetin sürece vatandaşların müdahil olmaya çalıştığını gösteriyor. inançlarını Basına yansıdığı gibi Sayın Mümtaz’er Türköne, daha sonra yaşayabilmesi yanlış anlaşıldığını iddia etse de Alevilerle darbeler arasında beniçin devletin zetme yaptı. Bence bu oldukça problemli bir durum yarattı. Alevi bir an önce Enstitüsü’nün üyeleri olarak biz buna karşı çıktık. Bizim tepkimizgerekli hukuki den sonra başta Binnaz Toprak Hoca olmak üzere bazı akademisdüzenlemeleri yenler de buna karşı çıktılar ve Sayın Türköne de yanlış anlaşıldıyapması gerektiğini ğını iddia etti. Kendilerini “özgürlükçü” diye tanımlayan kimi akademisyenlevurguladık.

rin bile Alevi sorunu konusunda Diyanet’in kavramlarını kullandığını görmek üzüntü vericiydi. Biz, Aleviliğin bir sorun olarak kavranmasından vazgeçilmesi gerektiğini vurguladık. Aleviliğin inancı sorununun yalnızca Alevileri ilgilendirdiğini, fakat Alevi vatandaşların inançlarını yaşayabilmesi için devletin ve onun kurumlarının bir an önce gerekli hukuki düzenlemeleri yapması gerektiğini vurguladık. Alevi sorununun, siyasi bir sorun haline geldiğini ve bunun Diyanet zihniyetiyle çözülmesinin olanaksız olduğunu vurguladık. Sonuç bildirgesinde Sayın Bakanın vurgularının da bizim önerilerimiz doğrultusunda olduğunu görmek bizi, açıkçası sürece bir bütün olarak hala temkinli yaklaşmakla birlikte, hoşnut etti. Asimilasyon Nedir? Sizce Alevi-Bektaşi inancı asimilasyonla kaşı karşıya mıdır? Nedenleri ve sonuçları nedir?

 Kabaca asimilasyon şu demek: Benzer hale getirme, kendine benzetme, kendine uydurma, özümleme. Asimilasyon sürecinin en önemli özelliği ve en büyük silahı, asimile edilen topluluğun uğradığı değişime meşru anlamlar yüklemesinin sağlanmasıdır. Yani asimile olan topluluk, yaşadığı değişimin anlamlı ve gerekli bir değişim olduğunu savunur. Dolayısıyla asimilasyon iki basamaklıdır. İlk basamak dışarıdan gelir. İkinci basamakta ise dışarının etkisi azalırken iç etkiler artar. Örneğin, köyünüze zorla cami yapılması dış ve tetikleyici bir unsurdur. O cami kullanılmasa bile orada durur ve bir süre sonra kö19


SACAYAK

Sayı 4

yün estetik görüntüsünün parçası haline gelir. İkinci basamak burada başlar. “Cami kullanılmıyor, cemler sürüyor” dersiniz, artık o görüntü sizi rahatsız etmez. Ancak yeni doğan ve büyüyen çocuklar için o görüntü bir gerçeklik olarak kalır. O artık köyü tamamlayan bir görüntüdür. Köyden kente göç başladığında cemlerin, musahiplik kurumunun, cemevi kavramının değişikliğe uğramasıyla boşluğa düşmeye başlayan kitleler için köylerinde kalan o görüntü, şehirde sözde sığınılacak mekanların kapısını aralamayı sağlar. Ve asimilasyonun ikinci perdesi sahneye konmuş olur. Şimdi sormak isterim: Cem nerede yapılır? Bir kısmınız cemevi diye geçirdi içinden eminim ki. Bunu bir kenara koyalım. Cemi kim yürütür? Dede. Dede nerde oturur? Postta. Neden postta oturur da Sünnilerin imamı gibi yukarlardan seslenmez? Neden postta oturur da sandalyede oturmaz? O zamanlar sandalye olmadığı için mi? Hadi, 500 yıl önce sandalye yoktu, seki de mi yoktu? Kütük de mi yoktu? Peki, cem olanlar nerde oturur? Yerde. Neden yaşlısı, genci, dar kot pantolon giyeni, etekle geleni, beli tutulanı, ayağı ağrıyanı, menisküsü olanı hep birlikte yerde oturur? Peki, dede o posta nasıl oturur? Söyleyelim, rızalık alarak oturur. O cemde 7 yaşındaki çocuk bile dedeye rızalık vermezse o dede o posta oturabilir mi? Bir başka soru daha: Cemde semah eyleyenler o dedeye niye sırtını dönmezler? Avrupa’da bir yerde, isim vermeyeyim, cemevine baktık, sandalye dolu. Bu ne dedik? Dediler ki gençler ceme geliyorlar, kızlar eteklerle rahat oturamıyorlar, bazı yaşlılar da oturma zorluğu çekiyor o nedenle artık cemevine sandalye koyuyoruz. Peki, dedik, dede nerde oturuyor? Sandalyede. Bu tür uygulamalar Türkiye’de de yaygınlaşıyor. Sorduğumuz sorulara dönelim yanıtlar verelim öyleyse. Dede öyle bir makamda oturur ki, kendisi cem olanlardan birisidir. Cemi yürütür, ama cem olanların rızalığıyla yürütür. Cem olanlar kendinden razı olmazsa o postta bir saniye bile kalamaz. Peki, rızasına muhtaç olduğu o cem olanlar, semah eylerken niçin sırtını dönmez dedeye? Çünkü dede, o postta oturan herhangi biri değildir. O, bütün bir cemi temsil eder, topluluğun temsilcisidir. O nedenle semah eden dedeye sırtını dönemez. Çünkü dedeye sırtını dönmek kendine sırtını dönmektir. Çünkü dede herkes adına o postta oturur. Peki, neden yukarlardan seslenmez? Çünkü bir kimse aynı anda hem yerde hem gökte olamaz. Cem edenler yerde otururken dede de onlar gibi yerde oturur. Cemde eşitlik vardır. Cem birlenmenin, bir olmanın, eşit olmanın yeridir. O kapıdan içeri girenler kadınlığını, erkekliğini, zenginliğini, fakirliğini, güzelliğini, çirkinliğini dışarıda bırakır. O kapıdan içeri girenler cemde birlenir. Can olur. O nedenle erkekleri kadınları ayrı ayrı oturtmak, onların cinsiyetlerinin farkına olmak, kadınlara kadın, erkeklere erkek özüyle 20

Dr. Ali Murat İrat: Asimilasyon mu diyorduk? Cemlerini bir aşağılık kompleksiyle dış dünyaya açanlar, onu adeta bir gösteriye dönüştürenler Aleviliğin asimilasyonuna asıl katkıyı verenlerdir. Cemi bir cinsiyet batağına saplayanlardır.


Temmuz 2009

SACAYAK

bakmak demektir. Kendinden ve inancından emin olmayanların, kadınına erkeğine güvenemeyenlerin yaptığı bir uygulamadır. Cemlerini bir aşağılık kompleksiyle dış dünyaya açanlar, onu adeta bir gösteriye dönüştürenler Aleviliğin asimilasyonuna asıl katkıyı verenlerdir. Cemi bir cinsiyet batağına saplayanlardır. Ceme sandalye koyanlar şunu unutmaktadır: Cem Kerbelâ’dır. Hüseyin’in acısı orada cem eyleyenlerin arasında asılı kalmıştır. Orada dizler birbirine değmedikçe, acı bütün bedence hissedilmedikçe cem, cem olmaz. Oturduğun yer turab olmayınca, toprak olmayınca cem, cem olmaz. Asimilasyon mu diyorduk? İşte buradan başlayalım o halde… Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?  Sizlere çalışmalarınızda başarılar diliyorum…

Yrd. Doç. Dr. Aykan Erdemir - Alevi Enstitüsü: Siyasi Reform Mecburiyeti ve İktidarla Statükoyu Koruma Çabası

Aykan Erdemir: Alevi Çalıştayı sürecinde asıl mücadelenin siyasi reform mecburiyeti ve arzusundaki iktidarla statükoyu korumaya kararlı tabanı ve kanaat önderleri arasında olduğu görüldü. Alevilerin ve Sünni demokrat müttefiklerinin geniş toplum kesimlerini ikna için uzun soluklu bir kampanya başlatmalarının yerinde olacağını düşünüyorum.

“Alevi Açılımı-Çalıştayı” konusunda neler söylersin?  İlk adımı “iftar” olan Alevi Açılımı’nın büyük bir yanlışlıklar zinciri olduğu ve eşit yurttaşlık temelinde toplumsal bir uzlaşma oluşturamayacağı son derece açıktı. Bu süreçte bir rota değişikliğine gidilmesi olumludur diye düşünüyorum. Her ne kadar acemice adım atılsa da inanç ve vicdan özgürlükleri alanında reform girişimlerini destekliyorum. Ne yazık ki çatışma çözümlemesi, hakikat ve uzlaşma komisyonu, hassasiyet eğitimi ve onarıcı adalet gibi kavramlara uzak olan siyasi kültürümüzün henüz Aleviler’in hak ve özgürlük taleplerini bütünüyle karşılayacak olgunlukta olmadığını düşünüyorum. Çalıştaya siz de çağrıldınız. Neler yaşandığı hakkında bize bilgi verebilir misiniz?  Çalıştay’da üç farklı kümelenme yaşandı: 1. Alevilerin ve tüm gayri-Sünni kesimlerin hak ve özgürlük taleplerini dile getiren, ayrımcılık ve nefret söylemleri karşısında kararlı bir tavır takınan az sayıdaki biliminsanı; 2. Sünni olmayanların hak ve özgürlüklerini kısıtlama ve Sünniliğin egemen konumunu koruma yolunda statüko savunuculuğunu yapan, peşin hükümleri, önyargıları ve nefret söylemlerini yeniden üreten muhafazakar kanaat önderleri; 3. İç ve dış politik baskılar sonucunda da olsa Aleviler’in temel hak ve özgürlükleri konusunda reform yapma kararlılığında olduğu izlenimini veren siyasi iradenin temsilcileri. Alevi Çalıştayı sürecinde asıl mücadelenin siyasi reform mecburiyeti ve arzusundaki iktidarla statükoyu sonuna dek korumaya kararlı tabanı ve kanaat önderleri arasında olduğu görüldü. 21


SACAYAK

Sayı 4

Tam da bu noktada Alevilerin ve Sünni demokrat müttefiklerinin geniş toplum kesimlerini ikna için uzun soluklu bir kampanya başlatmalarının yerinde olacağını düşünüyorum. Alevi-Bektaşi inancı asimilasyonla kaşı karşıya mıdır? Nedenleri ve sonuçları nedir?  Alevi Çalıştayı gayet doğal olarak ikircikli bir süreçtir. Farklı tehdit ve olanakları barındırmaktadır. Alevi örgütleri ve müttefikleri bu süreçten eşit yuttaşlık mücadelesine ilişkin önemli kazanımlar elde ederek de çıkabilirler, Alevi mağduriyetlerinin derinleşmesine de yol açabilirler. Sonucu belirleyecek olan müzakereye taraf olan kesimlerden hangisinin uygun strateji ve söylemlerle gündemi belirlemekte başarılı olacağıdır diye düşünüyorum. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?  Türkiye’de inanç alanında temel hak ve özgürlükler temelinde verilecek eşit yurttaşlık mücadelesinin yeni stratejiler ve söylemler çerçevesinde yürütülmesinin önemli olduğuna inanıyorum. Çağın olanak ve tehditlerinden bihaber düşünür ve önderlerin değişimin itici gücü olamayacağını düşünüyorum. “İkna” ve “ittifak” kavramlarının değişimde anahtar rolü oynayacağı görüşündeyim.

Doç. Dr. Ayhan Yalçınkaya: Âlimin Hayırlısı Padişaha Uzak, Padişahın Hayırlısı Âlime Yakın Olur Sayın Yalçınkaya, bildiğimiz kadarıyla, İkinci Alevi Çalıştayı’na resmen davet edildiğiniz halde katılmayı reddeden tek akademisyen siz oldunuz. Katılmama gerekçelerinizi birkaç cümleyle de olsa bizimle paylaşır mısınız? Devlet Bakanlığı, tam olarak kaç kişiyi çağırdı ve kaç kişi mazeret bildirerek katılamadı ya da kaç kişi, benim gibi, katılmayı reddetti, ben de bilmiyorum doğrusu. Tam da bu bilgisizliğimdir ki zaten katılmayı reddetmemin ilk nedenlerinden biri oldu. İlgili bakanlığa da yazıyla bildirdiğim gibi siyasal bir çözüm arayışında, konuyla ilgili çalışmalar yürüten akademisyenlerin görüşlerine başvurulma gereksinimini ve girişimini anlamlı bulmakla birlikte, böylesi bir girişimin etkin, verimli ve istenir sonuçlar üretebilmesi için gündem başlıkları, katılımcılar, konuşma süreleri, toplantı ve tartışma usulleri, beklenen çıktılar ve sonuçlar gibi başlıklar üzerinden görüşüne başvurulacaklarla birlikte ve ortaklaşa düzenlenmesinin önemi açıktır. Oysa bu süreçte akademisyenler yalnızca “davetli” olarak sürece dahil edilmişlerdir ve davet edildikleri sürecin katılımcılarını, program ya da tartışma başlıklarını bile, daveti kabul etmeden, görme şansları olmamıştır. 22

Bu sürece akademisyenler yalnız “davetli” olarak sürece dahil edilmişlerdir ve katılımcılarını, program ya da tartışma başlıklarını bile, daveti kabul etmeden, görme şansları olmamıştır.


