Sercesme-29

Page 1

SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

Bu Sayida

BİR KOŞU DEVRİM: DENİZ-YUSUF-HÜSEYİN

Kaml Ateoullari Araba Devrilmeden Önce Öznur Tanal Abdal Musa Diyarından Bir Can, Mürebbi Hamza Tanal

‘68 Ruhu’nda sistemin doğasına tepki, her bireyde aynı duyguyu uyandırıyordu: Bir koşu devrim.

Denizlerden Dağlara; Dağlardan Denizlere Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni Fkret Otyam Ülkeyi Bölme Savaşını ABD mi, AB mi, Ayrılıkçılar mı, Yoksa Haşa Sümme Haşa Bazı Alevi Dernekleri mi Kazanacak? Yanıt Hiçbirisi! Esat Korkmaz Mahşerin Üç Atlısı - I: Milliyetçilik İsmal Kaygusuz Siyaset Ortamının Karmaşasında Aleviler Al Riza Cmkolu Hasbıhal Elbistan Konseri Açış Konuşması Syasete Asker Müdahale Krizin Belgeleri Ham Kutlu Şimdi Değilse Ne Zaman Erdal Yildirim Milliyetçi Çığırtkanlığa Kurban Edilen Yüzbinler Yusuf Zamr Dinin Eleştirisi ve Marks İsmal Özmen Din ve Bilim İlişkisi Al Kele Gâhi Saz, Gâhi Söz Lütf Kalel Bir Şiir Çalmanın Hazin Serüveni Fuat Bozkurt Ocaklara ve “Buyruk” Kitaplarına Göre Çeşitli Alevi Gelenekleri Hasan Harmanci Yaşayan Aleviliğin Geldiği Yol PSAKD Eyüp Şubes Şeyh Bedreddin Paneli Ahmet Koçak Yeter Gültekin ile Söyleştik Veysel Köse Bildiğinizi Getirin, Doğrularınız Kalsın Mustafa Özcvan Abant Platformu

Aylik Derg Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli

Fyati: Ytl  /   /   Mayıs  Sayi:

29

A

ltı Mayıs, ‘68 Hareketi’nin ‘78 Hareketi’ne açılan penceresidir bir bakıma. 5-6 Mayıs 1972’de Ankara Merkez Cezaevi’nde gece boyunca olağanüstü bir hareketlilik gözlendi. 6 Mayıs Hıdrellez’di; doğa canlanıyordu; doğadaki “gizil nesnellik”, yeni nesneler yaratmak için kendi “kabından” taşıyordu. Havaya, suya, toprağa ve ete “can” yürürken, üç “canın” canı alınıyordu. Halk katında ve halk bilgeliği zemininde “can” ölmezdi; o nedenle Deniz’in, Yusuf’un ve Hüseyin’in canları, “güvercin donu”na(bedenine) uğurlandı. ‘68’in yarısı yaşam kadar ‘ciddi’ ve ‘yakıcı’; diğer yarısı iyi düşünülmüş, kimi kez iyi örgütlenmiş bir ‘şaka’ydı: Hangisinin hangisi olduğunu o günleri yaşayanlar bile çoğunlukla karıştırdı. Kim ne derse desin sayısız ölüye, binlerce yaralıya ve onbinlerce tutukluya mal olan ‘68 hareketi bir ‘nostalji’ olamaz; o hâlâ devrim tutkusunun sağ kalmasını sağlayan ‘anahtar bir etken’ olarak yaşıyor, yaşayacak da. 1968 Hareketi, yeni bir “rüzgâr”dı; esti “alev” aldı; “fırtına”ya dönüştü, “yangın” oldu; hem egemen sınıfları “yaktı”, hem de “vadesi” geldi kendini. ‘78 Hareketi, “yangının” kendisiydi; “alev” almaya gereksinimi yoktu zaten kendisi “alev”di: Ancak 12 Eylül 1980’de daha “vadesi” gelmeden, “üflenince” sönüverdi. 1968 Hareketi, devrimi, ulaşılması “olanaksız” yerden “ayağa indirdi”: Herkes “ayağını denk almalı”ydı; işte devrim geliyordu. Geriye bakıldığında yüzyıllar içine uzanıyor gözüküyordu; ileriye bakıldığında ise birkaç ay, birkaç yıl içinde gerçekleştirilecek devrim vardı: Çok değil, yakın gelecekte devlet olmayacak, mülkiyet ve para ortadan kalkacaktı. ‘68’li, bilincinin “karşılığını” yaşamın kendisinde bulamayınca “lanet olsun”, halk onları anlamıyordu. Seçeneksiz tasarımlarını “inanç” durumuna dönüştürdü: Ne var ki diyalektiğin yasaları inançtan “bağımsız” çalıştığından ‘68’liyi “açığa” düşürdü. O zaman “düşünü” gerçekleştirebilmek için ‘68’li; “geleneksel” aydınların “yukarıdan aşağıya” davranma, düşmanı içten ele geçirme ve bu yolla “ulus-devleti” kurtarma, bunun ideolojisi olan “Kemalizmi” kutsama “akrabalığına” soyundu. 1970’lere taşınıldığında, ‘78 Hareketi, gerçeğin ne olup olmadığını anladı: Öncü savaşçının kavgasıyla “suni denge” bozulmuştu ama amaçlandığı gibi oligarşinin “her haltını” gören kitleler harekete geçmemişti; tam tersine “ulus-devlet” “sinirle” öne fırlayıp ‘78 devrimcisinin “anasını ağlattı.” “Düşündürücü” olan, bunca çetin bir kavga içinde “yoğrulan” ‘78 Kuşağı’nın “düdük sesi”yle birlikte “sus pus” olması ve “dövüşmeden” ölmesi idi. Peki neden? ‘68’li birkaç saat içinde “sen, ben, bizim oğlan”dan oluşan örgütü kuruveriyordu; “güle oynaya” kurduğu örgütle “ıslık çalarak” sınıf kavgasını “gütmeye” yöneldiğinde, “Eyvah yanlış iş yaptık; şöyle şöyle çalıştıktan sonra kuracaktık örgütü” demedi: Ok yaydan çıkmıştı bir kere. “Usulcacıktan” girdiği bu kavgada canlarını verdi. ‘78’li o yanlışı anlamış gözüktü; inadına çalıştı; “bir şeyler eksik kalmasın” dedi. Doğal olarak örgüt konusunda aşırı temkinliydi; örgüt kurmanın koşullarını yaratmak zordu. O denli “dersine” kaptırmıştı ki kendini “çalan düdüğü” bile güçlükle duydu: Herkes “evine” gidecekti. Umarsız “başını önüne eğdi”; evine gitti ya da gidemedi. ‘68’li “kahramanlığa” yüzlerce can bedel olarak yeterken, ‘78’li “suskunluğa” binlerce can bedel olarak verildi. Biri “efsane oldu”, diğeri “suskunluğuna” karşın hem yaşamı hem de dili “efsaneden” arındırdı; tarihe ancak düşünerek bakabilenlerin bulabileceği bir “izdüşüm” bıraktı. Dışarıdan bakıldığında 50’ye yakın “fraksiyon” vardı ve hemen hemen hepsi illegaldi ama yaşamın kendisinde özellikle birbirlerine karşı yürüttükleri “kavga” nedeniyle “deşifre” oluyorlardı. Bol “fraksiyon”, bol popülizm demekti: Geri dönüşümle yerel değerlerin “kılığına bürünerek” kahramanlık odakları oluşturmak; uluslararası düzeyde “mürit” olarak “kapaklana(Devamı 2. Sayfada)


SERÇEÞME (Baştarafı 1. Sayfada)

Denizlerden Dağlara; Dağlardan Denizlere cakları” bir “yapı” aramak ya da “mürit” olana karşı durumunu belirlemek her “çevre”nin varlık nedeniydi. Bu kadar “çevre”nin içinde gezindiği halka gelince; onların bakışı pratik yarara dayanıyordu: İyi geçin, gerisine boş ver. Faşistlerden kurtulmuşlardı ya bu yeterdi onlara. İllegal yayınlar, legal ya da yarı-legal dağıtılıyor; bir yandan legaliteye küfredilirken, diğer yandan legalitenin “büyüsüne binilip” oradan oraya koşuluyordu. “Düdük sesi”yle birlikte “legal oyun” yasaklanınca, legalite illegaliteye “sığmadı”: O şanlı “sol çevreler” göz açıp kapayıncaya kadar “eriyip” gitti. 1968 Kuşağı “ilkti”; doğal olarak ondan çok söz edilecekti. O “rüya” idi; gerçekleşmeyen, ya da gerçekleştirilemeyen her özlem o “rüya”yı zenginleştirdi; “rüya” ile birlikte “anımsanan” ‘68’liyi “besleyip büyüttü”. ‘68 devrimciliğinin “albenisi”ne kapılındı ve “al kanlar içinde” devrimcilik yapan ‘78 Kuşağı’na “haksızlık” yapıldı. Rüyalar, “yıldız” yetiştirirdi; ‘68’li “yıldız”a tapıldı; ‘78’linin “nefer” devrimcisi “küçümsendi”. Ölçüt gerçeklik olacaksa 1978 Kuşağı, daha gerçekti; tıpkı sen, ben gibi bir insandı; ‘68 Kuşağı, “insanüstü” idi, senden, benden “farklı”ydı. Doğal olarak ‘68 Kuşağı’ndan daha dayanıklıydı; O’nun tanık olmadığı denli zorlu anti-faşist mücadeleler içinde “pişti”; faşist katliamlara direndi, devletin baskı ve işkencelerine göğüs gerdi. Ve açık söylemek gerekirse çoğundan da yüz akıyla çıktı. ‘68’li devrimci yaşamıyla da ölümüyle de “efsane” oldu göğe “uçtu”; hep başımızın üstünde “dolaştı”. Yaşamdan kopmak ‘78 devrimcisinin altından kalkamayacağı bir “uzmanlık”tı; yaşamın içinde kaldı ve tarihe bir “iz” düştü. “Efsane”yle “rüya”yla “iz”i buluşturmak ve gelecek kuşaklara taşımak üzere bir “işaret fişeği”ne bağlayıp “ateşlemek” günümüz devrimcilerine düşüyor.

Ülkeyi Bölme Savaşını ABD mi, AB mi, Ayrılıkçılar mı Yoksa Haşa Sümme Haşa Bazı Alevi Dernekleri mi Kazanacak? Yanıt: Hiçbirisi! Fikret Otyam Milliyet Gazetesi Ankara muhabirlerinden Mithat Yurdakul’un gazeteci deyimiyle “çift sütunluk” haberinin başlığı ve içeriği aynen şöyleydi: “Kutlu Doğum Haftası” Alevi Derneklerini İkiye Böldü Bazı Alevi örgütlerinin, Hz.Muhammed’in doğum günü nedeniyle kutlanan Kutlu Doğum Haftası etkinliklerinin cemevlerinde de yapılacağını açıklaması, Alevi dernekleri arasında tartışma yarattı. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Başkanı Kazım Genç, cemevlerinde Kutlu Doğum etkinliği yapılacağını açıklayan Alevi derneklerinin “sağ partilere göz kırptığını” savundu. Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi Prof. Dr. Saim Yeprem ise Alevi ve Sünnilerin beraber kutlu doğum kutlama yapmasının sevindirici olduğunu söyledi. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 16–22 Nisan arasında Kutlu Doğum Haftası etkinliklerine bazı Alevi derneklerinin de katılacağı açıklaması, diğer Alevi örgütlerinin itirazlarına neden oldu. Zaman gazetesinde önceki gün yayınlanan haberde, Türkiye ve Avrupa Alevilerinin İstanbul başta olmak üzere Anadolu’nun birçok kentinde cemevlerinde ve Balkan ülkelerindeki dergâhlarda anma törenleri düzenleyeceği bildirildi. Habere göre, Cem Vakfı Başkanı İzzettin Doğan ile Alevi Vakıfları Federasyonu Başkanı Doğan Bermek de bu yıl cemevlerinde Hz. Muhammed’in doğumunun kutlanacağını söylediler. Ancak önde gelen bazı Alevi kuruluşları, Kutlu Doğum Haftası dolayısıyla cemevlerinde etkinlik düzenlenmesinin söz konusu olmadığını açıkladı. ‘Talep Yok’ Selahattin Özer, Türkiye’deki Alevi derneklerinin yüzde 95’inin kendilerine bağlı olduğunu belirterek, cemevlerinde Kutlu Doğum Haftası etkinliği yapılması yönünde bir talimat vermediğini, Alevi vatandaşlardan da kendisine bu yönde bir talep ulaşmadığını söyledi.”

Kutlu Doğum Haftası İşi uzatmamak için bundan kelli, haftayı KDH diye yazacağım, üzüntüm şu: ulu tanrıyı ve yüce büyüğümüz Hz. Muhammed’i tanıyan ikinci insan ve ilerde damadı olan Hz. Ali ve dahi severken hep boynundan öptüğü torunu Hüseyin, öteki torun Hasan, daha sonraları Sayın Ebubekir, Sayın Ömer, diyelim Sayın Osman ve diğer sayın büyükler, daha daha Osmanlı’nın kurucu Osman başta olmak üzere dini bütün tüm sayın padişahlar ve dahi Şeyh-ül İslam’lar, bilumum dünya İslam alemi büyükleri, nice ulema sınıfı velhasılı kelâm kafası çalışan hiçbir “kimesne”, ulu peygamber efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın doğumunu neden, neden kutlamayı akıl etmediler, edemediler ey yarabbim sen bu cana akıl ver hele hele daha fazla isyan etmemem için Hz. Eyüp sabrı ihsan et n’olur! Niyazım uygun bulunmuş ki bu yazıyı yazıyorum, eyvallah.

Çare Tükenmez İmiş!

Özlem Taner, Türkmen Kızı Kalan Müzik Özlem Taner’in ilk albümü “Türkmen Kızı” Kalan Müzik tarafından yayınlandı. Albümde, Türkmen yörelerinden seçilmiş ezgileri seslendiriyor. Taner, Antep-Barak ezgilerini ve Alevi- Bektaşi deyişlerini başarıyla seslendirirken, sesinin yanı sıra sazının ustalığını da sergiliyor. Albümde, Âşık Mahzuni Şerif, Âşık Davut Sulari, Muhlis Akarsu, Neşet Ertaş, Âşık İkrami gibi ozanların eserleri de yer alıyor.

2

Kaç zamandır işi gücü bıraktım, bunun nedeni bulmaya vakfettim kendimi. Bulduğum nedeni, nedenleri ister kabul buyurun, ister buyurmayın! Bu canınki İslam alemine naçizane bir hizmettir o kadar. Efendim, şu gâvur milletinin bir bestecisi doğum günü için bir beste yapmış, hepiniz bilirsiniz canım, duymayan bilmeyen bir “Sağır Sultan” kalmıştı, o da Antalya’da Selekler Çarşısı’nın oradan insanlara mahsus yeşil ışıkta karşıya geçerken hayvanlara mahsus bir geçiş yapan otomobilin altında kaldığından sizlere ömür, siz siz olun yolunuz bizim buralara düşerse yeşilden geçerken toplu olarak uyarın, hışımla bağırın “höössst ayıııı” belki durur, neyse işte o kutlama bestesinin ilk satırı: “Heppy Birthday To You” dilimiz karşılığı bildiğiniz gibi şöyle: “Doğum Günün Kutlu Olsun” Bestesini ve dahi sözlerini ve dahi nerede ne zaman nasıl söyleneceğini iki yaşındaki çocuk deragap bilir, çocuk bilir de diyelim ki ve dahi benzetmek gibi olmasın ama Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi koca Prof. Dr. Yeprem mi bilmeyecek? İşte taaaaaaa ulu büyüğümüz Hz. Muhammed Mustafa zamanında böyle bir beste ve güfte daha yazılmadığından naşi, inanmışlar “Heppy Birthday To You Doğum Günün Kutlu Olsun Sevgili Peygamberimiz Ya Muhammed” diyememişlerdir ve hemen, acilen bildireyim ki Müslüman Türkiye’nin yaratıcı bir mümin’i bu işi KDH’na çevirmiştir, aramızdan ayrıldıysa yattığı mekân cennet ola, yaşıyorsa Cenab-ı Allah ömrünü en uzun ede, biz Müslüman Türk Halkına hayırlara vesile olacak nice buluşlar nasip ettirsin diyorum vesselâm!

Sayı 29


SERÇEÞME

KDH, Yılda Bir Hafta Değil Her Ayın Son Cumasında Uygulanmalıdır Yüzyıllardır yapmamışız bu kutlamayı, Allah razı gelsin o gâvur sanatçıdan bundan böyle diyorum, her ayın son mübarek cumasında bu etkinliği yerine getirmeliyiz, bu konuda hazırladığım ayrıntılı bilgiyi en başta en büyük din adamımız muhterem Bülent Arınç beyefendiye, hükümete ve elbette DİB’na arz edeceğimden kimsenin şüphesi olmasın. Çok kısa ama çok kısa olarak, bazı TV sunucuları Türkçesiyle “hülasanın özeti” şöyle: okullarda her Cuma sabahı İstiklâl Marşı’ndan önce hep bir ağızdan “Doğum günün kutlu olsun Ya Muhammed Mustafa” şarkısını avazlayacak, varsın güftesi ve bestesi gâvur malı olsun ne gam? Anaokulu ve ilköğretim öğrencileri tepeden tırnağa tesettüre bürünecek hafif hafif sallanarak ilahiler okuyacaklar, ama en önemlisi bu iş sabah yaptırılacak ki Genel Kurmay söylenmesin çocuklar uykusuz kalıyor diye. Meclis de Cuma günleri iki dakika saygı duruşunda bulunacak, grup sözcüleri KDH’nın yüceliği ve dahi “elzemliği” babında konuşmalar yapacak.

Türk Silahlı Kuvvetlerine Gelince… Dini bütün, lâik, demokratik, parlamenter hukuk devletinin en büyük unsurlarından TSK’da da etkinlikler düzenlenecektir. Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları huzurunda, Diyanet İşleri Başkanı KDH’nin yüceliği üzerine konuşmalar yapacak her Cuma 28. Tümen camiinde. Tüm kuvvetler kendi dallarında yarışmalar düzenleyecek birincilere DİB Başkanlığı yayınlarınca hazırlanan kutsal kitabımız ve Mekke Kola armağan edilecektir. Harp Okulu Bandosu her ayın son Cuma günü Ankara Kızılay alanında “Doğum Günün Kutlu Olsun Ya Muhammed Mustafa” şarkısını çalacak, isteyen İngilizce, isteyen de Türkçe eşlik edecektir.

Neden 28. Tümen Camii? Tam tekmil vereyim XII. Kor. 28. Tüm. 1.Top. Tb. 1.Bt. Ölçme Tgm. Fikret Otyam olarak (terhis: 1956) tümenimi önermemden daha doğal ne olabilir ki? Eski kafakağıdımda en acı yazı ise Çankaya As. Şb. tarafından 30.6.1972 tarihinde düşülen not: “çağ dışına çıkmıştır” yemin kasem ederim ki çıkmadım, çıkmadım 1972’den beri haykırıyorum efendim!

Cemevlerindeki Etkinlikler Hakkında… Cemevlerinde de KDH etkinliklerinin yapılması şer’an caizdir, ol nedenle telli kuran eşliğinde elbette kadın erkek, hep bir ağızdan “doğum günün kutlu olsun ya Muhammed Mustafa” deyişini söyleyecek, ardından semaha durulacak; ancak bu semah ve semahlarda Konya’dan ithal edilecek Mevlevi semazenleri göğe uçuncaya kadar dönerken çarptığı cem erenleri ve bacılar semah dışında kalacağından bunların yerine yedek kulübesinde bekleyen semazenler gelecek, böylelikle Kızılbaş taifesi saf dışına çıkarılmış olacaktır ve nifak tohumları yaygınlaştırılacaktır. İşte bazı cemevlerinde KDH etkinliklerinin sebebi hikmeti budur vesselâm! Bilenler bilmeyenlere, anlayanlar anlamayanlara Hz. Ali ve dahi Hünkâr Hacı Bektaş Veli aşkına anlatsın en hayırlı şey budur. ABD’nin, Avrupa Birliği’nin ve BOP’un istediği “Ilımlı İslam”a en büyük engel kızılbaş ve dahi Bektaşi taifesinin etkisiz kılınması oyununa düşmek bu inanca en büyük ihanettir Ey Canlar… 10 Mayıs 2007, Antalya

HASAN ÖZTÜRK (ÂŞIK BERRAKİ)

Erenler Cemi Haksızı reddedip hakka atıldık Gerçeği ortaya serdik itildik Ömür tavasında yandık ütüldük Pişelim deyince haşlanıyoruz Fecrin kör zifrinden aymamış iken Onikiye kadar saymamış iken Baharın dalına doymamış iken Daha yaz demeden kışlanıyoruz Kimi gün mecliste yerimiz kalmaz Kimi gün mezede rızkımız olmaz Kimi gün dostların demi bulunmaz Cemden muhabbetten dışlanıyoruz Erenlerin gönlü harman yeridir Yoldan azanlara ferman yeridir Nice dertlilere derman yeridir Takat kesiliyor yaşlanıyoruz Dostun cemalini göremez olduk Hakkın selamını veremez olduk Kırklar meclisine varamaz olduk Gamdan kasavetten tuşlanıyoruz Kırklar dolusunun tadına varıp Hünkâr Hacı Bektaş adına varıp Berraki Pir Sultan katına varıp Erenler ceminden hoşlanıyoruz

Benim Kıble’m İnsandır Kimileri gökte buldu sonunu Kimileri çöle döndü yönünü Kimileri taşa verdi önünü Benim kıblem insan oldu çok şükür Kimileri başta fesi taşıdı Kimileri yaban sesi taşıdı Yüzde kılı yerde mesi taşıdı Benim künyem insan oldu çok şükür Kimileri ham gaflete düştüler Kimi vurup yaraları deştiler Kimi ozanlara mezar eştiler Çevre yönüm insan oldu çok şükür Kimileri it sesine inledi Kimileri at sesini dinledi Kimileri insanları mimledi Benim yolum insan oldu çok şükür Gün olur ki kıble olur ten içre Gönül gözüm menzil bulur can içre Gök kubbede bu can yaşar an içre Berraki bir insan oldu çok şükür

Almanya’nın Köln yakınlarında Bad Hönningen kasabasında Alevi Bektaşi Kültür Enstitüsü yeni binasının açılışı 5 Mayıs 2007 tarihinde yapıldı. Gelecek sayımızda bu açılış ve 6 Mayıs günü yapılan Hıdırellez etkinliği hakkında daha detaylı bilgi verilecektir.

Mayıs 2007

Esat Korkmaz’ı Salı geceleri saat 9 ile 10 arasında Dem TV’de Gönül Defteri programında izleyebilirsiniz. Türksat 1C - Frekans: 10955 V SR: 5860 - FEC: 5/6 3


SERÇEÞME

CEHENNEME MAHKÛMİYETİMİZ KESİNLEŞMİŞ, MAHŞERİN ÜÇ ATLISI’NDAN HANGİSİNİN BİZİ ESENLİĞE ÇIKARTACAĞINI TARTIŞIYORUZ

Mahşerin Üç Atlısı: Milliyetçilik-Ulusçuluk-Yurtseverlik Bölüm I - Milliyetçilik Esat Korkmaz

Ç

EŞİTLENEMEYEN ve güncel ideolojiler üretebenim toprağımda “lümpen kesimin” kendini ifade etmeyen, kendisini o ideolojilerin “çoğulcu” yanıyla mek için kullandığı bir “araçtır” artık. bütünleştiremeyen bir toplumla karşı karşıyayız. Bu Milliyetçilik bize bugün “iki Şöyle de söyleyebiliriz: Günümüzde milliyetçilik durum, “siyaseten özürlü” olmak anlamına gelir. Böybir anlamda “hafi flemiş”, bir anlamda da “ağırlaşseçenek” dayatıyor: lesi koşulda “milliyetçilik ve onun çeşitleri” öne çıktımıştır”. Hafiflemiştir çünkü “sistematik bir toplumsal Bu “seçenek” ğında/çıkarıldığında kendisini “liberal, demokrat” ya ideoloji” olma içeriğini yitirmiştir. Diğer taraftan “en da “sol” diye tanımlayan “siyaset” hızla “tükenmeye” dayatmalara direnemezsek kötü” ve “en tehlikeli” niteliğini kazanmıştır; varoşlabaşlar. Cehenneme “mahkûmiyetimiz” kesinleşmiş rın “sağ politik açılım ve arayışlarının dayanak nokya yaşamımızı durumda: Biz, “mahşerin üç atlısı”ndan (milliyetçiliktası” haline gelmiştir. Artık milliyetçi olmak için ne bir “içgüdüye” ulusçuluk-yurtseverlik) hangisinin bizi kurtuluşa taşıtarihi bilmek ne de toplumu tanımak gerekiyor: “Arzu” teslim edeceğiz ya da yacağını/esenliğe çıkartacağını tartışıyoruz. Tartışmaetmek, “istemek” yeterli. Arzu edilen ile gerçekte olan ya, yararlı olur kanısıyla bir ucundan biz de katılalım yalnızca başkalarını değil arasındaki “mesafe” açıldıkça, “ben” boşluğu “dolduristedik. mak”, kırılganlığını “örtmek” zorunda kalıyor. Kimlik bizi de tahrip edecek bir Milliyetçilik bize bugün “iki seçenek” dayatıyor: ne kadar “zaaf ” ya da olanaksızlık-umarsızlık içindey“şiddet dilinin” Bu “seçenek” dayatmalara direnemezsek ya yaşamımıse o kadar “saldırgan” oluyor. “Ne mutlu Türküm diyezı bir “içgüdüye” teslim edeceğiz ya da yalnızca başne” sloganı, lümpen kültürle beslenmiş varoş kimliği içine taşınacağız. kalarını değil bizi de tahrip edecek bir “şiddet dilinin” için “son mutluluk çağrısı” belki de. Bu sloganın kariçine taşınacağız. şısına Hrant’ın cenaze töreninde on binler, “toplumsal Milliyetçiliğin bize sunduğu bu iki seçeneği de yadsımak; Türklüğü, dayanışmanın mayası” anlamında “Bugün hepimiz Ermeni’yiz” sloganı“aşırı gelişmiş bir milli kültür bilgisi”nin “tasallutundan” kurtararak, nı çıkarınca milliyetçilik “etnik-ırkçı” yüzünü bize gösteriverdi; “ortak “adaletin-vicdanın ve politikanın” diline taşıyıp “barış içinde yeniden yaşamı” kurmaya ilişkin hemen her türden tasarım, hukuki-politik söykurmak” artık “yükümlülüğümüzdür” diyorum. Eğer “demokratik bir lem “uçtu gitti”. Türklüğün” yapılandırılması amacımızsa eğer hiç zaman yitirmeden “Ne Bugün Türkiye’de Milliyetçiliğin “yara bandı” sıyrıldı; altındaki mutlu Türküm” ile “Ne mutlu Ermeni’yim” sloganlarını birleştirecek bir “derin yarık” açığa çıktı. Milliyetçilik “yükseliyor” saptamasını “sosyo“toplumsal barışı” kurmak zorundayız. lojik” anlamda doğru buluyorum; siyasal-politik anlamda ise “silikleşti”. Siyasal-politik anlamda milliyetçiliğin “bekâreti” bozuldu; bozulur boUlus-Devlet Olmanın En Önemli zulmaz dönüşüme uğradı ve varoşlarda “arzu” etmekle istemekle edinilen bir “şiddete” dönüştü. “Kurucu Elamanı” Olarak Milliyetçilik Dışarıdan bakıldığında milliyetçilik, söylemindeki “yakıcılığa ve ÜNÜMÜZ Türkiye’sinde “milliyetçilik-ulusçuluk-yurtseverlik” duygu çatlatıcılığa” karşın Türkiye’de “egemen bir güç” olamadı. Cumterimleri, kendilerine ilişkin “genel” ve “özgül” bağlamlarından huriyetin kuruluşundan bu yana, toplumun değişik kesimlerini bir arasoyutlanarak ele alınıyor. Oysa bu terimlerin hem tarih içinde anlamda tutmaya ve topluma, “tarihsel teklik” vermeye çalışan “milliyetçilik”, ları vardır hem de Türk siyasal ve toplumsal bilincinde zaman zaman zaman zaman krize girmekten kurtulamadı. Askeri darbeler, bu krizin kazandığı “özel”, “özgül” anlamları oluşmuş durumdadır. Özünde “dönüm günleri” olarak algılanabilir: Her askeri darbede, “iç düşman/ günü-zamanı geldiğinde her terim “anlam kayması”na uğrar: Yanlış iç düşmanlar” yaratarak şaha kaldırılan milliyetçilik, “iç düşman” teve sakıncalı olan bunun “politik bir dürtü” ile yapılması ve “gözlerden melli şiddetin genelleştirilmesine, genelleştirilmiş şiddetin bütün bir saklanması”dır. Milliyetçilik özünde iki önemli noktaya “yüklenerek” “millete” uygulanmasına hizmet etmiştir. Böylece olağan zamanlarda, oluşmuştur diyebiliriz: yani biçimsel de olsa demokrasinin uygulandığı dönemlerde “çok dar” 1) Fransız İhtilali ve onun burjuvaziyle olan derin ilişkisi nedeniyle bur- tutulan “millet” algısı, baskı koşullarında “ortak şiddet” algısıyla genişjuvazinin kendisini var etmesinin nedeni olarak ortaya çıktı. letildi. “Baskı-şiddet bir yanda acz diğer yanda” kimlikleştirildi; yara2) Ulus-devlet oluşturmanın en önemli “kurucu elemanı” olarak ortaya tılan “ortak payda” üzerinde “ya sev ya terk et” özdeyişi hemen her şeyi çıktı. anlatır duruma geldi: “Ne Mutlu Türküm demeyen düşmandır ve düşman Bu nedenle çok katmanlı, çok anlamlı bir terimdir “milliyetçilik”: kalacaktır”, yargısı böylesi bir anlayışın ürünüdür. “Ötekini dışta bıra“Siyasal” bir kavram olarak üretilmiş ve süreç içinde bütünüyle “siyakan” bir millet topluluğuna dahil olmanın “bedeli” anlamında, bu “yarsallaşmıştır”. “Ötekini”, yani Türklük dışında kalan etnik yapıları “düşgı” üzerine yapılanan “ülkeyi, vatanı sevmek”, milliyetçiliğin “anahtar” man” kabul eden bir siyasal çıkışa “yatırım yaptığı” için milliyetçilik, sözcüğü durumuna geldi. “ideolojiler yelpazesi”nin “kötü” terimi sayılmıştır denilebilir. Nasıl algılarsak algılayalım: Milliyetçiliği “siyasal-kültürel” bir terim olarak Türkiye Tarihi İnkârlarla Doludur tanımlamak belki daha doğru. Türkiye’de milliyetçiliğin “üç büyük dönemeci” yaşandı: NUTMAYALIM Kİ Türkiye tarihi “inkârlarla” doludur: Her şeya) 1908 Meşrutiyet dönemi sonrası ortaya çıkan, sonraları 1930’larda den önce “toplumsal farklılıklar ve eşitsizlikler” yok sayılır. Daha CHP’nin altı okundan biri durumuna gelen “ırkçı-etnisit algı”, yani baştan millet, “imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle” kabul edilmedi “Türkçülük”. mi? Sonraları Türkeş, bu imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış kitleyi, “mozab) 1940’larda çoğunluğun “dışına taşınan” ve daha dar bir kadro tarafın- ik” diyenlerin gözüne sokarak “mermer”e benzetmedi mi? Bu toprağın, dan savunulan “kafatasçılık”. ötesinde Alevilerin “sevdalısı” sosyal demokratlar ve onların lideri Bayc) 1965 sonrası soğuk savaş döneminde beliren ve 2000’li yıllarda “ol- kal “mermeri betona” dönüştürmedi mi? gunluk dönemini” yaşayan “politik-popülist-faşizan anlayış”. Şimdi bu “betonun harcının” nasıl yoğrulduğuna bakalım: Türkiye’de milliyetçiliğin temeli Mustafa Kemal’in, “Ne mutlu Türküm diyene” sözLümpen Kesimin Kendini İfade Etme Biçimi leriyle atıldı: Amaç, toplumsal farklılıkları “Türklüğe çevirmek-dönüştürmekti” ama “karşıtını” üretmekte gecikmedi. Çünkü Kemalizm’in Olarak Milliyetçilik kazanım olarak devir aldığı “Türklük”, toplumsal farklılıkları içinde baİLLİYETÇİLİK özünde “siyasal”dır; tarihsel olarak doğru olsa da rındıracak denli “boş” bir sözcük ya da terim değildi. Laiklikle “çarpılmilliyetçilik “nötr bir halk” kavramından kaynağını almaz. Tam mış”, yani “terbiye edilmiş” olmasına karşın, “Sünni Müslüman Türklük” tersine “belli bir etnik grubun” siyasal egemenliği için öne çıkar; onu “en anlayışı, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda tanımlanan “Türklük” ankanlı” ideoloji durumuna getiren neden de budur. Günümüz Türkiyesinlayışını önceliyordu. Bu nedenle, milliyetçilik hiçbir zaman “vatan topde milliyetçilik bu anlamını korumakla birlikte daha çok “sosyolojik bir rağı” üzerinde “halkları bir halka çevirme” kıvraklığını gösteren “egenitelik” kazanmıştır. Sosyolojik bir nitelik kazanma gereği milliyetçilik men” bir ideoloji yaratamadı.

G

U

M 4

Sayı 29


SERÇEÞME Hrant Dink Unutmadık, unutturmayacağız

Kendini “iç düşmanlardan” ayırarak oluşan ya da oluşturulan bir topluluk bilincine dayalı “bütünleşme” anlamına gelen “etno-popülizm”in yapısı “çoğulculuğu” içermez; daha doğrusu “çoğulculaşma” olanağı yoktur. Toprak üzerinde-vatan üzerinde “azınlıklar” var olabilir ancak ana etnik gruba göre onların yaşamı “kıyıda-köşede, belirsiz ve kırılgandır”: Görülmek istendiğinde ya da bir zorunluluk doğduğunda “şöyle bir bakılır”; “olağan zamanlarda” onlardan “sakınılır”. Türkiye’de milliyetçilik, “ötekini tümüyle dışarıda bırakan” kapalı bir topluluğa “yatarım” yapar; bu nedenle “ötekini kucaklayacak” hemen her şeyi “yok etmeye” çalışır. Yok etmenin izinde topluluğun “farklılıklarını düzler”; bütünlüğün koşulunu “mermerleşmekte” ya da “betonlaşmakta” bulur. Böylesi durumlarda yasaların öngördüğü vatandaşlıkla milliyetçiliğin “dayattığı” topluluk arasındaki “uçurum” gittikçe artar. Onun için benim toprağımda “evrensel savlı ilkeler”, milliyetçilik söylemi içinde tutunma olanağı bulamadı. Bu ilkeler, sık sık doğrudan devlet tarafından “çiğnendi”. Ancak şunu da hiçbir zaman unutmayalım: Milliyetçiliğin “egemen bir yapı” kazanamamış olması ya da milliyetçi ideolojinin “kapsayıcı-kucaklayıcı” bir tasarım yaratamamış olması, onun “çekim gücünün” olmadığını, “zayıf ” durumda bulunduğunu göstermez. Bunun kanıtını, Türk milletinin “kuruluş” sürecinde ya da “kendini yenilemek / yeniden dirilmek” durumunda kaldığı her koşulda “sürülen-yaşatılmayan” azınlıkların mallarına el konulmasında görebiliriz.

Irkçı Milliyetçilik mi? Yoksa Kültürel Milliyetçilik mi? İR de şöylesine “yanlış ama yaygın” bir kanı da vardır: Türkiye’de “kültürel bir milliyetçilik” vardır, “ırkçı bir milliyetçilik” olmamıştır. Bu savın “saçmalığını” anlayabilmek için geçmişin olaylarına bakmak ya da geçmiş olayların biçimlendirdiği günümüzün olaylarını irdelemek yeterlidir. “Sınıfsal yanı görülmeden ırkçılık anlaşılamaz”, yargısını ölçü alırsak çoğunlukla “cahil ve eğitimsiz kitle”ye bağlanan “ırkçılık” tehlikesi, sınıf egemenliğini “doğallaştıran” bir bakışı yansıtır. Eğri oturalım ama doğru konuşalım: Bugün “ırkçı milliyetçilik ideolojisinin asıl üreticileri”, eğlence gecelerini “onuncu yıl marşı”yla kapatan, yakalarında Atatürk rozetleri taşıyan, “bölünme tehlikesi” karşısında Kürtlere, Alevilere her türlü şiddeti “mazur” gören eğitimli “orta sınıf ” insanlarının olduğunu hiçbir zaman unutmayalım. Bu “orta sınıf eğitimli insanlar” ya iktidarlarının korunması ya da iktidar olabilmek için her türlü “ırkçı şiddete” gözlerini kaparlar. Yakın geçmişe değin cinayetin bir “faili” de yoktu; adı üstünde “faili meçhul” idi. Ama artık durum değişti: Özellikle Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra “faili meçhul”, “meçhul” kalmakta zorlanmaya başladı. Irkçılık söyleminin kurguladığı “ayrışmanın” uyarlanmasında, “etno-popülizm”in ve yedeğindeki ırkçılığın “görünüşe taşındığına” tanık oluyoruz. Bir millet yaratma görevinin ağırlığını üzerinde hisseden Kemalist seçkinlerden farklı olarak bugünün seçkinleri, küreselleşmenin getirdiği tüketim/aidiyet kazanımları zemininde milliyetçiliğin genelleştirici söylemini terk etmekte bir sakınca görmediler. Uzunca bir süredir “üst sınıflar” ve onlara özenenler, seçkin “markaların” yanı sıra “ırkçılıkla belirgin” bir yaşam tarzı oluşturmaya çalışıyorlar. Kamusal hizmetlerin giderek “özelleştirilmesi” ve kent içinde kendini hissettiren “toplumsal ayrışma”, zengin ile yoksul yaşamların birbirinden iyice uzaklaşması “ırkçılığa maddi bir zemin sunuyor”. Öte yandan 1980 sonrasının “vahşi rekabet” koşulları, çok geniş bir kesimi şiddetle “akraba” yaptı. Kürt kimliğinin, Alevi kimliğinin “görmezlikten gelinemediği” günümüz koşullarında “milliyetçilik artık aslanın ağzında”; ötekine karşı acımazsıca-çılgınca davranılarak, ikide bir “linç” eylemleri sergilenerek, yani herkesin eli şiddete bulaştırılarak yaşatılmaya çalışılıyor artık. “Bir zamanlar”, meçhule bağlanan toplumsal şiddet, kendini açıkça ifade etmekten kaçınmıyor. Bu eylemler koşutunda “devletle toplum arazsındaki sınır” giderek “silikleşiyor”: Devlet toplumu, toplum da devleti “yutma” çabasında. Kapitalizmin bu acımasız savaş ortamında çeşitli kesimlerden insanlar kendince gerekçelere dayanarak “fail olma” derdinde. Örneğin Hrant Dink hem Ermeni olduğu için hem de görüşlerini başkalarını etkilemek için cesurca savunduğu için öldürüldü. Öldüren kimliği aşırı “basitleştirmek” ve “piyon” deyip geçmek bizi yanlışlara sürükler. Hrant

B

Mayıs 2007

Dink’i öldüren, seçeneksiz kalıp toplumun “hücresine” sıkışıp kalan bir kimliğin daha “güçlü” bir kişiye dönüşmek için tetiği çekti belki de. Kendi aczinden bir “kahraman” çıkarmak/üretmek karasevdasına tutulmuş olabilir: Böyle düşünüldüğünde, şiddet eylemi ya da ırkçı şiddet, bir düşünsel davranışın sonucu olmaktan çok kişinin izlemeye “zorunlu” olduğu bir eylemdir.