Temmuz 2009

SACAYAK

Öyle ki örneğin bu aşamada ilahiyatçı akademisyenlerin olmayacağı beyan edilmişken, hem ilahiyatçı, hem Diyanet İşleri’nde görevli Doç. Dr. İlyas Üzüm’ün bu etaba davet edildiği anlaşılmıştır. İkincisi, yine kendilerine de bildirdiğim gibi, akademisyenler toplantıya çağırılmış, ama toplantının çıktısına ilişkin akademisyenlere herhangi bir katkıda bulunma zemini yaratılmamıştır. Böylesi bir zemin yokluğunda akademisyenlerin katılımı yalnızca sembolik bir değer taşıyabilir ve bu değer de doğrudan siyasal irade tarafından atfedildiği gibi, aynı iradenin açık tasarrufuna terk edilmiş olacaktır. Bu anlamda kendi adıma böylesi bir sembolik seferberliğin siyasal olarak kabul edebileceğim bir şey olmadığını bildirdim. Hükümet, çalıştaylar dizisiyle toplumun bütün kesimlerini Alevilik sorunu konusunda seferberliğe çağırıyor. Ama daha çağıran siyasal aktörün sorunu, siyasal olarak mı, teolojik olarak mı, tarihsel olarak mı gördüğünü bile bilmiyoruz. Bütün bunları bilmiyoruz, ama amacın sorunu çözmek olduğuna ikna olmamız bekleniyor. Bu doğrultuda da her kesime sembolik değerler atfedilerek, iktidar kendisinin çoktan atması gereken sembolik adımları belirli kesimlerin sırtına yıkıyor; tokmak daima kendi elinde olmak üzere. Bunu da kendi akademik anlayışım gereği kabul etmem mümkün değildi. Eskilerin ünlü bir sözü vardır; “âlimin hayırlıPSKAD Basın Açıklaması’ndan sı padişaha uzak, padişahın hayırlısı âlime yakın Fevzi Gümüş: Aleviler Darbe ve olur” diye. Yanlış anlamayın, kendimi âlim ilan Şeriat Değil, Demokrasi İstiyor! etmek için söylemiyorum bunu. Hükümetin ya da ilgili siyasal aktörlerin sıklıkla ilk kez bu kadar Mümtaz’er Türköne, Çalıştay’da ciddi, bu kadar iyi niyetli adımlar attığı ileri sü“Aleviler darbecilere meyilli” rülüyor; kişisel olarak bunun iktidara çok erken mesajı vermiş. açılmış bir “kredi olduğunu” kabul etmekle bir3 K (Komünist, Kızılbaş likte. Bu söz gereği ikinci çalıştay hükümet için ve Kürt) karşıtı olan Türköne bir artı puan olabilir, ama katılsaydım, ya akadezihniyetinin “Alevi Çalıştayı”na misyen kimliğimle benim için aynı şey, aynı koalınmasını anlamak mümkün laylıkla söylenebilir mi? değildir. (...) Türköne ve siyasi Siyasal iktidarı sürekli baskıcı bir aygıt olarak akrabaları önce aynada kendiletasarlarsanız, bu tip girişimler karşısında iktidarı riyle yüzleşmelidirler. (...) Sivas hoş karşılamak, takdir etmek zorunda kalırsınız. Katliamı’nın 16. yılında kendi Ama ya siyasal iktidar baskıcı olmaktan çok “yagazetesi olan Zaman’da “2 Temratıcıysa?” muz 1993’te gerçekleştirilen Pir Bu durumda kendi anlayışıma göre, akadeSultan Abdal Şenlikleri sırasınmisyene düşen ilk şey bu “yaratıcılığa” karşı eleşda Madımak Oteli’nde yangın tirel, meraklı ve kuşkucu konumunu korumaktır; çıkmış, aralarında otel görev“Sancak-ı Şerif” çıktığında “cihada koşmak” delilerinin de bulunduğu 37 kişi ğil. ölmüştü” diye yazanlara bile ses Sonuç olarak, benim katılmama gerekçem, önçıkartamayan biridir. Katliama, celikle ve özellikle –bunun Alevi sorununa ilişkin katliam bile diyemeyenlerin, yaklaşımlarımla ve siyasal anlayışımla ilişkisi olsöyledikleri inandırıcı olamaz... makla birlikte– akademik anlayışım gereğidir. 

Her kesime sembolik değerler atfedilerek, iktidar kendisinin çoktan atması gereken sembolik adımları belirli kesimlerin sırtına yıkıyor; tokmak daima kendi elinde olmak üzere. Bunu da kendi akademik anlayışım gereği kabul etmem mümkün değildi.

23


SACAYAK

Sayı 4

Hasan Harmancı: Başlayan Çözüm Değil, Yeniden Yargılama Dönemidir “Alevi Açılımı-Çalıştayı” konusunda neler söylersin?  AKP, Alevilere yönelik çözüm değil, yeniden yargılama dönemi başlatmıştır. Açılan, Alevi sorunlarının, ülkenin bütününün sorunu olduğunu unutturma, palyatif çözümler üretme ve sürüncemede bırakma sürecidir. Aleviler tarafından dillendirilmekten kaçınılsa da Aleviliğin sorunları azınlık sorunlarıdır. Yüzyıllardır birikmiş ve cumhuriyet boyunca birikmeye devam etmiş, yasal olarak çözülmemiştir. Aleviliğin sorunları pozitif ayrımcılıkla çözülebilir. Ancak Aleviliğin sorunlarını çözecek anayasal ve yasal çözümler, Kürt sorununda olduğu gibi devletin çoklu kültür, dil, inanma, felsefe bakışının değişmesiyle ilgilidir. Çalıştaya neden çağrılmamış olabilirsiniz?  Çağrının neye göre yapıldığını bilmiyorum. Aleviliğin ve Alevilerin sorunlarını bilenler arasından tercih yapılabilir. Ancak bu tercihler Alevi örgütleri tarafından belirlenmeli. Alevi örgüt yöneticileri her şeyi bilen değil, hangi konuda kimin ne bildiğini; kimin kendisine yararlı üretim yapabileceğini bilen ve bunları alabilen olmalıdırlar. Aleviliğin kültür veya tarih sorularında sığ kaldıklarını göremiyorlar. Alevi örgütleri ciddi olmalı ve kendi profesyonellerini oluşturmalıdır.

Hasan Harmancı: Resmi ideolojinin “milli birlik ve beraberlik” algıları değişmedikçe asimilasyon sürer. Toplantıya gelenler asimilasyonun nasıl süreceğini çalışmış ve at gözlüğü sahibi insanlar. Bu kafayla nereye varılabileceği bellidir.

Alevi-Bektaşi inancı asimilasyonla kaşı karşıya mıdır? Nedenleri ve sonuçları hakkında neler söylemek istersiniz?  Asimilasyon, farklı kültüre sahip bir grubun diğer birimin kültürünü, davranış kalıplarını benimsemesi ve böylece onun bir parçası haline gelmesi sürecine verilen addır. Asimilasyon, kültürel farklılıkların ortadan kalktığı aşamalı bir süreç olarak tanımlansa da sonucunun büyük bunalım ve kayıplar olduğunu biliyoruz. Bu, Türkiye’nin uzun süre tartışmak zorunda kalacağı bir sorundur. Ötekileşme sorununu daha gündemine taşıyamamış bir yapıya sahibiz biz. Resmi ideolojinin “milli birlik ve beraberlik” algıları değişmedikçe asimilasyon sürer. Bunun sonucunda asimilasyon ne kesintiye uğrar, ne de bunu çalıştaylarla sorgulamak mümkündür. Toplantıya gelenlerin yarısı asimilasyonun nasıl süreceği veya ötekinin nasıl daha fazla zora sokulacağını çalışmış ve at gözlüğü sahibi insanlar. Bu kafayla nereye varılabileceği bellidir.

Hasan Harmancı:

Aleviler tarafından dillendirilmekten kaçınılsa da Aleviliğin sorunları azınlık sorunlarıdır. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? Aleviliğin  Ekleyecek ne kaldı? Alevilerin kendi başlarına uluslararası ölçek- sorunları te ayakları üstünde durması kaldı sadece. Asıl önemlisi de budur. pozitif Türkiye gibi devletlere böylesi bir anayasal ve pratik süreçte asla ayrımcılıkla çözülebilir. güvenilmez.

24


Temmuz 2009

SACAYAK

Aleviler müttefiklerini seçmek zorundadır. Devlete yaslanarak alacakları yol her zamanki gibidir: Bazı kişilere biraz yağ biraz bal, gerisi aynı.

Esat Korkmaz: Bulunduğum Noktadan Baktığımda Çalıştay Kendi Sonucundan Utanacaktır Esat Ağabey, devlet seni çağırmadı mı? Hayır devlet beni çağırmadı. Eğer çağırsaydı reddederdim: Kültürümüzün diliyle, “Beni sen çağıramazsın; beni çağırsa çağırsa örgütlerim çağırır” derdim. İşin gerçeği örgütlerimiz istese de beni/bizi çağıramazdı: Çünkü “Çalıştay” takviminin yaşama taşınmasında örgütlerimizin Alevilik adına kullanabilecekleri bir “iradeleri” yoktu. Yani örgütlerimiz iradeden yoksundu; sadece devlet çağrılısı idi onlar. Bu çok acı bir durum. Daha önce söylemiş-yazmıştım, Alevi topluluğu adına irade kullanan örgütlerimizle devlet masaya oturmadığı sürece “çözümün yolu açılmaz” diye. Yine aynı kanıdayım.

Esat Korkmaz: Devlet ikna olmaz, devlet, yaşamın çelişkisiyle, “dövülerek terbiye edilir”. Biz devleti “ikna etmek” için değil, devleti, onun siyasetini “terbiye etmek” için çalışırız.

Sana göre “Çalıştay” devlet iradesinde başlatılmış oluyor. Evet aynen öyle: Devlet koşullarını hazırladı; kendi “yakasından ve kendine hizmet edenlerden” kimleri çağıracağını saptadı. “Bizim yakadan” da “seçmece” temsilcileri davet edip “zorunlu” çağıracaklarına çoğunluk sağladı. “Niteliği niceliğe boğduracak” koşulları hazırladığında, “Haydi beyler buyurun!”, dedi. Sözcülerimiz-temsilcilerimiz ne yaptı? “Devlet bizi ciddiye aldı; aman kaçırmayalım; koşalım, huzurda yerimizi alalım; isteklerimizi bir kez daha yineleyelim” çabasına girdi. İşte burada açık açık belirtiyorum: Benim bulunduğum noktadan bakıldığında “Çalıştay kendi sonucundan utanacaktır”. Utanılacak bir sonuç üretmek için bu çaba niye, diye sormadan edemiyor insan. “Çalıştay”a katılan örgüt temsilcilerimizin “değerlendirmelerini” okudukça Arnavut atasözü gelip “çakılıveriyor” beynime: “Akıl külahta bir çividir, yumruk vurmadan girmez”. Örgüt yöneticilerini “dövelim mi” demek istiyorsun? Bunu fiziki “darp olayı” ile karıştırmamak gerekir: Örgütlerimiz “kocaman insan”dır, bizler “küçük insan”ız. “Kocaman insan” durumundaki örgütlerimiz “az hata” ile çalışır, “küçük insan” olan bizler, “hata yapma özgürlüğünü kesintisiz biçimde kullanarak” çalışırız. Tasarımın mantığı gereği, örgütümüzün/örgüt yöneticilerimizin “az hata” yapması için “çok hata” yapan ve bu nedenle doğruyu yakalama şansı en yüksek olan aydınının “bilgisiyle beslenmek” durumundadır. Yöneticilerimiz aydınından sakındığı için zaman zaman devreye sokulan “aydın bilgisi” onda “yumruk” etkisi yaratıyor. 25


SACAYAK

Sayı 4

“Doğru söylemek acıdır, ama sen yine de doğruyu söyle”, özdeyişinin izinde bir kere daha belirtelim: Tam da bu nedenle “yöneticiye bilgi dışarıdan verilir.” Bu süreç sağlıklı çalışmazsa yöneticilerimiz, “bilme-yorumlama-yapma” konusunda bir “beslenme bozukluğu” içine düşerler. Devletin “çağrılısı” olarak toplantıya katılan örgüt yöneticilerimizin “Çalıştay”ı olumlayan görüşleri bunun kanıtı durumundadır: Utanılacak sonucu bize/bizlere “onur” diye “pazarlıyorlar.” Aradan bir ay kadar zaman geçti; Federasyonumuz “malumu” algılamış gözükerek bize sesleniyor: “Siyasi irade; Alevilerin üzerinde uzlaştıkları talepler konusunda adım atmak yerine, çalıştaylar dizini düzenlemektedir. Alevi Bektaşi Federasyonu ve diğer Alevi Kurumları yapılan ikinci çalıştay ve yapılacak olan çalıştaylarda sürecin dışında bırakılmaktadır. Yapılacak olan çalıştaylara gözlemci Devlet olarak katılma talebimiz dahi Bakanlıkça reddedilmiştir…. kendi İkinci çalıştayla birlikte bu çalıştayların amacı dışına çıkma ihtimali güçlenmiştir. Alevi Bektaşilerin sorunları ve buna ilişkin çözümlerinin konuşulduğu bir çalıştaylar serisi olmaktan öte, Alevilere hakaret edildiği toplantılar haline dönüşmektedir…” Kendilerini kutlarız ve hatırlatırız; Devlet ikna olmaz, devlet, yaşamın çelişkisiyle, “dövülerek terbiye edilir”. Biz devleti “ikna etmek” için değil, devleti, onun siyasetini “terbiye etmek” için çalışırız. Daha önce “Alevi Açılımı”nı değerlendirirken çarpıcı bir saptamayla “evlilik içi tecavüz”den söz etmiştin. Açılım “evlilik içi tecavüz” ise “çalıştay” ne oluyor? Açılım’la devlet-hükümet, özel anlamda Sünnilik ile Aleviliği “evlendirmeye” çalıştı: O zaman ben de bu “evlilikte, evlilik içi bir tecavüz durumu var; böyle giderse yarın bu tecavüzden doğacak çocuklar bizi Alevi zeminden kovacaktır” değerlendirmesini yaptım. Anlaşılacağı gibi böylesi bir son “Aleviliğin ölümü” demektir. Hükümetin arkada durduğu, içimizden biri “dönen kimlik” Reha Çamuroğlu’nun “koçbaşı” göreviyle ön aldığı bir girişimdi Alevi Açılımı. Her köktendinci kimliğin mayasında bulunan Alevilere yönelik “öc güden içgüdü”, istemdışı hatalar yaparak Alevi Açılımı’nı hükümet açısından verimsiz kıldı. Hatalardan ders çıkarmış görünen hükümet, Alevi Açılımı’nı Alevi Çalıştayı’na dönüştürdü: Bir günlük evlilik töreni, kırk gün kırk gece sürecek bir şölen durumuna geldi. Değişen bir şey yok, yine devletle Alevilik, güncel dille söylersek Sünnilik ile Alevilik evlendiriliyor. Yine “evlilik içi bir tecavüz” söz konusu: Bu tecavüzün çocukları “Aynı Allah, aynı peygamber, aynı kitap”, diye bağıracak; “Sünnilik büyük din, Alevilik küçük 26

“yakasından ve kendine hizmet edenlerden” kimleri çağıracağını saptadı. “Bizim yakadan” da “seçmece” temsilcileri davet edip “zorunlu” çağıracaklarına çoğunluk sağladı. “Niteliği niceliğe boğduracak” koşulları hazırladığında, “Haydi beyler buyurun!” dedi. Sözcülerimiztemsilcilerimiz ne yaptı? “Devlet bizi ciddiye aldı; aman kaçırmayalım; koşalım, huzurda yerimizi alalım; isteklerimizi bir kez daha yineleyelim” çabasına girdi.


Temmuz 2009

Örgütlü Alevi hareketi “kanalına oturduğunda”, Aleviliği temsil karasevdasında olan yapay örgüt ve kimlikler meydanı terk edeceklerdir. İşte o zaman umudu çağırdığımızda o bize koşacaktır.

SACAYAK

din”, diye haykıracak. “Allahımız aynı Allah değil haberiniz olsun; biz peygamberli din değil okullu bir kültürüz; bizim kitabımız doğadır”, diyenleri kovacak. Çocuklar babaları-anaları kovduğu gün de Aleviliğin ölüm törenini yapacağız. Örgütlenerek gericileşiyoruz derken biraz da bunu kastediyorum ben. Diyanetin kaldırılmasını savunan temsilcilerimiz, Diyanet’in son sözü söyleyeceği toplantılar sürecine “koşarak” gidiyor; daha önce Reha Çamuroğlu ile aynı masada oturmam diye ortalığı velveleye veren yöneticilerimiz, şimdi “hazım zorluğu” çekmiyor. Bütün olanlara bir ad vermemiz gerekse ne ad vermemiz gerekir? Ben umutsuz değilim. Ancak tehlikeli bir gidişin altını çizmek istiyorum: “Tehlike bizim için iyi bir öğretmendir.” Örgütlü Alevi hareketi “kanalına oturduğunda”, Aleviliği temsil karasevdasında olan yapay örgüt ve kimlikler meydanı terk edeceklerdir. İşte o zaman umudu çağırdığımızda o bize koşacaktır. Bunu başaramazsak “kendimizi gömeceğimiz anıtmezarı “ hazırlamaktan başka seçeneğimiz kalmayacaktır. 

Alevi Kültür Derneği’ne Dün Dergilerin Girmesi Yasaklanmıştı Bugün Demokratların, Devrimcilerin Girmesi Yasaklanıyor

Bakalım Yarın Neyi Yasaklayacaklar Ahmet Koçak 6 Temmuz günü e-postama düşen bir iletiyi okuduktan sonra iletiyi yollayan cana şunları yazmıştım: Sevgili can, Haberi okuyunca şaştım dersem yalan olur. Bunlar iyi günlerimiz. Yakın gelecekte bugünlerimizi çok arayacağız. Hele AKP’nin şu Alevi Çalıştayı güdük haklarla bir açıklansın, solcu, emekten yana olan bizler bak gör o zaman kendi kurumlarımıza girebilecek miyiz? Umarım bu yazınızı ismi zikredilen derneğin Genel Başkanı da okumuştur. Haberinizin altında isminizi yazmamışsınız. Sacayak Dergisi olarak bizim sizden ricamız isminizi de yazınız. Eğer bu konuda daha geniş yorum haber-yazmak isterseniz yazınızı dergimizde yayınlarız. Ahmet Koçak Sacayak Dergisi Yazı İşleri Müdürü Bu kısa yazımın yanıtının gelmesi uzun sürmedi. Küçük imla düzeltmeleriyle yazıyı sizlerle paylaşıyorum. Merhaba Ahmet Bey, Yazıyı yolluyorum. Selamlar saygılar. Ali Rıza Çelik 27


SACAYAK

Sayı 4

Merhaba canlar, Ben Gaziantep Alevi Kültür Derneği üyesiyim yıllardır derneğe emek veren bir gencim. Size Gaziantep AKD yöneticilerinin 2 Temmuz Perşembe akşamı yapmış olduğu bir olaydan bahsedeceğim. 2 Temmuz Perşembe akşamı Sivil Toplum Örgütleri (Ayışığı, İşçi-Köylü, İHD, ESP, vd,.) Gaziantep Düztepe Mahallesi’ndeki Gaziantep Alevi Kültür Derneği önüne Sivas Katliamını anmak üzere meşaleli yürüyüş düzenlemiştir. Dernek avlusu içinde basın açıklaması yapmak isteyen gösterici arkadaşlar dernek görevlileri tarafından içeri alınmamışlar ve üstlerine dernek kapısı kapatılıp derneğe girişleri engellenmiştir. Gerekçe olarak, dernek görevlileri ve dedeleri tarafından “Bunlar dernek içinde siyaset yapmak istiyorlar” ve “bunlar bizden değiller” denmiştir. Ve aynı akşam İsmail Dede’nin Cem de söylediği lafı size olduğu gibi aktarıyorum. “Haftaya Perşembe akşamı, yani 9 Temmuz 2009 günü Cem’e AKP’li Şahinbey Belediye Başkanı Sayın Mehmet Tahmazoğlu gelecektir. Cem evine çocuklarınızı getirmeyin. Temiz giyinin vs.” demiştir. Şimdi Gaziantep AKD (Alevi Kültür Dernekleri) üyesi olarak şunu soracağım: 2 Temmuz’u anmak isteyen Sivil Toplum Örgütlerinin o gün basın açıklaması siyaset oluyor da (kaldı ki yakılan canlar için yapılan eylem bize yönelik olduğu halde), haftaya Perşembe günü yapılacak cem’e gelecek AKP’li başkan geldiği zaman siyaset olmuyor mu? Bu nasıl anlayış, bu nasıl Alevilik? Cem’e gelen kadın, erkek ayrımsız herkes candır. Dili, dini, ırkı yoktur. Herkes eşittir. Ama Dede’nin söylemleri AKP Başkanını cemevinde üstün görüyor. Bilindiği üzere Hz. Muhammed cem’e ilkin de girememesinin sebebi Peygamberim demesi idi. Sonradan ise yoksulların bekçisiyim diyerek içeri girmiştir. Yani kısacası kimsenin kimseden üstünlüğü yoktur. (İşin siyasi rantı diğer tarafa) ve dede bu icazetname’yi hak etmiyor. Bunu düşünüyorum. Bundan üç yıl önce İsmail Dede ile yaşadığım bir olayı anlatayım sizlere. F Tipi ölüm evlerini ölüm orucu ile protesto edip bu yolda can veren Fatma Koyupınar’ın 40 yemeği vardı. O gün yönetim binasında dedeye iletmiştim “40 yemeği olduğunu ve cemevine gelmesi gerektiğini” bana “tamam” dedi. Cemevinde yaklaşık yarım saat durdu sonra birde baktım ortalarda yok. Sonradan öğrendim ki Fatma Koyupınar’a kendisinin devlet ağzıyla dediği kelime “O Terörist! Onun 40 yemeği yapılmaz”. Son olarak şunu söylemek istiyorum. Derneğin yeni yönetimi AKP’nin esareti altında! Ve İzzettin Doğan mantığıyla Alevileri Sünnileştirmek tek amaç. Eğer biz örgütlü olmazsak, kendi içimizdeki dost bildiğimiz düşmanlarla savaşmaz, kovmazsak, Pir Sultan Abdal’ın dediği gibi “Haramla beslenen vücudunla toprağımdan defol!” demez isek o zaman Aleviliğin bittiğinin resmidir. Bir Olalım İri Olalım Diri Olalım. Faşizme Karşı Tek Yürek Olalım. 28

Sanma ki yapılanlar unutulur

Fatma Koyupınar (1972 - 2006) Ben yokluklar yoksulluklar içinde, ama “Ulaş’a ağıt” dinleyerek, Mahirler’in, Denizler’in türküleriyle büyüdüm. Pir Sultanlar’ın deyişleriyle, İmam Hüseyin’in Kerbela’da “biz hakkımız olanı istiyoruz, biat etmeyeceğiz” sözleriyle büyüdüm. Ben de halklarımızın adil, sömürüsüz bir ülkede yaşamasını istiyorum. Halklarımızın gelecek umudu karartılmasın diye ölüm orucundayım. 24 Mayıs 2005


Temmuz 2009

SACAYAK Demokratik Alevi Derneklerinin Durumu Açısından

2 Temmuz’un Gösterdikleri Esen Uslu

B

u yıl 2 Temmuz Sivas, Ankara ve İstanbul yürüyüşleri iki sorunu gözler önüne serdi. Birincisi, sol örgütler bu yürüyüşlerde Alevi-Bektaşi emekçi halkın demokratik istemlerini değil, kendi aralarındaki rekabette güç gösterisini öne çıkarmayı tercih etmişti. Bu tercihlerinin kendilerince haklı gerekçeleri olabilir. Ancak kadrolarını kendi örgüt flamalarının ardına çekince, Alevilerin demokratik derneklerine, tabir yerindeyse, sadece flama-pankart taşımaya yeter sayıda adam kalmıştı. Bu çarpıcı tablo hem o siyasi örgütlerin Alevilerin sorunlarına bakışını yansıtıyor, hem de demokratik Alevi derneklerinin durumun gösteriyor. Siyasi örgütler, 2 Temmuz gibi kara bir günün yıldönümünde bile Alevi-Bektaşi halkın istemlerine birlik ve dayanışma içinde sahip çıkmayı ikincil önemde bir iş olarak görmüşler. Siyasi rekabet içinde anlamlı kendi sloganlarını öne çıkarmayı, bu acılı günde Alevi-Bektaşilerin demokratik istemlerini sloganlaştırmaktan daha önemli görmüşlerdi. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ortadan kaldırılmasının, ne kadar devrimci bir istem olduğunu kavramamışlardı. Birkaç pankarta yazılmış “Devletin Alevisi Olmayacağız” sloganına karşın, bunun yolunun DİB’nın varlığına açıktan karşı çıkanlarla birlikte yürümek olduğunu görmüyorlardı. Demokratik Derneklerin Zaafı Dernek üst yönetimlerine yaptığımız öneri, Türkiye’nin en büyük Alevi kenti İstanbul’da iyi örgütlenmiş ve geniş katılımlı bir eylem yapılmasıdır. ABF, İstanbul’da tüm Alevi örgütlerinin çalışmalarını bu eyleme yönlendirecek bir çalışma grubunu hızla kurmalıdır.

Sol siyasi örgütler kadro desteğini geri çekince dernek yönetim kurulunu bile toplayamaz hale gelen demokratik Alevi dernekleri ve onların üst kuruluşları şapkalarını önlerine koyup bir kez daha düşünmelidir. 9 Kasım eylemini Türkiye solu ve Kürt özgürlük hareketi desteklemişti. Bazı siyasi örgütler kendi flamasını açmıştı. Ama demokratik Alevi derneklerinin kortejine katılım, siyasi grupların flamaları ardında katılımla karşılaştırılamaz derecede büyüktü. Çok önceden beri dernek üst yönetimlerine yaptığımız öneri, Türkiye’nin en büyük Alevi kenti İstanbul’da iyi örgütlenmiş ve geniş katılımlı bir eylem gerçekleştirilmesiydi. Geçen sayımızda okuduğunuz gibi Demokrasi için Birlik toplantısında ABF’yi temsilen konuşan Kemal Bülbül, önümüzdeki dönemde İstanbul’da bir milyonluk bir yürüyüş ve gösteri yapmaya karar aldıklarını söyledi. ABF bu kararında ciddiyse 2 Temmuz yürüyüşünün gösterdiği gerçek, böyle bir eylemi gerçekleştirmek için ABF’nin hızla atması gereken adımlar olduğudur. ABF, İstanbul’da tüm Alevi örgütlerinin çalışmalarını bu eyleme yönlendirecek bir çalışma grubunu hızla kurmalıdır. Yoksa 2 Temmuz’un gösterdiği gidişle İstanbul’da eylem hazırlık toplantılarının siyasi gruplarla pazarlık biçimine bürünmesi kaçınılmazdır. 29


SACAYAK

Sayı 4

İstemlerin Örgütlenmeyle İlişkisi Özellikle PSAKD şubeleri, kendi gücüne güvenir gerçek birer Alevi örgütü haline gelemezse bu zaaflar aşılamaz. Bu zaaflar giderilmeden de İstanbul çapında bir etkinlik başarıyla gerçekleştirilemez. “Alevilerin istemleri” diye dile getirilen ve hatta “Alevi AçılımıÇalıştayı” çerçevesinde devlet-hükümet önünde gerici; sözde Alevi örgütleriyle pazarlık konusu edilen istemlerin, yani eylem hedeflerinin, derneklerin gerçek birer demokratik Alevi örgütü haline gelmesinde çok önemli rolü vardır. İstemler konusunda süre giden kafa karışıklığını gidermek çok önemlidir. “Dedelere maaş”, “Diyanette bize de bir yercik” isteyenlerle “Bu devlet yapısı değişmelidir, Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmalıdır” isteyenler arasındaki fark örgütlenmede kendini gösterir. Ne istersen ona göre örgütlenirsin. Bir yandan, bugünkü devlet “Kilise Vergisi” gibi bir vergi toplayıp, Alevi derneklerine “hakça” dağıtılsın derken, öte yandan “laiklik-demokrasi” dersen bu kafa karışıklığında dernekler gerçek bir demokratik örgüte dönüşemez. Böyle kafası karışık bir yönetimin ardına dizilenler ya en az o yönetim kadar kafası karışık olanlardır ya da o örgütlerdeki AleviBektaşilerin kafasını daha da karıştırmak isteyenlerdir. Bunların panzehiri, demokratik derneklerin demokrasi ve laiklik hedeflerini net ve açık biçimde sloganlaştırmaktır. Şu ya da bu nedenle sulandırmadan savunmaktır. Örgüt İçi Demokrasi ve Örgütlenme Demokratik derneklerin gerçek birer Alevi örgütü haline getirmenin ikinci ayağı, dernekler içi demokrasiyi geliştirmektir. Son günlerde yaşanan bir olay, iç işleyişte demokrasi yokluğunu bir kez daha gösterdi. ABF’nin internet sitesine göre ABF, 12 Temmuz’da Olağanüstü Genel Kurul yaptı ve Tüzük değiştirdi. “Bunca iş dururken, bu da nereden çıktı?” diye düşünmemek elde değil. Tüzükte yapılan değişiklikler neymiş? Yeni tüzük henüz internet sitesinde yayınlanmadı, ama habere göre bundan sonra ABF’ye üyelik için başvuracak derneklerin en az yüz üyesi olmalıymış. Bağlı derneklerin Genel Kurula göndereceği delege sayısı da değişmiş. Yeni tüzüğe göre her üye derneğin başkanı ve dört delegesi genel kurula katılacakmış. Üye sayısı 750’den fazlaysa, dernek her 750 üye için bir delege daha yollayacakmış. Değişen eski tüzükte aynı konuları düzenleyen maddeler nasıldı? ABF’ye üye olacak derneklerden belirli bir üye sayısında olma şartı aranmıyordu. Her üye dernekten genel başkan ve iki delege genel kurula katılıyordu. Üye sayısı bini geçen dernekler, her bin üye için birer delege daha yolluyordu. Elinizi vicdanınıza koyup şu soruyu yanıtlayın: Eski tüzüğe göre gelecek yıl Mayıs ayında yapılması gereken olağan genel kurulu beklemeden, bu tüzük değişikliği için bir olağanüstü genel kurul toplamak neden gerekli görüldü? 30

Kafası karışık bir yönetimin ardına dizilenler ya en az o yönetim kadar kafası karışık olanlardır ya da o örgütlerdeki Alevilerin kafasını daha da karıştırmak isteyenlerdir.


Temmuz 2009

Ne üye derneklerden ne de ABF yönetiminden tartışma girişimi gelmediğine göre ABF’nin, Alevi Açılımı ve Çalıştayı gibi önemli gelişmelerin Alevi-Bektaşi toplumunun gündeminde olduğu ve tozun dumana karıştığı günümüzde genel kurulda tartışacağı ve karara bağlayacağı hiçbir konu yokmuş!

AleviBektaşilerin demokratik istemleri net ve açık eylem kılavuzu haline gelmezse ve örgüt içi demokrasi geliştirilmezse giderek daralan uğursuz çember kırılamaz. Derneklerin sadece adında kalan demokrasi bir muskaya dönüşür. Demokrasi kavgasında Alevilere muskanın hiçbir faydası yoktur.