Ne Yapmalıyız?

A

RTIK yaşama müdahale ederek “toplumsallığı” yaratmak/üretmek, yaratılan/üretilen toplumsallıkla “politikayı terbiye etmek”, içi boşaltılmış terimlerle/kavramalarla değil, “farklı fail durumuna gelme” eylemleri zemininde yeni terimleme/kavramlaştırma çalışmalarına girişmek zorundayız. Türk milliyetçiliği kapsamında, “öteki” düşman olarak görülünce, Türk kanı “temiz”, ötekinin kanı “zehirli” olarak algılanır: Çokkültürlülük, kültürlerarasılık ve kültürel farklılık tartışmaları sıralanan “kan dolambacında” oraya-buraya çarparak “sakatlanır”. O zaman da “öteki” Türkten vazgeçer, Türkün etkisini kendinden “atar”, farklı bir diyalogun oluşmasını önerir. Anayasal demokrasiler de bu konuda iyi sınav veremediler: Birçok kültürel kimliğe saygı göstermekle birlikte onları “koruma” onlara “yaşama olanağı” verme konusunda bir “kaygıları olmadı”. Sonunda çözüm olanakları yaratmak için “kültürel çeşitlilik” ve “kültürel farklılık” ayrımı üzerinde biraz kafa yormak gerekiyor. Kültürü, yaşanacak değil de “değer” biçilecek bir “nesneye” dönüştüren kültürel çeşitlilik, kültürü, bir kültürel “özdeşleşme” sistemi oluşturmaya yatkınlık olarak tanımlanabilecek “kültürel farklılık” yaklaşımları birbirinden ayrı şeylerdir.

5


SERÇEÞME

Siyaset Ortamının Karmaşasında Aleviler İsmail Kaygusuz

İ

Yinelersek: Alevi-Bektaşiler toplum olarak inançlaNANÇLARININ ÖZÜNÜ tam kavrayamamış rının özünü tam kavrayamadıkları ve toplumsal ve siyave toplumsal-siyasal tarihini iyi bilmeyen AleviAlevi toplumunun üzerinde sal tarihlerini bilmediklerinden birlik sağlayamamanın Bektaşilerin birlikte mücadele yürütme bilinci anlaşacağı, sıkıntılarını yaşamaktadır. Birlikte mücadele bilinci zayıflamıştır. Hacı Bektaş Veli’nin “bir olalım, iri –artık kalmamış diyemiyorsak da– çok zayıflamıştır. olalım, diri olalım” ilkesini toplum olarak unuthak ve özgürlüklerini muş, unutturulmuş durumdayız. Sosyal ve siyasal müsavunacak yetkinlikteki cadelede birlik olma bilinci, inanç topluluklarının bu Alevi İnancının Özünü Anlamayınca kişileri bağımsız adaylar bağlamdaki tarihsel mücadelelerini çok iyi kavramak ve ayrıntılarıyla öğrenmek sayesinde beslenip gelişir; topİnancımızın felsefi özü “insan-tanrı birliği (vahdet-i olarak meclise sokmak lumsal bilince dönüşerek mücadele önderlerini yaratır. vücut), genişleyerek nesneleri, yani doğayı da kapsamı denenebilir Ne yazık ki, Alevi-Bektaşi toplumunun çeşitli alaniçine alarak, “doğa-tanrı-insan birlikteliğine” (vahdet-i larda kitleleri peşinden sürükleyecek gerçek önderleri mevcut) dönüşmüştür. Bunun tanımlamasını en belirgin hâlâ mevcut değildir. İster burjuva tarihçileri, ister resmi tarihçiler debiçimde “Vücutname”sinde Kaygusuz Abdal yapmaktadır: yiniz tarih araştırmacıları; halk topluluklarının ve yarattıkları ilerici, “Hak taâlâ hazretleri eşyaya muhit imiş (Tanrı nesnelerle birdir, zamanını aşan aykırı düşünce ve inançların ve toplumsal-siyasal mücahepsini çevreler). İmdi eşyada aramamızın delili ademdür, yani indelelerin değil, iktidardaki yöneticilerin tarihini yazmışlardır. Türkiye san-ı kâmildür; sıfatı adem sıfatıdur ve zâtı kadimdür, ezelidür ve Cumhuriyeti Devleti’nin gizli dinsel inancı Hanefi mezhebinin kuralları ebedidür; Tanrı’dur (Tanrının nesneler/doğa ile bir olduğunun kanıtı ve içtihatlarına bağlı Sünni din bilginleri (ulema) ve tarihçiler; bu mezinsandır, insan-ı kâmildir; yüzü onun yüzüdür. Başlangıçtan sona hebin şeriatını (dinsel hukukunu) İslam dininin kendisiymiş gibi algılakadar sonsuz olan insandır ve Tanrının kendisidir.) Eşya-yı mahlûk yıp propagandasını yapmakla görevli kılınmışlar. Halîk’tan ayrı değildür. (Yaratılmış nesneler Yaratan’dan ayrı değilİslam İmparatorlukları Tarihi’nin öteki yüzünü, yani muhalif halklar dir, ikisi birdir).” ve inanç topluluklarının karşı mücadelelerini ya görmezlikten gelerek yok aymışlar ya da hanedanların (Halife, Sultan, Padişah, Şah vb.) ihtiAlevilik inancının özünde, ortodoks İslama (Sünnilik ve Şiilik’e) ayşamlarına gölge düşürücü, zarar verici hareketler olarak irdeleyip lanetkırı olarak, Ehlibeyt, yani Muhammed, Ali, Fatima, Hasan ve Hüseyin lemişlerdir. Oysa İslam devletleri tarihinin öteki yüzünü, Alevi inançlı yaratılmamış; her biri Tanrının bir sıfatı ve mazharıdır ve Beş’iyle Tanrı toplulukların tarihi, bizim tarihimiz oluşturur. birliğine ulaşıldığına inanmak vardır. Bu birliği yeryüzünde tüm zamanResmi tarih anlayışı, asla bireye ve topluma gerçek, nesnel tarih bilarda ezelden ebede Ali temsil eder. İmamların ve Velilerin kişiliğinde. linci kazandırmayı amaçlamaz. Bu hiçbir zaman devletin işine gelmez; Ve onlar birer Tanrısal Mazhar’dır, yani Tanrının yeryüzünde görünüm tam tersine tarih bilincini köreltmeyi seçer. Bu anlayış, bu seçki “Tarih” alanına çıkışıdır. bilimini masal-söylence koduna sokmayı başarmıştır. Aydın saydığımız, Bütün bunların ayrıntıları Beşinci İmam Muhammed Bakır’ın bâtıen aklı başında insanlar olarak görüşüp konuştuğumuz kimselerin “geçni görüş ve düşüncelerini içeren ve onun zamanında VIII. yüzyılın ilk miş geçmiştir, geleceğe bakalım. Geçmiş geride kaldı, onu gömelim. Tayarısında düzenlenmiş Ummu’l Kitab’da yazılıdır. Ehlibeyt Beşli’siyle rih bir masaldan ibarettir, günümüz gerçeklerini görelim, vb.” sözleriyle Vahdet (birlik) inancı, “Beş tanrısal nur” olarak Manikheizm aracılığıysıkça karşılaşırız. Oysa tarih sadece “geçmiş” demek değildir; geçmişi la Sabinler’den alınırken, Neo-Plâtonizm’le gelen “yaratan yaratılan birve şimdiki zamanla birlikte geleceği kapsayan zaman boyutu ya da zaliği” ve “her şey Tanrıdır” (doğacı Yunan felsefesiyle karşılaşınca onunla man bütünlüğüdür. Alevilik tarihi Sünni İslam tarihine aykırı, yönetimda bağdaşıp vahdet-i mevcut’ta özdeşleştirmiştir. Aleviliğin insanı kutsallaştırıp merkez yapan bu inançsal özünü tam leriyle birlikte düşünce ve inançlarına muhalif olarak doğup, gelişmesini anlamıyla tanımayan Alevi-Bektaşiler, eğitimle, çağdaş medya aracılıbaskı ve zulümlere, haksızlığa direnerek geçmişten geleceğe kesintisiz sürdüren toplumsal ve siyasal mücadeleler toplamıdır ğıyla ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kesintisiz uygulamalı propagandaBu nedenlerden ötürü Alevi-Bektaşi toplumunun bireyleri, ülkemizlarının etkisinde kaldığı ortodoks inançların (Sünnilik, Şiilik) dogmatik de ilkokuldan Üniversiteye kadar okutulan tarih kitaplarındaki bilgileri kurallarıyla, birey ve birey kafalarında biçimlendirdikleri geleneksel ve resmi anlayışla incelenen Türk-İslam tarihini tam tersinden okumalı. inancı arasında savrulmakta. Alevi inanç kimliğine giderek yabancılaşAnlatılan tarihsel olaylar, onların yorum ve değerlendirmelerini karmaktadırlar. şıt yaklaşımlar çerçevesinde algılanmalıdır. Zor bir yol, ama biz bu ters yöntemle ancak gerçek tarih bilinci kazanabiliriz. Çünkü bâtıni inanç Alevi Örgütlerinin İnançsal ve Siyasal Duruşları olarak İslamın nesnelliğe dönük yüzü olan Aleviliğin tarihi, ancak tarihsel maddeciliğin (diyalektik materyalizm) yöntemleriyle birlikte evYukarıda Alevi-Bektaşi toplumunun sosyo-psikolojik açıdan bir bakış renselci (üniversalist) bakış açısından incelendiğinde varılan sonuçlar denemesiyle, neden inanç kimliğine sahip çıkamayarak, birlik olma ve gerçeği ortaya koyabilir. İşte o zaman Alevi inançlı toplumların sosbirlikte hareket etme bilincini büyük boyutlarda yitirdiğini ve özüne yayo-politik mücadeleler tarihini tam ve doğru saptamak olanağı vardır. bancılaşmakta olduğunu çözümlemeğe çalıştık. Açık söylemek gerekirToplumsal bilincimiz o zaman berraklaşır ve birlikte mücadele yönümüz se bu büyük savrulma, yabancılaşma ve bilinç zayıflamasında, son yirmi kendiliğinden belirginleşir. yıldan beri “biz de varız” diyerek ortaya çıkıp, bu inanç toplumunun demokratik hak ve özgürlüklerini savunmayı üstlenmiş Alevi örgütlenmelerindeki büyük tutarsızlıkların da payı bulunmaktadır. Alevi örgütleri, demokratik kitle dernekleri ve vakıflar olarak ikiye ayrılmıştır. Bir Şii kuruluşa dönüşmüş Ehlibeyt Kültür Vakfı’nı saymazsak Aleviler-Bektaşiler, Avrupa Birlikleri ve Türkiye Federasyonu, Pir Sultan Abdal Dernekleri, Cem Vakfına bağlı ve bağımsız vakıf dernekleri olmak üzere üç büyük kitlesel örgütlenme içinde temsil olunmaktadır. Alevi-Bektaşi toplumunun sesi olarak ve demokratik hak ve özgürlüklerinin korunması adına yola çıkmış olan bu örgütlerin/derneklerin başında bulunanların; Alevilik inanç, felsefe ve tarihi hakkındaki bilgi noksanlıkları –tarihsel ve inançsal saptırmalar, uzlaşı ve asimile girişimleriyle birlikte– başlangıçtan bu yana artarak sürmektedir. Bu kişiler, temsil ettikleri büyük kitleyle; onların kültür ve inancın taşıyıcısı Dede’lerinden öğrendikleri bilgileri bile –küçümsedikleri, çağdışı bulPSAKD DİYARBAKIR ŞUBESİ’nin düzenlediği dinleti 8 Nisan Pazar günü dukları(!) için– kullanarak yakınlaşamadı, onlara ulaşamadılar. Doğru saat birde Batıkent Düğün Salonunda yapıldı. Sahneye önce Ozan Garip ve gerçekçi, olumlu düşünce ve bilgiler üreterek kitleleri aydınlatma, yol Kamil çıktı. Ardından Ahmet Koçak Diyarbakırlı canlara dergimizi tanıtan bir gösterme gibi bir dertleri olmadı. İnançsal kuruluş ve örgütler olduklarıkonuşma yaptı. Sonra Dertli Divani, Hüseyin Albayrak, Ali Rıza Albayrak ve nı büyük boyutlarda unuttular. Mustafa Kılçık’tan oluşan Hasbıhal Topluluğu deyişler ve semahlar sundu.

6

Sayı 29


SERÇEÞME Çoğu sol –pek azı sağ– siyasetten gelen yöneticiler doğrudan ya da dolaylı olarak siyaset yöntemlerini kullanarak, gelmiş oldukları sol fraksiyonlara, yeni ya da mevcut partilere kitle oluşturmayı amaçladılar. Güncel siyaset çıkarları uğruna –sözde Marksist dil kullanarak– Ali kültüyle oynamaya, Aleviliği İslam dışına çıkarıp yeni ve özgün bir din yaratma girişimlerinde bulunmayı bir marifet sandılar. Bütün bu yanlış ve olumsuz, hatta siyaset bilimine aykırı çabalamalarla güven yitirerek, kitle oluşturmayı değil, kitleleri kendilerinden uzaklaştırmayı doğrusu başarmış durumdalar. Seçim yılı olması dolayısıyla son aylarda da önder konumundakiler, “siyasete müdahale” sloganıyla etkin siyaset içindeki çeşitli partilere mesajlar gönderip, hatta onlardan bazı gizli buluşmalarla bir milletvekili adaylığı koparma umuduna kapılanlar bile oldu. Birkaç görkemli kitlesel kon ser ya da ajitatif bölgesel toplantılarla başarabileceklerini sanıyorlardı. Oysa düşünmüyorlardı ki, inançlarını öz ya da biçimsel olarak farklı yönlere çeken; tanrısallaştırdıkları, kutsal bildikleri kişilere saldıran yayınlar yapan, söylemlerde bulunan bu kadrolar, inanç kitlesini kendilerinden uzaklaştırmışlar. Alevi-Bektaşi toplumunun “devletin Alevi inanç kimliğini tanıması; Cemevlerinin kurulması; Zorunlulaştırılmış din derslerinde Aleviliğe ilişkin sağlıklı ve doğru bilgilerin de verilmesi; Seksen yıldır kendilerine hizmet vermemiş olan Diyanet için Alevilerden vergi alınmaması; vb.” haklı istemlerinin dillendirilmesi konusunda bile kitleler güvensizlik göstermiş ve bir bütün olarak arkalarında durmamışlardır. O zaman arkanızdaki hangi güç ile siyasete müdahale edebilirsiniz ki? Ama eğer siyaseti ikinci plana alarak, Hacı Bektaş Dergâhı’nı tarihsel işlevine kavuşturarak Alevi-Bektaşi toplumunun inançsal birliği sağlanmış olsa bu büyük kitle ‘siyasete müdahale’ bir yana, desteklediği partiyi iktidar yapar. Alevilerin inançsal birliğini sağlayarak iktidara yürümesi düşüncesi, siyasi İslam anlayışında olduğu gibi din ve inancı siyasete alet yapmak değildir. Alevi toplumunun inancının özünü kavramış toplumsal tarih içindeki yerini ve işlevin iyiden öğrenmiş olarak, “birlik olma, birlikte hareket etme bilincini” yeniden kazanmasıdır. Hünkâr’ın öngördüğü, “bir olalım, iri olalım, diri olalım” bilincinin kitlesel açığa vurulmasıdır inançsal birliği sağlamak.

Son Günlerin Sıcak Seçim Siyasetinin Karmaşası ve Aleviler Alevi-Bektaşi inanç toplumunu, inancı ve kimliği üzerinde siyaset yaparak bütünleştirmek olası değildir; iki Alevi partisi denemesi de bunu göstermiştir. Siyasal bütünlüğü, birlik olmayı sınıfsal çıkarlar belirler. Alevi inanç toplumu bugün, ne göçebe ekonomik düzenindeki boy ve oymak topluluklarından ne de tamamıyla tarıma bağlı köy topluluklarından oluşmaktadır. Alevi inanç toplumu bugün köy, kasaba ve kentlerde yerleşik, emeğiyle geçinen işçi ve zanaatçıların oluşturduğu emekçi sınıflardan, ticaret ve sanayi burjuvazisine, sermayedarına kadar çıkarları birbirine taban tabana zıt sınıflardan oluşmaktadır. Birlik olma bilinci sınıfsal çıkarların üstüne çıkarıldığı ölçüde siyasete gerçekten müdahale etmenin anlamı olur. Öbür yandan yine inanç üzerinden sağ siyaset yapmayı sürdüren bazı vakıf ve dernek yöneticileri de Aleviliğin evrenselliğini yadsıyarak, Türklere özgü bir inanç olduğunu söylüyor. Aslında Alevi İslamın, Sünni İslamdan pek farklı olmadığını ileri sürerek, devlet felsefesine uygun biçimde, “Alevi-Sünni kardeşliği-birliği” adına uzlaşmacı ve giderek asimilasyoncu bir tavır sergilemektedirler. Bu iki duruşun da Alevi toplumunun genel çıkarlarına uymadığı açıktır. 2 Kasım seçimlerinde, tüm toplum adına konuşmaya hakları olmadığı halde ilginçtir, bu iki duruş bir biçimde seçime katılan partilerden birbirine yakın istemler içeren bildiriler yayınlamışlardı. Biz o zaman şunları yazmıştık: “Önce bu isteklerin, temsilcisi olduklarını ileri sürdükleri AleviBektaşi inanç toplumuna, ayrıntılı ve inandırıcı bir biçimde anlatılıp toptan sahip çıkılmasının sağlamak gerekirdi. Genelde tüm toplumu, özelde toplulukları (cemaatleri) peşinde sürüklemenin en önemli koşulu, örgüt ve önderlerinin inandırıcılığı ve kesin güven sağlamasıdır. Toplumun inanç ve değerlerine ters düşecek bir tek söylem ve ufak bir bireysel çıkar ilişkisi inandırıcılığı yok eder, güveni sarsar. Sorunun çözümü, bu inandırıcılık ve güven verme ilkesinden kıl payı sapma göstermeden, bu (demokratik) istemlere Alevi-Bektaşi toplumunun sahip çıkmasını sağlamaktan geçer; yoğun bir biçimde bunun siyaseti yapılmalıdır.”a(1) Alevi örgütlerinin ve önderlerini hiçbiri bunu yapmadı. Yukarıda anlatıldığı gibi, aksine Alevi toplumunun inanç ve değerlerine ters düşen

Mayıs 2007

bir değil, pek çok söylemlerde bulunmaktan çekinmediler. Bu yüzden de inandırıcılık ve güvenirlilikleri tümüyle yok olmuş ve taban kitlesini yitirmişlerdir. Böyle olunca sözlerini dinletmek, siyasal görüş ve duruşlarını benimsetmek oldukça zor görünüyor. Son günlerde yaşanan yoğun siyaset karmaşasında olup bitenlere de kısa bir gözatarsak: AKP hükümetinin ve özellikle Başbakan’ın sorumsuzca davranışları; %33’lük bir temsil gücüyle istediğimi yaparım dayatmacılığı ve herkese meydan okuyucu tavrına karşı Tandoğan, Çağlayan, Çanakkale, Manisa ve son olarak İzmir-Gündoğdu meydanlarında, toplumun her kesiminden yükselen kitlesel tepkiyi gözardı etmeden iyi değerlendirmek gerekiyor. İki milyona yakın son İzmir mitingi de göstermiştir ki, toplumdaki sivil bilinç uyanışı, Cumhuriyet’in kazanımlarıyla birlikte laikliğin gerçek anlamıyla uygulanmasını istemektedir. Ancak dillendirilmesinde hata vardır; devletin yapısı içerisinde teokratik Diyanet kurumu olduğu ve devlet din işlerini ve de eğitimini yönlendirdiği sürece gerçek laiklikten söz etmek olası değildir. Bununla birlikte açık söylemek gerekirse; bu görkemli toplu gösteriler daha ilk aşamada, düzenleyicilerin ideolojik duruş ve hedeflerini aşarak, her sınıftan halk çoğunluğunun tüm siyasi partilere birlik-beraberlik çağrılarıyla,“daha çok demokrasi ve özgürlük” istemlerine dönüşmüştür. “Hem şeriata hem de darbelere karşıyız” haykırışları önemli bir göstergedir. Düzenlenmesinde imzası bulunan devletçi Kemalist-Cuntacı-Ulusalcı/Milliyetçi ortaklığı bu istemleri görmeli ve iyi algılamalıdır. Genelkurmay Başkanı’nın dolaylı uyarısı olan basın toplantısında, seçilecek Cumhurbaşkanının özellikleri konusunda altını çizmiş olduğu sözleri ve ardından yaptığı –kimilerinin bildiri ve kimilerinin muhtıra olarak adlandırdığı– doğrudan uyarısıyla şaibelendirilmiş bile olsa bizce, Tandoğan’da başlayan Cumhuriyeti koruma mitinginin sürekliliği ve yükselerek benimsenmesi çok anlamlıdır. Çünkü “Cumhuriyeti kollama” adına tankların bir yerlere doğru yürümesine bu, uyanış “dur” demiştir; Tayyip Erdoğan’ın Kasımpaşa kabadayılığı filan değil. Yani, bazı çevrelerin “ilk kez bir Başbakan askere karşı durdu” diyerek onu övgülere boğmasının fazla önemi yoktur. Ancak bu görkemli mitinglerden büyük umutlarla “askere çağrı” bekleyenler de olmamış değildir! Bu arada Anayasa Mahkemesi’nin; oylamaya iki gün kala Cumhurbaşkanı adayı olarak ilan edilen Abdullah Gül’ün seçilmesini önleyici kararına rağmen Başbakanın, onu aday göstermiş olması dâhil, seçim turlarında ısrar etmesi, rahatlıkla bir taşla iki kuş vurma arzusuna bağlanabilir: Birincisi, AKP içinde “tek adam” olma tutkusuyla, kamuda ve parti içinde kendisinden daha yüksek devlet adamlığı prestijine sahip olan Gül’ü harcamak, öbür yandan askere ve meydanlardaki kitlesel tepkiye meydan okuyarak, seçmenine siyasi bir “dik duruş” göstermektir. Nitekim alelacele TBMM’de, Anayasa’daki ilgili maddeleri değiştirerek –çok büyük olasılıkla Cumhurbaşkanı Sezer’in veto edeceği ya da referanduma sunacağı– Cumhurbaşkanın halkın seçmesini sağlayacak kararı aldırmış olması buna bir diğer gösterge de olsa, bu tavır, megalomanlık dayatmacılığından öte fazla bir anlam ifade eder mi dersiniz? Ülke nüfusunun üçte birini oluşturan Alevi-Bektaşi inançlı koskoca topluma da pişkin ve pervasız tavırla, “madem Müslümanız diyorsunuz, Müslümanların ibadet yeri camidir, camiye geliniz” diye, inancımıza zerre kadar saygı göstermeyip, tapınma yerimiz olan cemevi karşısında önümüze camiyi dayatmıyor mu? Alevilerin, toplum olarak da birey olarak da inanç özgürlükleri ve kimlikleri konusunda, (asla ulaşamayacağı, buna rağmen hiç vazgeçmeyeceği) şeriat devleti hedefli AKP iktidarından hiçbir beklentisi olamaz. İnancını yok sayan, tanımayan bir yönetimden bunları beklemek değil, ondan kurtulmak gerekir; aksi durum sadece kendimizi kandırmaktır. İnanç toplumu olarak istek ve özlemlerimize kavuşmanın tek yolu, devlet yönetiminin çağdaş ve tüm kurumlarının tam demokratik ve laik yapılanmaya ulaşmasına katkıda bulunmak Alevi inancının tarihsel misyonundan gelen özündeki ilerici-devrimci, eşitlikçi paylaşımcı siyaset anlayışına uygun solu iktidar yapmaktır. Devleti yöneten hükümetlerin eğitimi, yazılı ve görüntülü medyası ile sürdürdükleri asimilasyoncu politikalarına alet olmadan, bunu sağlamak için sınıfsal çıkarları da bir yana bırakıp, tüm sivil demokratik güçlerle işbirliğine girmenin yollarını aramak zorundayız. Bir başka yaklaşım; Alevi toplumunun tüm kesimlerinin –haydi bütün örgütlerinin diyelim– üzerinde anlaşacağı, gerçekten bu toplumun hak ve özgürlüklerini savunacak yetkinlikteki tanınmış kişileri bağımsız adaylar olarak meclise sokmayı denemektir.

NOT: a(1) İsmail Kaygusuz, Alevilik, Diyanet Siyaset, Alev Yayınları, İstanbul, 2004, s. 37–38.

7


SERÇEÞME

SİYASETE ASKERİ MÜDAHALE İLE BAŞLAYAN KRİZİN BELGELERİ 27 Nisan geceyarısı Genelkurmay Başkanlığı internet sitesine bir bildiri konuldu. Böylece Türkiye bir kez daha siyasete askeri müdahaleye tanık oldu. Bu müdaheleye karşı geç olsa da en kökten toplu tepki aydınlardan geldi. Bu belgelerin tam metinlerini bir köşede unutulmamaları için yayınlıyoruz.

Genelkurmay Başkanlığı İnternet Sitesine Konulan Bildiri 27 Nisan 2007 - No: BA-08/07 Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Elbistan Şubesi’nin düzenlediği Hasbıhal Topluluğu Konserinin Açış Konuşması

Şube Başkanı Ali Rıza Cimikoğlu

Ozan Garip Kamil

Değerli dostlar, canlar, Tarihin derinliklerinden gelen bin yıllık Alevi Bektaşi kültürünün mirasçıları, bu tarihi süreç içinde aynı şekilde bu kültürün ışığında Anadolu’nun her tarafını adım adım dolaşan Alevi Bektaşi felsefesinin öğretisinin gönül erleri. Bu uzun süreçte çok acılar yaşayan insanlarımızın kolu, kanadı ve onların yoluna ışık tutan, sazı ve sözü ile dertlerine ortak olan, hoşgörü ateşiyle pişen bu kültürün taşıyıcıları, insan-ı kâmil olam mertebesine erişmek için yol gösteren, Anadolu Aleviliğinin ve Bektaşiliğinin ışığını, felsefesini ve erdemini daha nice yüzyıllara taşımaya çalışan gönül erleri, Aleviliğin ve Bektaşiliğin seyir defterini genç kuşaklara aktarma gereksinimi duyan, tarihin karanlık sayfalarında gömülü kalan olayları gün ışığına çıkarmak için çalışan, genç kuşaklara Alevi Bektaşi kültürünün, inancının akışını sağlayan, Hallacı Mansurların, Seyit Nesimilerin, Hacı Bektaş Velilerin, Pir Sultanların, Şah Hatayilerin, Mahsuni Şeriflerin hoşgörü ve çağdaşlığın mirasçıları. Güzel dünya görüşlerini gelecek zamanlara ve kuşaklara taşımaya çalışan, Elbistanımızı onure eden, Dertli Divani Baba, hemşerimiz Mustafa Kılçık, Hüseyin ve Ali Rıza Albayrak kardeşler, hoş geldiniz sefalar getirdiniz. Birbirini seven, hoş gören, kucaklayan barış dolu bir dünya tüm insanlarımızın olsun. Hepinize saygılar.

8

Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu gayretlerini son dönemde artırdıkları müşahede edilmektedir. Uygun ortamlarda ilgili makamların, sürekli dikkatine sunulmakta olan bu faaliyetler; temel değerlerin sorgulanarak yeniden tanımlanması isteklerinden, devletimizin bağımsızlığı ile ulusumuzun birlik ve beraberliğinin simgesi olan milli bayramlarımıza alternatif kutlamalar tertip etmeye kadar değişen geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. Bu faaliyetlere girişenler, halkımızın kutsal dini duygularını istismar etmekten çekinmemekte, devlete açık bir meydan okumaya dönüşen bu çabaları din kisvesi arkasına saklayarak, asıl amaçlarını gizlemeye çalışmaktadırlar. Özellikle kadınların ve küçük çocukların bu tür faaliyetlerde ön plana çıkarılması, ülkemizin birlik ve bütünlüğüne karşı yürütülen yıkıcı ve bölücü eylemlerle şaşırtıcı bir benzerlik taşımaktadır. Bu bağlamda; Ankara’da 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamaları ile aynı günde kuran okuma yarışması tertiplenmiş, ancak duyarlı medya ve kamuoyu baskıları sonucu bu faaliyet iptal edilmiştir. 22 Nisan 2007 tarihinde Şanlıurfa’da; Mardin, Gaziantep ve Diyarbakır illerinden gelen bazı grupların da katılımı ile, o saatte yataklarında olması gereken ve yaşları ile uygun olmayan çağ dışı kıyafetler giydirilmiş küçük kız çocuklarından oluşan bir koroya ilahiler okutulmuş, bu sırada Atatürk resimleri ve Türk bayraklarının indirilmesine teşebbüs edilerek geceyi tertipleyenlerin gerçek amaç ve niyetleri açıkça ortaya konulmuştur. Ayrıca, Ankara’nın Altındağ ilçesinde “Kutlu Doğum Şöleni” için ilçede bulunan tüm okul müdürlerine katılım emri verildiği, Denizli’de İl Müftülüğü ile bir siyasi partinin ortaklaşa düzenlediği etkinlikte ilköğretim okulu öğrencilerinin başları kapalı olarak ilahiler söylediği, Denizli’nin Tavas ilçesine bağlı Nikfer beldesinde dört cami bulunmasına rağmen, Atatürk İlköğretim Okulunda kadınlara yönelik vaaz ve dini söyleşi yapıldığı yolunda haberler de kaygıyla izlenmiştir. Okullarda kutlanacak etkinlikler, Milli Eğitim Bakanlığı’nın ilgili yönergelerinde belirtilmiştir. Ancak, bu tür kutlamaların yönerge dışı talimatlarla yerine getirildiği tespit edilmiş ve Genelkurmay Başkanlığınca yetkili kurumlar bilgilendirilmesine rağmen herhangi bir önleyici tedbir alınmadığı gözlenmiştir. Anılan faaliyetlerin önemli bir kısmının bu tür olaylara müdahale etmesi ve engel olması gereken mülki makamların müsaadesi ile ve bilgisi dahilinde yapılmış olması meseleyi daha da vahim hale getirmektedir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Cumhuriyet karşıtı olan ve devletimizin temel niteliklerini aşındırmaktan başka amaç taşımayan bu irticai anlayış, son günlerdeki bazı gelişmeler ve söylemlerden de cesaret almakta ve faaliyetlerinin kapsamını genişletmektedir. Bölgemizdeki gelişmeler, din ile oynamanın ve inancın siyasi bir söyleme ve amaca alet edilmesinin yol açabileceği felaketlerin ibret alınması gereken örnekleri ile doludur. Kutsal bir inancın üzerine yüklenmeye çalışılan siyasi bir söylem veya ideolojinin inancı ortadan kaldırarak, başka bir şeye dönüştüğü, ülkemizde ve ülke dışında görülebilmektedir. Malatya’da ortaya çıkan olayın bunun çarpıcı bir örneği olduğu ifade edilebilir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin çağdaş bir demokrasi olarak, huzur ve istikrar içinde yaşamasının tek şartının, devletin Anayasamızda belirlenmiş olan temel niteliklerine sahip çıkmaktan geçtiği şüphesizdir. Bu tür davranış ve uygulamaların, Sn. Genelkurmay Başkanı’nın 12 Nisan 2007 tarihinde yaptığı basın toplantısında ifade ettiği “Cumhuriyet rejimine sözde değil özde bağlı olmak ve bunu davranışlarına yansıtmak” ilkesi ile tamamen çeliştiği ve Anayasanın temel nitelikleri ile hükümlerini ihlal ettiği açık bir gerçektir. Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumların kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir. Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır. Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir. Kamuoyuna saygı ile duyurulur.

Sayı 29


SERÇEÞME

27 Nisan Muhtırasına ve Askeri Darbeye Hayır Darbeci Generaller Yargılansın Türkiye, cumhuriyet tarihinin beşinci askeri müdahalesini yaşıyor. Genelkurmay 27 Nisan 2007 tarihli internet muhtırası ile bir kez daha düzenin silahlı bekçiliğine soyunmuştur. Bugün siyasi hayatın en önemli kararları muhtıranın talepleri doğrultusunda alınıyor. Anayasa Mahkemesi TSK’nın talebi doğrultusunda karar vermiştir. TSK, başlamış Cumhurbaşkanı seçimini yarıda durdurmuştur. Varolan parlamentonun feshi ve yenisinin seçilmesi muhtıranın sonucudur. Muhtıra açıkça darbe tehdidi savuruyor: “Türk Silahlı Kuvvetleri ... gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır” ve “Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir” ibareleri başka bir şekilde yorumlanamaz. Askeri darbenin ne anlama geleceği 12 Eylül rejiminin Türkiye’ye bıraktığı mirastan bellidir. Ordu, dün olduğu gibi bugün de ABD yandaşıdır, aynen AKP gibi. Askeri darbeler halklara karşıdır, kazanılmış hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmaya yöneliktir. Üstelik, 12 Eylül rejimi altında, Türk-İslam sentezini yerleştiren, din derslerini zorunlu hale getiren, böylece siyasal İslam’ın elini güçlendiren askeri yönetim olmuştur. Kısacası, büyük işçi ve emekçi kitlelerinin hayati çıkarları silahlı tehdit altındadır. Üstelik, laikliği koruma kisvesi altında verilen ve fakat özünde emperyalizmin de müdahil olduğu egemenler arası iktidar mücadelesinin bir vurucu aracı olan bu muhtıra aynı zamanda başta Kürtler olmak üzere, TC’nin Türk olmayan bütün yurttaşlarını ve şovenizm karşıtı herkesi “daimi düşman” ilan ediyor. Bildiride yer alan “Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır” cümlesinin anlamı budur. Oysa Türk halkı Kürt halkının dostudur ve öyle kalacaktır, halkların kardeşliğini savunacaktır! Siyasal İslam’ın etkisi ancak işçilerin ve emekçilerin çıkarlarını temsil eden bir siyasi mücadeleyle ortadan kaldırılabilir. Ne gerekçe ile olursa olsun askeri darbeye karşıyız. Muhtıranın sahipleri suç işlemiştir. Bütün darbeci generaller yargılanmalıdır! Emeğin güçlerini birleştirelim. Bu muhtırayı geldiği yere, sanal dünyaya hapsedelim! Bizler yazar, sanatçı, gazeteci ve insan hakları savunucuları olarak 27 Nisan muhtırasına ve muhtıranın içerdiği darbe tehdidine karşı emeğin güçlerini ve düşünce dünyasını duyarlı olmaya çağırıyoruz.

8 Mayıs’ta Makina Mühendisleri Odası İstanbul Şubesinde Haluk Gerger 205 aydının imzaladığı yukarıdaki bildiriyi okudu. İmzalayan aydınların tam listesi için bkz: www.atilim.org Daha sonra beş yüz aydının imzaladığı aşağıdaki bildiri basına yansıdı. İmzalayan aydınların tam listesi için bkz. www.bianet.og

Beşyüz Aydının Basın Açıklaması 27 Nisan 2007 gecesi yayımlanan Genelkurmay Başkanlığı muhtırası, zaten kısıtlı olan demokrasimizi çok ağır yaraladı. Askeri bürokrasinin siyasi alana müdahale etmesi, siyasetin silahların gölgesinde yürümesinin doğal karşılanması, siyasal yaşamın asker vesayeti altında olması kabul edilemez. Genelkurmay Başkanlığı’nın muhtırası demokrasiye yönelik açık bir tehdit ve yasalara göre suçtur. Biz aşağıda imzası bulunan yurttaşlar bu muhtırayı açıkça reddediyoruz. Bugün siyasal, ekonomik, sosyal alanda yaşadığımız kriz, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle de aşılamayacak derinliktedir. Cumhurbaşkanı seçiminde oy veren seçmenlerin yarıya yakınının siyasi tercihlerinin mevcut seçim yasaları ile parlamentoya yansımayacağı bir sistemde kriz devam edecek, yeni bir genel seçim de krizi çözmeyecek ve sadece kısa bir süre için erteleyecektir. 12 Eylül Rejimi Bütünüyle Tıkanmıştır Bugün yaşanan sorunların temelinde, 12 Eylül darbesinin ürünü 1982 Anayasası ve bu Anayasa’nın kurguladığı rejim vardır. Türkiye, içinde bulunduğu bunalımdan kalıcı biçimde çıkmak istiyorsa, bu Anayasa’dan kurtulmalıdır. Ülkemiz; özgürlükçü, çoğulcu, barışçı, laik anlayış ortak paydasında, hukukun uluslararası değerleri ile örülmüş yeni bir anayasaya kavuşmadıkça, keza seçim barajları kaldırılarak toplumun bütün kesimlerinin siyasal temsiline olanak tanıyan bir Seçim Yasası benimsenmedikçe sürekli kriz üreten bu yapıyı ve krizden beslenen odakları etkisiz kılmak mümkün değildir. Oysa son günlerde yaşananlar, “vesayet demokrasisi”nin açık darbeye dönüştürülmesi için bahaneler arandığını gösteriyor. Bizler, laik cumhuriyetin muhtıralara yaslanarak değil daha fazla demokrasi içinde yaşatılacağına inanıyoruz. “Ne mutlu Türküm demeyenler düşmandır” diyebilenlere yanıtımız açıktır: Bizler bu ülkenin sorumlu, duyarlı yurttaşlarıyız ve yaratılan bu ortamda asla mutlu değiliz. Özgür, demokratik, laik Türkiye’yi korumaya kararlı yurttaşlar olarak demokrasiyi yok etmeye yönelen her türlü müdahaleye karşı direnme hakkına sahip olduğumuzu açıkça belirtiyoruz.