SACAYAK

Genel Yönetim Kurulu, bir Tüzük Genel Kurulu toplamayı gerekli gördü diyelim. Üye derneklerin, önlerine çıkan bir genel kurul fırsatında tüzüğün acil olmayan bir iki hükmü dışında konuşacak hiçbir sorunu yok muydu? Yönetim böyle bir tartışmayı istemedi diyelim. Üye derneklerin de mi tartışılacak bir konusu yoktu? ABF tüzüğüne göre her genel kurul, katılanların onda birinin istediği her konuyu gündemine alıp görüşmek zorundadır. Ne üye derneklerden ne de ABF yönetiminden böyle bir girişim gelmediğine göre ABF’nin, Alevi Açılımı ve Çalıştayı gibi önemli gelişmelerin Alevi-Bektaşi toplumunun gündeminde olduğu ve tozun dumana karıştığı günümüzde genel kurulda tartışacağı ve karara bağlayacağı hiçbir konu yokmuş! Bu çıkarsama, demokratik derneklerin içinde bulunduğu durumu gösteriyor. ABF’nin tüzük genel kurulu, örgüt içi demokrasiyi geliştirmeyi amaçlamamıştır. Tam tersine, yönetimdeki siyasi grupların ABF’nin gelecek dönem yönetimini şimdiden belirlemeye yönelik manevrasından başka bir şey değildir. Bu yönetim ve orada yer alan siyasi gruplar için tabanın söz ve karar sahibi olması, yani örgüt içi demokrasi, yalnızca boş bir söylemden ibarettir. Demokrasi Yoksa Demokratik Dernek Olmaz Yönetimde anti-demokratik yaklaşımın olduğu dernek yapısı Alevilerin dertlerine derman olmaz, olamaz. Bir derneğin Alevilerin istemlerine sahip çıkabilmesi için önce tabanın söz ve karar sahibi olduğu gerçekten demokratik bir örgüt olmaya yönelmesi gerekir. Alevi-Bektaşilerin demokratik istemleri net ve açık eylem kılavuzu haline gelmezse ve örgüt içi demokrasi geliştirilmezse giderek daralan uğursuz çember kırılamaz. Demokratik Alevi derneklerinin sadece adında kalan demokrasi biçare bir muskaya dönüşür. Demokrasi kavgasında Alevilerin karşısında domuz topu gibi birlik olan güçlere karşı muskanın hiçbir faydası yoktur. Kürt açılımının yeniden gündeme geldiği son günlerde hükümet bir şeyi açıkça ortaya koydu: Her şey konuşulabilirmiş, ama hükümet her türlü özerklik istemine karşıymış! Alevi-Bektaşi halkın haklı istemlerine karşı duran güç net ve açık konuşuyor. Hatırlatalım: Özerlik olmayan yerde demokrasi olmaz! AleviBektaşilerin demokratik dernekleri, hayatın her alanına müdahale eden, ayrıcalıklı ve dokunulmaz merkezi devlet bürokrasisi yerine, seçilmiş ve geri çağrılabilir temsilcilerden olşan meclislerin yerinden yönetimine dayılı özerkliği savunmazsa demokrasiyi savunduğunu nasıl iddia edebilir? DİB’nın kaldırılmasını, devletin din işlerinden elini çekmesini savunmazsa laikliği savunduğunu nasıl iddia edebilir? Kırılması gereken uğursuz çember budur. Bu nedenle istemlerde ve örgütlenmede kafa karışıklığına son vermek gerek. ABF ve bağlı kuruluşlarının demokrasi ve laiklik istemleri netçe tanımlanmalı ve sulandırmadan savunulmalıdır. Derneklerin iç işleyişinde tabanın söz ve karar sahibi olması demek olan demokrasi geliştirilmelidir.  31


SACAYAK

Sayı 4

İlk Baskısı 1990 Yılında Yapılan ve Yakında Alev Yayınlarından Yedinci Baskısı Çıkacak Olan R. Yürükoğlu’nun “Okunacak En Büyük Kitap İnsandır - Tarihte ve Günümüzde Alevilik” Adlı Kitabının Son Söz Bölümü

Hacı Bektaş Veli’nin Gösterdiği Temel Yön ve Kapitalizm

R. Yürükoğlu, 1978 yılında Berlin’de.

D

İN ya da din çerçevesi içinde geliştirilen çeşitli dini destekleyici ya da eleştirici görüşler özünde fetişist bilincin değişik görüntüleridir. Temelinde doğa güçlerinin ve insan ilişkilerinden doğan, ama onlar tarafından denetlenemeyen, hatta onları yöneten doğal güçlerin fetişleştirilmesi yatar. Bunun sonucunda din ya da öteki benzeri görüşler, gerçekliği, doğayı, toplumu ve insan ilişkilerini hayal düzeyinde çiftler, yansıtırlar. Doğanın ve toplumun bilimsel anlayışına dayanan Marksistlerin, gerçekliği tam ve doğru yansıtmayan ideolojileri, bu arada dinleri de eleştirmeleri gerekir. Bu süregen, sürekli bir görevdir. Çünkü dinin kapitalizmde de işlevi sürer. Kapitalist üretim ilişkileri insanların yarattıkları ama denetleyemedikleri, tersine onların yaşamlarını belirleyen nesnel ilişkilerdir. Hele emekçi insan için bu ilişkilerin yaptırım gücü sınırsızdır, ezicidir. Kapitalizmde dinin bir üst yapı kurumu olarak süreceğini ve önemli bir rol de oynayacağını bilmek Marksistlere bir görev daha yükler. Yaşadıkları toplumdaki dinin ve din benzeri ideolojilerin somut tarihsel analizini yapmak. Pek çok toplumda, egemen dinin yanı sıra bir de “muhalefet dini” vardır. Bunları, bunların dayandıkları sınıfsal kesimleri ve ideolojilerinin özünü iyi bilmek, ona göre tutum almak gerekir. Çünkü Marksistlerin dini ideolojik düzeyde eleştirmelerinin amacı dine inananları siyasal düzeyde kazanmaktır. Marksistler, din eleştirisini spor diye yapmazlar. Böyle olunca, egemen dine ve “muhalefet dinine” ve bunları savunan kesimlere yaklaşım da elbette farklı olacaktır. Bizim de bu kitapta yapmaya çalıştığımız bunlardır. Ancak, Türkiye’nin somut gerçekliği içinde, bu alanda kendimizi çok şanslı bir konumda bulduğumuzu söylemeliyim. Alevilik-Bektaşilik, dünyada rastladığımız heresi, heterodoksi örnekleri içinde halkçılıkta, kavgacılıkta, insancıllıkta en önde gelen örneklerden biridir. Alevilik, öğretisiyle ve yarattığı büyük halk hareketleriyle tarihimizde gururlanacağımız bir yüksek tepedir. Hacı Bektaş, eşitlik, özgürlük, hoşgörü ve geniş görüşlülük taşıyan öğretisiyle, örgüt32

Alevilik, öğretisiyle ve yarattığı büyük halk hareketleriyle tarihimizde gururlanacağımız bir yüksek tepedir. Hacı Bektaş, eşitlik, özgürlük, hoşgörü ve geniş görüşlülük taşıyan öğretisiyle, örgütçülüğü ve eylemiyle büyük bir düşünür, büyük bir liderdir.


Temmuz 2009

Hacı Bektaş Veli’nin, “okunacak en büyük kitap insandır” sözleri, yalnızca Bektaşiliğin değil insanlık tarihinin tüm ilerici düşüncesinin altında bir kızıl şerit gibi yatan ana amaçtır.

Namuslu bir insanın sorması gereken ilk soru şudur: Türkiye’de Aleviler üzerinde baskı var mıdır yok mudur?

SACAYAK

çülüğü ve eylemiyle büyük bir düşünür, büyük bir liderdir. Onun, “okunacak en büyük kitap insandır” sözleri, yalnızca Bektaşiliğin değil insanlık tarihinin tüm ilerici düşüncesinin altında bir kızıl şerit gibi yatan ana amaçtır. Aleviler, düşüncelerinden dolayı yüzyıllar boyunca bağnazlığın, dar görüşlülüğün, yobazlığın elinde kırılmışlardır. Bu olgu aynı zamanda toplumda ezen ve ezilen sınıfların kavgasını temsil etmiştir. Aleviler bugün de ülkemizde ikinci sınıf vatandaştırlar. Ezilmeleri, horlanmaları, zaman zaman da kırılmaları bitmemiştir. Bugün çoğunluğu işçi ve emekçi olan bu 22 milyon insanın konumu toplumsal bir yaradır. Nasıl ulus bir gerçekse, din ya da herhangi bir başka ideoloji de toplumsal bir gerçektir. Kendi inançlarımızı toplumsal gerçekliğin yerine koyamayız ve eğer bir düşünce sistemi üzerinde ezgi varsa bu ezgiye gözlerimizi kapayamayız. Bu tutumun karşısında, “Alevilik konusu halkı böler” deniyor. Ülkemizde Kürt sorunu dile getirildiğinde de aynı anlamsız korkuyla karşılaşılır. “Türk-Kürt diye bölecek miyiz emekçiyi?” Benzeri korku, bu konuda görülüyor. “Aleviler bir yana, Sünniler bir yana diye bölecek miyiz?” Korku yersizdir. Bu bölünme zaten vardır ve sorunlar da oradan çıkmaktadır. Bölünmenin varlığına işaret, bölmek değildir. Varlığına işaret etmemek ve ezilene sahip çıkmamak ise, bölmemek değil, zaten varolan bölünmede ezenin yanında durmak demektir. Ayrıca biz, “emekçiyi Alevi-Sünni diye bölecek miyiz?” sorusunu “korku” olarak adlandırdık, ama çok iyi biliyoruz ki bu soruyu yöneltenlerin çoğunluğu bunu “korku”yla değil, kendi dar çıkarları adına kasıtlı olarak yapmaktadırlar. Böylelerine söylemek gerekir ki konuya bu soruyla başlamak, burjuvazinin sözcülüğünü yapmaktır. Namuslu bir insanın sorması gereken ilk soru şudur: Türkiye’de Aleviler üzerinde baskı var mıdır yok mudur? Yoksa Alevilik konusunu yapay olarak getirmek halkı bölemez çünkü olmayan bir bölünme istekle yaratılamaz. O zaman bu, halkı bölmenin başarısız bir çabası olur. Baskı varsa var demek ise halkı bölmek olamaz. Kaldı ki Alevilik konusunu öne getirmek Sünnileri reddetmek, onları “düşman” diye karşıya almak değildir. Sınıf düzeyiyle, ulus, din, ideoloji, kültür gibi düzeyleri birbirine karıştırmamak gerekir. İşçi, köylü, yoksul insan Sünni de olsa, Alevi de olsa ezilir. Sınıfsal konumundan dolayı ezilir. Sınıf konumundan dolayı ezilen Sünnilere de o düzeyde, sınıf düzeyinde sahip çıkıyoruz. Öte yanda, Sünni olduğu için ezilen bir tek insan yoktur Türkiye’de. Ama Aleviler bir de inançları yüzünden eziliyorlar. Sorun, “Sünnileri attık, Alevilerle birlikteyiz” sorunu değildir. En başta Aleviliğin kendisi bunu reddeder. Aleviler üzerlerindeki yobaz baskının kalkmasını istiyorlar. Bu haklı isteği desteklemek, bir başka ezilen kesimin savaşımını desteklemeye engel değildir. Her çeşit haklı isteği işçi sınıfı destekler. Kadın haklarını da sonuna dek savunuyoruz. Kadın haklarını savunmak toplumu, sınıfı bölüyor denebilir mi? Tam tersine, tüm 33


SACAYAK

Sayı 4

ezilen kesimlerin istemleri birleşecek ve bir oluğa akacaktır. Hepsi haklı istemdir, hepsi birlikte savunulmalıdır. Her ezilen toplumsal kesim gibi, Alevilerin de haksızlığa karşı örgütlenmeleri en doğal haklarıdır. Engels, Almanya’da Protestanlığın doğuşu sırasında Münzer’in devrimci dini üstüne yazdıklarında, onların daha sonra gelişen modern proletarya hareketine katıldıklarını anlatır. İşte Türkiye’de de olacak budur. 1960’lardan bu yana Alevilerin devrimci safları yoğun biçimde doldurmaları, en geri siyasal bilinç sahiplerinin geneliyle ancak sosyal-demokrasiye dek inmeleri bunun habercisidir. Ancak, zaten bir ucundan başlamış olan bu katılmanın rastgele ve kendiliğinden (dolayısıyla git gelli) bir süreç olmaması için Marksistlere ve işçi sınıfına, sorunu derinden kavramak ve toplumsal bilinçte varolan egemen sınıf önyargılarından kurtulmak gibi önemli bir görev düşmektedir. “Her çağın egemen fikirleri, her zaman egemen sınıfın fikirleridir” (Komünist Manifesto) ve işçi sınıfı ve komünistler de bunlardan tam kurtulmuş değillerdir. İşçi-devrimci hareket bu 800 yıllık geleneği içine almalı, ondan öğrenmeli, bu gelenekle birleşmelidir. Tarihte Aleviliğin taşıdığı isyan bayrağını, bugünün koşulları içinde daha doğru ve tutarlı taşıyan devrimcilik, Marksizmdir. Aleviler arasından sosyalist kazanmak, işçi hareketi için önemli bir hedeftir. İşçi devrimcisi kuşakların bu yolla 800 yıllık isyan geleneğiyle yoğrulması, bu geleneği devralması, hakkıyla günümüz koşullarındaki temsilcisi olması çok önemlidir. Bektaşiliğin şu üç temel belgisi, bugün de bizler için geçerli olmalıdır:  Eline beline diline sahip olacaksın.  Gelme gelme, dönme dönme.  Ser ver, sır verme. Marksist kendi çarpıştığı ülkede haksızlığa başkaldıran geleneğe sarılmak zorundadır. Yoksa gökten zembille inmiş, halkına yabancı bir siyasal hareket olur. Bu geleneğe sahip çıkmazsa, en başta kendi fikirlerine ihanet eder. Öte yanda, “her ne şekil almış olursa olsun, tüm geçmiş çağlarda bir ortak gerçek vardır, toplumun bir kesiminin diğer bir kesimi tarafından sömürülmesi. Böyle olduğu için, geçmiş çağların toplumsal bilinci, her ne çeşitlilik ve değişiklik taşırsa taşısın, sınıf uzlaşmazlıkları tümden ortadan kalkmadan tamamen yok olmayacak, belirli ortak biçimler ya da genel düşünceler içinde ilerler.” (Komünist Manifesto) (abç) Bu nedenle, her çeşit göksel ya da dinsel görüşlerin tabanı kapitalizmde de ortadan kalkmaz. Kapitalizmde insanın kendi emeğine, emeğinin ürünlerine yabancılaşması bu çeşit düşüncelerin kaynağı olur. Öyleyse, ne olursa olsun, modern işçi hareketi içinde erimeyen, kendi özgül inanç yapısını koruyan bir Alevi topluluğu da varolacaktır. Bu nedenle işçi ve devrimci hareket için can alıcı önemde he34

Tarihte Aleviliğin taşıdığı isyan bayrağını, bugünün koşulları içinde daha doğru ve tutarlı taşıyan devrimcilik, Marksizmdir.

Bektaşiliğin üç temel belgisi, bugün de bizler için geçerli olmalıdır:  Eline beline diline sahip olacaksın.  Gelme gelme, dönme dönme.  Ser ver, sır verme.


Temmuz 2009

Aleviler, geneliyle haksızlığa başkaldıran bir topluluktur. Aydındırlar. Bu noktayı iyi anlarsak, faşistlerin ve tüm gericiliğin yollarının neden her zaman Alevi kıyımından geçtiğini, “geçmek zorunda” olduğunu anlarız.

Günümüzde, sınıf gerçeğinin dayatmasıyla Alevilikle hızlı bir ayrışma yaşanmaktadır. Bu ayrışma, toplumu Aleviliğin götürmek istediği yöne götürmeye çalışanlarla, onu düzenle ve egemen ideolojiyle kaynaştırmaya çalışanların ayrışmasıdır.