Mayıs 2007

ÂŞIK KUL TAHİR DEDE

Ali Baba Sultanı Tavaf Eyledim Sivas vilayeti bir ulu şehir Ali Baba Sultanı tavaf eyledim Niyazım sanadır, evveli ahir Ali Baba Sultanı tavaf eyledim Dün gece düşümde verdi bâdemi Arz ettim görmeye geldim dedemi Evlatların irşad eder ademi Ali Baba Sultanı tavaf eyledim İmâmı olmayan ne bilir seni Dergahında olur ayini cemi İmâm ikrar verdim kabul et beni Ali Baba Sultanı tavaf eyledim Hacı Bektâş destur verdi yürüdün Kabak Yazısı’na mekanın kurdun İmâm etmediler fırına girdin Ali Baba Sultanı tavaf eyledim Bu dünyanın tadı tuzu neyidi? Kurtlar ne yapardı kuzu neyidi? Divitsiz kalemsiz yazı neyidi? Ali Baba Sultanı tavaf eyledim Resul zürriyetinden gelmiş bir veli Ahiri ne ise odur evveli Ali Muhammed’dir Muhammed Ali Ali Baba Sultanı tavaf eyledim Kutbül arifsin içirdin bir dolu Rehberim Muhammed, Mürşidim Ali Bilmezdim öğrettin erkanı yolu Ali Baba Sultanı tavaf eyledim Dergahına geldim elimde sazım Yolunu sürüyor evladın kuzun Yüz bin tavaf olsa, sana niyazım Pir Ali Babayı tavaf eyledim Emin Muhammed Allahın habibi Hani nerde ilim irfan sahibi? Ali Baba netdin bunca muhibi? Ali Baba Sultanı tavaf eyledim Arifler mektebini açtın okuttun Hep Ehlibeyt sevgisini dokuttun Keramet gösterip suyu akıttın Ali Baba Sultanı tavaf eyledim Ali Baba batından gelince zahir Pir Sultan, Kul Himmet eyledi zuhur Yolunuzu sürer Âşık Kul Tahir Ali Baba Sultanı tavaf eyledim

9


SERÇEÞME

Şimdi Değilse Ne Zaman Haşim Kutlu

M

leştirilen miting için, AABF’nin yayın organında dilODERN ALEVİ HAREKETİ’nin son bir yıllendirilen söylem, hem eğilimleri hem de gerçek niyetdır ısrarla sürdüre geldiği, şu ünlü “Siyasete Alevi Hareketi kendi iç leri dışa vuran hayranlık söylemleri niteliğindeydi. Her Müdahale” söylemini ve etkinliklerini, basıkıntılarını aşacak ve zaman belirttiğim gibi, esas hedefi Alevileri korkutmak şından beri sıcak bir ilgiyle takip ettiğim bilinmektedir. Tabi ki aynı zamanda, özellikle Alevi Hareketini mutlaka tarihsel geçmişine ve ürkütüp kışla laikçiliğinin damında toplamak olan “Şeriat geliyor” propagandası eşliğinde, Dersim gibi yakından ilgilendirdiğini düşündüğüm, en yakıcı ve en uygun yanıtı verecek yerlerden bile otobüslere doldurulup o meydanlara yıtemel konularda, Modern Alevi Hareketi önderliklerini umudunu taşıya geldim. sürekli uyardığım da bilinmektedir. ğılan Aleviler, açıktır ki bu yanılgılarının bedelini çok Bugün artık, demokrasi isteyen, özgürlük isteyen, Ama Mersin’de gerçekleşen ağır ödemek durumunda kalacaklardır. Haydi onlar, mitingin ortaya çıkardığı geleneksel yargıları da kaşınarak korkutuldu ve ürkügerçekten “laiklik ve eşitlik” isteyen, hiç olmazsa, bu kriterlere uygun olarak, bu ülkenin artık yönetilmesi tüldü, bunun önüne geçmesi gereken, kendi kitlesini durum, beni müthiş gerektiğini düşünen bütün kesimler için, olmazsa olaydınlatıp, yönünü ve doğrultusunu belirlemek ve aydüş kırıklığına uğrattı maz duruma gelmiş olan, Kürt sorunu gibi, insan hakdınlatmak durumunda olan, aynı Alevilerin örgütlü güç ları gibi ezilen cins sorunları, cezaevleri sorunları gibi ve önderliklerine ne demeli!? sorunlarda net olması, bütün bu sorunların yaşanmasında en başat etkeSöz konusu mitingler için kimi utangaç değerlendirmelerde, “efenne, yani kışla hükümranlığına karşı açık ve tutarlı olunması gerektiğine dim, mitingin bileşenlerinin tamamını aynı zeminde görmek doğru deilişkin olarak, sürekli uyara geldiğim de bilinmektedir. ğil, birçok beklenti ve yaklaşım âdeta birer patlama gibi orada açığa Bu bağlamda, günlerdir Modern Alevi Hareketinin ana gövdesi, ABF çıktı”, gibi yaklaşımlar ileri sürülmekte mitinglerde taşınan kimi panve AABK önderlikleri tarafından anonsu yapılan ve 28 Nisan’da gerçekkartlarda ve atılan sloganlarda “ne kışla ne şeriat” söylemlerini de bu leştirileceği ifade edilen, “Demokratik ve Laik Türkiye için Miting”ini değerlendirmelere örnek olarak göstermektedirler. Bir an için bu gibi de sabırsızlıkla bekledim ve sonuçlarını yakından takip ettim. Açıkça söylemleri ve sahiplerini dikkate alalım ve soralım, bu söylemlerin, bu belirtmeliyim ki, bu güne dek, belirttiğim hususlarda en küçük bir açıkmitinglerin yönünü değiştirme ve söylemin işaret ettiği zemine ilişkin, genel bir doğrultu verme olasılığı var mıdır? Oldukça iyimser olarak bu lık görememiş olmama karşın, bir gün mutlaka, Alevi Hareketi kendi iç olasılık mümkündür ama Genel Kurmay paralelinde gerçekleştirilen ve sıkıntılarını aşacak ve mutlaka bütün bir tarihsel geçmişine uygun olan bindirilmiş birliklerce donatıldığı anlaşılan bu mitinglerin ayrışmadıkça yanıtı verecek umudunu taşıya geldim. Bu nedenle yaşanmakta olan cidbu şansları yoktur. İçinden geçmekte olduğumuz olağanüstü koşulların di eksiklik ve zaaflara daha ihtiyatlı ve esnek yaklaştım. Ama Mersin’de kuşattığı güncel durakta, ham hayaller kurma şansımız, böyle bir kongerçekleşen mitingin ortaya çıkardığı durum, beni müthiş düş kırıklığına uğrattı. forumuz yoktur. Mersin mitingi, 17 Nisan’da Ankara’da 28 Nisan’da İstanbul Çağlayan’da gerçekleştirilen Kışla himayeli “Milliyetçi Cephe” mitinglerinin Kendini Muhtıranın Muhatabı Saymayanlar öngördüğü ve hedeflediği zemini aşamamıştır. Ne yazık ki o çerçevede güdüktür ve olsa olsa aynı devletin bürokrasisince bütün bir ülkeye daMuhtıra’ya koşut organize edilen mitinglere âdeta bir bileşen gibi övücü yatılan “Kışla mı cami mi” dayatmasında, kışla tercihi doğrultusunda yaklaşımlarla destek veren, en azından örgütlü Alevi Hareketinin, hiçsözüm ona şeriat hedeflenmiştir. Şeriatçı kabul edilen AKP hedeflente küçümsenmemesi gereken bir bölüğü, öyle anlaşılıyor ki, söz konusu miştir. muhtıranın son sözlerini duymamış gibi davranıyor ya da bu sözün muOysa bu zaaflı yaklaşımın hak ettiği yanıt; iki gün sonraki 1 Mayıs hatabı olmadığını düşünüyor. Eğer gerçekten böyleyse her iki durumda mitinginde, aynı devletin hem kışla patentli hem de cami patentli bürokda hem kendi varlık nedenini hem de temsil ettiği toplumu hüsrana sürasisince verilmekte gecikilmemiştir. Bu cevap, bürokrasi içindeki bütün rüklüyor demektir. Yukarda da belirttim, Muhtıra hem hedefini hem de çatlaklığa ve karşılıklı vaziyet almalara karşın ortak paydalarını oluştupolitik hedefini hiçbir çekinceye yer bırakmaksızın açığa vuruyor ve “Ne ran, kör parmağım hesabı, en temel nokta olarak açığa çıkmıştır. Nedir Mutlu Türküm demeyen bu vatanın düşmanıdır öyle de kalacaktır!” bu ortak payda; bu payda, Genelkurmay Başkanlığının Cumhurbaşkanı Muhtıra sahiplerinin, gerçek hedefini ve kiminle ne için savaştıklaseçimi vesilesiyle verdiği “muhtıra”da karşılığını bulmaktadır. AKP’ye rını, itiraza yer bırakmayacak şekilde, gizlemek, örtmek ya da dolayımverildiği söylenen Muhtıra’nın son cümlesi, bu ortak noktanın savaş ilanı lamak gibi hiçbir kaygı gütmeksizin açığa vurandır bu söz. Bu bağlamgibidir: “Bu Ülkede Ne Mutlu Türküm Demeyen Bu Ülkenin Düşmanıdır da muhtıra, esas olarak AKP’ye verilmemiştir. Muhtıra, Sevgili Hirant Ve Hep Öyle Kalacaktır”. Dink’in arkasından, on binlerin “Hepimiz Ermeniyiz, Hepimiz Hırantız” Bu belirlemeye AKP hükümeti’nin bir itirazı var mıdır? Olmadığı haykırışına karşılıktır. Bu söz, bütün ötelenen ve ötekileştirilenlerin, göz 1 Mayıs’ta net olarak ortaya konmuştur. Bu belirlemeye, ABF’nin ve ardı edilemeyecek ölçekteki bir olasılık dâhilinde, hızla yan yana gelişAABK’nın “sol-sosyal demokrat” diye adlandırdığı partilerin bir itirazı me ve kol kola girme olasılığına karşı, iç savaş çağrısı niteliğindedir. Bu olmuş mudur? Oysaydı açıklarlardı ve biz de mutlaka duyardık, çünkü söz, “Türkiye Barışını arıyor” diyen tekmil dinamiklere karşı, “Savaşa bu söze karşı çıkan ve çıkacak olan seslerin ölümüne beklentisindeyiz. değil yoksulluğa, işsizliğe, açlığa, sağlığa, eğitime, doğal kirlenmeye Galiba da boşuna beklentisindeyiz; çünkü bu yazının yazıldığı gün ve yatırım” diyenlere karşı verilmiş bir savaş ilanıdır. Ve nihayet ülkenin saatlerde, aynı mahreçli mitinglerin bir devamı olarak İzmir’de gerçekbu ve buna benzer sorunlarının şahıslarında somutlaştığı, Kürt Halkına

MALATYA’da 6 Nisan Cuma gecesi yapılan Hasbıhal dinletisi Melekoğulları Düğün Salonunda yapıldı. Ozan Garip Kamil’in ardından konuşan Ahmet Koçak, etkinliği düzenleyen Hamza Doğan’a ve katkı verenlere teşekkür etti. Dertli Divani, Hüseyin Albayrak, Mustafa Kılçık ve Feyzullah Ürer’in seslendirdiği Nurhak Semahı’yla Hüseyin Güvercin Dede ve canlar yürüdü.

10

ELBİSTAN’da Hasbıhal Topluluğu dinletisi 7 Nisan Cumartesi günü saat 19.00’da HBVAK Vakfı Cemevi Salonunda yapıldı. Malatya’dan gelen Hasbıhal Topluluğu’na Elbistan’da Ali Rıza Albayrak da katıldı. Dertli Divani, Hüseyin Albayrak, Ali Rıza Albayrak ve Mustafa Kılçık dinletiden sonra canlarla hasbıhal etti.

Sayı 29


SERÇEÞME karşı verilmiş bir savaş ilanıdır. Dahası, bütün yönleriyle bir iç savaşa doğru hızla yol alındığı bu ortamda, bunun için gerekli olan cephe gerisi ortamın hazırlanmasını, iç savaşa ya da aynı bağlamda boğazlaşmaya doğru gidişin kaldırım taşlarını döşeme isteğinin adıdır bu söz. Özellikle de Irak ve Filistin için müthiş antiemperyalist olan için belirteyim, her noktadan hızla sürüklenmekte olduğumuz “boğazlaşma”ya ABD ve AB de onay vermiş gözüküyor! Peki, naçizane biz görüyoruz da bütün bunları, bizleri temsil eden, Modern Alevi Hareketinin örgütlü güçleri ve onlara hükmedenler görmüyorlar mı? Elbette görüyorlar. Görüyorlar görmesine, ama yine öyle anlaşılıyor ki, görmezden gelmeyi yeğliyorlar. Kışla laikliğinin şemsiyesi altında toplanarak bu ülkenin aydınlık geleceğinin ham hayalini yaymış oluyorlar böylece. “Gerçekten Demokratik ve laik Türkiye için” söyleminin yerini, aynı amaçla gerçekleştirilen Mersin mitinginde “Türkiye lâiktir, lâik kalacak” söylemine terk etmişse, acaba benim gibilerin başka türlü nasıl düşünmesi gerekiyor?!

Kiminle Beraber Kime Karşı ABF ve AABK gibi Modern Alevi Hareketinin ağırlık gövdesi şimdilerde, önümüzdeki günlerde gerçekleşeceğini ilan ettiği Alevi-Bektaşi Meclisini toplayacağını ilan etmektedir. Eğer doğruysa, aynı yapılanma, önümüzdeki seçim stratejisini belirleyecektir bu genişletilmiş toplantıyla. Dahası, bu genişletilmiş toplantıya seçim gündemi olarak, “SHP, ÖDP ve On Aralık Hareketi” ile ittifak edilmesi de sunulacağı yönünden haberler gelmektedir. Perşembenin gelişi Çarşambadan bellidir diye bir halk sözü vardır. “Siyasete müdahale” söylem ve çalışmalarının arka planında, hep bu saiklerin olduğunu, kısmen duya kısmen de seze geldim. Dahası da var, yukarda belirttiklerimin içine CHP ve DSP’nin de dâhil edilmeğe çalışıldığı sır değil. Şimdilerde, DSP ve CHP’nin ittifaka yanaşmamış olmaları nedeniyle söz konusu Alevi hareketinin yayın organlarında dillendirilen hayıflanmanın başkaca bir anlamı olabilir mi? Ülkenin en temel sorunlarının sürekli çevresinde dolanma, sürekli açık ve net bir tutum belirlememek gibi yaklaşımların arka planında da bu saiklerin olduğu bu gün artık kimsenin itiraz edemeyeceği kadar açığa düşmüş durumdadır. Tabii ki, Alevi Hareketinin bu ağırlıklı gövdesinin, yine kendi deyimleriyle “sol-sosyal demokrat”ları isimleri geçen partiler olabilir. Buna itirazım bulunmamaktadır! Ama bilmek istediğim şey adı edilenlerin ülkenin kanayan yaraları konusunda, siyasi demokrasi programı olarak bu güne kadar savundukları, karşısına çıktıkları ne oldu. Tarih boyunca ötelenen ve “yok sayılanlar” hanesinden bir türlü çıkarılmak istenmeyen Aleviler konusunda, “Gerçekten demokratik ve lâik Türkiye” hedefi için bunca katledilen, aşağılanan, hemen her gün, ırkçı milliyetçiliğin her türlü saldırılarına hedef olan Kürt halkının karşı karşıya kaldıkları bu durumlar için ne söylediler ne yaptılar? Yanlış anlaşılmasın, tabii ki, ÖDP’yi bu sözlerimin dışında tutmaktayım. Zaten Milliyetçi Cephe mitinglerine –belki demokratik beklenti umuduyla– katıldığı anlaşılan ÖDP, İzmir mitingine, “Laik ve anti-laik şeklinde bir kamplaşmaya doğru sürüklediği” gerekçesiyle katılmayıp yollarını ayırtmış bulunuyor. Bu noktada temel ölçü, her halde kiminle ittifak yapıldığı değil, ülkenin en yakıcı sorunlarının neler olduğunun tespitindedir ki, zaten bu sorunlar paketi ittifak için söz konusu edileceklerin de ne kadar sol ne kadar sosyal demokrat olduklarını da gösterir niteliktedir.

Kör Meydanı – Gör Meydanı Şimdilik sonuç olarak, tabii ki bu zeminde söylenecek çok söz var. Yaşanmakta olan somut şartların taşıdığı vahamet dikkate alındığında, söz uzatma lüksüne sahip olmadığımız da yeterince açık olsa gerek. Önümüzdeki günler içinde Alevi-Bektaşi Meclisinin toplayacağını ilan eden Alevi Hareketi önderlikleri, özellikle de yakından bildiğimiz AABK yöneticileri ya da katılımcıları, yukardan beri ifade etmeğe çalıştığımız gerçekleri hiçbir biçimde göz ardı etmemelidirler. Önlerinde, yirmi yıldır verilen mücadelenin, ödenen bedellerin, harcanan emek ve enerjilerin “sırat köprüsü” kurulmuş durumdadır. Bilinmelidir ki Alevi Meydanı “Kör Meydanı Değil Gör Meydanı”dır. Kadim ortaklık toplumunun bu güne gelmiş tek varisi olarak Alevi vicdanının attığı yer ve meydan, ne CHP ne DSP, ne “Kızıl Elmacılar” ve nihayet ne de Kışladır. Tabii ki ne camidir, ne de minber! Seksen yıllık cumhuriyet tarihi boyunca, tüm ötelenen ve ötekileştirilen, baskıya, kıyıma, sürgüne maruz bırakılmış tüm inkâr edilenler, yok sayılıp cumhuriyetin ırkçı ve dinci yapılanmasının dişlileri arasında un ufak edilenler, işçiler, emekçiler, tabii ki bütün bunların harman olduğu zeminde, bütün zeminlerin turnusol kâğıdı niteliğindeki kadınlar, çevreciler, doğacılar, vicdani retçilerdir, Alevi vicdanının yer ve meydan tutacağı zemin. Hızla halkların boğazlaşmasına ve bu bağlamda iç savaşa sürüklendiğimiz bu tarihsel noktada, ülkenin bir bütün olarak aydınlığa ulaştırılması hedefi için son bir hamle kalmıştır. Bu hamle ya doğru tarzda kullanılır ya da hep beraber felakete sürükleniriz. Özellikle Alevilerin saydığımız dinamiklerle ve onların örgütlü yapılarıyla kol kola girmekten başkaca hiçbir kurtuluş şansı yoktur. Bu hamle, şimdi yapılmayacaksa veya yapılamayacaksa, hiçbir zaman yapılmayacak demektir. Şu dayatmalı seçim zemininde bile kendilerine hiçbir şans tanınmayan Kürt Halkına ve onun örgütlü iradesine, sırtını dönecek Alevi Hareketi kendi dibine mum ışığını bile sızdıramaz. Önüne zamanında gerekli barikat atılmayıp da, yarın kendimizi ister istemez iç savaş şartlarında bulduğumuzda, açıkça söyleyelim, kimin nasıl bir tutum alacağını bugünden kestirmek mümkün değildir. Alevi Bektaşi Federasyonu’nun bileşimi hakkında yeterli bilgiye sahip değilim, ama AABK’nun bileşenlerinin ve üyelerinin ezici çoğunluğunun Kürt kökenli Alevilerden oluştuğunu iyi bilmekteyim. Bir Yol Evladı olarak net konuşmak ve kardeşlerimi uyarmak durumundayım. Yarın ola ki bir boğazlaşma durumuyla karşı karşıya kalınırsa, bu üyelerin ve bileşenlerin, yanlış hesap ve yönlendirmelerin hesabını, nasıl sorabileceklerini tahmin bile etmek mümkün değildir. Bu bağlamda, yanlış hesabın Bağdat’a varmasına izin verilmemelidir. Bu son sözlerimle, inanıyorum ki, benim gibi düşünen yüzlerce yol evladının düşüncelerine de tercüman olmaktayım. Alevi Bektaşi Meclisi’nin adı kulağa çok hoş geliyor ve yeterince büyüklük ifade ediyor. Diliyorum adı değil içeriği büyük olsun.

Mayıs 2007

CAFER ÖZEL

Gönlümüz Vardır Biz mürşitten gördük bu güzel yolu Biz hünkârdan aldık bir bardak dolu Biz ne sağı bildik ne de bir solu Bizim hakka giden yolumuz vardır Bizim başımız bağlı ehlibeyte Bizim cemimiz vardır marifete Mürşidimiz var carımıza yete Bizim şaha giden kolumuz vardır Biz cemal cemale kılarız namaz Bunu bizden başka kimse anlamaz Zakirimiz çalar üç telli bir saz Üçlere bağlanmış gönlümüz vardır Biz hakkı bulmuşuz beni âdemde Kerbelâ vakası halen sinemde Kırklar meydanında ulu divanda Kırklara bağlanmış kalbimiz vardır Biz hakka sığındık evel evelden Biz ikrar kılmışız Bektaş Veliden Caferiyim bunlar düşmez dilimden Hacı Bektaş gibi velimiz vardır

EYÜP CEYLAN

Hak Yolunda Yürünmez Bir yaprak uğruna ağaç deviren İblisin girdiği yollara giren Türlü türlü numaralar çeviren Çakallarla Hak yolunda yürünmez Bilinmezse gerçek can ile canan Hep namussuzdur sonunda kazanan Tilkilerin oyununa aldanan Ahmaklarla Hak yolunda yürünmez Cahil göremez kendi açığını Sırtımızdan inmez aptal yığını Kimse bilmez neyi taşıdığını Hamallarla Hak yolunda yürünmez Sinsi düşmanlar arkandan ulursa Beyinler durup, kalpler yorulursa Elsiz ayaksızdan yandaş olursa Topallarla Hak yolunda yürünmez Zamana yönelen saat teklemez Kendi gideni kimse iteklemez Düşünen beyin mucize beklemez Boş fallarla Hak yolunda yürümez Çırpınırsa Eyüp cahil ağında Meyve veremez olgun çağında Yanmak gerekir tarikat ocağında Yaş dallarla Hak yolunda yürünmez

11


SERÇEÞME

Milliyetçi Çığırtkanlığa Kurban Edilen Yüzbinler Erdal Yıldırım PSAKD MYK Üyesi, 2 Mayıs 2007

Cumhuriyet Mitingi, Ankara

S

ON bir iki ayda ülkemizde 14 Nisan’da Ankara hem de devletin güvenlik güçlerinin, valisinin, orduTandoğan’da, 29 Nisan’da İstanbul Çağlayan’da, Bu mitinglerin arkasında sunun gözleri önünde saatlerce süren bir kuşatmadan ardından Çanakkale, Manisa ve şimdi de İzmir’de, milliyetçi, ırkçı, şovenistlerin sonra yakılırken laiklik sorunu yok muydu? Bu kalkışlaikliğe, cumhuriyete, demokrasiye sahip çıkma gerekma demokrasi için, cumhuriyetin temel ilkeleri için o olduğu; çeleriyle adına “Cumhuriyet Mitingleri” verilen alan zaman bir tehdit değil miydi? bu kişilerin gerçekte gösterileri yapılmakta olduğunu, bu mitinglere gidenHer yıl 2 Temmuzlarda ülkenin değişik yerlerinde lere yapılan bayrak satışları, mitinglerde haykırılan Madımak Katliamının protesto edildiği mitinglerde nedemokrasi gibi, sloganlarla milliyetçi, ırkçı, şovenist duygulara hitap den bu kişi ve örgütler “üç maymunları” oynuyorlar? toplumsal barış gibi edildiğini hep birlikte film seyreder gibi seyretmekte Aleviler ve Alevi örgütlerinin “Diyanet İşleri Başkaygıları olmayan; ve gözlemlemekteyiz. kanlığı Lağvedilmelidir” ve “Zorunlu din dersleri kalBu konuyu birkaç açıdan değerlendirmek gerektiğidırılsın” gibi kampanyalar düzenlediği, milyonlarca hatta bazılarının ni düşünmekteyim. Öncelikle bu mitinglere gelene kaimzayı başbakanlığa, Meclis Başkanlığına, Cumhurdemokrasiye, dar olan süreci irdelediğimizde göreceğiz ki, bu Cumbaşkanlığına ve Avrupa Birliğine sundukları süreçlerinsan haklarına huriyet mitinglerine öyle birden bire, kısa bir zaman de, bu örgütler neden sağır sultan rolüne soyundular? diliminde gelinmedi. Bu sürece birçok olay ve provo- ve laikliğe düşman olduğu Devletin, Sünni inanca sahip olmayan diğer tüm kasyon gösterileri tertip edildikten sonra gelindi. Ve en inançları asimile etmek için diyanet İşleri Başkanlığını konusunda önemli tespitlerden birisi de, bayrak krizinden bugüne finanse etmesini, diğer inançların kendi ibadetlerini yekamuoyu ne yazık ki gelene kadar yaşanan birçok olayın birbiriyle çok bürine getirmeleri için her türlü sosyal siyasal, ekonomik yük benzerlikler ve paralellikler içerdiğidir. ve psikolojik baskı mekanizmalarını hayata geçirmesi bilgilendirilmemiştir Geçtiğimiz 2005 yılının 20 Mart’ında Mersin’deki sürecinde “laiklik elden gidiyor” nasıl oluyor da günNewroz kutlamalarının bitiminde “Türk bayrağının yakıldığı” bahane demde değildi? edilerek milliyetçi duygulara hitap edildiğini ve toplumsal gerginliklere Çanakkale’deki bir Alevi Köyüne zorla cami yapıldığında, bu cumyol açıldığını hepimiz anımsamaktayız. Ve hemen 22 Mart’ta genelkurhuriyet mitinglerini düzenleyen, destekleyen aynı gazete manşetlerinde may tarafından yayınlanan bir bildiri ile ülke genelinde ırkçı, şoven bir “300 yıllık hasret sona erdi” sürmanşetleri başlı başına ikiyüzlülük gösdalga yaratıldığını da bilmekteyiz. Ülkenin değişik yerlerinde bu provotergesi değil midir? kasyon bahane edilerek linç girişimleri yapıldığını da... Ülke çapında 87 bin caminin ve yüz bin imamın olduğu bu ülkede, Mersin’deki bu bayrak provokasyonun ardından Trabzon’da, SakarAlevilerin ibadet ve inanç merkezleri olan Cemevlerinin yasal statüye ya’da, Çanakkale’de ve ülkenin değişik yerlerinde linç girişimleri hem kavuşturulması laiklikle direkt ilgili bir konu değil midir? Neden Alede güvenlik güçlerinin bizzat gözetiminde ve gözlerinin önünde yaşandı. vilerin ve Alevi örgütlerinin bu çağrılarına kulaklarını tıkamaktadırlar? Sürekli kitlelere pompalanan “Millet, Vatan, Sakarya ve Bayrak” söyÜlkede 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerilemleriyle bilinçli bir şekilde yaratılan gerginlik ve kışkırtma ortamı ni gerçekleştirenlerle kol kola yürüyenler, acaba ne tür bir cumhuriyeti kaygı verici boyutlara ulaştı. Geçtiğimiz yıllarda bu milliyetçi saldırgansahipleniyorlardı? 12 Eylülle birlikte Türk-İslam sentezini ülkenin tüm lığın yanında ayrıca Ramazanlarda oruç tutmayan insanlara fiziki saldıkurumlarına yerleştiren; din derslerini zorunlu hale getiren, yani siyasal rılarda da bulunuldu ve bu saldırılarda birçok insan yaralandı. Ve üstelik İslam’ı güçlendiren bu militarist, askeri darbe ve muhtıracılar değil miçok trajikomik bir şekilde saldırıyı yapanlar değil, saldırıya uğrayanlar dir? Bunlarla kol kola yürüyenler hangi demokrasi söylemiyle meydangözaltına alındılar. Yaratılan bu histeri ortamıyla Anadolu mozaiğinde lara çıkabilmektedirler? bir arada yaşayan Türk, Kürt, Ermeni, Laz, Süryani ve başkaca kültürel Cumhuriyetin temel ilkelerinin tehlikede olduğunu, demokrasiye ve ve etnik farklı kimliklerin toplumsal barış içersinde yaşam sürmesinin laikliğe sahip çıktıkları (!) iddiasıyla meydanlara çıkanlar, demokrasi, önüne engeller çekilmek istendi. insan hakları ve toplumsal barış konularında herhangi bir mesaj vermiş2007 yılında cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler öncesi de birden ler midir? Çok değil, İstanbul’daki Çağlayan mitinginden iki gün sonra bire Mart ayının sonlarına doğru “laikliğe, cumhuriyete, demokrasiye” İçişleri Bakanının, Valinin, Emniyet Müdürünün emriyle güvenlik güçsahip çıkılmaya başlandı. Ağızbirliği etmişlercesine gazete ve televizyonlerinin, otuz yıl önce Taksim’de katledilen 36 kişiyi anmak için Taksim’e lardan “laiklik elden gidiyor”, “cumhuriyet tehlikede” söylemleri eşligitmek isteyen emekçilere; İsraillilerin Filistinlilere, Amerikalıların ğinde miting organizasyonları yapılmaya başlandı. Mitinglerde sadece dünya halklarına yaptığı gibi en azılı saldırıları yaparken, bu cumhurimilliyetçi slogan ve söylemler dile getirildi. Bu mitingleri organize edenyet, laiklik ve demokrasi savunucuları neredeydiler? lerin gerçek anlamda laiklik, demokrasi ve cumhuriyetin temel ilkelerini Demokrasiyi savunanlar, cumhuriyetin temel ilkelerine sahip çıktıkkorumak gibi bir dertlerinin olmadığı o kadar meydanda ki… Yıllarlarını söyleyenlerin MGK tarafından yayınlanan darbe muhtırasına karşı ca demokrasi, insan hakları, laiklik konularında seslerini çıkarmayan, çıkmamaları, hatta muhtıradaki “‘Ne mutlu Türküm diyene!’ anlayışına kıllarını kıpırdatmayan çeşitli uzaktan kumandalı derneklerin, emekli karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacakasker ve subayların, silahlar eşiğinde milliyetçi söylemlerle “ölme ve öltır” cümlesinin milliyetçi, ırkçı söylemine alkış tutmaları konusunda birdürme” yeminleri ettirenlerin demokrasi gibi, cumhuriyet gibi, laiklik çok kişi ciddi ciddi düşünmelidir. gibi bir dertleri olabilir mi ? Ama bu mitingler ve etkinlikler yapılırken çok önemli gördüğüm bir Bu ülkede 12 Mart ve 12 Eylül askeri faşist darbeleri yaşanırken, anatespiti de altını çizerek yapmak gerektiğini düşünüyorum. Bu tespit miyasalar rafa kaldırılırken, diktatörlükler yaşanırken bu kişi ve kurumlar tinglere giden binlerce insanın, “laiklik” “demokrasi” konularında son bir kez olsun tepki vermişler midir? derece samimi kaygılar taşıdıkları gerçeğidir. Bu ülkede Kahramanmaraş, Çorum, Sivas, Madımak ile Gazi ve Mitinglere ağırlıklı olarak Alevilerin katıldığı ve desteklediği de bir Ümraniye’de katliamlar sahnelenirken, bu mitingleri düzenleyenler başgerçektir. Ya postal, ya şeriat seçenekleriyle karşı karşıya bırakılan geniş ka bir gezegende mi yaşıyorlardı? halk yığınları örgütsüz ve kendiliğindenci bir duyguyla bir şekilde mi2 Temmuz 1993’te Sivas’a Pir Sultan Abdal Etkinliklerine katılmak tinglere gitmişlerdir. Üstelik günlerce televizyon ve gazetelerden pomüzere giden yazar, aydın, sanatçı, semahçı 35 can, Madımak Otelinde, palanan korku senaryoları sonucu binlerce insan bu mitinglere katılım göstermişlerdir. Ne üzücüdür ki, bu mitinglere katılmayan birçok siyasal parti, sendika ve demokratik kitle örgütü, hem üyelerini, hem hedef kitlelerini, hem de geniş halk yığınlarını bu mitinglerin ve mitingi düzenleyenlerin neye hizmet ettikleri, neyi amaçladığı konusunda bilgilendirmemişler ve gerekli uyarı görevini yerine getirmemişlerdir. Bu mitinglerin arkasında milliyetçi, ırkçı, şovenistlerin olduğu; bu kişilerin gerçekte demokrasi gibi, toplumsal barış gibi kaygıları olmayan; hatta bu kişi ve kurumlardan bazılarının demokrasiye, insan haklarına ve laikliğe düşman olduğu konusunda kamuoyu ne yazık ki bilgilendirilmemiştir.

12

Sayı 29


SERÇEÞME

“BU GÖKKUBE ALTINDA KONUŞULMAYAN HİÇBİR ŞEY KALMAMALI”

Araba Devrilmeden Önce Kamil Ateşoğulları 14 Mayıs 2007

B

ugüne değin ABF Olağanüstü kongresi ile ilgili olarak çoğu kasıtlı ve tek yanlı çok şey söylendi, çok şey yazıldı. Kişiliğimden ve öğretimden, inancımdan aldığım yol terbiyesi gereği hep sustum. Ne var ki “gemileri yakmış”, “gözü kara” bir ekibin uzun erimde Alevilere ve Alevi örgütlerine verecekleri zararları da düşünerek -daha önce ki parti deneyinden bilindiği gibi- yazarak sağduyu sahibi, objektif düşünen ve toplumsal çıkarı kendi çıkarından üstün tutan insanlara duyurmayı görev bildim.

Olağan Üstü Kongreye Nasıl Gelindi? 15 Ekim 2005 tarihinde yapılan ABF II. Olağan Kongresi’nde bizlere görev verildi. Bu görev bizlere onur verdiği kadar, büyük bir sorumluluk da yükledi. Bu sorumluluk; Alevi hareketini akıllıca, sağduyu ile götürmek, yönlendirmek ve olması gereken yere taşıyarak; Alevilerin çağlar boyu biriken sorunlarına çözüm bulmak için gereken çabayı göstermek, çalışmayı yapmak ve savaşımı vermekti. Bunun yolunun da ortak aklı kullanmaktan ve maceradan uzak durmaktan geçtiğinin da bilinmesi gerekiyordu. Çünkü yaşam bize “makul çözümlerin, makul kadrolarla olanaklı olduğunu öğretmiştir.” Bir örgütle göreve gelenler, o örgütün tüzüğünde yazılı “amaçları” yine tüzükteki “temel ilkeler” doğrultusunda gerçekleştirmek zorundadırlar. Bize de görev verilirken “ABF’nun amaçlarını, tüzüğün 4. maddesindeki ‘ilkeler’ doğrultusunda gerçekleştirin, değerlerimize ve ilkelerimize sahip çıkın” dendi. Yönetim içindeki görüş ayrılıklarının ve ayrışmanın önemli nedenlerinden, ilk nedenlerinden birisi; temel ilkeler ve örgütsel bütünlük içinde çalışmak isteyenlerle, eski alışkanlıkları gereği, örgüte rağmen karar alıp onu kendi gelecek hesapları için kullanmak isteyen, örgütün bağımsızlığına özen göstermeyip; örgütü başka bir örgütün vesayeti altına sokanlar arasındaki görüş ayrılıklarıdır. Temel ilkelere, örgüt kararlarına, örgütsel çalışmaya, bir şeyler yapmaya, yaratmaya ve üretmeye aykırı birçok şeyler yapıldı. Tavır ve davranışlarını düzeltmeleri için uyardık, eleştirdik, konuştuk ve sabırla bekledik. Ama anlamazlıktan geldiler. Tüzüğümüzün 4. maddesindeki “temel ilkelerden” bazıları aşağıdadır: “Alevi-Bektaşi Kuruluşları Federasyonu Demok ratik bir kuruluştur. Hiçbir siyasi par ti, örgüt, hareket ve ideolojik yapılanmaya bağlı değildir. Kendi amaçları ve ilkeleri doğrultusunda bağımsızdır. Hukukun evrensel ilkelerine, temel hak ve özgürlüklere bağlıdır. Bu ilkeleri her koşulda savunur. Çalışmaları yürütürken iş ve eylem birlikteliği yapacağı kişi, kurum ve kuruluşların Alevi kültür ve öğretisini tanımasını önemser.” II. Olağan Genel Kuruldan sonra yapılan görev bölümünde; verdiği sözler nedeniyle 17

Mayıs 2007

kişilik Genel Yönetim Kurulunda (GYK) aldığı oy sayısına göre 16. sırada bulunan Selahattin Özel, ABF Genel Başkanı seçildi. Oylamaya 15 GYK üyesi katılmış olup Selahattin Özel 8 oy, Attila Erden 7 oy aldılar. Selahattin Özel başkan olursa; A) ABF’nun o güne değin birikmiş borçları en kısa zamanda ödenecekti. 15 günde bir Ankara da olacaktı. Danışma Kurulu’nun yapıldığı 26 Mart 2007- 15 Mayıs 2007 de yapılan GYK toplantısına kadar 50 gün Ankara’ya hiç gelmedi, ama Avrupa’da ki tüm etkinliklerde boy gösterdi. GYK olarak Ankara, İstanbul ve İzmir’de yemek/gece düzenleyerek gelir temin etme kararı aldık. Ankara’da 25 Mart 2006 tarihinde düzenlediğimiz geceden sonra İzmir’de bir gece düzenlenecekti ve sorumlusu da Selahattin Özel’di. Bu konudan bir daha hiç söz edilmedi. ABF’nun 15 Ekim 2005 tarihi itibariyle (II. Olağan Genel Kurul) 17.606 YTL borcu vardı. Bunun bir kısmı Ankara’da ki yemekten sonra ödenmesine karşın, borç devam ederek Olağanüstü Genel Kurul’a kadar yeniden 18.500 YTL’ye çıktı. B) Selahattin Özel’den GYK kararlarına uyması istendi. 26 Mart 2006 tarihinde düzenlenen ABF’nun Danışma Kurulundan sonra yapılan ve Turgut Öker ile Hıdır Temel’in de katıldığı GYK toplantısında ki tutum ve davranışlarıyla da GYK ile ters düşmüştür. İlkeli ve objektif davranamamıştır. Bu toplantı GYK’da ayrışmalara neden olmuş ve Alevilik yol terbiyesi yönünden Edeb’in hiçe sayıldığı bir üslupta geçmiştir. Örgütçülükten öğrendiğimiz ve bildiğimiz kadarıyla bir Konfederasyon başkanı, konuştuğu her sözü ve attığı her adımı hesaplamalıdır, saygılı olmalıdır. (EK: 1 - Serçeşme Dergisi, Sayı: 23, 5. Sayfa) Nisan 2006 başlarında Hıdır Temel’in Hubyar Tekkesi ile ilgili olarak İstanbul’da yapacağı toplantıya katılacağının öğrenilmesi üzerine ABF’nun Ankara’ da bulunan 9 GYK üyesi ile İstanbul’da bulunan üç üyesi ile telefonla görüşerek, Selahattin Özel’in bu toplantıya katılmasının yanlış olacağı değerlendirilmesi yapılmış ve Genel Sekreter Fevzi Gümüş’ten bu ortak görüşün telefonla kendisine bildirilmesi istenmiştir. Ortak görüş kendisine bildirilmesine karşın toplantıya katılmakla kalmayıp toplantıyı yönetmiştir. Daha sonra bu konu tartışıldığında da “Bu konuda yazılı bir karar var mı ki?” diyecek kadar da pişkin davranmıştır. Oysa Hıdır Temel, Ağustos 2005 başlarında Ankara’da ABF’nun da yapılan ve Hubyar Tekkesi ile ilgili tüm tarafların katıldığı toplantıda Attila Erden’e “Babam Mustafa Dede’nin sizlere selamı var, ancak hakemliğinizi kabul etmiyor, bu toplantıya sorunumuzu anlatmaya geldik.” demiştir. Daha sonra da kabul etmediği ABF’ndan Ali Kenanoğlu için yaptırım istemiştir. Hubyar’la ilgili toplantı da arkadaşlara, “dava mahkemeye intikal etmiş de olsa, verilecek karar, taraflardan birini memnun etmeyecektir. Korkarım ki hem Tokat’ta, hem de İstanbul’da istemediğimiz şeyler olabilir. Çünkü buna benzer bir olay Bergama’da

Eurogold yüzünden; yandaşlık ve karşıtlık nedeniyle bir ‘dede’ ailesi olan Kılıç’larda yaşanmış ve bu olay ve benzeri olaylar tüm Alevileri üzer. Her ne kadar mahkemeye gidilmişse de, biz bu sorunu karardan önce ‘yolumuza göre çözelim.’ Alevi örgüt temsilcileri ve Hubyar’ın bağlı olduğu Serçeşme’nin yol büyüğü Veliyeddin Ulusoy ve örgüt temsilcileri eğer hakem olarak kabul edilirse, tarafların da katıldığı bir toplantıyı köyde, kaç gün sürerse bir ‘cem’ de çözelim” dedim. Birkaç gün sonra İstanbul’dan Ergül Şanlı’yı Veliyeddin Ulusoy’a olan yakın ilişkisi nedeniyle arayarak görüşmesini ve düşüncesini almasını rica ettim. Ergül Şanlı bir süre sonra beni arayarak, “iki tarafta vereceğimiz karara uyacak olursa elimden gelen her şeyi yapmaya hazırım” dediğini iletti. (Selahattin Özel’in Serçeşme Dergisi’ndeki V. Ulusoy ile ilgili açıklamasıyla birlikte değerlendirildiğinde ne denli tutarsız bir sav olduğu ortaya çıkmaktadır. (Syf. 17) 13 Mayıs 2006 tarihli GYK toplantısında; Hubyar Tekkesi ile ilgili tartışmalarda, Federasyonumuzun taraf olmaması, hakemlik talebi olarsa durumun değerlendirilmesi, Alevi ulularının anıldığı etkinliklere katılınması, 2 Temmuz 2006 etkinliklerine destek verilmesi kararları alınmıştır.(Bu tarihte Mersin’de olduğumdan bu toplantıya katılamadım.) 28 Mayıs 2006 tarihinde HBVAK Vakfı kongresinden sonra T. Öker, H. Temel, S. Özel, F. Gümüş, H. Yıldırım, K. Ata, K. Genç ve N. Ceyhan’ın katıldığı resmi olmayan bir değerlendirme görüşme sırasında T. Öker, S. Özel, H. Temel, H. Yıldırım, H. Temel taraftarlarının yapacakları Hubyar Etkinliği’nin ABF’nun resmi etkinlik programına alınmasını istemeleri üzerine F. Gümüş; ABF’na bağlı Hubyar Derneği’nin yapacağı etkinlik dışında yapılacak bir etkinliğin ABF’nca desteklenmesinin yanlış olacağı, Konunun GYK toplantısında görüşülmesi gerektiği noktalarından bu isteme karşı çıkarak toplantıyı terk etmiştir. Bu ve buna benzer davranışlar karşısında ABF Genel sekreteri F. Gümüş 29 Mayıs 2006 tarihli (Gelen Evrak 35. sırada) istifa dilekçesi vererek görevinden istifa ettiğini bildirmiştir. Dilekçesinde örgütsel işleyiş ve ABF hukukunun ve temel ilkeleri konusunda görüş ayrılığına düşüldüğünden ve böyle bir anlayış sahibi Genel Başkanla çalışamayacağını açıklamıştır. Bu dilekçe 13 Haziran 2006 günlü GYK toplantısında ele alınarak görüşmeye açıldı. Toplantıya 16 GYK üyesi katılmış olup, on GYK üyesi, “Önümüzde 2 Temmuz ve Hacı Bektaş Veli Törenleri var, böyle bir aşamada istifa yanlış değerlendirmelere neden olur, istifa edilmemesi gerekir” dediğimizde Selahattin Özel “Ben böyle bir durumda Fevzi Gümüş ile çalışmam, istifamı veririm” dediğinde Hüseyin Yıldırım ve Tekin Özdil de “biz de görevimizden ayrılırız” dediler. (Devamı 14. Sayfada)

13


SERÇEÞME (Baştarafı 13. Sayfada)

Araba Devrilmeden Önce Bu toplantıda Selahattin Özel’e, “Hem Hubyar konusundaki tutum ve davranışları, hem de AABK’na yazdığımız ilkelerin, imzanın arkasında duramadın, size güvenim kalmamıştır, MYK yeniden oluşturulsun.” dedim. Sonuçta, istifaların değerlendirilmesi Eylül 2006’da yapılacak GYK toplantısına bırakıldı.