SACAYAK

def, Alevi toplumunun meşru ve haklı istemlerine sözcülük edebilmektir. Bu zaten işçi sınıfının, topluma karşı görevidir. Tüm ezilenlerin sözcüsü olarak yükselmeyen bir sınıf kendini de kurtaramaz. 1980 öncesi sıcak mücadelede, Aleviler üzerinde büyük bir katliam yapıldığını, devrimci hareketin bu katliamı önlemekte başarılı olamadığını, buradan çıkarmamız gereken çok önemli dersler olduğunu biliyoruz. Devrimci hareketin, yerel faşizmin saldırısı karşısında yetersiz kalışı 1980 yenilgisinin de ipuçlarını taşıyordu. Aleviler, geneliyle haksızlığa başkaldıran bir topluluktur. Aydındırlar. Bu noktayı iyi anlarsak, faşistlerin ve tüm gericiliğin yollarının neden her zaman Alevi kıyımından geçtiğini, “geçmek zorunda” olduğunu anlarız. Türkiye’de Alevi sorununun büyük bir ağırlığı olduğu bir yana, önümüzdeki dönemde daha da büyük önem kazanacağını söyleyebiliriz. Sınıf çelişkilerinin keskinleşmesiyle birlikte karşı devrimci saldırı da şiddetlenmektedir. Bu kez 12 Eylül öncesi olduğu gibi, ordu en azından bir noktaya dek en büyük tehlike değildir. Bu kez asıl büyük tehlike dinci-gericilerden gelmektedir. Buraya dek asıl olarak Alevi-Bektaşiliğin, a) işçi-devrimci harekete katılmasının, onun içinde erimesinin, b) katılmayan kesimlerin devrimci hareketle arasında kopmaz bir bağlaşıklık kurulmasının işçi-devrimci harekete getireceği büyük yarar üzerinde durduk. Ancak, bu iki düzeydeki birliğin de, Alevi-Bektaşi toplumuna da yararı olmayacağı sanılmasın. Hatta asıl can alıcı yarar Alevi-Bektaşi toplumuna olacaktır. Daha fazla ilerlemeden bir parantez açarak bir konuya değinmek istiyorum. Bazı çevrelerde bizim için, “bunlar Aleviliği kullanmak istiyor” diyorlar. Kullanmanın gizli bir yanı, gizli bir anlamı olur. Biz Alevilik hakkındaki düşüncemizi açıkça söylemişiz. Amacımızı da. Amacımız, işçiyle Aleviyi musahib etmektir. Üye kazanmak diyorlar. Bu büyük amacın, bu büyük davanın yanında o kadar küçük kalıyor ki. İki büyük güç birleşmeli. Bunlar birleştiği zaman haksızlık yaşayamaz Türkiye’de. Aleviliği “kullanmak” şöyle olabilir: Öyle örgütler tanıyorum, yoğun biçimde Alevi çocuklarına dayanır, masada oturup sohbet edersen Aleviliği “takdir” de eder, ama bir kere de çıkıp halkın önünde Alevilik hakkında konuşmamıştır. Ben buna, “Alevileri kullanmak” derim. Amacını açıkça söyleyene bu denemez. Aleviliği “kullanmak” bir de şöyle olabilir: Dünyada ve ülkede devrimci hareketin güç kaybetmesiyle, kısa vadede ikbal arayışıyla ikrarından dönerek ve kimliğini gizleyerek Alevi örgütlerine kapılanmak. Ya da, “örgüt göreviyle” ve kimliğini gizleyerek Alevi örgütlerinde “çalışma” yapmak. Bu iki durumun da örneklerini görüyoruz. Kaldığımız yere dönelim. Günümüzde, özellikle “sınıf gerçeği”nin dayatmasıyla Alevilikte hızlı bir ayrışma yaşanmaktadır. Farklılaşmalara uzaktan ve yukardan bakınca görülüyor ki, tüm kaynaşma tek bir cümleye indirgenebilir: Bu ayrışma, toplumu Ale35


SACAYAK

Sayı 4

viliğin götürmek istediği yöne götürmeye çalışanlarla, onu düzenle ve egemen ideolojiyle kaynaştırmaya çalışanların ayrışmasıdır. Ne demek istediğimizi daha açmadan önce kısa bir genelleme yapalım. Ülkemizdeki üç büyük sınıfın kendi çıkarlarına uygun görüşleri nelerdir dersek, Hacı Bektaş’ın götürmek istediği yola bugün de götürmek ama aradaki gelişmeleri içine katarak götürmek gerekir görüşünü reddedenler, burjuva görüşleridir. Bu görüşü lafta kabul eden, ama sınıfsal konumu nedeniyle nasıl yapacağını bilemeyen görüşler küçük burjuva görüşlerdir. Kabul eden ve yolu gösteren de işçi görüşlerdir. Alevilikte yapılması gereken, Hacı Bektaş Veli’nin insanlığı götürmek istediği yönü iyi anlamak ve aradan geçen yüzyılların getirdiği gelişmeleri de katarak, yine o yöne gitmektir. Onun o tarihte söylediği kadarıyla bırakmak en başta ona büyük haksızlıktır. Hacı Bektaş Veli’nin, Aleviliğin gösterdiği yön nedir? İşin canı burada. Kadın hakları, demokrasi vb., bunların hepsi çok önemli, ama bu her şeyin canı. Aleviliğin gösterdiği yön nedir ki biz bilimlerin altı, yedi yüzyıldır eklediği bulguları da katarak bugün de o yöne götürmeye çalışacağız? Herat, Buhara, Merv ve Horasan’da bin yıl önce başlayan ve en gelişmiş biçimini Babai-Bektaşi-Simavi çizgisiyle Anadolu’da edinen bu düşünce, dinin aşılmaz kurallarını kırıp parçalamanın yolu olmuştur. İnsan yaşamında aklı ve düşünceyi egemen yaparak insanı özgürleştirmeye ve davranışlarına sahip çıkmasını sağlamaya çalışmıştır. Enelhak anlayışıyla tüm doğayı ve insanı tanrılaştırmış, böylece bir yanda “tanrı”nın alanını daraltırken, bir yanda yine insanı özgürleştirmiş, kendine, kendi yeteneklerine dönmesini sağlamıştır. Babai-Bektaşi-Simavi çizgisi, bu nedenle, “tanrının verdiği” akılla din düşüncesinin ve tanrının aşılmasıdır. XIII. yüzyıldan konuşuyoruz. Bu nedenle, “tanrının verdiği akılla”, tanrının aşılmasıdır Alevilik. Bugünkü anlamıyla bilimler yok. Daha dünyanın yuvarlak olduğu bilinmiyor. Amerika bulunmamış. Dinler ve kral kültü dışında bir başka ideoloji yok. Böyle bir dünyada Hacı Bektaş Veli bu düşünceleri getiriyor. Gösterdiği hedefler insanlığın hiç eskimeyecek hedefleridir. Aradan yedi yüzyıl geçiyor, bilimler dev adımlarla ilerliyor ve o hedefleri destekliyor. O günün koşullarında böyle bir öğretiyi getirebilen bir insan bugün yaşasaydı, aynı özü herhalde çok daha açık, çok daha ileri biçimde getirirdi. Doğru bir yorumla önü açılırsa, Hacı Bektaş’ın eşitlikçi-ortakçı anlayışı için kapitalizm, feodalizme oranla çok daha gerçekçi olanaklar açmaktadır. Çağının çok ötesinde fikirlerle geliyor Hacı Bektaş. Bir anlamda ideallerle geliyor. Bunlar feodal çağda hiçbir zaman gerçekleşemezdi. Gerçekleşemez diye uğruna mücadele edilmemeli değil. Bu, ezilen sınıfın mücadelesi. Hacı Bektaş’ın yaşadığı çağda o düşüncenin başarı şansı yoktu. Eşitlikçilik, ortakçılık, demokrasi, özgürlük feodalizm altında 36

Herat, Buhara, Merv ve Horasan’da bin yıl önce başlayan ve en gelişmiş biçimini Babai-BektaşiSimavi çizgisiyle Anadolu’da edinen düşünce, dinin aşılmaz kurallarını kırıp parçalamanın yolu olmuştur. İnsan yaşamında aklı ve düşünceyi egemen yaparak insanı özgürleştirmeye ve davranışlarına sahip çıkmasını sağlamaya çalışmıştır.

Babai-BektaşiSimavi çizgisi, “tanrının verdiği” akılla din düşüncesinin ve tanrının aşılmasıdır.


Temmuz 2009

Alevi-Bektaşi düşüncesi, anti-feodal, özgürlükçü, devrimci düşüncedir. Bir çeşit köylü sosyalizmidir. Alevi toplumunun yüzyıllar boyu büyüttüğü düşlerle, modern işçi hareketinin amaçları arasında büyük benzerlikler vardır.

Günümüzde Alevilik ancak işçi sınıfına ve onun ideolojisine yaklaştığı, oranda, kapitalizm altında da devrimcileşir ve yeni bir devrimci ömür ve işlev kazanır. Bu olmazsa, Alevi düşüncesi içinde milliyetçiliğin, dinciliğin ve devlete saygıcılığın giderek güçlenmesi ve bünyeyi ele geçirmesi kaçınılmazdır.

SACAYAK

olabilir şeyler midir? Feodalizm çağında tüm ülkelerde köylü ayaklanmaları görüyoruz. Bunların başarılı olduğu durumlarda tarihin gösterdiği bir şey var. Başarıya ulaşan ayaklanmaları ya bir süre sonra tepeliyorlar ya da birkaç yıl sonra bakıyorsunuz bu kez o köylünün içinden yeni feodal beyler çıkıyor. Çünkü üretim güçlerinin gelişme düzeyi, var olan zenginliği paylaştırıp sonra onu yeniden üretmeye engel. Bu ancak kapitalizmde olanaklı. Dolayısıyla, Hacı Bektaş’ın ve Aleviliğin amaçlarının gerçek başarı şansı ancak kapitalist toplumda var. Bunun olabilmesi için kapitalist toplumda bir koşul gerekiyor. Alevi toplumunun işçi sınıfıyla kaynaşması, iç içe geçmesi ya da dost olması. İki büyük güç var. Biri, Alevilik, olağanüstü bir seziyle tarihten insanlığın en güzel özelliklerini beraberinde getirmiş. Ötekisi, toplumun devrimci sınıfı. Türkiye için ne büyük şanstır bu. İki taraf da bunun farkına varırsa. Adamın birinin göğsüne vurmuşlar, “vah arkam” demiş. Sormuşlar, “ya biz senin göğsüne vurduk, neden arkam diyorsun?” “Benim arkam olsaydı, siz göğsüme vurabilir miydiniz?” Bu gerçek hem Aleviler, hem işçi sınıfı için geçerlidir. Alevi-Bektaşi düşüncesi, feodal çağda biçimlenmiş, anti-feodal, özgürlükçü, devrimci düşüncedir. Bir çeşit köylü sosyalizmidir. Büyük çoğunluğu emekçi olan Alevi toplumunun yüzyıllar boyu büyüttüğü düşlerle, modern işçi hareketinin amaçları arasında büyük benzerlikler vardır. Bu durumda, Marks’ın ve Engels’in Manifesto ve Gotha Programı’nda bir başka kapsam içinde söyledikleri, Alevilik için de geçerlidir. Günümüzün kapitalist koşullarında doğayı ve toplumu en doğru yansıtan, toplumsal anlamda tek gerçek devrimci sınıf ve ideoloji, işçi sınıfı ve onun ideolojisi olan Marksizmdir. Çağlar farklı, sorunlar farklı olmasına rağmen, amaçlanan toplumsal hedeflerin genel içeriğinin böylesine benzerliği; a) Geniş Alevi kalabalıkların modern işçi hareketine katılma kolaylığını getirmektedir; b) Fiziksel ve ideolojik olarak işçi hareketine katılmayan geniş Alevi yığınların, bu hareketin en sağlam dostu olma kolaylığını getirmektedir; c) Anti-feodal devrimci bir ideoloji olan Bektaşiliğe kapitalizm altında da yeni bir işlev sunmaktadır. Eski Babai-Bektaşi geleneğiyle bütünleşen yeni başkaldırı nedenleri vermektedir. Günümüzde Alevilik ancak işçi sınıfına ve onun ideolojisine yaklaştığı, onunla kaynaştığı ya da onun dostu, musahibi olduğu oranda, kapitalizm altında da devrimcileşir ve yeni bir devrimci ömür ve işlev kazanır. Bu olmazsa, Alevi düşüncesi içinde milliyetçiliğin, dinciliğin ve devlete saygıcılığın giderek güçlenmesi ve bünyeyi ele geçirmesi kaçınılmazdır. Bu da, 800 yıllık heybetli geçmiş adına, Hacı Bektaş’ın özgürlükçü-eşitlikçi öğretisi adına, adaletli bir yaşam uğruna can veren milyonlarca Alevi emekçi adına ne acı bir sondur. İkisinin de birbirine gereksinimi var. İşçi sınıfının gereksinimi var, Alevilik onun atası, dedesi, kökü. Ondan alacağı töre-terbiye 37


SACAYAK

Sayı 4

var, hümanizm var, “insan” var. Aleviliğin gereksinimi var, kapitalizm koşullarında üretimden gelen güç işçi sınıfında. Amaçlarını gerçekleştirme yollarını gösteren izm onda. Marksistler bir gerçeği iyi biliyorlar: Sınıflı toplum kalkmadan, tanrı-din vb., kalkmaz. Dolayısıyla, Alevilik, işçi sınıfının ve Marksizmin dostu olmazsa da sürer ve bir işlevi olur. Ama bu işlev artık ilerlemenin, gelişmenin öncü güçlerinden olmak değil, dinsel koyuluğa kaymak, düzeni korumak, ilerlemeyi engellemek olur. Bu nedenle, hem Alevilik, hem işçiler, hem Türkiye için tek çıkış yolu, işçi sınıfıyla Aleviler başta olmak üzere, tüm emek güçlerinin, tüm ezilenlerin birliğidir. Alevilik içinde de emekten yana kesimlerin öne gelmesidir. “Yol düşkünleri katarın başına geçerse, o katar yürümez.” Alevilik içinde emekten yana kesimlerin öne gelmesini sağlayacak tek yol şudur: Önceki sayfalarda örneklerini verdiğimiz burjuva ve küçük burjuva görüşlerin gözden düşmesi ve Alevi toplumu içinde emekten yana görüşlerin giderek daha büyük yaygınlık kazanması. Bunun için elbirliğiyle çalışmalı ve şu iki soruya herkesten yanıt istemeliyiz: 1. Aleviliğin amaçları nelerdir? 2. Günümüz koşullarında bu amaçlara nasıl ulaşılacaktır? Bu sorulara verilecek yanıtlar, (a) kimin emekten, ezilenden yana olduğunu, (b) kimin Alevi düşüncesini gerçekten savunduğunu gösterecektir.

Hem Alevilik, hem işçiler, hem Türkiye için tek çıkış yolu, işçi sınıfıyla Aleviler başta olmak üzere, tüm emek güçlerinin, tüm ezilenlerin birliğidir.