Hacı Bektaş Veli Törenleri Gerek 13 Mayıs 2006, gerekse 6 Ağustos 2006 tarihli GYK toplantılarında Hacı Bektaş Veli Anma Törenleri ve Kültür Sanat Etkinliklerine katılma kararı alınmıştır. Ancak; Belediye Başkanı protesto edilecekti. 6 Ağustos 2006 tarihli GYK kararının ardından 9 Ağustos 2006 tarihinde biri Tekin Özdil, ikisi de Selahattin Özel imzalı üç ayrı yazı hem örgütlere gönderiliyor, hem de kamuoyuna duyuruluyor. Tekin Özdil imzalı yazıda 15 Ağustos 2006 programımız başlığı altında “tüm Alevi-Bektaşi yöneticilerinin katılacağı bilgilendirme ve değerlendirme toplantısı yapılacağı”, 16 Ağustos 2006 da ise; Alevi örgütlülüğü ve sorunlarımız hakkında bir panel yapılacağı; (EK: 3) Selahattin Özel imzalı yazılarda ise, “15 Ağustos 2006’da Serçeşme’de gerçekleştirilecek olan Dünya Alevileri Toplantısı yapılacağı” bildiriliyor. (EK: 4–2 sayfa) Sonuç Bildirgesinde ise (sayfa: 3) “Alevilerin Siyasete Müdahale etme gerekçeleri nettir.”(!) başlığı atılıyor. (EK: 5–4 sayfa) Taner Boyraz imzalı 10 Ekim 2006 tarihli ve Köln’de yapılan bir toplantıya ilişkin yazıda da “Dünya Alevileri Toplantısı’ndan” söz edilmektedir. (Ek: 6–4 sayfa) Alınan kararlar ve örgütlere gönderilen yazıda 16 Ağustos 2006 da törenin açılışında alınan kararlar uygulanacak ve panel yapılacakken Turgut Öker ve arkadaşları törenlere bile katılmadan kuracakları Umut TV (daha sonra adı Yol TV oldu) toplantısı için Avanos’ta kalarak Hacıbektaş’a gelmemişlerdir. Bununla da kalınmamıştır. 15 Ağustos 2006 da yapılan Dünya Alevileri Toplantısı’nda (!) Turgut Öker, 29 Ekim 2006 da Adana’da bir miting düzenleyeceklerini açıklamıştır. Bundan birkaç ABF yöneticisi ve bağlı dernek yöneticisi dışında kimsenin haberi yoktur. Bu nedenle de üye örgütlerle şubeleri arasında tatsızlıklar baş göstermiştir. (EK: 7) 9 Ekim 2006 tarihli bir yazı ile ABF Genel Başkanı bu etkinliğe davet ediliyor ve 13 Ekim 2006 tarihli bir yazı ile de siyasi partilerin genel başkanlarının çağrılmasına karar veriliyor. (EK: 8) Ancak davetiyeler ABF Genel Başkanı Attila Erden’e değil, HBVAK Vakfı’na gönderiliyor. Davetiyelerden Genel Başkanın haberi yok. Olay bununla da kalmıyor. 18 Ekim 2006’da Adana’dan iş adamı Zülfikar Deniz ile Turgut Öker, CHP Genel Başkanını davet etmek için parti genel merkezine gidiyorlar ve görüşme istemleri kabul edilmeden geri dönüyorlar. (Olayın tanıkları: aynı gün CHP genel merkezinde Almanya’dan gelen bir Alevi Kültür Merkezi Gençlik Komisyonu üyelerini getiren CHP İstanbul Milletvekili A. Rıza Gülçiçek, ABF yöneticilerinden Neşe Ceyhan ve Almanya Neumünster’den Erdoğan Biçici ve gençlerle birlikte olan Erdoğan Aslan’dır.)

14

MYK’da Değişiklik Yukarıda açıkladığım gibi 13 Haziran 2006’da yapılan GYK toplantısındaki konuların Eylül 2006’da yapılacak GYK toplantısında görüşülmesine karar verilmişti. 16 Eylül 2006 tarihli GYK toplantısından bir gün önce (15 Eylül 2006) ABF Genel Başkan yardımcısı Ali Kenanoğlu HBVAK Vakfı’na uğradığında; bir ara olağanüstü genel kurula gidilmesi isteneceğinin konuşulduğunda kendisine Hüseyin Yıldırım tarafından “yarınki GYK toplantısında olağanüstü kongre kararı alacağız, blok liste uygulayacağız ve işi bitireceğiz” dendikten sonra Attila Erden, Kazım Genç, Fevzi Gümüş, Ali Kenanoğlu ve Kamil Ateşoğulları’nın tasfiye edileceğini söylüyor. Tekin Özdil de aynı içerikte görüş belirtiyor. 16 Eylül 2006 tarihli GYK toplantısında S. Özel ve arkadaşları olağanüstü kongre istediler. Biz de özetle “kongre yapılalı daha bir yıl olmadı, olağanüstü kongre Federasyona zarar verir, yıpratır. Olağanüstü kongre en son yapılacak, düşünülecek bir şeydir, MYK da değişiklik olsun” dedik. Olağanüstü kongre istemi oylandı. Toplantıya 13 GYK üyesi katılmıştı ve bu öneri (6) oy aldı. İstem reddedilince, “biz MYK’dan çekiliyoruz” denmesi üzerine Dr. A. Erden’in genel başkanlığında yeni MYK oluştu. Bunun üzerine S. Özel, “Olağanüstü kongre için yarından itibaren imza toplamaya başlayacağız” dedi. Bir gün önce “tasfiye kararı” alanlar, her nedense bu tasfiyeyi durdurmaya yönelik hareketi “darbe” olarak niteleyebiliyorlar. Bununla da kalınmadı. Hemen arkasından HBVKTD’nde MYK değişikliği yaparak A.Erden’i genel başkanlıktan alarak Tekin Özdil’in başkanlığında yeni bir MYK oluşturdular. Toplanan imzaların çoğu geçersizdi. Ancak, geçerli imzalar olağanüstü kongre toplanması için yeterli olduğundan işleme konarak gereği yapıldı. Bu aşamada da olağanüstü kongrenin “Eski delege ile mi? Yeni delege ile mi?” yapılacağı 16 Eylül 2006 GYK toplantısında tartışıldı. (Çünkü HBVKTD ile Seyit Garip Musa Sultan Derneği, kongrelerini ABF II. Olağan Genel Kurulunun yapıldığı 15 Ekim 2005’ten sonra yaparak üst kurul delegelerini yenilemişlerdi.) Bu toplantı ile ilgili olarak T. Eser’in 21 Kasım 2006 günlü yazısında (EK: 9) “…zaten GYK toplantısında MYK üyesi Kamil ifade etti. Amaç Kamil Ateşoğulları’nın GYK Toplantısında ifade ettiği gibi ‘MYK gereğini yapacak, sizin de hoşunuza gitmezse mahkemelere başvurup hakkınızı arayın’ dayatması ile …” demekte ancak benden önce konuşan S.Özel’in dediğini de yazsaydı, neden böyle söylediğim açıkça anlaşılırdı. Bir bütünü değil de, bir yazı ya da konuşmanın işine gelinen bir bölümünün ele alınarak taraflı ve maksatlı yaklaşımlar (eklektizm) ne kimseye bir yarar sağlar, ne de konuya açıklık getirir. MYK olarak Olağanüstü kongreye bir önceki Olağan Genel Kurula katılan (eski delegeler) delegelerle gidilmesi kararını da aldığımız bilirkişi raporuna dayanarak aldık. (Ek 10 - Bilirkişi Bilal Uçar’ın Raporu) 26 Kasım 2006’da Genel Kurula gidileceğinin açıklanmasından sonra AABK ve bağlı bazı ülke federasyonu yöneticileri Türkiye’ye gelerek gitmedikleri yer, toplantı, bölge bırakmamışlardır. Keşke bu çalışma ve çabaları olumlu bir yönde Alevi hareketinin gelişmesi

için ve etik/ahlaki değerler içinde yapsalardı… Kongreden bir gün önceki akşam Yol TV’yi tanıtma adına HBVAK Vakfı’ndaki kokteyl ve yemekte kongreye yönelik burjuva partilerinde ve sarı sendika kongrelerinde yaşanan her türlü şey (!) Alevi hareketine de girmiş, yaşanmıştır. Bazı onurlu delegeler tanık oldukları şeylerden utanarak yemeği terk etmişlerdir.

“Gaye, vasıtayı meşru kılar” (Makyavel) Ayrıca gittikleri yerlerde iftira, çamur atma, bol keseden söz vermeyi sürdürmüşlerdir. Bizler için “darbeci”, “şer güçleri”, gibi şeyler söylemişler ve bunu daha sonra basınla görüşmelerinde de sürdürmüşlerdir. Attila Erden, Fevzi Gümüş, Kelime Ata için de “derin devletin ve genelkurmayın adamı” suçlamasını yapmışlardır. (EK: 11–4 sayfa) Fevzi Gümüş ve Kelime Ata’nın ABF’na yazdıkları 9 Aralık 2006 tarihli yazı üzerine 31 Mart 2007 tarihinde ABF’da suçlananlar, suçlayan ve olayın tanıkları ve tarafsız kişiler bir araya getirilerek yüzleştirme yapılmış olup, konuşmalar banta alınmış ve çözümü yapılmış, olağanüstü kongre öncesi ve sırasında Alevi yoluna, inancına yakışmayacak karalamalarla kişiler yıpratılarak sonuç alınmıştır. Şimdi herkes şunları soruyor: Bu sözleri söyleyenler on yıldan beri Attila Erden ile birlikte çalışan aynı derneğin yöneticileri olup, böyle bir durum var idiyse bugüne kadar neden sustular? Neden bugün konuşuyorlar? ABF olağanüstü kongresinden bir önceki günün akşamı T. Öker, A. Erden’i arayarak: “Hocam ABF’ye geliyorum, beni bekle de görüşelim” demiş. A. Erden de o sırada yanında bulunan K. Genç, A. Kenanoğlu, N. Ceyhan ve İbrahim Karakaya’ya, “Sizler de bekleyin beraber görüşelim.” demiş. Bu görüşmede T. Öker, A. Erden’e “Hocam, yarın için ne düşünüyorsunuz?” diye sormuş. A. Erden de, “Bir aydır sağda solda arkamızdan Derin Devletin adamı, Genel Kurmayın adamı gibi sözler söylüyorsunuz. Yarın bunu söyleyenler kürsüden bunun belgelerini bir açıklasınlar, bunun hesabını bir versinler bakalım” demiştir. Bunun üzerine olağanüstü genel kurul ile ilgili olarak: “Biz Avrupa Konfederasyonu olarak yolumuzu çizdik, biz bu yolda ilerleyeceğiz. İster ABF ile olur, ister ABF’siz olur. ABF’ye bağlı kurumların en fazla yüz bin üyesi var. Fakat dışarıda milyonlarca Alevi var, biz bunları etkileriz.” demiştir. Söz alan İbrahim Karakaya, “Siz güzel gemiler yapıp denize açılmış olabilirsiniz ama yanaşacak limanınız olmazsa o geminin hiçbir kıymeti olmaz. Bu liman da Türkiye’dir. Anadolu’daki Alevi kurumlarıdır. Avrupa’daki Alevi Diasporasının tüm dünyadaki diğer diasporalarla aynı psikolojiyi yaşadığını, bunun da anayurtlarındaki partnerlerinin güçlü olmaması ve buraları sürekli kendilerinin yönetmesi ve belirleyici olması gibi bir psikoloji olduğunu, Avrupa Konfederasyonu’nun da, Türkiye’de ki Alevi kurumları ve ABF için de aynı şeyi uyguladıklarını…” söylemesi üzerine T. Öker toplantıyı terk etmiştir. Sanıyorum ki bu toplantıda Turgut Öker’in konuşmasını değerlendirmesi gerekenler öncelikle ABF’nun şu anki yöneticileri olmalılar. (ABF’nun bağımsızlığı açısından)

Sayı 29


SERÇEÞME Kongre öncesi çeşitli karalamalar yetmezmiş gibi bir yazıda hızını alamayıp bu suçlamaları az bularak daha da ileriye giden 2 Aralık 2006 günlü Birgün Gazetesi’ndeki köşesinde Necdet Saraç’tan: “Bu güne kadar rahatça yönetilen Alevilerin, kendi adlarına hareketlenmeleri, siyasal sürece müdahil olmak istemeleri, karar mekanizmalarında hak talep etmeleri, hatta daha da ileri giderek ‘Türkiye’yi İmam Hatip kökenli biri yönetiyorsa Alevi kökenli biri neden yönetmesin’ diye ortaya çıkmaları ABF içinde bir operasyon sürecini hızlandırdı. ABF’nun ve doğal olarak Alevi hareketinin önünün kesilmesi gerekiyordu. Nitekim S.Özel’in ABF Genel Başkanlığından alınmasında niyetlerden öte bu yaklaşım belirleyici olmuştur.” diyor. (Ek:12) Bunlara karşı söyleyecek söz bulamıyorum. Anlıyorum artık yaşınız geçiyor ve Türkiye’ye dönmeniz gerekiyor!.. Kazım Genç’in yazısı da zaten durumu açıkça ortaya koyuyor. (Ek:13 - Sayfa 6) Bir federasyonun yönetim kadrosu üye derneklerin delegeleri arasından seçilir. Temel felsefede, ilkelerde amaçda olmasa bile uygulamada, yöntemde ayrı düşünceleri olabilir. Önemli olan temel mutabakatı sağlamaktır. Bazı AABK ve ABF’nun sorumsuz yöneticileri “tasfiye edilenler” için “şer güçler” demekteler ve gerekçe olarak örneğin; T. Öker: “O birkaç insanı yan yana getirmekte zorlanıyorduk. Sohbet etmekte bile zorlanıyorlardı. Aynı listede görmüş olmama tepkiydi. ‘Şer cephesi’ ifadesini kullanmam. Bu birlik yoldaşça birlik değildi. Daha çok seçimi kazanmaya yönelik ittifaktı.” (EK: 14 - Aksiyon Dergisi sayfa:32) Eğer “şer cephesi” olmanın ölçütleri bunlarsa, şimdi şunları sormam gerekiyor: 1/A) 9/10 Ekim 2004’te Ankara’da HBVAK Vakfı’nda yapılan “Cemevleri Alevilerin İnanç Merkezidir” toplantısında Ercan Geçmez yazılı bir metin sundu ve Avrupa örgüt yöneticilerini, Türkiye’deki Alevi örgütlerinin içişlerine karışmakla suçladı. Metnin bir çıkışını okuyan T. Öker’in Ercan’a tehdit savurması üzerine Hüseyin Yıldırım, “Bu görüş yalnız onun değil, ortak görüşümüzdür.” demiştir. 1/B) İstanbul’da yapılan Binyılın Türküsü’yle ilgili olarak HBVAK Vakfı üzerinden ABF’na verilmesine karar verilen 150 bin Euro konusunda E. Geçmez’in AABK yöneticileri için söylediklerini bilmeyen yok. 2/A) Kayseri Hacı Bektaş Derneği ve Vakfı yöneticilerinin ABF ve AABK’ca her yıl protesto edilen Hacıbektaş Belediye Başkanı ile ABF’nun bilgisi dışında İç Anadolu Bölge Toplantısı yapmaları nedeniyle ben bu konunun yönetimde ele alınarak ABF üyeliğinin değerlendirilmesini istememe karşın konunun üstü hep örtülmüştür. 2/B) Kayseri Hacı Bektaş Vakfı Başkanı aynı zamanda Kayseri Hacı Bektaş Derneğinin üst kurul delegesi ve bu kişi şu anda hep karşı çıktığımız ve eleştirdiğiniz Alevi Vakıfları Federasyonunun Genel Başkan Yardımcısıdır. 3/A) Her kongresinde ABF üyeliğinden ayrılıp ayrılmamayı gündem maddesi yapan ve karar yetkisini yönetim kuruluna bırakan Seyyid Garip Musa Sultan Derneği’nin bir ayağı Cem Vakfı’nda olan Başkanının “Turgut Özal’ın Gölbaşı toplantısına” katılmayı övünç olarak gören kişi ve örgütünün ele alınmasını yine ben istedim.

Mayıs 2007

3/B) Bu kişinin oyunu almak için S. Özel’in, “ T. Öker Alevilik konusunda öyle söylüyor, ama ben o görüşte değilim” dediğini Ankara’da bilmeyen yok. Şimdi şunları soruyor ve yanıt bekliyorum: Bu kişilerle hangi ortak noktada buluştunuz? Buluştuğunuz temel ilkeler nelerdir? Hangi düşünsel birlikteliğiniz var? Birkaç oy için verdiğiniz ödünlerin farkında mısınız? Hangi pazarlığı yaptınız? Tüm bunlardan sonra bizim de sizlere “şer cephesi” dememiz mi gerekiyor?

Bir Söz Ağızdan Çıkana Kadar Senin Tutsağın, Ağızdan Çıktıktan Sonra Sen Onun Tutsağı Olursun… Yunus Emre’nin dediği gibi: “İlim ilim bilmektir İlim kendin bilmektir Sen kendini bilmezsin Ya nice okumaktır.” Bazı görevlere gelen kişilerin uluorta konuşmamaları, düşünüp, tartıp konuşmaları, bu konuşmaların sonra kendilerine soru olarak döneceğini bilmeleri de gerekir. S. Özel bir konuşmasında “Hukukçuluklarını Alevilik için kullansalardı” diyor. Daha önceki GYK’da dört hukukçu vardı ve hepsi de hukukçuluklarını değişik alan ve konularda hiçbir beklentileri olmadan, ücretli yönetici olmadan yerine getirmiş kişilerdir. Neler yapıldığını bilmemeleri doğal… 1994 ve 1995 yılları 2 Temmuz Etkinliklerinin komite başkanlığını yaptım. HBVAK Vakfı’nın son iki döneme ilişkin çalışma raporlarını okuduklarında, bu etkinliklerin kim tarafından gerçekleştirildiğini öğrenebilirler. Yine Vakfın yayınladığı altı kitaptan üçünün tarafımdan hazırlandığını, sonraki etkinliklerde de katkım olduğunu, bazıları bilmese de herkes bilmektedir. I. Alevi Konferansının alt çalışması, hazırlanması, kitap haline gelmesi kimin çabasıydı? Eylül 2004’te Brüksel’e gidecek raporu ve ABF adına hazırlanan kitapçıkları kim/kimler hazırladı. (İlk iki kitapçığı ben; üçüncü kitapçığı ben, Kazım Genç, Ali Balkız birlikte hazırladık.) Gerek Sivas Davası, gerekse Zorunlu Din Dersi Davası/Davaları ve ABKB davasının her aşamasında AİHM’de mücadele veren Kazım Genç değil midir? Sivas Davası ve ABKB Davasının avukatlarından birisi de Fevzi Gümüş değil midir? Fethullah Gülen’in Ali Balkız aleyhine açtığı davanın ve Zorunlu Din Dersi davalarının bir avukatı da Muhterem Aktaş değil midir?

Bazılarının Bunları Bilmemesi Çok Doğal. Bütün Bunlar Yapılırken Neredeydiniz? Avrupa’da ki Alevi örgütlerinin çoğu yöneticilerinde şöyle bir anlayış var: Türkiye’deki örgütler hiçbir şey yapmıyorlar/yapamıyorlar. Türkiye’deki örgütler bizi hep ekonomik güç/para olarak görüyorlar.

Zor koşullara karşı gerçekleştirdiğimiz; “Cemevleri Alevilerin İbadet Merkezidir” imza kampanyası, “Zorunlu Din Dersine Hayır” imza kampanyası, I. Alevi Konferansı görmezlikten geliniyor. Bu etkinliklerin yapılması için verilen hiçbir söz yerine getirilmemiş ve ABF’nun bazı borçları bu etkinliklerden dolayıdır. I. Alevi Konferansı için de aynı şey yapılmış, verilen söz yerine getirilmemiş ve I. Alevi Konferansı kitabı aradan 16 ay geçtikten sonra kişisel çabamla temin ettiğim parayla bastırılmıştır. Avrupa örgütlerinin bugüne kadarki katkıları: Avusturya Federasyonu: 1.000 Euro Fransa Federasyonu: 1.640 YTL İsviçre Federasyonu: 700 Euro Haydar Aygören (Kişisel): 500 Euro Ayrıca İstanbul’da yapılan Binyılın Türküsü etkinliği sonunda ABF’ye verilecek 150 bin Euro’dan hiç söz edilmiyor.

“Gölge etme, başka ihsan istemem” (Diyojen) Şimdi Avrupa’daki Alevi örgütleri yöneticilerinden öncelikle de AABK yöneticilerine şunları soruyorum: Köln’deki binanın son durumu nedir? Bilim ve Araştırma Merkezi, aradan üç yıl geçtiği halde neden açılmadı? Benim de bulunduğum 23 Ekim 2004 tarihli bir toplantıda Brüksel’de açılmasına karar verilen ve bir yıllık kirası ile donanımını karşılamayı Hayrullah Akkaya’nın üstlenme sözü verdiği temsilcilik neden açılmadı? AB organları, özellikle Avrupa Parlamentosu (AP) ve AİHM ile ilişkileriniz Kasım Yeşilgül’ün Hakk’a yürümesinden sonra ne durumda? Avrupa Alevi örgütlerinden, örgütün belirleyeceği isim ya da isimlerin AP’da olmasını da istiyoruz. Çünkü AP’da bir temsilcimizin bulunması çok önemli. Türkiye’de ki partilerden kontenjan isteyenlerin neden AP’da olmak istememeleri anlaşılır bir durum değil. Yoksa Avrupa’daki Alevilere ve demokrasi güçlerine mi güvenemiyorsunuz? Onlar mı size güvenmiyorlar? Avrupa’da yaşayan; kapkaç, tecavüz ve uyuşturucu, vs., suçlardan cezaevlerinde bulunan Alevi gençlerine yönelik neler yaptınız? Daha önceden onları kazanma adına Alevilik değerleri ile neden buluşturamadınız? Bu konuda herhangi bir projeniz oldu mu? Var mıydı? H. Zengin’in kızı E.Z.’ye İstanbul’da hesap açtırmanıza rağmen bugüne kadar kaç lira gönderdiniz? Sizler birkaç seneden beri Türkiye sevdalısı (!) olmadan önce sizler yokken 2 Temmuz’larda Sivas’ta Sivas Demokrasi Platformu vardı. Onları dışlamaya kalkıp bir de suçlamanızın dayanağı nedir? Türkiye’deki Şehit Aileleri şunları soruyorlar: a) Davalar sırasında bunlar neredeydiler? b) Sivas Katliamının Almanya’da yaşayan katillerinin yakalanması için hiçbir çabaları oldu mu? (Bazı suçluların yakalanmaları, Türkiye’de ki Alevi örgütlü yöneticilerin özverili çalışmaları sonucudur.) 2006 yılı Sivas Madımak Oteli’nin önündeki yığınsallığı neden tek başına kendi çalışmanız olarak gösteriyorsunuz? Su TV ve Düzgün TV’nin hiç mi katkısı olmamıştır. (Bu yazının son bölümünü gelecek sayımızda okuyabilirsiniz)

15


SERÇEÞME

Dinin Eleştirisi ve Marks Yusuf Zamir Laiklik tartışmalarının yeni bir boyut kazandığı günümüzde, Aleviler ve aydınlar arasında yanlış bir ezbere dönüşen “Din Halkın Afyonudur” sözlerinin gerisinde gizli kalan derin Marksçı kavrayışı üzerine Yusuf Zamir’in yorumunu, yazarın izniyle “Marks Gerçekte Ne Dedi” kitabının bir bölümünden izliyoruz.

Marks’ın Devraldığı Düşüncesel Ortam

B

URJUVAZİ, on yedinci yüzyılda hızla yükselirken, dine karşı insan aklının yol göstericiliğini savunuyordu. Çünkü eskiye ait bütün düşünce ve davranış alışkanlıkları, eski egemenlere bağımlılık ilişkileri, din ideolojisi ve örgütlenmesi etrafında kutsallaştırılmıştı. Bundan ötürü, din eleştirisi, özellikle burjuvazinin ilk yükseliş dönemlerinde revaçtaydı. Burjuvazinin düşüncesel sözcülerine göre, toplum dinsel dogmaların, batıl itikatların, cehaletin karanlığından kurtarılmalı ve pozitif bilimlerin aydınlığına kavuşturulmalıydı. Çağ aydınlanma çağıydı. Hayatta en hakiki mürşit ilimdi, fendi. Aydınlanmacı siyasetin pozitif bilim söylemiyle şifrelediği toplum, burjuva toplumdu, yani yalıtık bireylerin faaliyetiyle oluşan sivil toplumdu. Aydınlanma, toplumun özgürleşmesinden, kişilere bağımlılığa dayalı eski düzen yerine, nesnel bağımlılığa dayalı ücretli emek - sermaye düzeninin gelmesini anlamaktaydı. Aydınlanmacı din eleştirisi, dini, halk yığınlarının cehaletiyle beslenen kolektif zihinsel yanılgı olarak, yani yanlış bilinç olarak ele alıyordu. Aydınlanmacıya göre din, halkı kasvetli bir uyuşukluk içinde tutan, eski düzene kölece boyun eğdiren zihinsel bir prangaydı. Eski egemenler, bu zihinsel prangadan yararlanarak, toplumu itaatkâr cemaat yapılanmaları içine hapsetmişti. Yanaşık düzen cemaat örgütlenmeleri, insanların zihnini ve günlük faaliyetini zapturapt altına almıştı. Bu durum, ücretli emek - sermaye ilişkisine, yani yalıtık bireylerin faaliyetiyle oluşan sivil topluma geçişi zorlaştırmaktaydı. O halde, toplumun özgürleşmesi için, eski egemenlerle birlikte din de devlet ve siyaset alanından kovulmalı, yani laiklik benimsenmeliydi. On sekizinci yüzyılın sonlarına doğru, ücretli emek - sermaye ilişkisi Avrupa’da belli bir yaygınlık kazandı. Geleneksel tarım toplulukları, loncalar çözüldü. Böylece daha geniş kesimler, eskinin durağan ilişkilerinden kopup pazarın anarşik işleyişinin tahakkümüne girdi. Birbirleriyle çatışan farklı çıkarlar, toplumsal çalkalanmalar arttı. 1789 Fransız Burjuva Devrimi’nin Avrupa’ya saçtığı gerilimler yeni yükselmekte olan düzeni sarstı. Eski düzenin donuk ama “güvenli” işleyişi özlenir olmaya başladı. Bu yeni hoşnutsuzluğa karşı mücadelede, on yedinci yüzyılın düşüncesel akılcılığı artık yetersiz kalıyordu.

Bu koşullar altında, kapitalist ilişkilerin en fazla ilerlediği İngiltere’de gelişen ekonomi politik imdada yetişti. Ekonomi politik, burjuva düzenin gerçek yaşamda nesnel dayanakları olduğunu keşfetmişti. Ekonomi politik, bu maddi işleyişlerden hareketle burjuva topluma bilimsel bir temel kazandırmayı amaçlıyordu. Almanya’da ise burjuva düzeni ekonomik gerekçelerle savunacak kadar gelişmiş bir ücretli emek - sermaye ilişkisi yoktu. Burjuvazi ekonomik-toplumsal olarak henüz zayıftı. Onun için burjuvazi, kendi düzenini hâlâ felsefenin yüksek katlarında savunmak zorundaydı. Akılcı ve evrensel ahlâk merkezli Alman felsefesi bu yolda işlev gördü. Marks’ın düşüncesi, sermayeye karşı muhalefetin yükselmekte olduğu bu koşullarda, İngiliz ekonomi politiği, klâsik Alman felsefesi ve Fransız ütopik sosyalizmini eleştiri temelinde gelişti. Eleştiriyi anlamak, Marks’ı anlamanın anahtarıdır. Onun için, Marks’ın eleştiriden neyi kastettiğini açıklığa kavuşturmak gerekir.

Marks’ta Eleştiri Ne Anlama Gelir

E

LEŞTİRİ kavramını sistematik olarak ilk geliştiren G.W.F. Hegel’dir (1770 - 1831). Hegel’e göre, her düşünce Mutlak Fikir’e doğru giden yolda bir aşamadır. Her fikir, Mutlak Fikir’e yönelen düşünce hareketinin bir aşamasını ifade ettiği için, göreceli olarak doğrudur. O halde, eleştirilen her argümandaki göreceli doğruyu yakalamak ve buradan hareketle Mutlak Fikir’e doğru ilerlemek gerekir. Aydınlamanın getirdiği eleştiri ise külliyen reddedicidir. Çünkü aydınlanmanın doğruları doğruluğu kendi içinden fışkıran doğrulardır. Aydınlanmacı eleştiri, başka hiçbir gerçeğe muhtaç olmaksızın sırf kendinden fışkıran gerçeklere, dolayısıyla tartışılmaz olan gerçeklere erdiğini vehmettiği için, kendi dışındaki her argümanı külliyen reddeder. Aydınlanmacı eleştiri, kendi “bilimsel doğru”su uyarınca toprağı boydan boya sürüp dümdüz ettikten sonra, kibirli bir edayla, gerçek buradadır, gerçek artık buradan başlıyor, gerçeğin önünde diz çökün diye dünyaya nizam vermeye kalkışır. Marks, aydınlanmacı yorumun yakıştırdığı gibi, aydınlanmacı eleştiriyi burjuvazinin nefesinin tükendiği yerden alıp aynı ray üstünde ilerletmiş değildir. Marks aydınlanmacı eleştiriyle aynı temeli paylaşmaz. Marks eleştiriyi bambaşka bir temelde yeniden inşa eder. Marks’a göre, “dinin eleştirisi bütün eleştirilerin öncülüdür”. O halde, Marks’ın eleştiriden neyi anladığını sergilemek için, Marks’ın din eleştirisini nasıl ele aldığına bakalım: “Dine karşı eleştirinin temeli şudur: Dini insan yaratır, din insanı yaratmaz. Din, gerçekte, kendini henüz bulamamış ya da tekrar kaybetmiş kişinin kendi hakkındaki bilinci ve kendisine saygı duymasıdır. Fakat insan, bu dünyanın dışında mekân tutmuş soyut bir varlık değildir. İnsan, insanın dünyasıdır, yani devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum, dünyanın tersine dönmüş bilinci olan dini yaratır. Çünkü devletin, toplumun kendisi tersine dönmüş dünyadır. Din, bu dünyanın (bu tersine dönmüş dünyanın - YZ) genel teorisidir, ansiklopedik veri dökümüdür, popüler biçimdeki mantığıdır, manevi anlamda onur meselesidir, heyecanıdır, moral onaylanmasıdır, kutsal tamamlayıcısıdır. Din, bu dünyanın (bu tersine dönmüş dünyanın - YZ) mazeret ve tesellisinin evrensel temelidir. Din, insani öz sahici bir gerçeklik kazanamadığı için, insani özün fantastik biçimde gerçekleşmesidir. Bu nedenlerle, dine karşı mücadele, dolaylı olarak, ruhsal aroması din olan dünyaya (tersine dönmüş dünyaya - YZ) karşı mücadeledir.

Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831)

“Dinsel ıstırap çekme, aynı zamanda, hem gerçek ıstırabın ifadesidir hem de gerçek ıstıraba karşı protestodur. Din, ezilmişlerin of çekmesidir, kalpsiz dünyanın kalbidir, ruhsuz koşulların ruhudur. Din halkın afyonudur.” “Halkın illüzyon biçimindeki mutluluğu olarak dinin ortadan kalkmasını istemek, halkın sahici mutluluğunu talep etmektir. Halkı içinde bulunduğu koşullar hakkındaki illüzyonlarından vazgeçmeye çağırmak, illüzyonu gerektiren koşulları terk etmeye çağırmak demektir. Dinin eleştirisi, bu nedenle, dinin hâlelediği bu acılar vadisinin embriyonik eleştirisidir.” “Eleştiri, zincirlerin üstündeki hayali çiçekleri koparıp atıyor. Bunu, insanlar zincirleri fantazileri ya da tesellileri olmaksızın taşısınlar diye değil, fakat zincirlerin kendisini kaldırıp atsınlar ve sahici çiçeği çekip alsınlar diye yapıyor. Din eleştirisi, insanın illüzyonlarından kurtulup aklı başına gelerek kendi gerçekliğini düşünmesi, kendi ger-

16

Sayı 29


SERÇEÞME

Marks Gerçekte Ne Dedi Yusuf Zamir Alev Yayınları, Şubat 2006, 975-335-053-8 25 x 23 cm boyutunda 188 sayfa, 10 YTL

çekliğini etkilemesi, kendi gerçekliğini biçimlendirmesi için, kendi gerçek güneşi olarak kendi çevresinde dönmesi için insanın gözünü açıyor. Din, insan kendi çevresinde dönmediği sürece, insanın çevresinde dönen aldatıcı bir güneşten başka bir şey değildir.” “Öyleyse tarihin görevi, gerçekliğin öteki dünyası yokolup gittikten sonra, bu dünyanın sahicisini ortaya çıkarmaktır. Tarihin hizmetindeki felsefenin acil görevi, insanın kendisinden yabancılaşmasının kutsal biçiminin maskesi düşürülünce, yabancılaşmanın kutsal olmayan biçimlerinin de maskesinin düşürülmesidir. Böylece, cennetin eleştirisi yeryüzünün eleştirisine, dinin eleştirisi hukukun eleştirisine, teolojinin eleştirisi siyasetin eleştirisine dönüşür.” (K. Marks, ‘Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkıya Giriş’, Şubat 1844, METY, (İng.), c. 3, s. 175.)

içinde bulunduğu koşullar hakkındaki illüzyonlarından vazgeçmeye çağırmak, illüzyonu gerektiren koşulları terk etmeye çağırmak demektir. Dinin eleştirisi, bu nedenle, dinin hâlelediği bu acılar vadisinin embriyonik eleştirisidir.” (K. Marks, agy, s. 175.) Marks’ın “din halkın afyonudur” cümlesi, içinde bulunduğu anlam bütününden koparılarak, zihni tembelleştiren bir şehvetle tekrarlana tekrarlana, Marks aydınlanmacı bir yavanlığa indirgenmiştir. Cahiliye devri solcuğu bu cümleyi aydınlanmacı sığlıkta kullanmıştır: Din, egemen sınıfların yığınlara enjekte ettiği zihinsel bir uyuşturucudur! O halde külliyen reddedilmelidir. Oysa cümle ait olduğu bütün içinde okunursa farklı bir anlama gelmektedir:

Aydınlanmacı eleştiri dini yanlış bilinç olarak görür. Bu tespitten hareketle, “yanlış”ı zihinlerden kovarak yerine “doğru”yu yerleştirmeye çalışır. Dini hurafedir diye bir kenara iten aydınlanmacı, külliyen reddedici din eleştirisiyle Marks’ın hiçbir ilgisi yoktur. Marks dini, gerçek dünyanın zihne yanlış yansıması olarak, zihinsel bir yanılgı olarak, yani yanlış bilinç olarak ele almaz. Dinin mistik bilinç biçimi olması başka şeydir, yanlış bilinç olarak değerlendirilmesi başka “Dinsel ıstırap çekme, aynı zamanda, hem gerçek ıstırabın ifadesidir şeydir. Dini, evet, insan yaratır ama dini zihninde yaratan insan, içinde hem de gerçek ıstıraba karşı protestodur. Din, ezilmişlerin of çekbulunduğumuz bu toplumun ürünüdür. O halde sorun zihinlerde değil, mesidir, kalpsiz dünyanın kalbidir, ruhsuz koşulların ruhudur. Din fakat insana yabancılaşmış faaliyettedir, insana aykırı toplumdadır, yani halkın afyonudur.” tersine dönmüş gerçek dünyanın kendisindedir. “İnsan, insanın dünyaYukarıdaki anlatıma göre, toplumda gerçek bir ıstırap çekilmektedir. sıdır, yani devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum, dünyanın tersine Din, bu gerçeği kendi fantastik söylem ve ritüelleriyle hem ifade hem dönmüş bilinci olan dini yaratır. Çünkü devletin, toplumun kendisi, terde protesto etmektedir. Din, ezilmişler açısından, bu kalpsiz dünyada sine dönmüş dünyadır.” tahayyül edilebileceği kadarıyla insanca özlemlerin paylaşılmasıdır. Marks’ta bilinç, insanların içinde bulunduğu fiili ilişkilerin zihinsel Bu anlatım zincirindeki afyon metaforu, bugünkü anlamıyla insanı yansımasıdır. Bu bağlamda, “din âlemi, gerçek dünyanın (tersine döninsanlıktan çıkaran uyuşturucu maddeye değil, fakat o devir tıbbında müş dünyanın - YZ) yansımasından başka bir şey değildir”. (K. Marks, acılara karşı kullanılan ağrı kesici ilaca gönderme yapmaktadır. Afyon “Metaların Fetişizmi ve Bunun Sırrı”, Kapital, 1867, (İng.), c. 1, s. 83.) metaforuyla kastedilen, ezilmişlerin dinsel ritüellerde yan yana gelerek O halde din eleştirisi, gerçek dünyanın niye tersine dönmüş olduğunun ruhen dayanışmaları, çeşitli kolektif avuntu pratikleriyle çektikleri gersorgulanmasına büyümek durumundadır. çek acıları bir nebze olsun azaltmalarıdır. Dinsel bilinç insanların fiili yaşam süreçlerinin bir yansıması olduDin, bilinci olduğu tersine dönmüş dünyanın insana aykırı karakteğuna göre, din hurafedir diye bir kenara atılamaz. Çünkü saçma, akıl dışı rinin zımnen farkındadır. “Asr-ı saadet” özlemi, “öbür dünya”daki songörünen dinsel bilinç biçimlerinde, aslında gayet akli toplumsal gerçeksuz mutluluk vaadi, şimdiki gerçek dünyada bir şeylerin ters gittiğinin liklerin şifreli ifadeleri saklıdır. O halde dinin eleştirel analiziyle, dinsel duyumsandığına işaret eder. Dindeki ezoterik-bâşifrelerde gizlenen toplumsal gerçeklikleri bulup tıni yorumlar, toplumsal pratikteki insana yabançıkarmak gerekir. cılaşmış karakterin yalnızca farkında olmanın da Dinsel ıstırap çekme, Marks, dinsel şifreleri çözerek, insanların fanötesindedir. Ezoterik-bâtıni yorumlar, tarih boyuntastik bilinç biçimlerine bürünmüş sahici insanlık aynı zamanda, ca yabancılaşmış karaktere karşı duruşun, dinsel özlemini ortaya çıkarır. Din, yabancılaşmış toplumhem gerçek ıstırabın ifadesidir görünümlü halk ayaklanmalarının zihinsel gıdası sal ilişkiler içine hapsolmuş insanın sahici insanlığı hem de gerçek ıstıraba olmuştur. çaresizce arayışıdır. Bu tersine dönmüş dünyada Dini yaratan yabancılaşmış toplumsal pratiğin, “insani öz herhangi bir sahici gerçeklik edinmekarşı protestodur. yani mülkiyet, meta, değer, para, devlet gibi mistik miştir”. Din, henüz sahici bir gerçeklik edinememiş Din, ezilmişlerin of çekmesidir, toplumsal olguların şifresi pozitivist bakış açısıyla olan insanın, yani insani özün “fantastik biçimde kalpsiz dünyanın kalbidir, asla çözülemez. Çünkü pozitivist bakış, toplumu bir gerçekleşmesidir.” muammaya çeviren mistik olguları hiç eleştirip sorMarks’a göre, doğrudan üreticiler ile üretimin ruhsuz koşulların ruhudur. gulamaz. Pozitif bilimci yaklaşım, mistik toplummaddi koşullarının birbirinden ayrılması, insan Din halkın afyonudur. sal olguları sanki ebedî gerçeklermişçesine olduğu ile doğa arasındaki alışverişi sağlayan emek süregibi kabul eder. Pozitif bilimci yaklaşım, mülkiyet, cini insana yabancı, garip, tuhaf, sapkın bir hale Karl Marks meta, değer, para, devlet gibi mistik toplumsal ilişgetirmiştir. Bu yabancılaşmış, sapkınlaşmış emek kilerin “akla uygun” teorisini yaparak, o sapkın, o süreci, mülkiyet, mübadele, meta, değer, para, sivil insana aykırı ilişkileri insanlara doğalmış gibi göstermeye çalışır. Böyletoplum, devlet gibi insana yabancı, insana aykırı, saçma toplumsal ilişki ce tersine dönmüş dünyanın yeniden üretilmesine hizmet eder. biçimleri, yani tersine dönmüş bir dünya yaratmaktadır. Dinsel, felsefi düşünceler, insana yabancılaşmış insan faaliyetinin İnsanların kontrol edemedikleri, kontrol edemedikleri için de akıl-sır yarattığı mistik toplumsal ilişkilerin zihinsel yansımalarıdır. Ekonomi erdiremedikleri doğa güçleri, insanlara mistik olgular olarak görünür. politik, sosyoloji, siyaset bilimi gibi pozitivist yaklaşımlar da aynı mistik Aynı şekilde, insanlar mülkiyet, mübadele, meta, değer, para, piyasa olaolguların başka düzeydeki teorik yansımalarıdır. O halde, dindeki mistik rak katılaşan kendi yabancılaşmış faaliyetlerini de kontrol edememekargümanların mantıksal olarak çürütülmesi, yerine pozitif bilimlerin yol tedirler. Onun için, insanların kendi faaliyetleri, insanların karşısına ingöstericiliğinin ikame edilmesi, zihni içinde bulunduğu mistik sislerden sandan ayrı, insana yabancı, akıl-sır ermez, garip, tuhaf, gizemli, mistik kurtarmaz. Gerçek dünyanın tersine dönmüş hali düzeltilmediği sürece, toplumsal olgular olarak çıkmaktadır. zihinlerdeki mistik sisler dağılmaz. İnsan faaliyeti sapkın halden kurtaDin, bu tersine dönmüş dünyanın, bu mistik maddi ilişkilerin popüler rılıp insana yakışır faaliyet haline getirilmediği sürece, toplumdaki mülbilincidir. Eğer bu bilinç akıl dışı ise sorun, onu yaratan tersine dönmüş kiyet, meta, değer, para, devlet gibi mistik olgular ve o olguların çeşitli dünyanın akıl dışı olmasındadır. Onun için, eğer din eleştirisinde tutarlı düzeylerdeki mistik bilinci sürekli olarak yeniden üretilir. olunacaksa, eleştiriyi, dini yaratan akıl dışı koşulların, yani mistik Marks’taki din eleştirisi, tersine dönmüş dünyanın yalnızca dinsel toplumsal ilişkilerin eleştirisine büyütmek gerekir: bilincini reddeden ateizm savunusu değildir. Marks’taki din eleştirisi, “Halkın illüzyon biçimindeki mutluluğu olarak dinin ortadan kalkmasını istemek, halkın sahici mutluluğunu talep etmektir. Halkı (Devamı 18. Sayfada)

Mayıs 2007

17


SERÇEÞME

Din ve Bilim İlişkisi

(Baştarafı 17. Sayfada)

Dinin Eleştirisi ve Marks tersine dönmüş dünyadaki mistik toplumsal olguların dinsel ifadesine karşı çıkan ama aynı mistik ilişkilerin “bilimsel” teorisini yapan pozitif bilim savunusu da değildir. Marks’ta eleştiri, “varolan her şeyin acımasızca eleştirisi”dir. Marks, eleştiriyi dinin eleştirisinden hareketlendirerek ekonomi politiğin, sivil toplumun, siyasetin, devletin eleştirisine doğru her cephede saldırıya dönüştürür. Marks, toplumu bir muammaya çeviren mistik ilişkilerin, fetiş biçimlerin tamamına ve onları mazur gösteren bütün teorik sistemlere taarruz eder: “Tarihin hizmetindeki felsefenin acil görevi, insanın kendisinden yabancılaşmasının kutsal biçiminin maskesi düşürülünce, yabancılaşmanın kutsal olmayan biçimlerinin de maskesinin düşürülmesidir. Böylece, cennetin eleştirisi yeryüzünün eleştirisine, dinin eleştirisi hukukun eleştirisine, teolojinin eleştirisi siyasetin eleştirisine dönüşür.” Aydınlanmanın dine hurafe teşhisi koymasının mantıksal sonucu, halka “doğru” bilgiler öğretmenin çare olarak görülmesidir. Bu nedenle, aydınlanmanın laiklik mücadelesinde eğitim unsuru belirgin bir vurgu taşır. Maarifçi yaklaşım, pozitif bilimle aydınlanmış bireyler yetiştirerek toplumun dönüştürülebileceğini savunur. Aydınlanmanın etkilerini taşıyan ilk ütopik sosyalistler de sabırlı eğitim çalışmasıyla insanları sosyalizme ikna edebileceklerini sanmışlardır. Oysa Marks’a göre, insanlara “doğru”ların öğretilmesiyle gerçek dünyanın tersine dönmüş hali düzeltilemez. Marks’a göre, zihnin demistifikasyonu, yani insan zihninin gizemden arınması, eğitim-öğretim faaliyetine değil, fakat günlük yaşamdaki mistik toplumsal işleyişleri fiilen ortadan kaldırmaya yönelen devrimci, pratikeleştirel faaliyete bağlıdır. İnsana yabancı, insana aykırı, sapkın ilişkileri ortadan kaldırmak için, böylece sahici insan ilişkilerini yaratmak için, bütün mistik toplumsal ilişkilerin, fetiş biçimlerin ve bunların zihinsel yansımalarının devrimci, pratik-eleştirel faaliyetle dönüştürülmesi gereklidir. Mevcut dünyanın tersine dönmüş hali evrensel bir devrim süreci içinde tekrar tersine döndürülerek düzeltilince, yani insanı tahakkümü altına alan mülkiyet, mübadele, meta, değer, para, devlet gibi mistik maddi işleyişler dünya çapında fiilen aşılınca, insan faaliyeti doğrudan doğruya insanların ortak denetimine girecektir. Evrensel insanlığın kendi faaliyetini ortak denetime almasıyla, insan faaliyeti, dolayısıyla bu faaliyetin zihinsel yansıması saydam, açık ve anlaşılır olacaktır: “Günlük yaşamdaki pratik ilişkiler insanın insanla ve insanın doğayla ilişkilerini mükemmelen anlaşılır ve makul bir ilişki olarak sunduğu zaman, işte ancak o zaman, gerçek dünyanın dinsel yansıması tamamen kaybolup gidecektir. “Özgürce birleşmiş insanlar saptanmış bir plana uygun olarak ve bilinçli bir biçimde üretimi düzenlenmedikçe, maddi üretim sürecine dayanan toplumun yaşam süreci kendisini saran mistik tülü (mülkiyet, meta, değer, para, sermaye gibi mistik toplumsal olguları ve onların mistik bilincini - YZ) sıyırıp atamaz.” (K. Marks, “Metaların Fetişizmi ve Bunun Sırrı”, Kapital, 1867, c.1, s.84.)

18

İsmail Özmen, Yargıtay Üyesi

İ

BNİ SİNA (980–1037), Aristoteles’in (İÖ.384–322) kanıtlarına dayalı bir yaklaşım geliştirerek, “akıl insanın en yüce erdemidir, o tanrısal akıldan bir parçadır, bu nedenle Tanrı ancak akılla anlaşıla bilir” derken; Descartes (1598–1650), aklın Tanrı’yı keşfedeceğine inandı. Ondan 1200 yıl önce yaşamış Augustinus (354–430) ise, Tanrı’nın kanıtını insan bilincinde bulmuş, iman ve akıl arasında bir çelişki görmemiş, matematik aracılığıyla doğanın anlaşılabileceğini savunmuştur. Descartes’in akılla dışladığı duygulara düşünce sisteminde yer veren Paskal (1623–1662), akılcı kanıt ile ortaya çıkarılmamış bir “Gizli Tanrı”ya inanıyor, inancın sağduyuya dayalı akılcı bir kabul ediş olmadığında ısrar ediyordu. Pascal’a göre, Tanrı’nın varlığını kanıtlamak olanaksızdır; ancak aynı nedenle varlığını reddetmek de olanaksızdır. Çünkü akıl Tanrı’nın ne olup olmadığını bilmekte yetersiz kalır; ama Tanrı tamamen akıl dışı da değildir. Locke (1632–1704) ise, bu konuda özetle şunları söyler: “Tanrı dinde yine kendisinin insana vermiş olduğu akla uygun yasaları; bu arada vahyi de bildirmiştir. Çünkü duyulara bağlı akıl ile insanın vahyin bildirdiklerine kendi başına doğrudan ulaşması mümkün değildir. Vahiy aklın üzerindedir. Ancak akla uygundur. İnsan sınırlı aklı ile her şeyi bilemeyeceği için Tanrı vahye başvurmuştur. Eğer, dinin akla uygun olması gerektiği ilkesi ileri götürülürse, vahiye bağlanma gereği de kalmaz. Vahiy bir kenara bırakılınca da, aklın kendisinin ortaya koyduğu “Doğal Din”e varılır. “Doğal Din” her türlü dış şekil ve geleneklerden bağımsız olarak insanın doğasına yerleşik, inançlardan kurtulmuş din demektir.” Panteist bir düşünce sistemine sahip Spinoza (1632–1677)’ya göre, her şey mutlak bir mantığın egemenliği altındadır; dolayısıyla akıl dünyasında hür irade veya fizik dünyasında olasılık diye bir şey yoktur. Spinoza gibi akılcılar (rasyonalistler) inancın düşüncelerdeki güç ve gerçeklikten doğduğunu, zihin ile iradenin ayni şey olduklarını söylerler. İngiltere’de Matthew Tindall (1657– 1733) ve John Toland (1670–1722) gibi teologlar gizemlerinden arınmış ve gerçek bir “Akılcı Din” kurmak istiyorlardı. Onlar gibi düşünenler, bir yandan bir vahiy dini olan Hıristiyanlık ile “Akıl Dini”ni uzlaştırmaya çalışırken, diğer yandan da bu vahiy diniyle büsbütün ilişkileri keserek tek din olarak “Akıl Dini”ni kabul edip ona göre yaşamayı öngörüyorlardı. Voltaire (1694–1778) ise, akıl dışı her şeyi reddediyor ve akılla bulunmuş olan, aklın kabul edip benimsediği “Akıl Dini”ne inanıyordu. Bu görüşteki düşünürler bir yandan vahiy dini olan Hıristiyanlık ile “Akıl Dini”ni uzlaştırmaya çalışırken, diğer yandan bu dinle tüm ilişkileri keserek “Akıl Dini”ne bağlı kalmayı gündemde tutmaya çalışıyorlardı. Onlara göre iman, zihinsel bir faaliyetin sonucudur. Ancak, akıl iman için gerekliyse de, inancı belirleyen sadece akıl değildir. Bunun yanı sıra iman da gereklidir. Akıl, her an, her yer ve koşulda imanı götüremez. Sorgulayan akıl hep işe karışır. Gide gide iman sistemini süzgeçten geçirerek çelişkilere varıp dayanır, orada kalır. Ünlü fizikçi Stephan Hawkins; “Dini inançlarımız içinde Tanrı’nın yaşlı beyaz sakallı dev bir varlık olarak insanlara yukarıdan şefkatle bakan imajı doğru değildir. Einstein’ın bilimsel yaklaşımıyla Yaradan, evrendekileri zar atarak yaratan tesadüfî bir varlık anlayışından daha da bilimseldir. Günümüz bilimi hâlâ evrenin yaratılışı ile insan soyunun gelişimi gibi değişik konularda dinsel efsanelerden ve dinsel inançlara ait felsefî yorumlardan esinlenmektedir. 20.yüzyılın sonuna geldiğimiz günümüzde, dinî inançlara dayalı olarak, evrenin akıl ve hikmet sahibi bir varlık tarafından yaratıldığını düşünüyor, insanın bu yaratış serüvenindeki rolünün henüz çözülemediğini ve insanın bir amacının olup olmadığını bilemiyoruz” demektedir. Albert Einstein ise yine de “kişisel duyguların, toplumsal maksat ve arzuların dışında, doğa ve düşünce dünyalarını bilimsel ve aklî olarak anlamak, insana en derin iman duygusu verir.”der. Tamamen bilimsel verilerin ışığı altında çalışan bilim adamları, Kuantum Teorisi ile kendi kendini yöneten bir evren düşüncesini terk ederek, evrenin içsel düzeninin kavranıp algılanamayacağını açıklarlar. Bu gün, birçok bilim adamı tarafından İzafiyet Teorisi’nin ilkeleri içine dinî inançları da katmanın gerekli olduğu kabul edilmektedir. Görülüyor ki, iç âlemin ve dış âlemin anlaşılmasında deneysel ve bilimsel bilgi, çok önemli bir yere sahiptir. Ama bilgi, tasnif edilmiş bir akıl yığınağıdır. Bilimsel-deneysel veya bunların dışındaki bir bilgi ayırımı ya da tasnifi pek mantıksal ve doğru olmaz gibime geliyor. Bilgi bilgidir. Aslında ise bilim, olguların nedenlerini değil, olgular arasındaki değişmez (yasal) ilişkileri bulmaya ve açıklamaya çalışır. Karşılaştığı her şeyin bir nedeni olduğunu düşünür. Ama Kuantum Fiziği’ne göre her şeyin bir nedeni olduğu düşüncesi sadece bir varsayımdır. Hatta doğru olmama olasılığı daha fazla bir varsayımdır. Gerçekten “neden-sonuç” ilişkisi aklımızın bir alışkanlığıdır. Ampirist David Hume (1711–1776)’un ileri sürdüğü gibi “zorunluluk nesnelerde değil, zihinde var olan bir şeydir.” Aslında, her şeye bir neden, bilimsel bir yanıt bulma zorunluluğu yoktur ve doğa yasaları da akla uymak zorunda değildir; ancak akıl doğa yasalarına uymak zorundadır. Akıl ve duyu organlarıyla insanın Tanrı’yı aramasını, Nasrettin Hoca’nın koyu karanlık bir yerde düşürdüğü anahtarını ışıklı bir yerde aramasına benzetebiliriz. Yani, bilimle Tanrı’yı bulmak mümkün olmadığı gibi, salt dogmalara saplanıp kalmakla da Tanrı’ya ulaşılamaz. Bunları bilimin araladığı kapılardan görebilmekteyiz. DNA yapısında ortaya çıkan mutasyonlar ile radyoaktif atomların parçalanması buna örnek gösterilebilir. 8.yüzyılın başında yaşamış olan İslâm düşünürü Kindî, “ilim varlığın hakikatini bilmektir” derken bunu açıkça anlatıp vurgular. Gerçekten “Hakikatlerin Hakikati” tek bir hakikat olan Yüce Tanrı’dır. O’na ancak “gönül yoluyla” ulaşılır. Bütün bunlara karşın, gerçekte insanın görevi, her ne pahasına olursa olsun her yerde ve her zaman bilgiyi arayıp bulmaktır. Bu, bilgi hamallığı sayılamaz; ileride kullanmak için bilgi rezervi yapmak anlamına gelir. “Devlet” adlı ünlü yapıtında Platon “gerçek” kavramı işini şöyle betimler:

Sayı 29


SERÇEÞME “Bir mağara düşünün ki, içinde bir takım insanlar yüzleri duvara, belirtmiştik. Makrometrik evrenin büyük fiziksel evreni, mikrometrik arkaları mağaranın çıkışına dönük olarak oturmaktadır. Bunların her evrenin ise hem en küçük fiziksel evreni, hem de simgesel olarak, fizik biri, başlarını geriye döndüremeyecek şekilde zincirlerle bağlanmışötesi/gönül evrenini, manevî evreni içerdiğini vurgulayıp belirtmiştik. lardır. Bunlar karşılarındaki duvarda devamlı hareket eden ve değiŞimdi bir yandan konu ve kavramlara daha değişik açılardan bakmaya şen gölgeler görmektedirler. Her biri bütün ömürleri boyunca bu gölçalışırken, diğer yandan da evrenin tekli (monistik) ya da ikili (dualisgeleri görmüş; bunları bu şekilleri ile var ve gerçek tik) bir yapıya mı sahip olduğunu, yani her varlığın bir kabul etmiştir. Onlar için görülen bu hayallerden (madde), bir de (ruh) yapısı mı vardır? Yoksa varlıklar Aslında ise bilim, ve gölgelerden başka bir âlem yoktur. Fakat içle(tek) bir yapı halinde midir? Ya da (ruh) diye ayrı bir rinden biri, bir gün boynunda ki zinciri koparmayı olguların nedenlerini değil, varlık yapısı olmayıp, her şey (madde)nin değişik döbaşarıp, başını arkaya çevirince, mağara ağzında nüşümlerinden mi ortaya çıkmıştır, oluşmuştur? “Varolgular arasındaki bir takım adamların ellerinde bazı şeyler taşıdığını lık” yalnız “ruh”dan mı meydana gelmektedir ve bütün değişmez (yasal) ilişkileri bu görünenler “ruhun maddeye etkisinden” başka bir ve duvara akseden gölgelerin bu şekillerden geldişey değil midir? Yoksa “varlık” bütün bunların dışınğini anlar. Mağaradakilerin ömürleri boyunca karbulmaya ve şılarındaki duvarda gördükleri gölgelerin, gerçekte da “iki yapıya” birden mi sahiptir? Ruh, tıpkı madde açıklamaya çalışır. bu şekillerin yansımasından ibaret olduğunu idrak gibi yaratılmış mıdır? Yaratılmışsa ezelî olmayan bir Karşılaştığı her şeyin edip anlar. Gerçek olarak kabul edilen ve inanılan “şey”in ebedî olması mümkün müdür, sorularına kısa bu gölgelerin gerçek varlığı yoktur. Gerçek başka bir nedeni olduğunu düşünür. yanıtlar aramaya çalışalım. Görülüyor ki, bu sorulabir plânda bulunmaktadır.” Ama Kuantum Fiziği’ne göre rın hepsi, metafizik saptama ve olgularla dolu olup, bunlara doğru ve olumlu yanıtlar bulmak olanaksız her şeyin bir nedeni Bu anlatımda görülen o ki, gerçeği algılamada bilgörünmektedir. Ama insan beynini hep meşgul etmiş ginin ne denli önemli olduğu vurgulanmaktadır. Ha olduğu düşüncesi sorulardır. şunu belirtmeden geçmek olmaz, insanın aklı ve duyu Dünyamızda yaşamış insanların belli bir kısmının sadece bir varsayımdır. organları ile edindiği bilgi, ancak “Sonsuzluk Kapısı”na bir dönem tapındığı, tanrı sandığı güneşimiz evrendeHatta doğru olmama kadar geçerlidir, “Sonsuzluk Kapısı”dan sonra akıl ve ki galaksi kümelerinden biri olan Samanyolu’nda yer olasılığı daha fazla bir duyu organları yetersiz kalır. Bundan sonrası için, yani alan 1010 yıldızdan biridir. Bugün birbirlerinden büyük görülmeyen Batıni Âlemi algılayabilmek için “Gönül bir hızla uzaklaşan/genişleyen evrene bakarak tüm varsayımdır. Gözü” ve “Can Kulağı”ndan oluşan “Basiret” gerebunların 5–6 milyar yıl önce bir arada oldukları dükir. Basiret ise, ilahî bir bağıştır, bu imanın bir parşünülebilir. Başlangıçta minicik bir hacimde, yüksek çasıdır; iman olmadan basiret olmaz. Tek başına iman sahibi olmak da bir basınç ve sıcaklık altında kalan bu “çıplak atomlar”, henüz bilmeyetersiz kalabilir, bu yetersizliği hep bilgi giderir. Bunun için Kuran-ı diğimiz bir nedenden ötürü birbirlerini, şiddetle iterek açılmaya, dağılKerim “...bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl samaya başlamışlar, âdeta patlayan bir bomba gibi boşluğa yayılmışlardır. hipleri öğüt alırlar.” (Zümer-39:9); “...bilgece kavrayamadığın bir şeye Yayıldıkça yoğunlaşıp soğuyarak atomik düzeyden galaktik düzeye kanasıl dayanabilirsin.” (Kehf-18:67); “Rabbim bilgimi artır de” (Tâ-Hâdar değişik sistemlerin, özetle, yaşadığımız evrenin ortaya çıkmasına 20:114); “Allah’ın kulları arasında O’dan korkanlar ancak bilginlerdir.” sebep olmuşlardır, diyebiliriz. Ama gerçekten evrenimizin kaynağı olan (Fâtır -35: 28). Bir hadiste ise Hz. Muhammed, “İlim öğrenmek bütün bu ilkel maddenin kaynağı nedir ve neden patlamıştır, bunları şimdilik Müslümanlara farzdır” demektedir. “Tanrı ve Yeni Fizik” adlı eserinde bilemiyoruz. Belki ileride bunlar da çözümlenip öğrenilecektir. Peki, Paul Davies, “Tanrı’ya ulaşmada bilim, dinden daha kesin bir yol sunar. evrenimizin bu genişlemesi ne zaman duracaktır, yoksa böyle bir genişDoğru ya da yanlış, bilim dinî sorunların ciddi olarak çözümlenebileceği leme olmamakta mıdır? Yaratılıştan bu yana en fazla azami 6 milyar yıl noktaya erişmiş durumdadır” derken; İngiliz düşünürü William James geçtiği ve galaksilerin birbirlerinden madde için azami hız olan ışık hızı(1842–1910), “İnsan iki kanatlı kuşa benzer. Bu kanatlardan birisini ilim, na, yani (300.000 km/sn)’ye yakın bir hızla uzaklaştıklarını hesaplarsak diğerini iman teşkil eder. İlim ve iman kâinatın hazinelerini açmak için evrenin çapının 4x1017 km. olması gerekmektedir. Bunun gerçek anlamı kullandığımız iki hakiki altın anahtardır” demektedir. Dr. Murat Yurdaise, evrenin sonsuz değil, sınırlı olduğu gerçeğidir. Ancak, evren yalnız kök, “Işığa Doğru” adlı yapıtında bu cümleyi şöyle tamamlar: en büyük sonsuzlukta değil, en küçük sonsuzlukta da aklın alamayacağı alanlarda hızla yayılıp genişlemektedir. Fizik bilimi dünyasında atomun, maddenin bölünmeyen en son parçası olmadığı uzun süreden beri biliMakrometrik - Mikrometrik Evren ve Zaman nen bir gerçektir. Evrenin sonsuz olduğu doğru mudur, evrenin sınırDüşünce tarihinin başlangıcından bu yana, birçok düşünür, filozof ve larının ötesinde ne vardır? Yoksa başka evrenler mi mevcuttur? Bu ve mutasavvıf asıl gerçek âlem, şu görünen şekiller dünyası ile onların ruhu benzeri sorular halen, yanıt bekleyen bilimsel sorular olarak karşımızda olan “gayb âlemi” üzerine birçok görüş ve düşünceler içeren eserler ordurmaktadır. Bilim ve akıl bu soruları yanıtlamaya devam edecektir. taya koyup, bazı yeni sistemler öngörmüşlerdir. Etimolojik açıdan gayb, Onların görevi budur. gözden gizli kalana verilen addır, yani duyularla algılanamayan, insanın Aslında algılayabildiğimiz kadar, içinde bulunduğumuz ve bir parçagözlem, deney ve bilgi sınırları dışında kalan her şey gaybdır, bilinmez. sı olduğumuz evren de, madde ve enerjiden oluşmuştur. Evren bize büEski dönemlerde geçerli olan kosmologıya’ya göre kâinatta, beş duyuyla yük bir boşluk gibi gelebilir. Madde boşlukta yer işgal eden bir “şey”dir. algılanabilen maddi âlem (şehadet âlemi) ile beş duyudan gizli kalan ve Enerji ise, maddenin hareketini sağlayan “şey”dir (E = m x c2); c: ışık metafizik âlem sayılan (gayb âlemi) mevcuttur. İşte bu âlemler, çoğu kez hızı, m: kütle, E: enerjidir. Yani madde yoğunlaşmış enerji demektir. bilinmediği ve çok uzakta oldukları için insanın dikkatini çekerek onun Demek ki, belli koşulların gerçekleşmesi durumunda madde her zaman beynini, zihnini, düşünce âlemini hep meşgul etmiştir. enerjiye, enerji de maddeye dönüşebilir. Dahası, konuya biraz daha açıkKuran’ın Cin suresinin 26. ve 27. ayetlerinde Allah, “Gaybı bilen lık getirebilirsek, fiziksel evrenin madde yoğunluğu 10–30 gr/cm3 dür. O’dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçiye gösAtomlar arası boşluk ise çok daha büyüktür. Atomun yapısındaki elekterir. Çünkü O, elçinin önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar.” buyutronlarla çekirdek arasındaki uzaklık orantısal olarak güneşle gezegenler rurken, bu eski sistem biçimini doğrular. Elbette ki bu ayırım salt yaraarasındaki uzaklığın 8.000 katıdır. Çapı 10-8 cm. olan atomun çekirdeğitıklar içindir. Yaratan için gayb yoktur, hepsi görülen ve bilinen Şehani insan büyüklüğünde bir kaya olarak düşünürsek, elektronun bundan det Âlemi’dir. Öyleyse gayb âlemi, kâinatın ruhu durumundadır. İslam yaklaşık olarak 20 km uzaklıkta dönen yumruk büyüklüğünde bir taş mutasavvıflarından İmam Gazzali’ye göre sıcaklık, soğukluk esasında olması gerekir. Evrendeki bu boşlukları henüz ne olduklarını bilemedibirer titreşimdir. Bundan dolayı ışık ısıya, ısı ışığa dönüşebilmektedir. ğimiz birçok madde mi (kara enerji gibi) doldurmaktadır, bilemiyoruz. Işık dediğimiz parıltı da dış dünyadan bize gelmez. Koku ve tat da titEvrenimizde iç içe bulunan her iki fiziksel evrende de (makrometrik ve reşen maddelerden gelen titreşimin, tat ve koku alma duyularında aldığı mikrometrik) maddenin giderek seyrekleşen yapısı, bilmediğimiz ve durumdur. Frekansları değişik titreşimlerin tecellisi de değişmekte, kimi bilemeyeceğimiz sonsuzluklar içinde inceleme olanaklarımız dışına çıbizde ses, kimi sıcaklık, soğukluk, koku ve tat halinde kendini gösterkarak yitip gitmektedir. Bu sonsuzlukların ötesinin algılanıp bilinememektedir. Gerçek olan bunlar değil, bunların dayandığı titreşim, yani mesi, onların bizim boyutların dışında kalmasından kaynaklanmaktadır. hareket ve eylemlerdir. Zaten modern bilime göre de dış görünüş, sadece İnsan olarak bizim algılayabildiğimiz maddeler, üç boyuttan (uzunlukduyularımızın algılarından ibarettir. Bütün bunlar beyinde, mahiyetini genişlik-derinlik/yükseklik) meydana gelmiştir. Bu olgu, insana özgü bir ve oluşumlarını henüz kesin ve açık olarak bilemediğimiz birçok karışık değerlendirmedir. Çünkü evrende üç boyutta ifade ettiğimiz geometrik işlemlerin sonunda ses, ışık, koku vb. şekillerinde algılanır hale gelirler. şekillerden başka türlü bir şekil tasavvur etmek bizim için olanaksızdır. Makrometrik (makro kosmos) ve mikrometrik (mikro kosmos) evren Bu nedenle, bizim bilmediğimiz boyutlarda oluşan, ya da oluşmuş belki kavramlarına daha önce yeri geldiğinde birçok kez değinmiş, evrenin son (Devamı 20. Sayfada) bulgulara göre yuvarlak değil, büzülmüş bir rulo görünümü arz ettiğini

Mayıs 2007

19


SERÇEÞME

SÜLEYMAN ZAMAN

Güzel Dost Yazdın onca eserleri Aydınlattın beyinleri Toplardın tüm verileri Bir mürşittin, sen güzel dost Savunurdun evrenseli Mertebenle, oldun veli Tinde esen, bir sam yeli Bir önderdin, sen güzel dost Boyun kadar kitapların Dost söyledi, hep dillerin Olmadı hiç ödünlerin Ödünsüzdün, sen güzel dost Araştırdın, sorguladın Yaşam boyu, hiç durmadın Tarih yazdı, senin adın Ölümsüzsün, sen güzel dost Anadolu bilgesiydin Gerçeklerin gür sesiydin Dervişlerin nefesiydin Filozoftun, sen güzel dost Verdin Cevri mahlasını İnsanlığın en hasını Kamilliğin manasını Öğretmiştin, sen güzel dost Gidecektir bir gün gelen Eserlerdir baki kalan Üretendir soru soran Hep ürettin sen güzel dost Yol gösterdin, Zamanım’a Hizmet sundun, insanlığa Dünyada ki, tüm canlara Değer verdin, sen güzel dost

MILLA AHMET TORAMAN

Tatlı Sert Yüzüne vururlar aybını elin, Hiç kendi suçunu gören olur mu? Kabahat kız olsa etseler gelin. Acaba gerdeğe giren olur mu? Şimdi mal devridir böyleydi dün de Kürk yoksa itibar olmaz düğünde Cahilin Karun’a döndüğü günde İlimle göğsünü geren olur mu? Kaide değişti sabreden derviş Murada ermeden bir gün gebermiş Aslanın ağzına el atmaktır iş Lokmayı kolayca veren olur mu? Bu hasis devirde 70’lik ninem Diyor ki, altınla süslensin sinem Mahşerde maaşlı olsa cehennem Atını cennete süren olur mu?

20

(Baştarafı 19. Sayfada)

Din ve Bilim İlişkisi de sonsuz sayıda evrenler vardır. Bizim evrenimizden bir derece daha yüksek boyutlu bir evrenin görüntüleri konusunda hiçbir şey söyleyemeyiz. Ancak, böyle bir evrenin bizim akıl ve hayalimize sığmayan sürpriz değişikliklerle dolu olduğunu tahmin edebiliriz. Öyleyse, bizim evrenimiz makro metrik ve mikrometrik sistemlerle doludur dersek, hiç de yanılmış olmayız. Modern fizik biliminin son verilerine göre, atom çekirdeğini oluşturan hadronlar (proton ve nötron) elektrondan 1836 kat daha büyüktür. Hadronlar, kuarklardan oluşmuştur. Elektrondan 600–10.000 kat daha büyük olan kuarklar, elektronun bir birimlik yüküne karşılık, onun bir kesri (1/3–2/3) kadar negatif ya da pozitif elektriksel yük taşırlar. Ancak kuarkları oluşturan başka parçacıklar var mıdır, yok mudur şimdilik bunu bilemiyoruz, ancak fizik bilimi ve teknoloji bunun peşinde koşmaktadır. Evrende hiçbir şeyin çözümsüz kalmayacağına inanmaktayız. Zaten, kuarklar birbirleriyle gluon alışverişinde bulunarak bir arada kalırlar. Bunun gibi, kitlesel çekimden gidilerek gravitonların, elektronları çekirdeğe bağlayan fotonların varlığı kabul edilebilir. Ancak, çekirdek elemanlarını birbirlerine bağlı tutan başka “şey”lerin olduğu da düşünülmektedir. Bugün 100 kadar farklı temel “şey” bilinmekte olup, buna her yıl yenileri de eklenmektedir. Bu yeni “şey”ler, elektriksel olarak yüksüz, kütleleri sıfır olan kuantum tanecikleridir. Bunlar hem dalga-alan, hem de parçacık özellikleri gösterirler. Bu özellik nedeniyle bunların ikili (dualist) yapıda oldukları dahi söylenebilir. İnsanı merakı bu karışık ve değişik noktalara taşımıştır diyebiliriz. Madde evrenine karşılık gelen bir de ne olduğunu henüz tam olarak bilemediğimiz “karşı madde-anti madde” evreni vardır. Ancak, madde ve anti madde, yani elektron ve pozitron birleşince, madde yok olurken açığa enerji çıkmaktadır. Algılayabildiğimiz evrende madde miktarının karşı madde miktarından çok daha fazla olması gerekir. Aksi takdirde varoluş olmazdı. Diyebiliriz ki, evrenin bir başka yerinde bu böyle olmayabilir. Maddenin özellikleri hızına bağlı olarak değişir, böyle bir halde, ışık hızında hareket eden hipotetik bir cismin, kitlesi sonsuz olur. Ancak, şunu gözden uzak tutmayalım, evrenimizde ışık hızı madde için aşılamayacak bir sınırdır. Ama ışık hızı üzerinde hareket eden taneciklerin (takyonların) olabileceği de düşünülmektedir. Zaten burada görülen o ki, madde “zaman”la ilişkilidir. Ancak bilim dünyasında, zamanın da ne olduğu tam olarak anlaşılıp algılanamamıştır. Zaman dediğimiz akıp giden şey, enerji midir, madde midir ve zaman nereye doğru akmaktadır, başlangıcı, önü, yönü, sonu neresidir? Anti madde evreninde ve ışık hızı madde için sınır olduğuna göre, ışık hızı ötesinde zaman nasıl akmaktadır? Madde evrendekinin tersi yönünde ise, olayların sonuçlarından önce meydana gelmesi nasıl olmaktadır? Bunun gibi maddenin evrende aynı anda iki yerde bulunabilmesi de tasavvurlarımızın dışındadır. Bir nesnenin aynı anda iki yerde birden bulunması mümkün görünmese de kuantum fiziğine göre atom ve parçacıkları bunu yapabilirler. Gökyüzünde gördüğümüz yıldızların birçoğu esasında bizden milyonlarca ışık yılı (3.1x107 km/yıl) uzaktaki dev galaksilerdir. Bunların ışıkları dünyaya yeni ulaştığından, gökyüzünde gördüğümüz bazı yıldızlar ömürlerini çoktan tamamlayıp yok olmuşlardır. Bizim gördüğümüz onların milyonlarca yıl önceki durumlarıdır. Sorumuza az da olsa bu örnek yanıt sayılabilir. Bugün astroloji ve fizik bilimleri dünyasında, evrendeki bütün maddelerin, evrenin oluşumu sırasında, hidrojen atomunun değişik oranlarda birleşmesiyle meydana geldiği kabul edilmektedir. Bu nedenle canlı ve cansız her şeyin “yıldızlardan” meydana geldiğini düşünmek belki de gerçekçi olur. Ancak, sonsuz evren sistemleri içinde dünyamızda canlıların ortaya çıkmasının sebebi nedir? Ebedî olmayan bir evrende, en fazla güneşinin enerjisi bitinceye değin ömrü olan şu garip dünyada, birbirlerini yiyerek ve sürekli evrimleşerek yaşayan canlı sistemlerin kendilerinin bile bilmedikleri var olma sebepleri nelerdir? Bir bilen var mı? Ortaya çıkıp söylesin! Yoksa bu şans, yalnız dünyamıza ve biz canlılara mı verildi? “Canlı cansız ayırımının kolayca yapılamadığı (kuaservatlar, virionlar), yaşamları için nükleit asit gerekmeyen canlıların (pironlar), dev hücre sistemlerinden ultramikroskopik canlılara değin değişik büyüklüklerde canlıların bulunduğu şu dünyadan başka gezegenlerde hayat var mıdır? Gelişmiş beyni nedeniyle kendisini diğer canlılardan ayrı ve üstün tutan insan nedir, kimdir? Daha kendi yapısını bile doğru-dürüst anlayamamış, beynine güvenerek kendisini yaratan yasaları keşfe çıkmış insan denilen bu yaratığın çabaları nedendir? Ona kendi yaşamının farkında olma özelliğini veren bilinç ve ruh nedir, kaynak neresidir?”(Murat Yurdakök, Işığa Doğru, s. 354, vd.) Yalnız, bu konuda sonuç olarak diyebiliriz ki; mademki evrenimizde her şey ilkel bir maddeden (hidrojen) yapılmıştır, öyleyse her şeyde “ilk bilgi” vardır. Yani evren yaratılmadan önce, onun nasıl olacağı önceden belirlenmiştir. Evreni yaratan ve nasıl olması gerektiğini önceden belirleyen “Doğa Yasaları”nı koyan bir Yüce Yaradan’ın varlığı işte burada ortaya çıkmaktadır. Bu yüce Yaradan evrendeki maddeyi ve bizim henüz algılayamadığımız madde ötesini, anti maddeyi, özellikle ruhu yaratmıştır. Bizim görevimiz bunları bilip tanıyarak “hakikat”a biraz daha yaklaşmak olacaktır. Evrende Allah’tan başka hakikat olmadığını bilimsel biçimde hep söyleyip durduk, yanılmadık mı, elbette yanıldığımız yerler, noktalar oldu, ama esasta, ana noktada yanılmadık inşallah! Şunu hiçbir zaman unutmayalım ki; bilim ve iman aynı anahtarın farklı yüzleridir. Biri olmadan diğeri hiçbir işe yaramaz. İşte eğitim ve öğretimin amacı, bu altın anahtara sahip bireyler yetiştirmektir. İnsan, akıl ve imanı; din ve bilimi ahenkle dengede tutmalıdır. Büyük Atatürk’ün dediği gibi: “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir.”