***

G

elecek yüzyıllarda, “Anadolu’da demokratik savaşım geleneği” üzerine yapılacak bilimsel, tarihsel çalışmalar Alevi ile Marksisti biz istesek istemezsek birleştirecektir. Bu ikisinin halef-selef olduğunu bugün anlayacak mıyız, anlamayacak mıyız? Soru budur. Eğer anlarsak, o semineri verenler, “o gün yaşayanlar akıllı insanlarmış, tarihi anlamışlar” diyeceklerdir. Anlamazsak, bu bizim sorunumuzdur. Aklın sınırı vardır, oysa aptallık sınırsızdır. Tarihimizin gerçeği olarak Bektaşilikle Marksistlik aynı kanalda birleşmiştir, halef-seleftir. Din çerçevesinde bir isyan ideolojisi olan Alevilik bu yanıyla istense istemese ülkemizde sosyalizmin dünüdür. Anadolu’da başkaldırının süreklilik çizgisi budur. Büyük toplumsal fırtınaları koparan hareketler, içinde yaşadıkları toplumun tarihine, kültürüne ve o gününe uygun yaklaşımları getirebilenlerdir. Ancak o zaman, topluma öncülük edecek ustalığı gösterebilirler. Herhalde en yakışanı, amacımızı özetler biçimde, cümlemizi Hacı Bektaş Veli’nin sözleriyle bitirmektir: “Yola birlikte gidilir.” 38

Tarihimizin gerçeği olarak Bektaşilikle Marksistlik aynı kanalda birleşmiştir, halef-seleftir. Din çerçevesinde bir isyan ideolojisi olan Alevilik bu yanıyla istense istemese ülkemizde sosyalizmin dünüdür. Anadolu’da başkaldırının süreklilik çizgisi budur.


Temmuz 2009

SACAYAK

DTP Tunceli Milletvekili Şerefettin Halis’in Araştırma Önergesi

Alevilik Bir Demokrasi Sorunudur Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na, Günümüzde, inançları ve yaşam biçimlerinden dolayı, “Eşit Yurttaşlık” haklarına kavuşamayan Alevilerin, toplumda ve devlet nezdinde karşılaştığı sorunların tespiti ve konuda yürütülecek çalışmaların belirlenmesi amacıyla Anayasa’nın 98, İçtüzüğün 104 ve 105’inci maddeleri uyarınca bir Meclis Araştırması açılmasını arz ve teklif ederiz. 22.06.2009 Şerafettin Halis, Tunceli Milletvekili Gerekçe

Y

Alevilik Sorunu, salt inanç boyutuyla ele alınacak teolojik bir sorun değildir. Öncelikle sorunun adı konulmalıdır. Sorun, “Demokrasi Sorunudur.” “Toplumsal, Hukuksal, Demokratik Hak ve Haklar Sorunudur.”

ÜZYILLARIN mirası olarak, günümüze devrolmuş “Alevi Sorunu” ne yazık ki, bugüne kadar samimi ve inandırıcı yaklaşımlar gösterilerek çözülmek istenmemiştir. Yaklaşımların hepsinde, Aleviliğin sadece teolojik boyutu “Sorun” olarak ele alınmış, Aleviliğin İslam içiliği, İslam dışılığı tartışılmıştır. Bir dinin ya da inanç grubunun teolojisinin ne olduğuna, dışarıdan birileri değil, ancak o inanç sahiplerinin kendileri karar verirler. Bunun aksi, o inanca ve inanç sahiplerine hakaret olur. Aleviliğin kendi tarihsel orijini üzerinde yaşam bulması yerine, Türk-İslam sentezi üzerinden şekillenmesi hedeflenmiştir. Alevilik Sorunu, salt inanç boyutuyla ele alınacak teolojik bir sorun değildir. Öncelikle sorunun adı konulmalıdır. Sorun, “Demokrasi Sorunudur.” “Toplumsal, Hukuksal, Demokratik Hak ve Haklar Sorunudur.” Alevi inanç ve kurum önderleriyle görüşülerek, ortak bir çabayla çözüm aranmalıdır. Çözüm aranırken, oy kaygısı yerine, toplumsal demokrasi kaygısı ön plana çıkarılmalıdır. Aleviler üzerindeki Türk-İslam ideolojisinden vazgeçilmelidir. Bundan vazgeçilmedikçe, kimden gelirse gelsin, alevi açılımlarının hedefi asimilasyonda, inkârda ısrar olacaktır. Bu da, yakın zamana kadar katledilen Alevilerin yerine, Aleviliğin katledilmesi anlamına gelecektir. Zaten Alevilerin öneri ve talepleri, demokrasi iddiasında olan hiçbir iktidarın reddedebileceği talepler de değildir. Maddeler halinde sıralarsak; 1 Cem Evleri, Alevilerin “İbadet Haneleri”dir. Bu tanıma karşı çıkmak, “Camiler Müslümanların, kiliseler Hıristiyanların ibadethaneleridir” tanımına karşı çıkmakla eş anlamlıdır. Nerenin kimin ibadethanesi olacağına başkaları değil, –devlet hiç değil– ancak o inanç sahiplerinin kendileri karar verirler. Devlete düşen görev, Cem Evlerini yasal statüye kavuşturarak, güvence sağlamaktır. 39


SACAYAK

Sayı 4

2 Okullarda okutulmakta olan mevcut din eğitimi, zorunlu olmaktan çıkarılmalıdır. Din eğitimi için okutulacak kitapları, her inanç topluluğunun ilgili kurumları yazmalıdır. 3 Alevi inancı ve kültürü üzerindeki, doğrudan ya da dolaylı, asimilasyon ve baskıcı, kısıtlayıcı uygulamaları son bulmalı, Alevi köylerine ve diğer yerleşkelerine cami yaptırmaktan vazgeçilmelidir. 4 Hacı Bektaşi Veli Dergâhı ibadet merkezi olarak açılmalıdır. 5 Aleviliğin teolojik boyutunun tartışılmasından vazgeçilmelidir. Bu, Alevilere duyulan bir saygının gereği olduğu kadar, demokrasinin de bir gereği olarak algılanmalıdır. 6 Tüm kitaplar, Alevileri aşağılayan, karalayan tanım, ibare ve imgelerden arındırılmalıdır. 7 Madımak, ibret ve utanç müzesi yapılarak, tarihle yüzleşmenin kapıları aralanmalıdır. Alevilerin, güvensizlik psikolojisinden kurtarılmaları gerekir. Bu güvensizliğin yaratılmasında payı bulunanların, kendi geçmişleriyle yüzleşip, Alevilerle dost olabilmenin güvenini vermeleri önemlidir. “Tarihle yüzleşme” bir güven mekanizması olarak işlemelidir. 8 Devletin ve siyasetin kontrolü dışında yaşam hakkı kazandırılacak bir Alevi Akademisinin, vb., kurulmasına olanak sağlanmalıdır. 9 Devlet kontrolündeki Alevi anlayışından vazgeçilerek, Alevi dedelerine maaş bağlama gibi, Aleviliği özünden saptırmaya çalışan arayışlarından uzak durulmalıdır. 10 Devlet üst yönetimleri ve bürokrasi görevleri, Alevilere açık hale getirilmelidir. Demokrasilerdeki eşitlik ilkesi yaşamın her alanında hâkim kılınmalıdır. 11 Diyanet İşleri Başkanlığının, laiklik ve farklı inançlar bağlamında işlevinin demokratik olmadığı, mevcut haliyle, laik ve eşitlikçi bir yapılanmadan uzak olduğu açıktır. Din işleri devletin kontrolünden çıkarılmalı, dinsel iktidarlaşmanın tehlikelerine karşı, devletlerin sadece izleme hakkı olmalıdır. Diyanet İşleri kurumunun kapatılma istemi bugünkü koşullarda olanaklı olmayabilir, çok gerçekçi görülmeyebilir. Bu nedenle, Türkiye’de, Diyanet İşleri Başkanlığı küçültülerek sembolik bir boyuta, demokratik özerk bir içerik ve işleyişe kavuşturulmalıdır. Demokratik temsiliyet sağlanmalıdır. Günümüzde, inançlarından dolayı, “Eşit Yurttaşlık” haklarına kavuşamayan Alevilerin, toplumda ve devlet nezdinde çeşitli sıkıntılarla karşılaştıkları bilinmektedir. Alevilerin verilmeyen haklarından dolayı “Sorun” haline getirilmiş olan “Alevilik” özünde bir “Demokrasi Sorunu” olarak acil çözüm gerektirmektedir. Aleviliğin bir “Sorun” olmaktan çıkarılması da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin öncelikli görevleri arasındadır. Bu konuda bir Meclis Araştırma Komisyonu’nun kurulmasının gereğini arz ederiz. 

40

Alevilerin verilmeyen haklarından dolayı “Sorun” haline getirilmiş olan “Alevilik” özünde bir “Demokrasi Sorunu” olarak acil çözüm gerektirmektedir.


Temmuz 2009

SACAYAK

Ummü’l Kitab’da Muhammed’in Mirâcı Ali’nin Zülfikâr’ı İsmail Kaygusuz

İ

mam Bakır’ın adını koyduğu; onun sözleri ve öğretilerini içeren, ayrıca da saklanmasını, gizli okunmasını sık sık vurguladığı Ummü’l Kitab’da Tanrı dâhil altı büyük şeriat sahibi peygamberin ve velâyet sahibi Ali’nin simgelerinden söz edilmekte onların bâtini yorumları yapılmaktadır. Ancak Bakır, daha çok Muhammed’in simgesi Mi’râc ile Ali’nin simgesi olan çatal ağızlı Zülfikar üzerinde genişçe durmakta. Diğer simgeler üzerinde açıklama ve yorumlar daha sonraki, örneğin Hafti Baba Baba Seyyidna gibi İsmaili kitaplarında ve risalelerinde çokça bulunmaktadır. Ancak öyle görülüyor ki, bunlar da Ummü’l Kitab’dan kaynaklanıp geliştirilmiş ve ayrıntılanmıştır. İmam Bakır, Ebu’l Hattab’ın, “Ey benim Tanrım, mümkünse yüce Tanrı’nın arşını, Âdem’in bayındır evini (beytü’l-mamur), Nuh’un gemisini, İbrahim’in kuşlarını, Musa’nın Tûr-ı Sînâ’sını, İsa’nın doğumunu, Muhammed’in göğe yükselişini (mi’râcını) ve Ali’nin Zülfikâr’ını ben güçsüz kuluna açıkla ve gönlümü aydınlat ki senin âzât ettiğin kulun olayım ve sana dua edeyim” isteğini burada açıklamayıp, bir başka bölüme bırakıyor. Sadece İmam Bakır’ın “Bunlar, yedi zuhurdaki yedi dönemdir. Yüce Tanrı, onları adını koyduğu; Muhammed dışında hiç kimseye açıklamamıştır... Çok sayıonun sözleri da rabbani ve nurani bilgin, bu bilgiyi bilmez. Aman, sakın ve öğretilerini ha, bu sözü hiçbir kitapta okumamış ve hiçbir kitapta yaziçeren, mamışız. Bu söz hiçbir peygambere açıklanmamıştır...” ayrıca saklanmasını, demekle yetiniyor. Buna karşılık Ebû Halid Kabuli’nin “Ey begizli okunmasını nim Tanrım! Muhammed’i ve onun mi’râcını nasıl görmemiz geresık sık kir?” sorusuna aşağıdaki geniş açıklamayı vermektedir: vurguladığı Ummü’l Kitab’da “Muhammed’in mi’râcı; yüce Tanrı önce Cebrail’i yeryüzüTanrı dâhil ne gönderdi. Muhammed uyuyordu. ‘Kalk, bu gece başına altı büyük örtü çekmenin zamanı değil’ dedi. ‘Ey örtüsüne bürünen! şeriat sahibi Geceleyin kalk!’ [Kuran, 73: 1-2]. Muhammed, Burak’a binpeygamberin ve di, Beytü’l-makdis’e gitti. Kaya parçasının üzerine bastı. velâyet sahibi Oradan yedi göğe yükseldi, iki yay arası kadar mesafeye Ali’nin ulaştı. Oradan arşa, arştan kürsüye, kürsüden levhe, levhten simgelerinden kaleme, kalemden beş yüz bin örtüyü geçti ve yüce Tanrı’ya söz edilmekte ulaştı. Doksan bin söz söyledi ve dinledi. Geri dönüp evine onların gitti. Yatağı hâlâ sıcaktı.1 Bu haber, Araplar arasında yayıldı. bâtini yorumları İnanmadılar.” yapılmaktadır.

41


SACAYAK

Sayı 4

“(Tanrı) en yüce vahiy ruhunu Muhammed’in kalbine gönderdi. Yani inanan kişinin ve Muhammed’in kalbinde temiz rüzgâr evinde kalbin sağ yarısında bulunan ruhu olan Burak, şimşek nurudur. Mi’râc, bu kalpten beyne bağlı olan ve yedi dal halinde bulunan afet rüzgârı damarıdır. Bu damarla yağ arasında hiç kan yoktur. Sadece temiz rüzgâr (hava) vardır, nurun geçiş yolu ve en yüce ruhun yansıma yerìdir. Bu kalbin içinde bir merdiven (mi’râc) gibi yeryüzünden gökyüzüne bağlanmıştır. Bu yedi organın yaptıkları görme, işitme, koku alma, tutma (dokunma) ve konuşmayı göz açıp kapatmaktan daha kısa bir süre içinde bu kalbe ‘Ol! Oluver’ (buyruğuyla) ile bildirirler. Bu damara şah damarı (hablü’l-verid) derler. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: [“Biz ona şah damarından daha yakınız”, Kuran, 50: 16]. Bu damar renk bakımından süt gibi beyazdır. Aydınlık ruhunun zuhuru Cebrail olup bu damarın içinden bu kalbe, bu tatmin olmuş nefse girer, bu ruhu gaflet uykusundan uyandırır, iman ruhunun zuhurunu kabul edince Burak’a binmiş olur. Bu damarın içine girince, mi’râca çıkmış olur. Dudak, ağız ve dile ulaşınca, Beytü’lMakdis’e ulaşmış olur. Dişlerin ucuna gelince, kaya parçasının üzerine ayak basmış olur. İnsanların çehresinde bulunan yedi nura ulaşınca, yedi göğü kat etmiş olur. Yüce Tanrı’nın buyurduğu gibi: [“O, üstün akıl sahibidir. Doğruldu. Kendisi en yüksek ufukta iken.”, Kuran, 53: 6-7]. İki kaşın arasına gelince iki yay arası kadar mesafeye ulaşmış olur. [“Aradaki mesafe iki yay arası kadar hatta daha da yakın oldu”, Kuran, 53: 9]. Alındaki beyinde bulunan hayat ruhuna ulaşınca, arşa ulaşmış olur. İman ruhuna ulaşınca, kürsüye ulaşmış olur. Koruma ruhuna ulaşınca, levhe ulaşmış olur. Düşünce ruhuna ulaşınca, kaleme ulaşmış olur. Ceberut ruhu, ilim ruhu, akıl ruhu, kutsal ruh ve en büyük ruha ulaşınca, beş yüz bin örtüyü kat etmiş olur. En yüce ruha ulaşınca, on sekiz bin evrenin Tanrı’sına ulaşmış olur.2 Tatmin olmuş ruhtan dindarlık-bağlılık (vera), huşu, korku, reca/niyaz, tevekkül, yakin ve sevgi ortaya çıkınca, yetmiş bin söz söylemiş olur. Sonsuzluk mizacı, tanrısal nefes, güneş parıltısı, tanrısal kavuşma, inançsal bakış ve İsrafil’in suru, imtihan edilmiş ruhtan kalplerin ruhuna yansıyınca, yetmiş bin söz dinlemiş olur. Bu kalbin içine girince, yeri hâlâ sıcaktır... Muhammed’in –selâm O’nun üzerine olsun– mi’râcı budur.” Ali’nin Zülfikar’ının anlamı, nurdan olan konuşan hayat ruhudur (ruhu’l-hayat-ı nâtıka-i nurani). Zülfikar; inananların (müminân), güçsüzlerin (mutaza’ifân), hak edenlerin (müstehakkân) ve yoksulların ( fakirân) Tanrısının imân ruhudur.3 Samsâm, koruyucu ruhtur (ruhu’l-hıfz). Kakmâm, düşünce ruhudur (ruhu’l-fikr). Zırğâm, ilim ruhudur (ruhu’lilm). İslam ve Müslümanlık, Ali’nin bu dört kılcıyla tamam42

İnanan insanın kendi vücudunda miraç yaşayabileceği vurgulanıyor. Bu yorum aynı zamanda evrenle birlikte Tanrının da insanda oluşu vahdet el mevcut inancının bir başka türlü ifadesidir. Anımsatalım, görgü cemlerinde Pir huzurunda özünü dâr’a çekmek de miraca çıkmaktır.