Sayı 29


SERÇEÞME

Gâhi Saz, Gâhi Söz Ali Keleş

G

EÇTİĞİMİZ AY Nazım Hikmet Kültür Merkezi tarafından gerçekleştirilen Kadıköy Geleneksel Günleri kapsamındaki bazı etkinliklere dair bir metin yazmıştık. İşte bu etkinlikler çerçevesinde yapılmak istenen ancak Ulaş Özdemir’in rahatsızlanması dolayısıyla ertelenen bir atölye çalışması vardı. Neyse ki Ulaş Özdemir çabucak toparlandı ve atölye çalışmasının yerine 11 Mayıs’ta “Gahi Saz, Gahi Söz” adıyla bir dinletisunum gerçekleştirdi. Beklediğimden daha çok sayıda dinleyicinin katıldığı sunum, saat 20:00’de başladı ve yaklaşık bir buçuk saat sürdü. Müzisyen kimliğinin yanında aynı zamanda bir etnomüzikolog olan Ulaş Özdemir, bir buçuk saat boyunca hem Alevi-Bektaşi deyişlerinden kimi örnekler icra etti hem de bu konudaki birikimlerini bizimle paylaştı. Ulaş Özdemir, etkinliğin bir konserden çok dinleti-sunum şeklinde olmasını istemiş bu yüzden de yapacağı sunumu bazı ana başlıklar ve alt başlıklar biçiminde oluşturmuştu. Ana başlıklar üç taneydi: Alevi-Bektaşi Kimliği, AleviBektaşi Müziğinde Türler ve Günümüzde Neler Oluyor? Ulaş Özdemir her şeyden önce, Alevi-Bektaşi kültürü içinde doğup yine bu kültür içinde büyümesine karşın “ırk” temelli bir Alevilik anlayışına sahip olmadığını üstüne basa basa belirtti. Tüm etnik farklılıkları birer zenginlik olarak gören Özdemir, Ehl-i Haklar’a, Ali’llahiler’e, Balkan Bektaşileri’ne aynı pencereden baktığını söyledi. Bu nedenle dinletisinde Ehl-i Hak müziğinden deyişlere de yer verdi. “Alevilik nedir?” sorusunun tek bir cümlede/şemada cevaplanamayacağını ancak kabaca şöyle tanımlanabileceğini dile getirdi: Alevilik, “İslam öncesi inançlardan pek çok motif içeren ancak İslam sonrası şekillenmiş bir inançtır”. Aleviliğin İslam inancına dahil olup olmadığı konusunu ise Ehl-i Hak inancından bir arkadaşının bu konuyla ilgili olarak anlattığı bir fıkrası ile özetledi. Bu fıkra şöyle: Bir gün köyün ileri gelenleri Nasreddin Hoca’ya derler ki; Hocam sen uyurken sakalını yorganın içine mi koyarsın, yoksa yorganın dışında mı bırakırsın? Hoca da o gece bunu test edip ertesi gün yanıtlayacağını söyler. Geceleyin önce sakalını yorganın içine alır ama uyuyamaz. Bunun üstüne sakalını yorganın dışına çıkarır. Fakat yine içi rahat etmez ve uykusu iyice kaçar. Ertesi gün ahaliye, “Ne bileyim ben. Benim bugüne kadar böyle bir sorunum yoktu ki” der. Özdemir bu fıkranın ardından Cem’in nasıl bir ibadet olduğundan ve Alevi inancındaki sözün kutsiyeti olgusundan bahsetti. Alevilikte “Âşığın sözü, Kuran’ın özü” diye bir söz vardır ve Alevilikte müziğe yani sese dair söylenen her şey aynı zamanda “saza” dairdir. Çünkü sazın kutsiyeti sözün kutsiyetinden gelir. Üstelik saz, bir toplumun “hafızası”dır. Ne yazık ki bugün biz, sazın kutsallığı kavrayışını yitirdik. Ama İran Azerbaycan’ındaki Ehl-i Haklar için tambur halen kutsal. Onların gündelik yaşamlarında bu sazın özel bir yeri vardır. Ardından “Alevi-Bektaşi Müziğinde Türler” başlığı açıldı ve deyiş, düvaz-ı imam, semah, miraçlama, tevhid ve mersiye’nin ne anlama geldiği, ne gibi genel özellikler taşıdıkları ve yerel farklılaşmaları nasıl yansıttıkları açıklandı. Alevi-Bektaşi müziğinde yerel farklılaşmalar özellikle önemlidir. Çünkü bu farklar aynı zamanda Alevi-Bektaşi müziğinin kendine özgü zenginlikleridir. Yerel farklara birkaç örnek vermek gerekirse; deyişler kimi yörelerde deyişat, deme ya da nefes gibi adlarla anılır. Aynı sözler Anadolu’nun farklı yerlerinde farklı melodiler eşliğinde icra edilebildiği gibi aynı melodi farklı yörelerde farklı sözlerle söylenebilmektedir. Semahlarda da her yörenin kendine has figürleri mevcuttur (Ancak semah adı altında bir şiir formunun varlığı tartışmalıdır. Çünkü bu metinler birer deyiş olarak yazılmışlardır). Yerel farklılıklara bir başka örnek de “zâkirler” konusundadır. Buna göre örneğin; Maraş’ta dedeler aynı zamanda zâkirdir. Kısas’ta ise cem sırasında sayıları kimi zaman on beşi bulan âşıklar çalıp söyler. Ayrıca Anadolu’da farklı etnik gruplardan farklı dillerde eser veren ozanlar da vardır. Ancak Ulaş Özdemir’e göre bu konu da hayli hassastır. Çünkü bu örnekler bugünün Türkiye’sinde manipülasyona çok müsait durumdadırlar. Bunun nedeni de Aleviler içinde dahi yetmiş üç millete aynı gözle bakamayanların olmasıdır. Bu konuda Ehl-i Haklar iyi bir örnek teşkil etmektedir. Ehli Haklar ve velilerinin büyük çoğunluğu Kürt’tür. Ancak Hacı Bektaş Veli’yi kendi pirlerinin don değiştirmiş hali olarak kabul etmektedirler. Özdemir’in Ehl-i Hak inancına sahip bir dostu bu konuda, “Cemden içeri girene Kürt müsün, Türk müsün diye sormayız”, diyormuş. Bu güzel örneğin ardından Ulaş Özdemir elindeki iki farklı sazdan da söz etti. Bu sazlardan iki telli olanın adı ruzba (kimi yörelerde ırızva olarak da adlandırılıyormuş). 1936 yılında Türk müziği ve folkloruna dair araştırmalar yapmak üzere Türkiye’ye gelen ünlü Macar besteci

Mayıs 2007

Béla Bartók da bu saza ilgi göstermiş. Araştırma notlarında Kır İsmail adlı bir ruzba ustasından bahsetmiş. Ayrıca iki telli sazın günümüzdeki en büyük ustaları Nesimi Çimen ve Hasret Gültekin imiş. Ulaş Özdemir’e göre ise bu saz gerçekten önemli. Çünkü genelde üç sıra telli olan bağlama grubu çalgılarının temeli bu iki telli sazdır. Üç farklı akort sistemi ve farklı karar sesleri ile çalınabilen bu saz, tüm akort sistemlerinde benzer tınılar elde edebilme olanağı sunuyor. Ulaş Özdemir’in ruzbası ise aslında hayli eski bir saz. Ancak müzisyen bu sazın gövdesini koruyacak şekilde onarılmasını sağlamış ve şimdi bu haliyle çalıyor. Üç telli diğer sazın adı ise dede sazı (bu saz da kimi yörelerde dambra adıyla anılıyor). Bu iki sazın günümüz bağlamalarından bir farkı var. Gövdeleri V şeklinde oyulmuş ve bu yüzden U gövdeli sazlardan daha tiz bir tınıya sahipler. Özdemir yaptığı araştırmalarda sazların gövdelerinin neden böyle oyulduğunu da ortaya çıkartmış. Sazlar yerde bağdaş konumunda otururken rahat çalınabilecek şekilde dizayn edilmiş. Böylece âşık sazını gövdesi ile kolunun arasına iyice sıkıştırabiliyor ve onunla âdeta bütünleşebiliyor. (İşte bu yüzden organ sözcüğü Latince hem saz hem de organ anlamındadır.) Günümüzün U gövdeli bağlamaları ise iskemle üstünde otururken daha rahat çalınabiliyor. Ulaş Özdemir sazlarından söz ederken bağlamanın tarihçesine dair farklı tezlere de değindi. Bağlamanın Orta Asya’dan gelişi ve temelinin kopuz olduğunu ileri süren tez de gerçeklik payına sahiptir. Ancak çok daha eski dönemlere ait Eski Hitit taşbaskılarında görülen bağlama benzeri saz figürleri de göz önüne alınmalıdır. Dolayısıyla bağlamanın temeline dair çok kökenli (poligenesis) bir bakış daha mantıklıdır. Buna göre bağlamanın da içine dâhil olduğu uzun saplı sazların, farklı ama yakın zamanlarda, farklı yerlerde ve birbirinden habersiz biçimde icat edilmiş olmaları yüksek bir olasılıktır. Ulaş Özdemir’e göre günümüzde Alevi-Bektaşi müziğinde neler olduğu konusuna gelirsek; müziğin içinde bulunduğu dönüşüm yeni örgütlenme biçimleri ile bağlantılıdır. Sivas olaylarından itibaren tüm Türkiye ve Avrupa’da ciddi bir Alevi-Bektaşi örgütlenmesi söz konusudur. Ancak bu bir tür paradoksu da kaçınılmaz hale getirmiştir. Çünkü bir yandan dernek vb. sivil toplum örgütleri dinsel inanca bulaşırlarken diğer yandan da cemler birer konsere dönüşme tehlikesi içindeler. Üstelik bu olgular bazı iktidar odakları tarafından da kullanılabilmektedirler. Tüm bunlar bir tür kafa karışıklığına yol açmaktadır. Doğal olarak bu kafa karışıklığı günümüzde âşıklık, müzisyenlik yapanlara ve onların yazdığı sözlere de yansımaktadır. Pek çok farklı deyişin kimi kısımlarının bir araya getirilerek yeni eserler gibi icra edilmeleri (yani bir nevi kes-karıştır tekniği) sözün ve sazın Kuran sayıldığı bir toplumun müziği için ilginç bir olgudur. Bir diğer önemli nokta Alevi-Bektaşi kimliği ve müziğindeki tek tipleşme eğilimidir. Ulaş Özdemir’e göre hem Alevi-Bektaşi geleneğinden gelmeyenlerin hem de bu topluluk içinde söz sahibi kişilerin AleviBektaşi kimliğini algılayış ve dile getiriş biçimleri, kimliğin ve müziğin tek tipleşmesine sebep olmaktadır. Bağlamadaki kısa sap olgusunun da bu durumun müzik alanındaki bir tezahürü olduğunu düşünen Özdemir, elindeki eski sazları tercih etmesinin bu anlamda önemli olduğunu vurguladı. Ancak tüm bu dönüşümlerin aceleyle iyidir ya da kötüdür diye yaftalanmadan önemli bir veri olarak ele alınması ve incelenmesi gerektiğini de belirtti. Çünkü sonuçta söz konusu olan; inanılmaz bir zenginliğe sahip Alevi-Bektaşi müziği ve edebiyatı. Tüm bu zihin açıcı açıklamalar ve dinleti boyunca seslendirdiği deyişler aracılığı ile Ulaş Özdemir biz dinleyicilere hem iyi bir müzisyen hem de iyi bir etnomüzikolog olduğunu kanıtladı. Dolayısıyla hak ettiği gibi ayakta alkışlandı. O’na buradan bir kez daha teşekkürlerimi sunuyorum.

21


SERÇEÞME

Bir Şiir Çalmanın Hazin Serüveni

ÖZNUR TANAL

Lütfi Kaleli

Hamza Babam Başında o fötr şapka Serilmiş ip yoktur ipte Gözü asırlık serapta Çabalar babam çabalar “Eyvaz” derlerdi, güzeldi Göreni meftun ederdi Gözlerinde mana vardı Hareler babam hareler “Çakır” gözlüydü anası Yok ki derdine yanası Dünyanın kar fırtınası Düreler babam düreler İnsanı kâmildi derdi Ömrün insanlığa verdi Halden bilmez onu yordu Yaralar babam yaralar Bir an geçirmezdi boşa Karlar yağdı garip başa Selamı kesen yoldaşa Zaralar babam zaralar Ana babasın sayardı Canı dost yoluna serdi Kiminden ihanet gördü Sayalar babam sayalar Evlatlarını yederdi Yoluna hizmet ederdi Hak bu derdi niye verdi? Soralar babam soralar Tüterdi sevda serinde Kin, öfke yoktu derinde Bütün evren üzerinde Turalar babam turalar Dönüşür emek yemeğe Adam yok mu söz demeye? Yollar arar yürümeye Sıralar babam sıralar Dost hasreti tüter serde Düştü bir amansız derde Her şeyi hayra yorar da Saralar babam saralar Fani dünya ortasında Dertlerin son tortusunda En zor sınav ertesinde Bocalar babam bocalar Hamza Tanal efsaneydi Bu dünyada bir taneydi Ciğer parem divaneydi Pareler babam pareler

2

TEMMUZ 1993 Sivas katliamının yıldönümü nedeniyle 1995 yılında Avustralya’daydım. Melbourne dernek başkanımız Turabi Bakır ile Mildura kentinde evine konuk olduğumuz Âşık Kul Hayrani, sohbet esnasında “Bir Şah olsam hükmeylesem cihana / Kilise, mescidi yıkar giderdim / Okullar yapardım bütün insana / Cehaleti kökten söker giderdim” dörtlüğüyle başlayan dört kıtalık bir şiir okuyor ve bu şiirin kendisine ait olduğunu söylüyor. Şiir içerik bakımından beni çok etkiliyor. Ancak başkan Turabi Bakır, “Bu şiiri sahiplenen çok kişi var” deyince tatsızlık yaşanıyor... Melbourne’a dönerken başkan Turabi, bu şiirin Âşık İbreti’ye ait olduğunu Kervan dergisinde okuduğunu söylüyor. Dergi kendisinde yoktu. Sidney’e gidince dernek arşivinde Kervan dergilerine bakıyorum: Kasım-Aralık 1993 tarih ve 32’nci sayısın da kapağında yer alan yedi kıtalık şiir Halil Öztoprak imzasını taşıyor. Nisan 1994 tarih ve 36’ncı sayısında da oğlu Haydar Öztoprak babasının yaşam öyküsünü anlatırken şiirin babasına ait olduğunu söylüyor ve şiir bir kez daha yayınlanıyor. Kervan dergisi bu konuyu tartışmaya açıyor. Eylül 1994 tarih ve 41. sayısında İsmail Kaygusuz, bu şiirin Âşık İbreti’ye ait olduğunu söylüyor; bestelenen bu şiiri 1970’li yıllarda okuyup kendisine mal eden Kul Ahmet’in, aynı şiiri okuyan Şinasi Koç Dede’ye kızıp onu mahkemeye verdiğini, ancak tanıklar gösteren Şinasi Koç’un aklandığını anlatıyor. Aynı sayıda Sabri Yücel de bu şiirin Âşık İbreti’ye ait olduğunu tanıklar göstererek söylüyor. Kasım 1994 tarih ve 43’üncü sayıda Halil Öztoprak’ın gelini Fadime Öztoprak, şiirin kayınpederine ait olduğunu; Kul Ahmet’in bu şiiri sazıyla topluma sunduğunu, daha sonra da kendisine mal ettiğini söylüyor. Âşık Mahzuni Şerif de şiirin Âşık İbreti’nin olduğunu söylüyor. Ozan Osman Dağlı şiirin Kul Ahmet’in olduğunu söylerken; Âşık Kul Hasan, Kul Ahmet’e “hırsız” diyor. Ve tartışma uzayıp gidiyor... Türkiye’ye dönünce bu işin aslını öğrenmek için alan araştırması yapıyorum. Önce Âşık İbreti’nin oğlu Haydar Gürel ile görüşüyorum. Kul Ahmet’in yedi kıtalık, Âşık İbreti’nin sekiz kıtalık şiirlerini dize dize okuyup karşılaştırma yapan Gürel diyor ki: “Kul Ahmet atom bombasını kuyuya dökerken; rahmetli babam, koca ülkeleri yok eden atom bombasını bir kuyuda yok etmeyi olanaklı görmediği için ulu deryaya dökmeyi yeğliyor...” Halk ozanı Mahmut Erdal ile görüşüyorum. “Şiir Âşık İbreti’nin” diyor. O ara beni telefonla arayan ve kendisini “Âşık Perişan” olarak tanıtıp, Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesine bağlı Haticepınar köyünden olduğunu söyleyen birisi, bu şiirin kendisinin olduğunu iddia etti ve dört kıtalık şiirini adresime gönderdi. Okuduğum şiir çok acemice yazılmış, uyaksızdı... 14 Ağustos 1995 günü Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı’nın Ankara Dikmen’deki Cem ve Kültür sitesi inşaatını gezdikten sonra dostlarla oturup sohbet ettik. Odada Vakıf Başkanı Ali Doğan, Ahi Mahmut Keçeci Baba Ocağı’ndan Muhsin Pehlivan, dedelerden Miktat Güler, ozanlardan Muharrem Yazıcıoğlu, Ali Başbuğ, Ali Cemal, Arap Ali, Adil Ali Atalay, Necati Erder ve Av. Kahraman Aytaç var. Şiir konusunu açıyorum. Miktat Güler hem Dede hem de Ozan, şiirin kesin olarak Âşık İbreti’ye ait olduğunu söyledi. Diğerleri de onu destekledi... Ertesi gün Hacı Bektaş Veli törenlerine gittik. Orada Mahzuni Şerif, Arif Sağ, Musa Eroğlu başta olmak üzere diğer ozanlarla görüştüm. Mahzuni Şerif; kendi yöresinin insanı olan Âşık İbreti’yi henüz on yedi yaşında iken l956’da tanıdığını, ondan feyiz aldığını, bu şiirin de ona ait olduğunu söyledi. Diğer dostlar da Mahzuni’yi onayladı... Hasılı Tokat Almus Keçeci Baba etkinliklerinde de, Çorum, Mersin, İstanbul, İzmir, Sivas, Yalova ve diğer etkinliklerinde de beraber olduğum dostlarla bu şiiri görüştüm, herkes Âşık İbreti üzerinde karar kıldı. Ben de kendimden emin olarak yazdığım “Tanrı İnsan” adlı 240 sayfalık kitabımda tanıklık edenlerin görüşlerine de yer vererek şiirin Âşık İbreti’ye ait olduğunu söyledim... Bunu söyleyen sen misin? Kul Ahmet, beni ve kitabımı basan Can Yayınevi sahibi Adil Ali Atalay’ı mahkemeye verdi. Meğer, bu şiirin kendisine ait olduğunu daha önce bir mahkeme kararıyla tespit ettirmiş. Bu karara istinaden ben ve Sayın Atalay mahkum olduk ve de toplam 650 milyon lira ödedik. Bu iş burada kalmamalıydı, hak yerini bulmalıydı. Atalay, Âşık İbreti’nin oğlu Haydar Gürel’i devreye soktu. Babasının hakkını koruması için dava açtırdı. Davayı üstlenen Av. İsmail Hakkı Gülhan ve Av. Gülüstan Danacı, 13 Şubat 1997 tarihinde İstanbul 1. Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi’nde dava açtı. Uzun bir uğraştan sonra dava 11 Kasım 2004 tarihinde sonuçlandı ve 23 Mayıs 2005 tarihinde de kesinlik kazandı. Mahkeme kararı aynen şöyledir:

Abdal Musa Diyarından Bir Can, Mürebbi Hamza Tanal Canlar Merhaba, Sayın öğretmenim İsmail Engin gibi aranızda tanıyanlarınız vardır. Antalya’nın Elmalı İlçesi Akçaenis köyü sakinlerinden, Alevilik konusunda çok önemli bir kaynak kişi, Ruhi Su’yu, Feyzullah Çınar’ı, Âşık Hasan Devrani’yi, Hacı Taşan’ı, Abdal Musa Dergâhı’na gelen yüzlerce canı sofrasında ve gönlünde konuk eden babam Hamza Tanal, beş yıl sekiz aydır konuşamaz ve yürüyemez halde. Verdiği zor sınavda sanırım sona geliyor. Babaların, hele Hamza Baba’nın hakkı asla ödenemez, ama O’na duyduğum derin sevgi ve saygı ile karaladığım iki satırı sizlerle paylaşmak, belki şimdi ulaşamadığımız güzel gözlerinde değilse de gönlünde minicik bir ışık huzmesi açmak diledim. İnanıyorum ki, kültürümüze çok büyük emekleri olan bu benzersiz insanın zor yolculuğunda hayır dualarınız O’na yoldaş olacak, güç verecektir. Aşk-ı niyazla. Gerçeğe Hü, Mümine Ya Ali.

Öznur Tanal (Kızı), 3 Şubat 2007, Antalya

22

Sayı 29


SERÇEÞME

ÂŞIK VELİ

T.C. İSTANBUL 1. FİKRİ VE SINAİ HAKLAR HUKUK MAHKEMESİ Davacı : Haydar Gürel Vekili : Av. İsmail Hakkı Gülhan, Av. Gülüstan Danacı Davalı : Yusuf Kenan Kartalkanat – Merhum Ahmet Kartalkanat’ın varisi. Omorfo Mah. 428. Sok. 210/8 100 Yıl Sitesi Balgat ANKARA Dava : 5846 Tecavüzün Önlenmesi Dava Tarihi : 13.02.1997 Karar Tarihi: 11.11.2004 Yukarıda yazılı taraflar arasına mahkememizde açılıp görülen davanın açık duruşmaları sonunda dosya incelendi. Gereği Düşünüldü: Davacı dilekçesi ile davacının İBRETİ müstear adıyla tanınan ozan Hıdır Gürel’in oğlu olduğunu, bu tanınmış ozanın “Bir Şah Olsam Hükmeylesem Cihana” isimli şiirinin de ona ait olduğunu, ancak davalının bu eserin kendisine ait olduğu iddiası ile Kul Ahmet müstear adı ile sahiplendiğini belirtip, söz konusu eserin Hıdır Gürel’e ait olduğunun tespitini, davalının tecavüzünün önlenmesini istemiştir. Davalı yan davaya katılmamıştır. Davalının, davanın seyri sırasında öldüğü anlaşılmakla mirasçı Yusuf Kenan Kartalkanat davaya dahil olunmak suretiyle hüküm tesis edilmek gerekmiştir. Davacı delillerini sunmuş, veraset belgesi ibraz etmiş, iddiasının kanıtlanması için bildirdiği tanıklar dinlenmiş ve dinlenen tanıklar Türk halk müziği konusunda bilinen ve bu işin ustası olan şahıslar olmaları itibari ile ve özellikle tanık Mahzuni Şerif’in beyanından anlaşıldığı ve bu beyanı doğrulayan mahkememizce son alman bilirkişi uzman Doç. Dr. Şeyma Güngör’ün 5 sayfadan ibaret ve tafsilatlı ekler içeren raporu ile söz konusu eserin Hıdır Gürel’e ait olduğu belirlenmiş olmakla davanın kabulüne dair karar vermek gerekmiştir. Hüküm 1) Davanın kabulü ile “Bir Şah Olsam Hükmeylesem Cihana” isimli eserin davacının murisi İbreti mahlaslı Hıdır Gürel’e ait olduğunun tespitine, davalının tecavüzünün önlenmesine, davalının Kul Ahmet ismini kullanmak suretiyle söz konusu eseri kullanmasının önlenmesine, 2) 10.100.000 TL. ilam harcının peşin harçtan mahsubu ile 9.671.000 TL bakiye harcın davalıdan tahsiline, 3) 1.100.000.000 TL avukat ücretinin davalıdan alınarak davacıya verilmesine, 4) Davacı gideri hariç 40.500 TL. ilk masraf 290.000.000 TL. bilirkişi ücreti ise 38.650.000 TL. posta gideri olmak üzere toplam 329.590.000 TL. davalıdan tahsiline, Kanun yolu açık olmak üzere davacı vekilinin yüzüne karşı dayalı yanın yokluğunda verilen karar açık okundu. 11.11.2004. Katip Hakim 21400 İşbu karar davacı vekiline 13.04.2005, davalıya 04.05.2005 tarihinde tebliğ edilmiş olup temyiz edilmeyerek 23.05.2005 tarihinde kesinleşmiştir. 04.10.2005. Yazı İşleri Md. Hakim 23142 Böylece aradan uzun süre geçmiş olsa da Halk Ozanlık geleneğinde olmaması gereken bir “hak gaspı” ya da mahkemenin ifadesiyle “hakka tecavüz” olayı böylece sona ermiş oldu. Dileriz ki bu herkese bir ders olur, hiç kimse kendisine ait olmayan herhangi bir şiire, öyküye, romana, anıya veya bilimsel bir çalışmaya “hırsızlık” ya da başka bir deyişle “çalma” yoluyla sahiplenmez... Sekiz kıtadan oluşan ve Âşık İbreti’ye ait olduğu mahkeme kararıyla tescil edilen şiirin aslı şudur:

Söker Giderdim Bir Şah olsam hükmeylesem cihana Kilise, mescidi yıkar giderdim Okullar yapardım bütün insana Cehaleti kökten söker giderdim...

Bir olurdu zengin fakir her zaman Çaresiz dertlere olurdum derman Ne gavur kalırdı ne de Müslüman Tümünü bir yola çeker giderdim...

Fabrikalar kurar idim her yerde İkiliği kovar idim bu serde Ayrı gözle bakmaz idim bir ferde Cihana bir gözle bakar giderdim...

Gece gündüz çalışırdım millete Faydalı bir kul olurdum elbette Bir ırmak olurdum güneşten öte Yeni fezalara akar giderdim...

Gerçek insanları bilirim Allah Ondan gayrısına tapmazdım billah Ne Kâbe kalırdı ne de Beytullah Yerine bir arpa eker giderdim...

O günü görseydim yüzüm gülerdi Dünyada insanlar bayram ederdi Ne bir silah, ne bir atom kalırdı Bir ulu deryaya döker giderdim...

İnsanlıktan başka olmazdı cennet Yok olurdu İsa, Musa, Muhammet Kalkardı dünyada mezhep, tarikat Dinlerin bağını çözer giderdim...

İbreti der varlığımız bitmezdi İnsanoğlu yanlış yola gitmezdi Ayrı gayrı devlet icap etmezdi Dünyaya bir bayrak diker giderdim...

Mayıs 2007

On Bir Aydır Ben Dostuma Hasiret On bir aydır ben dostuma hasiret Göreyidim Şahı Merdan aşkına Hiç gitmiyor bu gönlümden kesiret Sileyidim Şahı Merdan aşkına Sileyidim şahı merdan aşkına Dost dost edalı dost Dost dost sevdalı dost Ben istemem atlas libas Bana yeter bir hırka post dost Kırk gün oldu göremedim düşümde Sevdası serimde gitmez başımdan Cevlan köprüsünden ferhat taşından Geçeyidim şahı Merdan aşkına Geçeyidim şahı Merdan aşkına Dost dost edalı dost Dost dost sevdalı dost Ben istemem atlas libas Bana yeter bir hırka post dost Gönül karışmış bir hupların göçüne Efendim sen kalma kulun suçuna Saat dörtte Amasya’nın içine Gireyidim şahı merdan aşkına Gireyidim şahı merdan aşkına Dost dost edalı dost Dost dost sevdalı dost Ben istemem atlas libas Bana yeter bir hırka post dost Velim eydur bu sevdanın adı ne Âşık maşuğunu yakar oduna Küllü maksuduma her muradıma Ereyidim Şahı Merdan aşkına. Ereyidim şahı merdan aşkına Dost dost edalı dost Dost dost sevdalı dost Ben istemem atlas libas Bana yeter bir hırka post dost NOT: (Aktaran Rıza Aydın) Hamdullah Çelebi’nin ailesiyle beraber Amas ya’ya sürgün edilip orada sıkıntılar içinde yaşaması, ona gelecek ziyaretçilere bazı engeller çıkarılması, görüşme yasağı konması, onu gör mek, ondan bir haber almak için insanların dilenci kılığında Amasya’ya gitmek zorunda kalması Alevileri derinden üzüp hüzne boğmuştur. Bu sıkıntılı dönemde Alevilerin çektiği sıkıntıları, içinde bulundukları ruh halini yansı tan Âşık Veli’nin bir şiirini aktarıyoruz.

23


SERÇEÞME

OCAKLARA VE “BUYRUK” KİTAPLARINA GÖRE ÇEŞİTLİ ALEVİ GELENEKLERİ

Çok Renkliliğimiz Zenginliğimizdir Fuat Bozkurt

A

LEVİLİK, kişiyi doğumu ile bağrına basıp kimlik kişilik kazandırır. Yasakçı değil düzenleyici; baskıcı değil denetleyici töreler dizgesi içinde bireyi topluma katar. Yaşamı kucaklama, doğumla başlayan dinsel törenler bireyi kuşatır. Aleviliğin bu yapısı son yıllarda iyice aydınlanan Tahtacı gelenekleri ile iyice ortaya çıkmıştır. Ege’nin ormanlık alanlarında dış dünya ile pek bağlantısı olmayan bu topluluklar Aleviliğin özgün yapısını en iyi koruyan kesimi oluşturur. Bize yeni ufuklar açan Tahtacı gelenekleri özgün yapı üzerine düşünmemizi sağlar. Bu yazımızda eskicil (arkaik) özelliklerden yola çıkarak Aleviliği güncelleştirmek istiyoruz. Hıristiyanlıkta olduğu gibi, Alevilik de bireyi doğumla biçimde kavrar. İnançlar dizgesi, toplumun dışında değil, yaşantısındadır. Yaşamın kopmaz bir parçasıdır. Bu nedenle, kimi çevreler Aleviliği bir yaşam biçimi olarak değerlendirilir. Ama yaşam biçimi gelenekler, Aleviliğin çok uçlu yıldızın yalnız bir ucunu oluşturur. Tahtacı gelenekleri şimdiye değin çeşitli kitaplarda verilmiştir. Bu geleneklerin dinsel bir inanç işlevinde açıktır. Bu bakımdan sıkı bir giz lilik içinde yapılır. Yine de Tahtacılar arasından çıkan kimi araştırmacılar bu yasak duvarı nı delmeyi başarmışlardır. A. Yılmaz, Yusuf Ziya Yörükhan anılmaya değer araştırmacılardır. Son yıllarda ise Rıza Yetişen değerli derlemeleri ile bu alana hizmette bulunmuştur. Biz, bu ve benzeri yayınlar yanında doğrudan kendi alan derlemelerimize dayanarak değerlendirmek istiyoruz. 1989 yazında uzun bir tarama gezisinde ile Tahtacılar arasında bulunduk. Bunların sonucunda önemli veriler elde ettik. Araya giren başka çalışmalar yüzünden bu gereçleri değerlendirmeye zaman bulamadık. Şimdi, tüm bu verileri, İmam Cafer Buyruğu adı ile bilinen Buyruk’taki belgelerle karşılaştırmak, değerlendirmek istiyoruz.

On İki Erkân Alevi dinsel töreni bölgelere göre kimi ayrımlar gösteriyor. Bu ayrımlardan en önemlisi Tahtacı Alevileri arasında görülen uygulama. Çünkü Tahtacılarda dinsel tören sözlü öğretinin yanı sıra oyun biçiminde karşımıza çıkıyor. On İki Hizmet’le on iki erkân ayrı işleniyor. Rıza Yetişen “Bu tahtacılarda 12 erkânın 3 ayrı yerde yürütüldüğünü söyler: 1. Dinsel törende 2. Yarı dinsel törenlerde 3. Taliplerin erkânında -ki bu da ikiye ayrılır: a) Tarikata yeni giren ve bağlananların 12 erkânında; b) Musahip, aşina, peşine, çiğildeş olanların 12 erkânında. Bu toplumda din ile eğlence, din ile yasın iç içe yürümesi, dikkate değer bir durumdur. Bu durumun hiçbir dinde bulunduğu düşünülemez Yapılan dinsel törende erkânlar sıra ile şöyle sürdürülür: Küçük törenlerde üç erkân yürütülür: 1. Süpürge, 2. Sucu, 3. Dolu üçleme. Büyük törenlerde ise sırası ile on iki erkân şöyle yürütülür:

24

1. Süpürge (faraş) temizlikten sorumludur. 2. Sucu (sakka): El yıkama hizmetini yerine getirir. 3. Delilci: Delil uyandırır. 4. Delili niyaz. 5. Kurban gelmesi ve nişan vermesi. 6. Dâr-ı Mansur, görülme (tercüman). 7. Şah-ı Merdan döşeğinin gelişi ve gidişi. 8. İkrar verme, meydan geçme vs. 9. Nasihat verme. 10. Dolu üçleme. 11. Nefes üçleme. 12. Semah üçleme.(1) On iki hizmette Tahtacılar öbür Alevilerden büyük ayrım göstermez. Ayrım on iki erkânda. Anadolu Alevileri, tercüman kurbanını cemin başında dualayıp pişirmeye koyuluyorlar. Orada uygulamalar, hareketler de söz konusu. On iki eylemin on ikisinde belli anılara dayalı canlandırma yapılıyor. Sözlü öğretiden çıkıyor, göze yönelik gösteriye dönüşüyor. Tüm bu görünümü ile Yanyatır Ocağı dinsel törenleri, törenlerin ilk biçimine en yakını izlenimini uyandırıyor. Söz konusu özellikleri nedeniyle, Yanyatır Ocağı törenlerini bütünü içinde inceleyeceğiz. Yerel ayrımları koyacağız. Tümlem yöntemi ile törenlerini en eski biçimini çıkarmaya çalışacağız. Yanyatır ocağı töreleri, daha önce kimi araştırmacılarca derlenip yayımlandı. 1989 yazında Çanakkale’den Aydın’a uzanan gezimizde biz de ayrıntılı biçimde derledik. Bölgeler arası kimi değişiklikler var. Kimileyin yakın köyler arasında bile ayrımlar gözleniyor. Erkânların adları ve cemde işleniş sıralarında köyden köye ayrılıklar bulunur. Derlenen veriler ışığında Tahtacı törelerini şöyle özetleyebiliriz: Rıza Yetişen, on iki erkânı kurbanlar pişinceye değin süren “yarı dinsel törenler” biçiminde tanımlıyor.

1. Mesel “Mesel” adı ile anılan bu hizmet, sözlü sorgu biçiminde geçer. Dede ile gözcü arasındaki bir sorgulamadır. Başlangıç, açılış, gibi bir işlevi vardır. Bu girişle, toplumda barışıklık sağlanmış olur, bir selamlama yapılmış sayılır. Dede: –Mesele (al bu senindir anlamında) diye sesleniyor. Gözcü: –Nedir o? Dede: –Pire var! Gözcü: –Pire var! Dede: –Benim sana verdiğim ne idi? Gözcü: –Pire var! Dede: –Cemaat niyazlaşın! Sırra var! Er-bacı tüm toplum niyazlaşır.