Temmuz 2009

SACAYAK

lanmış idi. Peygamber –Selâm Onun üzerine olsun– şöyle buyurdu: ‘Kuşkusuz İslam, Ali’nin dört kılıcıyla tamamlandı’.4 İslam dedikleri [şey] Müslüman(lık)dır. Hasan, Hüseyin ve Muhammed ibn Hanefiyye’nin dört kılıcı, Kâim’in anlamı ve Kâim’in mucizeleri de beynin hayat ruhudur (ruhu’l-hayât-ı meğz). Onun mucizeleri, imanın zuhurudur. ‘Kızıl sancağı vardır’, yani kutsal ruh (ruhu’l-kuds) demektir. ‘Beyaz kılıcı vardır’, yani Kâim’in ordusu olan üç yüz on üç peygamberin nutku demektir. İman ruhunun (ruhu’l-imân) üzerindeki bu yedi ruh, birkaç yerde sözü edilen üç yüz [on] üçtür. On üç ve üç kendi yerinde ve on, bir olur. Bunlar toplam yedi olurlar.5 Peygamberlerin yedi zuhurunun anlamı budur.” Notlar: 1

2

3

Konuşan hayat ruhu olarak tanımlanan Ali’nin Zülfikar’ı, aynı zamanda inananların, güçsüzlerinmazlumların, hak edenlerin ve yoksulların, yani bu birbiriyle uyumlu dört 4 kategorideki insan topluluklarının Tanrısının iman ruhu olarak 5 gösteriliyor.

Kuran’ın sadece iki ayetinde birkaç sözcükle geçen ve 618-20 arasında Mekke’de gerçekleştiği söylenen miraç olayının yeni bir anlatımını görüyoruz burada; göz açıp kapayıncaya dek beş yüz bin örtüyü aşıp Tanrıya ulaşıyor. Arkasından mi’racı, insan bedeninin organlarıyla ilişkilendirerek batıni yorumuna girişiyor; “Mi’rac, kalpten beyne bağlı olan ve yedi dal halinde bulunan afet rüzgârı damarıdır. (Damar) bu kalbin içinde bir mi’rac gibi yeryüzünden gökyüzüne bağlanmıştır.” Şii kaynaklarında Muhammed’in Mekke’de ve Medine’de bir değil çok sayıda (yüzün üzerinde) miraca çıktığı, Tanrı ile konuştuğundan söz edilir. Kuran’da Tanrının insana yakınlığının şah damarına benzetilmesi miraç, olayıyla eşleştirilip, inanan insanın kendi vücudunda miraç yaşayabileceği ilginç yakıştırmalar ve akılcı yaklaşımlarla vurgulanıyor. Bu yorum aynı zamanda evrenle birlikte Tanrının da insanda oluşu (vahdet el-vücut) ve vahdet el mevcut inancının bir başka türlü ifadesidir. Ayrıca anımsatalım Alevi-Bektaşi görgü cemlerinde Pir huzurunda özünü dâr’a çekmek de miraca çıkmaktır. Zülfikar’a çok önemli nitelikler ve güçler yüklenmiştir. Konuşan hayat ruhu olarak tanımlanan Ali’nin Zülfikar’ı, aynı zamanda inananların, güçsüzlerin-mazlumların, hak edenlerin ve yoksulların, yani bu birbiriyle uyumlu dört kategorideki insan topluluklarının Tanrısının iman ruhu olarak gösteriliyor ki, ki bu tanrı da Yüce Tanrı’nın zuhuru Zülfikar’ın sahibi olan Ali’dir. Öbür yandan birbirine yakın dört toplumsal sınıfın dışındaki inançsızların, hak etmeyenlerin, güçlüler-zalimlerin ve zenginlerin Tanrısının bir başka tanrı olduğu düşüncesi ortaya çıkıyor; bu da hem Manikheizm’in hem de Mazdekizm’in ikilemci, yani İyilik ve Kötülük tanrısının varlığı inancıyla uyuşmaktadır. Bu Kötülük Tanrısı da Azazil, yani Şeytan’dır ve zamanın İmam’ının karşısındaki bulunan Şeytan’ın zuhuru olan kişidir. Onun içindir ki, İkhvanu’s Safa’da “Abbasi Halifeleri Şeytan’ın zuhuru-vekilleri (Halifat al-İblis)” olarak nitelendirilir. (Risale II, 303) Bizce buradaki “Ali’nin dört kılıcı”, Zülfikâr üzerinden onun dört kişisel özelliği, yani kılıcının keskinliği kadar yüksek erdemlere ve cesarete (kamkâm ve samsâm), aynı zamanda bir aslan gücüne (zırğâm) sahip oluşudur. Ancak bu güçler koruyucu, düşünce ve bilim ruhlarını simgelemektedir. Kaim olarak Ali’yi temsil eden üç oğlu da onun bu dört kılıcına sahiptir. Kızıl sancağı onlar kaldırır Bu çetrefilli hesaplamaların sonucunda üç yüz on üçün asal sayılarının toplamı olan (3+1+3=7) yedi sayısı elde edilir.

43


SACAYAK

Sayı 4

Basın Açıklaması 12 Temmuz 2009

B

ugün cezaevlerinde yaşanan drama, başta Cumhurbaşkanlığı ve Adalet Bakanlığı makamlarının seyirci kalması, ister istemez insana, “Ne kadar sosyal hukuk devletiyiz?” sorusunu sordurtuyor. Geçen yıl Haziran ayında, cezaevleriyle ilgili yapmış olduğum basın toplantısında, “Cezaevlerinde artık ölümler olmasın. Geciken adalet, adalet değildir” demiştim. O günlerde cezasını evinde çekmekte iken Cumhurbaşkanı Sn. Abdullah Gül tarafından tümden affedilen Sn. Necmettin Erbakan’dan sağlık durumları daha kötü olan, onlarca, hatta yüzlerce hükümlü arasından sadece, Odak Dergisi Yazı İşleri Müdürü Erol Zavar, 77 yaşındaki Ali Çekin ve 86 yaşındaki Yusuf Kaplan’ı örnek göstermiştim. Önceki yıllarda Şemsettin Kurt ve Murat Dil adlı hükümlülerin tedavi için geciken tahliyeleri üzerine serbest bırakıldıklarından sonra yaşamlarını yitirdiklerine dikkati çekmiştim. Tedavi olmak için dışarı çıkarılmaktan başka çareleri olmayan hükümlüleri, Cumhurbaşkanı Sn. Abdullah Gül’ün dikkatine sunmuş, Sn. Erbakan’a göstermiş olduğu duyarlılığı, siyasi hükümlülere de göstererek, yasal yetkisini kullanmasını istemiştim. Bu açıklamadan yaklaşık yirmi gün sonra, Ali Çekin cezaevinde yaşamını yitirdi. Ali Çekin’in cezaevinde yaşamını yitirmesinin ardından yapmış olduğum basın toplantısında, cezaevlerinde haklarından yoksun olarak ölümü bekleyen onlarca hasta ve yaşlı hükümlüye ilgisizliğin hala devam ettiğini belirtmiştim. Bunlardan sadece, Afyon Korkmaz (Bergama M Tipi), Aynur Epli (Diyarbakır E Tipi), Gazi Dağ (Malatya E Tipi), Memduh Kılıç (Kırıklar F Tipi), Samet Çelik (Kırıklar F Tipi), İnayet Mete (Siirt 44

M Tipi), İsmet Ayaz’ın (Adıyaman E Tipi) isimlerini vermiştim. Son günlerde ise medyada işlenen, cezaevi koşullarında tedavisine ve yaşamına olanak olmayan, Elbistan Cezaevi’nde 14 yıldır tutuklu bulunan Güler Zere, üniversite hastanelerinden ve tabipler odasından almış olduğu beş adet sağlık raporuna rağmen, ailesinin tedavi için defalarca yapmış olduğu “İnfaz ertelemesi” talebi, ilgili kurum ve makamlar tarafından kale alınmamıştır. Yine İsmet Ablak ve Resul Güner aynı durumdaki onlarca ağır hasta arasındaki isimler arasındadır. Yaşam hakkı başta olmak üzere, haklarından mahrum bırakılan tutuklu ve hükümlülere ilişkin, yapmış olduğumuz bu açıklama, talep ve çağrılara, ne yazık ki, bugüne kadar, ne Adalet Bakanlığı, ne de Cumhurbaşkanı Sn. Abdullah Gül tarafından bir ilgi ve duyarlılık gösterilmemiştir. Çetelere ve katillere neredeyse beş yıldızlı otel koşulları sunan AKP Hükümetinin, siyasi tutuklu ve hükümlülere yasal haklarını vermek istememesi insana ve demokrasiye bakışın bir ifadesi olarak karşımıza çıkıyor. İnsan yaşamı, yetkililerin vicdan ve merhametine bırakılacak kadar değersiz değildir. Bireylerin yasalardan doğan haklarının verilmesi, evrensel hukuk açısından da zorunludur. Yetkililer keyiflerine göre değil, yasaları hukuk ve demokrasi gereği uygulamak zorundadırlar. Tekrar ediyoruz! Cezaevlerinde yeni ölümler istenmiyorsa, bir insanlık dramı haline gelmiş olan cezaevlerindeki bu durumu, AKP Hükümeti ve Adalet Bakanlığı bir an önce gündemine almalı; Cumhurbaşkanı Sn. Abdullah Gül ise, gerekli duyarlılığı göstererek, Anayasa’nın kendisine vermiş olduğu yetkisini zaman geçirmeden kullanmalıdır. Çünkü “Geciken adalet, adalet değildir.” Şerafettin Halis, DTP Tunceli Milletvekili


Temmuz 2009

SACAYAK

Daye Mı Name Armud’ı Hovirakerdo! (Anne Ben Armudun Adını Unutmuşum!) Metin Aktaş

Y

ağmurlu bir gündü. O gün biraz geç eve geldim. Eşim çocuklarımla Dersim’e gitmişti. Eve yetiştiğimde karanlık kente çökmüş, sabahtan beri yağan yağmur şiddetlenmişti. Yürüyerek geldiğim için sırılsıklam ıslanmıştım. Kapıyı açarken evimin kenarında eski saç, teneke ve tahta parçalarından yaptığım odunluğun kenarında ağlayan bir çocuk sesi duydum. Kapıyı açmaktan vazgeçerek odunluğun yanına gittim. Odunluğun kenarında yere oturmuş ağlayan halamın torunu Rojda’yı görünce korktum. Köylerinde okul olmadığı için halam, torunu Rojda’yı yanıma getirip okula vermişti. Uzun siyah saçları pırıl pırıl ışıldayan kömür gibi kara gözleri olan küçük, tatlı, güzel bir kızdı Rojda. Okula başladığında tek kelime Türkçe bilmediği için çok sıkıntı çekmişti, ama zeki olduğu için kısa sürede Türkçe öğrenmeyi başararak sınıfın en iyi öğrencilerinden biri olmuştu. Okul dışında zamanın büyük kısmını bizim evde geçirdiği için aileden biriydi. Doğrusu Rojda kendisini insanlara sevdirmeyi bilen şirin bir çocuktu. Onu öyle yağmurun altında sırılsıklam ıslanmış bir halde ağlarken bulunca kaygılandım, korktum. Birinin kızı dövdüğünü düşündüm. “Ne oldu sana Rojda? Kim dövdü seni kızım?” dedim. Gözyaşları yüzünde akan yağmur damlalarına karışan Rojda, “Beni kimse dövmedi Metin dayı” dedi. “Peki, niye ağlıyorsun kızım”. Rojda soruma cevap vermedi hıçkırarak ağlayıp bana sarıldı. “Daye mı name armutı hovirekerdo!” (Anne ben armudun adını unutmuşum!) diye mırıldanmaya başladı. Rojda’nın bu sözleri keskin bir hançer gibi yüreğime saplandı. Onu kucakladım. Önemli değil kızım!, dedim; o zaman o küçük çocuk gözlerini açıp öfkeli bir şekilde yüzüme baktı. “Nasıl önemli değil, Metin dayı! Annem tek kelime Türkçe bilmiyor. Ben Kürtçeyi unutursam annemle nasıl konuşurum!” dedi. Rojda haklıydı. Öyle dediğim için kendimden utandım, özür diledim. “Armudun adı ne Metin dayı?” dedi. Rojda yüzünden akan gözyaşlarını küçücük elleriyle silerek. “Armut’un adı ‘Muriya’ kızım” dedim. Rojda, Muriya sözünü birkaç kez tekrarladıktan sonra olgun bir insan gibi yüzüme bakarak, “Biz neden kendi anadilimizle eğitim görmüyoruz Metin dayı? Neden anadilimizi okulda konuşmak yasak?” dedi. Şaşırdım kaldım. Rojda’ya ne cevap vereceğimi bilemedim. Rojda beş yıl okudu. Anadili olan Kürtçenin “Zazaki” lehçesini unutmamaya çalıştı. Uzun yıllardır Rojda’yı görmedim kim bilir belki de şimdi çocukken unutmamak için üzerinde titrediği ana dilini unutmuştur. 45