2. Seki İki bacı başlarına “çıngıllı börk” deden, sivri tepeli, uzunca külahlar giymişlerdir. Bu börkler yalnızca bu erkân için hazırlanmıştır. Börkün çevresinde boncuk dizileri, zincircikler, çil para, penez dizileri ya da gümüş parçacıklar takılıdır. Sarsıldıkça çıngıltılar çıkarır. “Çıngıllı” deyimi buradan gelir. Kimileyin ceketler ters giyilir. Sırta kambur konur. Ele baston alınır. Kişi yaşlı kılığına girer. Yüze postekiden sakal takar. Yüzünü, ya da kara sürüp Arap görünümüne bürünür. Bu kadınlar ortaya gelirler: – Kırı kırı, hani benim kırım? derler. Kırı eşek çağırma sözcüğüdür. Böylece bacılar çevreye bakıp iki erkek -eşek- seçerler. Ba-

cılar bunlara binerler. O anda gösteri olarak kimi eşeği döver, kimi satılığa çıkarır. Eşekler gösteri yaparlar. Kimi toplumun üzerine doğru koşar. Kimi tekme atar. Kimi anırır, kimi huysuzlanıp üzerindeki kadını sırtından atar. Bir erkek binek taşı olur. Kadın yeniden eşeğe binmek üzere davranır. Kadın tam bineceği anda, erkek ters dönüp kadını binek taşı üstüne düşer. Bu gülüşmelere neden olur. Böylece türlü gösterilerle eğlenceli anlar yaşanır. Burada yapılan şakalar, gülmeceler hoşgörü ile karşılanır. Kimse alınmaz. İlkeye göre, cem evine gelen herkes küfrü iman bilecek, nefsini öldürmüş olacaktır.

3. Tebdil Bu oyunda Kerbelâ olayının bir kesiti canlandırılmış olur. Kerbelâ’da kadınlar çırıl çıplak deveye bindirilmişler, İmam Zeynel Abidin’in kurtulmak için kadın giysisi giymiştir. Tahtacılar bu olayı şöyle oynarlar: Bir kadınla erkek giysilerini değiştirirler. Kadın erkek giysini, er bacı giysini giyer. Dört beş tane kadın toplanır. Giysi değiştiren erkek, genç birisidir. Sakalı, bıyığı olmayan seçilmiştir. O, İmam Zeynel Abidin’i canlandırır. Olay deyişlerle anlatılır.

4. Tekne Oyuna iki erkek iki bacı katılır. Musahipler gelir. Erlerden biri tekne gibi yatar. İki bacı yan yana oturur. Bu musahibi yıkarlar. Bacılar çamaşır yur gibi yaparlar. Giysiler getirirler. Şu dörtlüğü okurlar: “Oğana bak doğulmak Çaya vardım çaykandım Pınara vardım yıykandım On iki imam teknesine Don yumaya yeltendim” derler. Orada yatan adamın göksüne üç kez vururlar. Tekne erkânında Hz. Hüseyin’in yası sembolize edilir. Bir erkek derviş gibi yatar. Derviş gibi. Başına iki kadın geliyor. Onu deyişlerle Hz. Hüseyin’in kanlı giysileriymiş gibi yıkarlar. Üç deyiş söylüyorlar. Deyiş’in dizeleri şöyle: “İmam Hüseyin’in kanına güvercin kanat batırdı Acı haberi Medine’ye götürdü Fatma Ana ağıtlarını yetirdi Ah Hüseyin’im vah Hüseyin’im”

5. Natır İki erkek bir bacı gelir. Birisi mürşide doğru oturur. Kollarını arkada tutar. Erenler hu der. Bacı seyreder. Bir er bağdaş kurup oturur. Öbürü ayakta durur. Bacı deyiş okur. İnanca göre, hamamda kişiyi natır yıkar, talibin ruhunu, içini ise mürşit yıkar. Bu erkânı yapan insanlar kendine özgü bir şeyler okurlar. Sazcı bunu sazla dile getirir. Mürşit toplumu eğitmek için konuşur. Arkadaki erkek koltuklarından tutar. “Erenler hu” der. Arkadan tutan adam söyler Er: Dede hu Dede: Natır, oğlum natır. Er: Al beni üçlere götür. Bir adım attırır. Dede: Natır, oğlum natır Er: Eyvallah baba – Al beni Kırklara götür. Bir adım daha götürür. Üçler beşler, yediler, on ikiler bitti mi kalkıp dara dururlar.

Sayı 29


SERÇEÞME Sonunda ikisi birlikte kalkıp dara dururlar. Bir adım ileri götürür. Üçler’e, Kırklar’a, Yediler’e yetiriyorum” der. Üç kez ileri götürür. Geri getirir. Dede bir dua çeker.

6. Buhur Hz. Peygamberle Veysel Karanî’nin düş evreninde buluşmasını canlandırma oyunu olarak yorumlanır. (Sanırız, buhur sözü buğra sözünün bozulmuş biçimidir.) Bir bacı dişi devenin rolünü üstlenir. Buğra arar gibi cem evine girer. Bir erkek ise buğra rolündedir. Böylece damızlık alınma oyunu oynanacaktır. Edremit’in Tahtakuşlar köyünden Hasan Akburak’a göre, Âşık Veysel’in köyünde bir ağaç vardır. İnanca göre burada Veysel Karanî’nin devesi yatar. Bu, kuru bir ağaçtır. Kuru bir çınarın bir yanı uçurumda bir yanı dışarıdadır. Gövdesine bir sürü at nalı, demir çivi çakılıdır. Veysel Karanî’nin devesinin soyunu sürdürmesi böyle bir anıya dayanır. Oyunun akışı şöyle olur: İki kişi dışarı gider. İçeride bir bacı ile bir er ayakta bekler. Dışardan gelenin gözlerini bağlarlar. Buna “Lök” derler, deve yapılmış olur. Deve “Buuu!” diye ünler. O zaman bir kişi o deveyi çeker. Buradaki de ona ağıt söylüyorlar. Bir bacı mürşidin yanına oturur, deyiş okur. Dışardan gelenler: – Hu buhur erkânı geliyor. Çekil Nebi dayı yolumdan, diye izin isterler. Deveyi çeken kişi: – Çekil Nebi dayı yolumdan, ben 12 imamlara gideyim diye bir deyiş okuyor. Buradaki kadınla erkek ona söylüyor. Oradan gelenin birisi duruyor, birisi başlıyor. O deyişler okuna okuna gelir, hepsi birlikte tekrar kapanırlar gelirler Burada niyaza dururlar. Mürşit bir gülbang çeker. Bu erkânın gerçekte eski dinlerdeki bolluk, türeme törenlerinin kalıntısı olduğu sezilir.

7. Tokmak Bu erkânda, on ikinci imam Mehdi’nin mağaraya girip saklanması, Talibin onu araması canlandırılır. İki er bir bacı ortaya çıkar. Kafalarını yere koyarlar. Erin biri böyle dört elli, dedenin önünde durur. Bacı, dört elli duran erkeğin karnının altına kafasını sokar. Orada saklanmış olur. Öbür er başını uzatır. Bu başını kaçırır. Bu oyun üç kez yinelenir. Üç kez gizlenilmiş olur. Üç kez kafalar birbirine vurulur.

8. Dolu “Dolu”, “tolu” sözcüğü kökende eski Türklerde, dinsel törende kesilen kutsal kurban için kullanılır. Anadolu’da bu sözcük, dinsel törende içilen içki anlamında kullanılır. Anadolu’da içkinin içilmesine izin verilen hemen her dinsel törende bu içkinin sunumu bir tören gerektirir. Tahtacılar arasında ise şöyle sunulur: Bir er ya da bacı ortaya çıkar: – Erenler hu, Ali dolusu, içen Ali, içmeyen deli, der. Böylece dua edilmiş olur. İki bacı bu görevi üstlenir. Kulpsuz fincanla dolu ve bir avuç çerez dağıtırlar. Toplumdaki tüm erenlere hizmet dolusu sunulur.

9. Pehlivan (Güreş) Bir kadın ortaya çıkar. Kimi yörelerde kadın “var mı bana yan bakan, kendine güvenen çıksın karşıma” der. Kimi bölgelerde ise, sert bakışlarla erkekleri süzer. Bu bakışları ile onları er meydanına çağırır. Ortada dolaşır. Gözüne

Mayıs 2007

kestirdiği bir erkeği kolundan tutup ortaya çeker. Er ile bacı “Ya Muhammet Ya Ali” diyerek güreşe tutuşurlar. Kadın erkeği yere vurur. Böylece hizmet bitmiş olur. Bu hizmetin Hz. Ali ya da Hamza Pehlivan’ın yiğitliğini, gücünü canlandırmak için gerçekleştirildiğine inanılır. Kadın güreşçi Fatmana’nın sembolü sayılır. Aynı tören Kazak Türkleri arasında başka bir yorumla yaşar. Orada da bir kadınla bir erkek güreşir. Bu güreşle Hz. Ali’nin kâfirlere karşı savaşı temsil edilmiş olur.

10. Çoban Çoban rolünü üstlenmiş bir el, elinde asa, sırtında keçe içeri girer. Çoban sürüsünü yitirmiştir. Sürüsünü arar, sağa sola bakar, tarlada bir çiftçi görür. Ona, sürüsünü yitirdiğini, sürüyü görüp görmediğini sorar. Çiftçi ona ilgisiz bir yanıt verir: – Benim tarla, taa şuradan şuraya kadardır, az ama bana yeter, der. Çoban anlamış gibi işaret edilen yöne gidip sürüyü bulur. Çok sevinir ve çiftçiye boynuzu kırık bir kuzu verir. Çiftçi: – Vallahi ben kırmadım bunun boynuzunu, diye diretir. Çoban iyiliğin altında kalmama düşüncesiyle, kuzuyu vermek için zorlar. İş uzar, kadıya giderler. Durumu anlatırlar. Kadı “sen üzülme git, ben ona durumu anlatır, gönlünü hoşnut eder, kuzuyu veririm” der. Çobanı başından savar. Kuzu kendisine kalır. Erkan tüm toplumu güldürür. Kimi bölgelerde bu erkân daha ciddi yorumlanır. Sözgelimi Edremit’in Tahtakuşlar köyünde şöyle gerçekleşir: Dışardan bacılı erkekli en az yedi kişilik bir katar vardır. Çobanın elindeki asa, Musa Peygamberin asasıdır. Çoban kapıdan içeri girer. Ağıt ederek dedenin huzuruna getirir. Ağıt yapar. Ardındaki bacı da bu ağıta katılır. Böylece Hz. İsmail’i kurban edilişi canlandırılmış olur:

lip giysilerinin üstüne oturur. Selman denizden çıkamaz. Aslana gitmesini buyurur. Aslan: – Gel de kaldır, der. Selman: – Yahu sen kimsin? diye sorar. Aslan – Ben Ali’yim, diye karşılık verir. Selman: – Nereden bileyim senin Ali olduğunu? der. Aslan: – Hani sen bir hurmanın dibinde bir lale vermiştin. Al o lâleyi, diye laleyi uzatır. O zaman, Selman aslanın Ali olduğunu anlar. Bu olayın anısına dayanarak Ali’nin Selman’a laleyi verişini canlandırılır. Altı bacı altı erkek ortaya çıkar. Bunlar hiç oturmazlar. Kadınlı erkekli karşılıklı bir deyiş okurlar: “Laleyi böyle dikerler Laleyi böyle biçerler Lâleyi sahibine böyle verirler.” Deyiş bittiği zaman er laleyi çıkarır Selman-ı Farisi rolündeki kişiye verir. Bu lale gerçekte kırmızı renkli laleye benzetilmiş bir çaputtur. Selman rolünü genellikle rehber oynar. Birçok yörede son erkân olarak yerine getirilir. Kimi yörelerde ise kırklar semahı “lâle” erkânında canlandırılır. Köyden köye değişik adlar altında erkânlar uygulandığı olur. Genellikle bu erkânlardaki canlandırmalar yukarıda verilen erkânların benzeridir. Arada küçük ayrımlar bulunur. Rıza Yetişen şu erkânları sayıyor: Zeybek Erkânı: Bir erle bir bacı efe rolünü üstlenirler. Efe biçiminde karşılıkla söyleşirler. Avcı Erkânı: Tahtacılar arasında av yasak. Avcılığı kötüleyen bir gösteri sunumu avcı erkânı. Bir kişi avcı rolünü, bir kadın av rolünü üstlenir. Tinsel olarak Kaygusuz Abdal ile Abdal Musa Sultan’a dayandırılan söylence canlandırılmış olur. Avcı ile av arasında konuşmalar geçer. Bu arada acıklı deyişler okunur: “Süre süre sürdüler geyiğin sürüsün Sürüden ayırdılar geyiğin birisin Abdal Musa’ya verdiler onun derisin Yatlı kuzulu avcılar geliyor

“Kollarını bağınan bağladı Anası uğrun uğrun ağadı Ya İbrahim buna nasıl dayandı Kaldır İsmail’im kesmem seni

Avcılar dört yarım bağladı Vurdu okunu böğrüm dağladı Ufacık yavrular yanıp ağladı Kaçma geyik kaçma avcı geliyor.”

Bıçak dedi haşadan haşa Beni niye çektin taşa Taşı kestim baştan başa Kesmem İsmail’imi gel dedi Kurbanlar gönderdi ol celil Önünde Cebrail hem delil Ben senden cömertim ey Ali Kaldır İsmail’imi dedi” Koç gelir. “Ağlayan uşaklar gülüştüler Gözyaşlarını siliştiler İsmail’e inen koçun etini Peygamberler bölüştüler”

Toplum düzeni Rıza Yetişen sonuncu erkânın Lale erkânı olduğunu söyler. On bir erkân tamamlandıktan sonra, lale erkânı ile dinsel törenin canlandırma bölümü kapanır. Bütün canlandırmalar süresince en küçük ciddiyetsizliğe, senlibenliliğe izin verilmez. Ciddiyetsizlik yapana çeşitli cezalar verilir. Kimileyin törenden atılır, kimileyin topluma bir sunumda bulunması istenir.

11. Değirmenci Bir er değirmenci olur. Başka bir er buğday getirir. Buğdayı getiren bir türkü söyler. Bu buğdayı değirmencinin ivedi öğütmesi için yalvarır. Değirmenci ise bu işi yapıp unu kaçırmıştır.

12. Lâle Bu erkân da bir söylenceye dayanır. Söylenceye göre, Selman-ı Farisi Hz. Ali’ye, çocukluğunda bir lale getirmiştir. Aradan yıllar geçer. Selman deniz kıyısında yüzerken, bir aslan ge-

(1)

Rıza Yetişen: Tahtacı Aşiretleri (adet, gelenek ve görenekler), İzmir 1986, s. 101.

25


SERÇEÞME

Yaşayan Aleviliğin Geldiği Yol Hasan Harmancı

A

SİMİLASYON deyince artık Alevilik geliyor akla Türkiye’de. Bunu Avrupa Birliği’nin Türkiye çalışmalarında ve direktiflerinde de görmek mümkün. Bunun açık gerekçelerini bir Alevi yerleşim gidince bütün bütün görebilirsiniz. Ancak bu asimilasyona karşın bir şey daha var içten içe büyüyen. Bunun birincisi bu durumun tespit edilmesi, ikincisi ise bu asimilasyona dur diyebilecek gücün Alevilerde olmasıdır. Çok zamandır çıkan kitapların bu iki duruma karşın bir savaşına sahne olmaktadır yazın dünyası. Bu da asimilasyonu alkışlayan çalışmalar ve bunu hem tespit eden hem de bütün olarak her şeyin bitmediğini gösterenler. Piri Er kendi alanında çalışan nadir halkbilimcilerinden biri. Bunun nadir kısmı halkbilim çalışması değil. Bu çalışmasını hiçbir gücün etkisinde kalmadan ‘etik’ olarak yapmasıdır. Ele aldığımız bu çalışmasından önceki araştırmalarının toplandığı Geleneksel Anadolu Aleviliği (1998) ince bir kitap gibi görünmesine karşın onlarca araştırmanın ve çalışmanın ana bakış açısını oluşturan veriler sundu bize. Bazı araştırmaları güçlü kılan ilk elden üretilmesi ve bunu dayandırabilmektir alanın gerçeğine. Piri Er ilk araştırmasında bu nüveleri ve yetkinliği seçmiş olmalı ki ikinci kitabını da alanın temiz ve bakir toprağıyla yoğurmuş. Er çalışmasının adını Direnen Kültür / Anadolu Aleviliği olarak seçmiş. Bu ironik bir başlık değil okuduğunuz gibi. Kestirme bir yanıt tüm çalışmalara. ‘Direnen Kültür’ü; “Anadolu Aleviliği kitabı, her türlü baskı, zorlama ve kıyıma rağmen günümüze kadar varlığını koruyabilmiş bir kültürün, inancın, günümüzde yaşayan şeklini halktan derlenen bilgiler ışığında aktarmayı amaçlıyorum” biçiminde imliyor bir kez daha. Gerçekten bu koşullarla yaşamayı başarmış bir kültürdür Alevilik. Bu çok yönlü tutuma karşı direndiği, kendisini farklılaştırdığı nedir acaba? Yukarıda bahsettiğimiz kısa asimilasyon sürecine karşı bir duruşun olup olmadığını bu sözlerin ağır sesi ile de anlayabilecek durumdayız. Araştırmanın sayfalarına dalınca iki şey sizi karşılayacak. Birincisi; Aleviliğin vazgeçilmez kurumları olan dedelik, musahiplik, cem, düşkünlük gibi kurumlarının epeyce asimilasyondan etkilendiğini, ancak direndiğini, yeni yollar ve düşünceler ürettiğini görüyoruz. Bunu şöyle de ifade edebiliriz; Alevilik uygulama kurumları yaşayan boyutundan ‘direnen’ boyutuna geçmiştir. Bunun iyi yanı, karşılaştığı sorunların ve asimilasyon şiddetinin farkına varması. Kötü yanı ise belli bir gerileme noktasında olması ve değişimin bir ayrılık veya şiddet üretebileceği.

Aleviliği Daraltan Söylemler İkincisi; “İslam tarihi ile ilgili bilgilere fazlaca yer verilmeyecek, ancak konu itibariyle bu tür anlatımlara ihtiyaç duyulan yerlerde, sözlü gelenekten derlenen bilgiler aktarılacaktır” ifadesinde yer alan ve bizi daha da düşündürecek ilişkidir. Aleviliğin İslami söylemin dışına çıkamayacak kadar İslami literatür ve örneğe boğulduğunu Piri Er’in bu çalışmasında da göreceğiz. Bu aynı zamanda Alevi yaşam alanının başka düşünce ve inançlarla gereğinden fazla iç içe geçtiğini göstermektedir. Aleviliği anlatırken veya yaşarken bu kadar İslami yaşamla, literatür ve kavramla yoğrulmak ancak bugünün iktidarlarının diline pelesenk olan “Alevilik Ali’yi sevmekse ben de Aleviyim” yeni şiarına açılan kapıyı göstermektedir. Kitapta 1992 yılından beri oluşturduğu Alevilikle ilgili araştırmalarını kapsayan alan çalışması ve derlemeleriyle oluştuğunu belirten Er, Alevilik tanımlamasına yönelik kavram kargaşasına alan derlemeleriyle yanıt veriyor. İlk başta okuduğunuzda genel bir ifade olduğunu düşüneceğiniz düşünceler aslında keskin bir söylemin yoğunca direndiğini bize göstermektedir. Yanlışlar silsilesinin çözülmesinin anlaşılır yollarının alan araştırmalarından geçtiğini görüyoruz bu yolla; “Anadolu Aleviliği her ne kadar Ali’yi seven, Ali’ye bağlanan, Ali’nin yoluna mensup anlamlarından hareketle oluşturulmuş bir tanımlama olarak algılansa ve Alevilik tanımı içerisinde değerlendirilse de, Anadolu Aleviliğini, beslendiği kaynaklar, oluşum süreci, mevcut kültürel altyapısı açılarından ele aldığımızda, genel Alevilik tanımı içerisinde farklı bir yere yerleştirme gereği ortaya çıkmaktadır.” Günümüzde Aleviliğin tanımlanma sorununun öyle teorik çözümleme ve masa başında olamayacağı daha nasıl söylenebilir ki. Aleviliğin nasıl görülmesi ve ilkelerinin yeniden nasıl tanımlanmasının öyle kolay olamayacağı ve bunun beslendiği kaynakların bize sunduğu coğrafyanın

26

ve düşüncelerin o kadar da iç içe geçip bir kolay tanımlamaya yanıt vermediğini göstermektedir bize. Piri Er uzun bir yolun bilgilerini kitaplar arasına sıkışmış çözümleme ve ‘dır’, ‘dir’, ‘der’ gibi sonlamalarla tartışmak yerine yaşayanın neyi nasıl düşünerek yaşadığı üzeriden hareket etmeyi tercih etmiş.

Alanın Doğruları, Teorik Doğrular Bir Alevinin belleğini bilmek için sadece en çok bilinen ‘doğru’larla yola çıkmanın sakıncalarını ve bu doğrultuda araştırma yapılmasının kaygılarını alan çalışmalarında daha iyi görürüz. Er de bu yöndeki tutumlara nasıl bir açık kapı yaratacağı üzerinde durmuyor zaten. Yani tutup ‘şöyle demek istiyorlar şu cevap burada önemli’ gibi yönlendirmeye gerek duymuyor. Güvenilir bir derlemenin verimi de burada öne çıkar zaten. Anadolu Aleviliği konusunda son zamanlarda başlayan bu coğrafi sınırlama Aleviliğe yönelik bir darlanmanın, darlaştırmanın taşlarıdır. Şu önemli ki çalışma alanımızı dürüstçe ortaya koymak bu anlamıyla doğrudur. Ancak Aleviliğin çevre coğrafyalarla şimdilerde oluşmuş kopukluğunun, bu internet ortamında, sınırların ekonomik gerekçelerle kalkmasıyla beraber değişecektir. Direnenin bir bütün olarak Alevilik gibi daha çok kültürün olduğunu unutmamak gerek. Alanın önemini bilen biri olarak, Piri Er’in kaynak yerlerini en açık biçimde belirtmesi ve bunların kayıtlı olması, bu yönde çalışmaları genişletmek isteyenlere nasıl bir yol izleyecekleri açısından imrenilir düzeyde. Ayrıca çoğu noktada kaynaklarını anlaşılır koyması Aleviliğin ihtiyacı olduğu kadar bilim dünyasının da ihtiyacı. Çarpıtmalara uğratmamak için çalışmasını ne yapacağını iyi bilmesi birçok hastalıktan kendini kurtardığını da göstermekte. Aleviliğin en sorunlu alanlarıyla ilgili olarak kaynaklarını ‘dillendirmesi’ Aleviliğin sorunlarını ve kanayan yanları da iyi gördüğü ve gözlemlediği; sezdiği anlaşılmakta. Bu amaçla “Allah - Muhammed - Ali üçlemesi” ile başladığı çalışmasına, “eren yaratımı”, “Dedelik kurumu”, “Musahiplik” ritüeli ve örnekleri, “kurban” ritüelleri, Alevilikte “içki” kullanımı ve “ölüm” anlayışları gibi alanları öne çıkarması nasıl bir yol izlediğini de göstermektedir. Bu çalışmada da görüldüğü gibi Aleviliğin ikili bir dili olduğu, kesinlikle iki anlamlılık çerçevesinde bir felsefi kurgu geliştirdiğini göstermekte. İslami literatüre açık bir savunma gördüğünüz bir yerde birden bire karşıtını içinde barındırması ve ‘reddiye’ oluşturması bunun yerinin ancak Alevilik gibi öğretilerde olacağını görmek yadırganır değil; “Hz. Ali dünyaya Hz İsa, Hz. Musa, Kızıl Deli ve bin bir donda gelip gitmiştir.” sözünün kaynak kişilerin ağzından alınmış bu sözün bir başka dönüşümünün, Aleviliği bilmeyen birileri tarafından anlaşılıp da derlenebileceğini görmek zor olsa gerek. Aleviliği bilenlerin Alevilik çalışmaya başlaması daha güvenilir araştırma sürecine hizmet etmektedir. Başka bir ideolojik dayatma veya kavramlaştırmayı Aleviliğe katmaya çalışanların çalışmalarına ekleyeceği şiir midir şu; “Yanyatıroğlu der ki Hu ya Ali / Sefana cefana demişim veli / Ben bilirim Allah sensin ya Ali / Bin abdal donunda dolandı geldi.”

Felsefenin Çelişkileri Sunum yazısını farklı bir tarz izleyerek, Aleviliğin yaratılış mitolojisiyle başlayan Er, sonucunu felsefi dilin ve indirgemenin ne kadar karıştığı ile bağlamaktadır; “Âdem Babamız Şit’le yani Güruh’la Naci’yi evlendirdi. Bizim bütün bu 124 bin peygamberimiz, velilerimiz, Güruhu Naci’den gelmedir. Âdem’in diğer 72 çift çocuğundan gelenler ise Alevi olmayanlar, yani Sünnilerdir.” (s. 10) biçiminde bitiriyor. Burada öne çıkan Aleviliği çevreleyen ve en çok baskı kuranın Sünnilik olduğudur. Alevilik daha çok İslam’ın Sünni koluna karşı direnmektedir. Kendini bu inanca göre konumlandırmaya çalışmaktadır. Bu yeni dönemin ürünüdür. II Mahmut’la başlayan ve Cumhuriyetle perçinlenen bir durumdur. Aleviliğin yaratılış mitolojisinin içerik olarak değişmemiş olmasına karşın sonucunun bu kadar değiştirilmiş olmasını başka neye bağlayabiliriz ki. Dinler ‘kardeş’tir, ancak benzemeleri de gerekmiyor değil mi? Yine “Allah’ın, kendinden ruh üfleyerek yarattığı insanda tecelli ettiği düşüncesi, ki buna tasavvuf düşüncesinde ‘sudur’ denmektedir, Anadolu Alevi inancı içerisinde önemli bir yer tutmakta ve bu anlayışa paralel olarak, aslında bütün insanlarda tanrısal öz bulunduğu, ancak seçilmiş nitelikleri ile bu özün Hz. Ali’de daha da belirginleştiği söylenmektedir.”… devamla; “Hak kendi nurundan Âdem’e nur verdiği için Hak herkeste mevcuttur” anlayışı ile kendini tümüyle İslam’dan sessizce gibi görünse de aslında soy ağacı olarak evrimsel bir yol ayrımının açığa çıkmasıdır. Alan araştırmalarının Alevilik açısından önümüze çıkardığı sorgular ve felsefi değişimleri nasıl sindirdiğini görmek açısından önemlidir. Piri Er’in kaleminden bunu okumak ise ‘Alevi belleği’nin zinde ve ayrımlarını bulacaksınız. Eksikliklerini tamamlamak ve soruları çoğaltarak alana cesaretle gitmek ise size kalmaktadır.

Sayı 29


SERÇEÞME

Şeyh Bedreddin Paneli

VEYSEL KAYMAK

www.pirsultan.net İR SULTAN ABDAL Kültür Derneği Eyüp Şubesi Kültür Sanat Komisyonu tarafından düzenlenen “Şeyh Bedreddin” paneli 1 Nisan 2007 de gerçekleştirildi. Saat 18.00’de PSAKD Eyüp Şubesi Cem ve Kültür Evi Yemekhanesinde gerçekleştirildi. Araştırmacı-Yazar Esat Korkmaz’ın konuşmacı olarak katıldığı panele yaklaşık 200 kişi katıldı. İki saat süren etkinlik büyük bir ilgi ile izlendi. Panel programı PSAKD GYK Üyesi Ali Rıza Telek’in açılış konuşması ile başladı. Ali Rıza Telek konuşmasında şunları söyledi: “Merhaba dostlar, merhaba canlar, hoş geldiniz. Bugün, toplumsal tarihimizde önemli bir yeri olan düşünür, aydın, asi niteliği ile bildiğimiz Şeyh Bedreddin’i anlamak ve onun felsefesinin bize ne söylediğini tartışmak için toplandık. Umuyoruz ki hepimiz için faydalı olur. Kültür Sanat Komisyonumuzun hazırlamış olduğu etkinliğe katılımlarınızdan dolayı teşekkür ediyoruz.” Ali Rıza Telek katılımcıları, Denizleri idamdan kurtarmak için kendilerini feda eden Mahir Çayan ve arkadaşları, Maraş, Sivas, Gazi, Ümraniye ve tüm devrim-demokrasi şehitleri için bir dakikalık saygı duruşuna davet etti. Saygı duruşunun ardından Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Eyüp Şube Başkanı Hüseyin Bozkurt bir konuşma yaptı. Konuşmasında Eyüp Şube faaliyetlerinden ve Cemevi inşaatının gelişiminden söz eden Hüseyin Bozkurt, Konferans Salonunun en kısa sürede hizmete açılacağını müjdeledi. Daha sonra söz alan Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Eyüp Şubesi Kültür Sanat Komisyonu Başkanı Ali Çiftçi, Kültür Sanat Komisyonu faaliyetleri hakkında bilgi verdi. Ali Çiftçi dernek bünyesinde Türk Halk Müziği Korosu ve Tiyatro Grubu kurulduğunu, ayrıca Sinema Günleri düzenleyeceklerini belirtti. İlk film gösteriminin 7 Nisan Cumartesi günü saat 19.30’da “Pir Sultan Abdal” filmi ile başlayacağını belirtti. Ali Çiftçi’den sonra sırayı özgün müziğimizin yeni ve genç yeteneklerinden Soner Soyer aldı. Soyer, Nazım Hikmet’in “Şeyh Bedreddin Destanı” adlı çalışmasını seslendirdi. Soner Soyer’in bu küçük dinletisinden sonra panele geçildi. Panelist Esat Korkmaz “Şeyh Bedreddin” in yaşamı, isyanı, mezar yeri, felsefesi hakkında bilgiler verdi. Bedreddin’de insan, tanrı ve ölüm temalarına değinen Korkmaz, Şeyh Bedreddin ile ilgili ilgi çekici bilgiler verdi. Esat Korkmaz Anadolu Alevi-Kızılbaş Ayaklanmaları içerisinde özellikle Babai ve Bedreddin ayaklanmalarının apayrı bir yeri olduğunu belirtti. Thomas Münzer’in önderlik ettiği Alman köylü savaşlarından yüz yıl evvel Anadolu’da ilerici-devrimci bir kalkışmanın mimarı olarak Bedreddin’in toplumsal mücadeleler tarihinde, sınıflı toplum yapısına karşı önemli bir isim olduğunun altını çizdi. Şeyh Bedreddin’in ünlü eseri Varidat’tan söz eden Korkmaz, “Kamil Toplum” kavramından ve Alevilerde tanrı ve ölüm inanışından bahsetti. Alevi inancında mahşer-öteki dünya inancın olmadığını, Alevilerin ölümü ölümsüzleştirmek inancına sahip olduğunu, Alevi cenaze törenlerinin de aslında bir dirilme töreni olduğunu belirtti. Ancak son yıllarda Alevilerin asimilasyon sonucunda öteki dünyaya inanan bir kitle haline getirilmeye çalışıldığını söyledi. Özellikle cenazelerimizin cem evlerinden ve Alevi inanç sistemine uygun bir biçimde kaldırılması gerektiğini belirtti. Bedreddin’in “öteki dünyayı buraya taşımak” felsefesiyle, her şeyi öteki dünyaya havale eden sınıflı toplum yapısına başkaldırdığını belirten Esat Korkmaz Bedreddin’in bugün tekrar bir keşfedilme ve tanınma sürecine girdiğini bunun da sevindirici olduğunu belirtti. Panel soru-cevap bölümünden sonra sona erdi.

P

Veysel’in Çilesi Veysel’in Derdi Veysel’in çilesi, Veysel’in derdi Akan dereleri sele çevirir Veysel’in sevgisi, Veysel’in gönlü Kuruyan yaprağı güle çevirir Veysel’in şiiri, Veysel’in sazı Veysel’in sohbeti, Veysel’in sözü Veysel’in emeği, Veysel’in özü Arıdır çiçeği bala çevirir Dost bellemiş toprak ile gülleri Ayrım gözetmeden sever kulları Nere gitse hakka çıkar yolları Gönül bahçesini yola çevirir Sevgidir aslolan, dostluktur daim Yıllarca ardından koşturdu yarin Kimse dolduramaz boşalan yerin Kaymak sevgisi dile çevirir.

Bir Daha Dünyaya Gelsem Bir daha dünyaya gelsem Bunca hata yapmaz idim Aklı çıkarırdım öne Put yaratıp tapmaz idim İki ölçer bir biçerdim İyiyi kemi seçerdim Aşk için serden geçerdim Bunca hata yapmaz idim Toplum için çalışırdım Herkes ile barışırdım Kendim ile yarışırdım Yan gelip de yatmaz idim Kamil bir insan olurdum Hem yazardım, hem okurdum Seni senden sakınırdım Senden öte bakmaz idim İnsanın özü sevgidir İnsanın gücü bilgidir Öne çıkan bilincidir Başka öğüt tutmaz idim Hayat bir güzel nesnedir Tükenmeyen bir bestedir Ne var ise nefestedir Boşuna tüketmez idim Kaymak bildiğini söyler Bir lokmayı kırka böler Canlar ile semah döner Bu divandan gitmez idim.

Mayıs 2007

27


SERÇEÞME

“ÜTAY DİNLETİLERİ” ÜZERİNE

Yeter Gültekin’le Söyleştik Ahmet Koçak

H

ASRET GÜLTEKİN Geleneksel Ütay Dinletileri bu yıl 13 Nisan Cuma gecesi İstanbul Teknik Üniversitesi Mustafa Kemal Amfisi’nde yapıldı. Hasret Gültekin’in doğum gününün kutlaması çerçevesinde düzenlenen Ütay Dinletilerinin on üçüncüsüne Dertli Divani, Ulaş Özdemir ve Mustafa Kılçık’tan oluşan Hasbıhal Topluluğu, Erdal Erzincan, Erdal Bayrakoğlu, Güler Gültekin, Moğollar ve Mercan Erzincan’ın katıldı. Etkinlik Hasret Gültekin için hazırlanan bir saydam gösterisiyle başladı. Etkinlik, Erdal Erzincan Müzik Merkezi öğrencilerinin Hasret Gültekin’in seslendirdiği eserlerden örnekler verdiği dinletiyle devam etti. Daha sonra katılımcı sanatçılar ülkenin dört bir yanından türküler, deyişler, semahlar, horonlar seslendirdiler. Beğeniyle izlediğimiz bu etkinliğin mimarı olan Hasret’in eşi Yeter Gültekin’le yaptığımız söyleşiyi umarım beğeniyle okursunuz. Biz ibret aldık!.. Bu etkinliği ne zamandır yapıyorsun? Etkinliğin amacı, içeriği hakkında kısaca bilgi verir misiniz? Etkinlikleri 1994 Mayıs’ından beri yapıyoruz. Almanya’da, Köln’de başladık. Orada her yıl yapabiliyoruz, çünkü ben oradayım. Orada da bir kültür merkezi var. İstanbul’da Beyoğlu’nda İstiklal Caddesi üzerinde bir kültür merkezi kurmuştuk, ama maalesef onu yürütemedik. Doksan dörtten doksan yediye kadar çalışmaya devam edebildi. Hem maddi koşullar, hem de buradaki arkadaşların o işin sürekliliğini sağlayamaması sıkıntısını yaşadık. Ama Köln’de her yıl aksatmadan bunu yapıyoruz. Hatta Köln’de dört yüz yıllıdır yapılan bir müzik festivalinde de Hasret Gültekin iki kez anıldı. Bir hafta süren bu festival içinde bir gün otantik, etnik müzikten, caza, “blues”a, “rock”a kadar her türlü müzik yapılıyor. Dünyanın müzik türleri taşınıyor o festivale. Dört yılda bir farklı şehirlerde yapılıyor. İki kez Köln ve Aachen’da birer gün Hasret Gültekin’e ayrıldı. Türkiye’den de Güler Duman, Çetin Akdeniz, Erkan Oğur, Bülent Ortaçgil gibi sanatçılar katıldı. İstanbul’da ise yanılmıyorsam bu yapılan beşinci etkinlik. Daha önce Kartal Yayla Sanat Merkezinde yaptık. Erdal Erzincan’ın desteğiyle sağ olsun. Akatlar Kültür merkezinde

28

yaptık. Bir kez de Yılmaz Erdoğan’ın desteğiyle BKM’de onun tiyatrosunda yapabildik 2001’de. Buradaki etkinliklere de bir Alman grup katıldı. Yirmi üç kişilik on üç dilde farklı, sekiz ülkeden şarkılar söyleyen korolar katıldı. İstanbul’daki etkinliklerimize de yabancı ülkelerden sanatçılar katılabiliyordu. Bu yıl biraz kısa vadeli bir organizasyon yapmak durumunda kaldık. İlle de Maçka’da olsun, bu amfide yapılsın diye. İTÜ’de ki arkadaşların bu günü organize edebilmesi biraz kısa ve çabuk olması o süreçte gelişmesi gerekti. Yurtdışından da o tür grupları böyle bir şeye getirmek biraz zaman istiyor ve para istiyor. Parasal bir sıkıntı, bunu da söylemekte fayda var. Yani yanlış anlaşılmasın buraya katılan sanatçılar yabancılar dâhil bizden para istemiyorlar. Ama yol parası, otel masrafı gibi şeylerden bahsediyorum. Bu da öncesi bir birikim gerektiriyor. Yani bunu yapmadan, gerçekleştirmeden önce bir harcama gerektiriyor. Bunu yapabilecek durumda değildik. Bu etkinlikleri halka dayatılan popüler sanat ve sanatçı anlayışına karşı bir duruş olarak görüyorum. Yani bunu bir toplumsal görev olarak da görüyorum. Yoksa Hasret Gültekin’in eşi olarak sadece onu anmak böyle biraz duygusal, nostalji olsun diye yapmıyorum. Zaten öyle bir şey olsaydı on üç on dört yıl yapılan etkinlikler beni ikna ederdi. Ama sahneye çıkan insanları ya da İTÜ’deki öğrencileri ikna etmezdi. O anlamla tabii ki, Hasret’in şahsında tüm yitirdiğimiz değerlere sahip çıkmak, onların neleri, ne pahasına gerçekleştirmeye çalıştığını anlatmak durumundayız. Kaldı ki bunları yapabilmiş olmamıza rağmen, yeterince yapamamışız ki halen Türkiye’de, Dünya’da da bu böyle maalesef, insanlar öldürülebiliyor. Hiç değmez şeyler uğruna ya da yanlış anlatılan vatanseverlik, milliyetçilik uğruna. Biz eğer doksan dörtten beri yeterince bu etkinlikleri insanlara ulaştırabilseydik Şişli’de güpe gündüz Hrant Dink vurulmazdı diye düşünüyorum. Ya da Ahmet Taner Kışlalı Madımak gibi bir katliamdan sonra Ankara’da sokağın ortasında öldürülmezdi. Toplumsal olarak bu anlamda, yani sanatçıların değil bu ülkenin tüm öncü insanlarının, aydınlarının yok edilmesine biraz da sessiz ve ıssız kalındığını düşünüyorum. Yalnız kalındığını düşünüyorum. Yoksa bizim koşullarımızda bunları gerçekleştirmek sadece maddi değil, manevi olarak da kolay değil. Yani şu salonda oturup Hasret’ten on dört yıl sonra onun türkülerini

başka ağızlardan dinlemek tabii ki çok onur verici, çok umutlandırıcı ama onun eksikliğini ben İstanbul’da, sokaklarda dolaşırken çok fazla hissediyorum. Bu görüntüler doksan iki’deki İstanbul görüntüleri değil ve bu beni çok üzüyor. Niye diyeceksiniz? İşte son günlerde tartışılan meselelerden ya da sokakta yaşananlardan yani sokak çocuklarından tutunda, bugün Madımak’ın çakmağını çakan anlayışın uzantısının beş yıl iktidarda kalması. Bugün cumhurbaşkanlığının tartışılıyor olması beni çok yaralıyor. Ben bir haftadır, kısa bir sürede organize olmak durumundaydım, hiçbir radyoyu gazeteyi reddetmedim ki derdimizi anlatalım. Çünkü Ahmet Arif’in dediği gibi, bizim karnımızda sözümüz var. Bizim daha yangınımız küllenmedi yanmaya devam ediyor maalesef. Bizim yitirdiklerimizle kalmadı hâlâ yitirmeye devam ediyoruz. Maalesef bu ülkeyi başka bir geleceğe taşıyabilecek beyinleri, kalemleri, sesleri ve melodileri yitiriyoruz. Bu çok acı bir şey. Bu etkinliği aynı zamanda Türkiye yaşanan şeylere karşı muhalif bir duruş olarak mı adlandırıyorsunuz? Tabii ki, bu bir duruş. Böyle durmak zorundayız. Bulunduğum koşullar aslında şuanda hiç etkinlik yapacak durumda değil. Ama yapmakla kendimi sorumlu görüyorum ve görevli addediyorum. Ve hep de bununla kendimi ayağa dikiyorum. Ayakta duracak halde değilim belki ama ben ayakta durmak zorundayım. Ya da benim gibiler ki, biz bunu anlatabilelim. Yoksa çok daha kötü şeyler olacak diye düşünüyorum. Unutursak, yaşananları kavrayamazsak çok daha kötü şeyler olacak. Çünkü bunlar Sivas’ta kurulan cumhuriyeti Sivas’ta yıkmak üzere o çakmağı çaktılar. Ve o anlayışların uzantısı bugün demokrasiyi, bize karşı kullanarak örgütlenmeye, bu ülkenin cumhurbaşkanlığını da yapmaya soyunmuş durumdalar. Zaten görüntü olarak cumhurbaşkanı

Sayı 29


SERÇEÞME olmasalar da onlar beş yıldır yuvalanacakları yerlere yuvalandılar diye düşünüyorum. Evet, diyorsun ki, türkülerimizle, siyasal duruşumuzla bu zihniyetin karşısında hep beraber duralım. Sivas olayları insanlara sadece acıyı hatırlatmamalı… Biz zaten bugün Hasret’in doğum günü kutluyoruz. Madımak’ın isi’ni de bugüne bulaştırmak istemiyorum. Yoksa biz siyasi bir mücadele veriyoruz. Sivas’la ilgili hukuk mücadelemizde bitmiş değil. O konuda gerekirse bizde yanacağız ama onun hesabını soracağız. Ama bugün biz Hasret’in doğum gününü kutluyoruz. Bu salonda oturup Hasret seven, çocuklarına sende inşallah böyle bir müzisyen olursun, Moğollar gibi Issızlığın Ortasında gibi besteler üretebilirsin, Erdal Erzincan, Hasret Gültekin gibi bağlama çalabilirsin diye çocuklarını heveslendiren insanların açıkçası Madımak’ın isini genizlerine oturtmak istemediğim için bugün Madımak konuşmuyoruz biz. Madımak konuştuğumuz günlerin sayısı 364 gündür bizim. Yılın her günü o yangın bizi yakıyor zaten. Onun mücadelesini her alanda vermek durumundayız, vermeye de devam ediyoruz. Asıl sorumluları da cezalarını görene kadar, o sorumluluklar onların hanesine yazılana kadar da bunu yapacağız. Bugün Hasret’in doğum gününü kutluyoruz. Onun için gülümseyerek doğum gününde türküler söylüyoruz. Salondaki çocuklarımızı, İTÜ’nün yirmi iki yaşındaki öğrencilerini ona özendirmek için buradayız. O anlamda belki farkındasınız seyircimiz çok farklı yani gördüğünüz başka etkinliklerde göremeyeceğiniz seyirciler var diye düşünüyorum. Bunun da çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu Köln’de de aynı şekilde yaşanıyor. Bizim İtalyan seyircilerimiz var. Yani on dört yıldır hiç aksatmadan gelen bir İtalyan grubumuz var, Yunan grubumuz var. Rus ağırlıklı göçmenlik söz konusu şimdi Köln’de, onlar Hasret Gültekin’i biliyor. Birçok konu ile ilgili bir şey yaptığınızda bir araya gelmeyecek insanlar, bugün Hasret Gültekin’in doğum günü olduğu için buradalar. Hasret’in ilkokul öğretmeni, Kadıköy Anadolu lisesinden arkadaşları buradalar. Belki buradaki insanların ve başka seyircilerinde Hasret’le siyasi şeyleri paylaşmadığını ama bu anlamda bu akşam söylediklerimize bu sahneden, altına imza atmak için buradalar diye düşünüyorum. Çünkü onlar siyasi olarak bizimle aynı düşünmese de öldürülmelere, bu şekilde insanların yok edilmesine karşı.

Mayıs 2007

Köln’de ki kültür merkezi çalışmalarınıza devam ediyorsunuz. Sivas’ta kaybettiğimiz aydın ve sanatçılarımız adına bu tür çalışmalar yapılmıyor… Yapılıyor. Ama bu kadar geleneksel hale getirilemedi maalesef. Ama bu anlamda, bunu yapamam demek istemiyorum. Bunu ben yaparım. Canla başla, başım gözüm üstüne de derim ama o hakkı açıkçası kendimde görmüyorum. Sahiplenmekse, Sivas Madımak adına onlara çok sahipleniyorum. Ve gördünüz bugünde onları andım ama bir Asım Bezirci’yi de ben anlatabileceğimi düşünmüyorum. Hasret’i anlattığım, anlatabildiğim gibi. Ve onlarında varislerinin önüne geçmek ya da onlara da sanki bir şekilde bir şey dayatmak gibi bir şeye de girmek istemiyorum. Yoksa bu kültür merkezi Asım Bezirci’nin doğum günlerini de Köln’de kutluyor onu da anlatıyor. Akarsu’yu da Nesimi Çimen’i de tabii ki anlatıyor. Ama bu şekilde sorumluluğunu üstlenmek çok ağır bir yük, birincisi bu. İkincisi o ailelerin önüne geçmek gibi bir şeyi kendime yakıştıramam. Böyle bir şey düşünmüyorum. Ayrıca maalesef Sivas sonrası yaşanan rant anlayışı, gelişen o rant anlayışı Madımak’a özel. ‘Sivas’ta katledildik, lanet olsun şeriatçı anlayışa’ gibi sığ söylemleri artık bir tarafa bırakıp, aslında kimi, neyi, hangi değerlerimizi yitirdiğimizi anlamaya, anlatmaya çalışmak gerekmez mi? Evet, kimi yitirdiğimizi, Asım Bezirci’nin yetmiş yıla yetmiş kitabı sığdırdığını, Hasret’in yirmi üç yıla belki beş yüz yıllık bir ömür sığdırdığını maalesef anlatmıyorlar.

NOT: Ütay: “Hasret’le tanıştığımızda ‘Koçgiriliyim, Alişan’ın soyundanım, hatta annemin dedesidir’ demişti. Alişan Bey, Koçgiri Kürt isyanının önderi. Han köyü ise bu isyan sırasında üs olarak kullanılan bir mezra. Han’da yaşayan Koçgiri’li Kürt çocukları, ırmağın karşı yakasına ‘ütay’ derler. Ütay düştür. Ütopyadır. Irmağın karşı yakasına geçmek, dağların arkasına sarkmak, yeni bir coğrafyayı keşfetmek... Tutkudur. Ütay türküdür. Türkü, tek tek ütopyaların keşfidir.” Bu metin, Kadir Karakoç’un “Ütopyalar Ülkesinin Ateş Hırsızı” başlıklı yazısından alınmıştır. Bkz: www.hasretgultekin.com

SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

OKUYUCULARININ KATKISIYLA ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den niyaz alan okuyucularıdır. Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır. Serçeşme canların özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir ve zorlukları birlikte aşma gücüne dayanır. Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş bekliyor. Serçeşme tüm canları temsilci olmaya, canları abone yapmaya, yörelerine derginin toplu getirtilmesine ve elden dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.

TEMSİLCİ CANLAR YURTDIŞI Almanya: Berlin Zeki Konuk ...............+49.172.305 92 29 Darmstad Hüseyin Akın .................+49.179.107 88 56 Frankfurt Sedat Bican ...................+49.170.751 25 35 Gladbach Behçet Soğuksu ...........+49.173.510 03 54 Hamburg A. Varol ..........................+49.172.453 14 62 Hanau Kemal Nayman...................+49.173.667 72 91 Kassel Hüseyin Öztürk ..................+49.162.153 33 20 Kiel Erdoğan Aslan ........................+49 174.484 18 34 Oberhausen Mehmet Kaz .............+49.173.612 01 95 Stuttgart Kılavuz Bakır ..................+49.162.909 70 70 Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ..........+43.650 841 55 99 Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan ........+32.473 49 37 12 Fransa: Paris Ahmet Kesik ..................+33.6.82 07 67 16 Hollanda: Schieadam Halil Cimtay ......+31.619 92 22 84 Gelderland Ali Rıza Ağören .............+31.651 25 63 19 İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ....+44.7768 220 762 İsviçre: Basel İbrahim Bakır ................+41.78. 808 40 07 Kanada: Toronto Ahmet Akkuş .............+1.416.652 98 54 K. Kıbrıs: Lefkoşe A. Muzaffer Şimşek ....0533 845 21 02

YURTİÇİ Adıyaman: Merkez Aşık Özeni ...............0532.624 83 09 Gölbaşı Kenan Tezerdi .......................0535.949 43 13 Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ................0536.886 48 56 Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ...............0535.644 27 25 Ankara: Merkez İsmail Metin ..................0532.644 95 37 Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen ..............0532.313 87 78 Antalya: Merkez Gülçin Akça ..................0532.283 72 80 Burdur: Merkez Mehmet Turan ..............0248.234 37 17 Denizli: Merkez Hasan Erden ..................0532.577 58 73 Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ............0535.872 63 03 Eskişehir: Merkez Bekir Güven ..............0222.233 06 90 Gaziantep: Merkez Haydar Dede ...........0342.250 64 77 Hatay: İskenderun Haydar Kalkan ..........0326.614 26 50 İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse .............0544.305 39 23 4. Levent Hüseyin Düzenli .................0555.204 73 79 Avcılar Mustafa Kılçık ........................0536.552 68 75 Beyazıt Rukiye Güven .......................0212.516 23 14 Çağlayan Ali Ulvi Öztürk ....................0212.224 22 42 İçerenköy Yılmaz Gürbüz ...................0535.524 49 12 Kadıköy Kazım Erol ...........................0533.553 33 86 Kayışdağ Veli Göynüsü ......................0532.687 31 09 Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ...........0532.410 51 79 Soğanlık Hasan Harabati ...................0532.787 70 98 Sultanbeyli Sadegül Çavuş ................0535.491 07 58 Yenidoğan Salih Arslan ......................0535.941 15 09 İzmir: Bornova Hüsniye Çınar ..................0532.512 59 62 Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı .......................0532.252 12 06 Konya: Beyşehir Selman Zebil ................0542.431 56 91 Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya .....0538.218 90 52 Maraş: Elbistan Derviş Şahin ..................0544.217 98 05 Nurhak Hasan Çadır .......................... 0535.511 12 99 Muğla: Yalıkavak Yasemin Sağlam...........0535.829 39 84 Samsun: Terme Emrah Çolak .................0542.341 33 03 Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan ..............0282.263 05 79 Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ...................0536.212 49 54 Zile Aslı Çıkrıkçıoğlu............................0543.682 38 99 Urfa: Merkez Hakan Güleç ....................... 0542.569 11 26 Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07 Kısas Ahmet Aykut .............................0536.777 63 47 Sırrın Sadık Besuf ..............................0535.472 05 45 Zonguldak: Merkez Bahattin Arı ..............0544.246 09 17 Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu ..0532.740 42 50

29


SERÇEÞME

Bildiğinizi Getirin, Doğrularınız Kalsın Veysel Köse, 2 Mayıs 2007, e-posta: veyselks@hotmail.com

A

LİBEYKÖY’ün yaşam ve mücadele emekçilerinden Ali Gerçek şöyle diyor: “Bana merkezi insan olan bir inanç gösterin ben hemen o inanca dâhil olacağım!” Kuşku yok ki insan her inançta önemlidir, ama merkezde ve olmazsa olmaz değildir. Alevilikte ise insan merkezdedir ve olmazsa olmazdır. Merkezine yaratanı koyan tek tanrılı dinlerin aksine Alevilik, varoluşu, önsüz ve sonsuz bir yaşamı savunur. Yaratan ve yaratılanın olmadığı bir düzende sınıfsız, sınırsız insanların kaynakları eşit, özgür ve adaletlice kullanılacağı bir yaşamın önünü açar. Rıza Kenti’ne ulaşacak olan insan-ı kâmili, kâmil toplumu yaratmanın hedefini güder. Çeşitli düşünce akımları, felsefeler, bilim eşit ve özgür bir dünya yaratmanın mücadelesine hizmet ediyor. İnançta, dinde eşitlik ve özgürlük olabilir mi? Gözle görülmeyen bir yaratıcıya ve onun gönderdiğine inanılan kurallara inanarak yaşamak eşitliğin önüne bir engel midir? Dünyayı yaratanın ve dinlerin temsilcileri papazlar, papalar, rahipler, hahamlar, halifeler, hocalar, şeyhler yaratan adına yönetirken, bu kadar felaket, sömürü, savaş, adaletsizlik neden var? Zor olan bilmektir, anlamaktır bilince varmaktır. Kolay olan ise inanmaktır. Alevilik bir bilme, öğrenme işidir. Bilmediğiniz bir şeye inanmayacaksınız. Ne demiş Hz. Ali, “Görmediğim Tanrıya Tapmam”; Hace Bektaşi Veli, “Bilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.” Bu bilme işi “Vahdet-i vücud”dan “Vahdet-i mevcud”a giden, insan olma onuru bilince çıkarmadan başka bir şey olabilir mi? Anadolu Aleviliği kimi araştırmacılara göre İslam’dan kopmadır. Kimilerine göre Türk İslamcılığıdır; İslam’ın özüdür; ya da çağlar öncesi inançlardan gelmedir. Kimilerine göre de Yahudilik, Hıristiyanlık, İslamiyet, Zerdüştlük, Şamanlık, Budistlik gibi dinler ile Antik Yunanlı Tales, Pisagor, Heraklit, vb. felsefeler; Nihilizim, Marksizim gibi Batılı kavramlar; ve içinde Haydarilik, Melamilik, Hurifilik, Enel Hakçılık, Bedreddinilik, Abdallık, vb., gibi düşünce sistemi ve inanç öğretilerini barındıran bir çiçek demeti olarak görülmektedir. Bütün dinleri, inançları içine almış, egemen güçlerin baskılarından kaçan halkların inançlarını değiştirmeden sığınabilecekleri bir kale olmuş, bu yüzden de farklı inançları etkilemiş ve etkilenerek bu günkü zor ifade edilen

yapısını almıştır. Böylece evrensel bir inanç olmaya adaydır. İnanıyorum ki Alevilik yukarıda saydıklarından etkilenmiştir. Azınlıkta kalan iyilerin günümüze kadar getirdikleri bir düşünce sistemi; etik değerler ile akılın dürüstçe kullanıldığı bir inanç sistemi olmuştur. İnsan olabilme ve insan kalabilme onurunun ince bir damarı olarak günümüze kadar gelmiş bir davranış biçimidir. Hal böyle olunca, Alevilik kolayca tarif edilemiyor ve tartışmalar bir noktada bağlanamıyor. Bilimsellik, yani evrenin sınırsızlığı gibi aklın da sınırsızlığı var. Alevilik de sınırsız ifadelerle tartışılacak. Aleviler konuyu tarihi bilgilerle destekleyemedikleri için tartışmaların sonuca bağlanamıyor. Üyelerinin yöresel dağılımı 45 ili kapsayan; Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arap, Balkan Göçmeni, Alevi, Sünni, Şafii, Ateist, Sosyal Demokrat, Sosyalist, Komünist, Merkezin Sağında ve yardım paketi karşılığında Şeriatçı partilere oy verebilenlerden olaşan bir topluluğa hizmet eden bir Alevi kurumunun üç yıl müdürlüğünü yapmış bir kişiyim. Gözlemlerim o ki, kendi bildiklerimizi mutlak doğru sayarak karşımızdakine dayatırsak, hem Aleviliğin dibine dinamit koyarız, hem de Aleviliği altın bir tepsi içinde, aklını inancının emrine veren tek tanrılı inançlara sunarız. Yaptığım gözlemlere göre anlaşmazlıklar gençlerden değil, yaşlı kuşaktan çıkıyor. Yaşlı kuşak köyünden getirdiği bilginin üstüne bilgi koyamamış; gençler henüz Aleviliklerini tartışacak kadar bilgi sahibi değiller. Bu nedenle örgüt yöneticilerimize çok iş düşüyor. Eğitim seferberlikleri başlatmalı ve tartışmalar belli bir program çerçevesinde projelendirilmelidir. Bu yazının amacı tartışma kültürü yaratmaya yardımcı olmaktır. Tarihimizde dağ başlarında yalnız, ama özgür bir Alevilik yaşandı. Gözden uzak olarak kendi yasama, yürütme, yargı sistemimizi uygulayabildik. Yol önderlerimiz, toplumumuzu yönlendiren yasaların konulmasına ve uygulanmasına teminat olan güçtü. Aynı zamanda tarım, hayvancılık, eğitim gibi konulara da hâkimdiler. Yol önderleri bu eğitimi alıyor, taliplerine hizmet ederken, edep-erkânı, Yol’un gereklerini canlara öğretiyordu. Cumhuriyet sonrası tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş, köylerden kentlere iniş Dede-Talip arasındaki bağı zayıflattı. Canlar

Basına ve Kamuoyuna Yaklaşan genel seçimlerde emekten, özgürlükten, demokrasiden ve barıştan yana olan seçmenler için sol bir alternatif yaratmak zorundayız. Anti-demokratik yüzde onluk seçim barajını aşabilmek için seçimlere bağımsız adaylarla girilmesi gerekmektedir. Bağımsız adaylarımız CHP’yi artık sol ve demokrat olarak görmeyen sosyal demokratlardan adil bir barış isteyen Kürtlere kadar bütün sol kamuoyunca kabul edilebilecek ortak isimlerden oluşmalıdır. Özellikle İstanbul, Ankara, İzmir ve Diyarbakır gibi büyük illerde bütün sol kamuoyunun tereddütsüz destekleyebileceği ortak adaylar üzerinden yükselecek böylesi bir seçim alternatifi, Türkiye’de emekten, özgürlükten, demokrasiden ve barıştan yana olan büyük bir kitleyi harekete geçirecektir. Ortak bağımsız adaylarımızın hemen her sendika, demokratik kitle örgütü, sol parti, grup ve kurumun savunmakta olduğu en ortak noktalar üzerinden oluşturacağı bir seçim bildirgesi etrafında hep birlikte kampanya yapması gerekmektedir.

30

Yol Bilgisi ile yetişemeyince, günümüzde birbirini anlayamaz oldular. Bir konu üzerinde tartışma, sonuca bağlanamayan konuşmaya dönüştü. Bir taraf karşısındakinin söylediklerini kabul etmeyince, “öyle Alevilik tanımı olmaz!” diyor. Bu, her iki tarafta bilinçaltında bir güvensizliğe dönüşüyor. İş, “Biz adam olmayız!”a varıyor. Bu Alevi hareketinin karşısına bir engel olarak çıkıyor, yerel örgütlenmeyi zaafa uğratıyor. Bu çözümsüzlüğün arkasına sığınan bezgin Alevileri demokratik bir sokak eylemine götüremiyoruz. Sokağa çıkmadan hiçbir hakkın alınamayacağı ortadadır. Bence tartışmalarda farklı bir yöntem kullanmalıyız: Bildiklerimizi söyleyeceğiz, ama doğrularımızda ısrar etmeyeceğiz. Israrcı olmamayı öğreneceğiz. Doğru göreceli bir kavramdır. Herkesin doğrusu farklıdır, ama saygı, tahammül ve sevgi standartları aynıdır. Tartışmalarımızı karşılıklı saygı, tahammül, sevgi binası üstüne inşa edelim. İnanın, hem büyük keyif alırız, hem de içten bağlar kurarız. Yöresel farklılıklar olsa da ortak doğrularımız ve değerlerimiz vardır. Bunlar, “Enel Hak”, “Eline, Beline, Diline Hâkim Ol”, “Bilimle Gidilmeyen Yolun Sonu Karanlıktır” değil midir? “Görmediğim Tanrıya Tapmam” değil midir? “Yârin Yanağından Gayri Her Yerde, Her Şeyde, Hep Beraber Olabilmek” değil midir? “Rıza Kenti” anlayışı değil midir? Bu ulu değer ve ilkelerin yanında gülbank, hayırlı, nefes, niyaz ya da semah farklılıklarının, törensel farklılıklarının ne önemi olabilir? Sanki Dört Kapı Kırk Makam’ı yutmuş; Yunus misali kırk yıl dergâha doğru odun taşımış; Baba İshak, Kalender Çelebi, Şeyh Bedreddin, Pirim Pir Sultan gibi mazlum hakkı için “Gelin Canlar Bir Olalım” deyip canı başı feda etmişiz! Ondan sonra kalkmış, “okyanusta bir damla misali bilgimizle” bildiklerimizin doğruluğunda ısrar ediyoruz! Böyle yaparak karşımızdaki canın kalbini kırdığımız bir yana, gençlere de kötü örnek oluyoruz. Gençlerimiz bizim geleceğimiz değil mi? Onlara bu kültürü birbirimizle çatışarak, sonu gelmeyen tartışmalarla mı öğreteceğiz? Anadolu Alevileri olarak ortak doğrularımızı belirleyip, tarihsel sürecimizi tahlil edip, ortak değerlerimiz, ilkelerimizle Rıza Kentine doğru yürüyüşe geçme zamanıdır. Yeter ki muhabbetlerde, toplantılarda birbirimize tahammülle yaklaşalım. İlişkilerimizi bireysel değil toplumsal çıkarlar, sevgi ve saygı temelleri üstüne kuralım. Bildiğimizi getirelim, doğrularımız kalsın, kalsın ki biran evvel ortak doğrularımızı bulalım.

Böylesi bir seçim çalışması, yoksulluk ve adaletsizlikten bunalmış ama darbe tehditleri ile savaş tehlikesi altında laik-dinci, Kürt-Türk, Müslüman-gayri Müslim, vb. olarak bölünerek etkisizleştirilmeye çalışılan toplumumuz açısından tek akılcı seçim alternatifidir. Eğer 22 Temmuz seçimlerine bu tür bir yöntemle dâhil olabilirsek TBMM’de ellinin üzerinde milletvekili göndermemiz mümkündür. Bu koşullar altında, sol partilerimizin kendi grup çıkarları üzerinden değil; solun genel çıkarları üzerinden hareket edebileceğine inanıyoruz. Solda duran bütün parti, grup, sendika, demokratik kitle örgütü yöneticilerini bu tarihsel sorumluluğa uygun davranarak üstlerine düşen fedakârlık ve sorumlulukları yerine getirmeye çağırıyoruz.

Seçimlerde Ortak Aday İstiyoruz Kampanyası www.ortakaday.net Yukarıdaki metne imza atan ve aralarında aşağıdaki kişilerin de olduğu 5.400’ün üzerindeki kişinin tam listesine şu internet adresinden ulaşabilirsiniz: http://www.ortakaday.net/alfa.php

Sayı 29


SERÇEÞME

Abant Platformu ve Gündemdeki Siyaset Mustafa Özcivan

Ü

NLÜ DÜŞÜNÜR yunanlı filozof Eflatun’un bir sözü var “siyasetle ilgilenmeyen aydınları bekleyen kaçınılmaz sonuç cahiller tarafından yönetilmeye razı olmaktır.” Gecikmişte olsa Abant platformu ve gündemdeki siyasetle ilgili düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istedim. Yıllarca söylediğim ve inandığım bir konu Alevilerin sorunlarının siyasetle çözüleceği ve Alevilerin mutlaka siyasette(hangi düzeyde olursa olsun ister seçmen, ister seçilen) etkin olmaları. Ancak Alevicilik yapmadan, aradaki ince çizgiyi koruyarak. Bir süre önce bir TV kanalında Aleviler ve siyaset konulu program izledim. Program konukları Sayın Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk (HYP Genel Başkanı) ve Sayın Doğan Bermek (Alevi Vakıflar Federasyonu Başkanı). Konu Alevilerin sorunları, siyasi duruşları, siyasete müdahil olmaları ve Abant Platformu. Sayın Bermek Abant platformu toplantıları ile ilgili konuşmasında toplantıyı fetullah grubunun organize ettiğini ve sizleri tanıyalım, düşüncelerinizi de alalım diye (Alevileri) davet ettiklerini söyledi. İsterseniz bir düşünce fırtınası yaratalım ve biz Aleviler bir toplantı düzenlesek de Fetullah grubunu ve Fetullah hocayı davet etsek, sizleri tanıyalım desek, siyasi düşüncelerinizi alalım desek, şu iktidar olmanın yollarını sorsak, nasıl oluyor da AKP de iktidar olsa sizin borunuz ötüyor, DSP de iktidar olsa sizin borunuz ötüyor, sizler siyaset yapmıyor musunuz? Kendinizi uhrevi düşüncelerin, din doğmasının içine mi gömüyorsunuz, dünya işleri ile siyasetle ilginiz yok mu? Bu soruları sorsak ne dersiniz? Sizler kendinizi akıllı, âlemi kör mü sanırsınız a dostlar. Bu ülkede herkes herkesi tanır. Bir söz vardır, bizler kırk kişiyiz birbirimizi biliriz diye. 1950’den bugüne kadar iktidar hep Sünni İslamcıların, Sünni tarikatların kontrolünde altmış yıl sonra Alevi toplumu siyasetin bırakın içinde olmayı siyasetin ‘S’sini söylese hep bir ağızdan koro halinde tepki gösteriyoruz. Hele hele neydi Yavuz Top üstadın o çıkışı, kimse Aleviler adına pazarlık yapamaz söylemi. Tabii ABF’yi hedef alarak, zannedersem Sayın İzzettin Doğan’ı hariç tuttu çünkü isim telaffuz etti. Yıllardır Sayın Doğan siyasilere göz kırpar, pazarlık yapar “bizim sorunlarımızı çözmek için kim söz verirse oyumuzu o partiye vereceğiz” diyor ve doğruda söylüyor. Peki, bu söylem Aleviler adına siyasi bir söylem değil mi? Yıllardır Sayın Doğan’ın siyasi pazarlıklarını biliriz. Sayın Yavuz Top şöyle söylemeliydi, “tüm alevi örgütleri toplanarak bir platform oluşturmalı ve belirli konsensüs çerçevesinde ilkeli bir şekilde siyasete müdahil olmalılar.” Fakat hemen hücuma kalkarak nasıl benim adıma siyaset yaparlar diye ABF yi hedef aldı. Burada ben ABF’nin sözcülüğünü yapmak istemiyorum ancak her kesimde örgütlenmeden yanayım. Dolayısıyla Alevi örgütlenmesinin de yara almasını istemem. Belki yönetimini beğenmeyebilirsin ama yöneticiler geçici, kurumlar kalıcıdır. O zaman Eflatun’un sözünü şöyle söyleyebiliriz “siyasetle ilgilenmeyen Alevileri bekleyen kaçınılmaz sonuç Sünni tarikatlar tarafından yönetilmeye razı olmaktır” Alevilerin siyaset yapmasına karşı olanlara şunları hatırlatmak istiyorum, bugünkü iktidarın, Mustafa Kemal’in kurduğu laik cumhuriyetin yönetimine nasıl geldiğini bir düşünün; acaba biz bir inanç toplumuyuz, inancımıza bakalım, dergâhımıza kapanalım, kendimizi inancımıza verelim, siyaseti kim yaparsa yapsın, siyasetten bize ne deselerdi; bugün iktidarda olurlar mıydı? Hedeflerine siyasetle ve eğitimle ulaşacaklarını biliyorlardı, örgütlenerek, kadrolaşarak, hedeflerine uzun vade koyarak ve mutlaka siyasetin içinde olarak. Bizler halen inancın mistik derinliklerinde ağıt yakarak uyumaya çalışıyoruz. Ha arada birde serzenişte bulunuyoruz, bizim inancımızı niçin tanımıyorlar, bizim ibadet yerimi niçin tanımıyorlar, bizim düşüncelerimizi niçin dikkate almıyorlar diye, bu kafa yapısıyla daha çok ağıt yakar türkü söyleriz. Halen anlayamadık ki! Hedefe siyasetle ulaşılacağını o beğenmediğimiz Nurcular, Süleymancılar, Nakşîler, Fetullahcılar kadar uzağı göremedik. 23 Nisan 2007

Garip Dede Türbesi’nde 13 Mayıs 2007 tarihinde “Dönüşüm Sürecinde Alevilik-Bektaşilik / Uluslararası Konferans” yapıldı. Bu konferansla ilgili geniş haberleri gelecek sayımızda vereceğiz.

Mayıs 2007

SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

Açıklık, Kendi Açtığı Yarayı İyileştiren Kılıçtır Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu ilgilendiren tüm fikirlere açıktır. Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini temsil eden yazarlara açıktır. Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri platformu olacaktır. Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve örgütsel çekişmelere yer vermez. Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği fikirler yalnız yazarlarını bağlar. Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler nedeniyle sansür etmez. Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir. Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme getirmekten kaçınmaz. Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik verir, boş sözlerden ve bilinenlerin tekrarından kaçınır. Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir. Yollanan yazıları yayımlamamak, kısaltarak ya da bölerek yayımlamak ve düzeltmek hakkını saklı tutar. Ancak fikirleri değiştirmemeye ve yazarın onayını almaya özen gösterir. Serçeşme’ye gönderilen yazılar yayımlansın, yayımlanmasın iade edilmez

YILLIK ABONE BEDELI Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50 İngiltere £40 Türkiye’den abone olmak isteyen canlar lütfen abone bedelini bir postaneden Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd Şti Posta Çeki Hesabına (No 1629127) yollayın. Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu, varsa Faks Numaranızı ve E-posta adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak, kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu içeren posta adresinizi okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte büromuza fakslayın: +90.(0)212.519 5635 Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar, abone bedelini aşağıdaki adrese yollayabilir: Avrupa Baş Temsilciliği Tel: +49.179.107 88 56 Hüseyin Akın Postbank Kontonummer: 826 857 303 Bankleitzahl: 25 01 00 30

31


SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

ASKER-SİVİL BÜROKRASİ SİYASETE MÜDAHALE EDERKEN LAİKLİK VE CUMHURİYETÇİLİK KALKANINI KULLANIYOR

Demokrasi Olmazsa Laiklik Olmaz Esen Uslu

T

ürkiye son yıllarda askerlerin siyasete gündüz müdahale etmesine alışmıştı. Müdahale Genelkurmay Başkanlığı internet sitesine gece yarısı konan bir bildiri ile yapılınca şaşırtıcı oldu. Bildirinin siteye iki kez konulması, sonra “arşive koymak” gerekçesi ile kaldırılması yaşanan karmaşayı gösteriyor. “İlgili ve bilgili” yazarlar bunu, genç subayların “Bize cunta lazım; Hemen bu gece lazım” acilciliği ile müdahalenin askeri disiplin ve hiyerarşi bozulmadan “kıvamında” yapılmasını isteyen komutanlar arasındaki çekişmeye bağladı. Laikliği ve cumhuriyetçiliği öne çıkaran bildiri, dinci gericilerin attığı adımlardan duyulan rahatsızlığa değindikten sonra, cumhurbaşkanlığı seçiminin laiklik konusuna odaklandığını öne sürüyor. Asker-sivil bürokrasinin siyasete müdahalesini haklı göstermek için laiklik söylemini kullanmasına alışığız. Ama her müdahalenin ardından dinci gericiliğin elini güçlendiren uygulamalarını görmeye de alışığız. Ülkemizde herkes, dinin devlet işlerine karışmaktan uzaklaştırılması anlamına gelen laikliğin, asker-sivil bürokrasi eliyle bir aldatmacaya çevrildiğini bilir. Kendilerine uygulanan ayrımcılık ve baskılar nedeniyle bunu en iyi Alevi-Bektaşiler bilir. Devletin resmi dini, Diyanet eliyle güdülen Sünni İslamdır. Dev bütçe ve kadrosu ile Diyanet işleri devlette en seçkin yeri tutar. “Zorunlu din dersi” yoluyla dinci gericilik eğitim sistemine egemendir. Siyasette şeyh-şıh-molla eli, ayağı, eteği öpmeden değil milletvekili, mahalle muhtarı bile olunamaz. Ama asker-sivil bürokrasimiz, “laiklik cumhuriyetin getirdiği en önemli kazanımdır” dedikçe, halkı kandırdığını sanır.

Anti-Demokratik Cumhuriyetçilik Asker-sivil bürokrasi siyasete müdahale etmeye yeltendiğinde, Osmanlıda Sadrazam ya da Padişah sorunu halletmek için Seyfiye’nin (kılıçlıların) İlmiye’den (bilginlerden) fetva alması geleneğini izler. Her askeri darbenin öncesinde ve sonrasında gönüllü üniversite hocaları ve hukukçular ortalığa dökülür. Bir cuntanın çıplak zorbalığını, yasallık ve saygınlık incir yaprağı ile gizlemeye çabalarlar. Bu kez müdahalenin en veciz gerekçesi ’82 cuntasının yadigârı Yüksek Öğrenim Kurumu’nun Başkanı Prof. Erdoğan Teziç’ten geldi: “Parlamentodaki çoğunluk, sadece siyasi iktidarı değil, devlet iktidarını da eline geçirmek istiyor.” İlk ağızda Sakallı Celal Efendi’nin ünlü, “Bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkündür” özdeyişini akla getiren bu sözün aslında derin bir anlamı vardır. Bu söz, tekellerinde saydıkları devletin bekası için halkı bile düşman gören asker-sivil bürokrasinin dünya bakışının özetidir. Bildiri aynı düşünceyi,“Ulu Önder Atatürk’ün, ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.” sözleriyle ifade etmiştir. Asker-sivil bürokrasiye göre Türkiye Cumhuriyeti’nde devlet iktidarı, devlet kapısından maaş alan, ama dokunulmazlık zırhı kuşatılmış memurlar ordusuna aittir. Kesin bir hiyerarşi içinde çalışan bu ordunun en tepesinde, eli silahlıların komutanları bulunur. Onların omuzbaşında yüksek hukukçular ve üniversite hocaları durur. Onların görevi hem akıldanelik yapmak, hem de hukuka uymayan bazı zorunlu uygulamaları “yolunu bulup uydurmak”tır. Bu kutsal yapının iç işleyişine ve mutlak egemenliğine halktan kimse karışamaz. Karışmaya kalkanın haddi bildirilir. Haddini bildirmeye görünürdeki devletliler yetmezse, derindeki görünmezler seferber edilir.

Siz, sakın Meclis’te, “egemenlik kayıtsız, şartsız ulusundur” yazdığına bakmayın. Meclis, siyasi partiler, seçimler, halk örgütleri yalnız devletlilerin izin verdiği siyasi iktidar işleriyle uğraşabilir. Onların sınırını çizdiği ölçüde siyaset ve iktidar “çelik çomak” oyunu oynayabilirler. Bu anlayış, toz kondurmadığı cumhuriyetin, insan hakları ve demokrasiye gereksinimi olmadığına inanmıştır. Avrupa Birliği üyeliği için yapılan sınırlı demokratik açılımlar bu gerçeği unutturmuşsa, İstanbul’daki son Bir Mayıs hatırlatmıştır.

Demokrasi Bürokrasinin Şerrinden Korunmaktır Türkiye’de demokrasinin sınırlarını hâlâ beşibiryerde cuntasının dayattığı ’82 Anayasası belirlemektedir. Bu aşınmış anayasa kenarı-köşesi kırpılarak adam edilemez. Demokrasi için Türkiye’ye yepyeni bir anayasa gerekir. Böyle bir anayasa ise milyonlarca demokratın, işçinin, emekçinin siyasete bağımsız ve aktif katılımı olmadan gerçekleşemez. Çünkü devlet aygıtının örgütlenmesinde demokrasi, her şeyden önce, halkın hizmetinde olması gerekirken, halkın başına çöreklenmiş devletlilerin boyunduruğundan kurtulmak demektir. Bu anlamda demokrasi, işçi-memur ayrımının kaldırılması, üst düzey kamu çalışanlarının, yani aylıklı memurların, yetkin ve deneyimli adaylar arasından halk tarafından seçilmesi ve halkın güvenini kaybettiği anda seçmenlerince görevden alınabilmesi demektir. Dokunulmazlığının kaldırılması, tüm idari karar ve uygulamalarının yargı denetimine açılması demektir. Ayrıcalığın kaldırılması, en üst memur aylığının nitelikli işçi ücretini aşmaması demektir. Demokrasi, ucuz devlet demektir. Vilayet-yerel yönetim ayrımı ile yaratılan memur kalabalığının ortadan kaldırılması demektir. Merkezden atanan vali ve bürokrasinin yerine, her düzeyde halkın seçtiği meclislerin geçmesi demektir. Seçilmiş memurları Meclislerin yönetmesi ve denetlemesi demektir. Görevleri ve işe alınma yetkinlikleri nesnel olarak belirlenmiş kamu işçilerinin, amir emriyle sürgün edilmekten kurtulması demektir. Demokrasi, bürokrasisinin halkın üzerinde bir daha boyunduruk kurmasını engellemek demektir. Bu nedenle halka sınırsız örgütlenme özgürlüğü, tüm kamu çalışanlarına grevli-toplu sözleşmeli sendika kurma hakkı demektir. Devlette tuttuğu yere dayanarak demokratik anayasayı ortadan kaldırmaya girişmenin ağır suç sayılması demektir.

Demokrasi Düşmanlığı Savaş Demektir Son haftalarda sözde “sivil” toplum kuruluşları eliyle düzenletilen mitinglerle bu müdahalenin toplumsal zemini döşenmiştir. Ama bu mitinglerin ardında yıllardır süren hazırlık ve örgütlenme olduğu unutulmamalıdır. Laikliği oyuncağa çevirenlerin, “laikliği savunmak” adına ortalığa dökülmesinin nedeni, başta Alevi-Bektaşiler olmak üzere Şeriatçılıktan ürken orta sınıfları, toplumsal tabanı her gün biraz daha daralmakta olan asker-sivil bürokrasinin siyasi hedeflerine payanda yapmaktır. Daha önce dillendirilmiş sınır ötesi harekât istemleri ile birleşince, cuntacılığın siyasi hedeflerinin taşıdığı tehlikenin derin boyutları gözler önüne serilmektedir. Irkçı-milliyetçi yüzünü laiklikle gizleyen cunta, Ortadoğu’nun yeniden paylaşım savaşına dalmayı amaçlamaktadır. Bu nedenle Alevi-Bektaşiler, laiklik aldatmacasına kanıp neye payanda olduklarını bir an önce kavrasalar hayırlı olur.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.