SACAYAK

Sayı 4

Birkaç gün önce gece geç saatleri televizyonda bir film izliyorduk. Filimde bir tavşan gören kızım, “Baba tavşanın Zazacada adı ne” demez mi? Şaşırdım kaldım. Sahiden tavşanın adı neydi? Düşündüm taşındım anadilimde tavşanın adını hatırlayamadım. Üzülerek anadilimi unutmaya başladığımı anladım. Saatlerce düşünüp tavşanın adını hatırlamaya çalıştım, ama hatırlayamadım. Yatakta uyku tutmayınca kalkıp giyinerek amcamın evinin yolunu tuttum. Bu gece tavşanın adını öğrenmezsem sıkıntıdan patlayacaktım. Amcamın kapısını çaldığımda saat gecenin iki buçuğuydu. Amcam kapıyı açıp karşısında beni görünce kötü bir şey olmuş gibi korkuyla “Sebi werezayemı?” (Ne oldu yeğenim?) dedi. “Metersı apo. Daba çino!” (Korkma amca. Önemli bir şey yok) “Na söy çay amay?” (Bu gece niye geldin?) “Name tavşanı çıko apo?” (Tavşanın adı ne amca?) “To biyay heğ?” (Sen delirdin mi?) “Tavşanın adı ne amca?” diye bağırdım. “Tavşanın adı ‘Oyres’ yeğenim” dedi amcam, korkuyla yüzeme bakarak. Tavşanın adını öğrenince tek kelime konuşmadan evin yolunu tuttum. Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) 21 Şubat Dünya Anadil Günü öncesinde yanladığı “Tehlike Altındaki Diller Atlası”na göre Türkiye’de 15 dil tehlike altında. Son derece tehlikede olan diller: Hertevin. Siirt kökenli, Kuzeydoğu Arami dillerinden olmasına karşın diğerlerinden oldukça farklı. Bu dili 1999’da bin kişi konuşuyordu. Ciddi anlamda tehlikede olanlar: Gagavuzca, Türkiyeli Yahudilerin konuştuğu Ladino ve Süryanice. Kesinlikle tehlikede olanlar: Abazaca, Hemşince, Lazca, Pontus Yunancası, Çingene dilleri (Atlas’ta yalnızca Romani bulunuyor), Süryanice’ye benzeyen Suret (Atlas’a göre Türkiye’de konuşan kalmadı; konuşanların çoğu göçle başka ülkelere gitti) ve Ermenice. Güvensiz durumda olanlar: Abhazca, Adige, Kabar-Çerkes dilleri ve Zazaki (Zazaca). Kaybolan diller: Atlas’a göre Türkiye’de üç dil kayboldu. Kapadokya Yunancası, dünyada da son derece tehlike altında. Diyarbakır Lice’deki Kamışlı köyünde konuşulan Mlahso kayboldu. Suriye’ye göçen köylülerden İbrahim Hanna’nın 1995’te ölümüyle bu dil de öldü. Ubıhça da Tevfik Esenç’in 1992’de ölmesiyle kayboldu. Bu çalışmada güvensiz durumda olan diller içerisinde sayılan anadilim Kürtçenin Zazaki lehçesini de görünce yüreğim acıyla sızladı. Türkiye’de 4,5 milyon insanın konuştuğu bir dil can çekişiyor, yok oluyordu. Hala yapılabilinecek bir şeyler vardır. Hala ölen bir dili kurtarma şansımız var. Artık devletin yüz yıla yaklaşan ırkçı asimilasyoncu politikaları terk etmesinin zamanı. Artık herkesin kendi anadiliyle eğitim gördüğü bütün dillerin gelişip serpildiği bir ülkeyi kurmanın zamanı. UNESCO raporunu okuyunca armudun Zazaki adını unuttuğu için ağlayan Rojda’yı anımsayıp gözlerim doldu. Ah sevgili Rojda, bilmiyorum hala dilinin yok olmaması için çalışıyor musun? Yoksa sen de mi boyun eğdin yok oluşa? 46


Temmuz 2009

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine…” Nazım Hikmet Ran

G

ÖRMEK, duymak, yürümek, düşünmek, dilediğince nefes almak… Bütün bunları bir hayal gibi değil gerçekten yaşayabilmek hasretsiz, ödünsüz… Engellere takılmadan.. Biliyoruz ki dünyada sayısı azımsanmayacak kadar çok insan engelleriyle mücadele ederek sürdürüyor yaşamını, sistemin acımasızlığıyla başa çıkmaya çalışan bu insanlar bir de kendi özürleri nedeniyle karşılaştıkları zorlukların üstesinden gelmek için çaba harcıyorlar. Biz hep “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz” dedik… Hep beraber derken de özürlü, yaşlı, bakıma muhtaç insanları, kimsesizleri ve tüm ihtiyaç sahiplerini kastettik. Aynı gökyüzünü paylaşan, aynı güneş ile ısınan, aynı denizlerin çocukları olarak dünyanın neresinde olursa olsun acı çeken her cana “senin yerinde ben de olabilirdim” diye başlayan sevgi dolu cümlelerimizi gönderdik. Yaşam sevgi ile başlamak ve sevgi ile devam etmek zorunda çünkü. Empati kurulmalıdır ancak mühim olan, sürekli olarak kendimizi daha zor durumda olanın yerine koyarak, “bir gün bizim de başımıza gelebilir” korkusu ve içgüdüsüyle değil de samimi bir biçimde, gerçekten ihtiyaç duyulduğu ve yardım edilmesi gerektiği için payımıza düşenleri yapabilmektir. Elbette engelli olmamak bugünden yarına değişebilecek bir durumdur, elbette hepimiz her an bir özür sahibi olabiliriz ancak bu düşünceden

SACAYAK

Bir Şey Yapmalı! Nedim Kanoğlu ziyade dünyadaki engellileri ve sorunlarını görerek, bilinçli bir davranış biçimiyle hayatlarını kolaylaştırabilecek yeniliklerin öncüsü olabilmek adına adımlar atabilir ve bu konuyla ilgili görsel, duyusal sanatları etkin hale getirebilirsek üzerimize düşenin bir kısmını hayata geçirebilmenin rahatlığına kavuşabiliriz. Ülkemizde sakatlık nedenleri; akraba evlilikleri, gebelik öncesi tedbirsizlikler, aşıların zamanında yapılmaması ve kazalar ile genelleştirilebilir. Doğuştan sakatlıkların büyük bir bölümü akraba evliliklerinden ortaya çıkar, yakın akrabaların çocuklarının evliliği sonucu çok sayıda özürlü çocuk dünyaya gelmektedir. Yapılan bazı incelemelerde doğan 100 çocuktan 30’unun sakat olma nedeninin yakın akraba evlilikleri olduğu ortaya çıkmıştır. Bebek bekleyen annelerin sık sık röntgen çektirip radyasyona maruz kalması, çok sık sigara ve alkollü içki içmesi de doğacak çocuğun engelli olmasına neden olabilmektedir. Doğumdan sonraki ilk yılda verem, çocuk felci aşılarının zamanında yaptırılması da özürlülüğü engelleyen bir durumdur. Aşılar vaktinde yaptırılmazsa türlü sakatlıklar meydana gelebilir. Trahom, çocuk felci, romatizma, kalp ve damar hastalıklarının koruyucu, iyileştirici aşıları vardır. Tabii bu aşıların hekim denetiminde verilmesine özen gösterilmesi de gerekir. Tarım kazaları, trafik kazaları, iş kazaları, ateşli ve kimyasal silahlar, belli başlı sakatlık nedenleri olarak sayılabilir. Vahşi 47


SACAYAK

Sayı 4

kapitalizm diyoruz… O kadar vahşi ki kana, ete doymuyor. Silahları sınırsız… Atom bombası atıyor, olmazsa ateşli silahları devreye sokuyor eğer istediği sayıya ulaşamazsa ilaç sanayisi ile çıkıyor yoksulların karşısına… Henüz denenmemiş ilaçları geri kalmış ülke insanlarının üzerinde deneyip etkinliğini ölçmeye çalışarak da yok etme ya da en azından sakat bırakma emeline kavuşuyor, vahşi demiştik, biz, kapitalizm demiştik… Düşmanımız o kadar belli ki, sistemin adaletsizliği ile öyle mücadele etmeliyiz ki önce engelliler olarak sonra da genel anlamda bütün insanlar olarak bitmesini istediğimiz bu eşitsizliği ortadan kaldırabilelim. Kaldıralım ki artık, çocuklar engelli doğmasın, insanlar iş kazaları sonucu sakat kalmasın, işçiler tersanelerde organlarını kaybetme şeklinde ya da çok çok acısı canlarıyla bedeller ödemesinler. Örgütlenmek… Hep söylüyoruz, hayatın her basamağında gereklidir insana. Çalışırken, okurken, emekliyken, emek verirken ve elbette özürlüyken de, hep bir olabilmek, farklı dilleri aynı yürekle konuşabilmek… Göremeden, duyamadan, yürüyemeden ya da tek kolla, bacak olmadan her şeye rağmen engellere takılmadan insanca, eşit, özgür ve onurlu bir dünyada bütün fiziksel

kısıtlamalara karşın güçlü ve dimdik durabilmenin ilk koşulu örgütlenmektir. Örgütlülük içerisinde kazalara, hastalıklara, sakatlıklara veya ölümle sonuçlanabilecek herhangi başka bir duruma karşı eğitim verilmesi ve bu eğitimlerin sanatsal eylemler ile desteklenmesi ise olmazsa olmazlar arasındadır. Sakatlığa neden olabilecek hastalık ve kazalardan sonra hemen önlem alınması gerektiğinin özellikle trafik kazalarında ilk yardımın, kazalardaki ölümlerin yarıdan çoğunun ilk yarım saat içinde gerçekleştiğinin, kaza sonrası hiç zaman kaybetmeden yaralıyı en yakın hastaneye ulaştırmanın öneminin ısrarla vurgulanması ileride oluşması muhtemel pek çok sakatlığı önleyebilir. Bu hizmetlerle beslenen halkımızın bilinçli olması sağlandığında sakatlık oranında ciddi bir biçimde düşüş gösterebilir. Biz istersek güzel bir dünya mümkündür. Sorumluluk sahibi, bilinçli ve duyarlı tüm insanlar bilirler ki; hayat dengeyle yaşanılır. Doğa üzerinde var olan tüm canlıların hayata sunduğu katkıları bilmek ve hepsine saygı duyabilmek… Dini, dili, ırkı, fiziksel ve ruhsal durumu ne olursa olsun öncelikle bütün insanların yaşama hakkına saygılı olup ve sevgi ile yaklaşabilirsek düşlediğimiz yaşamın temellerini atmış oluruz engellere takılmaksızın…

SACAYAK Derginize Abone Olun

Türkiye TL 40 – Avrupa Birliği € 50 – İngiltere £ 40 Abone olmak için abone bedelini postaneya yatırın: Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd. Şti. Posta Çeki Hesabı (No 1629127) Ayrıntılı posta adresinizi, cep telefonunuzu ve e-postanızı okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte bize fakslayın: +90.(0)212.519 56 35

48


Pandora Yapı ve Endüstrileri San. Tic. Ltd. Şti. Cumhuriyet Mah., Atatürk Bulvarı Efor İş Merkezi, No: 8, Kat: 4, Daire: 37 Beylikdüzü, İstanbul

Pandora Yapı ve Endüstrileri San. Tic. Ltd. Şti. Cumhuriyet Mah., Atatürk Bulvarı Efor İş Merkezi, No: 8, Kat: 4, Daire: 37 Beylikdüzü, İstanbul Tel: 0212.871 45 47 - 48 Faks: 0212.871 45 49 Gsm: 0533.655 41 88 www.pandorayapi.net sahinbalkaya@pandorayapi.net

Tel: 0212.871 45 47 - 48 Faks: 0212.871 45 49 Gsm: 0533.655 41 88 www.pandorayapi.net sahinbalkaya@pandorayapi.net


SACAYAK

Sayı 4, Temmuz 2009

sacayak

BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

AKARSULAR’a BU SAYIDA:

Uyku sersemler gece, kâbuslara gün doğar, Fesleğen kokusunu kara toprağa sağar, Gökyüzünden sevdalar çiğle umuda yağar, Pir Sultan’lar üstüne aydınlık düşler yığar.

2 Temmuz 2009 Dosyası Unutmadık, Unutmayacağız, Unutturmayacağız - Remzi Aydın

Sürmeli gözleriyle hüzün kokar Menekşe, Can bedenden uçmadan umut bitmez, can dişte, Yeşim ciğer paresi, sevenler yalvarışta, Bezirci’min ışığı kara geceyi boğar.

Katliam Sayıklaması - Hasan Harmancı Söze Ne Hacet Var - Turan Eser Alevi Çalıştayı Dosyası

Bir acayip uğultu coşkuya çöreklenir, Ateşte semah dönen turnalar yüreklenir, Umut, çare birlenir, bahane ıraklanır, Yasemin’im kuruma, coşkun evrene sığar.

Ahmet Koçak - Devlet Benim Cemevimi Tanımasa Ne Olur Söyleşiler: İsmail Kaygusuz - Asimilasyon Tuzağına Düşmeyelim Dertli Divani - Oyuna Gelmemek İçin 9 Kasım’ın Ardında Dur

Muhibe’m, Akarsu’yum çağladı gümbür gümbür, “Kula kul olma” dedi, “bilim aydınlık yoldur”, Ey yobaz bizi değil, önce nefsini öldür! Karababa’m ışık ol, kör yüreklerde ağar.

Ali Murat İrat - İşe Kendimizden Başlayalım Aykan Erdemir - Siyasi Reform ve Statüko Ayhan Yalçınkaya - Alimin Hayırlısı Padişaha Uzak Olur Hasan Harmancı - Başlayan Çözüm Değil Yeniden Yargılama

Nesim Baba çareler istemezdi balından, Halkı için geçmişti çoktan kendi halından, Bin güvercin büyüdü, uçtu gönül dalından Mazlum’a aşk niyaz et, kara yasına çağır!

Esat Korkmaz - Çalıştay Kendi Sonucundan Utanacaktır Fevzi Gümüş - PSAKD Basın Açıklaması’ndan Esen Uslu - 2 Temmuz’un Gösterdikleri Ali Rıza Çelik - Gaziantep AKD - Bakalım Yarın Neyi Yasaklayacaklar

Bu acı yüreklerde sızılar da sızılar, Yobaz cehennem oldu, yandı emlik kuzular, “Allah için öldürdük!” bile dedi bazılar, Can Koray’ım inanma, Hak sana nasıl kıyar?

Rıza Yürükoğlu - Hacı Bektaş Veli’nin Gösterdiği Temel Yön ve Kapitalizm Şerafettin Halis - Araştırma Önergesi: Alevilik Bir Demokrasi Sorunudur İsmail Kaygusuz - Ummû’l Kitab’da Muhammed’in Mirâcı, Ali’nin Zülfikar’ı

Cehaletin gözü kör, paslı yüreği sağır, Canlar Od’a yanarken gafil ciğeri soğur, Can özün dara çeker, karanlık candan ağır, Bütün Sulari’leri felek kendinden sayar.

Öznur Tanal 7 Temmuz 2009, Antalya

ISSN 1308-7967

Bu ne İslamiyet’tir, ne sığar insanlığa, Allah vergisi, her kul yaraşmaz ozanlığa, Hasret, Yasemin, Serpil yol vermez karanlığa Akarsu’lara rahmet, softaya lanet yağar.

Metin Aktaş - Daye Mı Name Armud’i Hovirakerdo! Nedim Kanoğlu - Bir Şey Yapmalı

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Genel Ajans B.D.O. Ltd. Şti. adına Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Sultanahmet, Divanyolu Cad. No: 54, Erçevik İşhanı 102, Eminönü - İstanbul Tel/Faks:+90.(0)212.519 56 35 E-posta: sacayak@yahoo.com.tr Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sok. No: 24, Nurtepe, Kağıthane, İstanbul - Tel: 0212.321 23 00 Baskı türü: Yerel - Süreli

Aylık Dergi / Fiyatı: 3 TL / £ / €

4

Temmuz 2009 / Sayı:


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.